#kürd kırımı
Explore tagged Tumblr posts
seslimeram · 3 years ago
Text
Güllük Gülistanlık
Tumblr media
Duraksamaksızın bir yıkımın ortasına terk ediliyor memleket. Ezber edilmiş olanların her gün yeniden biçimlendirildiği bir sahnede, cürüm durmuyor, eza durmuyor, sınamalar hiç durmuyor. Söz kesiliyor, yara kanatılıyor, gün çalınıyor, gelecek dur duraksız geçmişin ta kendisine rehin ediliyor. Nefes alma hakkından, söz söyleme hürriyetine her şeyin altı bir biçimde muktedir ve onun olur verdiklerinin inisiyatifleri doğrultusunda yıkıma bariz bir halde mahkum kılınıyor. Günce tahakküm pratiklerine rehin ediliyor. Her şey saçmalığın dik alası, her gün biraz daha dibine kadar bataklığa çıkıyor. Sözün kerameti artık eksilere indirilmişken, var edilen cerahatle kendilerine beka sağlayanlar el üstünde tutuluyor.
Kesmiyor, bir türlü nefsi körelmiyor düzenin fecaat hallerinin. Bir yıkım başlangıcı var, bir bitiş noktası bir türlü var edilemiyor. Değme faşizan diskurların peyderpey yinelenip durulduğu, akla seza olanın normatif kılındığı bir cerahat mesel olunmuyor. Hakkaniyet sizlere ömür kılınırken, demokrasi lafta her durumda muktedirin ağzında sakız kılınırken gerçek hiç edilmiş olanı bildiriyor. İşaret edilmiş olan tahakküm pratiklerinin hak, hukuk ve adalet kavramlarını delik deşik ettiği yerde baş amirin güncelliği, ortaya sunduğu tekil sonuç o yıkım hallerini göstere geliyor. Ara ve fasılasız biçimlendirme kötülüğün bizatihi kendisini özne kılarak var edilir. Yeni diye anılagelen ülkenin doğrudan geçmişin tümden karanlığından el bulup, yıkımı ana rotası kılarak güncellenmesi halidir mesele. Yirmi yılı aşkındır süre giden iktidar pratiği artık gizli ajandalara bel bağlamaksızın olduğu gibi tüm o yıkım haline içkindir.
Artı Gerçek’ten aktaralım: “Akdeniz Üniversitesi Kampüsü içerisinde 30 kişilik ırkçı bir grup, kampüs içerisindeki bir mekânda oturan 3 Kürt öğrenciye saldırdı. Saldırıya uğrayan öğrencilerden Botan Artuç ile Feyzi Akan Akdeniz Tıp Fakültesi Hastanesi’nde tedavi altına alınırken, saldırıya uğrayan Hatice Tonğ ise, Atatürk Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.
Saldırıya uğrayan öğrencilerin tedavileri sürerken, edinilen bilgilere göre ırkçı grubun sabah saatlerinden bu yana kampüs içerisinde Kürt öğrencilere sataşmaya çalıştıkları belirtildi.
Akdeniz Üniversitesi’nde Kürt öğrencilere dönük ırkçı saldırıyı protesto eden çok sayıda öğrenci, her türlü saldırıya direneceklerini vurguladı.
Akdeniz Üniversitesi Kampüsü içerisinde 30 kişilik ırkçı bir grubun saldırdığı Kürt öğrenciler için bir araya gelen Akdeniz Üniversitesi öğrencileri, saldırıyı protesto etti. Akdeniz Üniversitesi içinde bulunan Olbia Çarşı içinde açıklama yapan öğrenciler, ırkçı grupların ellerini kollarını sallayarak kampüs içerisine girdiklerini belirtti.
Öğrenciler polisin olanlara sessiz kaldığını ifade ederek, her türlü ırkçı saldırıya karşı direneceklerini vurguladı. Açıklama yapan öğrenciler daha sonra kampüste yürüyüş gerçekleştirerek, “Akdeniz faşizme mezar olacak”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Akdeniz goristan ji bo faşistan” şeklinde slogan attı.”
Mezopotamya Ajansı haberinden iliştirelim: “Akdeniz Üniversitesi'nde Kürt öğrencilere dönük ırkçı saldırıyı protesto eden öğrenciler, ırkçı saldırılara karşı her alanda mücadele edeceklerini belirtti.
Ankara Gençlik Örgütleri, Akdeniz Üniversitesi'nde Kürt öğrencilere dönük ırkçı saldırıyı protesto etmek amacıyla Adakale Sokak’ta bir araya geldi. Kürtçe ve Türkçe sloganlar atan öğrenciler, “Faşizme karşı yaşasın devrimci mücadele” pankartı açarken “Eme teqez hesabe ve erişe bipirsin” ve “Boyun eğmeyeceğiz, diz çökmeyeceğiz” dövizleri taşıdı.
Öğrenciler adına açıklama yapan Berivan Kaylu, saldırılara karşı üniversitelerde, sokaklarda direnişi büyütme ve ırkçı saldırılara karşı mücadele çağrısı yaptı.
Dün Antalya’da arkadaşlarının ırkçı saldırıya uğradığını belirten Kaylu, öncesinde, İstanbul Beyazıt Kampüsü’nde, Ankara Cebeci Kampüsü’nde, Dil-tarihte öğrencilerin ırkçı saldırıya uğradığını hatırlattı. AKP-MHP ittifakının Kürtler ve devrimci-sol kesimler üzerinde kurduğu politikaların kampüslerden sokaklara her alana yansıdığına dikkat çeken Kaylu, “Varlıklarını yokluğumuz üzerine inşa eden AKP-MHP faşizmine ve devamcısı oldukları 100 yıllık Kürt soykırım politikalarına karşı kendimizi koruduk, korkmadık ve direndik. Bundan sonra da 50 yıllık direniş mirasımıza bağlı kalarak devrimci dayanışmanın gücüyle karşınızda duracağız. Gerektiğinde kalemimizle, gerektiğinde yumruğumuzla tam da karşınızdayız” şeklinde konuştu.
Gençliğe yöneltilmiş her saldırının topluma yönetildiğine vurgu işaret eden Kaylu, “Gençlik şahsında düşürmek istedikleri, halkların kardeşlik temelindeki özgür iradeleridir. Bunların farkındayız. Kürt gençliği ayaktadır. Devrimci gençlik ayakta ve isyanı kuşanmakta. Üniversiteler bizimdir. Faşist iktidarın diliyle, ÖGB ve sivil polislerin birebir içinde bulunup organize etmesiyle gerçekleşen bu alçakça saldırılarla; açıkça ‘Kürtlere, yurtsever Kürt gençlerine ve Devrimci-sosyalist arkadaşlara kampüslerde yer yok’ deniliyor” dedi.
Kaylu devamında şöyle konuştu: “Yine söylüyoruz. Biz burdayız. Karşınızdayız ve bundan sonra da olacağız. Büyüyerek, güçlenerek ve örgütlenerek geliyoruz. Yenilgi psikolojinizin dışavurumu her geçen dakika kendini daha da açığa çıkarıyor. Bunların sizin son çırpınışlarınız olduğunu da iyi biliyoruz. Bizler de üniversitelerde, fabrikalarda, sokaklarda, kampüslerde ve her yerde olmaya, direnişi büyütmeye ve faşist-ırkçı saldırılarınıza karşı bulunduğumuz her alanı özgür yaşam alanlarına dönüştürmek için mücadele edeceğimizin sözünü yineliyoruz.”
Açıklamanın ardından öğrenciler sık sık, “Zaningeh goristan ji bo faşistan”, “Biji berxwedana xwendekaran” sloganları attı.”
Bir yıkım sahnesi tasavvur olunandan öte hakikatin ta kendisi kılınıyor. Salt öteki kılınan ya da bilinene hayatı zehir etmek bir kere daha saldırıyla çıka geliyor. Düzen bir asırdır o öteki addettiği kimliklere karşı çıka geldiği, var ettiği her ötekileştirme bir biçimde diyet, başka bir biçimde sınava dönüştürüldü. Gayrimüslimlerin bu topraklardan silinmesi hali, çabasının paralelinde devamlılığı sağlama alınmış Kürd ve Alevi ayrımcılığının da artık gizli / saklı olmadan bir soykırım tezahürünün sınırına varması güncellenendir. Akdeniz Üniversitesi kampüsünde cereyan eden saldırı, tehdit dilinin, ayrımcılık hallerinin ve hiç bitimsiz nefreti var ettiği bir cürümdür. Daha yakın zamanlarda Bakur Kürdistan’ında var edilen ablukada, daha yeni Rojava topraklarında var edilen yarı işgal çabasında, topyekun sunulan / savunulan argümanlar bir şiddet merhalesini de aralıksız günceller. Böyle bir yer bu kadar afaki bir biçimlendirme hali içinde hayat ne hallere bırakılır. Düşündünüz mü hiçbir zaman?
Bianet’ten aktaralım: “‘Geçim şartlarını’ ortaya koymak için her ay düzenli olarak ‘Açlık ve Yoksulluk Araştırması' yapan Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Şubat’ın verilerini yayınladı.
Araştırmaya göre, geçtiğimiz ay asgari ücretle eşitlenen açlık sınırı bu ay asgari ücretin 300 TL üzerine çıktı. Yoksulluk sınırı da asgari ücretin 4 katına yaklaştı:
Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 4 bin 552 TL’ye,
Gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı (yoksulluk sınırı) 15 bin 139 TL’ye,
Bekar bir çalışanın ‘yaşama maliyeti’ ise aylık 5 bin 969 TL’ye yükseldi.
Ocak’ta açlık sınırı 4 bin 249 TL, yoksulluk sınırı 13 bin 843 TL, bekar bir çalışanın 'yaşama maliyeti' de 5 bin 587 TL'ydi.
Dört kişilik bir ailenin “gıda için” yapması gereken asgari harcama da (mutfak enflasyonu) bir önceki aya göre yüzde 7,12 oranında arttı. Asgari harcama tutarındaki artış son on iki ayda yüzde 66,38’i buldu.
"Bekar bir çalışan 1716 TL daha bulmalı"
“Asgari ücretle çalışan bekar, yaşama maliyetini karşılamak için 1716 TL daha bulmalı” Türk-İş araştırmasında şu yorumu yaptı:
“Gıda ürünlerinde KDV’nin yüzde 1’e düşürülmesi 14 Şubat’ta etiketlere yansıdı. Ancak öncesinde yükselmiş olan başta yumurta ve un gibi temel gıda ürünleri ile yükselişi durdurulamayan meyve sebze fiyatları yüzünden vatandaşın reel geliri bu ayda da geriledi.
“Özellikle taze sebze-meyve, üretim ve tedarik maliyetlerinin yanında ürün azlığından dolayı cep yakmaya devam etti. Resmi verilere göre gübre ve toprak geliştiricilerin fiyatlarındaki yükseliş yüzde 150’yi aştı. Markette ve pazarda sepet tutarı arttıkça zorlanan tüketici, almaktan vazgeçip ürünlerin bazılarını bırakmaya başladı.
“Akaryakıt, doğalgaz, elektrik gibi enerji giderleri de hane halkı üzerinde büyük bir yük oluşturmaya devam etti.”
Duraksamak nedir bilmeden bir yıkım sofrasına terk ediliyor memleket. Doğru düzgün ve salt asgari bir yaşam hakkının tanzimini bile çok görenlerin elinde memleket bir sınavlar sahnesi kılınıyor. Her gün soluk almanın mücadele addedildiği bir karanlık dehliz ülkenin ta kendisi kılınıyor. Zamların gırtlağa kadar borca soktuğu yurttaşı, faturalarla baskılayıp, haftanın altı günü en az on bir saat çalışmayı zorunlu / normatif kılanların elinde kalakalan yerin meseli bu yukarıda okuduğunuz haber. Basitçe bir yaşam idesinin köküne kibrit suyu dökülüyor. Her gün bir bahane uydurulup, sıradan insanın köşeye kıstırılmasına devam olunuyor. Cerahatin bütüncül halleri, cebe girmiş olan o elin var ettiği kara delik artık gizlenemiyor. Zam üstüne zam, gün aşırı yeniden değerlendirme ve indirim gelecek / şu sıkıntılar bitecek lafzının kolayca kenardan devre dışı bırakılmasıyla asgari yaşam hakkının parayla olan sınırı ufkun çizgisine demirliyor. Perişanlığın hali ve pür meali yukarıdaki rapordan görünür kılınıyor.
Yeni ülke durmayan, bitmeyen bir iştahla birlikte saldırganlığını sürdürüyor. Hayat denen mefhumu kuşatabilmek için maddiyatla / gündelik rutinlere varan bir çeşitlik içerisinde her an yeni bir yıkım bina ediliyor. Tekraren; günce tahakküm pratiklerine rehin ediliyor. Her şey saçmalığın dik alası, her gün biraz daha dibine kadar bataklığa çıkıyor. Sözün kerameti artık eksilere indirilmişken, var edilen cerahatle kendilerine beka sağlayanlar el üstünde tutuluyor. Bütün çizgiler birbirine karıştırılırken, yaşama tutunma becerisinin izi ola gelen her şey darmaduman ediliyor. Misal müştereklerimiz gasp ediliyor. Asgari ücret hakkının “yüzde elli” gibi bir rakamla düzeltildiğine kani olunur zannediliyor. Emtiaların a’dan z’ye yükseldiği bir zeminde yaşam koşullarının temel dayanakları olagelen her şey, her eylem imkansızın kıyısına taşınıyor.
Duraksamaksızın, her gün yeniden bir tahayyülle kuşatma güncelleniyor. Hayat hiçliğe rehin ediliyor. Ses kesilsin, söz kısılsın, düzen kendi aksamında yoluna baksın isteniyor. Yıkım dört bir yandayken her şeyin güllük gülistanlık olduğu algısı satılmaya çalışılıyor. Halin perişanlığı gündelik yaşama düşmüş gölgelerden barizken her nedir ki güllük gülistanlık. Aylık maaşla, gündelik yaşam pratiği içindeki her eylemden feragat edip, kirayı, ekmeği, ulaşım ücretini, faturaları çıkartınca geriye ne kalır ki güllük gülistanlıktır hayat! Bitimsiz bir fasit döngüde, ikinci dünya savaşı zamanlarının karanlığına benzeş ayrışma / yıkım / savaş güncesinin ortasında bir hayat meseli çürümeye rehin edilirken nasıl, ne şekilde güllük gülistanlıktır hayat! Haberiniz var mı ola?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Özgür ÜNAL – v/Unsplash
0 notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Sesli Meram #161 - Karşı Radyo (29.12.2020)
Tumblr media
“Bozuk plak gibi yinele gelen her cümleyle, bir kez daha ötekisinin, öteki diye anılanın şu sahadaki varlığı “tehdittir” olarak yaftalanır. Açılım, reform, yine ve yeniden ısıtılıp duran demokratikleşme mesel / bahisleri birbiri ardına açılırken olmakta olan, olmasına devam denilen bir çürüten sahanın hakikati olur. Bütünüyle çürük, her dem olduğundan daha da ağır kokuşmuş, karanlığı hep güncel, her dem yeniden bina edilebilen bir saha karşımızda var edilendir. Böyle bir cerahatle, bu kadar kesif kokuşma ve tüm bunlara mahal veren o kötücül dille birlikte bir tek iyi gün var edilebilir mi, adalet, eşitlik ve hürriyetten tek satır bahis açılabilir mi, sahiden? Günbegün karanlığın dibinde bir güzergahtan başkasına meyil eden bir sahanın geleceği söz konusu edilebilir mi, sahi ama sahiden de! Acılarıyla, geçmişiyle, var edilen kırımlarıyla, öç hamleleriyle, bitmeyen kiniyle yüzleşmeyen bir ülkede bir yarın olur mu, hiç söz konusu edilebilir mi, sahi ama sahiden de!”  
podcast image credit: silence is violence - brett sayles - pexels
https://archive.org/details/karsi-radyo-sesli-meram-29-aralik-2020
0 notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Can Kırıklarıyla Soluk Alabilmek...
Tumblr media
Bütünü oluşturan etmenlerin alelacele yağmalandığı bir güncellikten geçiyoruz. İnsan hak ve hukukunun, eşitlik ve adalet tahayyülünün, söz söyleme hürriyetinin kısası ahir zaman dahilinde demokrasi tahayyülünün her nasıl içten içe yerle bir edildiğine tanık yazılıyoruz bugün, iş bu gün! Bütün harap viran kılınıyor. Ne ses, ne söz geriye bu zeminde yaşamda muhafaza ediliyor. Ateş, su, toprak, hava nasıl insanın varlığı için elzemse en az o kadar, onlar kadar mühim olan demokrasi tahayyülü yok yere değil hem sahiden hem de bilerek, isteyerek tırpanlanıyor, yerle yeksan ediliyor. Cerahat bir menzili kuşatırken yaşam hakkı elden çalınıyor, düşünsellik iğdiş ediliyor. Geçmişle hemhal olunup bir kez daha sıradan insanın hakkı / hukuku lağvediliyor.
Neoliberalizmin azgın sularında her gün ekonomik dar boğazın bir dönemecinden geçilip durulurken, fakirlik bile lüksün kılınıyor. Hayat hakkı, var olma mücadelesi ekonomimiz iyiye gidiyor tekerlemesinin arasında çiğ çiğ yenilip yutuluyor. Vergilendirmeler bilinen tüm ihtimallerin ötesine taşınıyor. Bir cep telefonuna satın alınan ürünün bedeli kadarlık vergi, bir arabaya tam da arabanın fiyatının üzerinde yüklemeler, içki ve sigaraya kadarki eksiksiz taarruzlar, bunları bir kenara bıraktığınızda temel gıda maddeleri ve sağlık için elzem olan hizmetlerin fiyatlandırmalarının zam değil güncelleme diye geçiştirildiği bir yerde ekonomik dar boğaz hepimizi kuşatıyor. Bayram seyran gümbürtüsü kenara geçtiği vakit, gündelik sorunlarla baş başa kalındığında hiçbir yaraya merhem olmayan ol iktidar tahayyüllerinin birer ikişer yaşam alışkanlıklarını heder ettiği ortaya çıkıyor. Her gününü bir kez daha cehennemi kılan menzilin adı yeni kalıyor geriye, çürütme istenci halen eski!
Bir menzilin tastamam dönüşümü fikriyat kadar bu hayati olan mesellerdeki talanları da bir biçimde muhafaza ederek, güncelleyerek ilerleniyor. Geleceksiz, bir şimdisiz, bariz bir halde yarınsız bir öksüz ülkenin imalinde hakkın da hukukun da, aşın ve ekmeğin o suyun elden çalınması güncelleniyor. Yeni, büyük, güçlü nidaları zikredilirken giderek çok daha çoraklaşan bir ülke hali var ediliyor. Yeni, güçlü, büyük, başka bir ülkenin tahayyülü hala zikredilirken menzil başa göçertiliyor. Dört bir yanı acı, hemen her yönü ağu, hemen her yerde hayatla (ilişkisi) bağ kurmayan, düşündürmeyen, sindirmeyen, sorgulamayan bir yurt hali gerçekliğin ta kendisi kılınıyor. Bugün şu ahval yıkımlarıyla, yağmalarıyla, hiç ama hiç bitmeyen bir süreklikteki eksiltme hali ve yoksunlaştırma edimleriyle güncellenip yola devam ettiriliyor.
Müştereklerin, bir menzilde hayatın bütünü oluşturan her edim, eylem ve biçimle birlikte düşünce yeni ülke şablonu dahilinde yerle bir ediliyor. Yeni denilirken hayatın eskitilmesi kesintisiz bir hakikat kılınıyor. Cerahatin dört yanı kuşattığı yerde sözün, meramın üstü çizilmeye devam ediliyor artık. Birbiriyle ardışık ve süreğen kılınmış bir yer, ülke, saha, zemin tahayyülünde sıradanın hakları talan olunuyor kesintisiz bir biçimde. Bir ülkeyi değil bariz bir teslimiyet sahasının varlığıdır yeniden ve yeniden güncellenen. Bir ülkenin değil doğusundan batısına kadar bir cerahat nüvesinin güncellene bilirliğidir mesele. Doğa katliamları, hayatı muhafaza edilmesi zikredilirken yaratılan yepyeni kırılmaların başında yer alır. Şirketlere peşkeş çekilen topraklar, biraz daha maddiyat için zehirlenip, kaynakların çalınmasının sorun teşkil olunmadığı bir sahanın varlığı güncellenir. Siyanür ile çalışan madenler, maden ocaklarının yerle bir ettiği daha önceki deneyimler, çoraklığı ve kuraklığı ile memleketin iklim dengesinin şaşırtan yıkımlarla dahasıyla hep daha fena ve kötüsüyle bir ülkede kırılmaların sonu getirilmez. Ekonomik ve bariz gündelik yıkımın ardından çıkagelen şu mesel bile nasıl bir tahayyülle kuşatıldığımızı göstere gelir.
Niceliği ve niteliği her dem ayrıştırmalara ve ırkçılığa çıkan hamleler de bu hallerle birlikte güncellenir. Bir ülkede yaşam edimi ehvenden kopartılmaktadır. Hayat istenci iş bu topraklarda gümbürtüye konulmaktadır. Hiç ama hiçbir konuda hesap vermeyen, aslen doğrudan vermeyeceğini zikreden muktedirin fecaati bu bahsin ardından hep daha derin ol yaraları var eder / etmektedir. Bir menzilde bütünü oluşturan etmenlerin alaşağı edildiği, elementlerin paramparça olunduğu bir düzlemde sahiden de hayat her ne yana düşer, sahiden?
Cerahat kendi güncelliğini muhafaza ederken, bu sınırların bir kader olduğu vurgulanıp durulurken, kader değil kederin son kertede insan eliyle var edilmiş cerahatin süreğen kılınması bir yana hayat ediminin kapsamının daraltılması güncellenendir. Mesellerin her yönünü ele alırsanız alın, bir odakta bu cüretle, bu istençle hakir görmenin yerle yeksan edip bir de hayal kırıklıklarını güncellemenin yollarını arşınlar muktedir. Bir zamansal döngüde, bir ülke sathı mahallinde, bir toprak parçasında cürüm bu cüretle birlikte imal olunandır. Bir hayat iminin geriye konulmaması kesintisizdir. Bugün bu satıh dahilinde var edilen şey geçmişin hiçbir yere gitmediğinin tam aksine buralarda her gün yeniden biçimlendirildiğinin de aynasıdır.
Karın tokluğuna yaşam zikredilirken hayatın bu bahisten de geriye düşürülmesi hali, can kırıklarıyla beraber savunmasız bir geleceğe teslimiyet güncellenir. Neoliberal hareketin, eylemenin, en sert, en düşmanca, en ayrımcı ve yıkıcı tahayyülleri bir asır sonra yeniden iş bu topraklardadır, iyi de yol / yön her nereyedir? Cerahat bir menzili kuşatırken yaşam hakkının derdest olunması hali istenç değil sonuçtur. Baş Amir ve şürekasının yeni ülkesi istikameti / varlığı bu hallerle içkin kılınandır. Biyopolitik cenderenin boyutu yaratılmış o düş kırımı menzilini de ifşa etmektedir.
Kaz Dağlarından Munzur’a, Şırnak’tan, Kuzey Ormanlarına yaratılan, güncellenen o doğa tahribatının, Hasankeyf’ten İstanbul’a kadar hemen her odaktaki talandan, memleketin bir ucundan diğerine, Bakur Kürdistan’ından işgal edilmiş Suriye topraklarına kadarki bölüm dahilinde güncellenen devletin gölgelemelerine hayat bu sahanlıkta bütün kazanımların zayi kılındığı bir tahayyüle sıkıştırılır. Cerahat artık öylesine pek bir istençle güncellene gelen bir meseldir ki hayat mefhumu sorgulanmaz, sorgulattırılmaz.
Ekranlarda allı pullu bildirimler halen yapılırken sirayet eden, güncel kılınıp devamlılığı sağlama alınan ülke şablonu onu var eden tüm sıradan insanı kuşatır. Ses, söz, nefes artık tutsak olunandır. Ses, söz, nefes bariz bir döngüde yerle bir edilmeye sevk edilendir artık. Bir kez yazgı denilen sahanın her nasıl / her ne şekilde icra olunduğu meseli açıktır artık alenidir. Bir kırım düzeninin sabit olunduğu yerde hayatın esamesinin okunmayacağı iş bu raddede belirgin kılınır. Burası hayatın tükenişe sevk edildiği bir çukurdur. Hemen hiç mübalağa taşımayan, bir yoruma girmeye gerek kalmadan var edilen, hakikatin ta kendisi bu kadar keskindir. Hayat bu mudur?
Genel geçer değil doğrudan bir yıkımın mihmandarlığı güncelleniyor. Cerahat ülküsünün daimi kılındığı yerde hayatlar çalınıyor, bir biçimde bu hale devam deniliyor. Bir ayrıksı hal değil doğrudan güncel kılınan hamlelerle hayatın ta kendisi paramparça edilmeye hala devam olunuyor. “Hasta Mahpuslara Özgürlük İnisiyatifi, cezaevindeki hasta tutukluların sağlık durumlarına dikkat çekmek amacıyla 258’inci haftada bir kez daha bir araya geldi. İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi önünde yapılan eylemde konuşan İHD Merkez Yürütme Kurulu (MYK) Üyesi Nuray Çevirmen, İç Anadolu Bölgesi’ndeki cezaevlerinde durumu ağır ve cezaevinde kalması mümkün olmayan 24 tutuklu başta olmak üzere toplam 117 hasta tutuklu bulunduğunu aktardı.
Bu yılın Ağustos ayına kadar cezaevlerinde 24 tutuklunun yaşamını yitirdiğini belirten Çevirmen, “Bunların 10’u hasta mahpuslardı. Bu ölümlerin hepsinin önüne geçilebilirdi ancak gerekli olan müdahaleler zamanında yapılmayarak hastalar adeta ölüme terk edildiler” dedi.
Çevirmen, şöyle konuştu: “Büyük bir sorun olan ve kamuoyunun vicdanını kanatan hasta mahpusların yaşamış oldukları sıkıntılar çözüm üretilmeden ortada durmaktadır. Teşhis ve tedavisi yapılmadan adeta işkence çektirilen, hapishanede hayatını kaybeden ya da ölümüne ramak kala bırakılıp kısa sürede hayatını kaybeden insanların olduğu bir toplum, adalete olan inancını da kaybeder. Türkiye hapishanelerinde bulunan hasta mahpusların acil ve kalıcı tedavilerinin yapılması, hapishane koşullarında tedavisi yapılamayan/yapılmayan hasta mahpusların da acilen infazlarının durdurulması gerekmektedir. Adli Tıp Kurumu siyasi olarak verdiği kararlardan vazgeçmeli, tam teşekküllü hastanelerin ve üniversite hastanelerinin verdiği raporlar kabul edilmelidir.”
Tumblr media
Genel geçer değil kalıcı bir halde memleketin (öyle anılanın) yaşamla bağlarının eksik, gedik koyulması güncellene gelendir. Bir menzil şartlarında yaşatma istencinin sakat / hatalı / defolu koyulması hali bir kez daha içerideki tutsaklara reva görülenlerle sabit kılınır. Bu kadar kinci, bunca bariz nefret söylemiyle hemhal olan iktidarın, erkanın ol muktedirin yeni ülkesi bizatihi dünü günceller. Dününde her ne yapılmışsa fenalıklar namına bugün de aynen o sularda dolaşmak güncellenir. Doğasından insan yaşamına kasta, kentlerin talan edilmesinden yaşanacak kent / yer / yurt koyulmamasına süreğen ve iç içe geçmiş olan yıldırı halini ulaştığı menzil düşündürücüdür. Bir katran karasına saplı kalmış yer ülke midir hala?
İki eli olmayan KOAH hastası tutsak Ergin Aktaş’ın durumu giderek ağırlaşıyor. Tutulduğu kötü koşullar nedeniyle tüberküloza yakalanan ve kan kusan Aktaş, Adli Tıp Kurumu’nun (ATK)  4 kez verdiği  “cezaevinde kalamaz” raporlarına rağmen tahliye edilmiyor. ANF’den Zeynep Kuray’a açıklamalarda bulunan Aktaş, Torununun göz göre göre ölüme terk edilmesine isyan ederek, bu işkencenin derhal sonlandırılmasını istedi.
Torununun sağlık durumunun giderek ağırlaştığını ancak hastaneye kaldırılmadığına dikkat çeken Aktaş, biri yatalak, biri belinden aşağı felç olan iki tutsakla birlikte kaldığını ve iki eli olmadığı için de ihtiyaçlarını tek başına karşılayamadığını vurguladı. Ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırılan ve 8 yıldır mahpus olan torun Ergin Aktaş’ı yalnız bırakmayan 73 yaşındaki Aktaş, yıllardır oturduğu Van’dan o cezaevinden diğerine gidiyor. 26 torunu arasında Ergin’in yerinin başka olduğunu ifade eden Aktaş, “O benim oğlum gibi. Her ziyaretimde daha da eridiğini görmek beni kahrediyor. Raporlara rağmen neden tahliye edilmiyor? İki eli yok, ilaçlarını bile alamıyor; ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Niye hâlâ cezaevinde tutuluyor? Niye tedavi edilmiyor? Bıraksınlar, oğluma ben hizmet edeyim, ben ona bakayım” diye feryat etti. Emine Aktaş, torununun ve tüm hasta tutsakların serbest bırakılmasını istedi.
Mezopotamya Ajansı'na bağlanalım: Baba Tahsin Aktaş, “Oğlum Erzurum Cezaevi’ndeyken rapor için İstanbul’a götürüldü. Burada ATK tarafından her iki kolu olmadığı için ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu verildi. Daha sonra devreye emniyet girdi. Bunun üzerine emniyet, Ergin için ‘Topluma zarar verebilir’ diye bilgi vermiş. Bugüne kadar 4 kez ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu alan iki kolu olmayan biri topluma nasıl bir zarar verebilir ki? Emniyetin raporunu dikkate alan savcı sürekli reddediyor” dedi.
Tutuklu Aktaş’ın kaldığı Silivri Cezaevi’nden rapor için Metris Cezaevi’ne götürüldüğünü söyleyen baba Aktaş, oğluyla ilgili şunları aktardı: “Ergin, İzmir Menemen Cezaevi’nde iki yılından fazla tek hücrede kaldı. İki kolu olmayan biri uzun bir süre tek başına hücrede kaldığında ne kadar ihtiyaçlarını karşılayabilir ki? İzmir’de o süreçte hastalığı daha çok ilerledi. 6 metre dört duvar arasında kalıyordu. Tuvaletin bazen çok kötü koktuğunu ve kendisini rahatsız ettiğini söylüyordu. Bundan kaynaklı burada KOAH ve zatürre (pnömoni) hastalığı oluştu. Daha sonra Silivri Cezaevi’ne götürüldü. Burada bir koğuşta üç kişi kalıyorlardı. Arkadaşları ona bakıyordu. Burada ilaçlarını düzgün kullanıyordu. Durumu biraz iyiye gidiyordu. Yaklaşık 15 gündür Metris Cezaevi’ne götürüldü. Burada 3 kişi kalıyorlar. Ama diğer 2 kişi de hastadır. Kendilerine bakamıyorlar ve Ergin burada ilaçlarını düzgün alamadığı için hastalığı ilerliyor. Ciğerinde su toplama, verem ve damarlarında incelme oluşmuş.”
