#biyopolitik
Explore tagged Tumblr posts
Text
Müşterek Talanı
İkiyüzlü bir devinim içinde müştereklerimiz tarumar ediliyor. Bir yandan atıldı mı hemen hiç mangalda kül bırakılmayan hak tanzimi bahisleri açılırken öte yanda her şeyin eksik bir biçimde yarım yamalak kılınmasında yol alınır. Demokrasi pratiklerinde her anlamda uzaklaşılırken ortaya çıkan ucube düzen o müştereklerimizin yıkımını beraberinde yalın bir biçimde getirmektedir. Tümüyle doğrudan müdahalelerle hayat mefhumu tahrif edilip, tarumar olunuyor artık. Ekranlardan ve sahnelerden bambaşka bir yerin imgesi hemen tüm sözcüleriyle, imgeleriyle bildirilirken yaşanan yerin hakikati tarumar olunmasını bir türlü gizlemeye kafi gelmez. Hayat sıradan halk için esaret kılınır. Düze çıkılacak denilip durulurken, daim kalıcı bir çözümleme ve çökertme istikametinde yürümeye devam eder o muktedir ve avenesi. Yirmi bir yıllık bir iktidar deneyiminin suna geldiği konforla bir, beraberce dediğim dedik çaldığım düdük diye gidilen yolların ortasında, tek bir tökezleme dahi sıradandan bilinir. Oysa yönetenlerin bu halka hizmetkar olduklarından bahis açılıp durulur her durumda. Herkesin bildiği şekliyle egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diye bir veciz paylaşılıp durulurken, o millet bu millet değilse her kimdir ki!
Doğrudan, amasız, fakatsız bir yıkıcılık ekseninde tarumar edilmiş olan müştereklerimizi görebilmek mümkündür. Daha çok yakın zamanlarda var edilmiş Gezi direnişine sebebini sağlayan tarumar edilmiş doğanın ta kendisinden bunu görebilmek mümkündür. Kimisini bir sermayeye, kimisini özel şahıslara terk edilen arsaların varlığından, kamusal alanların birer hidroelektrik santral yapılması çabasından, termik santral yapılanına, bunları da aşan altın / bor vesaire madenciliğinde, kömür ocakları için imtiyazlı addedilen eline kan otura duran sermayeye peşkeş çekmelere vatan sevgisinin binbir türlü sureti ile o müştereklerin talanına örnek verilebilir. Bunlarla kalsa iyidir iki gıdım tatil hakkını, sahil kenarında bir soluk alma ihtimalini toptan tarumar eden, yedi-sekiz yıldızlı, bol yaldızlı, et pazarlarına, silah ve uyuşturucu pazarlarına sahne kılınan, hep ağır ağabeylerin, hatırlı insanlar denile gelen tiplemelerin birbirlerinden beter al takke ver külahlarına sahne kılınan otel rantları, plajlarını, diskolarını, tiny houseları, butik villaları, rezidansları ve daha bilmem neleri için heder edilen arazileri de göz önüne getirebiliriz pekala. Tümüyle kesintisiz kılınanın o tarumar etme, düpedüz yalın bir biçimde iğdiş edilen bir toprak parçasından ibaret değil topyekun sıradan insanların da müştereklerinin tüketilmesi olduğu son kertede barizdir.
Bianet’ten Vecih Cuzdan’ın haberini aktaralım: “6 Şubat depremlerinde büyük yıkıma uğrayan Hatay’da ‘rezerv alan’ belirsizliği ve yurttaşların bu belirsizliğe karşı tepkileri büyüyor.
Antakya ilçesine bağlı Akasya, Aksaray ve Saraykent mahallelerinin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından ‘rezerv alan’ kapsamına alınmasına tepki gösteren yurttaşlara polis müdahale etti.
Saraykent Şükrü Balcı Caddesi üzerinde bulunan bir petrol istasyonu önünde toplanarak eylem yapmak isteyen yurttaşlara müdahale eden polis, bazı yurttaşları darp ederek gözaltına aldı.
Yaşananların ardından bölgeye gelen Hatay Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürü İsmail Ceylan, “22. Bölge, yani sizin deyimizle ‘mavi çizgili yerde’ bizim bir uygulamamız yok. Şu an için projelendirmemiz de yok. Şunu özellikle arz ediyorum: Devletin vermiş olduğu desteklerden faydalanın ki evi yıkılan vatandaşlarımız yerinde dönüşümle kendi evlerini rahatlıkla yapsınlar” dedi.
Yurttaşlar ise “Benim evim hasarsız, ben istemiyorum”, “Yalan” diyerek tepkilerini sürdürdü.
Nermin Yıldırım Kara: Kolluğun müdahalesi kabul edilemez
bianet’in telefonla ulaştığı CHP Hatay Milletvekili Nermin Yıldırım Kara, “Bugün yaşanan protestolar, depremzede yurttaşlarımızın evlerinin rezerv alan statüsünde olup olmadığının cevabını net bir şekilde almak üzere gerçekleştirilmiştir. Hatay Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Hatay İl Müdürü ve bakanlığın sitesindeki bilgilerin uyuşmaması sebebiyle yurttaşlar bu durumu protesto etmek ve haklarını savunmak istemişlerdir” dedi.
Nermin Yıldırım Kara, yurttaşların sağlıklı bilgiye erişemediğine ve muhatap bulamadığını vurgulayarak, “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü ‘22. bölgede bir projemiz yok’ diyor ama bakanlığın internet sayfasında bu görülüyor. Birbirinizden haberiniz mi yok sizin?” dedi.
Depremzede yurttaşlara yönelik polis müdahalesine tepki gösteren Nermin Yıldırım Kara, şunları kaydetti:
“Biz deprem yaşamış bir kentiz ve insanlar mağdur oldukları bir konuda itiraz yükseltiyorlar. Gözaltı nedir ya? Kolluğun müdahalesi kabul edilemez. Bakın, o rezerv alan ilan edilen yerlerde hasarsız, az hasarlı evler de var. Geçmişte Bakan Özhaseki çıktı, ‘Biz genelde boş alanları rezerv alan ilan ediyoruz. Dolayısıyla bizim milletin hasarsız eviyle bir işimiz yok. Geçin oturun’ dedi. Bunun üzerine insanlar evlerinde tadilat ve güçlendirme yaptı, milyonlarca lira masraf ettiler.”
“Böyle bir yöntem olamaz”
Yurttaşların hasarsız ve az hasarlı evlerinden çıkartılmak istendiğini belirten Nermin Yıldırım Kara, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Antakya’nın tamamını ‘rezerv alan statüsündedir’ diye kağıt yapıştırıp vatandaşa ‘Evinizi tahliye edin, yoksa kollukla sizi buradan çıkartırız’ diyorlar. Ama bunun bir mantığı yok. İnsanların itiraz ettiği temel sorun bu. Bizim de itirazımız bu yönde. Hasarsız evlere dokunmayın, bırakın az hasarlı evlerde insanlar otursun. Şu anda Hatay'da zaten sağlıklı bir yapı stoku yok. Buradaki mahallelerin tamamına ‘15 gün içerisinde alanı boşaltın’ diyorlar. Bu insanlar nereye gidecek? Böyle bir yöntem olamaz.”
Rezerv yapı alanı nedir?
“Kentsel Dönüşüm Kanunu” olarak bilinen 6306 sayılı kanun uyarınca gerçekleştirilecek uygulamalarda yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere, TOKİ’nin veya İdarenin talebine bağlı olarak veya resen Bakanlıkça belirlenen alanlardır. Ancak 9 Kasım 2023’te yapılan değişikliklerle kanundaki “rezerv yapı alanı” tanımı da değiştirilerek halihazırda yerleşim alanı olan yerlere de el konulmasının önü açıldı.”
Doğrudan müşterek talanının her neye tekabül ettiğinin de örneklerinden birisidir o rezerv yapı alanı uygulaması. Depremin yıkıcılığının belki de doğrudan en çok tarumar ettiği bir sahnede, olur olmadık herhangi bir yerin istimlak edilmesinin sıradan insanların yaşamsal haklarını göz ardı ederken sesi çıkmayan bir iktidarın zoruyla / şiddetiyle birlikte imalinin ta kendisidir sorgulanması gereken. Evrensel Gazetesinden Hatay, Defne'den rezerv alan mağduru bir yurttaşın meramını paylaşalım:
“Hatay’da rezerv alan tartışmaları sürüyor. Sürdükçe de bizler için belirsizlik devam ediyor.
Rezerv alanı içinde evleri kalan ve evi az hasarlı olanlarla ağır hasarlı olanları karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Sırf rezerv alanı içinde olduğu için, az hasar almış evinden olmak istemeyenlerin mağduriyeti ne olacak? Bunu istemeyenler ne yapacak? Evinden, yurdundan olmak istemeyen halk ne yapacak?
Geçtiğimiz gün Türk Tabipler Birliği-KESK Koordinasyon Merkezi’nde, Hatay Deprem Dayanışması Derneği ve Hatay Depremzede Derneği bir panel düzenledi. Konuşmacı olarak da Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası Hatay Şubeleri ve Hatay Barosu Afet Komisyonu’nu geldi.
“Rezerv alan, riskli alan sorunu” üzerine konuşulan panele halkın katılımı da yoğundu. Hatay halkı olarak rezerv alanlarının belirsizliğini koruduğunu yapılan açıklamalardan kaynaklı ciddi sıkıntılar yaşadığımızı bir kez daha dile getirdik.
Evrensel Gazetesi aracılığıyla da tekrar edeyim, panelde de konuştuk. Devlet hiçbir güvence vermeden ihaleler veriyor, halka sormadan, talepleri belirlemeden, hiçbir bilimsel çalışma yapmadan paylaşımlara başladı. Demografik yapı düşünülmüyor.
Mimarlar Odasından konuşan katılımcı da yapılan uygulamanın halkın kendi toprağını elinden alınması olduğunu söyleyerek, “Halk olarak kendi gücümüz yetmeyecektir kendi evimizi yapmaya, örneğin apartmanlar vs. var. Tamam devlet bize yapsın, bir yere kadar kabul edelim ama bizim reddettiğimiz şeffaf olmaması” dedi.
Evet, bize sorulmuyor, şeffaf olunmuyor. Meslek odalarına dahi bir açıklama yapılmıyor. Biz bilimsel verilerle, halkın talepleri doğrultusunda, şeffaflıkla bu işin yürütülmesini istiyoruz.
Hatay Barosu’ndan avukat da “madem bizi dinlemiyorlar, bize danışmıyorlar o zaman rezerv alanına karşı her mağdur vatandaş itiraz dilekçesi yazsın” dedi. Rezerv alanı içinde evleri olanlara tebligatlar geliyor, “15 gün içinde rezerv alanın içindeki evi boşaltman lazım” diye. Öğrendim ki bu süre içinde bizim de itiraz hakkımız var. Ne kadar çok itiraz edersek devlet bizi o kadar çok dinlesin istiyoruz. Avukatın da dediği gibi, “O yüzden itirazlarımızı çoğaltalım.”
Biz bu belirsizlik içinde daha çok beklemek istemiyoruz. İhaleler verilmiş durumda. Ama hâlâ Hatay halkının bilgisi yok. Neden gizli yapıldığı da muamma? Ancak biz itiraz edeceğiz, bizler barınma hakkımızı savunacağız!
Yasal bir güvence istiyoruz. Adil, şeffaf, bilimsel çalışmalar doğrultusunda, sosyal yaşamın ve demografik yapının bozulmamasını istiyoruz.”
İkiyüzlü bir devinim içinde müştereklerimiz tarumar ediliyor. On altı ay önce yaşanmış ol depremin ardından bugün halen yaraların sarılamadığı, bırakalım bir yaşamda tutma hali ve çabasını, insanların şimdisinin dahi köreltildiği, ellerindeki umut kıvılcımlarının dahi çalındığı bir yerde, barınma hakkının gasp edilmesiyle son vuruş gerçekleştirilmek istenir. Ölümden kurtulup hayatta kalmanın zorluklarını onca acıya rağmen var edebilenlere elini korkak alıştırmadan bir şamar daha indirilir devletçe. İhaleler dağıtılırken orada kalanları, o kenti ayakta tutanları görmek bir yana bir tek sorularına dahi yanıt verilmeden günler ve günler geçirilir. Belirsiz değil doğrudan bir tahakküm pratiği içerisinde müştereklerimizin sureti temsili bir kere daha hayal kırıklıklarına çıkartılır. Kötülüğün arşıalaya çıkartıldığı bir zeminin her günü cehennemin ta kendisidir. Böyledir.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel – Zorunlu Kaynakça Gazete Duvar
Meramda Paylaşılan Haberler
Hatay'da 'Rezerv Alan' Protestosuna Polis Müdahalesi – Vecih CUZDAN – Bianet
https://bianet.org/haber/hatay-da-rezerv-alan-protestosuna-polis-mudahalesi-296226
Bizler Barınma Hakkımızı Savunacağız – Defne’den Rezerv Alan Mağduru Bir Yurttaş – Evrensel https://www.evrensel.net/haber/520320/bizler-barinma-hakkimizi-savunacagiz
#meram#arzihal#müştereklerimiz#hatay#antakya#demografi#yıkım#talan#vergi#deprem#6şubat#kör karanlık#tahakküm etme#yıldırı#biyopolitik#cerahat#söz#demokrasi#adalet
2 notes
·
View notes
Text
Güney Koreli felsefeci, kültür kuramcısı Byung-Chul Han: Koronavirüs bizi bir ‘sağ kalma toplumuna’ indirgedi
Ahmet Çınar
Güney Koreli felsefeci, kültür kuramcısı, yazar Byung-Chul Han, koronavirüsle birlikte ortaya çıkan toplumu “İyi yaşama duygusunu tamamen kaybeden, hazzın da sağlığa feda edildiği bir sağ kalma toplumu” olarak nitelendiriyor. İspanya merkezli uluslararası haber Ajansı EFE muhabirleri Carmen Sigüenza ve Esther Rebollo’nun sorularını yanıtlayan Han, “Bu gidişle sanki daimi bir savaş halinde yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak nihai gerçeğimiz haline gelecek” diyor. EFE’de yayımlanan söyleşiyi Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.
Güney Koreli felsefeci, kültür kuramcısı, yazar Byung-Chul Han, Efe’yle bir röportajında Covid-19 sonrası dünyayı böyle gördüğünü anlatıyor: “İyi yaşama duygusunu tamamen kaybeden, hazzın da sağlığa feda edildiği bir sağ kalma toplumu.”
1959’da Seul’de doğan Han, halen yaşadığı Almanya’da felsefe, edebiyat ve teoloji çalıştı. Kaçınılmaz olarak toplumu tükenme noktasına götüren aşırı bilgi ve olumluluğun, aşırı şeffaflık ve aşırı tüketimciliğin istilası altında olduğunu belirttiği modern toplumu eleştiren önemli seslerden birisi.
Hem yerel hem de küresel şöhrete sahip Koreli felsefeci, koronavirüsün gözetleme rejimleri ve biyopolitik karantinalar dayatmasına, özgürlükleri daraltmasına, hazza son vermesine ve kitlesel histeri ve korku ortamında bir insaniyet yoksunluğunu açığa çıkarmasına dair endişelerini EFE’yle paylaştı.
Han, Covid-19’un gizli sosyal farklılıkları ortaya çıkardığını vurgularken, “küreselleşmenin ilkelerinden birinin kârları maksimize etmek” olduğuna, “sermayenin insan sevmediğine” ve “ölümün demokratik olmadığına” dikkat çekiyor. Ona göre, salgının zirve noktasında bu nitelikler “ABD ve Avrupa’da pek çok hayata mal oldu.”
Byung-Chul Han bu krizin “dünyanın gücünün Batıdan uzaklaşarak biraz daha Asya’ya doğru kaymasına” yol açacağından emin –bu, yeni bir çağın şafağı.
Covid-19 insanın savunmasızlığını demokratikleştirdi. Artık daha kırılgan ve daha yönlendirilebilir olduğumuzu düşünüyor musunuz? Otoriterizm ve popülizmin kucağına düşmemiz daha mı kolay olacak?
Covid-19 şu anda insanın savunmasızlık ya da ölümlülüğünün demokratik olmadığını ama sosyal konuma bağlı olduğunu gösteriyor. Ölüm demokratik değildir. Covid-19 hiçbir şeyi değiştirmedi. Ölüm hiçbir zaman demokratik olmamıştı. Özel olarak salgın ise toplumlardaki farklılıkları ve toplumsal değişimi açığa çıkarıyor. Birleşik Devletleri düşünün. Diğer gruplarla kıyaslandığında, çok daha fazla sayıda Afro-Amerikalı ölüyor. Aynı durum Fransa için de geçerli. Paris’i düşük gelirli kenar mahallelere bağlayan metro vagonları tıka basa doluysa sokağa çıkma yasağının ne anlamı var? Banliyöden gelen göçmen kökenli yoksul emekçiler temastan kaçınamaz ve Covid-19 nedeniyle ölür. Çalışmak zorundasınızdır. Bakıcılar, fabrika çalışanları, temizlikçiler, satıcılar ya da çöpçüler evden çalışamaz. Öte yandan, zenginler şehir dışındaki villalarına çekilirler. Dolayısıyla, salgın sadece tıbbi değil aynı zamanda sosyal bir sorundur. Almanya’da ölü sayısının o kadar yükselmemesinin bir başka nedeni de sosyal sorunların diğer Avrupa ülkeleri ve ABD’deki kadar ciddi olmamasıdır. Almanya’daki sağlık hizmetleri sistemi ABD, Fransa, İngiltere ya da İtalya’dakinden çok daha iyi durumdadır. Ama Covid-19 Almanya’da bile sosyal farklılıkları ortaya çıkarır. Almanya’da da sosyal açıdan zayıf olan daha önce ölür. Arabanın masrafını karşılayamayan yoksullar otobüsler, tramvaylar ve metrolara doluşur. Covid-19 bize ikinci sınıf bir toplumda yaşadığımızı gösterir. İkinci sorun ise Covid-19’un demokrasiye uygun olmamasıdır. Korkunun otokrasinin beşiği olduğu gayet iyi bilinir. Bir kriz durumunda insanlar güçlü liderler ister. Viktor Orban büyük ölçüde bundan yararlanıyor. Olağanüstü hali normalmiş gibi gösteriyor. Ve bu da demokrasinin sonudur.
Özgürlük ya da güvenlik? Salgınla mücadele için ödeyeceğimiz bedel nedir?
Salgın nedeniyle bir biyopolitik gözetleme rejimine doğru ilerliyoruz. Yalnızca iletişimimizi değil bedenlerimizi de: sağlığımız dijital gözetlemeye tabi olacak. Kanadalı yazar Naomi Klein’a göre, krizler yeni bir kurallar sisteminin habercisidir.
Bu salgın şoku, sürekli olarak sağlık durumumuzu izleyen bir biyopolitik disiplin toplumunda, denetleme ve izleme sistemiyle bedenlerimizin kontrolünü ele geçiren dijital biyopolitikanın küresel olarak yerleşmesini sağlayacak. Batı, salgın şoku karşısında liberal ilkelerinden vaz geçmek zorunda kalacak. Sonra da özgürlüğümüzü kalıcı olarak kısıtlayan bir biyopolitik karantina toplumuyla karşı karşıya kalacak.
İnsanların yaşamında korku ve güvensizliğin sonuçları nelerdir?
