#biyopolitika 101
Explore tagged Tumblr posts
Text
Adaletsiz, Eşitliksiz, Ahparigsiz!
Doğrunun esamesinin okunmadığı bir zeminde her şey eğri, yanlış ve karanlığın kılınıyor bir kere daha. Bir asrı aşkın demokrasi deneyiminden feyiz alındığı, rehber edildiği ifade olunan bir sahadan mutlak ve kesin bir doğrunun imali söz konusu edilmiyor. Tümden ve doğrudan yıkıma işlevsellik kazandırılıyor. Tek adam rejiminin güncelliği içerisinde tüm o doğru yerle bir edilirken yerine ikame olunan her şeyle bir yalan tirad�� güncelleniyor. O yıkım daimi bir biçimde hep sıradana reva görülüyor. Hayatın ehemmiyeti, biricikliği bir biçimde talan edilirken, cerahat ve cürümle el yükseltilen bir iktidar şablonu eliyle açıkta doğrunun yıkımı gerçek kılınır. Bugünün yeni yepyeni ülkesi denilen sahnesinin yönetim katıyla iktidar ve tüm bileşenleriyle birlikte kurumsallaştırdığı yerin yönelimi ve sonuçları böyle bariz bir eksiltme halidir. Biyopolitik bir cerahat sarmalı, bütünüyle yaşamı kuşatan bir denklemler toplamında mutlak, kesintisiz bir cerahat imal olunur. Her yanlış her türlü riya, her güne sığdırılan tahakküm / tehdit ve ötesiyle bu cerahat hali ülke diye sunulur. Gündelik yaşam zora koşulurken cerahat, cürüm, cinnet üçlemesine rehin olagelen bir yer var ediliyor, ne eksik, ne fazla.
Düpedüz yalın bir riya ikliminin aralıksız muktedir eliyle çoğaltıldığı zeminde olmasına devam olunan hamlelerle hayat ehveninden alıkonuluyor. Artık itiraz edebilecek bir cüret, bunu ortaklaştırabilecek bir irade, öteki değil bizatihi bu ülkenin ortak yaşam pratiklerine dair bir şeyler söylemek imkansız kılınıyor. Tahakkümü, denetim ve gözetimi var eden ol siyasi manevra kümesinin, onadığı, izin verdiği kesimlerin patırtısı içerisinde doğruluğun izleri yerle bir olunur. Yoksunlaştırma, eksiltme ve tekdüze ezber olunmuş bir ahkam hali eylem bütünlüğünde demokrasinin izleri de tahrif edilir. Bugünün ülkesinin bunca alenen bir sorunlar toplamından mülhem yere dönüşümü ol izahatı, şu anlama gayretin ve bütün o sorgulayabilme çabasının önünün alınmasıyla birlikte söz konusu edilir. Hakikatimiz en kestirmeden yalın bir buhrandır. Birbiriyle bütünleşik, varsılların iktidar kümesindeki erk ile birlikte yazıp, çizip, oynadıkları bir tahayyüller birlikteliğinde o mutlak yazgıymış gibi var edilen yalanlarla hayat dönüştürülür. Milenyumun bir çeyrek asrı devrilirken olmakta olan bütünüyle devamlılığa kavuşturulan bir kere daha devletlinin izninden azade tek bir günün var edilemeyeceğidir. Bütünüyle dibine kadar bodoslama dibine doğru seyreden bir yerde bundan daha açık bir yıkım istikameti söz konusu edilebilir mi? Bu hallerle yol nereye çıkar ki!
Artı Gerçek’ten aktaralım: “Maraş merkezli 6 Şubat depremlerinin üzerinden 11 ay geçmesine rağmen depremzedelerin mağduriyetleri sürüyor. Depremlerin vurduğu 11 kentten biri olan Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Birlik Mahallesi ile Şüktmeyik mezrası da yaşanan felaketten etkilendi.
Herhangi bir can kaybı yaşanmayan her iki yerleşim yerinde evler ağır hasar gördü. Birlik Mahallesi’nde bulunan 19 hanenin 15’i, Şüktmeyik mezrasındaki 15 hanenin ise 13’ü hakkında yıkım kararı verildi.
Uzun süre çadırlarda kalan depremzedeler sonrasında konteynerlere yerleştirildi. Ancak konteynerde yaşamanın özellikle çocuklar, yaşlılar ve engelliler için getirdiği zorluklar var.
Depremzedeler konteynerlerin yetersiz olmasından kaynaklı kendi imkânlarıyla barınak, lavabo ve duş yerleri inşa ettiklerini kaydetti. Yaşamlarını koşullarını kolaylaştırmaya çalışsalar da bir an önce kendileri için ev yapılması talebinde bulunan depremzedeler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) yapılacak evler için kendilerinden 1,5 ile 4 milyon TL arasında ödeme yapılmasını istediğini söyledi. Depremzedeler, bu parayı verecek imkanlarının olmadığını da ekledi.
'Aylar Geçti, Evler Yok'
Birlik Mahallesi’ndeki evi ağır hasar gören depremzede Hayriye Benice, yetkililerin ‘bugün, yarın, bu ay yapacağız’ dedikleri evler için bugüne kadar adım atılmadığını belirtti. Benice, “Küçücük bir konteyner vermişler, o da su kaçırıyor, soğuk alıyor. Konteynerlerin içinde soğuktan ölüyoruz. Hastalığım var, dizimden ve kalbimden ameliyat oldum. Zaten bu hastalıklarımın hepsi bu soğuktan kaynaklı oluştu. Ne tuvaleti ne mutfağı ne de banyosu, hiçbir şeyi yok. İnsan gıdalarıyla beraber orada nasıl yaşasın?” diye sordu.
'Ev İçin 1.6 Milyon TL İstendi'
AFAD’ın ev için kendilerinden 1 milyon 600 bin TL istediğini söyleyen Hayri Benice, tepkisini “O parayı verebiliyor olsaydık, bir senedir kendi evimizi kendimiz yapardık” diyerek gösterdi. Yaşlı ve hasta olduğunu, bu nedenle daha fazla konteynerde idare edemediklerini dile getiren Benice, evlerinin bir an önce yapılarak, kendilerine verilmesini istedi.
9 Kişi Konteynerde Yaşıyor
9 kişi bir konteynerde kaldıklarını belirten Cemile Yakacı da konteyner yaşamının zorluklarını şöyle dile getirdi: “Bebeğim ve yaşlılarım var. Yaşlı teyze yatalak, kalkamıyor. İhtiyaçlarını 2-3 kişi kaldırıp indirerek karşılıyoruz. Banyo yaptırıyoruz, tuvaletini yaptırıyoruz çok zorluk yaşıyoruz. Bu bir senedir perişan olduk. Şimdiye kadar çadırda kalıyorduk. Bayramdan sonra konteyner geldi. Tuvaleti, banyosu yok.”
Yakacı, Mart ayına kadar temelleri atılacağı söylenen evlerinin bir an önce yapılmasını istedi.
‘Biz Evimizi, Hayatımızı İstiyoruz’
Ailesiyle konteynerde kalan depremzede Remziye Yakacı ise, geçen 11 aylık zamanda yaşadıklarını “Deprem sonrası hayatımız rezillik içinde geçti. Her türlü sorunu yaşadık Kimse sorunlarımızı dinlemek için gelmiyor. Biz evimizi, hayatımızı istiyoruz” diyerek söze döktü.
5 Bin TL Elektrik Faturası
Konteyneri ısıtmak için elektrikli ısıtıcı kullanmak zorunda kaldıklarını fakat bu kez de 5 bin TL fatura geldiğini söyleyen Benice, TEDAŞ’a gidip ödeyemeyeceklerini söylediklerinde faturanın 2 bin 300’e düşürüldüğünü, onu da borç yaparak ödeyebildiklerini kaydetti. Ev için kendilerinden 4 milyon TL talep edildiğini paylaşan Behice, “İmkanımız yok, bunları düşünmeleri gerekirken milleti daha çok mağdur ediyorlar” diyerek, yapılacak evler için para alınmaması istedi.
AFAD'a Ulaşılamadı
Depremzedelerin dile getirdiği para talebini sormak için aranan AFAD yetkililerine ise ulaşılamadı.”
Doğrunun esamesinin her nasıl okunmadığına başlı başına bu örnek kafi gelecektir. Bir biçimde on bir aydır kendi hallerine terk edilmiş insanların deprem felaketi sonrasında bir kere daha bu defa da devlet eliyle izole edilmelerinin utancı ne yana düşmektedir. Sorgu, sual edeni kalmadığı için artık bir yıkımdan kurtulan insanlara reva görülenler insanlığa sığıyor mudur, sığar mı? Duraksamadan güncellenen her hamleyle bir kere daha yaşama eyleminin önüne setler çekilmeye devam ederken, onca badireden sonra halen ellerindeki o umudu törpüleyebilmek, yok etmek adına olmadık işlerin altına imza atmak neyin nesi, neresi doğrudur? Bitimsiz bir girdabın ortasına terk edilip, kendileri hayatta kalabildikleri için suçluymuş gibi davranılan, bir temel insanlık hakkı olagelen barınma hakkını parasını verirseniz neden olmasına indirgeyen bir yapının hangi eylemi o müşterekleri sağlayacak, sahiden insanların geleceğini düşünmesine müsaade edecektir.