Oğlunun 5’inci kez rapor için İstanbul’a götürüldüğünün altını çizen baba Aktaş, şunları söyledi: “Daha önce ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu veren biri, Ergin’e ‘Seni daha bırakmadılar mı?’ diye sormuş. O da ‘Halimi görüyorsun daha bırakmadılar’ demiş. Savcılık emniyetin hazırladığı ‘Topluma zarar verir’ bilgisine karşı tahliye etmiyor. Ergin’in iki kolu yok ve birçok hastalığı var. Nasıl topluma zarar verebilir ki? Kendi ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor. Ailesi olarak bırakılıp dışarıda tedavisini görmesini istiyoruz. Çünkü o koşullarda hastalığı daha çok ilerliyor.”
Adalet Bakanlığı’na seslenen baba Aktaş, “İki kolu olmayan birinin cezaevinde kalması doğru değil ve biran önce serbest bırakılmalıdır” dedi.
Hayat istencinin ayaklar altına alınıp çiğnenmesinde bir sınırın bulunmadığı yer artık öte ya da uzakta değil tam da burnumuzun ucunda var edilmektedir. Cerahatin güncelliği bir yana, oluşturulan yıkımın ta kendisi herkes için düşündürücüdür. Hasta tutsakların yaşam çabalarına vurulan ketler, işkencenin türlüsü ile bir menzilin yaşam ihtimallerinin her ne şekilde devlet eliyle yıkıldığının ifşası artık kesintisizdir. Bunca cüretin ortasında Aktaş’ın yaşadıklarının akıbeti her ne olacak, acılarına bir çözüm, özgürlüğüne bir adım atması sağlanabilecek midir, meseledir, bu ülkenin ortaklaştırması gereken mesellerinden birisidir.
Binlerce yıldır var edilen yaşama karşıtlığın artık gizlisiz saklısız meydana çıkartıldığı şu güncellik içerisinde hayat her ne olacaktır? Kesin, kati ve geri dönülemeyecek bir halden ötesini var etmek, çürümeyi sabit kılmak adına eylenenlerle yaşatmazlık mefhumundaki o istenç güncellene gelirken yeni ne kadar yenidir? İçerisi, dışarısı, o konu şu bahis öteki ya da buradaki meram bir şeyleri izah ettirmeye çalışırken asıl meselin hayat olduğu konusu eksiksiz önemini muhafaza etmektedir. Güncelliğimiz, var edilmiş ülke hepimize yaraları var etmekten öte, hepimizde eksiltmelerden öte, bir yarınsız kalma halini de güncelleye gelmektedir, sorguluyor musunuz? Can kırıklarıyla birlikte soluk alabilmek imkansıza koşuluyor, artık anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Monochrome - Evi MARKA – Kiosk Of Democracy
1 note · View note
seslimeram · 3 years ago
Text
Her Tekrarla Aynı Karanlık
Tumblr media
Bu ülkede tekrardan gayrısı yok. Yegane istikrar olarak zikredilebilecek şey defalarca hep çokça yinelenen eylemlerin, sonucu bilindiği halde savunula gelen bir cüret halinin açıkça tekrarı oluyor. Cerahati var eden erkanı muktedirin, onun kıyısında yol ve yön tayinine bu sahada girişen eski devlet fenomenlerinin, a’dan z’ye kadar uzanan bir meslek temsilinin bir de yaygın medya diye çıka gelen tahakküme yancıların onamalarıyla birlikte bütüncül o tekrarlar hepten memleketi kuşatır. Demokrasi istemi sizlere ömürdür. Eşitlik ilkesinin sırf lafı kalmıştır. Ekonomi şahlanırken, bütün bu çürüme neyin nesidir kimsenin tek satır sözü de, savunması da yoktur. Bitmeyen bir pandemi krizinin ortasında dahi kırk bir çeşit yalanla, kendi halkını kandırmaktan ötesini var edemeyen bir temsil usülen değil alenen tekrarları bu ülkenin, ondan arta kalanın halini imgeler.
Bir düş kırımı şablonudur tekrarlanan. Binbir türlü cerahatin devlet nezdinde aralıksız bir biçimde sürekliliğinin sağlama alınmasıdır tekrarlanan. Hiçbir türlü hayata varmayacak o tahakküm etme pratiklerinin peşinde ömrün, nefesin tükettirilmesidir mesele. Tüketmenin biteviyeliği bir yandan bunu aralıksız olarak bir istikamet belirleyici kılmanın meselesidir iş bu sahanın her gününe bırakılan hakikat. Devletin omurgasını oluşturan yirmi yıllık ola gelen o iktidar pratiğinin, yazına sıkışmış olan anlamlardan kendini azade edip, olağanmış ve sanki her şey normalmiş gibi uçurumun kıyısında dört döndürmesinin meselesidir asıl anlatmak istediğimiz. Anayasa yazım sürecinden, demokratikleşme hamleleri fasıllarında ortaya serilenlere, darbelere geçit yok çıkışını var edip bizatihi hayatın hemen her alanına her anlamda yıkımı sabitleme çabasına, bu tekrarlayan fasit döngü dahilinde bir yaşam hal ve istemi geriye bıraktırılmaz.
Dümdüz bir tekerleme kıvamında atılıp tutulurken hayatın abecesi çoktan eksiltilir. Bütün biraz daha yıkıma rehin edilirken, her tekrarla bir kere daha müştereklerimizin kökünün tam anlamıyla kurutulması gayreti güncellenir. Daha yeni 1 Eylül Barış Gününde ortaya çıkan memleket imi bu tekrarların nasıl bir istikamet / her ne isabetle var edildiğini yalın bir biçimde örnekler. Düşmanlar kontenjanının hiç tükenmediği bir sahnede tekrarlanarak var edilmiş ötekisine nefretin / hiddet ve ayrımın boyutları gözler önüne serilir. Misalen o Ermeni, mezarlarına saldırabilecek kadar cüreti kendilerinde görerek, mezarları yok etme haline sıçrayanların kötülüğüdür mesele. Bir toplu konut yapımı için ortaya serilmiş olan o sahanın talan / dümdüz edilmesinin hemen kıyısında bir de insanlık suçunun aleniyetle birlikte var edilmesidir mesele. Toprağa emanet edilmişlere hayat hakkının “bile isteye” çok görülmesinin suretidir var edilen çürüme. Bütün tekrarlar bir kere daha yıkımın tüm o karanlığına çıkmaktadır. Bunlardır bariz mesele.
Kürd halkının dirayetle yaşama tutunma dirençlerini alaşağı etmek için aralıksız yakılan ormanları ile Dersim’den, Bitlis’e var edilenler de bir başka temsildir. Tekrarların nasıl bir biçimde hayata kasta dönüştürüldüğü en son yakalanmış olan bu yok etme hallerinin suretinde çıka gelir. Dönemeçler aşılırken, Kürd sorununun varlığı ortalarda durmaya ol açıklığıyla devam olurken bir de bu tahakküm etme hallerinin can alıcı yıkımları, yangın vs. ile türetilir. Dersim günlerce yazıldıktan, Dersim mi Tunceli mi tartışması tüketilerek sonlandırıldıktan, dahası doğa kırıma uğratıldıktan sonra, Bitlis gibi yangınlar göz ardı ettirilerek ucundan kıyısından söndürülür. Oysa bir dolu yerde yanmaya devam eden salt doğa değildir, aynı zamanda hayatın Kürd illerindeki duruşunun ta kendisidir. Onu derdest edebilmek için hiçbir fırsatın kaçırılmamasıdır mesele. 1 Eylül Barış günü olarak adlandırılırken, memleketin yöneten katının cüreti bu yok etme pratikleri, aralıksız misal çıkagelen eski bir askeri kayıttaki gibi yok etme üstüne, sinkaflarla çıkagelen bir tükeniş halidir. Her tekrarlanan eylemle bu biraz daha gerçek kılınır. Her tahakküm nesnelliği tüm o büyük biraderin var ettiği yeni ülke pratiği bir kere daha, hep biraz daha çürümeye çıkartılır.
Bianet’ten aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle Van Musa Anter Parkı'nda "Barış Yaşatır" şiarıyla düzenlenen mitinge katıldı.
Buldan mitingde yaptığı konuşmada, "Buradan 1 Eylül vesilesiyle siyasal ve toplumsal muhalefete ve tüm demokrasi güçlerine, parlamentoya, STK'lere, aydın, yazar ve akademisyenlere, vicdanlı olan herkese bu çağrıyı yapmak istiyorum: Bu saatten sonra kurulması gereken bir ittifak varsa o da barış ittifakı olmalıdır. Herkes barış ittifakı üzerine yoğunlaşmalı ve bu ittifakı hayata geçirmelidir. Türkiye'nin en acil ihtiyacı barıştır. Doğudan batıya, güneyden kuzeye Türkiye halklarının barış ittifakının oluşturulması önemlidir" dedi.
Buldan, 27 Eylül'de hem Kürt sorununun hem de Türkiye'de yaşanan birçok sorunun çözümüne dair bir deklarasyon açıklayacaklarını duyurdu:
"Biz HDP olarak; 27 Eylül'de Ankara'da hem Kürt sorununun hem de Türkiye'de yaşanan birçok sorunun çözümüne dair HDP'nin ilkeleri dediğimiz deklarasyonu açıklamaya hazırlanıyoruz. İnanıyoruz ki bu ilkeleri açıkladıktan sonra Türkiye halkları HDP etrafında kenetlenecektir. HDP daha çok büyüyecek, HDP daha çok genişleyecektir. İmha ve inkar siyasetine hayır diyenler, barışa ve çözüme evet diyenler yerlerini artık belli edecektir. HDP'nin Türkiye siyasetinde büyük bir umut, cesaret ve çözüm gücü olduğunu bir kez daha Türkiye halklarına göstereceğiz. Şimdiden hayırlı olsun diyoruz. Herkesin desteğini beklediğimizi ifade ediyoruz."
Çözüm ve barış olmadığı için "Türkiye'nin her gün başka bir yere savrulduğunu" ifade eden Buldan, "Ne Kürt sorunu ne barış sorunu sadece HDP'nin sorunudur. Vicdanı olan herkesin sorunu olmalıdır. Kürt sorununun çözümü sadece Kürtlere değil 83 milyon insana mağduriyet olarak dönmektedir. O yüzden barışı ve çözümü haykırmanın, Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözülmesini istemenin zamanı gelmiştir" diye konuştu.
Konuşmalar ve müzik dinletisinin ardından Buldan, HDP milletvekilleri ve Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Keskin Bayındır'ın barış temsilen beyaz güvercin uçurmasıyla miting son buldu.”
Barışmayı tekrarından çıkartmış bir düzlemde, hayatın ehemmiyeti, onu var eden onlarca kimliğin sunduklarını göz ardı ederek, Ermeni, Rum, Süryani, Alevi ve Kürd ve daha nice temsili ayrıştırarak bir menzili var edeceğini bildirir. Pervin Buldan nezdinde bütün o Kürd siyasetinin temsilcilerinden çıkagelen itiraz bu noktayadır. Asırdır aynı ezber form, replikleri tekrarlayarak, hiçbir biçimde başarıya ulaşmamış formüllere dört elle tutunarak hala inadım inat diyerek bir barışa varılmayacağı muhakkaktır. Meram yukarıdadır, kaldı ki bütünüyle yaşama kasıt bir güncellik meselidir. Sorun diye geçiştirilmek istenen hemen her şeyin bu ülkedeki ortak / müşterek bir mesel toplamı olduğu bir kere daha açıktır. İş bunu sahiden duyabilecek olan var mıdır, kalmış mıdır bahsinde gizlidir.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Şırnak'ın İdil ilçesine bağlı Turgut Özal Mahallesi'nde zırhlı aracın çarptığı Mihraç Miroğlu (7) adlı çocuk yaşam��nı yitirdi. Akşam saatlerinde meydana gelen kazada İdil Devlet Hastanesi'ne kaldırılan çocuk kurtarılamadı. Miroğlu'na zırhlı aracın bisiklet üzerindeyken çarptığı öğrenildi. Olayın duyulmasının ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP) İdil İlçe Örgütü üyeleri ve çok sayıda kişi hastaneye geçti.” Bir düş kırımı şablonudur çünkü bir yandan da habire şekillendirilen. Şırnak’ta katledilmiş olan Mihraç Miroğlu, devlet dersinde canı çalınan kaçıncı çocuktur vesselam? Düpedüz tekrarların arasında bir kere daha bir çocuk hedef kılınır. Bütünüyle barışın lügatten tastamam çıkartılmak istendiği bir coğrafya içindeki kırılmanın asıl yüzeyini göstere gelir. Duraksanacak, şerh düşülecek bir mesele değildir hayat sahiden böylesi badireler içinde, her gün en küçüğünden başlayarak insanların ol hayat haklarına saldırıların var edildiği bir kurgu mudur? Dahası Mihraç Miroğlu’nun ardından o çıkagelen sessizlik varken, muktedir, kolluğu tek başına mı sorumludur sahi ama sahiden de, düşünüyor musunuz?
Bianet’ten aktaralım: “10 Ekim Ankara Gar Katliamı’nın firari sanıklarının yargılandığı davanın 12. Duruşması bugün Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü.
16 firari sanık ve tutuklu sanık Erman Ekici’nin yargılandığı davada bugün de tanıkların dinlenmesine devam edildi.
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmada, IŞİD ile ilgili bilgileri istihbarat örgütlerine sattığını savunan Kuteybe Hammet tanık ifadesi vermeye gelmezken, IŞİD'in sınır emiri İlhami Balı'nın daha sonra yakılarak öldürülen er Sefer Taş'ın kaçırılmasıyla ilgili telefon görüşmesi yaptığı Muhammed Kasım Kurt ve firari sanık Walentina Slobodjanjuk'un sahte kimliğinde ismi yer alan ve görüştüğü tespit edilen Yıldız Bozkurt duruşmadaydı.
Evrensel’den Birkan Bulut’un haberine göre, SEGBİS ile ifade veren tanık Muhammed Kasım Kurt, sınır köyünde muhtar olduğunu belirterek önce İlhami Balı, Deniz Büyükçelebi, Edremit Türe gibi birçok IŞİD'li ismi tanımadığını savundu.
Ancak daha sonra sınırda IŞİD'lilerle iletişimini anlatan Kurt, “İki askerimizi IŞİD götürmüştü, birini de şehit etmişti. Kilis Jandarma İstihbarat Şube Müdürü, şimdi İçişleri Bakan Yardımcısı olan Kilis Valisi idi... Askeri almak için Suriye'deki akrabalar aracılığıyla yardımcı oldum. İlhami Balı'yı tanıyorum” dedi.
Kaçırılan askerler için pazarlık yaptığını anlatan Kurt, “IŞİD'in Sınır Emiri denilen İlhami Balı ile yüzbaşı, astsubay ve uzman çavuşun huzurunda telefondan görüştüm. Uzman çavuşun ismini biliyorum Antepli olduğu için ama astsubay ve yüzbaşının ismini bilmiyorum” dedi.
Bir gün sabah saatlerinde gelen bir kişinin, kardeşinin IŞİD'e kaçtığı ve geri getirmek için kendisinden yardım istediğini anlatan Kurt, şahsın Kilis'e gitmesi için taksi çağırdığını ve bu sırada askere haber verdiğini ama kimsenin gelmediğini söyledi. Kurt daha sonra bu kişiyi jandarmaya söylediğinde “Lazım olursa buluruz” yanıtı aldığını dile getirdi.
İlhami Balı'nın numarasını Suriye'deki akrabalarından aldığını ve görüşürken yanında İl Jandarma Şubeden gelenler olduğunu söyleyen Kurt, bir grup kaçakçı ve IŞİD'liyi yakaladığı için Balı'nın kendisini tehdit ettiğini anlattı:
“Bana ‘senin kafanı oraya asacağım’ dedi. Ben buna bağırınca istihbaratçılar ağzımı tutuyordu. IŞİD benim akrabalarımı içeri attı. Ben de baktım başım belada, devlet de gelmiyor, elimde tutuğum adamları serbest bıraktım. Ben bıraktıktan iki gün sonra benim akrabalarımı bıraktılar” dedi.
İkinci tanık Yıldız Bozkurt, “Walentina Slobodjanjuk ile herhangi bir iletişimi olmadığını ve kimlik bilgilerinin nasıl alındığını bilmediği” savundu.
Ancak Walentina Slobodjanjuk'un ile kendi telefonu arasında çok sayıda görüşme olduğu sorulunca Bozkurt, yabancılarla görüşmediğini ve telefonunu başkasının da kullanmadığnı söyledi.
Avukat Senem Doğanoğlu “Yıldız Bozkurt hem telefon numarasını reddetmedi hem de başkası tarafından kullanılmadığını söyledi. Diğer iki telefon numarasının da telefon kendisiyle doğru görülen biçimiyle bize bir şey anlatmadı. Adli makamları yanılttığını gördük. Bu nedenle Bozkurt hakkında suç duyurusunda bulunulmasını istiyoruz” dedi.
Mahkeme ara kararında, firari sanıkların yakalama kararının devamına, Kırmızı Bülten ile aranması yönünde Adalet Bakanlığı’na gönderilen müzakereye cevabın beklenmesine hükmetti.
Ayrıca, hem tanık Muhammed Kasım Kurt’un salona getirilerek dinlenmesi hem de Kurt’un ifadesinde geçen askerlerin tespit edilerek dinlenmesi yönündeki talepleri reddetti. Bir sonraki duruşmanın 24 Kasım’da yapılmasına karar verildi.
10 Ekim Ankara Gar Katliamının davasında ortaya serilmiş olan cerahattir bir yanda tekrar ile çıka gelenin fecaatini bildirecek olan. Suriye’den Afganistan ve pek çok farklı yerde cerahatini var etmiş bir çetenin adalet mekanizması önünde hesap vermeye nail olup olmayacağı bugünün sorusudur. İnsanların canlarını çalanların, ılımlı, öfkeli çocuk / gençler benzetmesiyle geçiştirilmek istendiği, bizatihi başka adlarla bu sahada bir o yana bir bu yana çöreklenmiş kötülük tohumlarının var ettiği şey dehşet değilse dehşet her nedir sahiden? Biteviye kurulan cümlelerle hayat hakkının tarumar edilmesinin cezasız kılınmasına devam olunuyor. Bir biçimde sorumluların, kötülüğü var edenlerin bu ülkeye onca can aldıkları insanların ardında bıraktıklarına hesap vermelerinin önü alınıyor. Bütün o tekrarların var ettiği cerahatli toplamdır bir ülkeden artakalan şeyi, umud halini paramparça eden? Ya Adalet? O açıklamaların satır aralarında çıka gelen gizli ilişkiler, şunca bariz bir menzildeki hayatın heder olunmasına çaba dert değilse her nedir ki dert?
Biteviye bir tekrar döngüsü içerisinde yaşam bahsi yerle bir ediliyor. Günbegün başkaca, hep bambaşka bir yüzeyden meseller var edilerek, aynı tekrarlar yeniden imal olunarak şu sahnenin yıkımı güncelleniyor. Hayata kastın biteviyeliği tescilleniyor. Kuşatmalar, kara, kapkaranlık cinayetler, tehdit ve yıldırıcı bahislerle uzamın demokrasiyle, eşitlikle, adalet ve hürriyet bahsi gibi temel konulardaki gerilemesine devam olunuyor. Geleceğine dair ol apaçık tozpembe tezahürün aslında bir hile olduğu kendiliğinden sökülmeye devam eden makyajdan arta kalanla sabit olunuyor. Bir düş kırımı menzildir bugün artık mesel olunan, mesel edilmesi gereken. Günbegün, yeniden var edilenin ufukta tek bir iyi günü getirmeyi sağlamayacağı afakidir. Bunca yara, bu kadar ağır tecrübe, her defasında sınanma, hep ama her dem kuşatma dahilinde sıradana bir hayat bırakılmaz. Sıradanın bir hayat istemi kalmaz. Cerahatin her yerde çıkagelen suretlerine, baş amir ve şürekasının hayatı hiç kılma odağındaki çabalarının farkına varmanın, itiraz etmenin vakti değil midir sahi ama sahiden de? Her tekrar karanlığın bir başka yüzeyine çıkarken, sahiden sorgulamak ne zamandır?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Basamaklar - Ali Bilge AKKAYA – Kolekta
2 notes · View notes
seslimeram · 3 years ago
Text
Kelimeler...
Tumblr media
Kelimeler tükeniyor. Anlam, bağlam ve anlatımın kıyıdan köşeden törpülenmesi, yerilip, yıkılması bu sahnedeki kelamı tüketiyor. Denizi kaplayan o meşum salya gibi bir ülkenin düşünselliği / gelecek tahayyülü de bunca bariz çürümeye sevk olunuyor. Büyük ülke lafı, nidası var edilirken, sırtı piş piş edilmiş, haznesi zenginleştirilmiş bir avuç zevatın alenen ezberleriyle oluşturulmuş bir karanlık birlikteliği olduğu gözlerden kaçırılıyor. Atılan laf, nidalar silsilesi, var edilen esip gürleme halleri her dem bir örnek ve değişme tahayyüller kervana dizilirken çürüme evre evre yaygınlaştırılıyor. Kelimeler tutsak ediliyor. Yenilik diye atfedilen neo-liberal akımın, ezberci şablonları yinelenirken hayatın mahvedilmesi hiç aralıksız kılınıyor.
Bir cerahat sarmalından mülhem yerin hikayesi, yeni, yepyeni diye pazarlanıyor. Var edilen karanlık ulu orta yüceltilen madun siyasetin yeni zorbalıkları, dahili ve harici güncellenen çökülecekler listesi, bir karanlığın sultasında ellerine tam anlamıyla kan oturanlar ile mutlak, doğrudan bir karanlık bina edilmeye devam olunuyor. Kelimeler kirletiliyor. Cerahatin boyunduruğuna rehin edilmiş, peyderpey eylemlerin habercisi kılınan nutuklar ile bir yaşama akdi var edilmiyor artık. Bir örnek, çokça benzeş tavır, tahayyül ve söz dizilimlerinde kelimelere kan, irin ve gözyaşı sıçratılıyor. Muktedir, iktidar ve tüm bileşenleri bu katran karası hali tam da ol karanlık çağ tiradını, vaveyla değil, ünleme değil, doğrudan biçimini, buradaki sabitliğini var ediyor artık. Mutlak olan o doğru, kesintisiz tek yön, tek devlet, tek uzam ve tek gelecek bildiğiniz çürümenin bizzat kendisine çıkıyor.
Tek adamın, tekil bir rotada, tek tip bir hizadan ülke değerlendirmesinin hali daimi bir hal içinde mahva çıkıyor. Görünen köy kılavuz istemezken, örtbas edilmiş koronavirüs salgın güncesinden, adım atılan her normalleşme halinde bu bahis biraz daha görünür kılıınır. 20 koca yıllık devri sabık iktidar tahayyülünün en korkunç işlemleri, en korkunç yağmalarını var etmiş bunlar kesmemiş, ırkçılıktan yoksulluğa, cinai şebekelere hamilikten kara para ve uyuşturucu ve silah ticaretlerine aracılıklara, her şeyden komisyon, herkesten apayrı ama apayrı rantiye bedel / diyetler söğüşlenen, talep olunan bir sahnede istikameti bırakılır mı hiç ama hiçbir zaman? Düzen kendi ezberleriyle yaşamı deniz salyası gibi en olmadık anda boğmaya, kuşatmaya, ezmeye çalışırken, baş efendi ve baş faşistin ortaklık ile kotardığı, bir rüyaydı bugünler dediği mesel bariz bir düş kırımı sahnesidir. Adıyla ve sanıyla cehennemin ta kendisidir.
Cürmü var edenlerin lekelediği kelimeler çıkageliyor. Demokrasi, adalet, eşitlik, hürriyet, hak ve hukuk, yer, yurt ve anlamından yeterince kopartılmış bir faşizm / despotluk rejimi dahilinde çürüme kalıcılaştırılıyor. Baş amir ve sultasının oluşturduğu, her köşeyi hemen her şekilde tutmuş, sömüren, daha da çok yağmalayan, yedikçe coşan, coştukça irini de o kiri de önemsemeyen, ellerine bulaşan kanla abdest tazeleyenlerin, haramları götürdükleri bir sahnenin hakikati var ediliyor. Yer, gök kan kırmızı, içi dışı kapkaranlık bir zilleti var etmiş kapkaranlık bir sarmalda kelimeler kifayetsiz konuluyor. Siyasetin pragmatist halini adam sende, kaykılıp duruyoruz şu koltuklarda mabadımızı büyütüp, midemizi geliştirip, ona buna çöküyoruz geçinip gidiyoruz diyenlerin refakatinde bir ülke kalır mı? Sahiden de böyle ülke olur mu bırakılır mı?
Daha yeni birkaç gün önce siyasi iradenin, ortaklaşa hedef gösterdiği, dahası cinayetin hemen ardından da kapatma davası için baskı kurduğu, Deniz Poyraz’ın katledilmesi, HDP’nin kapatılması isteminin neden gümbürtüde var edilmek istendiğini fark ediyor muyuz? Beyefendinin oğlunun Kartal İmam Hatip Lisesi’ndeki ekabir, kitabına uygun, dibine kadar çürük, gel gelelim ümmetin helal süt emmiş diye kodlanmış suretlerinin ol makamdan şu makama teşriflerinin var edildiği yerde kelimeler yeterli midir? Yaraları kanatabilmek için en olmadık hamleleri var ederken dahi çalmaya / çırpmaya en az üç çocuktan, en az üç farklı yerden maaşa terfi etmiş bir zümrenin varlığında adalet nedir, nerededir? Bir cinayet sarmalını konuşturmamak için, sorgulatmamak için eldeki hemen tüm imkanların seferber eden ve Deniz Poyraz’ın katili olan Onur Gencer’in Suriye’deki maceralarına dahi engelleme getiren, sırtını sıvazlayıp, aferin çekilen bir menzilde hangi kelimeler kirlenmemiştir ki sahiden?
Kürd’e ve tüm öteki addedilen halklara karşı var edilen bu tahakküm etme hallerinin bir sonrasında çıkagelen ol Suriye’de, Rojava topraklarındaki yağmanın, barış götürüyoruz!, savaşa nihai çözümü var ediyoruz derken kurumsallaştırılan cihatçı tayfaların, buralı ya da burada ikamet eden silah tüccarlarının, çetelerin birbirileriyle danışıklı haraç mezat ol toprakları yağmalaması varken tek başına söz neye yarar. Gazetecilik titrini hala taşıyan birkaç temsilin, Kürd özgür basının yıllar yılıdır yaza geldiklerini ancak fark eden bir yer olabilir mi? Böyle afaki bir çürümenin içerisinde debelenirken haysiyet celladı olmuş ol siyaset erkanının, atanmış içişleri bakanından, ekran yüzüyüm ben deyip, konuşma kaydı yayınlanmış olagelen abdurrahman veyis meczup sıfatsız suretine, insanlıktan çıkmış ola gelmiş her bir türevine, benzeri ve ötesinde yıkımda iş peşinde koşan atmacaya memleket diye çıkılan düzlemin vardığı odakta hangi kelimeler kirlenmemiştir ki, sahiden ama sahi ama sahiden? Kendi foyası ortaya döküldüğü için olmadık yakıştırmaları sırf o ‘pazarlık’ kaydını paylaştığı için Ahmet Şık’a yönlendiren veyis gibi meymenetsizler elinde ne hak, ne hukuk bırakılır, nasıl olsa her yalana inanacak bir kitle var edilikten sonra değil mi?
Bir çürüme tiradıdır güncellenen aslında. Ankara’daki Deniz Poyraz’ı anma etkinliğinde şu akıl dışı şiddet pratiği var edilir. 10 dakika boyunca ensesine oturan polisin sinkaflı küfürlerine maruz kaldığını aktaran Saçılık, şu bahsi not düşer Twitter hesabından: “Yara bere önemli değil. Benim on yaşındaki kız çocuğuma galiz küfürler eden o şerefsiz polisin yakasını bırakmayacağım. Ona bu emri veren emniyet amiri sarı çiyanı elbet yargılatacağım, yakalarını bırakmayacağım. Dün on dakika boyunca enseme oturup pedofil, pornografik küfürler eden sivil polisin yanında onlarca polis vardı. İçlerinden bir tanesi bile müdahale etmedi. Adalet sisteminin ekarte edilmesi sonucunda suç işleme özgürlükleri oldukları saplantısına kapılmışlar.” Adaletin geriye konulmadığı yerde suçu yeniden ve yeniden imal etmek söz konusudur. Şiddetin işkenceye dönüştürülmesi daha önceki eylemlerde de hedef kılınmış olan Saçılık’a bu defa da kızına küfürler saçılarak bir eşik daha aşılır. Bunca afaki kötülüğün var edilebildiği yerde kelimelerin temizliği kalmaz. Böylesine kendisinin de kayıt altına aldığı gibi pornografik, çocuğa şiddetin ta kendisini taarruz ederek tasavvur eyleyen kolluğun olduğu bir sahnede kimse güvende değildir, bu kadar kesindir!
Mezopotamya Ajansı'ndan aktaralım: “Batman Barış Anneleri Meclisi üyelerinin, Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir İl Örgütü’ne yönelik saldırıda Deniz Poyraz’ın katledilmesini protesto etmek amacıyla dün yaptığı kitlesel açıklamaya yönelik polis müdahalesinde, 16 kişi darp edilerek gözaltına alındı. HDP milletvekilleri Mehmet Rüştü Tiryaki ve Necdet İpekyüz’ü de darp eden polis, Batman Belediyesi Eşbaşkanı Mehmet Demir ile birlikte çok sayıda kişiyi yerlerde sürükleyerek gözaltına aldı.
Emniyette alınan ifadesinin ardından serbest bırakılan Batman Belediye Eşbaşkanı Demir, polis şiddetini anlattı. Poyraz’ın katledilmesine ilişkin milletvekilli, belediye eşbaşkanları, barış anneleri, kadınlar ile çok sayıda yurttaşın katılımıyla yapmak istedikleri açıklama öncesi polislerce abluka altına alındıklarını belirten Demir, yapılan müdahalede darp edilerek gözaltı alındıklarını söyledi.
“İşkenceye varan müdahaleyle gözaltına alındık” diyen Demir, Onlarca polis, beni sürükleyerek aracın içine attı. Yere attılar, sürüklediler, darp ettiler. Daha sonra emniyette götürdüler. Emniyette ifademizi almak istediler. Onlara bize bu işkenceyi uygulayan ve hukuku ayaklar altına alanlara ifade vermeyeceğimizi belirtik, ifade vermedik” dedi.