Virüs bir aynadır. Nasıl bir toplumda yaşadığımızı gösterir. Önünde sonunda ölüm korkusuna dayalı olan bir sağ kalma toplumunda yaşıyoruz. Bugün, sanki daimi bir savaş haline yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak nihai gerçeğimiz haline geliyor. Yaşamın tüm güçleri yaşamı uzatmak için kullanılıyor. Sağ kalma toplumları iyi yaşama duygusunu tümüyle yitirir. Haz, kendi içinde bir amaç durumuna yükseltilen sağlığa feda edilir. Sigara yasağı örneğindeki katı yaklaşım sağ kalma histerisine tanıklık eder. Hayat giderek yalnızca sağ kalma çabasına dönüştükçe ölüm korkusu da artar. Salgın, özenle bastırdığımız ve dışladığımız ölümü tekrar görünür kılar. Kitlesel medyada sürekli olarak ölümün yer alması insanları sinirlendirir. Sağ kalma histerisi toplumu fazlasıyla acımasız yapar. Komşunuz, uzak durulması gereken olası virüs taşıyıcısıdır. Yaşlı insanların bakım evlerinde yalnız ölmesi gerekir çünkü bulaşma riski nedeniyle kimsenin onları ziyaret etmesine izin verilmez. Yaşamı birkaç ay uzatmak yalnız ölmekten daha mı iyidir? Sağ kalma histerimiz sayesinde iyi bir yaşamın ne olduğunu tamamen unuttuk. Sağ kalmak için, hayatı yaşanmaya değer kılan her şeyi gönüllü olarak feda ettik: sosyallik, topluluk ve yakınlık. Salgın göz önüne alınarak, temel hakların radikal biçimde kısıtlanması hiç tartışmasız kabullenildi. Paskalyada bile dini törenler yasaklandı. Papazlar da sosyal mesafe uyguladı ve koruyucu maske taktı. İmanı sağ kalmaya feda ettiler. Mesafeyi korumak iyilik anlamına geliyor. Virüs bilimi ilahiyatın gücünü elinden alıyor. Herkes mutlak yorum egemenliğine sahip virologları dinliyor. Yeniden diriliş hikayesinin yerini sağlık ve sağ kalma ideolojisi alıyor. İnanç, virüs karşısında yozlaşarak bir güldürüye dönüşüyor. Ve bizim Papa Francis? Aziz Francis cüzzamlılara sarılmıştı… Virüs korkusu ve paniği abartılıyor. Almanya’da koronavirüs nedeniyle ölenlerin yaş ortalaması 80 ya da 81. Almanya’da ortalama yaşam beklentisi 80,5. Virüse verdiğimiz panik tepkisi toplumumuzda bir şeylerin yanlış olduğunu gösteriyor.
Koronavirüs sonrası toplumumuz doğaya daha fazla saygı duyar mı, daha adil ve iyi olur mu? Yoksa bizi daha bencil ve bireyci mi yapar?
“Denizci Sinbad” diye bir masal var. Sinbad bir seyahatinde Cennet bahçesine benzeyen küçük bir adaya varır. O ve yanındakiler adada ziyafet çeker, yürüyüş yapar ve bir ateş yakarak kutlarlar. Sonra aniden ada eğrilir. Ağaçlar eğrilir. Aslında ada dedikleri şey uzun zamandır hareketsiz olduğu için üzerinde kum biriken ve ağaçlar büyüyen dev bir balığın sırtıdır. Sırtında yakılan ateş balığı rahatsız etmiştir. Balık derine dalar ve Sinbad denize düşer. Bu masal bir meseldir: insanda temel bir körlük olduğunu öğretir. Neyin üstünde durduğunu bile göremez ve kendi yıkımını hazırlar. Alman yazar Arthur Schnitzler, yıkım merakı açısından insanlığı bir hastalıkla kıyaslar. Dünya üzerinde insafsızca çoğalan ve sonunda bizzat konakçıyı mahveden bir virüs ya da bakteri gibi davranırız. Büyüme ve yıkım birlikte gelir. Schnitzler insanların yalnızca ilkel seviyeleri anlayabileceğine inanır. Üst seviyelere ise bir bakteri kadar kördür. Dolayısıyla, insanlık tarihi -insanın ille de zarar verdiği- ilahi olana karşı sonsuz bir bir mücadelenin tarihidir. Salgın, insanın acımasızlığının bir ürünüdür. Son derece hassas olan ekosisteme acımasızca müdahale ederiz. Paleontolog Andrew Knoll insanın evrim pastasının yalnızca kreması olduğunu söyler. Gerçek pasta ise o narin yüzeyi istediği zaman yarıp geçme ya da istila etme tehdidi içeren bakteri ve virüslerden oluşur. Bir balığın sırtının güvenli bir ada olduğunu sanan denizci Sinbad insan cehaletinin kalıcı bir metaforudur. Doğa güçleri tarafından uçurumun derinlerine atılarak parçalanması sadece bir an meselesiyken, insan kendisinin güvende olduğunu düşünür. İnsanın doğaya sergilediği şiddet daha güçlü olarak ona geri döner. Bu, Antroposen diyalektiğidir. Bu İnsan Çağında, insanoğlu hiç olmadığı kadar büyük tehdit altındadır.
Covid-19 küreselleşme için ölümcül bir yara mıdır?
Küreselleşmenin ilkelerinden biri de kârları maksimize etmektir. Örneğin, koruyucu maske ya da ilaç gibi tıbbi ürünlerin üretimi Asya’ya taşınmıştır. Bu durum, Avrupa ve ABD’nde pek çok yaşama mal oldu. Sermaye insan sevmez. Artık insanlar için değil sermaye için iş yapıyoruz. Marx sermayenin insanı üreme organına indirgediğini söylemişti. Bugün aşırı uçlara taşınan bireysel özgürlük, bizzat sermaye fazlasından başka bir şey değildir. Kendimizi tatmin ettiğimiz inancıyla kendimizi sömürüyoruz. Ama gerçekte birer hizmetçiyiz. Kafka, öz-sömürünün paradoksal mantığına dikkat çekmiştir: hayvan, kırbacı efendinin elinden çekip alır ve efendi olmak için kendini kırbaçlar. Neoliberal rejimde insanlar böylesine saçma bir durumdadır. İnsanlık, özgürlüğünü geri kazanmalıdır.
Koronavirüs ve yarattığı sonuçlar dünya düzenini değiştirir mi? Dünya gücünü kontrol etme ve ona egemen olma mücadelesini kim kazanır? Çin, ABD karşısında güçlenir mi?
Olasılıkla Covid-19 Avrupa ve ABD için hayra alamet değil. Virüs fiziksel bir sınavdır. Liberalizme pek de değer vermeyen Asya ülkeleri -Batı için hayal bile edilemez olan- dijital biyo-politik gözetlemelerin yardımıyla hızla salgını kontrol altına aldılar. Avrupa ve ABD sürüklenip duruyor. Salgın karşısında pulları dökülüyor. Zizek virüsün Çin rejimini devireceğini iddia etti. Zizek yanılıyor. Bunların hiçbiri olmayacak. Virüs Çin’in gelişimini durduramayacağı gibi tam aksi olacak. Çin şimdi salgına karşı başarılı bir model olarak kendi otokrat gözetleme devletini de satacak. Eskisinden daha büyük bir gururla, dünyaya kendi sisteminin üstünlüğünü gösterecek. Covid-19 dünya gücünün biraz daha Asya’ya doğru kaymasını sağlayacak. Bu açıdan bakıldığında, virüs bir dönemin bitişine işaret eder.
(Çeviri: Ayşen Tekşen)
Byung-Chul Han kimdir?
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı. 1959’da Seul’de doğdu. 1980’lerde Almanya’ya taşınarak felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisine yoğunlaştı. Freiburg’da doktorasını tamamladıktan sonra 2000 yılında Basel Üniversitesi’nin felsefe bölümüne katıldı. Akademik kariyerine çeşitli üniversitelerde devam eden Han, araştırmalarında on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı, estetik, din, medya kuramı ve kültürlerarası felsefe gibi konulara yöneldi. Günümüz toplumuna dair derinlikli çözümleme ve eleştirileriyle dikkat çeken Han, 2012 yılından beri Berlin Sanat Üniversitesi’nde ders veriyor. Bazıları birçok dile çevrilmiş on altı kitabı bulunan yazarın eserleri arasında şunlar sayılabilir: Şiddetin Topolojisi, Şeffaflık Toplumu, Zamanın Kokusu, Psikopolitika, Eros’un Istırabı.
0 notes
Text
Sayıların Biyopolitikası
Sayı saymak gündelik yaşamımızın bir parçasıdır. Ne var ki, Covid-19 salgını esnasında sayılar, zaten büsbütün biyopolitik olan karakterlerini gözler önüne serdikçe daha da fazla sayılmaya başlandı. Medya bizi her gün onaylanmış koronavirüs vakası ve hastalıktan vefat edenlerin sayılarıyla bombardıman altında tutuyor. Bu yazıyı kaleme aldığım 18 Mart 2020 tarihinde (enfeksiyon kapanların ve…
View On WordPress
0 notes
Text
Cesaretinizi nasıl alırsınız? / Doğan Alpaslan DEMİR
Cesaretinizi nasıl alırsınız? / Doğan Alpaslan DEMİR
Cesaretinizi nasıl alırsınız?
Alman yazar N. Mahler, Der totale Rausch isimli kitabında Naziler hakkında bir dizi iddiayı gündeme taşımıştır. İddialar yeni değil, nedir, kitap faşizmin biyopolitik yanının daha iyi anlaş��lmasını sağlamış görünüyor. Anlıyoruz ki, Naziler Polonya işgalinden, SSCB saldırısına kadar her cephede pervitin adıyla bilinen ve kimyasal içeriği metamfetamin olan bir “ilacı”…
View On WordPress
0 notes
Text
Hekim ve Heybesi
Hekim ve Heybesi Beltan Özen Demir Nota Bene Yayınları
“Hippokrates ve “hatanın öğretmenliği” meselesi, bir dert edinme ve bilim yolcusu olma meselesi olarak da okunabilir. Kendi başına (per se) bir bilim olmayan, bir bilimsel ve bilimler-arası disiplin olan tababette hiçbir şey “yüzde yüz” değildir. Tıbbî pratiği zorlaştıran da, keyifli kılan da bunca olasılık ve olumsallık karnavalıdır.”
Bu kitapta yer alan metinler, izleğini şu veya bu ölçüde saha formasyonunun ve klinik nosyonun belirlemiş olduğu metinlerdir: Klinik karar ve tanılama sürecinin mutfağı, hastalığın anlam dünyası, neoliberal sömürgeciliğin gölgesinde sağlık hizmetleri, tıp tarihi, biyopolitik bir strateji olarak tıp ve marjinal kimlikler, heteronormatif bilim ve ideolojisi, sağlık eşitsizliği, yaşam bilimleri ve medikal antropoloji, beyin araştırmaları (sinirbilim) ve deneysel sınırlılıkları, edebiyat ve hekimliğin birbirine yaklaştığı tıbbî yazın evrenine bir seyahat, kadın hastalıkları ve doğum pratiğinin hasta-hekim ilişkisinin doğasına ilişkin günümüzde isabet ettiği karşılıklar, ritüel pratiği ve animistik kurumsallaşmaların bilişsel temelleri, barındırdığı olanaklarla evrimsel tıp sahası, şarlatanlık ve tıp, tıbbın tarihsel paradigmalarındaki süreklilik ve kopuşlara ilişkin değiniler… Doludizgin bir tempoyla satır-aralarında birbiriyle diyalojik teması yakalayabilen dokuz dolgun metin.
Üstelik, 41 yıllık bir hekimin, o derinlikli deneyimlerinden damıtılmış “takdim”iyle birlikte…
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://is.gd/uiYPNr
0 notes
Text
Terörizme Karşı Savaş Stratejisi Kitabı pdf indir pdf indir
Terörizme Karşı Savaş Stratejisi “Terörizme karşı savaş”, “terörizm”in muğlak tanımı ile “savaş”ın geniş manevra alanını birleştiren, dış politikaya yönelik bir stratejidir. Günümüzde bu strateji, somut hedefleri olan bir “politika”nın somut ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmiş pragmatik bir araç haline gelmiştir. Dolayısıyla, “terörizme karşı savaş” ne anarşik sistem içinde haklı bir güvenlik arayışı, ne var olduğu iddia edilen biyopolitik iktidar düzeni içinde barışçıl bir polisiye müdahale, ne yeni tip savaşlarla mücadele şekli, ne de salt dezenformasyona yönelik ideolojik bir kurgudur. Kapitalizmin aşırı üretim krizine girdiği, petrolde arzın tepe noktasına yaklaşıldığı ve küresel jeopolitik rekabetin hız kazandığı günümüzde, “terörizme karşı savaş” stratejisi ABD’nin gerileyen hegemonyasını kurtarmak için stratejik bölgelere askeri yöntemlerle girmesini sağlayan bir hareket planıdır. Bu plan, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sermaye birikim rejimini sürdürme “politika”sı ile hegemonya projesinin devamı niteliğindedir. Bu nedenle, ABD’nin “terörizme karşı savaş” adı altında yürüttüğü operasyonlar ve uygulamalar bu ülkenin neredeyse yüz yıllık hegemonya projesiyle uyumlu görünse de reel terör tehdidine iki boy büyük gelmektedir. Dolayısıyla, ABD’nin terörizmi gerekçe göstererek yürüttüğü bu stratejisini anlamak için incelenmesi gereken, reel terör tehdidinden önce, bizzat ABD’nin hegemonya projesi ve bunun kökündeki “politika”sıdır. Ekin Oyan Altuntaş’ın Terörizme Karşı Savaş Stratejisi adlı bu önemli çalışmasının ana kurgusu işte bu yaklaşım üzerine kurulmuştur.
Terörizme Karşı Savaş Stratejisi Kitabı pdf indir pdf indir oku
#Terörizme Karşı Savaş Stratejisi kitabı pdf indir#Terörizme Karşı Savaş Stratejisi pdf oku#Terörizme Karşı Savaş Stratejisi ücretsiz indir#Terörizme Karşı Savaş Stratejisi ücretsiz pdf indir#Terör-Mafya
0 notes
Text
Dispozitif Ağında Ölürken: Metrobüs
Dispozitif terimi Foucault'dan başlayıp Deleuze, Agamben ve Zizek ile devam eden geniş bir özne/yönetim kuramının temelinde bulunmaktadır. Genel olarak "öznellik üreterek tabi kılan her araç" bir dispozitiftir diyebiliriz [1]. Agamben’e (2012) göre dispozitif özneleştirme biçimleri üreten bir makinedir ve ancak bunun sayesinde bir yönetim makinesine dönüşür. Özneleştirmeyen bir dispozitif ise kaba kuvvete dönüşür.
Kilise babalarının “evrenin tanrı tarafından yönetimi” olarak oikonomos terimini Latince’ye dispositio olarak çevirmesiyle ya da Hegel’in doğal din-pozitif din ayrımıyla metrobüsün doğrudan bir ilişkisi yok. Bununla birlikte metrobüs yarattığı yeni akış potansiyelleriyle kent içindeki insanların yaşam alanlarını ve arsa değerlerini değiştirerek “ekonomik” bir değişim yaratırken aynı zamanda da bir dispozitif olarak yolcuların öznelliğini şekillendiriyor. Marx'ın dediği üzere insan metrobüste ayakta gitmeye çalışırken, vapurda çay eşliğinde yaptığı yolculuktan farklı düşünür. Bütün yer kapma ritüelleri, şoförle kurulan iletişim (biber gazı sıkma dahil) ve bilgilendirme ekranları yanında camdan bakan biri için düşünme sürecini etkileyen en önemli faktörlerden birisi de dış çevredir. Metrobüsle E-5'te giderken aslında İstanbul'un zamansal ve mekansal bir kesitini almış oluyoruz. Cumhuriyet öncesinden bugüne, İstanbul'un ana su yollarından geçerek farklı dönemlerine tanıklık ediyoruz. 1950'ye kadar olan zamandan kalan çok az sayıda ancak önemli yapıyı (Beylerbeyi Sarayı, Kamondo Mezarı, Bulgar Hastanesi, Darülaceze, Abide-i Hürriyet, [eski] Likör Fabrikası, [eski] Ali Sami Yen Stadı, İstanbul Kara Surları..), akabinde gelen sanayi ve gecekondu ağırlıklı dokuyu (Topkapı, Merter, Zeytinburnu..) ve en son eklenen sermaye/devlet yapılarını (Zorlu Center, Trump Towers, Torun Center, Çağlayan Adliyesi ve halen inşaatı devam eden sayısız konut kulesi) bir arada görebiliyoruz. Yolculuk sırasında arka arkaya gelen bu imajlar eklemlendikleri enformasyonla birlikte, kente dair bir hikaye oluşturmaya başlıyorlar. İşte her gün tekrar eden bu filmin İstanbul’a dair kurduğu hikaye, özneleşmemizin bir parçası. Tabi ki camdan dışarısını görebilecek kadar şanslıysak.
Öznellik biçimlendirici işlevine yoğunlaşırsak, bir makine olarak metrobüs ikili bir çalışma mantığına sahiptir: Bir yandan bizi isyana teşvik ederek yaşama yaklaştırmakta, öte yandan ise her canlının bir gün ölümü tadacağını hatırlatmaktadır (memento mori). Her gün bizi evden emip işe tüküren, işten emip eve geri tüküren, hayata dair inancını ve yaşama sevincini kaybetmiş balık istifi gözlerle dolu bu metal yığını başka bir dünyanın mümkün olması gerektiğini hatırlatır insana. En azından Vatan Şaşmaz’ın yaşadığı türden bir dünya olabilmelidir bu[2]. Metrobüse binemezken ya da metrobüsten inemezken duyduğumuz öfkenin birdenbire kalabalıktan yerel yönetime ve oradan hükümete doğru akıp sınırlarını aşabildiğini hissetmek mümkündür. Burada, şu anda, başka koşullarda var olabilecek iken olamamanın sıkıntısı yaşamla aramızdaki bağların kopmadığını göstermektedir. Bu “uzlaşamama” durumu Ranciere’e göre politik bir özneleşmeye kapı aralamaktadır. Politika bir uzlaşma biçimini (konsensüs) değil, aksine mevcut düzendeki eşitsiz dağılımları bozan ve radikal eşitlik düzleminde yeniden örgütlemeyi talep eden bir uzlaşmamayı (disensüs) tarif eder. Metrobüsün işleyişindeki aksaklıklar ve hayata karşı işlediği suçlar her ne kadar yerel yönetim tarafından hesaplanmamış olsa da, yaşamın olduğu gibi sürdürülebilirliğine karşı eşitsizlikleri ortaya çıkarmakta ve hiyerarşileri bozarak yeniden düzenleme fikrini akıllara sokmaktadır.
Öte yandan, şehitliklerin ve mezarlıkların arasından geçen metrobüsün az sonra lastiğinin patlayacak olma ihtimalinin şaşırtıcı derecedeki yüksekliği, bütün gelecek planlarını ayağımızın altından çekip almaktadır. Gerçekten de metrobüs bir yandan arzularımızı harekete geçirip bizi geleceğe yöneltirken, öte yandan anın sonsuzluğunu ve anlamsızlığını da beraberinde taşımaktadır. İnsan merak ediyor, eğer ki vergilerimizi ödemek için çıktığımız bu zorlu yolculukta hayatımızı kaybedersek, Edirnekapı metrobüs durağına şehit olarak gömülebilir miyiz?[3]
Agamben’e bakarsak otoyollarda kasıtsız şekilde öldürülen insanların da “kutsal insan” olarak görülmesi gerekiyor. Birer kutsal insan olarak hepimizin yaşamları şiddete ve yıkıma açık durumdadır. İstatistiklere bakılacak olursa trafik kazasında yaşamını yitiren insanların sayısı, terör saldırısında ölenlerden çok daha fazla. Gazete haberlerinden derlediğim gayri resmi verilere göre 2008-2017 yılları arasında, sadece metrobüs hattında farklı sebeplerle gerçekleşen kazalarda yaklaşık olarak 266 kişi yaralanmış ve 24 kişi hayatını kaybetmiş. Henüz içinde bulunduğumuz 2017 yılında 1 kişi metrobüs kazasında ölürken, 48 kişi de yaralandı.Tabi ki bunlar sadece medyaya yansıyan rakamlar..
2008-2014 yılları arasında meydana gelen 67 civarındaki olaya bakıldığında ise yaklaşık olarak 24 tanesi aracın yoldan çıkması, 10 tanesi aracın bariyere çarpması, 9 tanesi metrobüslerin çarpışması, 7 tanesi aracın yayaya çarpması, 6 tanesi arıza, 4 tanesi kavga, 3 tanesi yangın, 2 tanesi metrobüs inşaatı kazası ve yine 2 tanesi intihar olarak gözüküyor. Tabi ki gündelik TTK(tekme/tokat/küfür) kavgaları bu listeye giremiyor. Ancak listedekiler silahla vurmaktan, döner bıçağıyla saldırmaya ve biber gazı sıkmaya kadar farklı teknikler içeriyor.