Doğrunun esamesinin okunmadığı bir zeminde her şey eğri, yanlış ve karanlığın kılınıyor bir kere daha. 2007 yılının 19 Ocak tarihinde bünyemizde açılmış olan koca bir yaranın ta kendisini de bu bağlamda görmek mümkündür. “Agos Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de gazete binası önünde o dönem 17 yaşında olan Ogün Samast tarafından düzenlenen suikast sonucu yaşamını yitirir.” Koca bir boşluk. Bir biçimde hayatlarımızı topyekun etkileyen, bir daha düzeltilemeyecek bir yaranın özneleri arasında yerini alan bir cinayetin ardından çıkagelen her şey bu eğrelti, şu yanlış ve daimi bir biçimde karanlık olageleni de bildirir. Bir düzlemdeki Ermeni kimliğinin hakikatinden bahisler açabilmenin yollarını onca engellemeye rağmen açabilen bir temsilciydi Hrant Dink. 1915’te yaşatılan Medz Yeghern’in hemen ardından sessizliğe gömülmüş, ancak 1965 yılından, birkaç jenerasyonun devinimi sonrasında kendi belleğinde yer edileni arar, sorar, sorgular hale gelmiş bir kimliğin elinde kalanları birleştirerek bir hikayenin tam ve eksiksiz anılmasını / anlaşılmasına çaba sarf eden bir temsildi Hrant Dink. 19 Ocak 2007 günü onu, tüm doğrularından, belleğimizin dibinde kalakalmış olagelen korkuların hiç de uzakta ötede olmadığını bilerek, göstermek isteyen bir çete / yapı / küme bir tetikçi eliyle, onu yönlendirenler sayesinde katletti. 1915 sonrasında var edilmeye çalışılan bir avuçtan az kalan Ermeni’nin meramını bildirebilme çabasının elbet bir karşılığı olacaktı. O melun günün ardından kalakalan yegane şey susun çağrısının artık aleni kılınmasıydı. Eğrelti, yalan, yanlış ve kötücül bir aksin eline rehin kılınmış olagelen yerde, baş efendinin tabiri ile kendisini de aşan bir cinayet sistematiği ile bir can katledilir. O günden bu yana adaletin her nerede olduğu muallaktır.
Hrant Dink’in katledilmesine giden sürecin başlangıcını oluşturan Sabiha Gökçen’in yetim bir Ermeni kızı olmasının hikayesinden sonra devamlılığı sağlama alınan sürek avı o eğrelti yolun nasıl da biçimlendirildiğini örnekler. 2019’dan bir haberi aktaralım: “2002-2008 yılları arasında İstanbul Valiliği’nde azınlıklarla ilgili iş ve işlemlerden sorumlu olan Ergun Güngör, 24 Şubat 2004'te Hrant Dink'le valilikte görüştüklerini, bunu MİT'in istediğini beyan etti.
Güngör, Dink'in Agos Gazetesi'nde Sabiha Gökçen'in Ermeni olduğunu iddia ettiği yazının o dönemde infiale yol açtığını söyledi. İstihbarattan gelen kişilerin Dink'le bir görüşme ayarlanmasını istediklerini aktaran Güngör, "Böyle bir görüşmenin vali izni olmadan yapamayacağımı söyledim. Dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in olur vermesiyle bu görüşme gerçekleşti. İstihbarat görevlileri yanımdayken Dink’i aradım. Kendisiyle toplumda oluşan bu hassasiyeti konuşmak istediğimizi ve habere konu olan belgeleri görmek istediğimizi söyledim. Kendisi davetimiz üzerine geldi" ifadeleri kullandı.
Güngör, MİT mensuplarına "Sizi Dink'e ne olarak tanıtayım?" diye sorduğu, MİT çalışanlarının "Yakınlarım dersiniz" dediklerini iddia etti. Dink'in verdiği evrakları MİT mensuplarının aldığını söyleyen Güngör, “Bu görüşmenin ardından vatandaşlar tarafından suç duyuruları, protestolar oldu. Emniyet bununla ilgili önlemler aldı. Dink’in hayatının tehdit altında olduğuna dair bize aktarılan herhangi bir bilgi yok. Resmi nezaket kuralları içerisinde yapılmış bir görüşmedir” dedi.
Güngör'e mahkemede MİT mensuplarının konuyla ilgili ifadeleri hatırlatıldı. MİT çalışanları söz konusu görüşmeyle ilgili "Valilik'e gittiğimizde tesadüfen Dink de oradaydı" yanıtını vermişti. Güngör bunu reddederek “Hayır bu mümkün değil. MİT’in talebi üzerine bu görüşme yapıldı” sözlerini kullandı.”
Doğrunun varlığının hiç edildiği bir zeminde sadece Ergun Güngör’ün açık ettikleri dahi her nasıl bir karanlık kozanın imal olunduğunu örnekler. İçine çekilen ötekisi için alenen kurulmuş olagelen yok etme şablonunun istikametini bildirir, zamanında. On yedi koca yıl sonra varılan menzilde, adaletin küflü bir tahayyüle indirgenişi söz konusu olur. Ol samast denen meczubun arkasının toplandığı, çetenin diğer üyelerinin de kahraman edasıyla karşılandığı bir zeminde her yanlış, her kötülük bir kere daha devletli eliyle ya da yönlendirmesiyle taltif olunur. Ki kamu personelinin Cerrah’tan, Güler’e, Öz’den, Uzun, Akyürek, Güngör ve nicesinin davada yargılanmaları bir yana, o cinayetteki payları göz ardı olunur, olundu. Bu kadar zaman sonrasında elde kalakalan sadece bir avuç hayalden ötesi kılınmaz. Düzenin var ettiği öteki nefretinin bugünün çok daha açık bir biçimde hedef kılmaları beraberinde taşıdığı bir zeminde Devletin tüm kliklerinin bir düzlemde pay ve eylemde fail olduğu cinayetlerden birisi olarak kalmaya devam edendir Hrant Dink cinayeti. Onca zaman sonrasında ortaya çıkan garabetlik adalet seremonisinin hiçbir biçimde / anlamda hakikate yer bıraktırmayan bir eğrelti, eksik, gedik haller toplamında o adalet çalınmıştır. Hrant Dink Vakfı’nın sitesinden davanın geniş bir özetine, alınan karar ve ardından çıkagelen karanlığın nasıl biçimlendirilmeye devam olunduğunun yansısına göz atılabilir. Bir memleketin alnına çalınmış koca bir leke haline dönüşen, Ermeni’nin yarasının da ötesini simgeleştiren, onca zaman sonrasında halen yerinde sayan ülkenin korkunç hayal kırıklığından bir kesit yaşamdaki yerini muhafaza etmeye devam ediyor. Öyle ya da böyle doğrunun esamesinin geçmediği / bilinmediği bir zeminde takvimler bir kere daha acıya çıkıyor. Adaletsiz, hürriyetsiz, eşitliksiz, Ahparigsiz... Eksik. Umursuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Berge ARABIAN – Agos Gazetesi
#söz hakkı#meram#mesele#hrant dink#adalet 101#sınırsız#gerçeklik#biyopolitika#ermeni#medz yeghern#acı#yoksunluk#adaletsiz#hukuksuz#geleceksiz#izler#ahparig#amed#deprem#fecaat#sarmal#fasit döngü#hayat nereye#mesel#insanlık101#gören#anlam#arzihal#yara#türkiye gerçeği
6 notes
·
View notes
Text
Demokrasi, Eşitlik, Hürriyet Birer İhtimaldi, Artık Hayal!
Demokrasi mefhumunun ismi kaldı yadigâr. Süreğen kılınmış tahakkümle günbegün var edilen talan haliyle, birbiri ardına yinelenen nefret söylemiyle bir menzildeki hak, hukuk tahayyülleri, onların çatısı olan demokrasi mefhumu yere yeksan olunmaktadır. İktidarın on yedinci yılında AKP’nin ortaya çıkarttığı Türkiye gerçekliği bu kadar bariz hazanın ta kendisidir. Muktedir olma savının peşinde yürüye duran erkanın, sonunda ustalık dönemi olarak adlandırdığı şu dönemde hayatın tükenişinin anlık kılındığı bir ülke gerçekten de gerçek kılınır.
Türkiye’nin başkalaşmış bir saha kılınması, tek düze değil daimi bir meseledir. Cerahatin içerisinde, bata çıka ama handiyse hiç gün yüzü gösterilmeden bir başka yer bina olunur. Devletin dünü ile şimdisi bir şekilde bağ kurup vitrin ayrı, içerik apayrı iki yönelimli bir çürüme sahasını var eder ol AKP / Baş Amir. Her hamle demokrasi mefhumunun sıradan olanın elinden çalınmasının bir başka eresidir. Bugün yeni olarak zikredilen sahne bütün bu vahametle hayatın kuşatılmasının biteviye kılındığı bir deney sahnesidir. Bugün artık bir yaşam taahhüdünün, akdinin geriye bırakılmadığı yer hakikattir.
Biteviye kılınan hınç tahayyülü, hayatın isterik bir biçimde muktedir olan dışındaki hiç ama hiç kimseye bırakmama cüretinin vardığı yer çürümedir başkası değildir. Günümüz ve gündelik dile getirdiğimiz, ötede ve beride yazdığımız / anlattığımız ya da anlaşılması için çabalandığımız mesel bunca bariz olan bir düş kırımının ülkeyi aslında her ne hale dönüştürdüğüdür. Demokrasi istencinin / eyleminin / tahayyülünün ismi kalmıştır artık yadigâr. Biteviye zorun / zorbalığın / kötü, bet ve fecinin birlikteliğinde her ne kalmıştır eksiltilmeyen. Sıradanın elinden çalınanların yekunu artık koca bir boşluğu bildirmekte, varılan düzlemin karanlığını da o boşluk kadar sahici suna gelmektedir.