Devlet-mafya-siyaset ilişkisinin yeniden ortaya saçıldığı bir dönemde HDP’nin hedef gösterildiğini ve bunun sonucunda yapılan saldırıda Deniz Poyraz’ın katledildiğini ifade eden Demir, “Cinayet işleyenlerinin önlerine halı sermedikleri kaldı. ‘Abicim ismin ne’ diye katilli kucaklayanlar, dün Batman’ın iradesi olan milletvekilli ve belediye eşbaşkanlarına pervasızca saldırıda bulundu. Katile ‘Abicim’ diyenlerin, katilin sırtını sıvazlayanların, demokratik bir hak olan basın açıklamasına nasıl saldırdığını tüm kamuoyu gördü. Partimizi hedef gösterenler ile tetiği çekenlerin zihniyeti aynı. Her ikisi de bizden nefret ediyor” ifadelerini kullandı.”
Bitimsiz konulmuş, hedeften / yeni ülke denilen şablondan ne zaman uzaklaşılmış olsa devreye konan HDP’yi kapatma, terörize etme halinin belki de en ağır karşılığı tetikçi eliyle işlenmiş olan cinayette karşımıza çıkartılır. Bir asırdır bir türlü demokrasi namına tek bir hamlenin doğru düzgün var edilemediği bir yerde sözüne sahip çıkan, bütün kara şu kapkaranlığa rağmen halkların umudunu simgeleştiren, altı milyondan fazla oy almış bir siyasi parti katliamlarla hizaya konulmak istenir.
2015’in karanlık girdabını hemen her türden bet / feci olanı bir biçimde var etmiş olan, seçim kazanabilmek için yurttaş canının hiçe sayıldığı katliamlara imza atmış, Cizir’den, Gever’e, Colemerg’ten Amed’in Sur’una kadar kentleri abluka altına alıp, bodrumlarda diri diri insan yakıp, sokağında yaşayan ve olan biten yıkıma isyan eden yurttaşı terörist ilan edecek kadar zıvanadan çıkmış olagelen o iktidarın cürmü yeniden karşımızadır. Buna itiraz etmek söz konusu edilmesin diye her kentte, Deniz Poyraz’ın katli ardından başlayan protestolarda şiddet işkenceye vardırılır. Elih’te meydana gelen de bunun bir başka uzantısıdır. Demokrasi, eşitlik, adalet, hak, hukuk ve sair tanımlar sabah akşam her bir akparti kurmayı dile getirirken, ortaya çıkan şiddet mefhumu bütün bu ülkenin de her nasıl bir çürümeye tabi tutulduğunu örnekler.
Bir milli mutabakat kırımının sorgulanmasının, makamlardan hesap vermesini talep etme halinin dahi bile isteye kriminalize edildiği yerde kelimeler çürümeye çıkar. Devletlinin bir gazeteci titri bahşettiği maşası, tek kurşunu alnında sıkması gerekirken neden on kurşun gibi kadük bir argümanla çıkagelirken ekrandan bütün çürüme de layığıyla görünür, herkes bilir. Bir başka sekansta, konu HDP’nin kapatılmasının bunca afaki bir cinayete rehin edilirken insanlar, son anda bir katliamdan dönülmüşken onlar da PKK ile aralarına mesafe koysuncularla ekranlar kuşatılırken bir ağıt bir yara bir kere daha bir yas gümbürtüye konulur. Şiddetle bu bahisler hiç konuşturulmasın istenir. Bakur Kürdistan’ı ya da Türkiye’nin kalanında var edilmiş bu kötücül düzen daha fazla can yakabilsin diye oluşturulan bu sarmal / kör karanlık, kıtal ve yıkım daha kaç zaman can yakacaktır sahi ama sahiden?
Kelimeler kirleniyor. Cürmün, suçla birlikte oluşturulan bir ülke tahayyülünün zehirli bir sarmaşık gibi memleket denileni yuttuğu günlerden geçiyoruz. Hayat bunca ucuz kılınmış bir mesel addedilirken, her şeyin / insanî standartlardan alıkonulduğu bir katran karası hal gidişat iyi olacak denilip hala pazarlanırken ne temiz kalabilir. Erk, muktedir, iktidar tüm o beraberinde tetikçi tayfası, gazeteciyim diye gezinen avantacılar takımı, düşkünlükleri bir yana halkın yoksunluğunu / yoksulluğunu kendilerine servet edinmek için, makamları ömrü billah kendilerinin tapusuna geçirmiş addedenler eliyle bir kelam kalmaz. Çürüme, yıkım ve yıldırı aralıksız her gün güncellenirken cürmün, yok etmenin, zor ve feci kılınan her şeyin buradaki sabitliği düşündürücüdür. Bu kadar afaki olana karşı müştereklerimize dair bir savunma mekanizması, adalet tahayyülüne dair doğrudan bir seslenişi var etmez ise şu ülkenin gidişatında daha çok kelimeler kaybolacak, kirlenecek ve kıyılacaktır. Sahi ama sahiden önemsiyor musunuz? Kaybedilecek daha çok Deniz Poyraz’ımız var mıdır? Sahiden önemsiyor musunuz? Kelimeler kayboluyor, hayat çürütülüyor, kapkaranlık bir yer bugün hakikat kılınıyor, sahiden önemsiyor musunuz? Neredesiniz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Evrensel Gazetesi
0 notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Hukukun Tükenişi
Tumblr media
Bilinçli bir biçimde arasız kotarılan karanlığın dört bir yanı kuşatmasına tanığız. Modern zamanlar olarak geçen şu güncenin hayata kasıtla, onu kısıtlayarak her durumda eksiltip, yarım bırakarak, hiç ama hiçbir zaman ehvenden yana koymayarak müşterek talanının iş bu sahnedeki varlığı güncelleniyor. Biçim, olgu, mesel hep yepyeni yaralara çıkıyor. İş bu durum, düzen, yeni normal vs. her dem varlığını muhafaza ettirmiş karanlığa ulaştırılıyor. Kesintisiz bir dönüşüm var edilirken cürümlere sırtını dayayan ülke / yönetim katı tüm bu bariz, birörnek hepten çürümeye olan yolunu kestirme hali düşündürücüdür. Daha -temel hak ve hürriyet mesellerinin, eşitlik ve adalet kavramlarının bir biçimde yerilip, yıkıma terk olunduğu bir sahada, bilinçle imal edilmiş her fecaat bir biçimde karanlığa bir tuğla daha eklenmesi demektir.
İçinde kalakaldığımız yer, yurt mefhumunun her neye dönüştüğü artık salt ve sadece yazı ya da çizi olanlarda değil yaşatılan her günde gölgelerden, tehdit ve tecrit politikalarından bariz kılınmaktadır bu mudur ülke? Bir gelecek tahayyülü / kaygısının bırakılmadığı asla var edilmediği bir yerde bunca kırım halinde bir ülke yenilenebilir, bir saha normalliğine kavuşabilir mi sahiden ama sahiden? Biyopolitik bir düş kırımı menzilinde gün neydi dün ne haldeydi şimdi ne halde yarın yol nereye? Bunca bariz kılınmış karanlık hepimizi hiç aralıksız sömürürken hayata yer kalır mı hiç? Hiçbir biçimde bir ehven meselinden bahis açılabilir mi, sahiden? Bilinçli bir tahayyülle yaşam kuşatılırken devletin var ettiği her bir hamle başka bir yıkıma çıkarken tüm o normal neyin nesidir allasen? Düzenin sıradanlar için kurduğu her oyun bir biçimsizliği, nobran bir halle yıkımı var etmekteyken normalin meseli nedir, normalimiz nedir?
Karanlığın kuşatması lafta değil günbegün var edilen tehdit dili, nefret edimi ve eylemleri ile birlikte, devletin cüretinin ve meydan okumasının beraberliğinde ortaya çıkıyor. Hayat bu sahnede hep bir biçimde kısıtlanan bir meseleyken, bugün ve bundan sonrasının her ne şekilde yıldırıya rehin, kuşatma ve çitlemelerin eksiksiz kılınacağı bir biyopolitik deneyin sahası olacağı karşımıza çıkartılıyor. Onca normalleşme ediminin, bir dolu laf salatasının ortasında, baş amirin nevi şahsına münhasır ülkesinin yeniliği bu bahislerde kotarılıyor. İş bu sahada hayata yer konulmuyor. Hayat bu sahnede geçerliliği, devletin gölgelemesinin, izin verebildiği kadarıyla mümkün kılınan bir mesele evrilirken cereme hep sıradana diyet ya da bedel olarak ödetilir. Bu mudur hayat?
Müştereklerin talan olunduğu, gündelik meseller arasında sıradan olana verilmiş yaraların ve tehditlerin hiçbirisinin sorgulanmadığı, sorulmadığı bir yerde, onca tahakküme ilaveyi biçimsiz bir inatla, süreğen kılan muktedir elinde hayat ne olur! Yaratılan karanlığın lafta değil hakikatte bir karanlığı var ettiğine en iyi örnek pandemi sürecinde / sonrasındaki ulu orta görünen Türkiye perspektifinden barizdir. Asgari, açlık sınırında yaşamın 2 bin 400 tl sınırında olduğu bir sahada, pandemi dönemi boyunca yardımı bin tl sınırından tutmaktan işsizlik fonunu gasp edip, işsizlik maaşını ödenek diye geri satmaya, hakların tükenişinin anbean güncellenmesinden, normalleştik denilen zamanı eli kanlı sermaye ile illa ki iş bu sahanın tek çıkışı olarak görülen döviz girdisi garantisi var denile turizm öne sürülerek ol yönlendirmeyle açılışa Türkiye kendi cehenneminde yol alandır. Bu kadar hazan halini en kestirmeden anlatacak bir cümle yoktur, kesin bilgi!
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) Hukuk ve İnsan Haklarından Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Ümit Dede, 28 Haziran 2013 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesinde kalekol yapımını protesto eden yurttaşlara, jandarmanın ateş açması sonucu yaşamını yitiren Medeni Yıldırım’a ilişkin yazılı açıklama yaptı.
Açıklamada, jandarmanın ateş açması sonucu Yıldırım’ın hayatını kaybettiği ve 9 kişinin de yaralandığı hatırlatılarak, yargı sürecine değinildi. Açıklamada,“Gizlilik kararının gölgesinde geçen soruşturma sonrası, o dönem er olan Adem Çiftçi hakkında sanık sıfatıyla 18 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılmıştı ancak Diyarbakır 7'nci Ağır Ceza Mahkemesi, beraat kararına hükmetmişti. 2018 yılında beraat kararı istinaf incelemesinde oybirliğiyle bozulmuş, dava Diyarbakır 7'nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden görülmeye başlanmıştı” denildi.
Yıldırım’ın ölümünün üzerinden 7 yıl geçtiği ancak yargılamanın hala devam ettiğinin belirtildiği açıklamada, “Dosya sanığı tutuksuz yargılanmakta; ifadeleri, duruşmalara bile getirilmeden SEGBİS üzerinden alınmakta ve hatta duruşmalardan vareste tutulmaktadır. 8 dakika süren duruşmalarla dosya avukatlarının talepleri mahkeme ve kurumlar eliyle geciktirilmekte, diğer katliam dosyalarında olduğu gibi, sanığa tekrar beraat kararı verilmesinin yolları aranmaktadır” ifadelerine yer verildi.
Açıklamanın devamında şunlar kaydedildi: “Medeni Yıldırım’ın katledilmesi, geçmiş dönemde devlet eli ile işlenen katliamların araştırılmaması ve sorumluların yargılanmamasının bir sonucudur. Cezasızlık zırhının koruması altında insanları katleden güvenlik güçleri, iktidar tarafından korunmakta ve kahraman olarak tasvir edilmekte, haklarında gülünç cezalar verilerek sırtları sıvazlanmaktadır. Böylesi katliamların yaşanmaması ve adaletin tesis edilmesi için, yargılamada gerekli tüm araştırılmaların yapılarak, hukuka ve vicdana uygun şekilde hüküm kurulması gerekmektedir. Medeni Yıldırım’ın ailesi ve sevdiklerine bir kez daha baş sağlığı diliyor ve sorumluların en yüksek cezaları almaları için verdikleri hukuk mücadelesinde her zaman yanlarında olacağımızı belirtiyoruz. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesinin müdafi olarak bizler, bu yolda katledilenleri asla unutmayacağız. Medeni Yıldırım’ın anısı, bu ülkedeki demokrasi, barış ve özgürlük mücadelemizde yaşıyor.”
Çürüten, tüketen, dibine kadar kokuşmuşluğu var eden ülkenin yenisinin de en az o dünü kadar birörnek ve benzeş olduğunun yansısı, Gezi Başkaldırısı sırasında katledilmiş olan Medeni Yıldırım’ın davasındaki karartma halinden, suçluyu salıverme düşüncesinden de okunabilecektir. Bir asra yakın bir süredir bu sahadaki ötekisinin yaşam hakkını gasptan, onu yok etmeye varan bir süreğen tavırla çıkagelen devlet aklının her neyi biçimlendirdiği ortadadır. Medeni Yıldırım’ın davasının sessizliğe rehin edildiği, görülmüyor nasıl olsa diye kenardan kıyıdan üstünün örtülmeye çalışıldığı yerin meselesidir Kürd sorunu. Tüm o kırım halinin üstüne aralıksız beş koca yıldır var edilen ablukalar, kent suçları ve hemen hiç kesilmeden var edilen Kürd siyasetini ezme / yok etme çabasını da bu bahse ilave ettiğiniz vakit Türkiye’nin gerçekliği karşımıza çıkartılır. Bir sahada yaşamın ucuzun da ucuzu kılınmasının yolu da rotası da şekilsiz / şemaili kayık bir karanlıkla yön tayininin devamlılığı utanç hanesine yazılır. Onca zaman sonra ortaya çıkan hakikatse Kürd’ün de tüm ötekiler gibi yapayalnız / tecrit olunduğudur. Utanalım.
Mezopotamya Ajansı’ndan bir başka haberi iliştirelim: “Diyarbakır'da bulunan 11 hak örgütü, Mardin’den yürütülen bir soruşturma gerekçesiyle 26 Haziran akşamı evine düzenlenen baskınla gözaltına alınan Demokratik Yerel Yönetimler Kurulu ve Tevgera Jinên Azad (TJA) üyesi Sevil Rojbin Çetin’in, polislerin köpekli saldırısı ve fiziki saldırısına maruz kalmasına ilişkin ortak tepki gösterdi. Konuyla ilgili yazılı açıklama yapan hak örgütleri, polis baskınında Çetin’in 3 buçuk saat işkence ve kötü muameleye maruz bırakıldığı hatırlatılarak, Çetin’in gözleri kapalıyken fotoğraflarının çekildiğini ve cinsel tacize maruz bırakıldığının ifade edildi.
Çetin'in adli muayene raporundaki işkence tespitlerine değinilen açıklamada, Çetin’in iki bacağında köpek ısırması, belinde ayakkabı izi, dudağında patlama, vücudunun ve kollarının her yerinde darp ve cebir izi olduğunun sağlık raporu ile belgelendiği kaydedildi.
Çetin’in İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme’nin yıldönümü ve 26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde işkence görmüş olmasına dikkat çekilen açıklamada, "Türkiye’nin de taraf olduğu bu sözleşme, insan onur ve değerlerini korumak için işkenceyi mutlak anlamda yasaklar. Bu yasak, normlar hiyerarşisi açısından üstün kural, başka bir deyişle buyruk kural niteliğindedir. Dolayısıyla hiçbir koşulda istisnası olamaz. Türkiye İşkenceye Karşı Sözleşme’yi 1988 yılında kabul etmiş, Anayasa ve Ceza Kanunu’nda işkenceyi yasaklamıştır ve işkenceye ‘sıfır tolerans’ taahhüdünde bulunmuştur. Ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren mevcut siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme biçimiyle, günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir. Aynı zamanda kadına yönelik şiddetle mücadele pratiğine bakıldığı zaman da Türkiye’nin kadına yönelik şiddeti önleme konusunda yerinde saydığı, kadınlar başta olmak üzere muhalif tüm kesimleri hedef haline getirdiği bir gerçektir. Özellikle son zamanlarda bölgemizde kadın aktivistlerine yönelik ciddi bir baskı, özel bir politika söz konusudur. Bu baskılar aynı zamanda kadın ve kadın hakları mücadelesine yöneliktir" denildi.
Açıklamada, Sevil Rojbin Çetin’e uygulanan işkenceyi fotoğraflayan avukatın ifadeye çağrılmasına ilişkin, "Görevini yapan avukatın değil, mesleğini kötüye kullanan işkenceyi yapan kişi veya kişiler hakkında Diyarbakır Valiliği ve Cumhuriyet Başsavcılığı bu konu hakkında derhal açıklama yapmalı ve ilgililer hakkında soruşturma başlatmalıdır. Sorumlu kişiler kolluk görevlileri acilen tespit edilmeli, görevden alınmalı ve haklarında adli ve idari soruşturma başlatılmalıdır. Kolluk güçlerinin bu kadar pervasızca ve çekinmeden işkence yöntemine başvurmaları, cezasızlık politikasının sonucudur" ifadelerine yer verildi.”
Tumblr media
Yaşama kastın açıktan artık gizlenmeden var edildiği bir sahnede  Sevil Rojbin Çetin’e reva görülenin bir Türkiye hakikati olduğu muhakkaktır. Cezasızlık politikasının devletin şimdisi tarafından savunulanın bir biçimde insana kasıt üstünden güncellendiğinin ayan beyan ortaya çıktığı bir vakadır az önce okuduğunuz. Diyarbakır Valiliği tarafından ol “kademeli zor kullanma” olarak beyan olunan şeyin açık seçik bir işkencenin ta kendisi olduğu gerçeği örtülemez, örtülemeyendir. Bu kadar afaki bir biçimde düzenin / eski ya da yeni fark etmeden Kürd’e dair tasarrufunun böyle bir kötülükten mülhem olmasının yarası ne olacaktır? İnsan hakları ve işkenceye karşı mücadele projelerinin, anlaşmaları altında imzası bulunan bir devletin kendi asırlık gelene��ini, doksanlar boyunca eylediği tüm o zulmü, kırk küsur senedir var ettiği şiddet parametrelerinin ortaya serdiği yıkımı, yok etme ve ötesini nasıl okumalı, burası nasıl bir ülkedir? İşkencenin, işkencecilerin sırtlarının sıvazlandığı bir menzilde hayat ne yana düşer, ondan geriye her ne kalır, bırakılır!
Evrensel’den aktaralım: “Avukatlık Kanunu’nda yapılmak istenen değişikliklere karşı geçtiğimiz hafta bulundukları illerden başlattıkları savunma yürüyüşü sonunda buluştukları Ankara girişinde Anıtkabir’e yürüyüşleri engellenen baro başkanlarının kararlı direnişi Türkiye gündemine oturmuştu. Tüm engellemelere, hak ihlalleri ve fiili gözaltı koşullarına karşı baro başkanları yaklaşık 30 saatlik direnişin ardından iktidara geri adım attırmış, Anıtkabir’e ulaşmıştı. Barolar yeni haftaya da yine eylemle başlıyorlar. İzmir Barosuna bağlı avukatlar yarın saat 19.00’da İzmir Barosu merkez binası önünden Kıbrıs Şehitleri Caddesi girişine cübbeleriyle yürüyecek. İstanbul’da da salı günü avukatlar bir miting düzenleyecek.
Konuyla ilgili konuşan İzmir Barosu Başkanı Özkan Yücel, daha önce 19 Mayıs ve 1 Haziran’da 80 baro olarak yetkililere seslenip bu değişikliklerden vazgeçilmesini istediklerini, avukatların ve baroların ihtiyacı olan değişikliklerin bunlar olmadığını ifade ettiklerini dile getirerek “1 Haziran’daki açıklamamızda eğer bu tasarı geri çekilmez ise demokratik tepkimizi ortaya koyacağımızı dile getirmiştik” dedi.
“Biz bu çalışmanın arkasındaki gerçek niyetin farkındayız” diyen Yücel, baroların sürekli siyaset yapmakla suçlandıklarını ifade ederek, “Kadın cinayetlerinde mahkemelerde davalara müdahil olmak, İstanbul Sözleşmesi’nin hayata geçirilmesi için gerekli tedbirleri alın demek, Kaz Dağları’na, Hasankeyf’e, Türkiye’nin rant için talan edilen her doğa parçasına sahip çıkmak, işkence vakalarında işkencecilerin yargılanması için çaba göstermek, Çorlu’da yaşanan tren kazasında gerçek sorumluların bulunmasını istemek, Soma’da 301 insanımızı yerin metrelerce altına gömüp, kâr için gerekli tedbirleri almayan faillerin yargılanmasını istemek, sandıklardan çıkan oylara sahip çıkabilmek için sandık güvenlik kurulları oluşturmak siyaset ise biz siyaset yapmaya devam edeceğiz. Çünkü onların siyaset dediği şeyi biz hukukun işlemesi ve adaletin sağlanması olarak algılıyoruz” dedi.
Hükümetin baroların seçim sistemini değiştirmeye yönelik girişimine karşı yapılan "Savunma Yürüyüşü"nden sonra salı günü Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi karşısında "Savunma Mitingi" düzenlenecek. İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu "En az 50 bin avukat olmalıyız” diyerek tüm avukatları Çağlayan’daki İstanbul Adliyesine davet etti. Durakoğlu çağrı metninde şöyle yazdı: “Sevgili Meslektaşım; Ülkemiz yargısının teslim alınmasına yönelik çok ciddi bir tehdidin arifesindeyiz. İktidar, yasa yapma gücünü silaha dönüştürüyor. Hukuksuzluğun yasa gücüyle meşrulaştırılmasına izin veremeyiz. Biz avukatız. Bunu anlatabilmemiz gerekiyor. Sizi, çocuklarınıza gururla anlatacağınız bir direniş gününe davet ediyorum. Beni bağışlayın ama, bu kez gelmeye mecbursunuz. 50 bin avukat olmalıyız.”
Bilinçli bir biçimde arasız kotarılan karanlığın dört bir yanı kuşatmasına tanığız. Bakur Kürdistan’ında var edilen cerahatin Batı Türkiye’ye yansısının her ne olacağının ön okuması, bizatihi meydan okumayla çıkagelen şu barolara müdahaleden karşımıza çıkar. Bir uzamda, bir sahada hayatın peyderpey yerle bir edilmesinin, delik deşik kılınmış hak ve adalet kavramlarının soluksuz dibinin oyulmasının yolları ve yöntemiyle bir ülkeye değil bariz bir düş kırımı iklimine varacağımız kesindir. Bugün artık bu raddede ekranlar aracılığıyla kırım katliam çağrısı yapmaktan, bir adım öteye geçip elimizde listeler var ona göre davranacağız diyeninden nazileri hortlatmaya çalışan akademisyen bozuntusuna kadar birbiriyle iç içe geçmiş bir kötü, kötülük, bet ve fecaat sarmalında hakkın, hukukun tükenişi sonrasında ne kalacaktır geriye o karanlıktan gayri, düşünür müydünüz?
Feyzioğlu gibi modern zamanların iktidar değneklerinin marifetleriyle bir menzildeki ol adalet, şu hak, berideki hukuk kavramlarının altı oyulurken yol nereyedir? İşkencenin artık gizlenmeden var edildiği, pişkince devletli emir erlerince savunulduğu, içişleri bakanlığı talimatıyla hayatın zehirlendiği, bir yerde bir uzamda var edilen karanlığın asla kafi bulunmadığı başka yerlere de sıçratıldığı bir uzamda gelecek her neyi getirecektir bir karanlıktan başka! Bütün bütün, dosdoğru bir yıkım sahnesi bina olunurken, karanlıklarla bir güne varılabilir, tek bir iyi gün var edilebilir mi? Bu kadar afaki bir çürümenin orta yerinde hayattan bahis açılabilir mi? Sorular soruları takip ederken, var edilenin katran karası gözler önünde yükselirken, ziller herkes için her zamankinden de pek çalarken her ne olur böyle! Yarın ya da sonra, daha sonra...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: Serkan OCAK – Deutsche Welle Türkçe
1 note · View note
seslimeram · 6 years ago
Text
İyi Midir Böyle, Rahat Mısınız!
Tumblr media
Hayatın pejmürdeliklere rehin kılınmış bir tahayyül olarak, sürekli yıkıma yollanan bir edim kılınması güncellenendir. Biteviye bir yaşama gayretinin karşısında süreğen olanın her dem linç olduğu, kazananın salt nefret olacağının bildirildiğini yaşadığımız günlerden görebilmek mümkündür. Hayat bütün bütün paramparça edilmektedir. Ne yana dönersek dönelim, hangi konuyu açarsak açalım, sözü edersek edelim var edilen yeri gösteren iş bu tahayyül bugün ülke denilenin de gerçekliğini muştulamaktadır. Müştereklerimizin hali iş bu yıldırı iklimindeki durumu o hayatın neden pejmürdeliğe rehin edildiğini ifşa edendir.
Sahiden de bir hayattan bahis geriye hiç kalmasın, gerçekten bir biçimde sıradanın sözü duyulmasın diye her gayret / edim / eylem ile bu “fasit döngü” güncellenir. Yaşadığımız coğrafya bu habis karabasanların sahnesi kılınmaktadır. Yaşatılan gün, her gün daha fazla karanlığın kılınmaktadır. Siyasetin hayatı “terörize” etmesi kesintisizdir. Hayat terörize edildiğinde düşmanlaştırma, nefret söylemi ve linç pratikleri var edilmektedir. Bir ülkenin demokrasi istenciyle yollarının lime lime olunması kesintisizleştirilir. Çürütülen ve bağ kopartılan hayat akdidir. Hayatın pejmürdeliklere rehin kılınmasının yol haritası bu istikamette iş bu tahayyüllerle birlikte güncellenir.
Cerahat, psikolojik baskı, süreğen yıldırı hayat hakkını yerle yeksan etmektedir. Mamafih yön nereyedir? İsterik bir biçimde muhafaza edilmek istenen müesses nizamın vahşeti iş bu sahada bunca güncellenen yol, yön hep insanlığın aleyhinedir, teyitli ve kesin bilgidir. Anayasal hakların dahi iğdiş edildiği yerde soluk alabilmek dahi rastlantısaldır. Bariz bir devamlılık halinde hak, hukuk ve adalet yeniden düzenlenirken eskisinden de geriye gidiş bir icraat gibi duyurulur. Tüm kapılar yüzümüze kapatılırken ol devlet cüreti bu yıkımları olumlu karşılanması elzem diye beklentilemektedir. Halse daima hep tersidir. Türkiye’nin kutuplaşmış kümelere ayrılıp, cühela cüretinin iktidarına, vahşetin bir normatif kılındığı düzleme rehineliği bu halleri açıklamaktadır. Hayat böylesi bir pejmürdeliğin sarmalına rehin olunup, sıradan olandan çalınandır.
Birkaç haber, ortaya atılan birkaç irin dolu mesaj bu bahsi güncellemenin her nasıl varlığı tesis ediliyor bunu anlamak isterseniz karşılaştırmanız için takdimimizdir. 25 – 26 Şubat 1992 tarihlerinde Xocalı kentinde yaşatılmış olan zalimanelik, Ermeni halkının tastamam hepsine birden mal edilerek, şiddet pornografisi bir yandan o kırım kadar ağır bir ötekinin kırımı Sumgayit 1988 öte yanda var edilirken, TBB Başkanı Metin Feyzioğlu katılmış olduğu bir sempozyumda şu aşağıda okuyacağınız lafazanlıkları icra eder. Mesel Xocalı kırımını yad etmek, insanların acılarına dikkat çekmek değil, tam da bugünün ülkesinin nasıl faşizan bir kıvama dönüştüğünün nişanesi, o müesses nizama selam duruşlarla yara unutturulur.
Birgün’den alıntılayalım: “Sempozyum açılışında konuşan Feyzioğlu, Hocalı’da meydana gelen katliamı soykırım olarak tanımlayarak, “Hocalı’da Taşnak çeteleri tarafından gerçekleştirilen kıyım, belli bir ulusal etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun kısmen ya da tamamen ortadan kaldırılması amacıyla işlenen suçlar içinde değerlendirilecek özellikler taşıyor. Özetle bu bir soykırımdır” dedi.
Soykırımın münferit değil Ermenistan devlet politikası olduğunu ileri süren Feyzioğlu, “Hukuk ve insanlık dışı bu kıyımla birlikte mağdurların taşınır taşınmaz mal varlıklarına el konulmuş, bölgede etnik arındırma uygulaması, kendine ‘uygar’ diyen dünyanın gözleri önünde gerçekleşmiştir. Soykırımın sevk ve idaresinde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde sorumluluk sahibi olan kişilerin bazıları, sonra ki dönemlerde Ermenistan devletinin en üst mevkilerine kadar gelmiştir. Bu, işgal ve kıyımın münferit bir eylem değil Ermenistan’ın benimsediği bir devlet politikası olduğunu da göstermektedir” diye konuştu.
24 Nisan’da Ermeni olanlara inat kendilerinin Türk olduğunu vurgulayan Feyzioğlu, “Her 24 Nisan’da göstermelik çağdaşlık ve modernlik uğruna ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diyerek, kendini Batı dünyasına kabul ettirmeye çalışan, aslında işgal altındaki İstanbul’un aydınımsı bir devamı olan malumlara inat bugün diyoruz ki ‘Hepimiz Türküz'” dedi.
İki ülkenin arasında cereyan etmiş olan yıkımı bu topraklarda bir siyaset malzemesi kılma hali, olanca namertliği sanki bir şey söylüyormuş gibi paylaşarak oluşturulan güncellikten tam da o anlattığımız ülke görünür kılınır. Soykırım bir bahis değildir ki Ermenice Büyük Felaket olarak bildirilen şu sığ akılla bir şeyler söyleyeyim de yükseleyim anlayışındaki bir avukat tarafından zikredilmesi düşündürücüdür. Ağızda çiğnenen bir buçuk milyon insan mevzu bile edilmeyendir. Cerahatle kin güderek, yıllar sonra yüzlerce Azeri ve Ermeni’nin canına mal olan kırımları o karanlıkla eşitlemek acıları anlamamaktır. Yara nedir bilmemektir!
Feyzioğlu bir şablon haline dönüştürülmüş, klişe kabilinden varlığı tescillenen ırkçılığı yeniden nefret söyleminden el bularak var eder. Hayatın biricikliğini bir yerde var edilmiş olan kötülüğün hesabını bir başka kimliğe nefret duyarak bu tahayyülü hicap edip, ar dahi etmeden cümleler kurarak var eder. Kötülük iş bu sahada her günü bir başka yönden devletli eliyle, cürmü yeniden inşa ederek yineler. Hayatların çalınması ve yıldırı mevzu edilmeyendir. Acıları birbirine kırdırarak o bundan, şu berikinden ağır diye atfederek, bu menzilin yaşatmazlığı güncellene gelendir. Feyzioğlu müesses nizamın dünü ve şimdisini birleştiren her hamlede bunu belirgin kılmaya çalışan bir taşerondur, figürandır. Beyaz beresi aklında, nefreti dilinde, kötücül tahayyülleri dilinin ucunda bir türlü tükenmek nedir bilmeyen kalıpların peşinde hak, hukuk, adalet bahsini açabilen soytarıdır.