Metrobüsün anavatanı Kolombiya’da da peronlar dolup taşıyor ve insanlar yollara dökülüyor. Ancak yaralanma/ölüm olayı gerçekleşmemesine rağmen Bogotá’da 2006 ve 2012 yıllarında büyük protestolar gerçekleşti. Bunlardan ilki sistemin dışında çalışan otobüs sürücülerinin getirilen sınırlamalara ve ücret politikalarına karşı başlattıkları bir grev. Grev sonucunda taraflar arasında anlaşma sağlanmasına rağmen metrobüs yolcuları sistemi yetersizliğinden ötürü protesto etmeye devam ediyorlar. 2012 yılındaki yüksek fiyat (1$) ve aşırı kalabalık nedeniyle öğrencilerin başlattığı protestolar sonucundaysa 11 kişi yaralanıyor ve yarım milyon dolarlık zarar oluşuyor. Sonuçta OHAL şartları altındaki Türkiye’de grev ya da protesto beklemek artık çılgınlık.
Yakın zamana kadar insanların plastik mermilerle gözlerinin çıkarıldığı, sokak ortasında dayak atılarak öldürüldüğü, gaz fişeğiyle kafataslarının parçalandığı, çöp bidonuna atılarak ya da bodrumlarda yakıldığı, cesetlerin sokak ortasında çürümeye bırakıldığı bir ülkeden bahsediyoruz. Palayla yoldan geçen kadınlara saldıranlar, dolmuşta kadın tekmeleyenler, parti binalarını taşlayanlar gündelik yaşamın gerçekleri.
Meclis binasına F-16 savaş uçağıyla bomba atılan, zırhlı araçların insanların evine dalıp çocukları ezdiği, SİHA’ların mangal yapan insanları öldürdüğü bu coğrafyada şiddet ve ölüm gündelik yaşamın o kadar içine işledi ki, metrobüs de bu ölüm politikasının bir aracına ve/veya sahnesine dönüştü. Birbirinden nefret edecek derecede insanların kutuplaştırıldığı bir dönemde, metrobüs bütün farklılıkların bir arada bulunma mecburiyetinin aynı zamanda hem temsili hem de fiziksel mekanı.. Kendiliğinden yanmaya başlayan bir metrobüs ise, toplumsal bir aradalığın artık mümkün olmadığına ve kamusal alanın yok oluşuna dair bir uyarı olabilir. Belki de metrobüs artık bu kadar çok ölümü bünyesinde taşıyamayacak hale geldi[4].
Her zaman ölebileceğimizin ve farklı bir dünyanın mümkün olması gerektiğinin aynı anda bilincine vardığımız politik bir mekan sunuyor bize metrobüs.
[1] Zizek ise politika sonrası dönemde biyopolitik dispozitiflerin artık yeni bir öznellik üretmediğini, aksine öznenin içini boşaltarak salt yaşamı (bare life/bios) yönettiğini belirtmektedir.
[2] Cinayete kurban gitmeden önce metrobüste kimsenin bulamadığı bir konforla seyahat ettiği reklam filminden bahsediyorum.
[3] Edirnekapı Şehitliği, Balkan Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı ve özellikle Çanakkale Savaşları'nda yaralanarak tedavi olmak için İstanbul hastanelerine getirilen ve burada yaşamını yitiren müslüman askerlerin çoğunlukta bulunduğu bir mezarlıktır. Türkçülük akımının öncülerinden Yusuf Akçura ile İstiklal Marşı şairi Mehmed Akif Ersoy gibi ünlülerin mezarları da burada bulunmaktadır. Son olarak 15 Temmuz Şehitliği de bu alan içerisine kurulmuştur.
[4] Metrobüs güzergahı sadece üzerinde gerçekleşen kazalardan ötürü bir ölüm yolu değil. İçinden geçtiği şehitlik ve civarındaki anıt mezarlar dolayısıyla da değil. Torun Center’daki iş cinayetinden, Okmeydanı’nda Berkin Elvan’ın vurulmasına, Çağlayan Adliyesi’nde öldürülen bütün insanlardan Yenibosna Adli Tıp kurumuna getirilen cesetlere kadar gerçekten de ölümle dolu bir mekansal belleğe sahip.
Agamben, G. (2012) Dispozitif Neidr?/Dost, Monokl.
0 notes
Text
Panoptikon
“Feodal tipteki bir toplumda siyasi iktidar esas olarak yoksulların senyöre ve zaten zengin insanlara vergi ödediği, aynı zamanda onlar için askerlik hizmeti yaptığı bir iktidardı. Fakat kişilerin ne yaptığıyla hiç ilgilenilmiyordu, siyasi iktidar buna, sonuç itibarıyla, ilgisizdi. Bir senyörün gözünde var olan şey, toprak, köyü, köyünde oturanlardı, ailelerdi, fakat bireyler, somut olarak, iktidarın gözüne gözükmüyordu. Bir an geldi ki, herkesin iktidarın gözü tarafından fiilen algılanması gerekli oldu, kapitalist türde bir toplum olsun istendi, yani mümkün olduğunda yaygınlaştırılmış, mümkün olduğunca verimli bir üretimle birlikte; iş bölümünde kimilerinin şu işi, kimilerinin bu işi yapmasına ihtiyaç olduğunda, halkın direniş hareketlerinin, ataletin ya da isyanın, doğmakta olan tüm bu kapitalist düzeni altüst etmesinden korkulduğunda, o zaman, her bireyin somut ve keskin gözetlenmesi gerekli oldu…” Michel Foucault, İktidarın Gözü (İmge Kitabevi)
Panoptikon, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Bütünüyle toplumsal bir sınıflandırmayı var eden, ötekilerin / zararlı görülenlerin kuşatıldığı, yedi gün, yirmi dört saat denetlendiği bir zeminin bugünlerin dünyasında artık bir temel argüman haline dönüşümünü yaşamaktayız kesintisiz olarak. Covid-19 salgın sürecinin başından ortasına, şimdisine, normalleşme hal tanımla birlikte güncellenen şu ana, bütünüyle o trajik gözetleme aparatının güncel, bariz bir sabite dönüşümü var edilir. Yolun, yordamın, anlam ve ötesinin topyekun çalındığı bir uzamda, toptan, Foucault’nun yaza geldiği üzere kapitalist düzen alt üst edilebilir bir mesel olarak görüldüğünden, korkulduğundan her bireyin kesintisiz gözetlenmesi hasıl oldu. Bugünün dünyası, Türkiye gibi nesnelliği ile o yeni dünya düzeni aksiyonunun en olmadık hallerine rehin edilen ülkenin gerçekliği bu halle çıkagelir. Yönelimini, düşünce eylemine, sorgulama bahsine, hayatta var olma istemine ketler vurarak var edebilen bir iktidar temsilinin suna geldiği her şey yıkımı bildirir. Bunlarla bir ülkenin yönetim katını var edip, cürümle bütünleşmiş hamlelerle birlikte bir kere daha denetim, gözetim ve tam kapasite tahakkümle hayat hiç edilir.
Kırmızı çizgilerin her an bambaşka bir veçhe / saikten türetildiği, güncellendiği bir yerde olmakta olanın afaki bir cürüm kalıcılığı adına olduğu muhakkaktır. Panoptikon zihninin, tevatür değil doğrudan hepimizi enterese eden bir incitme, eksiltme ve adıyla sanıyla bir biyopolitik cendere sahası olarak güncelliğidir şimdi mesele. Baş Amir ve baş faşistin ol mini mini mikro faşist oluşumlar, bildiğiniz tüm anlamlarıyla yekten solculuğa hakaretin ta kendisi kendini solcu zanneden zevat; perinçekgillerle bütünleşik imaline devam ettiği, yolunda yürüdüğü ülke / yeni yüzyıl şablonu bu bahsin de devamlılığıdır. Böyle bir halle, bunca kesintisiz bir cürüm istemiyle kuşatılan yerde, panoptikon zaten hayatlarımızın tam da merkezinde konumlanan devlettir! O’nun yol verdiklerinin var ettiği her şey, hemen ilk tanımlamada olduğu gibi kuşatan / tüketen, bunu yaparken de denetimi gözetleyerek var eden bir ülkeyi bildirir. Yeni çağ, yüzyıl söylemi sulu sepken kullanıla durulurken asıl olmakta olan bu cendere halinin ta kendisini kanıksatmaktır. Bunun her neresi yenidir, hiç düşündünüz mü?
Diken.com.tr’den aktaralım: “Baş, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında, TBMM Genel Kurulunda görüşmeleri devam eden 2023 yılı bütçesinin, ‘iktidarın, halkın parasına çökme planı’ olduğunu söyledi.
‘AKP’nin vatandaşın alın teri ve emeğiyle kasasını doldurmaya çalıştığını, bu nedenle halkın çocuklarına meyve ve süt alamadığını, kirasını ve faturalarını ödeyemediğini’ belirten Baş, enflasyon nedeniyle yurttaşın alım gücünün düştüğünü söyledi.
Baş, “Baz etkisini alın, başınıza çalın. Türkiye, 2022 yılında çocuklarına süt alamayan bir ülke haline geldi. Dünyada çalışma saatlerinin en uzun olduğu ülke olan Türkiye, yoksulluğu yaşamaya mahkum ediliyor” dedi.
Erkan Baş, son dönemde ‘üç harfli’ zincir marketlere yönelik eleştirileri anımsatarak “Olay basit, ekonomiyi mahvediyorlar suçu başkalarına atıp kendilerini aklamaya çalışıyorlar” dedi.
‘Bu karanlıkla ancak laiklikle başa çıkabiliriz’
TİP Genel Başkanı Baş, İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in, kızını altı yaşındayken bir tarikat üyesiyle imam nikahıyla ‘evlendirmesini’ ve çocuğun yıllarca istismara maruz bırakılmasını anımsatarak Türkiye’nin tarikat ve cemaatlerce karanlığa sürüklendiğini dile getirdi.
Baş, konuyla ilgili şunları dedi:
“Bu asla münferit bir olay değil. Bir iki kişinin yaşadığı bir mağduriyet değil. Öyle olsaydı bile dünyayı yakmamız gerekirdi. Aslında Türkiye’de gerici yapılanmalarla çocuklarımızın yüz yüze kaldığı bir sorun bu şekilde açığa çıktı. Konuşamayan binler var. Bunların kaçak yapılarına ruhsat veriliyor. Bunlar belediye ve merkezi bütçeden binlerce lira destek alıyorlar. Bunlar sahte sağlık raporları düzenliyorlar. Bunların para kaynaklarını ve siyasi destekçilerini devletten söküp atmadan hiçbir şey düzelmez. Bu topluma yerleşmiş kanser hücresini içimizden söküp atmalıyız.
Vatandaşlar bu tür olaylara karşı durmadıkça ve yüksek sesle isyanlarını dile getirmedikçe söz konusu yapılanmalar ülkenin her bir yanını sarmaya devam edecek. Bu karanlıkla ancak laiklikle başa çıkabiliriz. Oyları da güçleri de batsın, istemiyoruz. 6 yaşındaki çocuğa tecavüz eden zihniyetin oyunu isteyenin de Allah belasını versin.”
Bir biyopolitik cendere sathı mahallinin ta kendisinde ilerleyen / bunu önceleyen menzilin hal ve gidişatına dair isyanı bildirir Erkan Baş. Tümden, belirgin bir biçimde yaşamsallığı iğdiş edilmiş, sönümlenmiş bir yere doğru evrimin, o nihai teslimiyetin var edildiği bariz bir panoptikona ulaşma hevesinin taşıdığı odağa dair bir seslenişi vardır. Bütçe lafzından o birbiri peşi sıra dökülen tarikat içi, çocuk kırımlarından bir başkasına uzanan şecerenin suna geldiği ülke pratiğinin yozluk / çürüme / eksiltme hallerinin toplamından mürekkep bir yer olduğu gözler önündedir. Yeni ülke denilerek kurumsallaştırılan istikametin her ne şekilde yolun / yordamın, anlam ve karşılıkların yerle bir edildiği bir zemin olduğu artık hiç gizlenmeden sunulur. Bilakis, doğrudan muktedir olanın talimatı, baş amirin ve tüm o avenesinin suna geldiği, yol açtığı, zemini kolaçan ettirdiği haller toplamında büsbütün bir çürüme hali mütemadiyen güncellendir. Ekonomik, sosyolojik, siyasi, hayatın bariz ol abecesinin yerle bir olunmasının istikameti keskinleştirilir. Bunlarla, bütün bu hamlerle bir kere daha aşağıda Timur Soykan’ın BirGün gazetesinde paylaştığı haberin detayları, satır aralarında karşımıza çıkanlarla o panoptikon imgesinin her nasıl hayatı derdest ettiği bir kere daha açığa düşürülür. Olan bitenin vahim tablosu, Karaman Ensar, Gerger, Kilis, Dikili ve nice başka yerde çocuklara yönelik / şiddet ve cinsel istismar ve tecavüz benzeri nice insanlık dışı muamelenin ta kendisine bir son ektir, aktaralım:
“İsmailağa Cemaati’nin ‘Hocaefendi’, ‘Efendimiz’ diye hitap ettiği Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G. 1998’de İstanbul Fatih’te doğdu. Kadınların çarşaflı, erkeklerin uzun sakallı, cübbeli ve sarıklı olduğu tarikat dünyasında eğitimden uzak ve eve hapsedilmişti. Tarikatın şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu, kız çocukların okutulmasına izin vermiyordu.
H.K.G.’nin iddianamede yer alan ifadesine göre; İstanbul Çengelköy’de yaşarken babası onu 29 yaşındaki müridi Kadir İstekli ile imam nikahıyla ‘evlendirdi’.
Bir gün sonra babası tarafından gönderildiği ve karşı komşuları olan Kadir İstekli’nin evinde cinsel istismar başladı. Kadir İstekli ona bunun bir oyun olduğunu söylüyordu. Yıllar sonra H.K.G. ifadesinde şunları söyleyecekti:
“Ben ağladım. Kadir evlendiğimizi söyledi. Annem, babam nasıl evliyse bizim de evli olduğumuzu anlattı. ‘Sen benim karımsın, ben senin kocanım’ dedi. ‘Evliler böyle oyunlar oynar ama bu oyun kimseye söylenmez’ dedi. Annem ile babam Kadir’e ‘Damadım’ diyordu.”
H.K.G. 13 yaşındayken nişan, 14 yaşındayken düğün yapıldı. Bu sırada baba Yusuf Ziya Gümüşel, İstanbul Sancaktepe’de Hiranur Vakfı’nın devasa ve kaçak külliyesini inşa ediyordu.
17 Ağustos 2012 günü çocuğu, annesi Fatma Gümüşel hastaneye götürdü. Bir doktor, polise haber verdi. Anne ve o zaman 14 yaşında olan H.K.G. kendisine ezberletilenleri söyledi. 17 yaşında olduğunu ve kendi rızasıyla evlendiğini anlattı.
Ancak savcılık akılalmaz biçimde doğum kaydı istemedi. Bunun yerine kemik yaşı testi için Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne sevk ettiler. Burada müritlerin araya girmesiyle teste 21 yaşındaki bir kadın sokuldu. 17 yaşında olduğunu söyleyen kızın kemik yaşı raporda 21 görünüyordu. Buna rağmen soruşturma kapatıldı. Bu dosyanın kapatılması için kimlerin devreye girdiğini halen bilmiyoruz.
H.K.G., 17 yaşına geldiğinde anne oldu. Bir gün radyo programında evlendirilen küçük kız çocukları hakkındaki bir programı dinledi. Artık yaşadıklarının bir oyun olmadığını biliyordu ve bütün çocukluğu boyunca yaşadığı cinsel istismarın altında eziliyordu.
***
İddianamede yer alan ifadesine göre; tekrar içine kapandı, ailesine ve tarikata boyun eğdi. 18 yaşına geldiğinde resmi nikah kıyıldı. Gizlice kullandığı sosyal medya hesabından tanıştığı bir kadına yaşadıklarını anlattı. Bu kadın ona, kocasıyla konuşmasını kaydetmesini ve şikayetçi olmasını söyledi.
İddianameye sunulan bu ses kaydında H.K.G. “6 yaşında nikahımız kıyılmayaydı. Keşke babam ilişkiye izin vermeseydi… Yani bu sıkıntıların hiçbiri olmazdı” diye konuşuyor. Kadir İstekli’nin sözleri ise şöyle: “Var mı yapacak bir şey onu söyle. Dönebiliyoz mu.”
***
İki yıl önce 30 Kasım 2020’de İstanbul Anadolu Savcılığı’nda şikayetçi oldu. Savcılığa, ses kaydının yanı sıra fotoğraflar sundu.
Kadir İstekli, Yusuf Ziya Gümüşel ve Fatma Gümüşel, ifadelerinde H.K.G.’nin 16 yaşında nişanlandığını ve 17 yaşında evlendiğini savundular. 6 yaşında evlendirilmediğini ve cinsel istismara uğramadığını öne sürdüler. Kadir İstekli konuşma kaydı için “Sık sık 6 yaşında evlendiğimizi ve tecavüze uğradığını söylüyordu. Kavga büyümesin diye onu onaylıyordum” dedi.
Bu kez savcılık H.K.G.’nin doğum kaydını Sapanca Nüfus Müdürlüğü’nden istedi. 1998 doğumluydu, üstelik İstanbul’daki Fatih Özel Hastanesi’nde dünyaya gelmişti. Yani H.K.G.’nin ifadeleri doğrulandı. 2012’de doktorun ihbarıyla başlayan soruşturma sırasında sadece 14 yaşındaydı ve evlendirilmişti.
30 Ekim 2022’de İstanbul Anadolu Başsavcılığı’nın iddianamesi tamamlandı. Savcı iddianamede H.K.G.’nin anne ve babasının istismara göz yumduğunu anlattı. Kadir İstekli, tarikat lideri baba Yusuf Ziya Gümüşel ile anne Fatma Gümüşel’in zincirleme şekilde çocuğun cinsel istismarı suçunu işlediklerini belirtti. Ayrıca savcı, Kadir İstekli’ye cinsel saldırı suçundan da ceza istedi.
Ancak 27 yıldan az olmayacak şekilde ceza istenmesine karşın Kadir İstekli, Yusuf Ziya Gümüşel ve Fatma Gümüşel tutuklanmadı.
İsmailağa Cemaati’nden yapılan açıklamada Mahmut Ustaosmanoğlu’nun resmi nikah kıyılmadan imam nikahına izin vermediği savunuldu ve şöyle denildi: “Medyada yer aldığı ve maksatlı olarak cemaatimizle irtibatlandırılmaya çalışıldığı görülen nikah hususunda zikrettiğimiz hassasiyetlerle bağdaşmayan birtakım iddia ve haberlerin Mahmud Efendi Hazretlerimizi ve cemaatimizle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Münferiden gelişen çeşitli hadiseleri cemaatimizle ilişkilendirmeye yönelik yorumlara itibar edilmemesi önemle ricamızdır.”
***
H.K.G. savcılığa henüz 6 yaşındayken imam nikahı kıyıldığında çekilen gelinlikli fotoğraflarını vermişti. Ayrıca 13 yaşındayken nişan ve 14 yaşındayken düğün fotoğraflarını da dosyaya sunmuştu. Meslektaşım Murat Ağırel ile birlikte o fotoğraflara ulaştık. Bu fotoğraflar, bu çağda, laikliğin yok edildiği bu ülkenin utanç fotoğrafları olarak hiç unutulmamalı.
H.K.G. bugün İstanbul’a uzak bir şehirde kendisine hayat kurmaya çalışıyor. Şu an ortaokulu dışarıdan bitirmek üzere. Onun mücadelesi gericiliğin çocukları sürüklediği kabusunu ve Türkiye’de laikliğin önemini gözler önüne seriyor.”
Aralıklarla da olsa bir haftadır gündemin en önünde yer alan / ana akım medyanın, tüm o ekran şaklabanlarının ancak hiza / işaret verildiği vakit ses verebildiği bir kırımın ortasını arşınlıyoruz. Panoptikon olarak gözetlenen / işaretlenen / hedef kılınan / canı yakılan ve bariz bir biçimde buna uygun görülen bir insan suretinin gölgesinde hazin bir hikayenin hiç eksiksiz gösterimi var edilir. Düzenin yol verdiği, kendisine yakın duran, dini değeri artı bir çıkarım, çıkar için yatırım aracı şu ya da bu mevki için elzem olarak aparat kılan bir yapının eylediği nice fecaatten bir diğeri karşımıza çıkartılır. H.K.G döküldükçe, onu isyana sevk ettiren acizlik dolu, kadına kin güdülen bir tecavüz kültürünün, küçüklükten başlayarak süre giden bir ezme / sindirme kültürünün nasıl boyut kazandırıldığı ortaya çıkar. Utançlar altında kalakalmış bir menzilin temsili değil doğrudan yıkımla teşviki hal mesaisinin her ne boyuta geçtiği, önümüzdeki günlerde daha da fazla konuşulacaktır. Ta ki Mayıs ayında var edilecek duruşmaya kadar bütün bu kötülük sarmalı unutulmamış olursa! Bir devri sabık iktidarın suna geldiği yegane şeyin çok daha derin ve kalıcı bir yıkımın, en başta çocuklara kıyılan bir düzlem olduğu artık belirginken, umarız H.K.G unutulmaz!