Hayat hakkının perişan edildiği bir düzlemde sıradana her ne kalmıştır sorguluyor mu, hiç merak ediyor musunuz? Cerahat öylesine çok, yıkım o kadar kesintisiz bir devamlılıkta ki hile, hurda, rant için yağma o kadar seriye alınmış ki insanların haklarının olduğu bahsini unutturmak artık çok daha barizdir. Bütün bu gündem bombardımanı arasında kurulmuş olan cümlelerin yekunda var ettiği şey elimizden çalınanların boyutudur. Sesimizi de tüm o sözümüzü de, cebimizdeki üç otuz parayı da, şimdimiz gibi, şimdiden geleceği çalmayı da söz konusu edendir erk, muktedir, iktidar.
Yeni ülke dünün sabıklığında güncellene gelen, yeni denilen sahada dününden bir yarını devşirmeye halen devam edenlerin çatısıdır. Bir toprak parçasında yaşamları ‘haymatlos’ kılınanların verdiği sayı, gösterdiği tavır bile bu yıkımları açıkça imler. Belirgin olanın bir düş kırımı olduğu iş bu sathı mahallin hakikatidir, tanığıyız. İktidarın cerahatli dilinin hemen altından çıkagelen her fikir, eyleme dönüştüğünde, kalıcılaştırıldığında bir yıkımı da beraberinde getiriyor, artık eminiz! On yedinci yılında metal yorgunu, bir zayiattan bir başkasına koşan iktidar tebaasının herkese / her ötekisine reva gördüğünü imlediğimiz ve anlaşılır kıldığımız vakit aslında hayat her ne haldedir bu bahis de belirgin olacaktır.
Koşar adım yapılan işlemler, atılan adımlar, kesintisiz tahakküm nesnelliği ve ötesindeki yıkım gayreti her nerede olduğumuzu anlatır. Biteviye bir çürümenin dehlizlerinde dört dolanır memleket. Biteviye bir zorbalık güncesine rehinelik kesintisizleştirilir. Muktedirin tek bir bahsine olumsuz yanıt aldığında alarm zillerinin nasıl harekete geçtiği ortadadır. O menzil bir mübalağa değildir. Bugün konuşmaktan, mevzu bahis gidişattan söz etmek, yarın ne getirecek buna dair fikir türetmek bile hainlik ile terör yardakçılığı arasında insanların hedef alınmasına kafidir. Şurada yazdıklarımızı daha açık yazarsak, Baş amirin gazabı ile tanışmamak içten bile değildir. Böylesi bir demokrasi mefhumu dünyanın her neresinde vardır! (ironidir)
İnsan hak ve hukukunun yerle bir olunup, alenen çarçur edildiği bir yerin hakikatidir işte ol mesele. Bir türlü sonlandırılmayan hiçbir türlü kesin karara varılmayan zulüm bu yerin şu sahnenin tek sabiti kılınmaktadır. Baş Amir ve şürekasının A’dan Z’ye kadar kadarki ittifakının var ettiği mesele bu kadar aleni, böylesine bariz bir tahakkümün güncelliğidir. Yaşama edimine karşıtlığını saklamaz artık muktedir. Demokrasi yani onu var etme hali, eylemini sırtlayan insana / beşeriye karşıtlık bir tezahür değil doğrudan hakikat meseli kılınır.
İleri demokrasi, yeni ülke, güçlü devlet, başkanlık sistemi, yükselen ekonomi gibi bir dolu tanımlama; yakıştırma var edilirken tüm o asgari müştereklerin yıkımı güncellenmektedir. Hayatımızın pervasızca çürümeye terk olunması bir mübalağa değildir. Yaşamaya hemen her halükarda çalıştığımız sahnenin yıkımı güncellenendir. Muktedir olma tahayyülünde, sıradanın hakkı, hukuku, sesi ve sözü yağmalanmaya devam olunandır. Demokrasi lafzı boşa düşürülendir. Demokrasi basbayağı yerle bir olunandır. Kesintisiz olarak güncellenen her bir bahisle bu cerahat hali yeniden biçimlendirilmektedir.
Sıradanın hayatının heder olunması tam gaz devam edilendir. Yaratılan iklimin, tek adam rejimi ve sair otokratik yöntemlerin ortaya serdiği, yineleyip bir de güncellediği bu yerde demokrasi mefhumunun topyekun sıfırlanmasıdır. Bugün artık sözün üstüne söz söyletme konusundan men edilmiş, kendi var ettiği düzlemin eğreltiliğine rağmen ona hiçbir biçimde toz kondurmayan, tek bir itirazı bile makul bulmayan bir muktedir döngüsü var edilir. Demokrasi bu bahislerde mevzu olunmayandır.
Demokrasi tahayyülü sıradana bırakılmayandır. Yaratılan fasit döngü behemehal çürüme bitimsiz taarruzlar ile sıradanın hayatı çalınmaktadır. Var edilmiş olanın karanlığı bu saha dahilinde kararlılıkla yola devam diyebilen zihniyetin türettiği fecaatlerden belirgindir. Bir uzamın demokrasi mefhumundan uzağa düşürülmesi bunca kesintisizdir halihazırda. Erk, muktedir, iktidarın tahayyülü yaşanabilir değil tükenişin sabit kılındığı bir yer olarak çıkagelir. Cerahat hayatımızın lime lime olunmasından belirgin kılınmaktadır.
Artık hayatlarımız muktedirin tahayyülüne rehin, onun beklentisine göre şekli şemaili eğilip bükülendir. Sara Ahmed’in Duyguların Kültürel Politikası kitabında değindiği her mesel bugünün ülkesini de bildirmektedir. Emek Erez’in kitap üzerine yazdığı makaleden alıntılayalım: “Nefret nasıl örgütlenir? Yazar, nefretin ulus sevgisi şiarıyla nasıl normalleştirildiğinin altını çiziyor. “Ben” ya da “biz” olan kendisi dışında kalanı her zaman kendi varlığını tehdit edici bir unsur olarak görür. Ve bu nedenle “öteki” olandan nefret etmek ulus sevgisinin bir göstergesi olarak inşa edilebilir. Bu konuda çok uzaklara gitmeye de gerek yok aslında. Coğrafyamızda son birkaç yıldır devamlı duyduğumuz; Suriyeli mültecilere yönelik nefret söylemi bu durumun yansımasıdır. Suriyeli mülteci “biz”in nefret etmesi gereken ötekidir. Onun varlığını, “steril beyazlığı” tehdit eder. “Geldiler her yerdeler, kirlettiler.” Gibi çok sık karşılaştığımız nefretin sebebi sorulduğunda bu durum ulus sevgisi ile anlatılacaktır. Çünkü ulusu sevmek bir anlamda kendi dışında kalandan nefret etmeyi meşru bir konuma taşır. Ve böyle bir durumda karşılaşıp, engel olmaya çalıştığınızda siz ötekiler yüzünden yazarın deyimiyle “beyaz öznenin” incinmesine sebep olduğunuz için “suçlu” olacaksınızdır.”
Devletlinin var ettiği Türkiye şablonu bu bahislerin üstünden de okuması yapılabilecek kadar kesintisiz bir cerahatin temsilidir. Var edilmiş menzil yaşatmama gailesinden ol toptan kopuşların güncellendiği bir deney sahasıdır. Böylesi bir döngüde hayat eksikli, hayat hep taarruzlarla kuşatılandır. Korku meselinin her güne içkin kılındığı bir yerde egemenlik kayıtsız şartsız milletin falan değildir, bu karanlık döngüyü her türden insan olma meseline karşıt, koşulsuz linci imal eden, çürümeye herkesi mahkum kılan cerahat sahibi muktedirindir.
Bir tahayyülü yıkımı güncellene geliyor. Eşitlik, adalet ve hürriyet bahislerinin nasıl açık bir biçimde tarumar edildiyse, demokrasi de öyle açık bir biçimde hiçleştiriliyor. Bir yerin yönetim anlayışının zehir zemberekliğinde halkın tahayyülleri yerle yeksan ediliyor. Gelecek bir biçimde şimdinin dahilinde sıfırlanıyor! Seçim bitmiştir. Mahalli seçimlerin bile isteye nasıl Türkiye’de bir düşman yaratma / ötekisi kazandı, biz kaybettik, gavurlar! Sevindi gibi bir acuzeliğe dönüştürüldüğü meydana çıkmaktadır. Demokrasi tahayyülü için tek adım atılmazken var olanın da yitimi için YSK dahil pek çok kurum baskı altına alınır. HDP direkt olarak terör örgütü PKK’nin bir bileşeni kılınır / bildirilir. Halkların ortak mücadelesini, düz ovada siyaset edimini alt etmek altı milyon civarındaki seçmeni gözden çıkartarak mümkündür. Memleket Baş Amirin direktifleri doğrultusunda düşman, düşman, düşman arayan bir çukurdur artık.