SBF Anayasa Kürsüsü öğretim üyesiyken 2017 Şubatı’nda Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi’yle görevine son verilmiş Siyaset Bilimci, Doç Dr. Murat Sevinç Diken’de “Ermeni yurttaşların yerinde olsam, mutluluk duyardım!” başlıklı meramından alıntılayalım: “Her 24 Nisan’da kim nerede böyle slogan atıyor, bilemiyorum hakikaten. Ancak ‘bir malum’ olarak, Hrant Dink’in katledildiği yerde, o kaldırımın önünde 19 Ocak’larda bu slogana tanık oldum. Çok duygulandım. Bulan, söyleyen sağ olsun.
Tabii Feyzioğlu gibi bir figüre, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ ifadesinin bir acıyı paylaşma amacını taşıdığını; bunun bir gün ‘Hepimiz Türk’üz’, bir gün ‘Hepimiz Kürt’üz’, bir gün ‘Hepimiz Aleviyiz’, bir gün ‘Hepimiz eşcinseliz’ bir gün ‘Hepimiz Müslümanız’, bir gün ‘Hepimiz ateistiz’ olabileceğini; önemli olanın ezilenin, adaletsizliğe uğrayanın ve gözümüzün önünde ‘katledilen’in yanında durmak olduğunu anlatmak pek mümkün değil. Anlayacak olsa bu yaşa kadar anlardı.
Bir büyük acıya merhem olsun diye düşünülmüş anlamlı sözleri, bir başka acının konuşulduğu gün istismar eden insana söyleyecek fazla bir şey yok hakikaten. Kendisine, ‘bir şey’ olma, belli ki mutlaka ‘bir şey’ olma çabasında kolaylıklar dilemekten başka.
Yazının son sözü Ermeni okura, eşe dosta olsun: Ermeni de olabilirdi. Ne şanslısınız!”
Çürümenin güncellendiği sahnede var edilen pejmürdeliklere dikkat çeker Sevinç. Kendi ekseni etrafında bir yıkıcılığı, bariz bir yok ediciliği üstlenen, bununla övünen bir sahanın var edilmesidir sorun. Görünür, anlaşılır bir dille Türkçe yazılmış olan meramın satırları hepimizin de bahsidir. Konuşmaktan, anlatmaktan yorulmadığımız soykırım meselindeki o yüzleşme ihtimallerini daraltıp, biz buyuz kardeşim bahisleriyle geçiştirilen hemen her gün yeniden ve yeniden o katran karanlığının çıkageleceğini bildirir. Sorguluyor musunuz sahiden soruyor musunuz?
Metin Feyzioğlu’nun asıl, her neyden destek aldığını gösteren bir utanç vesikası paylaşılır cumhurbaşkanlığı resmi hesabından. Cumhur ittifakının kapsadığı kitlenin dışında kalan her kim varsa onları terörist ilan eden bir bildirim paylaşılır. Bir tek karede, birkaç satırlık meramla memleketin ayrımcılığına yeni hamleler eklenir. Kendisine benzeş kılamadığı her ötekisini linç eden, onların hayatını bozguna uğratmaya bunca teşne olanların sahnesinde eksik varmış gibi yeni yaralar için yönler belirlenir.
Ermeni, Rum, Süryani ezel ebed düşmanlaştırılandır. Alevi ve Kürd süreğen düşmanlık testlerinde her dem sınanadır. Şimdi de seçimler öne sürülerek millet ittifakı nam çatıya vurgu yapılarak insanlar hedefe koyulur. HDP için terörün başı gibi yakıştırmaların ardı sıra güncellendiği yerde, onunla yan yana görünmekten imtina eden muhalefet partilerini de birörnek çatıya dahil olunması düşündürücüdür. HDP’ye sırtını çeviren tüm partilerin de o yola baş koyup, yaftalardan nasibini alması, düz ovada siyasetin de, pragmatizmden kurtulmuş sıradanın meramına dikkat çekmenin bile imkansız koyulmasını göstere gelir. İleri demokrasi buralara kadardır!
Bugün yaşadığımız bu ileri demokrasi coğrafyasında bu kesintisiz tahakküm hamleleriyle bariz bir karanlık var edilmektedir. Feyzioğlu gibi nicesinin düşüncesi olan yıkıcılık, tek tipçilik, bir kez daha memleketin ayarlarıyla oynamaktan bir beis görülmemektedir. Ülke sathı mahalinin yüzde ellisine terörist diyebilen cüret açıktır ki seçimi de demokrasi meseli gibi nicesini de çoktan zayi etmiştir. Memleketi kötülük ile kuşatmak güncellenen bir meseldir. Düşmanlaştırma o iktidar için elzem bilinendir.    
Memleketin yaşatmazlığa rehin bir sahne kılınması halinin her nasıl var edildiği sadece ve sadece o cumhurbaşkanlığı açıklamasından bile belirginleştirilir. Üstümüze göçertilmiş ol hayatın enkazı arasında bir de müşterek olanın adının anılmaması hali güncellenir. Var edilen nefret bu bahsin görünür bir sonucudur. Cürümler coğrafyasına yeni ekler artık bu sahnede açıktan var edilendir.
Artı Gerçek’te Derya Okatan’ın haberidir: “HDP eski Eş Genel Başkanı Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yönelik saldırının faillerinden olan ve gözaltında tutulduğu karakolda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile fotoğraf çektirdiği ortaya çıkan Murat Alp, saldırının yaşandığı İncek Mahallesi’nden muhtar adayı oldu.
Anne Hatun Tuğluk'un cenazesi Ankara’nın Gölbaşı ilçesi İncek Mahalle Mezarlığı’na defnedilmek istenmiş, ancak ırkçı saldırı sonucu cenaze mezardan çıkarılarak Dersim’e götürülmüştü.
Kamuoyunda büyük tepki yaratan olay gecesi bazı saldırganlar gözaltına alınırken, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun gözaltındaki şüphelilerden Murat Alp ile karakolda çektirdiği fotoğraf basına yansımıştı.
"Buraya Ermeni gömdürtmeyiz" diyerek cenazeye saldıran 19 kişi hakkında dava açılırken, Murat Alp’in de içinde olduğu 3 tutuklu sanık ilk duruşma tahliye edilmişti.
Alp, duruşmada kendisini "Cenazeyi terörist cenazesi diye biliyordum. Her gün şehit cenazelerinden sıkıldığımız için bunu yaptık" diye savunmuş, cenaze sahiplerine küfür ettiğini kabul etmişti. Alp, Bakan Soylu ile fotoğrafına dair sorularına ise yanıt vermemiş ve cenaze sahiplerinden özür dilemişti.”
Tumblr media
Çürümenin neresini, pejmürdeliğin nasılını her hangi bir menzildeki şu yukarıdaki gibi bir tahayyülün var ettiği yıkımı her neyle izah edebilirsiniz. Kötülüğün yüceltildiği bir yerde, o sahanın yaşatan değil giderek yaşamı sıfırlayan bir uzam haline dönüşmesinin acısını her ne yana koyabilirsiniz. Xatun Tuğluk’un naaşına zarar verme raddesine ramak kalmış bir lincin ardındaki insanlardan birisi nefretine karşılık mükafatlandırılır. Bunca bariz olan sırt sıvazlamanın, makamla taltif etmelerin beyaz bereli samast efendideki halini de bu topraklarda yaşamaya çalışan bir avuç Ermenistan’lıyı tıpkı burada kelaynak sürüsü kadar olan Ermeni nüfusu gibi def etmeye / sınır dışı yapmaya kafaya takanların varlığı gibi, Affedersiniz Ermeni sözü gibi cerahatin temsilini bildirmektedir. Memleket o’dur!
Diyarbakır Barosu'ndan paylaşalım: Bugün (01 Mart) saat 13:30'da her hafta yaptığımız Tahir Elçi İnsan Hakları Kürsüsü Etkinliği Tahir Elçi anması sonrası Baro Başkanımız, Yönetim Kurulu Üyemiz, Meslektaşımız ve Baro Çalışanlarımız bazı kişilerin fiziksel saldırısına uğramıştır. Baromuza yönelik yapılan bu saldırıya ilişkin Adliye önünde yapılan basın açıklamasında konuşan Baro Başkanımız Cihan Aydın şunları söyledi;
Diyarbakır Barosu, açlık grevlerine ilişkin olarak bu işin dostane ve barışçıl bir şekilde sonuçlanması için, kimsenin kalıcı bir sakatlık yaşamadan, can kaybı yaşamadan sonuçlanması için başladığı günden bu güne kadar defalarca kamuoyuna açıklamalar yaptık. Henüz bir saat önce açlık grevi nedeniyle Bayburt Cezaevinde üç arkadaşımızın tartaklandığını size anlattım. Dolayısıyla bu eleştiri bizim açımızdan kabul edilemez. Ailenin acısını ve endişesini anlıyoruz, çocukları ve yakınları açlık grevinde olan insanların acılarını anlıyoruz. Biz de bir hukuk örgütü olarak endişeliyiz. Bu endişelerimizi biz de defalarca yazılı, sözlü, yetkililerle yaptığımız görüşmelerde dile getirdik ancak maalesef bu işin dostane bir şekilde çözülmesini isteyen Diyarbakır Barosu hedef alındı bu saldırıyla. Bu bireysel bir saldırı değil. Bu işin örgütlü bir iş olduğunu düşünüyoruz. Daha Tahir Elçi'nin failleri ortaya çıkarılmadan yeniden Diyarbakır Barosu'na böyle bir saldırı örgütlenmesini kınıyoruz. Tahir Elçi'yi öldürmekle bu baroyu susturamadınız. Bizi öldürmekle de susturamazsınız. Bunu bu işin arkasındaki kişiye açıkça söyleyeyim. Biz buradayız, gidecek bir yerimiz yok. Alnımız açık, insan haklarına yönelik faaliyetlerimizi sürdüreceğiz. Soruşturma, kovuşturma, saldırı tehdidi altında olacağımızı biliyoruz. Avukatlara saldırmak maalesef Türkiye toplumunun neredeyse geleneksel bir tercihi haline geldi. Kınıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız bunun göstergesi. Biz gideriz başkası gelir. Tahir Elçi gider Cihan Aydın gelir. Cihan Aydın gider başkası gelir. Bu bayrak asla ve asla yere düşmeyecek. Ben bir kez daha bu konuda mesleki dayanışmamızı kamuoyuna duyuruyorum. Buradayız, Tahir Elçi’nin bıraktığı yerdeyiz. Şimdi Sayın Başsavcı'yla görüşeceğiz bu konuyu. Bu saldırının arkasındaki kişilerin ortaya çıkarılması için destek talep edeceğiz. Umarım verirler.
Gündemin satır aralarında bırakılanları hatırlatmaya devam edelim: Amed Newrozu sırasında katledilen Kemal Kurkut’un ardından açılan davanın yedinci duruşması gerçekleştirilir. Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Mahkeme başkanı, bir önceki celsede talep edilen Ulusal Kriminal Büro raporunun mahkemeye ulaştığını belirtti. Ancak avukatlar, gelen raporun kendilerine verilmediğini ifade ederek, mahkemenin raporun sonuç kısmının okunmasını ve söz konusu raporun bir kopyasının kendilerine verilmesini talep etti. Sanık polis Y.Ş. ise raporun kendisine ulaştırıldığını söyledi.”
“Mahkeme başkanı raporun sonuç kısmında, Kemal Kurkut'un polis memuru Y.Ş.'nin doğrudan ateş açmasıyla vurulduğuna ilişkin bilgileri paylaştı. Raporda şunlar belirtildi: “Bu sırada olay faili düşünülen polisin Kemal’e tabanca doğrulttuğu, Kemal’in seken bir mermiyle değil, olayda şüpheli polisin tabancayı Kemal’i hedef alarak ateşlediği, bu ateşlemeyle tabancanın yukarı kalkma / mermi atma hareketinin görüldüğü, bu hareketin iş bu deşifre klibinde de tekrarlı olarak birçok kez gösterildiği, olay faili olduğu değerlendirilen polisin ateş etmesinden sonra Kemal’in sol yanını tutarak koşmaya başladığı görülmüştür. UKB’nin iş bu çalışmasında olay faili olduğu düşünülen bu kişinin adı şayet tutuklu bulunan polis memuru Y.Ş. (Raporda isim açık yazılmış) ise Ulusal Kriminal Büro’nun deşifresine göre Kemal Kurkut’u vuran kişinin Y.Ş. olduğu, otopsi raporunda da öldürücü nitelik bilgisi alınan sol pektoral yan bölge aksiler hat ile 11-12. kostanın kesişim hizasında 0,5 çaplı ASMÇ giriş deliği görülen notanın bu esnadaki ateşlemede vuku bulduğu değerlendirilmekle takdir Türk yargısınındır."
Raporun sonuç kısmının okunmasının ardından savunma yapan sanık polis Y.Ş., Ulusal Krimanal Büronun raporda kendisinin Kemal Kurkut'u doğrudan hedef alarak ateş açtığının belirtildiğini; ancak otopsi, polis ve Adli Tıp Kurumu raporlarında Kurkut'un vücudundan mermi nüvesinin bulunduğunun tespit edildiğini, başka yerden seken mermi parçası nedeniyle Kurkut'un öldüğünün anlatıldığına işaret ederek, raporun maddi delillerden uzak olduğunu savundu. Y.Ş., yeniden bir rapor düzenlenmesini talep etti.
Diyarbakır Emniyet Müdürlüğünün gönderdiği söz konusu delillerin kendilerini şaşırttığını kaydeden Diyarbakır Baro  Başkanı Cihan Aydın, "Bu, sanığın hala görevinin başında olması delilleri karartma riskinin bulunduğunu gösteriyor" dedi.
Ulusal Kriminal raporda Kurkut'un sanık polis Y. Ş. tarafından vurulduğunu anımsatan Aydın, bu rapor üzerine sanık polisin tutuklanmamasının kamu vicdanını yaralayacağını kaydetti. Aydın, mahkemeye talep olmaksızın Emniyet tarafından gönderilen delillerin Emniyet mensuplarının kendi meslektaşlarını koruma girişimi olduğunun altını çizdi. Aydın, sanık polisin tutuklanmasını talep etti.
Taleplere ilişkin ara kararını kuran mahkeme, tutuklama talebinin ve adli kontrol tedbirlerinin yeniden uygulanmasının reddine, olay yerindeki emniyet mensuplarının belirlenerek tanık olarak dinlenmesine resen değerlendirilmesine, Ulusal Kriminal Bürodan gelen raporda, mahkemece talep edilen konular yönünden noksan görüş beyan edildiği, bu yönde ek rapor düzenlenmesi için müzekkere yazılmasına karar vererek duruşmayı erteledi.”
Pejmürdelik bir baştan başlayıp ta dibine kadar süreğen kılınan bir mesel olmayı halen sürdürüyor. Bir menzilde hayat emaresinin kökü kazılıyor. Düşmanlaştırma, nefret etme, hiddete yol verme, türlü çeşit şark kurnazlığı ardından çıkagelen yıldırı ve bir dolu yara ile Türkiye’nin yenisi de o eskinin birörnek kopyası kılınıyor. Cerahat karşısında sözünü hayattan yana kuran değil zulümden ve kötülükten yana kuranların iktidarı güncelleniyor.
Bir ihtimal değil sıradanın hayatının yerle bir edilmesi güncelleniyor. Sahiden zorunuza gitmiyor mu? Bunca ağır yıldırı ve çürümenin ortasında, tüm o pejmürdelik halihazırda bir sabit kılınırken, gelecek çalınırken hiç mi yıkım sizi endişelendirmiyor! Ziller zangır zangır öterken, müşterek olanın üstüne mecazi değil kalıcı bombalar bırakılırken, yaşatan vatan imi yıkılırken, hiç mi bir şey sizi endişe ettirmiyor, iyi midir böyle, rahat mısınız!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Too Loud A Solitude & Miss Butterfly By Shadi GHADIRIAN
1 note · View note
seslimeram · 2 years ago
Text
Sesli Meram #244 - Karşı Radyo (23.08.2022)
Tumblr media
"
Demokrasi istem ve pratiklerinin çalakalem değil doğrudan yıkımı peyderpey var edilmiş olagelen her türden ayrımcılıkla beraber şekillendirilir. Türkiye sathı mahallinde, doğruca ve doğrudan demokrasi pratiği için çabalayan, Türkiye halklarının ortak meramını sırtına yük edinen, bunu ama ve fakatsız, şerhlere düşmeden var edebilen bir yapı olan Halkların Demokratik Partisi Amed milletvekili Garo Paylan hedef kılınır. Pek çok defasında görüp de yaşadığımız gibi, memleketin ahvalinin / genel kabulün dışından sözler sarf ederek, bir biçimde çalınan / gasp edilen, mahva sevk olunan bir kimliğin, Kürd ile birlikteliğinden bir siyaseti var etme çabasından korku bir kere daha kırımı çağırmaya kafi gelir. Devletin, devletlinin kadrolu / maaşlı vatansever(!) kiralık katil müsveddeleri, kullanışlı beyinsizler sürüsü, tetikçisi, hedef alıcısı, linçcisi şusu ve busu ile birlikte bir cinayet tasarlanır. Bu kez, 2016 yılında var edilmek istenen bir biçimde engellenir ya da öyle istenir.
Gel gelelim onca zaman sonra bunu bildiren, ortaya saçan kirli mafyanın tetikçi vatanseverlik taslayan, ağzından irinden, pislikten, yüreği yağırdan başkasını barındırmayan bir temsil, sözüm ona avukat Garo Paylan’ı bir kere daha hedef kılar. Gözdağı verdiğini zikrederken bir asrı aşkın kılınmış ittihatçı kepazeliği, hamidiye alaylarının maşalığına, kalemlerinden irin damlayanlar gibi Ermeni Soykırımını kabul ve ikrara uzanan bir karanlıktır mesele. O kötülük arafından sesler var edilebildikçe, geçmişte ellerine kan bulaştırıp, memleketin adını da mahvetmiş, yaşatan değil çürüten, yasa saygılı değil, yası yaraya dönüştüren bir yer uzam bir kere daha gönenç hallerle savunulur. Bunu var eden bir de avukattır, beyanı en azından böyledir çeteci, lağım ağızlı, tetikçinin.
Demokrasinin sizlere ömürlük halinde, kimileri etnik kimliği yüzünden hedef kılınır. Kim ya da kimlerden olduklarının şeceresi dökülürken, Garo Paylan sadece görünür bir istisna halidir, ki öldürülmemiştir, çok şükür. İçişleri Bakanlığının bir suç işleri bakanlığına artık tastamam dönüştüğü yerde, yıllar sonra var edilebilmiş, vitrin süsü olmayan bir Ermeni’yi vekil tayin edebilmek / seçmek kafi getirilmeyendir, bir de korumak gereklidir. Bütünüyle bir menzilin dönüşümünün yeniden kötülükten mülhem bina edilmesinin yarası her ne yana denk düşecektir ki sahiden? Bir gün Yahudi, bir gün Alevi, başka bir gün bir Kürd’ü hedef kılanlar, bambaşka bir zamanda çıkagelen Ermeni’yi vurdurtma / temizletme işinin kökünü ifşa edenler eliyle bir güvercin tedirginliği artık dört bir yandadır. Türk’ün muktedir ve avenesi dışındaki her kesimin yaşamında demirbaş kılınandır. Bianet’te Ruken Tuncel’e demeç verir Garo Paylan aktaralım: “Paylan, kamuoyuna ve siyasi liderlere çağrıda bulundu. "Azınlıklar, bir ülkede ancak demokrasi olursa varlıklarını sürdürebilirler” diyen sözlerini şöyle noktaladı:
“Bir ülkede demokrasi mücadelesinde ilk olarak azınlıklara bakılır, azınlıklar özgürce konuşabiliyor mu, inançlarına kimliklerine saygı duyuluyor mu, geçmişte yaşadıkları acılarla yüzleşebiliyor mu? Türkiye bütün bunlarda son yıllarda tamamen geriye gitti. Ve biz azınlıklar yeniden güvercin tedirginliğinde yaşamaya başladık.
"Demokratik ülkelerde azınlıklara yönelik bir saldırı olduğu zaman sorumluluk çoğunluktadır. Çoğunluk sessiz kalırsa, azınlıklar susturulur, bu nedenle herkesi sorumluluk almaya çağırıyorum. Bu sadece Garo Paylan meselesi değil, bu demokratikleşme meselesidir. Benim susturulmam ülkenin kaybıdır, herkesin böyle bilmesi gerekir.” sesli meram
podcast image credit: edvard munch-the scream painting by andreas preis:::official site
1 note · View note
seslimeram · 3 years ago
Text
Tehdit / Yıkım / Çürüme
Tumblr media
Sürüncemesiz bir dip yıkım halini arşınlıyor memleket. İsmi memleket kalanın var ettiği, düpedüz bir cerahate rehin, her günü bir öncesinden ağır yıkımlara rehin olan sahnede bir dip bulunamıyor. Bir dip kesintisiz keşfedilemiyor. Hayat biçare konulan bir mesel haline dönüştürülürken var edilen yaşama istemini tırpanlıyor. Hayata vurulan ketler hemen her gün başka bir eksiltmeyi beraberinde çıkarta geliyor artık. Biteviye bir yıkım döngüsüne rehin, hayatın alt üst olunduğu bir yerde mevzu mesel alenen çürümeye çıkartılıyor artık. Bir dip, bir son kalmıyor hiç varılamıyor. Ezber edilmiş argümanlar, yolda yine yeni ve yeniden dizilen beylik cümleler hep hamaset, çokça zehirlenmiş tahayyüllerle birlikte tüm o kuşatmayla bir memleket geriye konulamıyor.
Eskisi ya da yenisi diye atfedileni, ülke diye addedileni, dümdüz ülke, gemi, şablon ve bu bahsin kapsayıcısı çatı geriye konulmuyor. Muktedirin çizdiği hatlar o gayya kuyusunu şu sahnede derinleştiriyor. Muktedirin ülküsü bir yıkım toplamını göstere geliyor. Devlet bir biçimde yurttaş olgusunun çürümeye terk edildiği, düzenin bekası dışında hayat meselinin hiç konuşulmadığı o yer bugün yeni namıyla sunuluyor. Her türden pejmürdelik iş bu yer, sahanın tek ayrışmaz mefhumu kılınıyor. Yaşama düşürülen devletli gölgesinin ne haddi ne hududu kalıyor, bırakılıyor. Bir cerahat halinin içinde hiç bitmez bir dibe batış hali tüm bu sahada güncellene geliyor. Yaşam pratikleri zehirlenirken yıkım / yıldırı / yok etme hal ve istemi kutsanıyor. Biypolitika tezahürü kesintisiz bu habis döngü dahilinde bütün yara verme istemini barındırır.
Bir yıkım, yıldırı ve bunları tamamlayan pek çok tahakküm etme hallerinin yekununda ol çukur meseli artık dipsiz kılınandır. Yerleşik düzenin, madun siyaset aktörlerinin varlığı, var ettikleri her yeni dönemeçte biraz daha, bir kez daha çürüme sabit olunandır. Düzenin başındaki temsillerin ulu orta her gün var edebildikleri yegane şey bu döngüyü bir kere bir kez daha süreğen bir biçimde güncelleme halidir. Bütünüyle cerahatle kuşatılmış hiç ama hiçbir biçimde yol / yordam bırakmayan, nefes aldırmayan, umut bırakmayan hemen her durumda daha da dibe çeken bir yerin ülke olma ihtimali söz konusu mudur sahi ama sahiden de? Birbirleriyle çekişir gibi görünürken iktidar / muhalefet sahnelerimin arasında bir yolun / bir yönün bırakılmadığı gerçekliğini fark ederiz. Cerahatin, cürmün, çürümeyi aşa duran evrelerin arasında bir menzilin tükenişi sabit olunur. Onca laf arasında yeniden büyük, güçlü, kendine yeter diye addedilen ülkenin koca bir fıs olduğu her şeyin boşluğa düştüğü artık gizlenemeyendir.
Bir yıkımın biçimlendirilmesi artık anlıktır. Günbegün yaratılan düzenin var ettiği hemen her şey bu bağlamda eskaza değil doğrudan yıkıma çıkartılır. Koca puntolarla yaygın olan medya ile duyurulan bahislerin hemen dibinde Türkiye’nin başka yüzüne dair iletiler, hep saklı tutulmaya çaba sarf edilen yaraların görünürlüğü paylaşılır. Bunların yekununda hal ve gidişatın perişanlığı kendiliğinden ortaya saçılır. Müştereklerimizin yerle bir edildiği o sahnenin gerçekliğini örtmeye şimdilik muktedir ve medyası yeterli gelmemektedir. Bariz bir yıkımın varlığında artık her bir gün bir sınav kılınmaktadır.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Konya'nın Meram ilçesine bağlı Hasanköy Mahallesi’nde Mehmet Altun tarafından 30 Temmuz'da katledilen Karslı Dedeoğulları ailesinin avukatı Abdurrahman Karabulut, katledilen aile bireylerinden Serpil Dedeoğulları’nın, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya mesaj göndererek yardım istediğini duyurdu.
Twitter hesabından açıklama yapan Karabulut, Serpil Dedeoğulları'nın Facebook hesabından Soylu’ya gönderdiği mesajın fotoğrafını paylaştı. Karabulut, paylaşımında "Tüm koruma taleplerimiz ve tutuklama taleplerimiz red edilmişti. Tutukluların serbest bırakılması kalması üzerine, katliamın olacağını hisseden müvekkillerden Serpil Dedeoğulları, Süleyman Soylu'dan Facebook üzerinden 2 Temmuz'da yardım istedi" dedi.
Serpil Dedeoğulları'nın Soylu'ya attığı mesaja ilişkin görüştüğümüz avukat Karabulut, mesajın katliamdan önce Çetin Dedeoğulları tarafından kendisine gönderildiğini söyledi. Karabulut’un paylaştığı fotoğrafta, Serpil Dedoğulları’nın Soylu’ya, “Her yere yazdım ama kimseye sesimi duyuramadım. Lütfen bari siz yardım edin. Konuşmak için her zaman müsaitim. Meram Konya'da ikamet ediyoruz” şeklinde mesaj yazdığı, verilen yanıtta ise, "Kendinizle ilgili daha fazla bilgi verebilir misiniz? Geçmişiniz hakkında daha fazla bilgi alabilir miyim? Konuşmak için müsait misiniz? Yeriniz nerede?" soruları yer aldı.”
Bütünüyle yurttaşların bir başlarına kaderlerine terk edilmesinin en acı örneklerinden bir diğeridir Dedeoğulları ailesinin katledilmesi. Cürümlerin muktedirin hedef almalarının da ötesinde sadece işaret etmesinin dahi kafi geldiği bir zamanda icra edilmesi hakikattir bir kere daha. Taşeron tetikçinin var ettiği kötülük arkası sorgulanmasın diyerek örtbas edilir. Avukat Karabulut’un ifşası nasıl bir sahnede, her ne şartlarda ülkedeki yaşamın varlığının söz konusu edilebildiğine de kanıttır. O arada devletin her neyi öncelediği şu kısa haberin satır aralarından gün yüzü bulur: “Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Konya’da Dedeoğulları ailesinden 7 kişinin yaşamını yitirdiği ırkçı katliamı protesto etmek amacıyla asılan pankartların, "Halkı kin ve nefrete teşvik ettiği" gerekçesiyle indirilmesine karar verdi. Kararın polis tarafından tebliğ edilmesinin ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van İl Örgütü ve İpekyolu İlçe Örgütü binalarında asılı olan ve ırkçı katliamda yaşamını yitiren Dedeoğulları ailesi bireylerinin isimlerinin yazılı olduğu pankartı indirdi.” Bariz bir kırımı sorgulamak, adaleti talep etmek, kim neden, ne hakla diye sual etmek, muktedir olandan hesap ver diye çıkışmak, direnmek imkansız kılınmak istenir. Bundan ala belirgin bir dipsiz çukur söz konusu mudur?
Gazete Duvar’dan devam edelim aktarmaya: “HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Dedeoğulları ve Dal ailesi katliamının nedenlerini araştırmak üzere Konya’ya geldi. Konya’da ilk olarak katledilen Dedeoğulları’nın ailesinin avukatıyla görüşen Gergerlioğlu, daha sonra ailenin yakınlarına taziye ziyaretinde bulundu.
Konya ziyaretinde Gazete Duvar’a açıklamalarda bulunan Gergerlioğlu, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun Konya’da Dedeoğulları katliamının araştırılmasını kabul etmediğini söyledi. Dedeoğulları katliamında ciddi ihmallerin olmasına rağmen komisyonun Konya’ya heyet göndermemesine tepki gösteren Gergerlioğlu şunları söyledi: “Konya’da Dedeoğulları katliamına ilişkin husus komisyona götürüldü. Komisyon başkanlığı olayı cinayetlerin sebebini araştırmadan, ‘köylü husumetidir’ diyerek Konya’ya gitmeme kararı aldı. Oysa aile 12 Mayıs sürecinde saldırıya uğradığı zaman, saldırının ırkçı bir saldırı olduğunu söylüyor. Ardından aile bununla ilgili suç duyurusunda bulunuyor ve koruma talebinde bulunmasına rağmen, yeterli önlemler alınmıyor. Burada ciddi bir görev ihmali var. Komisyon havuz medyasının açıklamalarına bakarak kendi kafasına göre karar veriyor.”
Komisyonun iktidarın talimatlarına göre hareket ettiğini vurgulayan Gergerlioğlu, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Siz komisyonsunuz ve işiniz gidip olayı araştırmaktır. Biz defalarca helikopter atılan Kürt köylülerini, işkenceler, insan kaçırmalar, çıplak aramalar, KHK vb. birçok konuda komisyona ‘bir araştırma heyeti oluşturalım’ dediğimizde, ‘Devlet görevlileri bize beyanat versin, ona göre biz de aydınlanalım’ diyorlar. Zaten burada ihmali yapan devlet görevlileri, onların beyanatlarıyla mı hareket edeceğiz. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, insan hakları ihlal komisyonu haline getirildi. Ben bu komisyondan ümidimi yitirdim. Komisyon başkanı kırmızı plakalı araçla dolamaktan başka bir şey yapmıyor. AK Parti ve MHP üyelerinin çoğunlukta olduğu komisyon sadece iktidarın araştırın dediği konuları araştırıyor. Komisyon araştırmayan bir komisyon haline geldi. Bence bu komisyon kapatılmalı.”
Konya’da Dedeoğulları ailesinin katliamına ilişkin birçok farklı kesimle görüşeceğini de ifade eden Ömer Faruk Gergerlioğlu, “Ben çabalarımla Konya’da bu katliamlarının nedenini araştıracağım. Burada herkesle görüşeceğim. ��nyargısız bir şekilde herkesle görüşüp, ayrıntılı bir inceleme yapacağım. Burada her farklı kesimi dinlemek istiyorum” diye konuştu.”