Somut ve keskin bir biçimde toplumun gözetlenmesi ilelebet muhafaza edilecek bir hale, tavra dönüştürüldü. Dünün yeniliyor sanılan muktedir özentilerinin, bizatihi kendilerine sırça köşkler bina edip, halka kurtarıcıyız diye aksettirenlerin en olmadık halleri var edildi hiç kesintisiz bir biçimde. Önce hamuduyla götürenler türedi. Arkasına servetlerini tek bir alyans, bir tek ceket addedenlerin gemicik koleksiyonları, mülk / emtia dökümleri. Bunlar kesmedi başka yerlerde al takke ver külahlar ile yapılandırılan cemaatçilik oyunları süre gitti. En sonunda değil daha öncesinde, Karaman’dan, Şırnak’a pek çok yerde hiç de öyle gizli örtük kalmayan / bırakılmayan ama adalet makamının zerre kılını kıpırdatmadığı bir vahşilik düzeni güncellendi. Çocukların / kız, erkek fark etmeksizin bedenen / ruhen, akli melaikeleri üstüne yapılan tahakküm etme halleri, bambaşka skandallarla örtüldü. Sus pus olundu ülkece. İstanbul’da, muhterem hoca efendilerinin yerine oynayan, temsillerin de her ne haltlar yediği zaten az yukarıdaki Timur Soykan’ın yazı dizisinden çıka geliyordu bir yandan. Ekonomik yıldırı, hayata yönelik baskılama, her şeyi bir liderin oluru / olmazı arasında sıkıştıran bir düzlemde daha fecileri de yapılır eş zamanlı, kim verecektir ki hesabını! Evrensel hakların talan edildiği, günün karanlık, geleceğin belirsiz bir surete teslim, rehin edildiği bir yerde o panoptikon hayatın her anını derdest etmeye hazır kıta olan devletin sembollerinden birisi kılınmıştır. Yaşadığımız güncellik içerisinde yeni yüzyıl bahsinden önce, var edilmiş bir tüm insanlık dışı muamele, suçlara dair bir ön alma, hesap verme mekanizması kurulmadığı için ötesinin de ne olacağını görebilmek düşündürücüdür. Atanmış bir dahiliye nazırının ağzından salyalar saçarak ötekisi sandığı herkese, herkeslere had bildirirken kullandığı argümanlar / denklemler zaten o panoptikon siyasetinin nasıl bina edildiğini de örneklemektedir. Bunlarla, bu kadarcık kısıtlı bir sayfada paylaştıklarımız o geleceğin çoktandır işlendiğini gösteriyor. Bütün bu haller, her anlamda çürüten / yutan / tüketen / sindiren bir menzili sorgulamak ne zamandır hangi zaman? Sessizliğin bir kere daha cehennemin kapılarını ardına kadar açtığı yer hakikatin ta kendisiyken, varılan eşik de mi bir şeyleri düşündürtmez, sahiden? Bütün bu fasit döngü ile bir ülkenin geleceği, en ufak bir umudu, hayata dair sözü kalır mı, bırakılır mı?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: An Afghan Girl Who Sells Pens Sleeps On A Street In Kabul. Photograph: Mohammad Ismail – Reuters – The Guardian
#meram#mesel#arzihal#durum tahayyülü#türkiye#ses#yol#izan#anlamak#demokrasiye ne oldu?#çocuk hakları#yaşamsallık#biyopolitik#güncel#tahakküm#derdest#istismar#cinsellik#yobazlığın iktidarı#kötülüğün sureti#türkiye nereye?#cemaat nedir?#işkence insanlık suçudur#insan101#hayat akarken#sözsüzlük#katran karanlığı
3 notes
·
View notes
Text
Nefessizlik
Kimi zaman hayat nefes alınmayacak kadar daraltılır. Yok yere değil, bariz gözler önünde hep açıktan, bildire / anlata / var edilenlerin yekununda bir daralma söz konusu olur. Tüm o hayat imgesi tarumar. Bütünüyle hayatı makul kılan etmenlerin tastamam yerle bir edile geldiği bir an var edilir, bazen bir ömürlük. Duraksamak nedir bilinmeden güncellenmiş o yıkıcılık içerisinde söz kifayetsiz kalır kimi zaman, çokça, her şekilde. Bitmek nedir artık bilmeyen bir cerahatin ortasında sözün katledildiği, kimsenin kimseyi sahiden duymadığı, gerçekten göremediği bir ortak sahne var edilir. O sahnenin her gününe bir acının düştüğü ya eksik, ya mübalağa ya da önsezi eksik bir tahayyül değil doğrudan tastamam hep on iki hedefi tutturan bir cerahat erkinin var ettiği hayatı kısıtlamayı imler, kesintisiz artık ayrım için özellikle çabalamaya gerek kalmadan ulu orta. Hayatın nefes alınamayacak kadar tam ve doğrudan eksiltilmesinin meselesidir anlatmaya çabaladığımız. Her şekilde ehven olanı yerle bir etmeye devam diyen muktedir aklının sokaktaki yansısının, giderek birbirilerinin gırtlağına daha açıktan çöken, altta kalanın canının çıkartıla geldiği bir uzamdır, her şeyin alt üst edilmesi de cabasıdır, bonus!
Bilindik cümlelerin kar etmediği bir yıkım aralıksız tezgahta işlenirken, nefessizlik alenen bu toprakların ortak paydalarından birisi kılınır. Gün aşırı var edilmiş olagelen çocukların ya da kadınların ya da yaş almışların başına getirilen felaketlerin, başka insanların eyleme döktükleri kötülüklerinin ortasında cerahat hayatı yerle bir eder. Nobran, yetersizliğini ol kör karanlıkta çıkagelen şiddetle örtbas etmeyi amaç edinen, kendini salt / sırf nefretle bir ve beraber var edebilenlerin, siyasetin merkezinden, iktidarın tam kalbinden bulabildikleri yüzle kotardıkları her şey o nefessiz kalmayı sabit / demirbaş kılar. Güllük gülistanlık yer, ülke tiradının kökünün kazılması da o raddede var edilir. Düşmanlaştırma, öteki sanılanla bitmeyen hesaplaşama, ne muğlak ne mübalağa olagelen yok etme diskuruna sahip çıkma halleriyle birlikte Türkün kendi kimliğini laik / fanatik dinci olarak sınıflandırmasından ve nicesinden bir paydaşlıkla cürmün ortasına esir, kör karanlıklarda gezinen, her günü çok daha açık cerahatin menzili olagelen bir çukur imal edilir. Dört bir yan, kan kırmızısı, kör karanlığın esiri olagelen bir cinayet mahalli, kelime anlamıyla, gerçeklikteki yansısı ve daha nicesiyle. Bu mudur yeni Türkiye!
Aycan Karadağ’ın BirGün Gazetesindeki haberini aktaralım: “Ülkede yalnızca bir avuç insan servetine servet katarken, milyonlar yoksulluk, güvencesizlik ve çaresizlikle boğuşuyor. Temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan insanlar, giderek derinleşen eşitsizlik karşısında her geçen gün daha büyük risklerle yüzleşiyor.
Bu ağır tabloya bir yenisi daha eklendi; İzmir’in Selçuk ilçesinden acı bir haber geldi. Cumhuriyet Mahallesi’nde, hurdacılık yaparak hayatını sürdüren Melisa Akcan, 5 çocuğuna bakabilmek için akşam saatlerinde evden ayrılmak zorundaydı. Çocuklarını güvenli bir yere bırakacak kimsesi yoktu. 3 göz odalı evde, sobanın ısısı altında uykuya dalan çocuklar, devrilen sobanın yol açtığı yangında son nefeslerini verdi. Bir annenin çaresizliği 5 canın hayatına mal oldu.
27 yaşındaki Melisa Akcan, sanayi bölgesine yakın, 3 odalı bir binada 5 çocuğuyla yaşam mücadelesi veriyordu. Çocuklar, Aras Bulut (1), Masal Işık (2), Aslan Miraç (3), Funda Peri (4) ve Fadime Nefes (5) yokluk içinde büyüyordu. Çocukların babası Hakan Akcan, uyuşturucu suçundan cezaevinde olduğu için ailenin tüm yükü annenin omuzlarındaydı. Pazartesi akşamı saat 19.00 sularında, Melisa Akcan çocuklarını evde bırakarak hurda toplamaya çıktı. Ancak sobanın devrilmesiyle çıkan yangın kısa sürede tüm evi sardı.
Yangını fark eden komşular, 112 Acil Çağrı Merkezi'ne haber verdi. Anne, eve gelip çocuklarını dışarı çıkarmaya çalışsa da üç çocuk olay yerinde yaşamını yitirdi. Ağır yaralanan iki çocuk ise kaldırıldıkları hastanede kurtarılamadı.
Göz Göre Göre Bir Trajedi
Olay yerine gelen mahalle sakinlerinden biri BirGün’e verdiği demeçte, “Yangını görünce koşarak içeri girmeye çalıştık ama kapıyı açamadık, içeride mahsur kalmışlardı” dedi. Başka bir görgü tanığı, "Anne elinden geleni yapıyordu ama çocuklarına bakarken çalışmak zorundaydı" diyerek sistemin yetersizliğine dikkat çekti. Öte yandan sadece bir ay önce evin bahçesinde küçük bir yangın çıktığını belirtti.
Çocuklar Koruma Altına Alınmadı
Aileyi tanıyan bir mahalle sakini de, “Aile, bazı kamu kurumlarından destek alıyordu. Sosyal hizmetlerin çocukları defalarca ziyaret ettiğini duyuyorduk ama hiçbir şekilde koruma altına alınmadılar” diyerek trajedinin göz göre göre geldiğine işaret etti.
Akp İlçe Başkanı: Alma Dediler Almadık
AK Parti Selçuk ilçe başkanı Hakan Bayraklı, “Çocukların sağlık ve danışmanlık hizmetleri sağlanmış, güvenli bir şekilde büyümeleri için her türlü tedbir alınmıştır. Ancak çocuklar kuruluşa alınmamış ve annenin 'Çocukları alırsanız kendime zarar veririm' şeklindeki ifadesine hassasiyet gösterilmiştir. Devletimiz, ailenin yanında olmuş ve gereken desteği sunmuştur” dedi.
Yangında hayatını kaybeden çocukların cenazeleri İzmir Adli Tıp Kurumu'na götürüldü. İlk bulgular, çocukların yangın sırasında açığa çıkan karbonmonoksit gazından zehirlendiğini ortaya koydu. Hastaneye kaldırılan ve güçlükle ayakta duran anne Melisa Akcan ise fenalaşarak tedavi altına alındı. Soruşturma kapsamında gözaltı kararı verilen anne, hastanedeki tedavisinin ardından ifadesi alınmak üzere emniyete götürüldü.
Filiz Sengel: Kalıcı Önlemler Alınmalı
Selçuk Belediye Başkanı Filiz Ceritoğlu Sengel yaptığı açıklamada, “Öfkeliyiz ve sorumluluk hissediyoruz. Ülkemizin dört bir yanına yayılan derin yoksulluk, eşitsizlik ve yoksunluğun en acı örneklerinden birini daha yaşamamak için sorumluluk hissediyoruz. Her ilçede, her kentte başta çocuklar, engelliler ve yaşlılar olmak üzere risk altında olabilecek tüm kırılgan gruplara güvenli ve insani koşullar sağlayabilmek amacıyla, acilen kalıcı önlemler almanın sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. İlgili tüm kamu ve sivil kurumların katılımıyla hemen harekete geçmek amacıyla; kamu otoritesinin önderliğinde tüm ilgili kişi ve kurumlarımız ile iletişime geçerek ortak sorumluluğumuzu ortak çalışma ile yerine getirmek üzere inisiyatif alacağımızı kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz” dedi.
Cemil Tugay: Takipçisi Olacağız
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay ise, “İzmir’in Selçuk ilçesinde yaşanan bu olay yüreklerimizi dağladı. Ailesi evde bulunmayan beş küçük kardeşimizin soba yangınında dumandan zehirlenerek hayatını kaybettiğini derin bir üzüntüyle öğrendik. Yavrularımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Eğer bir ihmal varsa, bunun takipçisi olacağız” diye konuştu.
Hesaplaşacağız
SOL Parti İzmir İl Örgütü de “Bu eşitsiz saray düzeniyle de, bu düzenin kar ortaklarıyla da, bu düzenin fikri bekçileriyle de hesaplaşacağız. Çocukların ölmediği eşit, adil bir ülkeyi hep birlikte kuracağız” şeklide açıklama yaptı.”
Hangi cümleyi nasıl yazasınız ki oluşturulan kör karanlığa dair, doğrudan nefessizliğimizi var edenlerin eyledikleri meşum yeni ülkenin bir cehennem olduğunu idrak ettirebilelim. O İzmir’de cereyan edenin bu tahayyülün bir devamlılığı olduğu bir kere daha açığa düşer bir yandan da. Parti sözcülerinden Özlem Zengin’in, meclis oturumunda dönüyorsunuz dolaşıyorsunuz işi paraya getiriyorsunuz hiddetlenmesi gibi, doğrudan etkenlerden birisi o olmasına rağmen, hiçbir sosyal dayanağı, barınma imkanı, geleceklerine dair en ufak bir iyileştirme söz konusu edilmemiş halktan birilerinin katledilmesine / ölmesine / canlarının çalınmasına dair ön alma hallerinin değil topyekun bırakınız ne halleri varsa görsünler hal ve isteminin savunulabildiği yerde hangi nefesten bahis açılabilir ki! Arkasından türlü çeşit ithamın, birbirlerinden bağımsız gibi görünen aile içindeki ayrışmaların ve en sonuna saklanmış olagelen bir yakının, doğurmakla anne olunmuyor işte çıkışının ve nice argümanın, laf salatasının ortasında beş çocuğun canının kıymeti harbiyesi çoktan silinir. Nefessizliği işaret eden, hayatı kötürüm kılıp, zora koşturan bir iktidarın sunduğu ülkenin perspektifinde acıların peşinden koşmak, onu var eden koşulları düşünmeye -magazinden- yer bıraktırılmaz. Cürmün korkunçluğu, sıkışılan düzlemin ortasında kalakalmış hayatları göz ardı edebilme cüreti ve nice ezberden konuşmalarla koca bir felaketin üstü örtülür. Hiç ama hiçbir makul gerekçeye sığmayacak olan ama / fakat şerhleri dizilmeye devam ederken, olan biten yeniden çocuklara olur, oluyordur da...
Bitimsiz bir tükeniş bu ülkenin yegane demirbaşlarından addediliyor. O çocukların yangın faciası ile hayatlarının sönümlendiği bir zeminde, daha ağır yıkımların da katara eklendiğini görürüz. Ne fakirlik mesel edilecektir, ne gidişatın kötülüğünde ırkçılıkla ya da ötekileştirmelerle birlikte oluşturulan aman kimse kimcilik / kin güderlik sona erecek, erdilecektir. Ki iki yaşında bir bebeğin biberonuna tiner, çamaşır suyu koyup zehirleyip iki ay yoğun bakım mücadelesi verdiren insandan, sokak ortasında pompalı tüfekle öldürülen on yaşındaki bir çocuğun, katledilmesine uzanan bir simsiyah ülke profilinin ta kendisidir görülüp, sahiden sorgulanmayan. Üstelik o on yaşındaki çocuğu katledenin bir biçimde savunageldiği ben onu Suriyeli sanıyordum, Türk çocuğunun böyle olabileceğini bilmiyordum gibi abuk sabuk bir savunmanın var edilebildiği zeminde kim neyi neresinden düzeltebilir. Böylesine bariz açmazların ortasında dımdızlak konulmuş olagelen hayatların izler sökün ediyor. Her şeyi illa ki bir şeylere bağlayanların bunlar da yaşamın tadı tuzu diye geçiştirenlerin, salt kinden, sırf nefretten, bildiğiniz ölümden, kandan medet umanların sofrasında burası bir ev kalabilir mi? Vatan denilegelen şey sahi böyle bir şey midir? Yaşamın bunca tarumar edilebildiği, her günün bir öncesini aşan yıkıcı, kötücül, cehennemî bir tahayyüle evrildiği, buna müsamaha gösterilen bir zeminde hayat nicedir, soluk alabiliyor musunuz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Helping Hand, Hurting Hand – Eleanor DAVIS – New York Times
Meramda Paylaşılan Haber
5 Can Daha Yoksulluğun Karanlığına Gömüldü - Aycan KARADAĞ - BirGün https://www.birgun.net/haber/5-can-daha-yoksullugun-karanligina-gomuldu-575252
#yordam#meram#demokrasi#çocuk hakları#dirayet#hakkaniyet#hürriyet#insan101#cerahat#cürüm#cinayet mahalli#kötülük#karanlık#araf#türkiye#başka türkiye vardır#akp#aile#çocuklar#insanlık mefhumu#sessizlik#nefes#anlam#yol#biyopolitik
0 notes
Text
Bir Filmdir Dönüyor...
Bir film çevrilip duruyor. Konu iş bu coğrafya olduğunda cerahatin anbean yükseltildiği bir zeminde her şey bu plana sadık kalınarak ol nihai teslimiyet adına var ediliyor. Bir işler dönüyor. Cürüm peyderpey var edilirken ortaya çıkan imgenin sırf, salt bir hüsnü kuruntu olduğu yanılgısına tutunuyor muktedir. Oysa kazın ayağı hiç de öylesi değil. İş bu sahada yaşadığımız her şeyin bir karşılığının olduğunu, bedel ve diyet adlarımıza bir halde tanzim edildiği muhakkaktır. Bir dönüşümü mutlak yıkıcılık ekseninde bina eden menzilin var ettiği her hamle de devletli eliyle uçurumun kıyısına / dibine yollandığımız kesindir. Vahamet, bir fasit döngü içinde biteviye ezber edilmiş hamleleri yeniden ve yine yeniden tekrarlayarak fiili farklı sonuçlar bulmaktır. Bir film, tezgah, kurgu değil hakikati eğip bükerek başka şeyler ortaya dökülüyor. Bir yoksunluk, mahrumiyet, eksik gedik olan her şeyin her gün bir rutine dönüşümü var ediliyor. Hayata küstürmek, ondan bezdirmek, vazgeçmek bir tekerrür olarak devletin yurttaşlarına reva gördüğü bir muameleyi bildirir. Biyopolitik bir cerahat halinin her türden güncelliğinde yaşama kastın bilfiil devamlılığı sağlama alınandır. Dert bir değil ki hangisine yanasınız. Dert tek değil ki hangisini sahici bir biçimde göresiniz.
Madun siyasetin sağladığı pratikler olarak çıkagelen cerahat, cürüm ve tahakküm üçlüsü, denetim ve gözetimle birleştiğinde ortaya çıkan imgenin korkunç yüzü de karşımıza artık en kestirmeden çıkagelir. Birilerinin elinde oyuncak edilmiş yurttaş kimlik numaraları ile var edilebilen cerahatten, ortaya çıkmış olan nice hinliğin bir biçimde normal karşılanarak geçiştirilmek istendiği bir zemin buna örnek teşkil edebilecektir. Kendisini oyuncu, belirli bir kitlenin yön belirleyicisi, akıl hocası olarak aktaran Ahmet Sonuç nam zatın sunduğu, savunduğu ilkelerin ters yüz edilmiş bir suretle, onun adı / telefonu kullanılarak yapılmış sahte 112 ihbarı mesela bir örnek olabilir. Henüz on beşindeki bir yeni yetmenin aleni bir biçimde ulaşabildiği bir telefon hattı üstünden yapılagelen sahte ihbarı kendi yayınında bir anda öğrenir Sonuç. Akıl hocası olduğu, siyaseten yol verdiği, gözcülük ettiklerinden birisi tarafından tufaya düşürülür. Sonuç, sahiden de can sıkıcı bir ihtimalin gerçekliğine varmaktır. Sahte addedilen ihbardan çok daha kötüsü bunu bilinçle idrak ederek, matah bir şeymiş gibi savunabilen o yeni yetmenin “discord’un kapatılmasını” protesto etmek adına bulduğu yöntemin, korkunçluğudur. Acil hattını arayarak ölmek üzere olan baba için ambulans talep edip, boşa yazılmış bir ihbarla birlikte herkesin başına getirilebilecek olan o kurgu değil hakiki bir yıkıcılık canlı canlı seyrettirilir. Böyle afaki bir çürümenin hal ve istikamet olarak güncellene geldiği yerde ne zaman farkına varılacaktır insani olanı bunca açık çarçur ettiği şu yeryüzünün.