Baş Amir’in o tehdidinin bu sefer CHP’ye yönelik olarak güncellenmesinin her neye mahal verdiği Kılıçdaroğlu’ya yönelik Çubuk’taki asker cenazesinde saldırıdan sonra enikonu bir kez daha bariz kılınır. CHP’yi de HDP gibi düşmanlaştırarak, demokrasi var bu memlekette diye bildirip, kendi fecaat iklimini güncellemek kesintisiz kılınır. Hafta sonunda Kızılcahamam kampının finalinde yeniden söz dönüp dolaşıp o kırım halinin ta kendisine getirilir. T24’ten aktaralım: “Birileri ısrarla 2023 hedeflerimizi hayal, serap gibi göstermeye çalışıyor. Çok daha ötesine geçmemiz pekala mümkündür. CHP yönetimi başkadır, CHP'ye oy veren vatandaşlarımız başkadır. Biz terör örgütünün güdümündeki parti ile birlik olursanız şehitlerimizin kemiklerini sızlatırsınız diyoruz. Çubuk'ta vatandaşlarımız zaten yaralı, onları taciz edeceksin.Onları Ardahan'la saldıranlarla bir tutamazsın. Sana kol kola gezdiklerin saldırdı.CHP genel başkanın polis memurunun şehit olduğunda 'Rüzgar eken fırtına biçer' demesini iyi hatırlıyoruz. Biz kimseyi linç etmiyoruz. Sadece milletimizi değerlerini, şehitlerimizin aziz hatırasını savunuyoruz. Ezan okunurken düdük öttürenleri iyi tanırız. Bu çarpık zihniyetten de kurtarma mücadelesidir.”
Demokrasi mefhumunun ismi kaldı yadigâr. Kesintisiz kılınmış olan cerahatin bunca açık nobran dille birlikte kurulmuş / eylenmiş olanın vardığı haldir o meseli capcanlı kılan. Arı bir mesel bırakılmayandır. Devletli eliyle lekelenmeyen mesel yoktur. Devletin gölgesinin değmediği tek bir pare / sahne bırakılmayandır. Baş Amir, Kızılcahamam’daki seslenişi ile var ettiği ülkenin yenisinin de rotasını mutlak yıkım kılar. Yıllar yıldır varlığına çaba sarf edilen demokrasinin nasıl pejmürdelikle bir arada boğulmaya çalışıldığı artık afakidir. Bundan ötesini yazmaya hacet yoktur. Memleketin dönüşümü bu hallere terk-i diyar olunmasının sonrası haddizatında ezel / ebet yıkımdır.
Sputnik’ten aktaralım: CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Ulusal Kanal’ın kendisiyle ilgili yaptığı bir habere gerçekleri yansıtmadığı gerekçesiyle tepki gösterdi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Fransa’da öldürülen Sakine Cansız’ı 'terörist olarak görmediğini söylediğini' iddia eden Ulusal Kanal’a iddialarını ispatlamaları çağrısında bulunda ve "Yalancı değil ahlaksızsınız aynı zamanda" ifadeleriyle tepki gösterdi.
Ulusal Kanal’da yayınlanan haberde, Kaftancıoğlu’nun Habertürk’teki bir programa telefonla katılarak cevap hakkını kullandığı ve 2013 yılında Sakine Cansız’ın öldürülmesinin ardından attığı tweet’lere sahip çıktığı iddia edilmişti. Ulusal Kanal’ın Twitter hesabından habere dair yapılan paylaşım Kaftancıoğlu’nun tepkisinin ardından silindi ancak haber hâlâ internet sitesinde yer alıyor.
Bariz, basitçe bir ayrımcılık şablonu güncelleniyor. Bir menzildeki hayat tahayyülünü tüm o demokrasi edimi / eylemi ve beraberindeki sorgulama yetisi tek adam sayesinde bir kez daha linç ediliyor. Birgün’e bağlanalım: “CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin yeni görüntüleri ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu, Ankara’nın Çubuk ilçesinde katıldığı asker cenazesinde provokatörler tarafından linç edilmek istenmişti. Ortaya çıkan görüntülerde, Kılıçdaroğlu’nun cenaze alanında Çubuk Kaymakamı ve asker yakınları ile tokalaştığı görülüyor. AKP Genel Sekreteri Fatih Şahin ise Kılıçdaroğlu’na el uzatmıyor.
Kılıçdaroğlu’nun dualara eşlik ettiği sırada, provokatörler “Bay Kemal dışarı” sloganları atıyor. Videonun devamında provokatörlerin halkı galeyana getirmeye çalıştığı, Kılıçdaroğlu’na ve aracına taşlar atıldığı görülüyor.
Kılıçdaroğlu, “Bizim geldiğimizden de haberleri vardı. Olay sırasında hazırlanmış sopalar bile dağıtılıyordu” dedi. Görüntülerde de Kılıçdaroğlu’nun götürüldüğü evin çevresinde herhangi bir sopa yokken, daha sonra saldırganlar demir sopalarla ortaya çıkıyor.
Saldırganlar, Kılıçdaroğlu’nun ilerlemesini ve kalabalığın dağılmasını engellemek için kol kola girerek yolu kapatıyor. Elektrik direğine tırmanan bir saldırganın ise Kılıçdaroğlu’na tekme atmaya çalışması kameralara yansıyor. Megafon ile saldırganlara seslenen Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya, “Eğer burada birine zarar verecekseniz önce Emniyet Genel Müdürü olarak beni ve buradaki tüm görevlileri linç edeceksiniz. Bunu mu yapacaksınız?” diyor. Kılıçdaroğlu’na linç girişimi sırasında müdahale etmeyen güvenlik güçleri, Kılıçdaroğlu köyden çıktıktan sonra gaz sıkıyor ancak gazdan kendileri etkileniyor.”
Adaletin, toplumsal müşterek bahsin, eşitliğin, demokrasi istencinin temelindeki insanlık mefhumunun alaşağı edildiği / yıkıldığı bir güncellik var ediliyor. Muktedirin tahayyülü dışındaki hiçbir yaşam biçimine, politik argümana, sorgulamaya yer bıraktırılmıyor. Ne ki herkes kaderine razı gibi, bunca pervasızca yola devam seçeneği artık gizlenmeden o hali devam ettirmek adına yinelene geliyor. Elinizin altındaki ülkenin parçaları, toprağı, suyu gibi sözü de zehirleniyor. Pespayeliğin ortasında soluk alamadığımız zamanlar... Hayat diye bir meselimiz vardı. Gün yüzü görmemesi gereken o muktedirin yarattığı cerahat iklimi o iki satırlık hayatlarımızı per perişan etti, etmeye de devam edecek. Demokrasi, eşitlik, hürriyet birer ihtimaldi, artık hayal!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Hakan Gürsoytrak – Malum: Arzu ve Maarif
#demokrasi#sara ahmed#söz hakkı#mesele#yaşamak#hayat istenci#söz#sesler#ana muhalefet#türkiye gerçeği#çürüme#tahakküm#yıldırı#zorbalık#tehditler#biyopolitika 101#devlet nedir#canan kaftancıoğlu#memleket meseli#demokrasi meseli#çözümleme#felsefe#arzihal
2 notes
·
View notes
Text
Yıkımın Adresi; Yeni Türkiye!
Bir resim ortaya çıkıyor. Resmiyet, müesses nizam denilenin var ettiği görüntü, eğrelti ve hiç kesintisiz çürük/çürüten bir ülkenin ol suretini yansıtıyor. Dört bir yanda var edilmiş olanın tezahürü bir eksik gedik hal menzili işliyor, kuşatıyor. Doğrudan, yalın ve çapaksız bir ülke sureti imal edilirken cerahat var ediliyor hemen hemen hiç kesintisiz olarak. Bir derdin üstüne eklenenler ile yaralar kanatılarak, nefret kutsanarak bir yer / saha yurt diye yutturulmaya çalışılıyor. Hala bu kadar kesintisiz, hala bu kadar doğrudan bir kötülüğün ta kendisi imal ediliyor.
Cerahatin sarıp kuşattığı şu menzilde ortaya çıkan resim bunun suç üstü halini bildiriyor. Devlet hep faildir. Bütünlüklü bir cerahatin var ettiği cüretle iş bu sahada savunduğu, var ettiği, güncellediği şey yıkımdır. Her karede biraz daha belirgin kılınır bu mesel. Her kare ve ortaya çıkan toplam her gün biraz daha dibine doğru hızlıca göçen bir menzildir. Hayat bu sahanlıkta kesintisiz yağmalanandır işte. Böylesinden ibaret bir suret ortaya çıkartılır. Memleket memleket olma halinden çıkartılırken çürük, eksik ve hep kanayan bir yara gibi bir toplamın varlığı kesintisizleştirilir. Hayat her ne haldedir, nerededir?
Bir resim güncellene gelendir. Cerahatin, kötülükle buluşan nefret söylem ve eyleminin bir uzamdaki birlikteliğinden bir ülke var edilmek istenmektedir. Adaletin kağıt üstünde, hak ve hukukun lime lime olunup herkesin kendi bildiğini açık ve yalın bir biçimde okuduğu aslında cerahatin dümen suyunda yürüyen bir çukur var edilir. Düzen bu hallerin toplamında cerahatle var edilir. Düzen diye sayıklanan mesele hep daha derin kırılmaların sahnesidir. Bir resim ortaya çıkıyor.
İçinde kalakaldığımız, dört bir yandan kuşatıldığımız ve hemen hemen hiç eksiksiz olarak taarruzlara rehin edildiğimiz bir biyopolitik cendere sureti karşımızda bina olunuyor. Hak ihlallerinden, suçun ta kendisi olan fiziki / psikolojik işkenceye kadar düzenin devamlılığı sağlama alınan bir menzil işlenmekte, aralıksız güncellenmektedir. Bir resim, tablo, suret karşımızda açıktan var edilmektedir. Cerahatin eski / yeni ülkesidir.
Cerahatin yeni, eski tanımlanmış olanın üstüne eklenmiş olunan bir surettir enikonu var edilen. Hayat bu sahnede bunca açık, bir o kadar yalın, aralıksız bir çürü(t)meye mahkum edilendir. Toplumsal devinim mutlak / kati çürüme ile var edilendir. Bugünün ülkesinde hayat mefhumu rehindir. Bugünün yenisi, tüm o bahisleri yerle bir eden, hayat meselinin köküne kibrit suyu dökmeye cüret edenlerin istenciyle biçimlendiriliyor. Ya haklar gasp, ya sözcükler darp, ya insanlık meseli ayaklar altında ezilip biçiliyor.