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun açığa çıkarttığı bu ülkedeki hak / hukuk taksimatının her nasıl biçimsiz kılındığının da ifşasıdır. İnsan hakları ihlal komisyonunun emsal pek çok Kürd kırımı / cinayetine karşı takındığı tavrın nedenlerini sorgulayan temsillerden birisi olarak, kendi tutsaklığından hemen sonra yeniden yola çıkar. Konya’nın Meram’ında ol var edilmiş cinayet silsilesinin akıbetinde yatandır çukur / yıkım / çürüme. Böyle açıktan varlığı tescillenmiş olan Kürd ayrımcılığı, nefret politikaları ve şiddetin her neye mahal verdiğinin sorgusu daha uzunca bir süre gündemin ortasında durmaya devam edecektir. Bir ülke tahayyülünün alenen alaşağı edilmesinin karşısında hiç değilse o adalet kavram ve kapsamının muhafazası gereklidir. Dedeoğulları gibi, İzmir’de katledilen Deniz Poyraz, Amed’in göbeğinde katledilmiş Kemal Kurkut, abluka döneminde canlarına göz konularak / çalınmış / Cemile Çağırga, Taybet İnan, Hacı Lokman Birlik ve Cizir’deki o üç bodrum katında katledilmiş yüzlerce insanın adaletine varabilmek için Konya kırımını sormak / adalet talep etmek elzem olandır. Sorgular mısınız?
Duvar'dan Elvan Yılmaz'ın haberidir: Sungurlu Belediye Başkanı Abdülkadir Şahiner, yayınladığı basın açıklaması ile sığınmacılara ırkçı söylemlerde bulundu. Şahiner, Sungurlu’da ne Afgan ne de Suriyeli bırakacağını söyledi.
Belediye olarak geçmişte Sungurlu'ya Suriyeli kabul edilmediği için AK Partililerin dönemin kaymakamına türlü şikayetler götürdüğünü ifade eden Şahiner, “Kaymakam da bu şikayetleri dikkate alarak, sürekli hakkımızda soruşturma açtı. O gün de söyledim, şimdi de söylüyorum; bunlar, vatanını ve namusunu bırakıp Türkiye'ye kaçtılar. Vatanı olmayanın namusu da olmaz. Bunların Türkiye'ye hayrı dokunmaz” ifadelerini kullandı.
AK Parti’nin nerede asalak, işe yaramaz adam varsa Türkiye’ye doldurduğu ifade eden Şahiner, “Ne kadar kanun kaçağı varsa Ortadoğu çöplüğünde, Türkiye'ye dolduruldu. Bırakın turizm bölgelerini, sahilleri Ankara'nın göbeğinde elini kolunu sallayarak geziyorlar. Çok uzağa bakmaya gerek yok. Bakın Alaca ilçemize, bakın Çorum'a, önceleri sokaklarda Suriyeli görüyorduk, şimdi Afganlar türedi. Kendi vatanını, namusunu satan sözde bu istilacıların ne Çorum'a nede ülkeme hiç bir faydası olmaz. Faydalı adam ülkesinden neden kaçsın. Bunlar kimdir? Dünya çok büyük, buna rağmen neden özellikle Türkiye'ye geliyorlar? Tüm vatandaşlarımızın kafasında bu sorular geziyor” dedi. Şahiner, Suriyelilerde nüfus planlaması diye bir şey olmadığını değinerek, bunları çok sevenlerin alıp evine bakmalarını istedi. Hatta bunların yanına eşantiyon olarak bir Afganlı da belediye olarak kendilerinin verebileceğini söyledi.”
Yanılsamasız bir dip yıkım var ediliyor. Her gün var edilen çürümenin yanında daha önce daha evvel seslendirilmiş olan ayrımcılığın, nefret tahayyüllerinin toplamından mülhem bir yeniden biçimlendirme var ediliyor. Saman altında yürütülen sularla, ortaya açık / seçik sunulmuş itham, yafta ve nefret demeçleriyle, sosyal medyadan yaygınlaştırılan en akla hayale gelmeyecek imalarla birlikte bir menzilin çürümesi güncellene gelendir. Hiç ama hiçbir biçimde hayat yer bırakmayan, doğrudan doğruya yaşamı / yaşam eylemini çok açık bir biçimde tehdit eden bir fasit döngü vardır, kesintisizdir. Bugün vardığımız odak, bugün toplamda görünen ülke şablonu bu tezahürü sonuna kadar savunanların çaba ve gayretleriyle rezilliğindir. Seksen dört milyonun üstündeki bir ülkede hayat tahayyülü, mesel ve manası delik deşiktir. Bir dip, bir son, bir tek gün olsun bütün bu hayasızca tehdit ve yıkım ve çürüme bitecek midir, sorgulattırılmayandır. Bugünün ezcümle ülke denilen sahnede var edilen tahakkümün boyunduruğu altında kalakalmış sıradan yurttaş / insan temsili gerçektir bilelim.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Şebnem COŞKUN – Picture Alliance / AA – Deutsche Welle Türkçe
0 notes
seslimeram · 3 years ago
Text
Sesli Meram #191 - Karşı Radyo (03.08.2021)
Tumblr media
"11 Temmuz’da deneyimlenen vahşet, yerli ve milli adalet mekanizmasının konu Kürd halkı olduğundaki aceleciliği ile katil adaylarını salıvermesi ve yukarıda okuduğunuz gibi 30 Temmuz tarihinde 7 insanın katledildiği bir cinayet, kundaklama girişimine dönüştürülür. Cezasızlık politikalarının, sürekli sistemin başında duran zevatın hedef alıp, hedef gözeterek Kürd’ü düşman addetmesinin bir sonucu, bilmiyoruz kaçıncı kırımı olarak Meram’da Dedeoğullarından yedi insan katledilir. Saldırganlar aile fertlerinden Yaşar Dedeoğlu, Barış Dedeoğlu, Serpil Dedeoğlu, Serap Dedeoğlu, İpek Dedeoğlu, Metin Dedeoğlu ve Sibel Dedeoğlu’yu katletti. Bütünüyle nefret ediminin yükseltildiği bir zeminde bağır çağır bir cinayet silsilesi işlenir. Konya’nın Meram ilçesinde ortaya serilen şey Türk’ün misafirperverliği bahsinin de bilmiyoruz kaçıncı kez duvara çarpmış olmasıdır. Bilmiyoruz kaçıncı defa inkar edilen şeyin bir yıkımın ta kendisine dönüşümü güncel kılınmasıdır. Bilmiyoruz hangi çıkış için yeniden karanlığı harekete geçirilmesidir. Böyle afaki, bunca kin ve nefretle üstelik kısa süre sonra görsel kayıtlarına da ulaşılabilir olunan bir cinayet, bütün o nefret siyasetinin hazin sonucudur. Hesabı mahşere kalmasın!"
podcast image credit: the hand v3 - carlín díaz - creative review
https://archive.org/details/karsi-radyo-sesli-meram-03-agustos-2021
0 notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Cennet Vatan Artık Cehennem
Tumblr media
Bir denklik kalmıyor. Üç günlük dünya, asırlardır paylaşılamayan oysa dakikalarda geçip de gidenin farkında olmadan bir ömür çürüten meseller üstünde yeniden ve yeniden kurgu ve tahayyüllerden yollar biçiliyor. Asırlardır kendi döngüsünde bir doğruyu var edememiş hiçbir türlü birbirini tanımaya çalışmamış bir coğrafyanın kuraklığının kesintisizliğini ifşa eden günlerden geçerken hayatın her ne hallere koyulduğuna tanık yazılıyoruz. Topyekun bir menzilin sürekli bir halde gerilemesinin evrelerini arşınlıyoruz. Sözün çürütülmesi iş bu sahadaki hayat istencinin muhafaza ve müdafaasının imkansıza koyulmasının kaçıncı ama kaçıncı evresindeyiz, bunu anlamaya çalışıyoruz. Bir denklik bırakılmıyor. İnsanlık namına, hakkın da hukukun da, adalet ve hürriyet tahayyüllerinin de, bütün bütün bunlara çatı olan demokrasi ediminin de hiçleştirilmesi sürekli yeniden saldırı ve hamlelerle bir ve birlikte güncelleniyor.
Yol nereye sorusunun sorulmadığı bir katran karanlığı, menzili kuşatıyor. Genel geçer değil ardılı sıra ortaya serilen her vakada, her edimde, her söylemden sonra çıkagelen ol Türkiye profili bu denklik halinin, atıldı mı mangalda kül bırakılmayan burası herkesin yurdudur, dili, dini, ırkı her ne olursa olsun bahsinin tükenmişliğini gözler önüne serer. Darbe mefhumunun var ettiği, yamalı anayasasının birinci maddesinde yazılmış olan ol kuralın dahi eksiltildiği, yok sayıldığı, bile isteye hedef kılındığı bir yerde yol çürümeye çıkar! Bu kadar kesin / bu kadar kesintisiz bir çürümenin taşıdığı yerin bir uçurumun ta kıyısı olduğu bugün artık muhakkaktır. Bugün, şu ahvalde türetilen ve var edilenlerin her birisinin bir biçimde sıradan olanın, müşterek tahayyüllerin yıkımına yol / meyil verdiği çok açıktadır. Böyle bir halde, bu kadar afaki bir biçimde yönelimin, yönetim katından o sokağa yansıyan / yansıtılan / aynalanan şeyin bir düş kırımı tahayyülünün ta kendisi olduğu belirgindir. Yolun katran karasına yönelimi, yönlendirilmesi kesintisizdir artık!
Bir çürüme halinin pek çok evresi arşınlanıyor artık. Biteviye bir zalimlik, çeteleşmiş olan devlet aklının tezahürü ile var edilmiş / yönlendirilmiş şiddet pratikleri bir dolu ayrımcılık halini sunuyor. Şiddetin biçemi değişirken, her gün yeniden var edilen nefretin boyutu bu sahada artık kesintisiz kılınıyor. Cerahat, çürümeyi var ederken, faşizmin ayrımcılığı ülke denileni çoraklaşan bir çukur kılıyor ki artık bundan geri dönüş de söz konusu bile değil! Biteviye kılınan linçler, hedef almalar, ötekileştirmeler, bir asırdır hala o meçhul kılınmış “Türk”e ait kimliğin bir türlü doldurulamamasının neticesi yeniden ve yeniden ırkçı saldırı, tehdit cümleleri, sonu gelmez hınç almalar, rövanşist hamlelere dönüştürülüyor. Bu hallerin toplamına da geçmişiyle yüzleşmiş, adımlarını sağlam atan bir yeni ülke diye yutturmaya devam ediyor muktedir!
Yeni Yaşam Gazetesi’nden aktaralım: “Afyon’un Dinar ilçesine çalışmaya giden Ercişli inşaat isçileri silahlı saldırıya uğradı. Saldırıda inşaat işçisi Özkan T. yaşamını yitirdi, Fırat T. ve Emrah Ö. yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Olay, akşam 19.30 saatlerinde Dinar ilçesinde henüz bilinmeyen bir nedenden meydana geldi. İnşaat işi yapan kardeşlere kimliği bilinmeyen bir kişi tarafından silahla ateş açıldı. ̧Açılan ateş sonucu 25 yaşındaki işçi Özkan T. Yaşamını yitirirken, Fırat T. ve Emrah Ö. isimli işçiler yaralandı. Yaralı işçiler ilçe devlet hastanesine kaldırıldı.
Erciş’ten ve diğer kentlerden yola çıkarak Afyon’a gitmek isteyen işçilerin akrabalarının bir kısmı Erciş çıkışında diğerleri ise Afyon girişinde kurulu polis kontrol noktalarında durduruldu.
Öte yandan Afyon’da konuyu takip eden bir polis yetkilisi yaralı işçilere ölünüzü buradan alın ve çıkın dediği öğrenildi. Olaya ilişkin HDP Van Milletvekili Murat Sarısaç sosyal medya hesabından açıklama yaptı.
Yapılan açıklama şöyle; Ailenin aktardığına göre; Antalya’ya inşaatta çalışmak üzere giden Van-Erdişli -Çaldıranlı Kürt işçiler oradaki işleri bitiyor ve yaklaşık bir hafta önce Afyon’a başka bir inşaat işi için geçiyorlar. Burada çalışırken yan binadan gelen birileri tartışmaya başlayıp belinden çektiği silahla Fırat T.’nin kafasına silah dipçiğiyle birden çok defa vurup yaralıyor. Kardeşi Fırat T.’nin dövülmesine müdahale etmek isteyen Özkan T. birden fazla kurşunla katlediliyor.
Yine Van’ın Çaldıran ilçesinden olan Emrah Ö. yaralanıyor. Diğer 4 Kürt işçiye de ateş açılıyor fakat onlar her hangi bir yara almıyorlar. Olayı duyan aile bireyleri ve akrabalar Afyon’a gitmeye çalışıyor fakat Afyon Belediye başkanı, İl Emniyet müdürü ve savcısı gelin gerekli belgeleri imzalayın ve cenazenizi alın gidin zaten Afyon’a kimliğinde Van yazan kimse alınmayacak boşuna uğraşmayın deniyor. Cenazesini almaya ,Van’dan gitmeye çalışan Özkan T.’nin babası ve akrabaları Tatvan’dan geri dönmek zorunda kaldılar. Kürtler katledilirken hiçbir tedbir almayan devlet yetkilileri,bütün imkanlarını katledilen gencin ailesinin Afyon’a alınmamasına seferber etmiş durumda. Tıpkı Sakarya’da linç edilen Kürtleri korumayıp, Mardin’e onları desteğe giden heyetimizi sırf oraya almamak için köyde Covid-19 vakası olmamasına rağmen köyü bir hafta karantinaya alması gibi.”
Sakarya’dan Afyon’a süreğen kılınan bir linç rejiminin var ettiğidir bugünün meselesi. İş bu sahanın yaşama eylemiyle bağlarına ket vurmak, içinde binlerce yıldır taşıdığı, birlikte yaşadığı kimliklere karşıt / tahammülsüz / yok sayıcı hareketlerin toplamı Afyon’da bir kez daha can kırımına dönüştürülür. Devletlinin etle tırnak benzetmesine sıkça başvurduğu Kürd kimliğine saldırıların dozunun da şiddetinin de her defasında arttırıldığı bir uzamda hayatın hiç kılınmasına devam olunur. Özkan T.’nin canına mal olan şeyin bir sahadaki kötülüğün ta kendisi olduğu, bunu teşvik eden devletlinin var ettiği karanlığın artık bir mübalağa değil de hakikat olduğu muhakkaktır, böyle ülke mi olur! Bunlar var edilirken, cenazeye dahi işkence edilmesi söz konusuyken şu meselin var edildiği yer bir ülke olabilir mi? “Ankara’nın bağları ezgileri eşliğinde ülkücü işareti yaparak hoplayan, zıplayan, bir kadının sözleridir: - uzmanımız koydu hoppa sakarya'mız koydu hoppa! Ülke böyle bir şey midir?
Bunca rahatça ırkçılığın masum / şirin görülebilir bir mesele dönüşümünün yarası ne yana konacaktır? Bütünüyle, bariz ve doğrudan kesintisiz bir biçimde nefret sembollerinin açık, afaki kılınıp paylaşıma açılması, nefretten bir yol belirlenmesinin akıbeti ne olur, bir ülke, bir yaşam hakkı tanımayan bir saha var edilirse sonrası ne olur! Sendika.org’tan aktaralım: “Samsun’un Vezirköprü ilçesinde fırın işçisi olarak çalışan Suriyeli mülteci Eymen Hammamı (16) ırkçı grup tarafından bıçaklanarak öldürüldü.
Tumblr media
Evrensel’den Ercüment Akdeniz’e konuşan olayın görgü tanığı ve Eymen’in ağabeyi İbrahim Hammamı “Dört kişi arabayla önümüzü kesti. Bize ırkçı küfürler ettiler. Sonra gidip 20 kişi döndüler. Kardeşimi vuranlar ceza alsın, adalet yerini bulsun. Eymen hepinizin kardeşidir, öyle düşünün” dedi.
Samsun’da 13 Eylül akşamı 18:00-20:00 saatleri arasında yaşanan olayda, Eymen Hammamı, ağabeyi ve iki kuzeni ırkçı grubun saldırısına uğradı. Saldırı anında olay yerinde olan ağabey İbrahim Hammamı, detayları şöyle anlattı: “Bende motosiklet vardı, yol kenarında bekliyorduk. Siyah bir otomobil yanımıza geldi, içinde 4 kişi vardı. Biz Suriyelileri kastederek ağır küfürler ettiler. ‘Suriyeliler s… gidin bu ülkeden’ dediler. Irkçılıktır bu dedik, hep bu durumları yaşadığımız için alttan aldık. Bir süre sonra araçla önümüzü kestiler. Gidip arkadaşlarını getirmişler, 20 kişi kadar varlardı. İki kişinin elinde bıçak vardı. ‘Bizler kardeşiz, yapmayın dedik’ ama saldırdılar. Ben o sırada uzaktan geçen bir polis arabası gördüm, motosikletimle peşine düştüm. Polisleri alıp geldiğimde kardeşim kanlar içindeydi. Geç kalmıştık.”
Eymen Hammamı’nın uğradığı saldırı, bölgedeki bir güvenlik kamerası kayıtlarına da yansıdı. Görüntülerde Hammamı’nın yolun ortasında yaklaşık 5-6 kişilik bir grup tarafından darp edildiği, kısa sürede saldırganların sayısının 10’a yaklaştığı görülüyor. Saldırının ardından yaralanan Hammamı’nın bir dükkâna sığındığı kameraya yansıyor.
Kardeşine birden fazla bıçak darbesi geldiğini belirten İbrahim Hammamı, “Saldıranların hepsi gençti. Daha önce görmüşlüğümüz var ama hiç sorun yaşamadık. Biz 9 yıldır Samsun’da yaşıyoruz. Kimseyle sorun yaşamadık. Misal benim eşim Türk. Eymen gül gibi çocuktu. Bunu yapanlar cezasını alsın, adalet yerini bulsun. Kardeş acısı zordur, o hepinizin kardeşi, öyle düşünün” ifadelerini kullandı.
İbrahim Hammamı, 20 kişiden de şikâyetçi olduklarını belirterek hukuki yardım talebinde bulundu.
Göç sonrası kardeşiyle fırınlarda çalışmaya başladıklarını anlatan ağabey Hammamı, “Eymen 4 yıllık işçiydi. Ben 70, Eymen 50 TL yevmiye alıyordu. Akşama kadar çalışıyor, akşamları da gençlik spor merkezinde kursa gidiyordu” diye konuştu. Altı kardeş olan Hammamı ailesinde anne ve babalarının çok kötü durumda olduğunu belirten İbrahim Hamamı, “Otopsi sonuçlarını bekliyoruz. Yarın cenazeyi otobüsle Vezirköprü’ye götürüp orada toprağa vereceğiz” dedi.
Olaya ilişkin gözaltına alınan beş şüphelinin emniyetteki işlemleri tamamlandı. Adliyeye sevk edilen zanlılardan ikisi savcılık tarafından ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı. Mahkemeye çıkarılan diğer şüphelilerden Z.Ç. tutuklanırken, diğer iki kişi adli kontrol uygulamasıyla salıverildi.”
Eymen Hammamı kaçıncı kurbandır? Bir cerahat sarmalına dönüştürülmüş, her yerinden irin akmaya devam olunan bir sahanın neresi ülke olabilir / kalabilir? Bu kadar lalettayin bir biçimde yaşam umudunun çalındığı, kırımların / cinayetlerin sekmeden var edilebildiği bir yerde hayat her ne haldedir? Geriye kalanların seslendirdiği cümlelerdeki anlamlara vakıf olmak ne zamandır hangi zaman? Biteviye kılınanların bir cerahat toplamı, bu sahadaki yaşatmazlık mefhumunun, faşizan akımla, istemezükçülüğün bir ve birlikteliğinde bu ülke salt x’indir, gerisinin nefes almaya dahi hakkı yoktur denilirken bir tek iyi gün var edilebilir mi? Eymen Hammamı’nın hakikatini anlamaya, anlatılanların şu sahadaki yaşamın mahvına sebebiyet vermesini anlamaya daha çok var mıdır?
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Van'ın Çatak ilçesinde operasyona çıkan askerler tarafından gözaltına alındıktan 2 gün sonra Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin yoğun bakım ünitesinde tedavi altında oldukları ortaya çıkan 7 çocuk babası Servet Turgut’un (55) hayati riski sürerken, 8 çocuk babası Osman Şiban (50), bugün servise alındı. Askeri helikopterden atıldığı iddia edilen Turgut, yaşam mücadelesi verirken, Şiban'ın durumu iyiye gidiyor. İki yaralının aileleri, hastane önünde bekleyişlerini sürdürüyor.
Servise alınan Şiban’ın gözleri kan ve morluklar içinde. Şiban, gördüğü işkenceden kaynaklı hafıza kaybı yaşıyor. Şiban, kendisine gelemediği için olayın nasıl gerçekleştiği henüz öğrenilmedi.
11 Eylül’de askerler tarafından özel bir hastaneye götürülen Şiban için darp raporunun hazırlandığı ortaya çıktı. Özel hastanede Şiban için hazırlanan darp raporunda, genel durumu bölümüne “orta kötü” olarak kaydedildi. Raporda, Şiban'ın her iki gözünde morluk, baş, boyun ve yüz bölgesinde travmaya bağlı şişlik olduğu belirlenirken, ayrıca Şiban'ın kanlı kustuğu da yer aldı. Şiban, raporda yoğun bakım ihtiyacı olduğunun belirlenmesi üzerine Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne sevk edildi.
Yoğun bakımda olan Servet Turgut’un askeri helikopterden atıldığı iddiası var.
Turgut’un darp raporunda, “İsimsiz hasta yüksekten düşme sebebiyle getirildi. Entübe hasta” notu yer aldı. "Yüksekten düşme" bilgisinin, bilinçleri kapalı bir şekilde 2 kişiyi hastaneye getiren askerler tarafından verildiği tahmin ediliyor.
Söz konusu "yüksekten düşme" ifadesi, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van Milletvekili Murat Sarısaç'ın görgü tanıklarına dayandırarak yaptığı "helikopterden atıldı" iddiasını güçlendiriyor.
HDP'li Sarısaç, olaya dair yaptığı paylaşımda, "Ailerlerle hastanede yaptığımız görüşmede, Servet Turgut ve Osman Şiban’ın tarlalarında çalışırken askerler tarafından tartaklanarak helikoptere bindirilmiş ve iki gündür de haber alınamıyordu. Ailelerin yoğun çabaları sonucu ikisinin de Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesinin yoğun bakım ünitesinde, birinin entübe olduğu diğerinin de bilincinin açık olduğunu ve görgü tanıklarına göre bu iki kişinin helikopterden atıldığını aktardılar. Helikopterden atılsın veya atılmasın gerçek şu ki, ikisi de köyünde,arazilerinde çalışırken askerler tarafından alınıp, işkenceyle bilinçlerini kaybedip yoğun bakıma alınacak hale getiriliyorlar" ifadelerini kullanmıştı.  
Darp raporunun devamında ise, her iki gözde ve her iki kulakta deri altındaki kılcal damarların zarar gördüğü, kanın deri altına sızdığı, her iki el ile göğüs ön duvarında derinin en üst tabakasının kalktığı ifadelerine yer verildi.”
Bir denklik kalmıyor. Servet Turgut ve Osman Şiban’ın başlarına getirilenlere dair tek bir satır açıklamaya lüzum görülmüyor. Kardeşlik, etle tırnak gibiyiz, terörle aralarına mesafe koymuş herkes bu ülkenin yurttaşıdır, özümüz bir sözümüz bir gibi onlarca, yüzlerce önermenin birbiri peşi sıra nakledildiği bir uzamda hakikat çürümeye çıkıyor. Hakikaten hakiki olan bir işkencenin sistematikliği kılınıyor. Yaşam bu sahada muktedir olanın oluruna terk olunmuş, daha bir hafta önce lanetlendiği söylenen Evren cuntasının, 12 Eylül’ü gibi bir rezillik karşımızdayken burada sarf edilenlerin dahi boşa olduğunun açık bir kanıtı olur. İki insanın başlarına getirilenlerin hiçbir düzeltilebilir, hiçbir biçimde geriye onarılabilir bir tarafının olmadığı / kalmadığı bir yerde, o yüzleşme tahayyüllerine avaz avaz hemavaz tutunan muktedir sayesinde bir denklik kalmaz. Hayat bu kadar ucuz bir meseleyken bu sahada daha da dibi görülecek midir? Böyle bir hal midir hayata verilen değer, nedir!
Bir denklik kalmıyor. Sağında solunda, memleketin dört bir yanında eşitlik, insan hakları, adalet tahayyüllerine dair devletlinin bildirdiği ünlemeler, atıflar, veciz veciz sözler, yüzer puntoluk yazılmış koca koca vaatler birer ikişer çöp kılınıyor. Asgari müştereklerin dahi yaşatılamadığı bir zehir zemberek sahanın gerçekliği her gün icra olunan eylemlerle, artık bitti yok denilen işkence, yıldırı ve tehditlerle, biteviye linçlerle kurgu değil hakikat olarak bir menzildeki çürümeyi gösteriyor. Ortak ide, us, anlam bırakılmıyor. Bir vatanın yaşatan yer olduğu gerçeği artık tastamam hiç kılınıyor. Karşılıksız konulanın can almalar, göz dağlarına rehin etmeler, süreğen bir işkence halinin üstünde yükselen, her gün bir düşman yaratmaktan kendi içindeki sorunları görmeyen bir menzili imale kesintisiz geçiş olduğu artık muhakkak kılınıyor. Yolun, yönün, yorumun, anlamın ve dahi hayat meselinin çarçur edilmesinin güzergahı güncellene geliyor. Bu kadar afaki bir biçimde Türkiye denilen menzil kendi cehennemini yeniden imal ediyor. Bunca kesintisiz olanın bir hayat vermeyeceği, bu kadar belirgin bir şiddet pratiğine rehin, kötülüğün açık ve alenen destek çıkıldığı, adalet önünde hesap vermediği bir sahada hayat delik deşiktir. Hayat eksiktir. Türkiye Türklerindir bahsine sımsıkı tutunanların dahi anlaması gereken o hayat iminin eksik konulduğu yerde ülke de, devlet de, vatan da bir hiçtir. Hiçliktir. Sorgular mısınız, zeminin ayaklarınızın altında kayıp gitmesini fark ediyor musunuz. Canın bunca ucuz kılındığı bir yerin tek sahibi olmak, olduğunu var saymanın hiçbir bet, feci olanı düzeltmeye kafi gelmeyeceğini anlıyor musunuz. Cehennemî bir yeni ülke hal ve şablonunun nefes aldırmayacağı gerçeğine nihayet uyanıyor musunuz! Yoksa her şey aynı tas aynı hamam kılmaya devam mı! Bütün denklikler yıkılırken, hakkaniyet işlevden yoksun, hukuk / adalet hiç edilirken, her yanı size ait bir saha hülyasının karşılığı yokken hayatın halini umursuyor musunuz? Hayat... ötekilerin elinden bunca rahatça çalınırken, bu kadar rahatça gölgenirken, nefretin de, şiddetin de sınırsızlığı tescillenirken, cennet vatan deyip de kendinizi avuttuğunu şeyin cehennemin ta kendisi olduğunu fark etmiyor musunuz, hala mı... hala mı... hala mı...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: Benim Annem Cumartesi ve Fırtına – Serpil ODABAŞI
0 notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Tahakküm Meseli
Tumblr media
Katran karasının orta yerinde bir tevatür değil, eğrelti değil, öylesine hiç değil doğrudan bir tahakkümün varlığına uyanıyoruz. Coğrafyanın kader değil keder olma halindeki ısrar, inadın sonuçlarından birisidir o tahakküm lafzı. Bir asır ve bir elin parmağı kadar sayıyla zaman sonrasında var edilmiş uğursuz dehşetin meselesidir tahakküm. Bir uzamın her nasıl yaşamdan kopartıldığı meselesidir anlatmaya bir çaba düştüğümüz. Doğrudan, artık hemen hiç yalpalamadan, bir kimliği ve beraberindeki her bir öteki addedileni yıkan ve kıyan zeminin şeddit halleridir mesele. İnsanlığın yüz karası bir soykırım tahayyülünün bugün var edilebilirliğidir bunca açıktan mesele. Kötülük süreğen kılınırken bu sathın şu yerin içinin de dışının da birörnek bir inkarla olan biteni örtbas etme telaşına düşmesinin meselesidir bu meram.
Soykırımı hortlatmaya girişen onu ve onunla birlikte ekonomik yağmayı, insani müştereği oluşturan her edimin talanını müdanasız olur addedenlere dikkat çekmenin arz-i halidir şu yazılanlar. İstisnasız bir kırım hali güncellenirken, tahakkümün bu sınırlardaki varlığı hiç aralıksız yeniden biçimlendirilirken bir de sınır ötesinde o yıkım ve biyopolitik kuşatma hali var edilir. Kuzey Suriye’de, Rojava topraklarındaki cerahatli işgal bunun yazılmasına sebeptir. Efrin’den, Azez’de var edilmiş olanın daha fecisini ortaya koyabilmek için Tel Temir’den, Serekaniye’ye, Kobane’den, Menbiç’e, Qamişlo’ya aralıksız bir savaş güncesi ol eylemi var edilir. Öncekilerinden çok daha cerahatli, öncekilerine hemen hiç benzemez asla benzetilemez bir tehdit hali ile yıkarak, yok ederek, zulmederek bir menzile bir kez daha barışın götürüldüğü bildirilir. Buna, bunun gibi yalandan ötesini daha birkaç günde yaşadıklarımızla kanıtlayanların sıfatlarına karşı bir meramdır.
Düzenin şimdiki sahiplerinin elinde soykırım bir tevatür olmaktan çıkartılıp, hakikati için çabasına düşülendir. Sınır ötesindeki işgal ve iğfalin boyutunu göz önüne getirdiğinizde bu yazmaya çalıştığımız meramın asıl meseli de ortaya çıkar. Bir tahakküm tahayyülü hiç de öyle es kaza değil kesintisiz var edilendir. Hayatların ucuza koyulduğu yerde söylemle eylemin sonucunda göstere geldiği her şeyin toplamasıdır Rojava topraklarındaki derin ve her geçen gün sınırları alaşağı eden kırım hali! Bir çürütme halinin sürekliliğinde alenen yerle yeksan olunan Kürd, Arap, Ezidi, Ermeni, Türkmen, Süryani, Keldani halklarının yaşam tahayyülleridir. Bunca bariz olan, gösterilen, var edilen bu haldir!
Bir yıldırı halinin sürekliliğinde, terörle ilintilenmiş bir devlet aklının boş bulduğu hemen her yeri zapturapt altına almasının sureleri güncellene gelmektedir. Bariz bir halde açıktan yalın ve kesintisiz bir bütünlük hali içerisinde yıkımla beraber bir tahakküm şekillendirilir artık hakikat budur. İstanbul mahalli seçimlerindeki hezimetten, partilerinin içindeki kopa duran fırtınalara, ayrılık rüzgarlarına, ekonomik dar boğazın bugün geçmiş değil şimdiki hali, ortadaki rantın pastasından bir dilim kapma hırsı ve muktedirin, baş amirin buralarda pek konuşulmayan gizli hazineleri gibi pek çok şeyin üstünü örtmek adına çıkagelen şey bariz bir katliamdır. On koca günü aşan, araya sıkıştırılmış ateşkes riyası haricinde her gün memleketin içini de dışını da kuşatmak sabit olunur.