Bir başka istikametten çıkagelen ve devletin bunca tepkime sonrasında nihayetinde adalet için müsaade ettiği “yenidoğan” çetesinin var ettiği suçu ne yana atabiliriz. Gençliğinin bir biçimde nefretle / hiddetle / ötekisine kin duyarak var olduğu bir coğrafyada, aklı baliğ olduğu zikredilen, hayat emanet edilen kimi sağlıkçıların, hekim titrini “azrailin” ta kendisinden rol çalmak olarak kura gelen kimi varlıkların el birliğiyle kurduğu cerahatin, öldürme cüretinin ta kendisi mesela o filmin her nasıl acı bir tecrübe olarak var edildiğini de bildirir. Bianet’ten Ruken Tuncel’in haberini aktaralım: “İstanbul'da, 112 Acil Çağrı Merkezi'nde çalışan kişilerle ortak hareket ederek, bebek acil hastalarını önceden anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk edip ölümlerine neden oldukları ve haksız kazanç elde ettikleri öne sürülen 22'si tutuklu 47 şüpheli hakkında iddianame hazırlandı.
Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı Örgütlü Suçlar ve Terör Suçları Soruşturma Bürosunca yürütülen soruşturma sonucunda hazırlanan fezlekenin gönderildiği Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamesini tamamladı.
İddianamede, ölen 10 bebeğin "maktul", 5 kişinin "müşteki", Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) İstanbul İl Müdürlüğünün "suçtan zarar gören", 19 hastane ve sağlık şirketi "malen sorumlu", 47 kişi de "şüpheli" olarak yer aldı.
İddianamede, şüphelilerin, hastaların mevcut durumlarını olduğundan daha ağır göstererek, olması gerekenden daha uzun süre yoğun bakımda tutup SGK’den yüksek ücret tahsil ettikleri, bazı hasta yakınlarından fazladan para alınarak maddi çıkar elde edildiği ve karın çoğunluğunun sağlık çalışanı olan örgüt üyesi şüphelilerle paylaşıldığı belirtildi.
Bebek hastaların, uygun sağlık hizmeti almasını sağlayacak hastanelere sevki yerine şüphelilerin seçtiği örgüt adına karlı görünen hastanelere yatırıldığı anlatılan iddianamede, bu noktada esas amacın bebeklerin sağlık durumunun iyileştirilmesi değil maddi açıdan en fazla kazanç elde edilmesi olduğu kaydedildi.
AA’nın haberine göre; iddianamede doktor F. S. örgütün “elebaşı” olarak yer aldı. Suç örgütünün sevk ve idaresini doktor İ. G. ile 112 Acil Çağrı Merkezi ambulans şoförü G. M. Ö.’nün yaptığı belirtildi.
İddianamede, suç örgütünün esas amacının “işletmesini devir aldıkları yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin 112 sevk sistemini bertaraf ederek doluluğunu sağlamak, hastaların basamaklarıyla oynama yaparak SGK'den üst sınırdan ödeme almak olduğu” aktarıldı.
İddianamede, şüpheliler F. S. ve İ. G.’nin 10 kez "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "nitelikli dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve 11 kez uygulanmak üzere "resmi belgede sahtecilik" suçlarından toplamda 177 yıl 6 aydan 582 yıl 9'ar aya kadar hapisle cezalandırılmaları talep edildi.
Şüpheli G. M. Ö. hakkında ise "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "kişisel verilerin hukuka aykırı ele geçirilmesi", "kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve "resmi belgede sahtecilik" suçlarından 180 yıldan 589 yıl 9 aya kadar hapis istendi.
Diğer şüpheliler hakkında da benzer suçlardan hapis cezaları öngörülen iddianamede, ayrıca, malen sorumlu olarak belirtilen hastaneler ve hastanelerin bağlı olduğu şirketler lehine "dolandırıcılık" suçu işlenerek maddi menfaat temin edildiğinden, tüzel kişilere özgü güvenlik tedbiri uygulanması, hastanelerin ve şirketlerin kapatılıp mal varlıklarına el konulmasına karar verilmesi talep edildi.
İddianame, Bakırköy 22. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.
Fezlekede 19 hastanenin ismi geçiyor
Çetenin organize şekilde çalıştığı 19 özel hastanenin isimleri de belli oldu. Polis fezlekesinde yer verilen listede eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu'nun hastanesi Özel Avcılar Hospital Hastanesi de yer alıyor.
Hastanelerin ismi şöyle:
1- Akabe Sağlık Tesisleri
2-Doğamed Sağlık Hizmetleri
3-Ekip Sağlık Hizmetleri
4-Güney Hastanesi Sağlık Hiz.
5-Medilife Sağlık Hizmetleri
6-Özel Avcılar Hospital Hastanesi
7-Özel Avrupa Şafak Hastahanesi
8-Özel Bağcılar Medlife Hastanesi
9-Özel Doğa Hospital
10-Özel İstanbul Şafak Hastanesi
11-Özel İstanbul Şafak Sağlık Hizmetleri
12-Refik Arslan Sağlık Hizmetleri
13-Reyap Sağlık Hizmetleri Anonim Şirketi
14-Silivri Kolan Hastanesi
15-Yonca Sağlık Hizmetleri
16- Medisense Sağlık Hizmetleri Şirketi
17- GMZ Sağlık Hizmetleri
18- Özel Reyap İstanbul Hastanesi
19- Özel TRG Hospitalist Hastanesi
İki hastane kapatıldı
Öte yandan iddianamede, "malen sorumlu" sıfatıyla yer alan 19 özel hastaneden ikisinin faaliyetlerinin askıya alındığı ortaya çıktı.
İddianamede adı geçen hastanelerden Bağcılar Özel Şafak Hastanesi'nin eylül, Medilife Sağlık Hizmetleri Hastanesi'nin ise mayıs ayından beri faaliyet yapmadığı öğrenildi.
Bağcılar Özel Şafak Hastanesi'nin camında el yazısıyla "Hastane kapalıdır" şeklinde bilginin yer aldığı, hastanenin kapı girişinin ise iki dubayla bağlanıp kapatıldığı gözlendi.”
Bir haberi de T24’ten aktaralım: “Türkiye kamuoyunda "Yenidoğan Çetesi" ismiyle bilenen bilinen 12 bebeğin ölümünden sorumlu suç örgütüyle ilgili TBMM Sağlık Komisyonu Üyesi, DEM Parti Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, kamuoyunu dehşete düşüren olayda, 2022'de Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın cevaplaması için sunduğu soru önergesini paylaşarak tepki gösterdi.
İki yıl önceki soru önergesi cevapsız bırakıldı
2022 yılında TBMM’ye verdiği soru önergesinde, yenidoğan skandalında adı geçen ve ruhsatı iptal edilen hastanelerden MediLife Bağcılar’da 1 yaş altına yasak olduğu halde 3 aylık ve 8 aylıkken bir bebeğe iki kez EMG ve MR çekildiğini ifade eden Gergerlioğlu, tetkiklerin konuyla alakasız, yetersiz ve düzgün yapılmadığını, bu sebeple bebeğin tedavisinin geciktiğini ve bebeğin kolunu kaybetme riskinin olduğunu anlatmıştı. Önergede Gergeroğlu şu soruları sordu:
1) Tarafıma iletilen iddialar doğru mudur?
2) Mert Akdeniz ve oğlunun mağdur olduğu iddiası doğru mudur?
3) Bakanlığınızın konu hakkında bilgisi var mıdır?
4) Konu ile ilgili soruşturma başlatılmış mıdır?
5) İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü konu ile ilgili soruşturma başlatmış mıdır?
6) Bahsi geçen sağlık kuruluşu ile ilgili benzer şikayetler tarafınıza iletilmiş midir?
7) Son 5 yılda doktor ihmali nedeniyle bakanlığınıza başvuru yapan kişi sayısı kaçtır?
Gergerlioğlu'nun soru önergesi, muhatabı o zamanın Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından yanıtsız bırakıldığı öğrenildi.
"O zaman İstanbul İl Sağlık Müdürü olan Bakan Memişoğlu istifa etmeli"
Gergerlioğlu, iki yıl önceki soru önergesini paylaşarak, "Kaç skandal sonrası aklınız başınıza geliyor, gelecek?" diyerek tepki gösterdi. Eski İstanbul İl Sağlık Müdürü ve mevcut Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu'nu istifaya çağıran Gergerlioğlu, paylaşımında şu ifadelere yer verdi:
"2022 de şimdi ruhsat iptali yapılan hastane soru önergemiz buydu! Bebeğin hakkını sormuştuk. Cevap vermeyen Sağlık Bakanlığı şimdi kalkmış ruhsat iptal ettiğini söylüyor Kaçıncı skandal sonrası aklınız başınıza geliyor, gelecek? O zaman İstanbul'un sağlık müdürü olan Bakan Kemal Memişoğlu istifa etmeli!"
Bir filmdir dönüp duruyor. Döndürülüp durulan her hamlede, ezber edilmiş hemen her bir nüvede bir kere daha can yakıcılık mefhumu güncelleniyor. Tümüyle yıllar geçmişse de hep aynı, hep bir örnek olagelen cerahatin yükseltilmesi yeniden ve yeniden güncelleniyor. Yanıtsız sorular, mütemadiyen yeniden var edilen ölümler, ardışık yıkımlar, hiç bitimsiz acılarla bir menzilin dönüşümü süreğen kılınıyor. Cerahat her yerde! Bir film döndürülüp duruyor. Kesinkes belirgin olan şeyse vahim olan her şeyin punt bulunduğunda var edilebilir olması. Cerahatin boyunduruğu, sınırlarının emsalsiz halinde, İstanbul’un göbeğinde bir çete bebeklerin canlarından kendilerine rant devşiriyor. Günler, günlerdir paylaşılıp durulan tape kayıtlarında olduğu üzere kimisinde sondayı çek, nefesi kes, kimisinde bırak tedaviye cevap vermesin birkaç gün daha yaşasın da sonu ne olursa olsun, biz paramıza bakalım gibi nice nüveyle, bir dolu sinkafla, tehdit ve yıldırıyla belli başlı bir çark kurulur. Sermaye haline dönüşmüş, paradan başkasıyla işi olmayan sağlığın bir toplumun en değerlisi olagelen bebeklerden esirgendiği, bile isteye azrailliğin var edilebildiği bir zemin gerçekliğine uyanılır. Her şey çorap söküğü gibi çıkagelir zaten. Ol savcı tehdidiyle herkesin malumu olagelen yapının üyesi olagelen bir insanımsı varlığın beraberindekilerle birlikte sunduğu / var ettiği vahşet hiçbir şeyin kurgu olmadığı bir menzili bildirir. Bunca çürümenin ortasında hayat her ne haldedir, ne hale gelir ki!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: İsimsiz – Oğuz KALELİ – Exit Serisinden... C.A.M. Galeri
Meramda Paylaşılan Haberler
"Yenidoğan Çetesine" İlişkin Soruşturmada İddianame Hazırlandı - Bianet https://bianet.org/haber/yenidogan-cetesine-iliskin-sorusturmada-iddianame-hazirlandi-300882
Gergerlioğlu'nun Yenidoğan Çetesine Karşı 2 Yıl Önce Uyardığı Ortaya Çıktı: Kaçıncı Skandal Sonrası Aklınız Başınıza Gelecek? - T24 https://t24.com.tr/haber/gergerlioglu-nun-yenidogan-cetesine-karsi-2-yil-once-uyardigi-ortaya-cikti-kacinci-skandal-sonrasi-akliniz-basiniza-gelecek,1191019
#meram#mesel#arzihal#türkiye#hakikat#yenidoğan#yol nereye?#sözler#cerahat#ülke#kademe#tahakküm#denetim#gözetim#biyopolitik#insan#devlet101#siyasa#hayat akarken#kötülük#imdat#meram hakkı#anlatım
0 notes
Text
Yok Edilen Hayatları Kim Görecek
Dönüşümsüz, geri kurtarılamayacak kadar çürümüş, biteviye batmış bir ülkenin gerçeğini yaşıyoruz. Hemen her anlamda her yerde var edilen tahakküm veçhesi ile hayat mefhumu kuşatılıyor. Bedene yönelik bir politiğin sürekli damıtıldığı bir yerde hayat imgesinin hiç aralıksız bir güce maruz bırakılması kesintisiz kılınır. Mamafih yıkımın tezgahta yazıldığı ve biçimlendirildiği bir düzlemde o mahvetme halinden mülhem bir ülke gerçek kılınır. Etki ve tepkime somutlaştırılır. Düzen var edilmiş olanın yerle yeksan edilmesini göstere gelir. Yaşamı olumlanabilir olandan ayırırken, yerine konumlanan dayatmacı, kanun ile ol nizamın yerle bir edilmesinin meselidir ülke gerçekliği. Dönüştürülen cerahat menzilinin hali ortadayken bir geri dönüş de yoktur artık. Nefret, hiddet ve ayrımcılıkla birlikte dünü bugüne taşıyan bu kurumsal kimliğin ürettiği karanlığın yepyeni sürümleri var edilirken hayatın anlamca yıkımı gerçek kılınır.
Geriye kurtarılamayacak kadar çürümüş, biteviye batağa saplanmış her günü yara bereler ile donanmış, kuşatılmış bir yerin hazin gerçekliğinde günler geçiriliyor. Ne dünün haline uzağız, ne yarının karanlığının ne kadar daha sürebileceğine dair tek bir tahayyülümüz. Ol kestirmeden cüretle kurumsallaştırılmış kök karanlığın hayatları nasıl alt üst ettiğini uzun uzun anlatmaya çabalıyoruz. Her meramın satır aralarına sıkıştırılmış olan şeyin basit bir cümle tekrarından ibaret değil tam da istikamet diye hepimize takdim ettikleri yıkıcılığın ve kör karanlığa dair bir tespiti / ünlemeyi barındırdığını yinelemeliyiz. Müştereklerimizi talan edip duran ülkenin suna geldiği yönetim katı anlayışının var ettiği her şeyin aleni bir biçimde yıkıma, cürme, ucuz bir garabetlik hale çıkmasının tahayyülünü bildirmekteyiz iş bu satırlarda. Gelecek iş bu şimdi içerisinde, dünden devralınanlarla birlikte mahvedilme isteminin ulaştığı boyut korkunç değil midir? Ekonomik döngünün yerle bir edilip, işçinin emekçinin eline geçen asgari ücretin çoktan tarumar edildiği bir zeminde, ilave bir ücret artışının dahi çok görüldüğü bir zemindir misal batağa saplanmış olagelen yer. Hiçbir ama hiçbir makul gerekçe barındırmayan bir enflasyon sebebi olarak zikredilen ücret artışının onca afaki çarçur edilen paraların yanında esamesinin okunmasının utancından çıkagelir misal geriye dönülemeyecek çürümüşlük. Bir menzilde, ya çok zenginler, ya da çok fakirler dışında bir kastın bırakılmadığı acayip bir sarmalın ortasında olan bitenin tam da gezmek, tozmak, para harcamak değil tastamam hayatta var olma hakkını örselemenin bir başka yüzeyi olduğu artık anlamlandırılabilir. Bedava kılınan hayatların hakkının her ne olacağı yanıtsız konulur. Budur bariz çürüme. Böyle bir toplamda batağının dibini hala arşınlayan yerdir mesele. İyi de yol sahiden de nereye!
Evrensel Gazetesinden, Bahar Emreoğlu’nun haberini aktaralım: “İzmir Konak’ta dün sağanak sırasında İnanç Öktemay ve Özge Ceren Deniz elektrik akımına kapılıp hayatını kaybetti. Savcılık olayla ilgili inceleme başlatırken, bölgedeki mazgalların açılıp, elektrik kaçağının nedenini araştırılıyor.
Yurttaşların ölüm sebebi ile ilgili Elektrik Mühendisleri Odası Başkan Yardımcısı Mete Çubukçu ve A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı, İZ-AFAD Yönetim Kurulu Üyesi Mutlu Burak Paksoy ile konuştuk.
Çubukçu, “Olayın asıl nedenleri savcılık soruşturması ve bilirkişi incelemeleri sonrası ortaya çıkacak olmasına rağmen, önlem alınmaması durumunda benzer faciaların kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Alsancak’ta yaşanan facia, elektrik şebekesinde su taşkınlarına karşı alınması gereken önlemlerin ihmal edildiğini ortaya çıkarmıştır” dedi.
“Elektrik Hizmetinin Özelleştirilmesini Doğru Bulmuyorum”
Kasım 2023’de deniz taşması sonrası bölgede çok sayıda trafo merkezinin su altında kaldığını hatırlatan Çubukçu, “Özelleştirme sonrası ilimizdeki elektrik şebekesini devralan GDZ Elektrik Dağıtım AŞ, bölgeyi yeraltı kablolarını bir süre yer üstüne taşıyarak enerjilendirebildi” diye ekledi.
Olayın gerçekleştiği sokakta trafo merkezlerinden dağıtım panosuna giden kablolarda izolasyon hatası olduğunun belirlendiğini dile getiren Çubukçu, “Yeterince izole edilmeyen kablonun iletken olan suyla temas etmesiyle kazanın yaşandığı düşünülmektedir. Elektrik dağıtımı kamusal bir hizmettir. Bu hizmetin özelleştirilmesini doğru bulmuyorum” dedi.
Bölgedeki eksiklerin tespit edilerek giderilmesini talep eden Çubukçu, gerekli teknik desteği verebileceklerini vurguladı. Çubukçu son olarak, hayatını kaybedenlere başsağlığı diledi.
“TEDAŞ’ı VE EPDK’yi Göreve Çağırıyoruz”
Yaşanan bu olay ilişkin Elektrik Mühendisleri Odası yazılı bir açıklama yayımladı. Açıklamada, Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ (TEDAŞ) ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) acilen bölgedeki eksikleri tespit ederek gidermek için göreve çağrıldı. Açıklamada, “Elektrik dağıtım şirketlerinin kullandığı altyapı kamu malı, verdikleri hizmet de kamu hizmetidir. Dağıtım şirketleri görev sürelerinin sonunda kamuya devretmeleri gereken elektrik şebekesini günün teknolojisine göre yenilemek zorundadır. Tüm dünyada dağıtım şebekelerinde dijitalleşme çalışmaları yapılırken, ülkemizde ise can ve mal güvenliğini tehlikeye sokacak şekilde geriye gidilmesi kabul edilemez. Dağıtım şirketleri elektrik enerjisini kaliteli, güvenli ve sürekli bir şekilde ulaştırılmasından sorumludur” ifadeleri yer aldı.
“Sahada Yeterli Yatırım Yapılmadı”
“Son elektrik zamları ile birlikte bu kadar yüksek oranda kamu kaynağının dağıtım şirketlerine aktarılmasına rağmen maliyeti düşük tutmak için sahada yeterli yatırımı yapmayan ve İzmir’de dün yaşanan şiddetli yağışlar sonrasında da görüldüğü üzere halkımızın can ve mal güvenliğini tehlikeye atılıyor” denilen açıklamada, şirketlerin acilen idari ve mali yönden denetlenmesi gerektiği belirtildi.
Son olarak çözüm yoluna yer verilen açıklamada, “Kalıcı çözümü için üretimden, dağıtıma kadar tüm süreçleri yönetecek dikey entegre bir kamu tekeli yeniden kurulmalıdır. Geçiş sürecinde ise kamu kaynaklarının sonu belirsiz bir biçimde özel sektöre kaynak transfer edilmesi yerine kamulaştırma işlemlerini yürütecek Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı kurulmalıdır” ifadeleri kullanıldı.
“Dağıtım Şirketi Sorumludur”
A Sınıf İş Güvenliği Uzmanı ve İZ-AFED yönetim kurulu üyesi Mutlu Burak Paksoy ise elektrik enerjisinin güvenli bir şekilde ulaştırılmasından dağıtım şirketlerinin sorumlu olduğunu söyledi.
Benzer kazaların bir daha meydana gelmemesi için önerilerini sunan Paksoy, “Yer altındaki elektrik kabloları, ekleri, bağlantıları, kaçakları periyodik olarak incelenmeli ve kontrol edilmeli, yalıtım eksiklikleri giderilmeli, yıpranan kısımlar onarılmalı veya onarımı mümkün olmayan kablolar yenilenmelidir” dedi.