Etkin Haber Ajansı’ndan aktaralım: “Mamak'taki bin 312 konutluk projesinde çalışan 225 işçiden 15'i yaklaşık 2 yıldır maaşlarını alamadıkları gerekçesiyle şantiyede 22 Kasım 2018 tarihinde inşaat önünde direnişe başlamıştı. "İşçiyiz haklıyız kazanacağız", "TOKİ paramızı ver" sloganlarını atan işçiler, Meclis ziyaretçi girişinde önlüklerle yaşadıkları haksızlığı ve emek düşmanlığını protesto etmek istedi.
Polis eyleme izin vermeyerek Doğan Özkaya, Ömer Özkaya, Hasan Durgaç, M. Hanifi Durgaç adlı işçileri gözaltına aldı. İşçilerin eylemine HDP Milletvekillerinden Şevin Coşkun, Zeyney Özen, Hüseyin Kaçmaz ile CHP Milletvekillerinden Murat Emir, Gamze Taşçıer, destek verdi.
CHP'li Milletvekili Gamze Taşçıer, işçilerin gözaltına alınmasına tepki göstererek, "Hak ettikleri ücretleri almak için her türlü yolu denemeye çalışıyorlar ama bir türlü seslerini duyuramadılar. Her seferinde kapılar yüzlerine kapandı. En son bugün seslerini duyurabilmek için Meclis'in demirlerine kendilerini kelepçelediler. İşçilerin bu haklı talebinin bir an önce karşılanması için gereğinin yapılması gerekiyor. Bizler seslerini duyuyoruz, sorunlarını biliyoruz. Seslerinin duyurulması için elimizden geleni yapacağız" dedi.”
Bir resim ortaya çıkıyor. Cerahatin oluşturduğu yıkımın her nasıl hepimizi ama istisnasız hepimizi kuşattığını bildiriyor. Cürümler icat olunuyor. Konuşmak bile suç addediliyor. Yaralardan dem vurmak, onu göstermek, anlaşılır kılmak gibi çabalar ötekileştirilmeye kafi görülüyor. Ankara’daki gibi Toki İşçileri, Havalimanı İşçileri, Flormar Direnişçileri ol Yüksel Caddesi ile özdeşleşmiş olan karar hükmünde kararname ile işlerinden edilen insanların sunduğu şey de işte bu yukarıdaki tahayyüllerdir. Milletin meclisi denilen saha ve sahnenin sıradanın olmadığını afişe eden tahakküm ve yıldırı bu menzilin halini açıkça görünür kılmaktadır.
Cühela cüretinin hak gasbı ve baskılama gayretine boyun eğmemek gözaltını beraberinde getirmektedir. Onca demokrasi nutku her ne içindir? Her köşeye yazılan hak, hukuk bahsi her neye yaramaktadır sahiden? Bir tahakküm veçhesi olarak yönetilen, yönlendirilen bu yeni ülke her nedir, bilmek için alim olmaya gerek var mıdır? Cerahati ülkü belleyen tüm o terörü kırmızı çizgi belirteci kılanların sahnesinde yoksunluktur sıradana pay edilen. Yoksunlaştırma bir süreğen meselin ta kendisi kılınmaktadır. Cerahatin boyunduruğunda bir ülkenin imalinde sıradan emekçinin üç kuruşuna göz dikilip, insani yaşam standartları bahsinin topyekun lağvıdır mesele, hal budur.
Markalarla donatılmış, ışıltılar içerisinde gösterilip, duraksanmadan güllük gülistanlık diye anılan yerin hali işte şu yukarıdaki gibidir. Eskiden Ataşehir Belediyesi’nde çalıştığı belirtilen bir işçi taşeron firmadan alacaklarını tahsil edemeyince belediye önünde kendini yaktı. Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: R. K. isimli kişinin bir taşeron işçi olduğu öğrenildi. Nisan ayında belediye şirketine geçişler sırasında işten çıkarılan işçinin tazminatının da ödenmediği belirtildi. R.K. Kartal Lütfü Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı. Taşeron firmada çalışırken alacaklarını tahsil edemeyen R.K. Ataşehir Belediyesine başvurdu. Yetkililerden olumsuz yanıt alınca öfkelenen R.K. belediye önüne gelerek kendini yaktı. Yangın söndürme tüpüyle müdahale sonrası ambulansla Kartal Lütfü Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Yara ve Yanık Merkezine nakledildi. İşçinin durumu ciddiyetini koruyor.
Ataşehir Belediyesi, olayın ardından bir açıklama yaptı. Açıklamada, "Belediyemiz ile çalışan bir yüklenici firmanın çalışanı, kendi firmasından alacağı olduğu için Ataşehir Belediyesine gelerek yetkililerden ödeme konusunda yardımcı olmalarını istemiştir. Belediye yetkilileri yardımcı olmak amacıyla yüklenici firma ile görüşmüş, ilgili ödemenin 11 Ocak Cuma günü yapılacağını öğrenip çalışana iletmiştir. Ardından belediye binasından ayrılan kişi bir süre sonra belediye binasına yeniden giriş yaparak elindeki yanıcı maddeyle kendini ateşe vermiştir. Belediye güvenlik görevlileri olaya anında müdahale etmiş ve çalışan hastaneye kaldırılmıştır" denildi.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı Devrimci Yapı İşçileri Sendikası (Dev-Yapı-İş) üyeleri, Ataşehir Belediyesi’ne bağlı Canlar isimli taşeron firmasında çalışırken 3 aylık ücretini alamadığı için kendini yakan işçi Ramazan Karabacak için belediye önünde basın açıklaması yaptı.
Basın metnini okuyan Dev-Yapı-İş İstanbul Üçüncü Bölge Temsilcisi Hasan Oğuz, krizi fırsat bilen patronların taşeron sistemini de kullanarak para kazandığı halde ödemelerini yapmadığını dile getirerek, ücretleri ödenmeyen onlarca işçinin ya binaların tepesine çıktığını, ya da dün olduğu gibi bedenini ateşe verdiğini hatırlattı. Evine haciz gelen, çocuğuna harçlık veremeyen, ev kirasını, faturalarını ödeyemeyen işçilerin bunalıma girerek kendine zarar verme yoluna gittiğini vurgulayan Oğuz, “Krizden çıkış için patronları kurtarma derdinde olan hükümet işçilerin çığlıklarını, haykırışlarını duymuyor. Sanki krizi biz yaratmışız gibi faturayı bize ödetmek istiyorlar. Ödemeyeceğiz” dedi.
Hayat hakkının bile isteye çürütülmesi bunca kesintisiz kılınırken, var edilmiş, yahut da emek karşılığı elde edilmiş olan tüm hakların talanı da kesintisiz kılınmaktadır. Böylesi bir sığlığın ülke diye yutturulması gayreti bir kez daha, çaresizliğin onlar için değil tam da sıradan olanların ekmeklerinin un ufak edilmesi gerçeği olduğunu göstere gelmekte, bütünüyle ifşa etmektedir. Hayat yağmalanmaktadır, tüm o janjanlı sunumlar, gösterişli cümleler, boyuna alkış kıyametin arasında, iki arada bir derede memleketin hali de tüm o ahvali de bildirilmektedir, bizatihi o yıkımı, taarruzu yaşayanlar eliyle, şimdi ve burada!
The Economist tarafından gerçekleştirilen “Demokrasi Endeksi 2018: Ben De!” isimli raporda şu yukarıdaki iki kısa örnekte olanın devamlılığı duyurulur. Demokrasinin iş bu sahadaki varlığının yıkımında hangi evredeyiz bunu bildirir. Birkaç satırlık cümlenin en kestirmeden sunduğu şey bir büyük resimdir, her şeyin simsiyah kılındığı. “Euronews’ün aktardığına göre, seçim süreçleri, çoğulculuk, sivil özgürlükler, hükümetlerin işleyişleri, siyasi katılım ve siyasi kültür gibi konulardaki durumlara göre ülkelerin puanlandırıldığı raporda Avrupa’nın dünya genelindeki ortalamasını düşüren ülkeler arasında İtalya, Türkiye ve Rusya gösterildi.
Türkiye 2018’de 10 sıra birden gerileyerek 110’uncu oldu. Türkiye’nin yaşadığı düşüşe gösterilen gerekçeler arasında yeni sistemde cumhurbaşkanının yeteri kadar denetlenememesi yer aldı. Türkiye’de 2018 haziranında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin olağanüstü hal şartlarında gerçekleştiği ve “Büyük oranda adil olmadığı” belirtildi.”
Bir resim ortaya çıkıyor. Hak talanının, demokrasi mefhumunun kırıma rehin olunduğu bir güncelliğin imali süre gidiyor. Cerahat artık saklı / gizli olmadan açıktan, göstere göstere ve hiç çekincesiz var edilmektedir. Bir ülke tahayyülünün pespayeliği doğrudan doğruya canlı yayınlarla eylenendir. Cüret, cühelalık, pespaye bir rezilliğin dümen suyunda yaşam istencine kasıt biteviyedir. Yol yoktur, meram zayidir, hayat eksiktir hep eksiltilendir. Tüm ol bahislerin ışığında bir ülke dizaynı söz konusudur. Hak talanı güncel kılınırken, ol yeni ülke meseli aralıksız bir deneyi var etmektedir. Hayat böylesi bir oyun mudur?