Bugün, şu içinde kalakaldığımız cerahati muktedir var etti, var ediyor, var edecek. Böyle açıktan bir karanlık tezahürü dahilinde hiç kesintisiz olarak güncel kılınmak istenen şey muktedirin boyun eğdirme çabasıdır. Bu hınçla var edilmiş kötülüğü normatif kılarak hemen hemen her yerde, her şekilde zulmederek bir yol / bir istikamet düşünce olmaktan çıkartılıp hakikatin menziline dahil olunur.
Bu katran karanlığı da bu menzilin kader hanesine yüklenendir bir kez daha. Bardağın dolu tarafını görmek, göstermek bir yana var edilen her şeyi çürütmek, eksiltmek, bu sathı mahalde devam olunandır. Bir hayatiyet meselinin bunca açık çürümeye terk edilmesinin bir abecesi olmadığı gibi, bir sonu, dibi de yoktur. Katran karasının orta yerinde bir tevatür değil, eğrelti bir laf değil dosdoğru bir tahakkümün varlığı her şekilde yeniden ve yeniden şekillendirilmektedir. Kesin olan çıkan kısmın özeti budur! Dibine doğru çürüme halini sürdüren, ama ya da fakatı kalmamış bir yıkımın mihmandarlığı devam olunandır. Hayatın böyle heder edildiği yerde ne akan gözyaşı, ne çağlayan kan, ne de yerle bir olunan yurt geri kazanılacaktır. Bir noktada durun, yeter artığın anlaşılması mümkünsüz koyulmaktadır. Bu karanlık girdap haliyle bir menzili var etmek tüm bu direnç ve etkenle hemhal bir yıkımdır sürdürülen.
Bir çürümüşlük hasıl oluyor. Böbürlene böbürlene binlerce yıllık yer adlarının tahrif edilip, kazındığı, kentlerin bellek ve işlevlerinin tarumar edildiği bir sahneleme gerçeğin ta kendisi kılınıyor. A Haber, Anadolu Ajansı, Trt ve sairin, Ahmet Hakan Coşkun, Nedim Şener, Buket Aydın, İsmail Saymaz, Yılmaz Özdil gibi nice zatın kalemlerinden akan nefretle / kanla savunageldikleri bir biçimde bir halkın yaşam sahasını ilhak etmeye destektir. Günbegün bu sınırların eylediği, iş bu devletin var ettiği her eylem bunun gibi bir yıkım tahayyülünü barındırır. Böylesinden bu kadar aleni kılınmış olan bir yaşatmama halinden ve hemen her defasında güncel kılınan cürümlerden öteye bir yol, yaşam ve anlam var edilemez, edilememiştir.
Kırım, kıtal ve katliamlar döngüsünden, bir destan yazıldığı söylenenin aslı budur. Bütün o çürütücü, kesif cesetler haline dönüştürülmüş insanlık kırımı üstümüze yığılır. Bir ülke, bir toplum tüm bu kırımın sessiz onaylayıcısı haline dönüştürülüp bütün o katran karası ile mefhum yenilenir. Bir krizler çağının ortasında her yanımız bu eksiltme, biteviye bir halde darbeler ve hiç eksiksiz tahakkümle kuşatılıyor. Katran karanlığı devletlinin anlamı, bağdaşık tavırlarıyla, biyopolitik cenderenin iş bu yerdeki süreğen bir tavır kılınmasıyla bütünleşik güncelleniyor. Yaptık oldu, karar aldık, kanun oldu vs. ile bir sahada hayat hal ve istenci derdest olunuyor hemen hiç eksiksiz. Yaratılmış, güncellenmiş, devamlılığı bir biçimde sağlama alınıp düzenlenmiş istif olunmuş her gün yeniden yola çıkılmış bir yer, bir menzilde var edilen yegane şey çürümedir, vesselam.
Demokratik Suriye Meclisi (MSD), Türkiye’nin 9 Ekim’de Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik başlattığı operasyon kapsamında işlenen “savaş suçlarını” açıkladı. Qamişlo’nun Okuma Parkı’nda düzenlenen basın toplantısına MSD’ye bağlı kurum ve kuruluşların üyeleri katıldı.  
Türkiye’nin desteklediği silahlı bir grup tarafından katledilen Suriye Gelecek Partisi Sekreteri Hevrîn Xelef ve kimyasal silah kullanıldığı iddia edilen bombardımanda yaralanan sivillerin fotoğraflarının taşındığı toplantıda, işlenen “savaş suçları” bir bir gözler önüne serildi.
MSD açıklamasında, "17 Ekim günü saat 22.00’da ABD arabuluculuğuyla QSD ve Türk devleti arasında 120 saatlik ateşkes ilan edildi. QSD tarafından ateşkes ilan edilmesine rağmen işgalci Türk devleti Serêkaniyê ve Girê Spî’de saldırılarını durdurmadı. Serêkaniyê’yi kuşatarak yaralıların hastaneye götürülmesine izin vermedi” denildi.
Operasyonla bölge halkı göçertilerek, demografik yapının değiştirilmek istendiği belirtilen açıklamada, sivil yerleşim yerlerinin hedef alındığı ve 9 Ekim’den bu yana süren saldırılar sonucu aralarında 22’si çocuk 235 sivilin hayatını kaybettiği vurgulandı. Açıklamada, şu ifadeler kullanıldı: “Şimdiye kadar yaklaşık 300 bin sivil evlerini terk edip göç etmek zorunda kaldı. Türk devletinin saldırılarıyla birlikte uluslararası örgütler tüm personellerini bölgeden çekti. Uluslararası Af Örgütü, 18 Ekim 2019 tarihinde yaptığı açıklamada Türk devletinin savaş suçu işlediğini belirtmişti. Heyva Sor a Kurd ve Uluslararası Kızılhaç örgütü dün Serêkaniyê kentine gidip yaralıları ve yaşamını yitirenlerin cenazelerini çıkarttı. İnsani koridor olmaması sebebiyle onlarca yaralı halen kentte mahsur bulunuyor.”
MSD, bölgede işlenen “savaş suçlarına” ilişkin olarak fotoğraf ve belgelerle şunları açıkladı:
- 10 Ekim’de Qamişlo’nun Qidur Beg mahallesine yapılan top atışı sonucu Sara Husên’in kardeşi Mihemed Yûsiv Husên hayatını kaybetti.
- 15 Ekim’de Serêkaniyê’de Mihemed Hemîd Umer (13) adlı çocuk kullanımı yasak silahla yaralandı.
- 16 Ekim’de Serêkaniyê’nin Zirganê köyü bombalandı.
- 18 Ekim’de Serêkaniyê’nin Mişrafê köyü savaş uçaklarıyla bombalandı. Cenazeler enkazdan çıkarıldı.
- 16 Ekim’de Serêkaniyê’de bir çocuk kullanımı yasak olan silahla vurularak yakıldı.
- 17 Ekim’de Eyn Îsa’ya yakın yerde yapılan bombardıman.
MSD açıklamasında, uluslararası kamuoyuna ve insan hakları örgütlerine şu çağrıları yaptı: "- Bu insanlık dışı uygulamalara karşı görevlerini yerine getirsinler ve Türk işgalinin sona ermesi için çalışsınlar.
- Uluslararası güçler geçici ateşkesi takip etmek için bir heyet göndermeli. Türk devletinin işlediği insanlık suçları ve yıkımların yerinde takip edilmesi gerekir.
- Uluslararası Af Örgütü’nün raporunda yayınlanan suçların belgelenmesi için bir heyetin gönderilmesi.
- Katliam sorumlularının, Hevrîn Xelef’i, sivilleri ve eylemcileri katledenlerin ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Suçluların ve suçların uluslararası mahkemelere sunulmasını istiyoruz. Suç görüntüleri ve belgeleri basında da yer alıyor.
- Serêkaniyê’de insani koridorun daimi olarak açılması.
- Uluslararası örgütlere çağrımız görevlilerini yeniden göndersinler ve bu görevliler 300 göçmenden sorumlu olsun."
Kürd halkı başta olmak üzere, bütün etnik kimliklerin bir potada, cihatçı kiralık katillerin insafına terk edilmesinin yolu ve güncelliği açılandır. Bunca açık bir biçimde yukarıdaki rakamlarla ifade olunan bir menzildeki hayat istencinin her nasıl zapturapt altına alındığı gerçekliğidir. Satırlar boyunca anlatılamayacak olanın birkaç düzlemde birden var edilen yıkım halinin özeti, sıradan olanın hayatının çalınmasıdır. Bu kadar açık bir biçimde ve bir o kadar da alçakça insanların hayatlarının büyük devletler için masa başlarında pazarlık konusu yapıldığı bir dünyada hayat hiçbirimiz için güvenlikli değildir. Bekası, ötesi bırakılmayandır. Devletlerin var ettiği çürümenin, Türkiye devleti gibi bunun üstüne ne ilave edersem, nasıl yaparsam şu içine düştüğümüz halin berbatlığını örtbas edebiliriz diyerek güncelliği sağlama alınan savaşın var ettiği yegane şey daha büyük kırılmalardır.
Sınırın ötesi uzak, yabancı geliyorsa, sınırın içinde var edilmiş bir kötülüğün akıbetine dair şu iki satır bir şeyleri aksettirir belki. Evrensel Gazetesi’nden Seçkin Sağlam’ın haberidir: “Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Araştırma ve Uygulama Hastanesinde 15 Ekim günü yaşanan saldırıda bir kişi yaralanmıştı. Saldırıya uğrayan Ekrem Yaşlı, eşi Bedriye Yaşlı ile “Kürtçe konuştuğu” için saldırıya uğradığını ifade etti. Olay o gece hem sosyal medyada hem de çeşitli basın organlarında yer bulurken, daha soruşturma dosyası bile hazırlanmadan, ÇOMÜ Hastanesinden açıklama yapıldı, ardından Çanakkale Valiliği’nden ve son olarak da Çanakkale Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan açıklamalar peşi sıra geldi. Ekrem Yaşlı’nın ifadesinin aksine “Kürtçe konuştuğu için saldırıya uğramadı” denildi.
Tumblr media
İHD Çanakkale Şubesi, süreç ile ilgili açıklamada bulundu. Açıklamada, “15.10.2019 tarihinde, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Araştırma Hastanesinde yaşanan Ekrem Yaşlı’ya yönelik fiziki saldırı ve yaralama vakasıyla ilgili, Derneğimize yapılan başvuru sonucunda sürece tarafımızca dâhil olunmuştur. Başvurucunun talebi üzerine, Emniyet’teki ifade işlemine de katıldık. Başvurucu 74 yaşındaki Ekrem Yaşlı ile 71 yaşındaki eşi Bedriye Yaşlı’nın söz konusu saldırıya ilişkin başından beri ısrarlı ve birbiriyle tutarlı ifadelerinde, kendi aralarında anadilleri olan Kürtçe dilinde konuşmaları üzerine saldırganın kendilerine sözlü olarak sataşmaya başladığı ve bu sözlü sataşmanın fiziki saldırıya döndüğü yönünde olmuştur. Yine mağdurlar, müşahedenin devam etmesi gerekmesine rağmen, güvenliklerini sağlayamayan hastane tarafından, saldırı sonrası apar topar hastaneden taburcu edildikleri ve kendilerine ‘herhangi bir komplikasyon olması ihtimaline karşı Çanakkale Merkez ilçeden ayrılmamalarının’ söylendiğini belirtmişlerdir” denildi.
Açıklamada, soruşturmanın selametine gölge düşürüldüğü de ifade edilerek, “Defalarca beyan ve demeçlerinde anadillerinde konuştukları için saldırıya uğradıklarını iddia eden 74 ve 71 yaşlarındaki iki insan, bu iddiaların araştırılması ve gerçeğin ortaya çıkarılması için seferber olması gereken kurumlar tarafından adeta yalancı ilan edilmiş ve yine soruşturma henüz yeni başlamışken, başvurucuların iddialarını örtbas etmeye, hatta bağımsız yargıyı etkilemeye yönelik açıklamalar yapılmış, soruşturma dosyası adeta mağdurlardan kaçırılarak ne yazık ki soruşturmanın selametine gölge düşürmüştür” denildi.
“Hukuki sürecin takipçisi olacaklarını ifade eden İHD açıklaması, “İnsan Hakları Derneği Çanakkale Şubesi olarak belirtmek isteriz ki; toplumumuzdaki etnik farklılıklar nedeniyle yaşanan fiziki saldırıların gittikçe artıyor olması endişe vericidir. Bu sürecin önüne geçilmesinin yolu, bu yöndeki iddia ve şikâyetleri örtbas etmeye çalışmak değil, toplumsal barışı önceleyen politikaların ön plana çıkarılması; nefret ve ayrımcılık dilinin terk edilerek, kutuplaştırıcı politikalara bir son verilmesidir. Konuyla ilgili hukuki sürecin takipçisi olacağımızı kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız” ifadeleri ile son buldu.”
Sadece bir güne sığdırılan tahakkümün var ettiklerine devam edelim: Avlaremoz’dan alıntılayalım: “Konya Büyükşehir Belediyesi’ne ait bir istasyonda nefret içerikli bir poster asılmış. Konya’nın merkezindeki Elmalı Hamdi durağında görülen posterde Maide 51 olarak bilinen ayet paylaşılıyor. Ayetin Türkiye’de yaygın olan çevirisinin paylaşıldığı posterde ‘Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse O da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.’ (Maide Suresi 51. ayet) Posterde Yahudileri temsilen bir Davut Yıldızı ve Hıristiyanları temsilen bir haç bulunuyor. Üstlerine kan lekeleri eklenmiş.
Konya Büyükşehir Belediyesi böyle bir nefret posterine yer verdiği için herhangi bir özür dilemedi ve açıklamada bulunmadı. Bu nefret içeriği daha önce 2017 yılında da Bursa’daki Gemlik Müftülüğü tarafından ‘Haftanın Ayeti’ olarak paylaşılmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ne o zaman ne de şimdi bu ayet ile ilgili bir açıklamada bulunmadı. Ayetin Arapça orijinalinden çevirisi üzerine bazı tefsir tartışmaları bulunuyor. Ayetin nefret içermediğini savunan bazı alimler Kuran’daki ‘ashab’ kelimesinin burada modern kullanımdaki ‘arkadaş’ şeklinde değil ‘rehber’ manasında kullanıldığını iddia ediyor.”
Birgün’den aktaralım: “İstanbul Ümraniye'de 2013’teki Gezi Direnişi sırasında yapılan yürüyüşte bir arabanın çarpması sonucu hayatını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş'ın ölümüyle ilgili yargılanan sanıklar hakkında beraat kararı verildi. Kartal Anadolu Adliyesi 8. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 24. celsesi görülen duruşmaya sanık Cengiz Aktaş katılmazken, bir diğer sanık Görkem Demirtaş duruşma hazır bulundu. Mehmet Ayvalıtaş’ın babası Ali Ayvalıtaş ve taraf avukatları da duruşmadaydı.
Davacı Mustafa Kartal ve Seyit Kartal'ın avukaı Sevgi Evren dosya kapsamında alınan bilirkişi raporlarının taraflı ve eksik olduğuna dikkat çekerek, “Kazanın yaşandığı gün iki polis memurunun tuttuğu tutanak 6,5 yıl boyunca göz ardı edildi. Bu dosyada eksik inceleme yapıldı. Bu nedenle verilen mütalaa kabul edilebilir değildir” dedi. Mahkeme heyetine, “6,5 yıldır çabalıyoruz siz çaba sarf ediyorsunuz” diyen Evren, “Bu kadar süre zarfında gerçeği ortaya çıkarmıyorsak hepimiz gidip evimize oturalım, başka işler yapalım" diye konuştu.
Duruşmada söz alan baba Ali Ayvalıtaş oğlunun vefat etmesinin üzerinden tam 6,5 yıl geçtiğini anımsatarak, “Oğlum asker olacaktı. Yuvasını kuracak, insanlığa hizmet edecekti. Oğlum yürüyüşe katıldı. Bu suç mu? Sizden ricam size güveniyorum. Tutuklayın bunları. Çocuğum öldürüldü. Eşim hayatını kaybetti. Ben Bypass oldum. Yürüyemiyorum. Allaha sığınıyorum. Kararı sizlerin vicdanına bırakıyorum” dedi.
Davacı tarafı ve sanık avukatları mütalaa hakkında son beyanlarını sundu. Sanık Mehmet Görkem Demirbaş suçsuz olduğunu belirterek beraatini talep etti. Savcı geçen duruşmada sanıklarla ilgili beraat talep ettiği mütalaasını tekrarladığını belirtti. Kartal Anadolu 8. Ağır Ceza Mahkemes,i Mehmet Ayvalıtaş'ın ölümüyle ilgili davada sanıklar Mehmet Görkem Demirbaş ve Cengiz Aktaş hakkında beraat kararı verdi.”
T24’den iliştirelim: “Kayyım atamasıyla görevden alınan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı sabah saat 06.00 civarında evine yapılan polis baskınıyla gözaltına alındı.  Sabah saatlerinde yapılan baskınlarda Kayapınar Belediyesi Eş Başkanı Keziban Yılmaz, Diyarbakır’ın Bismil İlçe Belediye Eş Başkanı Gülcan Özer ile Kocaköy Belediye Eş Başkanı Rojda Nazlıer'in de gözaltına alındığı belirtildi.
Diyarbakır’da gözaltına alınan 4 belediye eş başkanının soruşturma dosyasına kısıtlılık kararı getirildi. Bianet'te yer alan habere göre haberi Twitter'dan paylaşan avukat Mehmet Emin Aktar polisin arama ve gözaltı kararında suçlama nedeni olarak "yürütülen bir soruşturma" yazdığını söyledi.” Selçuk Mızraklı, Amed’in doktoru tutsak insanlar kervanına eklenir!
Bir yıkımdan bir başkasına uzanan bir menzil var ediliyor. Tahakküm biçem değiştirirken var edilmiş olan cerahatin bir toprak parçası olduğu zikrediliyor, burada hala hayat varmış gibi davranılıyor. Rojava’dan Bakur Kürdistan’ına, Batı Türkiye’nin herhangi bir yerinde, yurdunda var edilen cerahatli hal, tüm o tahakküm gailesi hayatı yerle bir ediyor. Bir anda Amed’in belediye başkanlarının gözaltına alınmasından bu hal meydana çıkıyor. Yarası kanatılmaya devam denilen Kürd sorununu bir asır daha heder etmek, üstün körü değil basbayağı kötülükle bir menzili var etmek güncelleniyor, budur tahakküm. 71 Yaşındaki bir insanın darp edilmesinden, memleketin orta yerinde Kürdçe konuştuğu için canı alınan gence kadar, isimleri, makamları, kim olduklarının bu sahada hiç sorgulanmadığı bir ülke, o yer var ediliyor.
Mehmet Ayvalıtaş gibi, sokak ortasında katledilmiş bir insanın katillerinin ellerini kollarını sallayarak salıverilmesinden çıkageliyor tahakküm. Biçimine devam denilen, bir yeri, bir yurdu yaşamdan alıkoymak şekillendiriliyor. Böyle açık bir hal ve istençle yaratılan yerin bir çukurdan gayrısı olmadığı artık muhakkaktır. Her yere bu ülke Türklerindir diye yazılamalardan ötede bu ülkede yaşam hakkının tarumar edilip, yerle bir edilen sözün varlığı kesintisizdir. Tahakküme rehin kılınan bir yerde hayatın hakkı, seslenişi, anlamı da zayi olur. Böyle bir sahada, geriye utanç, geriye kötürüm bir hal, geriye sessiz, faşizme kimisi rehin, kimisi yem edilmiş yaşamlar kalır. Böyle bir saha, böyle bir yer midir, artık Türkiye, sorguluyor musunuz? Bu yerin her tarafı o muktedirin, şu faşizan kümelenmenin bir üyesinin tapulu malı olsa ne yazacaktır bunca ah, bu kadar açık yıkım, bir o kadar da kötülük gemiyi azıya almışken. Gemi su almış batmaktan da beter bir hale rehinken, şu sahne midir yeni ülke!
Misak TUNÇBOYACI - İstan’2019
Görseller: Rojava - AP Photos // Maya Alleruzzo - AP Photos
0 notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Hayat Bu Mu....
Tumblr media
Bir devamlılık halinde aralıksız olarak hayatın yerle yeksan olunması hali güncellenen bir meseledir. Türkiye sathı mahallinde hayat hakkının yıkımı güncellenirken ol ‘yeni devlet’ yolunu ve yönünü hemen her gün başka bir bahisle / fecaatle işlevselleştirir. Biyopolitik tahakküm beraberinde yeni yorumlar ve yöntemlerle ülkenin dönüşümü tersi istikamette sağlama alınır. Cerahatin varlığı gözler önündedir. Bet, feci ve kötünün güncellenmesi meseldir / meselemizdir. Bu kadar aleni işlevselliği sağlama alınan bir menzilin yaşama gailesine, ihtimalinin tam ve eksiksiz olarak sıfırlanmasıdır. Memleket tahayyülü yerle bir olunandır. Memleket istenci bile isteye öteki kılınanlara cehennem olarak var edilen bir mesel kılınandır.
Yaşadığımız coğrafyanın, iş bu sahanın yerle yeksan olunması “görünür olduğu kadar”, görünmeyen kısımlarıyla da var edilir. Bu kadar kestirmeden bir düş kırımı ikliminden  bir ülke yaratılır. Yeni ülke hali dünün ol devamlılığıdır. Yeni sabık bir dün halinin ta kendisidir. Yeni denilen dünün hazinin ta kendisidir. O baş amir ve şürekasının ülkesi, yönetim anlayışı ve yönelimi bütün bu fasit döngünün ta kendisini barındırmaktadır. Memleketin hali ortadadır. Memleket denilenin yaşamla bağlarının inceltilip kopartılması kesintisiz olandır. Memleket tahayyülü orta yerinde yıkılmaktadır. Bir ince hattın üstünde ne o yana ne bu yana, ne beriye ne ileriye yollatmayan, zamanın akışında mıhlanıp durulan bir sahnenin, daimi bir çürüten yerin meseli güncellenir. Sorunlar dağ gibi artıp dururken hala her şey yolunda söyleminin kıyısında icazetsiz bir hayat hakkının gasbı söz konusudur.
Barış İçin Akademisyenler hakkında AYM bir karara imza atar. Ses ana akım medyadan, sonrasında bazılarının haberi dahi olmaksızın dahil edildikleri 1071 imzacı ile duyurulan bir karşı çıkma ile var edilir. Bir ülkede çürümeyle hiza tutmak bahsi gerçek kılınır. Hala bir ülkenin beter hallere terk edilip de koyulmasının çabasına düşüşendir. Bunlarla hayat hiçleştirilendir. Bir bütünlük içerisinde yaşama kasıt süreğenleştirilmiş nefret siyaseti, pratik kılınır. T24’den aktaralım: “Anayasa Mahkemesi’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri nedeniyle mesleklerinden ihraç edilen, haklarında disiplin cezaları verilen, “terör örgütü propagandası” suçundan dava açılarak hapse mahkûm edilen ve bir bölümü cezaevine konulan akademisyenlerin bireysel başvuruları hakkında ‘hak ihlali’ kararının gerekçesini açıkladı. Gerekçedeki karşı oy yazısında, “Devlete sadakat ilkesiyle bağdaşmayacak sıfat ve isnatların ifade hürriyeti ile karşılanması mümkün değildir" denildi.
Anayasa Mahkemesi (AYM), Barış Akademisyenleri’nin ifade özgürlüğünün ihlal edilmesi üzerine aldığı karara ilişkin tepkilere yanıt verdiği açıklamasında, kararın gerekçesine de yer verdi. Yüksek Mahkeme’nin ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine imza atan akademisyenlerin cezalandırılmasında hak ihlali gördüğü kararın gerekçesinde, "Başvurucuların bir bildiriyi imzalamaları nedeniyle terör örgütü propagandası yapma suçundan hürriyeti bağlayıcı cezalar ile cezalandırılmalarının ifade özgürlüğüne bir müdahale teşkil ettiği kabul edilmiştir" denildi. Gerekçe, 1 sayfalık karşı oy ile birlikte 40 sayfadan oluşuyor.
Sekiz üyenin karşı oy kullandığı kararda Serdar Özgüldür, Burhan Üstün, Muammer Topal, Rıdvan Güleç’ün aralarında bulunduğu dört üye karşı oy yazısı yazdı. Dört üyenin karşı oy yazısı  bir sayfadan oluşuyor. Öğretim üyelerinin bir kamu görevi olması dolayısıyla “Devlete Sadakat” borcu olduğuna dikkat çekilen karşı oy yazısında “Devlete sadakat ilkesiyle bağdaşmayacak sıfat ve isnatların ifade hürriyeti ile karşılanması mümkün değildir. Genel olarak çalışanların ve kamu görevlilerinin işverenlerine ve Devlete olan sadakat borçlarının ihlal edildiği durumlarda, AİHM ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleleri gerekli ve orantılı bulmaktadır” denildi. Kararda karşı oy kullanan Kadir Özkaya, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu ve Selahaddin Menteş’in karşı oya ilgili gerekçe yazmaması dikkat çekti.”
Bianet’e bağlanalım: “Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan akademisyenler için verdiği hak ihlali kararına karşı çeşitli üniversitelerden akademisyenlere üniversite yönetimleri tarafından 28 Temmuz Pazar “Anayasa Mahkemesi Terörü Meşrulaştıramaz” başlıklı bildiri gönderilmişti.
Aralarında Ağrı İbrahim Çeçen, İstanbul Aydın, Medeniyet’in de bulunduğu üniversite rektörlükleri, dekanlıklara; dekanlıklar da bölüm başkanlarına söz konusu bildiriyi akademisyenlerin imzalaması için Whatsapp mesajı ile göndermişti.
Bianet olarak ulaştığımız yazışmada “Rektörümüzden gelen yukarıdaki yazının bölümünüzdeki tüm hocalara iletilmesi ve dönüşün sağlanması ricası ile…” deniliyordu. Pazar sabah saatlerinde akademisyenlere ulaşan Whatsapp mesajında geri dönüşün saat 14.00’e kadar yapılması istenmişti.
Adı imzacılar arasında geçen Prof. Dr. Ercan Eyüboğlu da şu mesajı paylaştı: "Merhaba arkadaşlar, hayır, o ben olabilir miyim sizce? Bir ketempereye getirilmişti ki, düşman başına! Üniversitemiz 'AYM terörü meşrulaştırılamaz' diye bir bildiri gönderdi, imzalamk isteyen tıklasın butonuyla. Ve sabah ne göreyim, 1071 imzacı arasında ben de görünüyorum. İsyan, infial, öfke. Benim böyle bir metni imzalamış olabileceğimi düşünen dostlarıma kocaman bir yuh ve teessüf! Şimdi Rektörlüğe düzeltme talebimle bir dilekçe yazıyorum, gelişmeleri bildirmek üzere... Acaba olabilir mi... Sakın, siz de duyurun, paylaşın lütfen, ve sen, Sevgili Hakan Yücel, Füsun hocaya sevgilerimle geçmiş olsun dileklerimi ileti ver. Selamlar, sevgiler.
Dr. Anıl Özgüç de sosyal medya hesabından şu mesajı paylaştı: Takipçim yok, lütfen yayar mısınız? İçeriğine ve dayatılma usulüne katılmanın mümkün olmadığı bir bildiride imzam yer almıştır. Sorumlularının bu ihlali düzeltmesini bekliyorum.” İki de mükerrer imza ile 1066 sayısına geri dönülür. Bunun kontra hamlesi 2023 imzacının var edildiğinin muştulandığı bir yeni imzacı bildirimi ile ana akım medyadan duyurulur. Memleket ahvali yangın yeriyken haddizatında her bir şey çözülmüş gibi bir izlenim yeniden devletli aklı ile sunulur. Tartışmak, sorgulama çabasına düşmek bittabi ki imkansızdır!
Barış İçin Akademisyenlerin var ettikleri bir biçimde mesel kıldıkları bu sahadaki yaşama istenci / tahayyülüne karşıtlığın suretidir o imzaları devletli eliyle atılan karşı / kontra söz öbeği. Tahayyül olunan ülke ile gerçek kılınmış halin bir asırdan uzuncadır yerinde saya duran bir mesel olduğu vurgulanmıştır oysa. Hayat hep böyle ucuz mu kılınacaktır. Hayat iş bu düzlemde barışma hali / meseline hiç yer verilmeden geçiştirilecek bir mesel olarak mı kalacaktır. Bugünün şartlanmış ülkesinde daha fazla kaybedilecek, zayi olunabilecek kaç yıl vardır, barışmayı masaya yatırmaktan gayri geçilecek kaç gün?
PKK’nin varlığını ve oluşumunu, güncelliğini sabit kılan devletin tavrı beraberindeki ol eksiksiz Kürd nefretinin ta kendisini sorgulamak, gerilladan değilse de hükümetten tüm o yıkımları var eden kuran cenahtan hesap talep etmek neden suç teşkil edilir. PKK örgütü bir devlet midir? Bilanço o bildiri imzalandığından bu yana enikonu ağırlaştırılırken bir yerin / yurdun yaşamla olan ilintisine vurulan haller her nerede / her nasıl duracaktır / durdurulacaktır! Hayatın yerle yeksan olunası güncel bir mesel kılınırken her ne kadar daha sorunlar halının altına süpürülecek, daha kaç kez barışma tahayyülüne ket vurulup unutturulmaya sevk edilecektir?
Tumblr media
Cizre’de üç yıl önce var edilmiş bir vahşete dair tanıklık ettiği için seksen bir gün kadar mahpus kılınan akademisyen Doç. Dr. Tuna Altınel’in duruşması ve tahliyesinden sonra ol sözleri de mi bir şeyleri aksettirmemektedir. Evrensel Gazetesi’nden iliştirelim meramı. “Bölge illerindeki çatışmalı sokağa çıkma yasakları döneminde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan akademisyenlerden Lyon-1 Üniversitesi’nden Doç. Dr. Tuna Altınel, Fransa’da gerçekleşmiş bir konferansa katılımı gerekçe gösterilerek ‘örgüt propagandası yapmak’ iddiasıyla 11 Mayıs’ta tutuklanmıştı. 81 gündür Kepsut L Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan Altınel’in “örgüt üyeliği”nden yargılandığı davanın ilk duruşması öncesi Balıkesir Adliyesi önünde açıklama yapıldı. Barış Akademisyenleri tarafından yapılan açıklamada barış istemenin suç olmadığı bir kez daha vurgulandı.