“Ülkemizde afet ve acil durumlara hazırlık açısından atması gereken ilk adımlardan biri de elektrik, su, gaz, telekomünikasyon vb. teknik alt yapı kurumlarının afet ve acil durum yönetimi açısından bilinçlendirilmesidir” diyen Paksoy, benzer kazaların ve ölümlerin tekrar meydana gelmemesi konusunda uyarıda bulundu.”
Dönüşümsüz, geri kurtarılamayacak kadar çürümüş, biteviye batmış bir ülkenin gerçeğini yaşıyoruz. İki insanın canının haybeye alınabildiği bir zemini tanımlayabilecek bambaşka bir kelam yoktur. Uçuyoruz, kaçıyoruz, ilerliyoruz muasır medeniyetler seviyesinin tam da üstünde ilerliyoruz denilirken bir sorumsuzluk örneği olarak açıkta kalakalan elektrik akımlı kablolar iki canı alır. Bir günü aşkın gündem olmalarının ardından da unutuşun tam da ortasına terk edilir o iki insan. Yok etme kültünün artık aleni bir istikamet kılındığı ve o zorbalığın, kural, kaide bilmezliğin ve hiçbir biçimde hesap verilmeyecek olmanın sağladığı alandan çıkagelen bir cinayet nasıl da çürümeye yüz tutmuş bir menzilde olunduğunu örnekler. Hayatın müştereklerinin un ufak edildiği bir zeminde son kalanın, hayatın ta kendisinin zayi ettirilmesinin utancı kalakalır elde. İki insanın ardından çıkan o korkunç tablonun, vahamet ötesine çoktan evrilmiş tahakküm pratiklerinin, yok saymaların vesairenin kıyısında bir utanç tablosu daha eklenir o biteviye çürümeye devam diyen ülkenin gerçekliğine. Bu kadar afaki bir çürümenin utancı her ne yana düşecektir. Kim sahiden de fark edecektir, yok yere heder edilen hayatları kim / kimler görecektir, sahiden! Böğrümüzde koca bir kaya daha...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Painting By Gizem SAKA
Meramda Paylaşılan Haber
Evrensel Ege İzmir’de Elektrik Akımına Kapılan 2 Kişi Yaşamını Yitirdi: “Ölümler Özelleştirme ve İzolasyon Hatası” https://www.evrensel.net/haber/523182/izmirde-elektrik-akimina-kapilan-2-kisi-yasamini-yitirdi-olumler-ozellestirme-ve-izolasyon-hatasi
#meram#arzihal#imdat çığlığı#yok edilme#cerahat#ülke#trajedi#kötülük#kör karanlık#gelecek nerede?#izmir#elektrik#yıkım#cinayet#biyopolitik#sözcükler#kesik#yara#ah#kapkaranlık#günce#nor#söz
0 notes
Text
Sesli Meram #458 - Yersiz Yurtsuz (06.05.2024)
"İktidar kanadının tamamının bu düzeninin böyle sürgit yinelenmesine önayak olduğu bir zeminde gerçekliği sorgulayabilmek ne ara söz konusu olacaktır. İçine terk edilip durulan o çetrefilli olmayan bataklığın, dipsiz koyağın, cerahatle bütünleşik menzilin hakikatine de bir reçete söz konusu edilebilir mi? Koca bir emek bayramının gümbürtüye konularak, bir kent tastamam işleyemez kılarak, mecburi bir gözaltını var ederek hangi sorunların ol üstünden gelinebilecektir ki! Anayasa Mahkemesinin hiçe yazıldığı, kararlarının geçersiz kılındığı / bildirildiği bir zeminde verili hakların kalanını kim nasıl kurtaracaktır ki sahi ama sahiden? Hak kavramının zayi olunabildiği bir zeminde başlı başına cerahati at koştuğu, yön ya da hiza belirlediği bir ülke gerçekliği söz konusu olur. Hazine bakanı ol Şimşek’in sıkın dişinizi, Mayıs’ta enflasyon pik yapacak, iki seneye kalmaz da tek haneyi görecek açıklamasının paralelinde, emeklilere bir asgari ücreti, çalışana Temmuz’daki ara zammı, emek dünyasındaki tazimat haklarının ilelebet hiç edileceği yepyeni düzenlemeler ya da emeklilik sistemlerinin katara eklendiği bir zeminde, sermayenin sesi her yerdeyken sıradan insanların hakkı ne olacaktır! Patavatsız bir halde ekonomik çökertmeyi zemine ol sıradanın sırtına yük olarak bindirdiği vergilendirmeler, tahakkuklar, kesintilerle birlikte var eden bir muktedirin, sahiden de herhangi bir çözümü var etme çabası / emaresi söz konusu edilebilir mi? Bütünüyle masallar anlatılırken, madun siyaset ılımlı havalardan bahis açıp dururken, yönelimini kulaklarını tıkayıp kendi bekalarını sağlama alma adına susanların muktedir olma hallerinde bir kez olsun sıradanın meseli anlaşılabilecek midir, sahiden de!" sesli meram
podcast image credit: mayıs 1:::zeynep kuray:::via x
#seslimeram#söz hakkı#cerahat#biyopolitik#mayıs 1#emek#direniş#prekarya#emek mücadelesi#asgari ücret#yaşamsal#mesel#yordam#istikamet#karanlk çağ#yönelim#akp#türkiye#başka türkiye vardır#cerahat sarmalı#kötülük#kent suçları#kapatma#ekonomik#boyunduruk#yıldırı#işkence#devlet101
0 notes
Text
109 Yıl Sonra
“Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Nasturilerin yaşadığı ve sonra katledildiği veya sürgüne zorlandığı bütün vilayetlerde, Müslümanlar tarafından kaçırılmış ve bugün de hâlâ onlar tarafından alıkonan gayrimüslim kadın ve çocuklar var. Ayrıca bu milletlerin sürgün yolunu da takip etmekte fayda var. Rumlar Marmara’dan Konya’ya kadar olan yolu izlemek zorunda kaldı; Ermeniler ise Erzurum, Erzincan-Kemah-Malatya-Halep ya da Musul; Sivas-Harput, Mezopotamya yolunu izlemek zorunda kaldı. İstanbul ve civarı, Eskişehir, Konya, Pozantı’da farklı tarihlerde olmakla birlikte Rumlar ve Ermeniler tehcir edildi; Bitlis, Van, Diyarbakır vilayetlerine komşu Kürt aşiretleri de çok sayıda Hristiyan kadın ve çocuğu kaçırdı. Bunların arasındakilerin bazıları Nasturiydi ve hepsi hâlâ köle muamelesi görerek alıkonuluyor.
Arap Mezopotamya’sında çok sayıda Ermeni kadın ve çocuk var. Müslüman Araplar tehcir edilen Ermenilere karşı daha insanca yaklaştı. Ancak, onların da halen alıkoyduğu ve iade etmeleri gereken çok sayıda Hristiyan kadın bulunuyor. Yine de Araplara Türklerden farklı davranmak gerekiyor. Çünkü çoğunun bu kadınları cani Türklerin elinden kurtardığını ve genellikle onlara karşı iyi niyetli davrandıklarını düşünmemiz gerekir. Doğru olan buradaki şeyhlerle müzakere yürütmektir ve öyle umuyoruz ki bunu bizzat kendileri kolayca ve gecikmeksizin çözeceklerdir.” Paris, 8 Mart 1919...
- Zabel Yesayan tarafından kaleme alınan, Paris Konferansı’nda Ermeni Delegasyonu’nu temsil eden Boğos Nubar Paşa’ya sunulan 11 sayfalık rapordan bir kesit...
109 yıl sonra başladığımız noktanın da gerisinde kalakaldığımız bir düzlemin hakikatine eriyoruz hep birlikte. Tümüyle yabancılaştırılmış ilan edildiğimiz bir menzilde bu kökten, bu bağdan olduğumuzu idrak ettirebilmek için verilen onca mücadelenin ardından halen o “Ermeni” mitini aşamıyoruz. Bütünüyle kendini ezberden var eden, biteviye umursamaz bir halle devletli kademelerinin de kolladığı, yol açtığı, gözettiği bir nefretin istikametine her gün hedef kılınıyoruz. Bitimsiz değil, yok edilmenin sınırına ulaştırılmış, bugüne açık bir biçimde hasbelkader / rastlantısal bir direnme duygusuyla varabilmiş olan ol dördüncü kuşağın ve ötesinin elemine nasıl da kayıtsız kalındığını biliyoruz, yaşıyoruz.
109 yıl sonra, halen ismimiz, soy kodu uygulamalarında gizlenmiş bir fişlemeye hazır ve nazır bekleye duruyor. Bir yerlerde serbestçe çalışabilmemiz atfedildiği gibi hürriyetin de bir parçası olarak zikredilirken, devletli ya da yerel / mahalli hiçbir kurumda çalışmasının uygun düşmediği / görülmediği ender kimliklerden birisi olmaya devam ediyor “Ermeni”. Bir yanda ülkedeki eşit yurttaşlık üstüne nutuklar atılırken, yerel / genel seçimler varken o yurttaşlık haklarına dair mavallar okunurken, henüz bir caddenin / yolun / sokak dahilinde varlığımız yok addediliyor. Bir yanda baş efendinin aralıksız güncellediği bir ezber metin etrafından, Türkiye Ermenileri Patrikliğine, burada kalanlara hitaben bir taziye mesajı öte yanda İletişim Başkanlığının başındaki zat gibi nicesinin sunduğu inkar, mütemadiyen var ettiği nefret. Hangi Türkiye doğrusunu var ediyor sahi ama sahiden?
109 yıl sonra, tarihçi Ümit Kurt’un kaleme aldığı Kanun ve Nizam Dairesinde (Aras Yayıncılık) kitabında, bir teknokrat / bürokratın soykırımla teşviki mesaisinde her neleri, nasıl bir canhıraş sebatla var ettiğinin portresi karşımıza çıkartılır. Bizlerin yük edindiği o yıkım / yok etme / soy kurutma çabasının nasıl işleyen bir mekanizmayla sürekli devletin yüceltildiği / Türk kimliğinin ön plana çıkartıldığı bir yönlendirmeyle var edildiğinin utanç verici suretleri detaylarıyla birlikte paylaşılır. Duraksamadan bugün bildiğimiz ol İttihat ve Terakki Cemiyeti / Teşkilatı Mahsusa / Hamidiye Alayları vesairenin her nasıl, Talat, Enver, Cemal efendiler gibi baş önderleri, Dr. Bahattin, Dr. Nazım, Cemal Azmi gibi nice yan oyuncunun kıyısında işi bitirenlerin Mustafa Reşat Mimaroğlu gibi dönemin memurlarının etkili kullanımlarının da idesi / nirvanası karşımıza çıkartılır. Bir göçmenin, Ermeni halkına yakınlığının, yatkınlığının, diline aşinalığının imha politikalarında işlevsel bir çıkarımı var edebilmesinin utancı misal ne yana düşer. Komşusunu tanıyanların onları yok etme sürekliliğini / tutunmalarının ardılını kim ne zaman soracaktır sahiden?
109 yıl sonra, ailemin hakikatinden bir kesit olarak Göydün / Köydün Sebastia / Sepastiya ya da bugün bilindik ismiyle Sivas’tan, Gesarya (Kayseri) ve Yozğat’a (Yozgat) uzanan o iç içe geçmiş hangi yana dönersek dönelim eksik kılınmış olmamızın akıbetindeki karaya, kapkaranlık surete karşılık devletin olmadı / etmedik ile her şeyi geçiştirmesinin hali nice olurdu? Kişisel hikayelerimizi yeterince anlatmamışız gibi, hani belgeniz diye sual edene ol Ümit Kurt’un Kanun ve Nizam Dairesinde kitabı gibi devletli kademelerinin olayları her nasıl yok etme düzlemine taşıdığının da nişaneleri birkaç tıklamayla bulunabilir. Misal bir özel kütüphanenin arşivinde çıkagelen Zabel Yesayan’ın Paris Konferansı sırasında Boğos Nubar Paşa’ya sunması için tebliğ ettiği rapordaki gibi kaybedilmiş insana dair yaraları hangi kelimeler anlatabilir. Bugün bunca zaman sonra, yeni nesil olarak atanmış z kuşağından kimi insanların oh olsunlarının, iyi ettiklerinin, az bile yapmışız soykırım yapsaydık hiçbiriniz bugün hayatta olmazdınız gibi ikrarlarının kıyısında cürmü görmeye / anlamaya daha çok var mıdır? Kaybedilecek çok nesil var mıdır?
109 yıl sonra, Sebastia, Gesarya, Hadjin, Sis, Kozan, Alaşgert, Mazgert, Sassun, Muş, Musa Ler, Vasburgan, Van, Pağeş, Daron, Dikranagert ve isimleri sığmayacak ama bir ömür boyu bellekte yer edinen yerlerdeki hayatların akıbetlerini sorgulamak neden bunca ağır / zor kılınır? Kaybedilenlerin yerlerine ikame edilenlerin, ister Türk, ister Kürd, ister yerleşik ister muhacir ya da başka kentlerden göçmüş olsun oralarda gördüklerini, başka bambaşkasına ait olanın üstüne yerleştirilmesindeki sürekliliğin nasıl bir menzili basitçe değil topyekun zehirlediğine dair hiç mi hesap kitap sorulmayacaktır. Bir buçuk milyonu aşkın insanın akıbetinin zehir zemberek bir karanlıkça yok edildiği, kalanların da üstlerine çöreklenip, hayatta var olmalarına dair sorguların birisi bitmeden bir başkasının başladığı bir deneyimin ortasında bizlerin bugün halen yaşadıklarına dair en ufak bir anlama söz konusu mudur? İttihat ve Terrakki’nin Osmanlı’nın son perdesinde, daha sonra değişip, dönüşüp Cumhuriyet Halk Fırkası ve Partisine evrilen bir memleketin bel kemiği olup da, temellerini atıp da nasıl geçmişin yıkıcılığında bir gelecek devşirebildi bu ülke, sorgusuna düşen olur mu?
109 yıl sonra, eksik kılınmış hayatların akıbetine dair tek bir doğru düzgün soruşturma söz konusu edilmezken, dahası İttihat ve Terakki kurmayları belirli bir süreliğine tahkikat ve yargılama süreçlerine terk edilirken ne oldu da kurucu liderin Mersin Ziyaretinde ettiği şu sözlerin halen geçerli addedilmesinin hazin hali ne olacaktır? “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.” İyi de o ev hemen her durumda birilerine bir çatı olabilmişken, ne etti de Ermeni bir kere değil bir buçuk milyon kere bu memleketten def edildi. İzi silindi, meşum çetelerin ellerine rehin, tacize ve ölümün kıyısına terk, sınırın ötesine istiflenerek / sürülerek yok edildi. Birinci ağızdan çıkagelen o yok sayma her neyin nesiydi ki bunca zaman sonra kendilerini yeniden tanımlayan bir cerahat ülküsü etrafında nefret saçarak yürüyen ırkçı / turancı / bozkurt vs. için bir yol / iz / kılavuz bilindi? Kim verir ki hesabını?
109 yıl sonra, öyle bir cendereye tutulmuş gidiyor ki insanlık, daha geçtiğimiz aylarda var edilen Santa Maria Latin Katolik Kilisesine yönelik saldırı gibi nicesinden gurur / izansız bir biçimde onur telakki ettirilmek isteniyor. Bir cerahat halinin mütemadiyen ötekisine ol öteki bilinene dokunmasından zerre-i miskal utanç / hicap duyulmuyor. Ar zaten sizlere ömür! Tümüyle hedef kılınırken insanların yaşamlarının bu sahnede öyle ya da böyle altı üstüne getirilmesi / yok edilmelerinin / can almaların / hedef kılma hallerinin sahiden de bir sonu gelecek midir? Gelebilecek midir ey komşu!
109 yıl sonra, kişisel hayat hikayelerimizin baş köşesini kaplayan bir ağıdın farkına varılsın, sahiden bir şeyler anlaşılsın diye birkaç cümle kuruyoruz. Anadolu’nun çorak bir toprağa zamana yayılarak taşınmasının izlerinin en büyüğü olan 1915 öncesinde 1890-94 ve 1894 ile 1897 arasındaki tehcir / katliamlarla birlikte sufle edilmişken, ardılı bir biçimde bu topraklardaki gayrimüslim olanı toptan silmekten ötesini taşımayan bir cerahat haline / başka bir ülke tarihindeki Emval-ı Metruke’den, Varlık Vergisine, 6-7 Eylül’den, 20 Dolar 20 Kilo’ya, 2007’nin 19 Ocağında Hrant Dink’e, 2020’de Şirnex’te katledilen Şimuni Diril, yok addedilen / sır kılınan Hurmüz Diril’e pek çok katmanda salt Ermeni’ye değil pek çoklarına, Yesayan’ın bahsettiği kadar dahi merhamet gösterilmeden var edilir iyi de nereye kadar? Misal bir Nisan 24 günü 2011 yılında şakacıktan! Katledilen ol Sevag Şahin Balıkçı’nın ardından açılan yarayı nasıl değerlendirelim. Ne edelim!
109 yıl sonra, her şeyi en baştan anlatmaya gerek kalmadan bir kere olsun özür dilemenin dahi çok görüldüğü bir zeminde, hayatta kalmaya çalışıyoruz. 109 koca yıl sonra, bir hale, bir nedene bağlı kalmaksızın bu toplum için hedef kılınabilecek bir güruh olarak anılmaktan, bariz sinkaf / hakaret / tehditlere maruz bırakılmaktan illallah ediyoruz. Kaybettirme politikasından, devletin tüm kesimleriyle birlikte bir nefret objesi olarak başta Ermeni olmak üzere azınlıkların hepsini birden gözüne kestirdiği bir zeminde yıkımın sadece burada yaşamakta olanlara değil silsile halinde herkeslere, her bir ötekisi olarak anılana denk gelebileceğini biliyoruz. Biraz da bunun için Nisan 24’ün önemini, ol yok etme saiklerinin sunduğu perspektifin korkunçluğuna dikkat çekmek istiyoruz. Tümüyle, belirgin ve doğrudan zamana yayılarak bir tehdit olarak bilinen, görülen Ermeni yarasıyla bir başına bir asrı ve dokuz koca yılı geride bırakıyor. Yüzleşmek bir yana sorgulamak öte yana, inkarı kenara terk edip, ikrarla, iktidarın var ettiği / kendisine eşlikçi kıldığı ırkçı hiziplerin nefretine rağmen bir yaranın varlığı unutulmasın diye tüm bu serzenişler. Kenara yazılmış olagelen bir ağıdın, bir mendilin, bir tek kare sararmış ol fotoğrafın ardından çıkagelen nice hikayenin hatırına, unutmadık, unutturmayacağız.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Katie FALKENBERG – Los Angeles Times
#meram#mesele#hakikat#hayat#insan#ermeni#jenosid#medz yeghern#söz hakkı#kötülük#sarmal#vahamet#yıkım#biyopolitik#acı#elem#yas#keder#açmazlar#çıkmaz sokak#nefret#ayrımcılık#hakikat nedir?#başka ülke vardır#1915#hayal#cana kasıt#isyanameram
0 notes
Text
Karanlığın Esiri...
Belirsiz değil handiyse her durumda, hemen her şekilde hesaplı ve kitaplı bir yönelim var ediliyor. Müştereklerimiz bahsinin bir istikametteki varlığı, etkisi, güncelliği, gerçekliği o hesaplı kitaplı yollardan geçilirken un ufak ediliyor. Cerahat hayatı kuşatıp dururken, erk, muktedir kendi bekası adına yarınların talan olunması gerçekliğini var ediyor. Bir bunun yolunda ilerliyor. Onca kabus var edilirken bütün bunlar bir hülya gibi davranılıyor. Oysa gerçeklik ile anlatılanlar arasındaki uçurum kalıcı kılınıyor. Oysa gerçek pejmürde, saklı tutmaya hacet görülmeden yoksunluk, yoksulluk ve yarınsız kılmaktır. Vizyon denilerek çıkartıla gelen her hamlenin sunduğu bir benzersiz yıkım imgesi kılınıyor bu raddede. Tümden ve doğrudan muktedir tahayyülü olagelen pratikleri bu yıkımı daimi bir mesele kılıyor. Doymak nedir bilmeyen oburlukları, gözü dönmüşlük haliyle hayatın hemen her günü o yıkım bahsinin esiri kılınıyor. Müştereklerimiz olagelen idelerin, düşünce ve hali eylem örgülerinin, hak kavramı bahsinin yıkımı o aralıkta güncelleniyor.