Hayat bunca rahatça delik deşik kılınabilecek bir mesele ya da eğlence midir? Yapılandırılan yer, oluşturulan düzen, var edilen mefhum tüm bu eğreltilik üzerinden güncellenirken yaşamak her neye dönüştürülür. Bir resmin var edilmesi güncelleniyor. İçinde kalakaldığımız çürümenin en nesnel hallerinden bir yeni saha, yer, ülke güncelliği var edilmeye çalışılıyor. Cerahat artık her yeri aralıksız kuşatıyor. Görmedik, duymadık ve bilmiyoruz veçheleri güncellenirken yaratılan yıkım icraat gibi sunulmaya devam olunuyor.
Hayatın berhava edilmesi kesintisiz kılınırken itirazlar daha en başta imha olunup ses kesiliyor. Bütün mesel bir düzeni imal ederken, aykırı diye anılan tüm sesleri, sorgu tahayyüllerini yok etmek olarak biçimlendiriliyor. Geleceğin zayi olunduğu bir menzilde şimdi böyle tırpanlanıyor. Geleceği hiç kılınmış olan yerde, an’da had ve hudut tanımayan bir cüret ile zapt olunur. Demokrasi endeksinde alınan sıralama ve varılan yer ise bu bahislerin taçlandırıldığı bir utanç sertifikasıdır.
Demokrasi tahayyülünün elden çekilip, çalınan bir cismaniliğe kavuşması bu tablodaki izi ya da yeri veyahut da memleketi var edenleri hedef aldığı artık barizdir. Vaat olunan ile ol gerçekten gerçek kılınan, düzen diye anılanın icraatları ve biypolitik cenderenin her ne olduğu, kılındığı bir tek araştırmadan değil dört bir yanda avaz avaz duyurulandır. Utanç içinde yaşamaya devam eden yerin bir ülke tahayyülünden uzaklığı afakidir. Dibine doğru göçmeye devam diyen yerin hakikatidir mesele. Cehennemî olanın burada bir hayat vaat edebileceği yanılgısıdır sorun.
Her şeyi en başta da kendine dönük / dair olan hakların talanını umursamayan yerin halidir görünür kılınan. Demokrasi endeksi raporu bu hal bildirendir. Yaşam tıynetsizce çürütülmesine devam denilendir. Bu sıralama bir yarışma değildir, olan bitenin nasıl da bir karanlık olduğunu anlatandır hala ve hala. Bütünleşik, birleştirildiğinde dehşeti görünür kılan bir menzilde o güllük gülistanlık hal yıkımındır. Var edilen kapkaranlık ülke halinin her neye yol verdiği duyurulandır gerçekten işitmek isteyene.
10 Ocak Dünya Çalışan Gazeteciler Günü olarak kutlanmaktadır. Memleketin demokrasi ile teşviki mesaisinin halini görmek için yüz kırkın üstünde gazetecinin tutsak olunduğu bir menzilde gün aşırı gazeteciler için yeni tutsaklıklar dizilirken Gazete Karınca’nın ol imtiyaz sahibi Necla Demir hakkında Afrin’e yönelik işgal girişimi sırasında siteden yayınlanmış olan haberler öne sürülerek bir iddianame hazırlanır. Gazete Karınca’dan şu meramı ilintileyelim:
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu tarafından Gazete Karınca İmtiyaz Sahibi Necla Demir hakkında yürütülen soruşturma sonucunda iddianame hazırlandı. “Zincirleme şekilde örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla hazırlanan iddianame, sunulduğu İstanbul 33. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. Soruşturmanın 21 Ocak 2018 tarihinde Başbakanlık İletişim Merkezi’ne (BİMER) yapılan bir ihbar maili üzerine başlatıldığı ortaya çıktı. Gönderilen ihbar mailinde yayınlanan haberler nedeniyle gazetemizin “PYD/PKK sözcülüğü” yaptığı ileri sürüldü. Söz konusu ihbar maili üzerine İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü tarafından gazeteci Necla Demir hakkında 8 Mayıs 2018 tarihinde fezleke hazırlandı.
Demir hakkında yöneltilen suçlamaların büyük çoğunluğu ise 20 Ocak 2018’de başlayan Afrin’e dönük operasyona ilişkin yapılan haberler ve röportajlardan oluşuyor. Bu kapsamda gazetemizin internet sitesinde 13 Şubat 2018 tarihinde yayınlanan “Zihniyet 1915’tekiyle aynı; Eğer değişseydi Dink öldürülmez, Afrin hedef alınmazdı”, 28 Şubat 2018 tarihli “Afrin’den ateşkese uyulsun çağrısı: Hastanelerin kapasitesi yetmiyor, tıbbi yardımların yolu açılsın”, “57. Gününde Afrin’e operasyon sürüyor, saldırılar kent merkezine uzandı” başlıklı haberler iddianamede suçlama konusu yapıldı. Afrin ile ilgili haberlerinin yanı sıra yine KCK’nin Şengal’den çekilme kararı alması ve Irak Kürdistan Bölgesi’ne yönelik hava saldırılarına dair servis edilen haberler de iddianamede yer aldı.
Hakkında başlatılan soruşturma doğrultusunda ifadesi alınan Demir, yöneltilen suçlamaları reddedip, servis ettikleri haberlerin halkın haber alma hakkı, basın ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu savundu. Buna rağmen hakkında hazırlanan iddianamede, “Her ne kadar şüpheli suçlamayı kabul etmediğini beyan etmiş ise de verilen haberlerin bir bütün halinde incelenmesinde tek taraflı ve tarafgir bir haber ve yorumlara yer verildiği, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Afrin’e yönelik operasyonunun işgal, işkence ve sivil katliamı olarak gösterilmeye çalışıldığı, bu şekilde PKK/KCK ve bu örgütün Suriye uzantısı olan PYD/YPG lehine haber verilmeye özen gösterildiği kanaatine varıldığı, şüphelinin paylaştığı içeriklerin PKK/KCK ve Suriye uzantısı PYD/YPG silahlı terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren eylemlerini övücü ve meşru gösterici nitelikte olduğu” değerlendirmesinde bulunuldu.
Çürümenin membası kılınan bir sahnede yaşatılan her gün, var edilen her gündem maddesi insan olma hâlini de berhava etmektedir. Sahiden bir ülke dediğiniz şeye gerçekten düşman olsanız bu kadarını yapamazdı muktedir. Yaratılan ve güncellenen bir sınırda hayat imini toptan zayi kılmaktadır. Destanlar yazıldığı öne sürülen, kimsenin ne sesine ne de sözüne müdahalede bulunulmadığı zikredilip demokrasinin beşiği tatavası yapılırken olmakta olan yitik bir ülkenin çukurlaşmasıdır.
Silinmeye yüz tuttuğu öne sürülen cerahat, cuntacı rejimlerin aklındaki menzilin birebir sureti hayatlarımıza yeniden eklenmektedir. Bir resim karşımıza çıkartılmaktadır. Cürmü ve suçu, yıldırı ve karanlığı, nefessizliği ve çürümeyi beraberinde getiren yer yeni ya da eski fark etmeksizin ülke değildir. Burası bir toplama kampı, bildiğiniz tüm insani edimin yerle bir edildiği bir menzil, gördüğünüz, duyduğunuz, anladığınız hepinizin, her birimizi ilgilendiren yıkımın vardığı “şimdilik” sonucudur. Alışıyor musunuz. Bitimsiz bir yıkımı hemen her günü kuşatan bir karanlığı içinize gerçekten sindirebiliyor musunuz. Alışıyor musunuz! Devri devranın salt yok etmek ile kurgulandığı, ötenin, yarının söz konusu bile edilmediği bir yerde aklınız bütün bu çürümeyi sindirebiliyor mu, soruyor musunuz!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Illustrations By Daria MURAKAWA – v/Behance
#demokrasi#söz hakkı#yaşama istenci#faşizm#tayyibistan#çürük düzen#devlet zulmü#işkencehane#yıkım#yıldırı#manipülasyon#anarşizan#ses#soluk alabiliyor musunuz?#yara#biyopolitika 101#emek mücadelesi#toki#ataşehir belediyesi#insan hakları#demokrasi endeksi#the economist#afrin#gazetecilik suç değildir#yok etme hali#çürümüş ülke#kelimeler#ah#sınav
1 note
·
View note
Text
Sesli Meram #60 - Karşı Radyo (25.09.2018)
“orta vadeli plan diye bildirilenin janjanlı cümleleri, burasına dikkat, şurasına dikkat denilirken asıl yıkım meydanda, sıradana karşıtlık ortadadır. asıl buna dikkat edilmesi gerekirken! her şeyin örtbas olunması güncellenendir. sahiden böylesi bir halle / tavır toplamıyla bir menzilde yaşam(ak) ne olur?”
image credit: afshin pirhashemi - untitled - 2013 - oil on canvas - ayyam gallery
https://archive.org/details/KarsiRadyoSesliMeram25Eylul2018
#seslimeram#anarşi#karşı radyo#mesele#siyasa#biyopolitika 101#devlet nedir?#söz hakkı#yağma düzeni#ekonomik çöküş#yıldırı#tahakküm#barışmak#çhd#iyisen#üçüncü havalimanı#direniş#örgütlenme#su çatlağı#podcast#archive.org#deneysel#drum and bass#müzik#politik#meram
1 note
·
View note
Text
Yaşamak İçin Direnmek Elzemdir!