İzleyicilerin salona alınması sonrası başlayan duruşma kimlik tespitinin ardından Tuna Altınel'in beyanı ile devam etti. Altınel, iddianameye atıf yaparak suçlamalara konu olan dernek hakkında bilgi verdi. Altınel, "Lyon Rhône-Alpes Kürt Dostluk Derneği’nin etkinliğine katıldığım için örgüt üyeliği suçlamasıyla karşınızdayım. Üyesi olduğum derneğin PKK/KCK ile bağı olduğuna dair iddianamede somut tek bir delil yoktur. Yasal ya da yasa dışı herhangi bir örgütün propagandasını yapmak söz konusu değildir. Dernekteki yasal bir etkinlikten ötürü infaza uğradım. İddia edildiği gibi Türkiye'yi aşağılama gibi bir niyetim olsaydı Türkiye'ye gelmezdim. Yine iddia edildiği gibi kaçmak gibi bir amacım olsaydı yine Türkiye'ye gelmezdim. Bu nedenle özgürlüğümü istiyorum" dedi.
Daha sonra Altınel'in avukatı Meriç Eyüboğlu söz aldı. Eyüboğlu "Tutuklamanın iki amacı vardır. Delillerin karartılması ve kaçma şüphesi. Ancak bu dosyada bu gerekliliklerin oluşmadığını söyleyebiliriz" ifadelerini kullandı. Eyüboğlu, "Şubat ayında Lyon'da 40 kişinin katıldığı bir toplantı olmuş. Bu 40 kişilik toplantıda müvekkilim çeviri yapmıştır. Tutuklama konusu olan şey bir dernek faaliyetidir. Bir toplantıyı organize etmek, katılmak, çeviri yapmak nasıl tutuklanma gerekçesi olabilir. Tuna Altınel’in 81 gündür neden tutuklu olduğunu anlamak mümkün değil. Ulusal ve uluslararası üniversitelerdeki akademisyenler neden tutuklu olduğunun yanıtını arıyor" dedi. Savcı mütaalasının ardından mahkeme heyeti ara karar için duruşmaya 15 dakika ara verdi. Aranın ardından açıklanan kararla, Tuna Altınel tahliye edildi.”
Tahliyesi sonrasında, Doç. Dr. Tuna Altınel’in beyanıdır; “Bugün buraya insanlar barış, adalet ve demokrasi için geldiler. Yürünecek yol çok uzun. Çok daha fazla efor sarf etmek gerekiyor. Tuna tahliye oldu diye çok fazla düzelen bir şey yok.” Tuna Altınel gibi insanların bildirmeye çalıştıkları bu sahadaki yaşama tahayyülüne devletli kastının her ne boyutta olduğudur. Devletlinin ezber ile var ettiği, kanıksatmaya çalıştığı, devrilmiş olan o barış masasının sorumluluğuna dair hesap sordurmamaktır. Bunca afaki yıkım, bir o kadar bariz kılınmış ayrımcılık ve nefret karşısında devlet böyleyken sıradanın her ne yapması gerektiğini duyurmaya çalışır Altınel ve Barış İçin Akademisyenler. Türkiye’nin bir cerahat sarmalı, bariz bir yıkımın fasit döngüsüne rehin hep hayatın çalındığı bir yer, bir menzil kılınmasına karşı bir adım atma çabasıdır dillendirilen, sahiden bildirimi yapılmaya çalışılan ve var edilen. Bir ülkede yaşama düşürülen gölgelerin artık nihai bir biçimde sonlandırılmasının vakti gelmemiş midir? Bundan bahis açınca insan her neden ve her ne hakla terörist olur? Böylesine kanayan, kanatılan bir yara hakikatin ta kendisi kılınırken dur diyebilmek, yetti artık diye seslenmek suç mudur!
Mezopotamya Ajansı’nın haberini Fersude’den iliştirelim: “MA’da yer alan habere göre, Hakkari’nin Derecik ilçesine bağlı Çemekurk köyünde yaşayıp, kaçak yollardan sınır ticareti yaparak geçimlerini sağlayan köylülerin üzerine dönüş yolunda Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) ait helikopterden ateş açıldığı iddia edildi. Sıkılan mermilerin hedefi olan 14 yaşındaki Vedat Ekinci olay yerinde hayatını kaybetti. Grupta yer alan köylülerden biri ise ağır yaralandı.”
Euronews’ten aktaralım: “Valilikten yapılan yazılı açıklamada, Kurbanın kimliğine dair bilgi verilmezken, söz konusu şahısların PKK tarafından yoğun olarak bölgeye kaçak yollarla girmeye çalıştıkları için askerin uyarı ateşi açtığı kaydedildi. Açıklamada ayrıca seken mermiden yaralanan bir kişinin askerlerin yardımıyla hastaneye kaldırıldığı ancak kurtarılamadığı bilgisi verildi. Valilik açıklamasında askerin uyarı ateşi açtığı kişilerin Kuzey Irak tarafından Türkiye sınırına doğru ilerlediği bildirildi.
Euronews Türkçe, olay yerinde bulunduğunu söyleyen Vedat Ekinci'nin kuzeni Haci Ekinci'ye ulaştı. Kaçak sınır ticareti iddialarını yalanlayan Ekinci, Vedat Ekinci'nin abisi Burhanettin Ekinci ile birlikte, üç kişilik bir grup halinde koybolan ineklerini aradıklarını aktardı. Ekinci, sınıra yaklaştıkları sırada bir grup askerin önlerini kestiğini ifade etti. Atlarının ürktüğünü belirten Ekinci, askerin yaklaşık 20 metre mesafeden üzerilerine ateş açtığını öne sürdü. Ateş sırasında Vedat ekinci sırtından vuruldu. Haci Ekinci ayrıca olayda yer alan askerlerin Burhanettin Ekinci'yi darp ederek ayağını kırdığını iddia etti.”
Colemerg’te (Hakkari’de) bir çocuk katledilir. Düşük yoğunluklu, varlığı da yokluğu da hiç bilinmeyen / bildirilmeyen diye geçiştirilen oysa kırk yılı aşkın bir zamandır süreğen kılınmış savaş hali bir can daha alır. Bir asırdan uzunca bir zamandır var edilen sahnede olduğu gibi hayat yeniden çalınandır. Yıkımın aralıksız, süreğen ve iç kıran halinin ötesi bu cinayetle belirgin kılınır. Vedat Ekinci bütün bu fecaat döngüsünde katledilen kaçıncı çocuktur?
Bakur Kürdistanı’nın talan olunması bir yana, Hasankeyf’ten, Dersin’in Munzur’una doğa kırımın ardışıklığına, kentlerin dokularının tarumar olunmasından, handiyse her yerin talan olunması öte yana bir de bu cinayetlerin / kırımların menzili kılındığı yerde hayata sıra gelir mi? Colemerg’te yaratılan vahşet bu düzlem altında yaşama düşürülen gölgelerden en bariz kılınanı simgeleştirir. Görünürlüğü arttırılan şey devletin cana ve o hayat istencine karşıtlığıdır. Bütün bu cendere halinin, cinai halin üstü her nasıl örtbas olunabilir? Bir asırdır yerinde sayan bir ülkede hayatın hakkı her ne olacaktır? Bir asırdır güncellenen bir ülke halinde ötekisine hayat hakkı her nereye kadar böylesine alenen gasp edilecektir? Cerahat hayatın ortasında daha ne kadar muhafaza edilecektir?
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Hakkari'nin Derecik ilçesine bağlı Çemekurk köyünde kaçakçılık yapan köylülerin üzerine helikopterden ateş açılması sonucu 14 yaşındaki Vedat Ekinci’nin ölmesi, bir kişinin de yaralanması olayını Meclis gündemine taşıdı. Mezopotamya Ajansı'ndan aktaralım: Sezgin Tanrıkulu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde, “Çemekurk köyünde, köylülerin üzerine Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) ait helikopterden ateş açıldığı iddiası doğru mudur? Helikopterden köylülerin üzerine açılmasının izahı nedir? Bahse konu olan helikopterde bulunan kişiler kimlerdir?” diye sordu.
Sorular, sorgular, bitmeyen bir kinin karşısında insan olanı hatırlatmaya çalışmalar. Hepsi bütün bu bahisler bir asırdır sürdürülen yıldırı haline karşı bir tek cümleyi var edebilmek içindir. Vedat Ekinci bu topraklarda seken kurşun eliyle katledilen kaçıncı çocuktur? Ceylan Önkol’dan, Berkin Elvan’a, Uğur Kaymaz’dan Cemile Çağırga’ya hangisini yazarsanız yazın bir başkası eksik kalacak, onun bunun elinden değil devletlinin üniforması ile hayatları gasbedilen insanların varlıkları karşısında, Ankara’nın soğuk ve karanlık dehlizlerinde zayi olunan tüm kırımlar gibi çocuklar yitirilirken nedir hayatın meseli sahiden de neye tekabül edecektir? Bunca katran karasının ortasında barışmaktan kaçınılan güncellikte, tüm yaraların yeniden kanatıldığı bir düzlemde hayat sahiden de kalmış mıdır, böylesi bir mesel var mıdır? Soruyor musunuz, utançlar altında kalakalmak, yerin dibine geçmekte devlete ses etmediğimiz her gün bir başkamız eksilirken sahiden de sorguluyor musunuz? Hayat bu mu...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Kolajlar – Uğur GALLENKUŞ 
0 notes
seslimeram · 6 years ago
Text
Çürüyoruz, Eksiliyoruz, Tükeniyoruz...
Tumblr media
Düzenin hemen hemen her durumda güncellediği, daha öncesi, daha evveli o yıkım halini bir kademe daha arttırdığı afaki bir sahadayız. Cerahat menzili tam teşekküllü bir “çukur” kılınmış bu yerde var edilen alenen vahşetli halin bir süreğen bahis olduğu meydandadır. Muktedirle avanesi hayatın berhava kılınmasındaki her eylemin altında imzası olanlardır. Yıldırı ol devletin tek istikameti olarak bu süreğen yıkım güzergahında varlığı kesintisiz kılınandır.
Çürüme öyle bir haldedir ki yayılan kokular, oluşturulan düzlemdeki karanlığın failliği fark ettirilmez. Bir buna çalışılır, bir tek böylesi bir halle hayat kuşatılır burada. Varlığı artık kesintisiz kılınanın verdiği yıkım vaat değildir. Hayat kuşatılabildikçe derine nüfuz ettirilen devletli aklı devamlılığa kavuşturuldukça, nutuklar atılırken yıkım bir süreğen yıkımı var eder. Memleket artık her yerde her şekilde karabasanın ta kendisidir.
Var edilen ülke hikaye değildir. Varlığı söz konusu olan şey “mübalağa” değildir. Varlığı kesintisiz kılınan bir tahayyül değildir. Düzenin var ettiği şey bariz bir tükeniş meselidir. Bir düzenekle hayatımıza zamklanan mesel çürümenin ta kendisidir. Cerahatli söylenceler ardılı sıra çıkagelen cürüm istençleri, linç tahayyülleri ve belki de hiçbir zaman olmadığı kadar açık aleni kırım çağrılarının ortasında, o terörist, bu terörist, şu terörist denilirken yaşam ihtimali enikonu daraltılmaktadır. Memleket artık her şekilde karanlığın varlığının tescil olunduğu bir yerdir.
Yalanların, riyanın ve kötülüğün birlikteliğine sahip çıkan, onunla birlikte bir dönüşümü var etmeye çalışan menzil bugün hakikattir. Kademe kademe arttırılan yıkımla birlikte bu sahadaki yaşama gailesi artık dikiş tutturulmayandır. Devlet teslimiyet istemektedir. Her gün bir başka yerde yıkımı ile gözdağı ile nefretiyle bunu bildirmektedir. Bir ülkede öteki namına hiçbir şey kalmasın, yaşamda tutunmasın diye muktedirin attığı adımlar vardığı yol ve aştığı eşikler hepimiz için gerilemenin, bastığımız toprağın da ayaklarımızın altından kayması demektir.
Berivan Altan’ın Mezopotamya Ajansı’ndaki haberidir: Silopi’de sabah okula giden 9 yaşındaki Ruken Elma’ya panzer çarptı. Ayağından yaralanan Elma, Silopi Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alınırken annesi Fehime Elma, polislerden şikayetçi olduğunu söyledi. Bu sabah (12 Mart) erken saatlerde okula giden bir kız çocuğuna zırhlı araç çarptı. İpekyolu’nda zırhlı araç çarpması sonucunda yaralanan 9 yaşındaki Ruken Elma, Silopi Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Tedavi altına alınan Elma’nın ayağında birkaç kırık olduğu ve Genel Cerrahi Servisi’nde yatırıldığı öğrenildi.
Hastane servisinde yatan 9 yaşındaki Elma’nın ailesi Mezopotamya Ajansı’na (MA) konuştu. Yaşanan olay hakkında bilgi veren Elma’nın annesi Fehime Elma, “Sabah 07.30 gibi kızımı okula gitmesi için hazırladıktan sonra evden gönderdim. Evden çıktıktan sonra cadde üzerine geçtiğinde karşıdan zırhlı aracın hızlıca geldiğini gördüm. Hatta ‘kızım gitti, kızım gitti’ diye bağırırken, panzer kızıma vurdu. 2-3 metre uzağa fırlattı. Ben koştum, yetişene kadar hastaneye kaldırdılar” dedi.
Panzerin her zaman caddeden hızlı geçtiğini söyleyen Elma, “Kimseyi görmüyor, önüne kim gelse vuruyor. Sabah olduğunu, çocukların okula gittiğini biliyorlar. Orada bir sürü çocuk vardı ve karşıdan karşıya geçiyorlardı. Benim çocuğuma vurmasa başkasına vuracaktı” diye konuştu. Doktorların kızını ameliyata alacağını aktaran anne Elma, “Kızımın ayağı 3-4 yerden kırılmış. Polislerden şikayetçiyim” diye belirtti. Çocuğun hastanedeki tedavisi devam ediyor.
Öte yandan çocuğun babası Süleyman Elma’nın DBP’li belediye tarafından engelli kotasından işe alındığı, kayyum atanmasıyla birlikte belediyeden ihraç edildiği öğrenildi.
3 Mayıs 2017 tarihinde Silopi’de evlerinde uyuyan Muhammed ve Furkan Yıldırım kardeşler yaşamını yitirmişti. Davası süren soruşturmada polis tutuksuz yargılanırken, son duruşma 20 saniye sürmüştü. Silopi ilçesinin Yeşiltepe mahallesinde 30 Kasım 2017 tarihinde, polisler tarafından “güvenlik” gerekçesiyle yolun ortasına konulan Road Blockere (Blok Bariyer) ayağı sıkışan 10 yaşındaki Çiğdem Başak yaralanmış, soruşturması takipsizlikle sonuçlanmıştı.  
Düzen denilenin yıkımı dokuz yaşındaki Ruken Elma’nın canına kastedebilecek gözü dönmüşlük ile çıkagelir. Cerahat yeknesak bir eylem kılınırken ol tehditlerin veçheleri her nasıl yaraya dönüşüyor bir tek örnek bunu bildirmektedir. Hayat sahiden -ucuz kılınandır. Hayat iş bu ahvalde mevzu dahi olunmayandır. Hayatın biricikliğinin üstü çizilmektedir. O terörist, bu terörist, şu terörist diye işaretleme hoyratılığı ile hayatı sakatlıyor muktedir. Bugün yaşadığımız yeni ülkenin istikameti bütün bu can kırıkları imaliyle / süreğen bir tahakkümle var edilmektedir. İyi de yol her nereyedir? İyi de böylesi bir hal ve toplam bir ülke midir?
Ruken Elma’ya platin takılır ve taburcu edilir. Elma’nın annesi Fehime Elma, durumu iyi olan kızının, gün içerisinde kaymakam ve polisler tarafından ziyaret edildiğini belirterek, "Polisler, polisin gözaltında olduğunu söyledi" bilgisini paylaştı. Silopi Kaymakam’ının ziyaret sırasında, “Kızımız iyileşsin sonra konuşuruz” dediğini kaydeden anne Elma, “Ben şikayetimden vazgeçmeyeceğim” diye ekler. Kademe kademe arttırılmak istenen ol yıkım karşısında bir başlarına insanlar ses eder. Sahne gerisinden seslenen devletlinin kız iyileşsin sonra konuşuruz meramı bile nasıl bir ortamda rehin edildiğimizi göstermekten öteye taşıyor.
Silopiya’dan bu taraflara ulaşalım: Evrensel Gazetesi'nden alıntılayalım: “Model Didem Soydan hakkında Cumartesi Anneleri’ne destek verdiği bir sosyal medya paylaşımı gerekçesiyle “Terör örgütü propagandası yaptığı” iddiasıyla açılan soruşturmaya takipsizlik kararı verildi. Sabah’ın magazin eki Günaydın’ın manşete taşıdığı Dilek Yaman imzalı haberde, Soydan’ın “Bir terör örgütü mensubu ile annesinin fotoğrafını paylaştığı” iddia edildi. Öte yandan annesinden Didem Soydan'a destek geldi.”
Haberde “terör örgütü mensubu” olarak nitelenen kişi Gazi Katliamı sonrası Mart 1995’te gözaltına alınıp kaybedilen ve cansız bedeni mayıs 1995’te bulunan Hasan Ocak. Ocak’ın cansız bedeni bulunduktan sonra gözaltına alınmasının ardından işkenceyle katledildiği ortaya çıkmıştı. Sabah’ın haberinde “terör örgütü mensubunun annesi” olarak tanımlanan kişi ise 1995’ten bu yana oğlu için adalet arayan Cumartesi Annesi Emine Ocak.
Soydan, 28 Ağustos 2018 tarihli instagram paylaşımında “Canım anne ve senin gibi değerli anneler: Bu olanlar yüzünden sizden özür dilerim. Açıklama yapmaya, ağır neden ve sebepleri anlatmak bile gereksiz. Fotoğraf yeterli. Bir anne, evladını arıyor. Gözaltına alınmış ve kaybedilmiş evladını. Onların adı benim için sevginin, vazgeçmemenin, yüreğin, analığın sözlük karşılığıdır. Cumartesi anneleri özür diliyorum, bütün bu başınıza gelenler ve gördüğünüz muamele için özür diliyorum. Sizler çöp yığının üzerine düşen çiğ tanelerisiniz. Özür dilerim” demişti.
Sabah’ın haberinde Soydan’ın suçmuş gibi “Cumartesi Anneleri’ne destek vermesi” ve bunu “Emniyet güçlerinin tespit ettiği” ifadelerine yer verildi. Savcılığa suç duyurusunu Emniyet Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünün yaptığı belirtildi. Soruşturmayı tamamlayan İstanbul Cumhuriyet Savcılığının Didem Soydan hakkında "söylenilen sözlerin propaganda kapsamında değerlendirilemeyeceği" gerekçesiyle takipsizlik kararı verdiği açıklandı.
Birbiri içerisine geçmiş, çetrefilli kılındıkça hayata dair ses vermenin, sözü savunma halinin imkansız / olasılıksız kılınmasının utanç vericiliği bir kez daha karşımıza çıkar. Devletlinin emir eri medya sayesinde her gün fişlenen insanlar arasında bu defa bir manken vardır. Bir insanın bu topraklarda olan bir acıya, onu var edenlerin gözlerinin içine baka baka seslenmesi ismi gazete olanı tetikçilik yapmaya iter. Neyse ki boşa çıkar onca tatava. Neresinden bakılırsa bakılsın, müşterekleri savunmanın imkansız kılınması halidir düşündürücü olan. Soydan sıradan bir insan olarak sınanmıştır, her birimizin kapısını yoklamak isteyen o devletli eliyle.  
Tumblr media
Didem Soydan’a karşı kullanılmış “terörist” yaftası, çizginin ötesine bu sınırın Kürdistan topraklarına vardığında bir başka dehşet verici hali günceller. Yıkım sıradana sınırsız bir biçimde takdim edilir. Gözdağı hep süreğendir. “AKP’ye oy verilmezse” köyü yakmakla tehdit eden komutan bu bahse en net örneği teşkil etmektedir. Haberi aktaralım: HDP Heyeti Mazıdağı, Savur ve Derik ilçelerinde seçim ziyaretleri yapmaktadır. Fersude’ye bağlanalım: “Mazıdağı ilçesine geçen HDP heyeti, burada polisler tarafından kent girişinde durduruldu. Konvoyda bulunan araçları arayacakları ve GBT kontrolü yapacaklarını belirten HDP’lilerle polisler arasında tartışma yaşandı. Yaşanan tartışmanın ardından polisler, araçların geçişine izin verirken, HDP’nin anons aracına “yasak yayın olduğu” iddiasıyla polislerce alıkonuldu. Ardından devam eden program kapsamında HDP heyeti, Mazıdağı’nın Karalanı (Miqar) ile karakol komutanı tarafından “AK Parti’ye en az 200-300 oy çıkmazsa ben bu köyü yakarım” sözleriyle tehdit ettiği Evciler (Qasrîk) kırsal mahallesine ziyaret gerçekleştirildi. Büyük bir ilgiyle HDP’lileri karşılayan köylüler, birlikte halaylar çekerek, sık sık farklı sloganlar attı. Köylüler, “Merak etmeyin bizim oyumuz bellidir” sözüyle HDP’lileri uğurladı.”
Yıkımın kötülükle bir biçimde kesiştirilen yolun ve dahası kırım halinin her nasıl güncel bir mesel kılındığı ortalığa serilir. Elbet ana akım medyada bu konuya / tehdide / yıldırıya yer yoktur. Elbet Kürd halkına reva görülen doğrudan “şiddet” bildirilmeyendir. Yıkım güncellenirken seçim arafına sıkıştırılmış cerahat artık ırkçılığın ötesine taşınandır. Kürd ve öteki addedilen tüm kimliklere karşı kurulan ayrımcılık bariz bir düş kırımı sahnesinin varlığı en sonunda bu tarz çıkışları var etmektedir.
Baş Amir ne derse, her neyi hedef alıp söz eylerse, tüm o gerginlik siyaseti bir başka yerde, bir başka vakada bu çürümeyi tüm ol nefret halini günceller. Bir yaşatan vatan imi geriye bırakılmayandır. Biyopolitik cerahat, hayata kastın şekil, şemail, düzen, düzeneğini atfeden bunca açık bir biçimde işlenenlerin toplamasıdır. Yeni Türkiye o’dur. Yeni diye atfedilen mefhum tüm bu cerahatle hemhal güncelliği sağlanan, temelleri sağlamlaştırılan yerdir. İnsanların yaşamlarına karşı müdahaleyi kalıcılaştıran, ötekileştirmeyi süreğen kılan yer yeni midir, ülke midir, vatan mıdır?
Bir biçimlendirme hali olarak yıkımın var edildiği, mütemadiyen güncellendiği sahanın yaşatan değil tüketen / tükenen bir yer olması hakikattir. Cerahatin peşi sıra koştur koştur gidilirken vatan denilenin tanımı da kapsamı da kesintisiz törpülenmektedir. Biyopolitik dehşet halinin yeknesaklaştırıldığı bir sahnede kasıt insanadır, daima sıradanadır. Bugün bu ahvalin yenisi neden hala dünü bildiriyor bunun kanıtları şu yukarıdaki örneklerdedir. Yol nereye!
Yaşama düşürülen şerhler çoğaltıldıkça, edep / ahlak denilenin de aslında birer kamuflaj olduğu dökülür, saçılır. Onlara serbest olan başkalarına (ötekileştirilenlere) yasaklanır. Böylesinden bir ülke hali imal edilir. Her günü bir fasit döngü her anı yara bere var eden bir yer ülke halini nasıl muhafaza eder, edecektir! Halk TV’den aktaralım: “İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'ezanı ıslıkladılar' yalanına ilişkin açıklamalarda bulundu. Soylu, kanlı Kahramanmaraş katliamına göndermede bulundu, “Beni ürkütür bu olaylar. Siz Kahramanmaraş olayının nasıl çıktığını biliyor musunuz? Ben Kahramanmaraş olaylarının, Çorum olaylarının nasıl çıktığını iyi okudum. Türkiye’de en kötü mesele, esas itibarıyla bizi korkutacak mesele, bizim fay hatlarımız üzerinden meselelerin tetiklenmesidir.” dedi.
Soylu, 'ezan yalanı' üzerinden kanlı katliamı hatırlattı Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar bunlar bizim fay hatlarımızdır ve bugüne kadar Batı bunu çok iyi kullandı. Allah muhafaza orada belli bir saatten sonra arkadaşlar bizi uyardılar, biz hemen süpürdük. ‘Şu anda alkol alınmaya başlandı. Bir bölüm böyle bir şey yapıyor, kontrolsüz bir şey olabilir’ deyince ‘Hemen gereğini yerine getirin’ dedik. Ezanın ıslıklanması gibi bir hadiseyi başka bir tarafa çekerlerse toplumsal kargaşayı, toplumsal çatışmayı önlemekte zorlanırız. Türkiye’de tek taraflı kimse bir şey yapamaz. Yani Gezi olayları gibi… Bizim böyle bir endişemiz yok. Hangi grup olursa olsun, Türkiye’de hiçbir şey yapamaz ama mesele, Allah muhafaza iki tarafın birbirine tahrikiyle meydana gelebilecek bir iş olursa bu güvenlik sorunu olarak bizi ciddi bir şekilde uğraştırır. Bu, tehlikeli bir iştir. Kim bunu yapıyorsa, kim buna adım atıyorsa bu akılsızlığından değildir. Bu, planlı, programlı… Nefreti, kini, oradaki pankartları gördünüz zaten hepsi iğrenç. Valiliğimiz gerekli soruşturmayı yapıyor.” değerlendirmesini yaptı.”
Varlığı artık kesintisiz kılınanın verdiği yıkım vaat değildir. Hayat kuşatılabildikçe derine nüfuz ettirilen devletli aklı devamlılığa kavuşturuldukça, nutuklar atılırken yıkım bir süreğen yıkımı var eder. Memleket artık her yerde her şekilde karabasanın ta kendisidir. Hikaye değildir anlattığımız ve bildirdiğimiz. Çürümenin kıyısına taşınıp, kötülüğün yüceltildiği, şiddetin şu seçim / sandık bahsi güncellenirken var edildiği yerde hayata ne kalacaktır. Hayatın bunca nobran bir halde yerle bir edildiği yerde insan mefhumunun akıbeti nedir? Bir zaman aralığında birkaç satır değil ömürlük bir sorgudur, nedir haliniz, nasıldır tahayyülünüz! Çürüyoruz, Eksiliyoruz, Tükeniyoruz... Hayat....
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller : Photos Taken From Marseille(s) & Post Series By Yusuf SEVİNÇLİ 
0 notes
seslimeram · 6 years ago
Text
Yara Bunca Kanarken, Burası Bir Ülke Midir?
Tumblr media
Bir uçtan bir uca memleket denilenin cerahate rehin, geleceği çalınmış, şimdisi kayıp kılınan bir sahne hali güncelleniyor. Yaşamı var etmekten çok onun yerle bir olunduğu bir düzlemin imalinde günler geçiyor. Her yeni gün, her yeni tahayyül ve eylemle bu içine doğru göçmekte olan menzil, sinsi bir çıkar için görmezden geliniyor. Erk, muktedir, iktidar için ehven olan ve görülen ve bilinen bu sınırlardaki yaşama hakkının çürütülmesine mahal veriyor. Hiçbir umut kırıntısının bırakılmadığı bir sahneden bildiriyoruz. Öylesine değil doğrudan nefretin kutsanıp şiddetin bilcümle eylemden daha fazla el üstünde tutulduğu ve anlamak ve sorgulamak yerine lağvedip, linç etmenin peşi sıra koşulmasının ilke haline dönüştüğü bir yerden ünlüyoruz.
Meşum zat ve şürekasının, kendi benzerleriyle ve ol ırkçı nizamla kurduğu, yapılandırdığı ve güncellediği şey bir şablon değil bu ülkenin hakikatini bildiriyor. Böylesi bir tahayyülün açık birlikteliğine yeni ülke deniliyor. Bu kadar hazanın ve o halin üstüne eklenmiş olan cerahatin, kinin ve şiddet erimlerinin refakatinde demokrasi tavır olarak bile var edilemiyor. Sahne bir uçtan bir uca resmi ideolojinin şimdiki okumasına müsaade olunmuş bir kirletilmişlikle aleni kuşatılıyor. Doksan beş yıllık teşebbüs, on yedinci yılındaki şu iktidar ve yeni düzeniyle bariz bir cerahatin içinde ülke mefhumu alaşağı olunuyor. Sıradanın bu tahayyül içinde debelendiği menzil bir ülke diye yutturuluyor, sonumuz hayır olsun!
Basitçe bir yorum değil geleceği, ötesi ve sonrası nasıl olur sorusunun muamma koyulduğu bir menzilin haleti ruhiyesidir mesele. Hepimizin başına getirilenler, her günümüzde başatlığı tescil olunan devletli denetimi, tahakküm mekanizması ve biteviye yeni ülke propagandasında çürümenin ekseni güncellene gelmektedir. Hayatın bir hiç kılınmasına dair çaba, düz anlamda bir çukur halinde güncellenen ülke daimi bir yıkımı var etmektedir. Sözün cerahate rehineliği açıktır. Sıradanın değil derdi, değil sesi ve sözü, varlığı bir üstünkörü olmayan çabalarla zayi olmaktadır.
Bir uçtan bir uca memleket cerahatin iktidarına rehin edilmiş bir sahne olur / oldurulur. Çalına durulan şey o’dur. Çürümeye terk-i diyar edilen müştereklerimizin ta kendisidir. Cerahatin ol açtığı yaralar, yaralara daimi kılınan saldırılar, saldırıları kafi görmeyen devletli aklının daima daha fenasına olan çabası ile yekunda her nereye vardığımız bariz kılınır. Belirgin olan mesel yoksunluktur. Hayattan ve onu var etmekte olan tüm tahayyüllerden arınmış, uzağa koyulmuş bir yer gerçekliğidir. Gerçeğin enikonu bu istenç ve hamlelerle şekillendirildiği yerde gelecek çoktan çalınmıştır.
Takvim yaprakları üçer beşer eksilirken geriye kalan tortu, kan, kırım ve gözyaşıdır. Bu kadar afaki bir biçimde yaratılmış, düzenlenmiş be her güne içkin kılınmış olan hayata karşıtlığı tam kendisidir, o mefhumdur. Karşı karşıya olduğumuz şey insanın cehennemidir. Cehennemin ol beşeri eliyle güncellenmiş en yıkıcı / karanlık olan suretlerinden birisidir. Seslerimizi çalıyor muktedir. Sessizliğin tüm o kıyımları, açık seçik olanı örtbas edebileceğini var sayıyor erkan-ı muktedir. İçimize ta derimizin dibine kadar işlemiş olan korkunun, yıldırının var ettiği bütün o çekincenin hayatı nasıl sıfırladığını umursamıyor muktedir.
Şimdisi bile zayi olan sahnenin imali böyle biteviye düşman yaratma istenciyle, o’na hayatı dar etme çabasıyla birlikte var ediliyor kesintisiz olarak. Yaşamı sorgulatmak bir yana onun her ögesini çürüterek, eksilterek bir menzil var edilir. Sahiden de böyle bir tahayyülle bariz bir yeniye varılacağı muştulanır.