Doğrudan güncellenen her tahakküm veçhesiyle birlikte belirsiz değil doğrudan hesap ve kitaplı bir yönelim herkese takdim ediliyor. Cerahat ekseni yeniden biçimlendirilirken ol masalların kıyısında hiçbir hakikatin görünür kılınmayacağı bildiriliyor. Geleceksizliğini bir motif kılarak, her zamanki gibi seçim sathı mahallinin yetmiş günlük süreci sakız gibi sündürülerek bir demokrasi deneyiminden bahis açılmaya çalışılıyor. Gerçeklikte ise o tek adamın savunduğu, bildiği ve kimselerden esirgemediği bir iktidar pratiğinin aralıksız ve muğlak olmayan boyunduruğunu var etmek tahayyülü işleniyor. Kaybedilmiş İstanbul ve Ankara özelinden iktidar pratiklerinin her nasıl akçeli işlerdeki aksamayı var ettiği hiç kesintisiz bildirilirken bunların müşterek bir yaşam idesinin iyileştirilmesi için değil de ol muktedirin bekası adına savunulduğu göz ardı olunuyor. Bay İmamoğlu mesel olarak dahi görülmüyor. Bile isteye erkanı muktedirin seçim propagandası şehirde canı / pestili çıka gelenleri değil o devletli kademesinin nasıl akçelerden uzak kılındığına ah vah edilen hal ve tavırları bildiriyor. Yaygın medyanın da işareti almasıyla birlikte İstanbul ve Ankara’yı birlikte geri almanın keyfi üstüne meseller çizilip duruyor. Oysa yalın gerçek dediğimiz gibi bir kere daha sıradan için fecaati önleme, yaraları sarma değildir. Kangrenleşmiş olan sorunlarıyla bir başına kim hayatta kalırsa onunla yola devam olunabilecek bir ülkenin var edilmesidir. Kesintisiz kılınan her hamleyle bu pratik yirmi iki yıldır bu ülkenin hem içinden geçti, hem geleceğini un ufak etti. Sorun eden var mıdır ola?
Birkan Bulut’un Evrensel Gazetesindeki haberidir: “Genel seçimlerden sonra daha “akılcı” diyerek düşük faiz politikasını terk eden ve emekçiler için daha acı reçeteye başvuran Erdoğan yönetimi, yerel seçimler yaklaşırken kesenin ağzını açıp açmamak arasında kaldı. Prof. Dr. Murat Birdal’a göre Erdoğan sandıkta kendisini göremezse söylem değiştirebilir.
Genel seçimlere faiz indirimi ve yüksek kur politikasıyla giderek büyüme rakamlarını önceleyen Erdoğan yönetimi, seçim ekonomisini devreye sokmuştu. Zenginin daha da zenginleştiği bir servet aktarımına dönüşen enflasyon artışının bedeli ise halka hayat pahalığı olarak fatura edildi.
Seçimler bitince, ekonomi yönetiminde yapılan değişiklikle “rasyonal politika”nın devreye sokulduğu ilan edildi. Gözünü yurt dışı yatırımlara çevirerek ülke ülke kaynak arayışına giren Erdoğan yönetimi, daha önce söylediklerinin tam aksine yüksek faiz ve kemer sıkma politikalarını uygulaması için Hazine ve Maliye Bakanı atadığı Mehmet Şimşek ile Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’a tam destek mesajları verdi. Erkan’ın Türkiye’ye gelince ailesinin yanına taşındığını söylemesi, Şimşek’in kamu kurumlarında kalem kağıtta bile tasarruf edilmesini istemesi aslında düşük ücret, azalan kamu harcamaları ve artan vergiler konusunda “Biz de kemer sıkıyoruz” mesajları olarak kayda geçti.
Ancak yerel seçimler yaklaştıkça beklenen oldu. Seçimlerde kamu kaynaklarının daha fazla kullanılması ve ekonomik vaatlerde bulunulmasını isteyen AKP’deki birçok isim, mevcut ekonomi politikalarında gevşeme bekliyor. Basına da yansıyan tartışmalar, bugüne kadar seçim ekonomisinden beslenen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat Bakan Şimşek’e “Seçime kadar kesenin ağzını aç” dediği iddialarına kadar vardı.
Şimşek: Seçim Ekonomisi Olmayacak
Emeklilere zam tartışması içerideki tartışmaları daha da görünür kıldı. Bakan Mehmet Şimşek, sonunda sosyal medya hesabından açıklama yaparak, “Seçim ekonomisi iddiaları gerçeği yansıtmıyor. 2024 yılında bütçe hedeflerimizi tutturmakta kararlıyız. Sayın Cumhurbaşkanımızın güçlü destekleriyle program hedeflerimize ulaşmak için gerekli politikaları kararlılıkla uyguluyoruz” dedi.
Kısa Vadede Piyasa Güveni Sağlanamadı
Süreci değerlendiren İktisatçı Prof. Dr. Murat Birdal, ekonomideki göstergelerin iktidar açısından yerel seçimlerin zor geçeceğine işaret ettiğini kaydetti. Para politikalarının gevşetilmesine dair taleplerin öne çıkacağının öngörüldüğünü belirten Birdal, seçim yaklaşırken parti içinden de itirazlar olmasının beklendiğini söyledi.
Enflasyon ve kur istikrarında iktidarın zor durumda olduğunu belirten Birdal, “Bazı adımlar atması lazım, çünkü sermaye girişi sağlanamıyor. Seçimden sonra kısa vadede piyasadan istediği güveni sağlayamadılar. Yabancı sermaye çevreleri de beklentilerinin asıl olarak seçimden sonra devreye sokulacağı inancındaydı. Bundan dolayı işlevsiz kaldı vaatler. Seçim öncesi keskin bir adım olamaz ama seçimden sonra vatandaş ekonomik açıdan daha fazla zorlanacak” dedi.
Muhalefet cephesindeki dağınıklığın iktidarın lehine olduğunu ifade eden Birdal, seçimleri kazanacağını düşünürse Erdoğan’ın çok geri adım atmayacağını ama sıkıştığını görürse kesenin ağzını açacağını dile getirdi.
Politika Değişirse Günah Keçisi İlan Edilir
Mehmet Şimşek’in daha önce de partide böyle bir ayrışma yaşadığını hatırlatan Birdal, “Şimşek bir ekonomi politikası için Türkiye’ye getirildi. Bundan bir sapma yaşanacaksa Şimşek’e ihtiyaç yok. Daha önce de parti içinde suçlanmıştı. Benzer bir değişimde yine günah keçisi ilan edilir ve yoksullaştırmanın sorumlusu Şimşek olduğu ilan edilir” dedi.”
Hesaplı kitaplı bir yönelim olarak yoksun kılma, yoksullaştırma düşünsel bir eylem olmaktan ötede hayatın hakikatine dönüştürülüyor. Duraksamadan imal olunan her hamle bir yönetim anlayışının suna geldiği her tahayyül bu kadar sıradan olanın gündelik dertleri ya da yaralarını çözmek bir yana onları kalıcılaştıran, ümitsizliği aralıksız gerçek kılan bir paylaşıma dönüştürülüyor. Şimşek ve ekibinin radikal dönüşümü var etmek bir yana tüm o sermayenin / iktidar çevrelerinin tahayyülleri doğrultusunda eyledikleri hamlelerin bariz bir biçimde sıradan hayatı için her şeyin tepetakla edildiği bir güncelliği var etmesi arasız, fasılasız bir gerçekliğe dönüşür. Onca zamandır güncellenen her hamleyle, bariz bir halde o yoksunluk paydaş kılınırken, siyasetin başındaki temsilin müdahaleleriyle birlikte yalın, gerçekten gerçek bir cürmün sahnesi bina olunandır. Müşterek bir yaşam idesinin kurgusu ve gerçekliği artık aleni tarumar ediliyor. Bundan da zerre-i miskal gocunulmuyor. Aleni bir halde süreğen kılınmış olan ekonomi politiğin giderek daha belirgin bir halde sadaka kılınmış asgari ücretle bir hayatta var olma gayretini sürdürdüğü açığa düşüyor. Ne olur ki bu hallerle! Tümüyle bir nobranlık, zengini çok daha zengin kılan bir düzlemde hakiki bir eşitliği var etmek bir yana ele tutuşturulan üç otuz kuruşla yaşayın buyurması devamı sağlanan bir şeyken ne olur ki hayat, nasıl olur ki!
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, AİHM’in Demirtaş, Kavala ve Atalay kararlarına siyasi baktığını, Yargıtay kararlarının da AYM kararları kadar bağlayıcı olduğunu savundu.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, katıldığı bir programda Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, iş insanı Osman Kavala ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay’ın tutukluluklarına dair konuştu. Tunç, AİHM’in bu davalara (Kavala-Demirtaş davası) siyasi yaklaştığını savunarak, “Kararı ortaya çıkaran deliller hukuki açıdan değerlendirmiyor. Türk yargımız bu davalardaki kararlar Yargıtay’dan geçmiş olan kararlar” dedi.
‘Bir takım sorunlar ortaya çıktı’
Bakan Tunç, şunları söyledi: “Anayasamızda yüksek mahkemelerimiz var. AYM de yüksek mahkemeler kısmında sayılıyor. Hepsinin görev alanları belli. AYM-Yargıtay arasındaki görüş farkı sebebi anayasamızın bazı maddelerinin son değişikliklerle bireysel başvuru ile birtakım sorunlar ortaya çıktı. Kanun koyucu sorun çıkmasın diye hükümler de koymuştu. Anayasada vekillerin tutukluluğu konusunda suçüstü olan ağır cezalık suçlar hariç deniyor. Atalay’ınki seçimden önce başlayan bir dava. Anayasal düzene karşı suçlar Atalay’ınki. Bu suçlar kanunla düzenlenmiş. Terör suçları şu şu maddelerdir deniyor. AYM diyor ki Anayasa’nın 14. maddesindeki suçlar belirsiz diyor, Yargıtay da bu suçlar düzenlenmiştir diyor. Daha önce de uygulamaları var zaten diyor. 83 ve 14. maddesini uygulanmaz hale getiriyorsunuz diyor.”
‘Kararları farklı yorumluyorlar’
İki mahkemenin de yıpratılmaması gerektiğini kaydeden Tunç, AYM kararları kadar Yargıtay kararlarının da bağlayıcı olduğunu savundu. Tunç, “Verilen bir karar noktasında iki mahkememiz anayasa maddelerini farklı yorumluyor. Sorunun kaynağı anayasa. 184 kez değişiklik yapıldı. AYM’nin yapısında adliye mahkemelerinde verilen kararların da gitmesini sağlarsanız süper bir uygulama olur. AYM’ye gelen bireysel başvuruları Yargıtay ve Danıştay’dan gelen üyeler incelesin diye bir hüküm olabilir” dedi.
Belirsiz değil handiyse her durumda, hemen her şekilde hesaplı ve kitaplı bir yönelim var ediliyor. Tümüyle iktidar pratiğinin sunduğu şeylerle bir kere daha dönüşüm var edilmeye çalışılıyor. Eğri, eğrelti, eksik gedik kılınan demokrasi pratiği, ekonomi tahayyülü gibi ol adaletin de yarım, sonucu etkisiz kılınmasının hallerinde bir kere daha hesaplı kitaplı bir istikamet devşiriliyor. Darbeci Kenan efendinin tahayyülü olarak, mutabık kalındığı ileri sürülen bir yamalı bohça anayasanın geçerliliği hala söz konusuyken onun güncel bir siyasi düşün üstündeki etkisinin iktidarın şablonuna göre dönüşümü var edilmek isteniyor bir kere daha. Baş Amirin aralıksız bir biçimde hedef kılmaktan çekinmediği iş insanı Osman Kavala, Türkiye İşçi Partisi Hatay vekili Can Atalay, eksi Halkların Demokratik Partisi eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş gibi toplumsal dinamiklerin peşi sıra sözü ve eylemleriyle bu ülkedeki demokrasi pratiğine bir adım olsun yaklaşılsın diye çaba sarf eden insanların esareti sorgulanmasın isteniyor. Tümden madun siyasetin, başat temsilcisi olagelen bu sığ, sağcı, siyasal islami yapının diskuru, kapsadıkları dışında kalan herkesi bir anlamda terörist / terörize ederek hak kavramı yerle yeksan edilmeye çalışılıyor. Duru durağı olmayan bir yıkıcılık, kuşatma haline devam diyor, yenilenmiş olduğu zikredilen şu ülke!
Müştereklerimiz mefhumunun yerle yeksan olunduğu bir zeminde hakkaniyet kavramının da miadı doldurulur. Her şey bağlamından kopartılıp çürümenin esiri kılınırken belirsiz değil doğrudan hesaplı kitaplı bir mahvetme hali güncelleniyor. Demokrasi, eşitlik, adalet kavramlarının kökünden talan olunduğu, gündelik zorbalık diline haiz iktidar pratiklerinin her şekilde, pragmatist bir döngüyü yeniden var ettiği ülke gerçekliği karşımıza çıkartılır. Kabus her anlamda hülya gibi pazarlanmaya devam olunuyor. Cumhuriyet idesini, yüzüncü yılında bir sivil düşün temsilini var edemeyen aklın, onca nobran tantanası arasında çıkagelen her şey bu mutlak / kati olan hesaplı kitaplı yıkımı imlemeye devam ediyor. Bildiğimiz, gördüğümüz nihayetinde bir ülke titrinin iyice altının oyulmasıdır. Her hesaplı hamle, ister sosyopolitik, ister ekonomik, isterse de hakkaniyet bahislerinden olsun bu kadar yalın bir çürümenin, sosyal çökertmenin yolunu açar. Memleket memleket olmaktan alıkonulurken geriye koca bir cüruf kalır. Ortalık kesif, keskin bir karanlığın esiridir, bilin yani, öyle!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Uriel Sinai – Getty Images – CNN
#mesel#meram#anlam#ülke#gerçek#tahayyül#biyopolitik#sosyal#sosyopolitik#hayat meseli#cürüm#karanlık çağ#demokrasi101#adalet#hukuk#ceza hukuku#terör#yorgun#demokrasi ne halde?#cumhuriyet#yüzüncü yıl#aidiyet#anlamak#türkiye gerçeği#başka ülke#ustalık eseri#cüruf#karanlık
1 note
·
View note
Text
Kırılgan Demokrasi - Geleceksiz Ülke
Kötürüm kılınmış olagelen demokrasi mefhumunun eksiltildiği her geçen gün daha bariz kılınıyor. Yeni bir yüzyılın kapısının açıldığı zikredilen bir zeminde demokrasinin geçmiş olana ait bir edime indirgenmesi her günü açmazlara çıkartıyor. Bedene, akla ve eylem ve yaşama istemine yönelik, en başta sıradan olanın hiçe sayıldığı bir devinim hali içerisinde o açmazlar daha belirgin kılınıyor artık. Yeni ülke eskinin sınırlarından ilerlerken, onun var ettiği her fecaati yeniden sahiplenirken, oradan çıkagelen acıyı oarmak bir yana yine yeniden imal etmeye girişen bir denkliği bildirir. Demokrasi sıradan insanın elinden açık bir biçimde çalınır. Erk, muktedir, iktidar elinde bir zorbalık pratiği, bütün o yıkım halin güzelleyen bir paratoner olarak kullanılır. Cerahat hemen her yerdedir. Cürümler sahicidir ve gerçekliğimiz olarak bina edilendir. Ceberut olagelen devlet aklı hayatı kuşatandır iş bu raddede. Demokrasi tüm bu pratiklerle birlikte, ismi yeni denilen sahnede kenar süsü kılınmaya devam olunur. Eksiksiz kılınmış olagelen her hamlede bu dönüşüm nüvesi bir kere daha karanlığın sınırlarıyla buluşturulmak istenir. Kötürüm kılınmış demokrasi edimi bir hakikatken yol / yordam / anlam çaba ve sair her şey boşa düşürülür. Bir cerahat halini tertipleyen / istifleyen akımın ortasına demirler ülke. Yönetim katının sunduğu hemen her pratikte / yönelimde bu döngü kalıcılaştırılır. Demokrasi kötürüm bir mefhum kılınırken yaşamsal idenin çürütülmesi / sınırlanması beşeri insanın gününü / geleceğini kapkaranlık kılar. Yirmi iki yıllık iktidar pratiğiyle ak parti ister tek isterse de şu anki gibi ırkçı / dinci olagelen koalisyon suretiyle birlikte bu hali bina etmeye devam ediyor.
Demokrasi mefhumu pratikte hayattan alınırken, yerine ikame edilenlerle tastamam derin, kalıcı bir otokrat bir rejimin binası sürgit devam olunandır. Despotluk sınırlarına varmış o aklın sunduğu şeylerle birlikte bu tahakküm hali dört bir yanda, yedi düvele düşmanlıkla, en başta da kendi içinde sesini itirazını yükseltenlere düşmanlıkla birlikte işlevselleştirilir. Bununla, tüm bu öngörüsünü yıkıcılık / nefret, ayrım ve şiddete dönüştürme istemiyle bir ve beraberce yineleyen menzilde demokrasi basit bir biçimde devre dışına taşınır. Kah bir biçimde Artsakh, Nagorno Karabakh’daki Ermeni nüfusun bir an önce tehcir edilmesinde, saldırdı Ermeniler yalanını vurgulayarak, üsteleyip bir de suç halini bile isteye var ederek Azeri devletinin pis işlerinin arkasını toplayarak bu habis tahakküm hali sahiplenir. Uzun uzadıya bir kere daha yazmaya hacet kalmamış bir biçimde 120 bin insanın hayatlarının ilelebet değişmesini, Xocalı’nın bedelini ödettik diye sevine duran bir baş amirin varlığı karşısında zaten hiçbir ilave söze hacet yoktur. Demokratik olmayı, kafasından topyekun silmiş olagelen bir akımın insanların haklarını / yer / yurt dediklerini muhafaza etmelerine dair seslenişlerine kayıtsızlıkları o zorbaların elinde bir kere daha acıya dönüştürülür. Bu ülkedeki baş efendinin, emir erlerinden iletişim işleri başkanı fahrettin efendinin var ettiği yalan haberler, sürekli ivmesi artan Ermeni nefretini yaygınlaştırma prensipleriyle zaten o yıkım buradaki Ermeni’ye bir sınav, Türk içinse var olmayan bir demokrasinin yaşatmak yerine ona mani olma hevesini görünür kılar. Bir kere daha sınav verememiş bir toplumun bir kere daha bir kez olsun yaratılan cehenneme karşı sesini yükseltmemiş, çoğu zaman ol yavşak medya söylemlerindeki iletişim başkanlığının dozunu ayarladığı nefrete iman ede duranların elinde Türk (hepsi) ile Ermeni arasındaki bağ da kopup gider. Ulaşılan merhale bunun en net örneğidir. Yayında yapımda emeği geçenler kına yakabilirler artık. Geçemiyor olsak da geçelim bir kere daha... Onca acı, elem / kötülük nasıl aşılabilirse...
Demokrasi idesinin nüfuz ettiği bir sahne olmaktan alıkonulan menzilde var edilmiş her eylem biraz daha derin açmazlara yollanan ülkeyi de göstere gelir. Tümüyle başka yerlere dair konuşmalar var edilirken dönülüp de sınırın içinden bakıldığında hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığı / kalmadığı görünür. Müşterek bir ide olagelen hakkın da hukukun da birleştiği demokrasi edimi, eylemi topyekun naçar kılınır. İzi vardır kendisi seksen darbesinin mimarı evren zırtapozu elinde oyuncak kılınmış kes yapıştır bir anayasa metninin içerisinde un ufak edilmiş olandır. Bugünün ülkesinin istikametinin her nasıl bir biçimsizliği var ettiği orada temelleri atılandan belirgindir. Bir kısacık haber bile olan / yönlendirilen ülke gerçekliğine dair yetkin bir kanıt olacaktır. Bianet’ten aktaralım: “Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Gezi Parkı davasında, Osman Kavala'nın müebbet, TİP Milletvekili, avukat Can Atalay, TMMOB yöneticisi şehir plancısı Tayfun Kahraman, film yapımcısı Çiğdem Mater ve sinemacı Mine Özerden'in 18'er yıl ağır hapis cezalarını onadı.
Daire, Yiğit Ekmekçi, mimar Mücella Yapıcı ile Açık Toplum Vakfı yöneticisi Hakan Altınay'ın mahkumiyet hükümlerini bozdu ve adli kontrol hükümleri uygulanarak tahliyelerini kararlaştırdı.