Hakkın, hukukun, sıradana verili olan özgürlük gibi nice bahsin, toptan, topyekun alenen hiçleştirildiği bir deney sahasıdır yeni ülke. Seçim sathı mahallinde orta yerlerde dökülüp saçılan cümleler, savunulan onlarca tez arasında sıradanın hayatının gölgelenmesi “sabit” olunandır. Memleketin yaşatan değil tüketen, tükettiği kadar da tükenen bir mefhumun halinin en kestirmeden savunulduğu, güncellendiği bir hal devamlılığa kavuşturulur. Var edilmiş olan kötülük bir ehveni sağlamadığı için muktedire daha kötü, daha feci ve daha da umarsızca çürümeyi sabitlemeye devam eder muktedir. Koştur koştur götürüldüğümüz saha bir yıkımın düzlemindir, bu kadar kesindir.
Cerahate kol kanat gerildikçe vahamette de bir istikrar yakalandıkça dahası bir kez olsun taviz verildiğinde o hakkın, şu hukukun linci de devamlılığa kavuşturulur. Yaşadığımız menzilin hali ve istikameti, oluşturulan cerahatin yönü ve etkisi, çıkan kısmın özeti açık bir biçimde hepimiz için yeni diyetlerdir. Hayatlarımız ve onu var eden tüm müşterekler yerle bir edilmektedir. Cürümler birbiri ardına güncellenirken, oluşturulan karanlık artık herkesi kapsarken bir devamlılık bina olunur. Yolun, yönün kesildiği bir karabasan halin, döngünün bugün herkese eşit paylaştırıldığı kesindir.
Cerahat, cürüm tüm o cerahatle sergilenip, savunulan şiddet mefhumu bir eksiltmelerin toplamında ülke diye bir çukuru var eder. Yaşam her ne yana dönersek dönelim, her ne yaparsak yapalım bizi gibi sıradanın elinde burada, gözler önünde, göstere göstere aleni bir biçimde çalınmaktadır. Muktedir bu kırım halinin müsebbibidir. Muktedir işte tüm bu sahadaki hayat istencini bile isteye çürümeye terk edendir. Cerahatin bir menzildeki ol varlığı kesintisiz kılınırken oluşturulan yeni ülke şablonunda hayat mefhumu salt ve sırf teslimiyettir.
Muktedir bir müşterek bahis olan hak, hukuk, adalet tahayyüllerini alaşağı ederken artık alenen cerahati güncellerken beka diye aslında kendi geleceğini öncelemektedir. Vahim bir hal olan bu bahis şu ülke bilinip anılan yerde erkçe bildirilenlerle / eylenenlerle orta yerde ve birlikte işlevselleştirilendir. Ben kurtulayım da gerisi tufan sözcesinin tamamen doğru karşılığı muktedirde cisimleşmektedir.
Geleceği bir şimdi mefhumunda çalınan sahnede olmakta olanın adı hiçbir zaman, alenen konulmamaktadır. Seçim bahsi genel geçer bir meselken bugün hayatın gölgelenmesi açık ve aleni işlenirken bile gözlerden kaçırılmaktadır. Oy, sandık, seçim bahsi yinelenirken tüm satıh dahilinde geleceğin çalınması mevzu edilmemektedir. Kolayca cümleleştirilmiş olan taarruzlar, sınayışlarla bir Viyana kuşatması, Anadolu’nun Fethi, bilmiyoruz kaçıncı kez dillendirilen Haçlılara karşı kazanılan zafer nidaları yinelenirken, daha dümdüz anlam bir demokrasi tahayyülünün bile varlığı geriye konulmamaktadır. Bunlardır derdimiz, bu bahislerle çıkagelen ülkenin karanlığıdır meselemiz.
Yaşamda sıradanın seçeneksizliğe mahkum edilmesi devamlılık kazandırılandır. Muktedir ya da iktidarın tahayyül ettiği her şey sıradan olanın aleyhinedir artık kesintisiz. Bir yerde bir sahnede eşitlik, adalet ve hürriyet bahisleri lağvediliyorsa, geriye hiçbir şey kalmasın diye saldırganlık güncelleniyorsa, muktedirin abecesi yıkımdan ibaretse hayat da ‘eksikli’ kılınandır. Yeni ülke o dününün devamlılığıdır. Yenisi lafta kalmış cerahatin peşinde koşa duran bir menzilin var edilmesidir mesele. Türkiye gerçekliği bahsi burada ifşa olunandır.
Başka bir ülkenin varlığı artık o yeni / eski denilenin üstünde kesintisiz bir hakikattir. Bir biçimde cerahate arka çıkıldığı her sahnelemede, birbiri peşi sıra reva görülen tüm tahakküm hareketlerinde o başka Türkiye’nin varlığı kesintisizleştirilir. Ekonomik yıkım halinin bir gerçek kılındığı yer açıkta kanıtlanandır mesela. Tarım Bakanı’nın sandıkta hesap sorun dediği ana muhalefet değil bizatihi kendilerinin siyasetinin var ettiği bütün o gıda fiyatlarındaki fahiş uçurumları var etse de kimse bunu sorgulamasın diye saldırganca tavırla, tehditle kervana düzülür.
“Amasya Gazetesinin internet sitesinde yer alan habere göre, Amasya'da AKP seçim bürosu önünde toplanan yurttaşlara seslenen Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, "Bakanlığımın birinci ayında bir de baktık ki döviz kurları 4 liradan 7 buçuk liraya çıktı, bir sebebi yoktu. Allah’a şükür kontrolü ele aldık ama son hafta bakıyorsunuz gene bizim ekonomimizle oynamaya çalışıyorlar" ifadelerini kullandı. Pakdemirli, Taşova'da planladıkları projelerden bahsederken bir yurttaşla girdiği polemik sonrası "Bu adilere cevabı sandıkta verecek misiniz" sözlerini sarf etti.”
Hakkın, hukukun, adalet mefhumlarının toptan çürütüldüğü bir yerde bir de insanlar ol açlığı var edenlerin tehditleriyle sınanırlar. Ekonomik fecaatin faturasını halka kesmeye devam denilen yeni faturalarla, yeni bedellerle ve o yukarıdaki gibi tahakküm halleriyle birlikte bütünleştirirler, eksiksiz. Bir ülkede yaşama gailesinin törpülenmesi “kesintisiz” kılınıyor. Hayata tutunma istencine karşıtlık devletlinin alfabesini tamamlıyor.
Yaralar varken bütün o hengamede onlara yenileri eklenirken cürümler ve tehditler arasız, fasılasız yinelenirken müştereklerimizin hiçleştirilmesi kesintisizleştiriliyor. Türkiye’de artık mevzusu bile edilmeyen barışma tahayyülüne sahip çıkanlara da şu yukarıdaki gibi hiddetlenme halleri, devletlinin gazap diye bildirdiği yıldırı hali barış için akademisyenler imzacısı olan insanlara reva görülenlerde bariz kılınır. İşkencenin başka bir türü yineleme hali tıpkı bir fasit döngü gibi aralıksız olarak cezalandırma, itibarsızlaştırma hallerinin bir ve bütün olarak güncelliğinde sabit olunur.
Bu uzamdaki çözülmesi en elzem olan konularından birisi olan barışmak konusunda atıla gelen adımlar, verilen sözlerden sonra bu döngü her neyi var etmektedir. Onca vaadin bir dolu tahayyülün ardından çıkagelen hal nedir? Bunu anlayabilmek için tek başına iş bu güncellik yeterli bir belgeleyicidir. Devletlinin PKK’nin varlığını öne sürerek Kürd’e reva gördüğü halin bir cezadan farklı olmadığı, bir fasit döngünün var edildiği yerde hayat her ne olacaktır, sorgulamak bunun ortak bir meram eylemek suçun ta kendisi kılınır. Bütün bir halde hakkın, hukukun hiçleştirildiği yerde barıştan bahis açmak da imkansız koyulur. Her cezalandırma bir başka kırılmayı beraberinde getirir.
Cerahatin birlikteliğine bu sahadaki hayat meselinin çalınabilirliğine karşı meram etmek dahi yaftalanmaya kafi gelirken, bir de imzacısı olunan müşterek bahsin savunulması ol muktedirin yargısı eliyle infazları kesintisiz kılar. Cerahat yerli yerindeyken akademisyen yargılamaları rutin kılınır. Dinlemeden önceden verilmiş kararlar ilanen tebliğ olunur. Barış İçin Akademisyenler, üniversitenin aslında her ne olduğunu hatırlattıkları için hedef kılınırlar. (BAK konusuna bir önceki yazı içinde verdiğimiz örnekleri takip edebilirsiniz.)
Seçim, sandık, demokrasi bahsi de bir yere kadardır burada! Hakkın, hukukun, sıradan ait olan özgürlük mefhumunun ve nicesinin alt üst olunduğu bir yerde cerahat o deney sahası halinin temellendiricisidir. Bugün bir ülke tahayyülüne yer bıraktırmayacak kadar aleni ol çürümüşlüğün içerisinde bir yaşamsallık bahsini muhafaza etmeye çalışıyoruz. Seçim, oy, demokrasi, eşitlik bahisleri açılırken var edilen çürümeden hayatı kurtarmaya çalışıyoruz. Ne ki hayat öylesine değil sahiden de muktedirin oyuncağı kılınan bir mesele dönüşüyor. Hayat her nerededir?