Bir toplumsal dönüşüm muktedirin biyopolitik cerahatiyle güncellene gelendir. Sormalıyız bir kez daha yol nereye? Üç yüz altmış beş gün ve altı saatlik bir dönem daha geçiyor. Bir senelik bir süreç daha geçiyor. Koca bir yılın ardından çıkagelen kesif koku, yaygın çürüme ve irinle, onca cerahate rehin, geleceği çalınmış menzil karşımıza çıkıyor. TSK’ye bağlı savaş uçakları tarafından 28 Aralık 2011 tarihinde Şirnex’in Qileban ilçesine bağlı Roboski köyü kırsalına gerçekleştirilen hava saldırısında hayatını kaybeden otuz dört insan arasında olan çocuklardan birisi de Bilal Encü’dür.
Mezopotamya Ajansı’ndan Gökhan Altay ve Ahmet Kanbal’ın haberidir. Abdurrahman Encü, görmeyen gözlerine rağmen, elindeki bastonuyla çıktığı kapıdan birilerinden destek alarak her hafta oğlunun mezarlığını ziyaret ediyor. Encü, üzerinden 7 yıl geçen katliamda hayatını kaybeden oğlunun mezarı başında dua okuduktan sonra, Roboskili ailelerle birlikte adalet talep ederek, faillerin bulunmasını istiyor.
Mezarlık ziyaretine her geldiğinde gözyaşlarına hakim olamayan baba Encü, “Hayattayken her ihtiyacımı karşılıyordu” dediği Bilal’ini, “Gözlerim önceden daha iyiydi. Ama işlerimi tek başıma yapabilecek kadar göremiyordum. Hastaneye gidecek ya da dışarıya çıkacak olsam her zaman yanımda Bilal’im vardı. Onun yanında olunca çok keyifliydim. Şimdi bana destek olacak kişiler tabi ki var. Ama Bilal’in yeri benim yanımda başkaydı. Bilal’in, elimi tutup hastaneye götürmesi ve dışarıya götürmesi aklıma geldikçe, farklı duygulara kapılıyorum” dedi.
Oğlunu kaybetmesinin ardından kendilerine yaşatılanların her geçen gün acılarını daha da büyüttüğüne dikkat çeken baba Encü, şöyle devam etti: “Oğlumun da diğerlerinin de katledilmesine sebep olanlardan hesap sormaya devam edeceğim. Mezara da girsem, mahşer günü de olsa oğlum için adalet istemeye devam edeceğim. Türkiye’de adalet olmadığı için failler ortaya çıkarılıp yargılanmadı. Mağdur edildik. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) adalet talebimize cevap vermesini bekledik; ama onlar da bizim yanımızda durmadılar. Kimse yanımızda durmasa bile bu talebimizden vazgeçmeyeceğiz.”
Yaratılan vahşet döngüsünün hayatları nasıl perişan ettiğinin de aynalayıcısıdır Roboski’de yaratılan kırım, cinayet! Yedi sene sonra bir arpa boyu yol gidilemeyen bir adalet mefhumu artık geride kalanların canlarını yakmaktadır. Yitirilenlerin ardından bir de adaletsizliğin can kırığını yüklenir insanlar. Hayat çalmak sahiden bunca açık bir o kadar kolay ve bu kadar da rahatça örtülebilen bir mesele midir? Kürd sorunun her ne halde olduğunu ve aslında nasıl da bir insanlık mefhumunun başat çözümlemesi olan yaşatmak ile ilintili olduğunu sahiden ama sahiden göremiyor musunuz? Bu kadar katran karanlığının içinde bile yaşama istencine karşıt olunmasını anlamak hala zor mudur, hala çok mu uzak!
Yedi yıl sonra varılan istikamet memlekette var edilen derin karanlığı imler. O karanlığı aleni imal edenlerin devlet, devletli ve onun yönlendirdikleri olduğu da, adaletin her nasıl atıl bir odağa çekildiğini de görebilmek söz konusudur. Cerahati var edenler hayatlara kıyılmasının ardından derin bir sessizlikte buluşurlar. Karanlıkta koymayacağız, unutturmayacağız, adaleti tesis edeceğiz ve nice argüman öne sürülüp dava unutturulur. Yedi sene sonra, hak, hukuk, tek satır özür bile unutulup zorbalık mefhumu el alır, zaferini ilan eder. Aileler defalarca derdest olunur, seçilmiş vekilleri tutsak edilir.
Her yanından bir cerahat fışkıran ülkede, yaşama hakkının neden zayi olunduğunu sormak, hiç susmadan sorgulamak ve aslında kırımı var edenlerin doğrudan ifşasını talep etmek imkansız koyulur. Çürütenin devletli olduğu bir hakikatken bundan bahis açtırılmaması halen güncellenendir. Yara hep ortadadır. Yara hep yaşatılandır. Biteviye kılınanın var ettiği hemen her fecaatin nihai cehennemidir Roboski Katliamı.
Tumblr media
19'u çocuk toplam otuz dört insanın katledilmelerinin yedinci yılında Roboski'de bir anma gerçekleştirilir. Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Tuttukları yası simgeleyen siyah kıyafetlere bürünen aileler, anma için köy camisinde toplandı. Bölgede etkili olan kar yağışının dinmesiyle birlikte araçlarına bilen aileler ve anma için köye gelenler, Roboski Şehitliği’ne hareket etti.
Varılan mezarlıkta duygusal anlar yaşandı. Aileler, yitirdikleri çocukları ve yakınlarının mezar taşlarına sarılıp, gözyaşları döktü, mezarlarının üzerine yakınlarının fotoğraflarını bıraktı. Aileler, sonrasında anmaya katılanlar ile birlikte mezarlıkta açıklama yaptı. Aileler adına açıklamayı katliamda kardeşi Serhat Encu ile birlikte çok sayıda yakınını kaybeden Veli Encu yaptı.
Katliamın yaşandığı günü hatırlatan Veli Encu, “Katır sırtında, traktör römorkunda can verdik o gece, tam 34 kere” dedi.  2 bin 558 gündür yitirdikleri yakınlarının mezarları başında adalet arayışı için toplandıklarını hatırlatan Encu, ancak adalet dedikçe hakarete uğradıklarını, evlerinin basıldığını ve tutuklandıklarını ifade etti. Katliamın nasıl ve kimlerin emriyle gerçekleştiğinin bilinmesine rağmen, faillerin bulunması noktasında kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını vurgulayan Encu, katliamın karanlığa mahkum edildiğini söyledi.
En son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından iç hukuk yollarının tükenmediği gerekçesiyle ret edilen dava dosyasına dair sürece değinen Encu, “Geldiğimizi noktada Roboski Davası’nı canlandırmak, bir ölüyü canlandırmak kadar zor olmuştur” dedi. Dava dosyasının siyasetin gölgesinde nefes alıp veren mahkeme tarafından aklandığını kaydeden Encu, AİHM’in de katliam karşısında “üç maymunu” oynamayı tercih ettiğini belirtti.
Encu, dava dosyasının reddedilmesinde sorumluluğu olan kişi ve kurumları da eleştirdi. Encu, şunları söyledi:  “Biz başka şeyler de söylüyoruz ve bunları söylerken sesimiz, bizimle beraber olanların çoğunun suskunluğuyla yükselen bir duvara çarpıyor ve bu köyün dışına maalesef çıkamıyor. Siyasi ve toplumsal şöhret ya da tazminattan pay edinmek gibi amaçlarla Roboski Davası’nın sahibi gibi gezenlerin hiçbirisini, dava skandal bir şekilde sonuçlandığında ortalıkta göremedik. Biz iki kişinin esas kabahatli olduğunu söyleyip, feryadımızı Roboski dağlarına haykırıyoruz. Ama sesimiz köyden çıkmayıp, yüzümüze geri çarpıyor.
Katliamın hesabının er ya da geç sorulacağını söyleyen Encu, sözlerini AKP Hükümeti’ne yaptığı şu çağrıyla noktaladı: “Roboskililer mazlum olmayı seçmedi, ama siz zalim olmayı kendiniz seçiyorsunuz. 36 kardeşimiz hükümetinize bağlı askerler tarafından katledildi, bu gerçekten asla kaçamazsınız. Failleri ve sorumluları aklamayın, yargı sürecini şeffaf bir şekilde yeniden başlatın. Roboskililer de bütün Türkiye kamuoyu da hakikati öğrensin. Hakikatin bedeli neyse ödensin. Bırakın adalet yerini bulsun.”
Van Barosu adına Avukat, Doğan İlhan; Baro olarak Roboskili ailelerden özür dileyerek, "Fevkalade haklı bir hukuk mücadelesi gerektiren ve tarihi öneme sahip olan Roboski katliamı dosyasının ziyadesiyle ehil olan birçok hukukçudan tabiri caizse kaçırtılmasına tahammül etmiyor ve bu konuda sorumluluğu olan tüm hukukçu ve siyasetçileri öz eleştiri ve gereğini yapmaya davet ediyoruz" dedi.
Orada yaşattırılanlar bu ülkenin karanlığı daimi olan güncesinde unutturulur. Unutturulmak istenen hayat hakkının paçavra edilip, sınırlandırılabilirliği, sonunda da çalınabilirliğidir. Ol Roboski kırımından artakalan yegane hakikat bu kadar açıktır. Yanlışlıkla değil, handiyse bir yurt sınırları içinde o yerin yurttaşı olanlar hesaplanarak, ölçülüp biçilerek katledilir. Yedi yıl sonra bu ülkede o halin, mefhumun güncellediği yıkımdan bihaber bir toplum var edilmiştir.
Çürümenin, cerahatin Bakur Kürdistan’ındaki varlığı bir asır sonra Ermeni Soykırımı’ndan, o cuntacıların seksenler boyunca var ettiği dehşetten, doksanlardaki kirli bir tehcir düzeninden Roboski’ye uzanırken, onun hemen ardından üç yıl önceki abluka günlerinde yıkılan kentler, yok edilen hayatlardan Rojava’ya uzanan işgal girişimlerine afaki bir devamlılıktır. Bir asırda var edilen o cüret, kötülüğün her neye yol verdiği, her nasıl hayatı çürüttüğü düşündürücüdür.
Bir ülke bahsinden çıkış mefhumu aralıksız kılınandır. Bin Dokuz Yüz On Beşten Roboski’ye Bakur Kürdistan’ının sınırlarından Afrin’e ve yapılması planlanan operasyonlarla Suriye’ye bir devamlılık halidir; yaşatmamak! Hiçbir umudun yaşamasına müsamaha gösterilmeyen bir sınırdayız. Dört yanımız hem çürük, hem eksik, hem de yıkımın rehini. Bir naaş bu toprağın ta kalbine saplanmış öylece duruyor hala. Değil yüzleşmek, değil sorgulamak, değil anlamak kin ve hiddetle, sürekli körüklenen nefretle bir ceset (ülke) çürümeye devam ettiriliyor. Yüzleşme edimi / eylemi sahiden de ne zaman? Onca zaman sonra var edilen derin bir kırılma halinin ta kendisiyken, farkında mısınız! Hayat mefhumunun biteviye çalındığı bir düzlemde yaşamaya çalışıyoruz. Çürüme kesintisizken bir de cerahatle kayıp bir menzil kalıcı kılınıyor, anlıyor musunuz.
Tutsak vekil, Leyla Güven’in mesajıdır: “Kürt halkının bağrına açılmış kocaman bir yarasın Roboski…
Annelerin çığlıkları ile yankılanan ve başlarına bağlanılan yarasın artık Roboski…
İnsanlık ilk defa sende gördü katırlara yüklenen parçalanmış çocuk bedenlerini Roboski…
Katırlar ağlıyordu acaba dedi herkes; bombardımanda çocuklarla beraber katledilen katırlara mı, yoksa sırtlarında taşıdıkları çocuk bedenlerine mi? Kim bilir? Belki ikisine de Roboski…
Sanki şair sizin için yazmış 33 Kurşun’u değil mi? Yıllar geçse de aradan çok benziyor hallerimiz bir birine, sanırsınız ki Roboski…
Katiller adını kanla yazdılar tarihe ama Kürt halkı seni hep direngen, asil ve annelerin intikam öfkesiyle bilenmiş halinle anacak. Aşk olsun size çocuklar aşk olsun. Ne ara toplandınız siz böyle Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Enes Ata, Miray bebek ve daha niceleri…
Biz mesajınızı aldık ve talimat olarak kabul ediyoruz çocuklar. Büyüyor geride bıraktıklarınız. Bêkes’ler, Arîn’ler, Zîlan’lar, Şoreş’ler, Çiyager’ler…
‘Yeryüzü barışın ve huzurun yüzü oluncaya kadar’, çocukların özgürce büyüyeceği bir dünya yaratıncaya kadar devam edecek bu kavga… Leyla Güven”
Düzenin, düzen diye ortaya çıkanın var ettiği şey, bugün yedi sene sonra bir kez daha katranın en koyusu bir karanlık mefhumdur. Adaletin çalındığı, söz hakkının zayi olunduğu, sözün iş bu sahada artık alenen çürütüldüğü, hayatların çalınıp, tek bir gün, tek bir defa olsun adaletin, hukukun gözler önünde verilmediği, suçluların yargılanmadığı bir cerahat hali karşımızdadır. Karşı karşıya olduğumuz şey yaşatan bir vatan tahayyülünü yok eden istençtir. Yok edilmeye ant içilen hayattır, tözdür, kesintisiz yağmalanan candır. Burası hala vatan mıdır, ülke midir, yer midir, sahne midir... yara bunca kanarken... ağıtlar her yeri kapsarken... can artık eksikken...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller – Sad Truth & Human Conscience – Ata HAGHDAR – Behance
0 notes
seslimeram · 8 years ago
Text
Tövbeler, Tövbeler Olsun Ararat'a!
Tumblr media
Bir trajedinin orta yerinde var edilen karanlığın artık nesnelleştirildiği yerden, tam da hayatın kuşatıldığı bir güncellikten bildiriyoruz. Evet veyahut da hayırdan önce bu menzildeki ‘hayat’ meselinin üstü çizildi bir bunu görüyoruz. Hep bununla sınanırken daha da fazla kuşatılıyoruz bugün bu menzilde. Çürüme engin bir edim gibi el üstünde tutulurken; hainlik, teröristlik kafi gelmez gibi bir defada sıradanın sesinin topyekun bastırıldığı bir ‘güncelliği’ idame ediyoruz.
Yaşıyor muyuz bu bahis muallaktayken, yıkımın ortasında kalakaldığımız bir ‘hakikat’ olarak nesnelleşiyor, tanığıyız. Giriş, gelişme, sonuç değil başı da, şimdi ve şu anı da aynı yere çıkan tehdidin yine bininin bir kuruş olduğu bir vahamet sarmalı önümüzde bina ediliyor. Yaşamak, erke teslim olmadıkça anılmayan bir tevatüre eşitleniyor. Durumun, gidişatın alenen ve açıkça ülkede var edilenin aleni bir hayat görünümlü tutsaklığın ta kendisinin hakikat, istikbal olarak sunulması gerçek kılınıyor. İkrar ve ilam edilen bütün ol geçmişin karanlığını yeniden bugüne taşımaktır. Bu tanımlar sıralandı mı, büyük ve güçlü yeni ülke sanki dününü sonlandırmış gibi bildirimlerin artık nasıl da eften püften olduğu da meydana çıkmaktadır.
Trajedi tek istikamet, güncelliğin yegâne nesnelliğidir artık. Vaatler bitmiştir, sahne ışıkları ile o cilalı sözlerin sonu gelmiştir. Çürüten ve haliyle kendisi de çürüyen ülkenin bizatihi ta kendisi için bir adım daha atılmıştır. Erk, muktedir, iktidar tahayyülü bu sinsice karanlıkla işte hepimize paylaştırılandır. Sistemin dişlileri kırılmış olsa da eksilmiş olsa da bariz tehdit düzeneği zorbalık mekanizması halen işlevseldir. Dilden çıkan nefret hayatı kuşatmaya, eksiltmeye devam etmektedir açıkça.
Bir yerlerden tanıdık gelendir bu zalimlik, zor ve tahakkümün ceberut tahayyülleri hatırlanıp da anıldıkça görülen köye kılavuza hacet bırakmayandır. Hep bir noktada yıkımı, çürüme ve yok etmeyi amaç edinenlerin tezahürüdür mesele. Demokratikleşme mefhumu ne zaman dile getirilse ardının bir yıkım olarak var edildiği yerdir o tezahürü örnekten çok daha ötede ikrar ettirecek olan. Geçmiş bugünde var edilirken, yalan, inkâr ve riya ile örselenip, unutturulmak istenen her şey yeniden biçimlendirilir.
Bin sekiz yüz doksanların cerahatli ortamında düşman ya da mihrak edimi nasıl Ermeni’ye kefen olarak biçilmişse, buradan yirmi beş yıl sonra derin bir karanlığın ta kendisine dönüştürülmüşse, bugün de ol minvalde, şu memleketin rotası yine, yeniden belirlenmektedir. Artık her şey alenidir. Kilikya ile çevresi, Doğu Anadolu ve yöresi 1890 pogromu, 1894-6 felaketi, 1909 Kilikya yöresinde, başta Adana ve çevresindeki Ermeni yerleşim yerlerinin tamamındaki tehcir, kırım ve kıtal şu söylediğimizin bir yüzeyidir, onların bir tamamlayıcısı hamledir onca zaman sonra hala.
Her yerin altı üstüne getirilirken bir yaşam vaadi, reform paketleri, yaşam iyi olacak bahisleri hiç durmadan güncellenirken kör yıkım var edilir. İlk ölüm taarruzunun ardından Kızıl Sultan karşısındaki “meşrutiyet ilanı” ile İttihat ve Terakki’nin hayat vaadine inanan artakalan insanlar 1915 ve daha sonrasında bütün Anadolu coğrafyasında güvenin karşılığı olarak ölümle yollanırlar. Seçim veya sandık, anayasa, reform ve daha fazla özgürlük denilirken salt ‘ölüm’ çıkagelir.
Devletin ne ilk ne de sonuncu taarruzu amma ve lakin bu coğrafyanın belki en ağır kırımı yirmi beş yılda demokrasi, eşitlik, hürriyet ile bir hayat meseli öne sürülürken bina edilir sözün ardından kırım çıkagelir. Sözün yitimi ile ilk kez bunca bariz bir hayat yıkımı / soykırım var edilir. Geleceğin ülkesini, bir anlamda işte bu ülkenin ta kendisini bina etme tahayyülünde, gözden çıkartılan ol yurdun asli unsur (!) diye zamanında İttihatçılar tarafından öne sürülen, onlar da bizim kardeşimiz evladı Osmanlı, sadık tebaa diye aleni uzaya duran sıfatların arkasından çıkan, bir kan, kırım ve gözyaşı düzlemidir.
İradenin tanınmaması, kimliğin ve dilim ve inancın önemsenmesi bir kenara itildiğinde çorak bir düzlem, cehennemi bir platform kaçınılmaz sonu beraberinde getirir. Yüz iki yıl öncesinde o karanlık bu ülkeyi bir kez zapt etmiştir. Yüz iki koca yıl önce bu menzilin dört bir yanındaki hayat emaresinin üstü ol devletin zamanki efendilerince çizilmiştir. Üstelik yirmi beş yıl önce, çok daha dar bir kapsamda yapılan artık tamamen o kimlikten, Ermeni’den ilelebet kurtulmak adına şekillendirilir. Vaat olunan memlekete varmak için yıkım düze çıkmak için içteki insanı toptan gözden çıkartmak yeniden gerçek kılınandır.
youtube
1915’in karanlığına yollanmak istenen tek entelektüel kadın olan Zabel Yesayan’ın kaleme aldığı ‘Sürgün Ruhum’ bu bahsin ne hallerde insanı yerle yeksan ettiğini illa ki kandan bahsetmeden, içteki kırgınlığı göstererek bildiren bir tanıklıktır. Anlatılması zor olan 1909 Adana Katliamı için kaleme aldığı ‘Yıkıntılar Arasında’ kitabında denkleştirdiği sessizin / sözcüklerini zayi, aklını berhava olduğunu imlediği tanıklık ekseninde bildiren, olduğu gibi paylaşan Yesayan’ın yıkıntılar arasında kalakalmasının en son örneği o Sürgün Ruhum’da Emma karakterine sirayet eder.
Geçmişin ağrısı, sızısı buralardaki yaşama olan inancın topyekûn felç olması ve sonun çıka gelmesi mesel olunur. Satır satır işte bu menzilin kaybettiği, edebiyatla sarsılarak, mübalağasız cümlelerin arasında el etek çekilen hayat simgeleştirilerek sunulur. Yara halen ortadadır. “Resimlerim aslında ruhumun sessizlik dönemlerine tekabül ediyor. O vakitler sanki iç âlemimde dans eden tüm ruhlar geçip gitmiş ve her şey onların yokluğunda taşlaşmıştı. Öyle günlerde insan kendini bomboş hisseder ve bu boşluğu hatıralarla doldurmaya çalışır. O halde tablolarım, hatırlarken yaşadığım tecrübenin yansımaları ve sessizlik döneminin mahsulleri.”
Zabel Yesayan’ın kurgusu bütündeki hamleyi o son vuruştan sonra artakalanın içinde taşıdığı mesajın da bir özetidir. Kurtulmak bunca ağır, geriye dönüp bakmak bunca zorken bir de sözcüklere, resme sığınarak yol bulmak meselini ta göbekten, kestirmeden ve hemen hiç dolambaçsız ressam Emma ile birlikte önümüze paylaşır. Hayatta kalabilmek de bir mücadeledir. Her şeyin yitirildiği sıfır noktasında kalakalmanın hiç ama hiçbir zaman anlatılamayan yüzeyleri, can yakıcılığı kelimelerle karşılığını bulmaktadır. Budur zaten onca zaman sonra nasıl da bir menzilin çürüten olduğunu imleyen.
Belli belirsiz, eksik ya da bulanık bir mecaz olarak görülen belleğin içerisine hapsolmuş nüvelerin aslında o tek başına yıkım ile nasıl sınırlandırıldığını göstermek de tanıklıktır. Bugün yaşadığımız açık, aleni kırım / kıtal ve yağma güncesinde, demokrasi bahisleri edilirken geçmiş geleceğe taşınır ve yeniden işlenirken unutmadığımızdır ol mesel.
1915’in karanlığında ‘Sepastiya’ Gürün'den Halep'e yollanmış olan Antranik Dzarugyan’ın Çocukluğu Olmayan Adamlar anı-romanı tüm bu meselin bir başka can yakıcı örneğidir. Acıyı ol hayatının merkezinde taşırken bir de yetim kılınmanın, aileden uzakta geçirilen bir hayatın, belirsiz sorularla örtülmüş bir mazinin ve kan yine yeniden kanın sahnesinden hayata nasıl dönülebilir ki sorusunun yanıtının peşinde yollar arama / yaratma çabasıdır biraz da mesele.
Dzarugyan geçmişi olmayan, o geçmişi kaybetmiş olarak yolunu ararken, çocukluğunun nasıl örselendiğini de bildirir. Bir tanıklıktan çok dahası çok daha içe dokunanı bildirilir satırlar arasında. Bugüne gelenin, bugün de var edilen kötülük meselinin nasıl imal olunduğunun örneğidir yaşam hikâyesinden öteye ulaşan. Sessizliğin özü ona saplı kalan ağrıların, yıkımların kıyısında hepimizin geçmişinden bir kesit yıllar sonra ol Antranik Dzarugyan tarafından paylaşılır.
En başından bu yana izahat vermeye çalıştığımızın, anlatmak istediğimizin yekpare bir devletli aklına rehineliğimizin sonuçları bildirilendir. Açık bir biçimde nefes almanın sınırlandırılmasıdır karşılaşılan. Der Zor’dan Halep’e yollanmanın, Gürün’ü toptan hafızadan silmenin bugün yirmi birinci aynın içerisinde olan Sur ablukasından hiçbir farkı, oradaki tanıklıklardan hiçbirisinden ayrı olmadığı açığa çıkar. Şen şakrak kalemin sahibi olarak bilinen Yervant Odyan’ın Dzarugyan’ın da kaldığı yetimhaneye yaptığı ziyaretin detaylarında, ol güleç adamın sessizliğe gömülmüş halinin betimlenmesinde çıkagelendir işte ol geçmiş, geçmeyen geçmiş.
Yervant Odyan’ın ağzından salt “Yetimler, sizi çok seviyorum…” cümlesi çıkar. “Der Zor’dan yeni dönmüş, büyük çile çekmiş bir Ermeni yazar kendi soyundan binlerce yetime ne söyleyebilirdi? Her bahar, Fırat’ın azgın sularının ana babalarının kemiklerini parça parça kıyıya attığını gören o yetimlere…” Yervant Odyan’dan, Antranik Dzrugyan’ın çocuk zihnine yapışan, bulaşan, içine sinen bu karanlık imalinin aslında nasıl bir kötülük olduğunun belgesidir. Kelimeler birbiri ardına güncellenir gel gelelim yıkım, yok etme ve çürüyen us, beden, gelecek her zaman olduğu gibi bu coğrafyanın hemen hemen her günündedir. Sözün bir hiç kılınması sonunun yıkım, katliam ve nice acıyla sonlandırılması bir laf yahut da tevatür veya mübalağa değildir.
Yesayan ve Dzarugyan’ın meramları tam da o devrede bu sınırın dört bir yanında var edilmiş olanı bildirir / gösterir. Hayatın biçiminin artık uluorta zalimliğe rehinelik / biat olarak sunulduğu yerde cürümler yüz iki yıldır süreğendir. Sırf Ermeni’ye de değildir yok etme, tehcir, kıtal ve soykırım. Hiç yüzleşme konusunda adım dahi atılmayan yara meselinde Ermeni ile birlikte gözden çıkartılanlar Nesturi, Süryani, Rum, Pontos Rum, Kıpti, Arap Hristiyan, Marunî, Ezidi, Çingene ve dahi Alevi ve Kürd olarak sırasıyla güncellenir.
Devletli aklının eylediği tek tip ülke, tekil insan modeli / ruhu / inancı dışındaki her kesimi o zamanlardan bugüne halen hedeftir. Artık “kesmiş olsaydık hiçbiriniz hayatta kalmazdınız” değil çirkeflikle yol bulan Haşmet Babaoğlu, Hayrettin Karaman, Güneş Gazetesi Yazarı Uygur Kayahan gibi nicelerinin tehditleri, yıldırı ve tahakküm mesajları bir düşünce olarak addedilir. Yirmi bir aydır Bakur Kürdistan’ındaki yıkım sahasında sayılan, dökülen nefret, Ermeni kimliğine hakaret bunun bir öncülüdür. Geçmiş şimdide var edilendir.
Duvar yazılarından ibaret değildir açık seçik küfürlerden güvenlik araçlarından yapılan baskın anonslarındaki nefret cümlelerine, yayılan bütün propaganda kayıtlarına hep, her zaman, öteki sanılanın, o Ermeni’nin bu topraklardan kazınmasını istenir. Ermeni zaten sessizdir. 1890’dan 1915’e uzanan karanlığın dehşetinde sesi ve sözü bir daha çıkmayacak kadar boğulmuştur ol Ermeni’nin. Bir siyasi manevra gibi kıtal ve tehcir kelimeleri özellikle her resmi belgede, not ve tanıklıkta yer bulsa da asıl mesele Karaman, Babaoğlu, Kayahan gibi isimlerin imalarında, bildirimlerinde karşımıza çıkar.
Ermeni ile komple sessizleştirilen hep böyle olmasına çalışıldığı artık zikredilmekten çekinilmeyen bir karanlıktır savunulan. Cürüm ekseriyetle savunulandır. Yıkım belgelenmiş olsa da görülmeyen, onca tanıklığa rağmen işitilmekten bir özenle kaçınılandır. “Gâvur” ağızlara pelesenk edildiğinden bu yana sabit ve sabık bir utanç vesikası sahip çıkılandır. Medz Yeghern’den, Sayfo, Küçük Anadolu Kırımından karanlığın o bin bir türlü adlandırılmış evresine bu sahip çıkış can yakandır. Kim, kime “şiddet” uygulamış değildir bu raddede mesel hangi nedenler öne sürülerek “insanlar” gözden çıkartılmıştır budur hiçbir türlü sorgulattırılmayan.
Tumblr media
Şahan Şahnur’un Sessiz Ricat’ı bu yanıtsızlık içerisine mahpus olmuş Ermeni’yi sorgular. Yüz iki koca yıldır sorgulanan ol mesele, bu sınırın içinden dışında kalana, artakalanın her gününde yer eden ol sorguyu, sessizliği yıkmayı amaç edinir. Gerçekte bir şamardır, Şahnur’un roman kahramanlarından Suren’e seslendirttiği mesele. Bugün Nisan, bugün Nisan 24, bugün Nisan 24 ve hala takvimler 1915. Bugün Nisan 24 1915 ve hala sessiz halen suskun kalmaya mahpus edilmişler / siz susun biz konuşuruz sizin yerinize diyenlerin ol cüreti her yanımızı kuşatıyor.
Sessizlik yıkımı, bunca yüzleşme ihtimalinin önünü almakta hiç gocunmayan devletlilerin dünyasında özdeki yükümüzü bildirmektedir. Yüklendiğimizi Suren seslendirsin bir kez daha. “Ricat, Ermenilerin ricatı. Kavga kutsal şeydir, muharebe de kimi zaman onun kadar faydalı olabilir. Mağlup veya muzaffer, bunlardan bir ulus doğar, fakat iki koşulda da doğar. Ama ruhların ricatı, baş döndürücü bir yokuştan aşağı sürüklenen o ricat her şeyi siler, eritir, yok eder… Ana – baba, evlat, dayı, damat ricat eder; şan, tutum, ahlak, sevgi ricat eder. Dil ricat eder, dil ricat eder, dil ricat eder. Ve bizler, sözle ve eylemle, isteyerek veya istemeden, bilerek veya bilmeden ricat ederiz. Tövbeler, tövbeler olsun Ararat'a!”
Geçmiş bugünde var edilirken, yalan, inkâr ve riya ile örselenip, unutturulmak istenen her şey yeniden biçimlendirilir. Sessiz ricat hayatımızı tırpanlarken, burada kalma cüretindekiler için sınav her gün yeniden başlamaktadır. Ermeni ve Türk’ü değil herkesi ve hepimizi kapsayandır. Yüzleşmek, anlamak, görmekten imtina ettikçe çürümek kesintisizdir. Susacak mısınız! Hala mı sessizsiniz! Suren bizim namımıza da sesleniyor hala... “- Tövbeler, tövbeler olsun, Ararat’a!”
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller 
Armenian Genocide Survivors Art Ehibit – Katie FALKENBERG – Los Angeles Times 
Surviving Witnesses – Armenian Genocide – Museum Yerevan – 2008 – Raffi YEDALIAN 
Video Komitas – Chinar Es / Չինար ես / Mischa MAISKY, Orchestre National De Belgique, Arranged By Alexandr IRADYAN
Meseller
Bir 9 Bir Beş 
İki Bin On Beş 
#24Nisan: Hala Buradayız!
#KampArmen: Gitmeyeceğiz, Yıktırmayacağız, Tükenmeyeceğiz 
Ցաւդ Տանեմ ‎(CʿAwd Tanem)
5 notes · View notes