Anadolu Ajansı'nın haberine göre, Daire, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 25 Nisan 2022'de verdiği karara ilişkin temyiz incelemesini tamamladı ve Türk Ceza Kanunu'nun 312/1 maddesi gereğince, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırılan Kavala hakkındaki mahkumiyet hükmünü onadı.
Daire, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" suçundan 18'er yıl hapis cezası verilen Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater hakkındaki mahkumiyet hükümlerinin de onanmasına karar verdi.
Daire Atalay ve Kahraman'ın "bir plan ve organizasyon dahilinde gerçekleştirilen Gezi Parkı olaylarının başlaması ve tüm ülke sathına yayılarak derinleştirilmesi kapsamında" eylemlerinin bulunduğuna hükmetti.
AA'nın aktardığı kararına göre, Daire, "Atalay ve Kahraman'ın, "Gezi Parkı eylemlerinin gerçekleştirilmesindeki organizasyonda baş aktör olan ve bu eylemleri finanse eden diğer sanık Mehmet Osman Kavala ile de irtibatlı olarak birlikte hareket ettikleri[nin anlaşıldığına]" karar verdi. Daire daha da ileri giderek Atalay ve Kahraman'ın eylemlerinin "TCK'nın 312/1. ve 37/1. maddeleri kapsamında hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçunu oluşturduğu halde, delillerin takdir ve değerlendirilmesinde düşülen yanılgı sonucu hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye yardım suçundan mahkumiyetlerine karar veril[diğini]" ancak "aleyhe temyiz olmadığından bozma nedeni yapılma[dığını]" ileri sürdü.
Daha basit bir ifadeyle Daire Atalay ve Kahraman'ın da esasında Kavala gibi "müebbet ağır hapisle cezalandırılmaları gerekirken 18 yılla kaldıkları" yargısını ileri sürdü.
Bozma kararları
Yargıtay 3. Ceza Dairesi Ali Hakan Altınay, Yiğit Ali Ekmekçi ve Ayşe Mücella Yapıcı hakkındaki 18'er yıl hapis cezalarını bozdu.
Daire sanıkların eylemlerinin, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" kapsamında olmadığına, bu üç sanığın eylemlerinin, "toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet" kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine hükmetti.
Daire, mahkumiyet hükümlerini bozduğu sanıklar Yapıcı ile Altınay'ın adli kontrol hükümleri uygulanarak tahliyesini kararlaştırdı.
Arka plan
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, tutuklu sanık Osman Kavala'yı, TCK'nin 312/1 maddesi gereğince, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırmış, "siyasal veya askeri casusluk" suçundan ise beraatine hükmetmişti.
Heyet, sanıklar Can Atalay, Çiğdem Mater, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Ayşe Mücella Yapıcı ve Yiğit Ali Ekmekçi'nin "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" suçundan 18'er yıl hapisle cezalandırılmalarına ve bu suçtan tutuklanmalarına karar vermişti.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi, yerel mahkemenin kararını hukuka uygun bulmuştu.
Sanıklardan Can Atalay, 14 Mayıs'taki 28. Dönem Milletvekili Genel Seçimi'nde TİP'ten Hatay milletvekili seçilmiş, bunun üzerine avukatları yargılamanın durması ve tahliyesine yönelik Yargıtaya başvuru yapmıştı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise talebin reddine hükmetmişti.”
İstemsiz değil yok yere hiç değil bariz bir biçimde demokrasi ediminin boşa düşürülmesi için o Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan iradenin ilelebet sönümlenmesi için elindeki tüm imkanları kullana gelen ak partinin var ettiği yargı bunca açık bir infazla çıka gelir. Tümüyle baş amirin direktifleri doğrultusunda insanların eyledikleri itiraz haklarını tüm o kurulmuş düzen diye var edilmiş, çeteleşmiş, yoz, kendisinden saymadıklarına hayatı açık bir biçimde zindan eden anlayışa karşı sürgit yinelenen dönüşüm çağrılarına yanıtı alenen, kestirmeden mahpus kılarak bildiren bir anlayış ortaya çıkar. Bununla bir yönelim ya da bir gelecek pratiğinin söz konusu edilemeyeceği muhakkaktır. Gel gelelim burası Türkiye olduğu için iyiliği, desteklenmiş bir imece / kolektif isyanı fonlamak gibi garip, akıl dışı bir yaftalama / iddianame diye rol kesen abuklama hallerinde Kavala gibi bir insan müebbet hapse mahkum edilir. Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’in on sekiz yıl tutsak edileceği tescillenir. Hayat idesi bunca alenen un ufak edilirken bir ihtimali, sorgulayarak, yaşanabilir bir ülkeye varma umudunun da çer çöp haline indirgenmesinin utancı da ilavesidir. Tümüyle nobran bir tahayyülle birlikte bir kere daha devletlinin hiddeti diye var edilen şey / şekilsiz bir sınırlama halinin ta kendisini bildirir. Kimselere hayat hakkı tanımayan bir cerahat erkinin elinde her gün biri ya da birilerinin hedefe kılınması kesintisizdir. Düşman aramaya hacet kalmaksızın, her bir bireyin sınandığı bir mezalim sahnesi kalıcılaştırılır, gerisi lafı güzaf!
Demokrasinin eksiltildiği bir güncelliği idame ediyor şu ülke, bu mavi küre. Artık baskın bir despotizm, kesintisiz kılına gelen bir tahakküm ve tehditler aralıksız şok doktrinlerinin ortasına terk edilen sıradan insanların hayat hakları alt üst ediliyor. Düzen denilegelen şey bir biçimde başkası / öteki sandığına hayatı dar ederek yolunu açmayı tercih edenlerin hal ve meseli kılınıyor. Tümüyle darmaduman edilmiş bir hakkaniyetin karşısında aralıksız bir halde yenilenme denilerek çürüme var ediliyor. Memleket memleket değil, gidişat hiç gidişat değil, söz söz değil, eylem zaten sizlere ömür kılınmışken hem nalına hem mıhına bir tahakküm tezgahta işlenmeye devam olunuyor. Kötürüm kılınan demokrasi çeperinin her gün biraz daha arttırıldığı bir zeminde hayatın mahvına zemin / geleceğine ipotek / tümden yok oluşuna ihtimal var edilmeye devam olunuyor. Umursuyor musunuz bütün bu fecaatler sarmalını, şu ülkenin yönetim katının ettiklerini, ektiği nefretin var edeceği fırtına biçmeyi... sahiden... sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: İstiklal Caddesi Gezi Parkı Protestolarından ::: Güzelbirdünya ::: Vikipedi
#demokrasi#eşitilik#adalet#hürriyet#hak#söz hakkı#meram#mesele#yaralar#demokrasiye ne oldu?#adalet101#türkiye gerçekliği#başka türkiye vardır#biyopolitik#cerahat sarmalı#kötürüm#memleket#ev meseli#hayat hakkı#trajedi#sözler#geleceksizlik#normal neydi#insan olmak#türkiye101#gezi parkı direnişi#adalet mücadelesi#anarşizan
1 note
·
View note
Text
Hakikat Tahrif Edilirken
Değişken bir tahakkümün orta yerinde herkesin bir ötekisine düşman addedildiği bir saha, bir zeminde hakikat tahrip ediliyor. Düpedüz, doğrudan bir cendere refakatinde ol iletişim işleri başkanlığının gözetiminde vurgular / bildirimler hepten o hakikatin tahribatını var ediyor. Devletli erkanı, baş efendiden başlayarak kurulan oyunun yenisi hep daha derin hep daha kalıcı bir yıkım hüzmesini var ediyor. Yıkım katara eklenirken, ayrıcalıklı kast, zümreler bina edilirken, onlar feraha erirken kalan için bir yara verme halinin aralıksız bir halde yinelendiği bir zemin projeksiyonu güncelleniyor. Her şey güllük gülistanlıktır diye söze başlanırken var edilen çöl gözlerden ırak bir biçimde zannediliyor. Normallerini zayi etmiş olagelen bir yerde hayatın un ufak edilip devlet / sermaye eline oyuncak edilmesine devam ediliyor. Erk, muktedir, iktidar tahayyülünde arsızlığı ele alıp vurdumduymaz bir hali kesintisiz devam ettirerek, her şeyi tarumar eden, belirgin bir biçimde mahpusluk hal istemini hayat diye sabitimiz kılan bir devinim var ediliyor. Bu hali sorgulayan mavi veya beyaz yakalı emekçi, vasıflı ya da vasıfsız kodlu işçi, herhangi ama herhangi bir sıradan o yurttaş iktidar elinde düşman belleniyor. Bu ötekidir denilerek hedef kılınıyor aralıksız bir biçimde. Hakikat sorgulanmasın denilerek biyopolitik bir denetim, gözetim ve tahakküm iş bu ülkenin yegane istikameti haline dönüştürülüyor.
Tahakkümü var eden siyasal merci, makam ve liderliğin sunduğu perspektifin her nasıl bir biçimde Kürd özgürlük mücadelesini, siyasal aksiyonunu hedef kıldığı daha yepyeni Kobane kumpas davası sürecinde var edilenlerden ortaya çıkabilir pekala. Doksanlı yıllar ve öncesindeki zorba Evren rejiminin var ettiklerinden, kuruluş tarihine, 1915-1920 süreci arasında memleketin yıkıcı / yok ediciliğinde bir biçimde kullanışlı addedilen bir halkın topyekun yeniden tornadan geçirilmesinin bir kere daha hürriyetinden o geçmişin, geçemeyen karanlığında hizaya çekilip, sindirilip de susturulan ötekileri gibi onların da payına aynısının düşürülmesinin azap verici serüveni bugünleri belirginleştirir. Birbirinde buluşan, birbirini tamamlayan bir sınama halinin Kürd, Alevi, Ezidi, Mıhellemi, Arapları bulmasının yolu ve yönüdür mesele. İktidar pratiklerini kullanışlı addettiği ötekisine hıncı savunarak bütünleşik bir biçimde hayatı kuşatmak var edilendir. Halkların Eşitlik ve Demokratik Partisi, Dem Partinin öncesinin iktidar eliyle mahpus kılındığı zeminde ol Kobane davasının ardından çıkagelen ülke imgesi zaten başlı başına nasıl bir cenderenin imal edildiğini görünür kılar. Suçsuzlukları kanıtlanmış, sadece siyasi beyanları yüzünden hınçla linç ettirilen, yılları mahpuslukla geçen Kışanak, Tuncel, Ata ve hatta Tuğluk için tahliyelere karşılık itirazlar var edilir. Madun siyasetin hedef kıldığı insanların ki en sonuncusu Aysel Tuğluk’un bir insanın yaşayabileceği acıları aşan bir sınamaya tabi tutulması, annesinin cenazesine “Ermeni” yakıştırması yapılarak defnedilmesi sırasında olmadık işkencelerin var edildiği bir zeminde, demans olmasının dahi hiçbir önemi yok kılınır. O kadar afaki acının yaşatıldığı bir insanın canı da üç otuz kuruşluk iktidardan çok daha değerli olduğu anlaşılır kılınmaz.
Sibel Yükler’in T24’teki haberidir: “Kobani davasında savcılık, Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği tahliye kararlarına itiraz etti.
6-8 Ekim 2014 tarihlerindeki Kobani olayları nedeniyle eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında olduğu 108 sanıklı Kobani davasında dün karar açıklandı. Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi, 47 ayrı suçtan yargılanan yargılanan Selahattin Demirtaş'a toplam 42 yıl, Figen Yüksekdağ'a ise 30 yıl 3 ay hapis cezası verilmesine hükmetti.
Mahkeme, yargılanan 24 sanığa toplamda 407 yıl 7 ay hapis cezası verdi. Davada, Gültan Kışanak ve Sebahat Tuncel'in aralarında yer aldığı 5 tahliye, 12 beraat, 13 tutukluluğa devam kararı verilirken, firari 72 sanık hakkındaki dosya da ayrıldı.
Ancak mahkeme savcısının bugün tahliye kararlarına itiraz ettiği öğrenildi. Savcılık itirazında, “Sanıklar hakkında verilen tahliye kararının gözden geçirilerek ayrı ayrı tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarılması" talep edildi.
Mahkeme kararının ardından, eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak, HDP ve DBP'nin eski eş genel başkanlarından Sebahat Tuncel ile diğer siyasetçiler Ayla Akat Ata, Meryem Adıbelli ve Ayşe Yağcı tutuklu oldukları cezaevinden dün gece tahliye edilmişti.
Ne olmuştu?
Davada, 7,5 yıldır cezaevinde olan ve azami tutukluluk süresini 6 ay önce dolduran Gültan Kışanak'a ise "örgüt üyeliği" suçundan ise 12 yıl hapis cezası verildi, ancak tutuklulukta geçirdiği süre göz önüne alınarak tahliyesine hükmedildi.
Sebahat Tuncel'e "örgüt üyeliği" suçundan 12 yıl hapis cezası veren mahkeme; Ayla Akat Ata'ya da aynı suçtan 9 yıl 9 ay hapis ceza verirken, iki isminde de tahliyesine karar verdi.
Yasin Börü ve diğer tüm ölümlere beraat
6-8 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan olaylarda farklı kentlerde resmi kaynaklara göre, 37 kişi hayatını kaybetmiş, 326'sı kolluk kuvveti olmak üzere toplamda 761 kişi de yaralanmıştı. Davada 36 sanığa Yasin Börü’nün de olduğu 6 kişinin ölümüne yol açtıklarına ilişkin suçlamalardan beraat kararı verildi.
Davada beraat eden isimlerin tamamı şöyle: Altan Tan, Ayhan Bilgen, Aysel Tuğluk, Bircan Yorulmaz, Gülser Yıldırım, İbrahim Binici, Sırrı Süreyya Önder, Can Memiş, Gülfer Akkaya, Berfin Özgü Köse, Emine Beyza Üstün, Sibel Akdeniz.”
Topyekun bir tahakküm çemberi içerisinde ötekisine / öyle sanılana düşmanlığın her nasıl aralıksız var edildiğine bir örnektir, savcılık itirazı. Tutsaklıkları boyunca hayatlarından bir şeyler eksiltilen, canları çalınan, yaslarına dahi müsamaha gösterilmeyip, en küçük bir telafi için vakit harcanmadan, özür dilenmeden Tuğluk, Kışanak, Tuncel gibi davadan salıverilen insanların özgürlüklerinin yeniden ellerinden alınması talep olunur. Normallik, ılımlılık, normalleşme, siyaseten üslup değişikliği vesaire diye cümleler kurulurken kurucu hizip ile bugünün devletinin yegane sahibi biziz biz diyenler arasında olan biten yeniden Kürd halkına, onlarla birlikte hareket eden Mezopotamya halklarının tamamına karşıtlık olarak var edilendir. Neydi ki normalleşme? Sahiden neye yarar onca lafazanlık bunca kötülük arşıalaya çıkarken? Tümüyle doğrudan bir tehdit dili, eylemi, tahakkümün en keskin sureti ve baş efendinin işaretlemesi doğrultusunda verilmiş olagelen bir kadük yargı kararının akıbeti bambaşka acıları yeniden var etmek midir, nereye kadar?
Medyascope’tan aktaralım: “AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, 26. Dönem Adli Yargı ve 16. Dönem İdari Yargı Kura Töreni’nde, Kobani davası kararlarına ilişkin ilk kez konuştu. Erdoğan, eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42 yıl ve Figen Yüksekdağ’a 30 yıl 3 ay hapis cezası verilen kararlarla yüreklere su serpildiğini söyledi.
“6-8 Ekim hadisesi 37 insanımızın vahşice öldürüldüğü bir terör kalkışması”
Erdoğan, yargılamaya konu olan olaylar hakkında “6-8 Ekim hadisesi asla bir protesto gösterisi değil, 37 insanımızın vahşice öldürüldüğü bir terör kalkışmasıdır” dedi. HDP’li siyasetçilerin 6-8 Ekim 2014 tarihinde yaşanan olaylarda 16 yaşındaki Yasin Börü’nün de arasında bulunduğu kişilerin ölümüne ilişkin suçlamalardan beraat etmesine değinmeyen Erdoğan şöyle devam etti:
“Suriye’deki gelişmeleri bahane eden bölücü örgüt unsurları doğrudan devletimizin bekasını hedef alan bir isyan girişiminde bulunmuştur. Bu isyan girişiminde 37 insanımız şehir eşkiyaları tarafından katledilmiştir. Ülkemizin 35 ili, 96 ilçesi ve 131 yerleşim biriminde sokaklar dükkanlar ve okullar ateşe verilmiş, masumların kanı akıtılmıştır. Bölücü canilerin katlettiği insanlar arasında ihtiyaç sahiplerine kurban eti dağıtan 16 yaşındaki Yasin Börü ve arkadaşları da vardır. 6-8 Ekim olaylarını kışkırtanlar yönlendirenler azmettirenler milletimize böyle bir acıyı yaşatanlar bellidir, hukuk elbette bunlardan hesap sormak zorundadır.”
“Mahkeme kararıyla ilgili haddi aşan yorumları tasvip etmiyoruz”
Erdoğan, Kobani davası kararlarına gösterilen tepkileri tasvip etmediklerini söyledi:
“Siyasi dava denilerek terör kalkışmasının aklanmaya çalışılması her şeyden önce hukuka ve demokrasiye hakarettir. 6-8 Ekim olaylarını kimse mazur ve meşru gösteremez. Mahkeme kararıyla ilgili haddi aşan yorumları tasvip etmiyoruz. Karar kayıplarının acısıyla son 10 yıldır Kerbela’ya dönmüş yüreklere su serpmiş, adaletin tecellisine olan inancı yeniden güçlendirmiştir. İsyan girişiminden 10 yıl sonra, geç de olsa hakkın yerini bulduğunu görüyor, bundan da mağdurlar ve demokrasimiz adına memnuniyet duyuyoruz. Sokaklarını kan gölüne çevirerek bu ülkede siyaset yapılmayacağını artık herkesin anlamasını ümit ediyoruz.”
Her şeyin punduna getirildiğinde nasıl da iktidar için kullanışlı bir aparata dönüştürülüp, sonuna kadar sömürüldüğünü bir kere daha görürüz. Tümüyle o güdümlü yargının dahi bir biçimde ayrıştırdığı, tutsak edilmiş siyasilerin bütün ol can kayıplarında herhangi bir sorumluluğu yoktur hükmüne rağmen halen baş efendi kendi doğrusunu zikretmeye devam eder. Başta da dediğimiz gibi, değişken bir tahakkümün orta yerinde herkesin bir ötekisine düşman addedildiği bir saha, bir zeminde hakikat tahrip ediliyor. Normalleşme, ılımlılık, hataların telafisi, yeniden yurttaşın sözünün dinleneceği zikredilen bir zamanda, yeniden Kürd halkının savunageldiği değerler, siyaset, barışa dair söylem ve eylemlerin yekunu, Kobane gibi hedef kılınmak isteniyor. Bu uğurda, asırdır var edilmiş fecaat ötesi yanlışlarda ısrarın devam olunacağı bir kere daha baş efendi eliyle teyit ediliyor. Daha ötesi olmadığı malumken, kalkıp hak gasplarına itirazların reddiyesi için cephe açılmaya çalışılıyor. Malum ırkçı hizbin başı bir siyasi çetenin lideri kalkıp milyonların iradesi olan bir temsilin ivedilikle kapatılmasını talep edebiliyor. Dahası kendi içlerindeki malumun ötesi bir ismin o ithamname kısmını kaleme aldığı gizliden değil açıktan zikrediliyor. Bu düşmanlaştırma miti devam olunurken hakikatin her ne olduğu unutturulmaya çabalanıyor. Gültan Kışanak’ın dediği gibi tahliyeye değil (bu ülkenin) özgürlük ve barışa ihtiyacı olduğuna aymak için daha kaç sınama gerekiyor. Bütünüyle korku / yıkıcılık / kin ve nefretle atılan adımlar karşısında kaç “Kobane” sınavı ülkede var edilecektir, düşünür müsünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Mezopotamya Ajansı via Bianet
#mesel#yara#kürd sorunu#hakikat#hak#hukuk#müdahale#kobane#kumpas#siyasa#demirtaş#özgürlük#fikriyat#mücadele#adalet neydi?#devlet#t.c.#siyasal islam#biyopolitika#yıldırı#kör karanlık#geleceksizlik#hiddet#kin
2 notes
·
View notes