Seçim güncesinde ortaya dökülen linç şablonları, muktedir dışındaki insanların tamamına yakını için kullanıla gelen terörist imgesinin nasıl bir kırıma yol verdiği seçim gününün ol erken saatlerindeki bir cinayette karşımıza çıkartılır. “Malatya'nın Pütürge ilçesinde oy verme işlemi sırasında çıkan kavgada Saadet Partisi sandık kurulu üyesi ve müşahidi Hasan Aktaş ile İlyas Aktaş tabancayla vurularak yaşamını yitirdi. Silahlı saldırıyı gerçekleştirenlerin AKP Belediye Başkan Adayı Mikail Sülük'ün akrabaları olduğu belirtildi. Saldırıda 1 kişi yaralanırken 4 kişi gözaltına alındı.”
“Milli Gazete'nin haberine göre 10.30 sıralarında Bölünmez Mahallesi İlkokulu'nda AKP Belediye Başkan Adayı Mikail Sülük'ün akrabaları olduğu belirtilen kişiler, oy kullanmak için sandığa getirdikleri yaşlı bir yurttaşa oy kullanma işlemi sırasında da eşlik etmek istedi. Saadet Partisi sandık görevlisi ve müşahidi olarak görev yapan Hasan Aktaş ile İlyas Aktaş usulün böyle olmadığını, ancak sandık görevlilerinin eşlik edebileceklerini söyledi. Bunun üzerine Sülük'ün akrabaları ile sandık görevlileri arasında gerginlik yaşandı.
Sülük'ün babası ve iki yeğeni oldukları belirtilen Kadir, Ömer ve Hacı Sülük, çıkardıkları tabanca ile Saadet Partili sandık görevlilerini öldürdü. Ayrıca Ali Aktaş isimli vatandaşın da yaralandığı ve hastaneye kaldırıldığı bildirildi. Güvenlik güçlerinin müdahale ettiği kavganın ardından tabancayı ateşlediği belirtilen kişi gözaltına alındı. 2 kişinin cesedi yapılan incelemelerin ardından morga kaldırıldı. Olayların daha fazla büyümemesi için okul çevresinde ve mahallede güvenlik önlemi alındı.
Malatya Valiliğinden yapılan açıklamada "İlimiz Pütürge İlçesi Bölünmez Mahallesinde saat 10.00 sıralarında seçim sandığı başında “Yaşlılara Oy Kullandırma” nedeniyle yaşanan tartışma neticesinde 2 vatandaşımız hayatını kaybetmiş olup, bu müessif olayın failleri olduğu değerlendirilen 4 kişi Jandarma ekiplerince yakalanmıştır" denildi.
Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu Twitter'dan yaptığı açıklamada "Malatya Pütürge'de AK Parti adayının yeğeninin saldırısı sonucu biri sandık görevlisi diğeri müşahit iki partilimiz vefat etmiştir. Yaşanan olay basit bir husumet değil, sandık başında açık oy kullandırılmak istenmiş ve bu duruma itiraz eden müşahitlerimiz katledilmiştir. Alacağınız birkaç fazla oy yerin dibine batsın" dedi.”
Basit gibi görünen hayatın nasıl da rahatça elden çalınabilir kılındığını bildiren bir vakıa seçim gecesi konuşulmaz. Sonraki günlerde de pek lafı sözü edilmeyecektir elbette. Ol ateş düşenin ocağından başka kimseler de söz etmeyecektir muhakkak. Gel gelelim var edilen çürüme herkesedir. Ahmet Yıkar’ın Twitter hesabından yazdığıdır: “Seçimin de sandığın da canı cehenneme olay bizim köyde yaşandı. Vefat edenler uzaktan akrabamız. 2 oy için bir köyün içine ettiler. Gencecik 2 insan öldü. Bir köy harabeye döndü.”
Türkiye’de olan biten ve yukarıda değinmeye çalıştığımız halin her ne olduğunu imleyen bir başka açıklamayı iliştirelim. Çürümenin boyutunun anlaşılabilirliği için daha nasıl bir açıklama lazım, takdirinizedir: Gazete Fersude’den aktaralım: “Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye raportörü Kati Piri yerel seçimlerle ilgili açıklamalarda bulundu. Barış ve Adalet Platformu’na (PPJ) konuşan Piri, söyleşi boyunca Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yönelik eleştirilerini tekrarlarken, HDP’lilere karşı geliştirilen söyleme ve partililerin tutuklanmasına tepki gösterdi. “Seçimlerden sonra HDP’den seçilenlere karşı büyük çapta tutuklamalara şahit olacağımızı düşünüyor musunuz?” sorusunu yanıtlayan Piri, “Tutuklayacak kim kaldı ki?” ifadesini kullandı.
Piri, “HDP’nin iki eski eş başkanının ve milletvekillerinin cezaevlerinde olduğunu unutmayalım. Kim kaldı başka? Buna ne kadar devam edebilirsiniz? Bu kişiler Türkiye’deki milyonlarca oyu temsil ediyor. Onların seçmenlerini düşmanlaştıramazsınız, onlar Türkiye vatandaşları. Bu, HDP’ye oy veren milyonlarca Türkiye vatandaşına hakaret etmektir. Tekrarlıyorum, milyonlarca insandan söz ediyoruz. Bir hükümet kendi halkına karşı bu denli düşmanca davranmanın kabul edilebilir olduğunu nasıl düşünebilir?” ifadelerini de sözlerine ekledi.
Erdoğan’ın muhalefet liderlerine karşı söylemini değerlendiren Piri, cumhurbaşkanının, politikalarının içeriğini tartışmak yerine muhalefet liderlerine “kişisel saldırılar yöneltmeyi tercih ettiğini” söyledi. “Avrupa’daki diğer popülist liderlerin de aynı taktiği uyguladığını görüyoruz. Macaristan’daki Viktor Orban’ı düşünün. Bu tarz siyasiler her şeyi kişiselleştirirler. Kendileri eleştirildiğinde ise birileri tarafından finanse edilmiş bir kişisel saldırı altında olduklarını söylerler her zaman. Bu gibi durumlarda George Soros’un adı çok sık geçer. Ne yazık ki, bu komplo teorileri, her baktığı yerde komplo görmek isteyen toplumlarda işe yarıyor,” diyen Piri, Türkiye’deki hükümetin “dış güçleri” suçlayan teorileri sürekli olarak kullandığını sözlerine ekledi.
31 Mart günü ve gecesinde var edilenlerin yekununda Türkiye’nin yenisinde bir dönüşüm çabasının ne kadar ivedi olduğu bir kez daha görüldü. Kati Piri gibi onlarca siyasetçinin, bırakın o makam mevkileri her meslek grubundan sıradan insanın birleştiği bir otoriteryen düzene karşı makul / sınırlı da olsa bir zaferin varlığı tescil olundu. Onca hile hurdaya, Şirnex gibi, tabur tabur erat taşınıp, otobüslerle insanlara oy kullandırılmasına kadarki pek çok çürümüş devlet geleneğine, oy çaldılar argümanından en son tutanaklarda kaydırma var hallerine bir cürüm sarmalı kılınan seçim / seçememe süreci aşıldı. Geçilen ve aşılan yollar, sonuçta ortaya çıkan profil Türkiye gibi umudun kırıntısının bile ancak bulunabildiği bir yerde gerçekten şevklendiricidir.
Tutsak Siyasetçi, Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, bağrınıza taş basın ama faşizme karşı oy kullanın çağrısının da İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerdeki dengeleri değiştirdiğinden dem vurmak gereklidir. Birbirini iş işten geçmeden duyabilen insanların ortaklaşa çabaları ile o gedikler, yaralar var edene karşı nefes hatlarının açılma ihtimali bile büyük bir teşebbüstür. Gezi Parkı direnişinden bu yana toplumsallığın nasıl da elzem bir birliktelik tahayyülü olduğu galiba önümüzdeki dört buçuk yıl seçim görmeyecek olan bir sahadaki, bir sonraki tur için neler yapılması gerektiğini de gösterir.
Kendini bilmez bir eski solcunun(!) PKK elinden Şırnex’i, Bedlis’i, Agiri’yi kaçırdı yollu yazılaması bile nasıl bir döngünün içerisinde her nereden nereye doğru çekiştirildiğimizi var eder bir anda. Devletlinin abecesi tek seçimde değişecek bir mesel değildir. İmamoğlu ya da Yavaş ya da Soyer yahut da Maçoğlu gibi isimlerin o birbirine lehimlenmiş yeni ülke şablonunda var ettikleri gedikler, sıradan halkın tahayyülleri ile söz konusu edilendir birlikte var edilendir. HDP gibi altı küsur milyon seçmenin iradesini taşıyabilmiş bir yapı handiyse gün aşırı terörist diye yaftalanırken gerçekten hayattan yana olduğunu yeniden ve yılmadan seçmeniyle en önemlisi de Kürd halkının birlikteliğiyle onca safsataya rağmen göstere gelir.
Memleketin yaşatan değil tüketen, tükettiği kadar da tükenen bir mefhumun halinin en kestirmeden savunulduğu, güncellendiği bir hal devamlılığa kavuşturulur. Var edilmiş olan kötülük bir ehveni sağlamadığı için muktedire çok daha kötü, daha feci ve daha da umarsızca çürümeyi sabitlemeye devam eder muktedir. Bunun arzusundadır Baş Amir ve beraberindekiler. Gelecek günler baharın ilk günü yazılamaları ve kutlamaların hemen ardından çıkagelecek tahakküme karşı birlikte eyleyebilme pratiklerine bağlı olarak şekillenecektir. Daha seçim gecesi Elih’te seçim ardından kutlama yapan insanlara saldırır kolluk. Polislerin saldırısı sonrası Elih’te birçok yer ablukaya alınırken çocuklar, kadınlar ve partililer biber gazından etkilenir. Çok sayıda gözaltı vardır. Geleceğin her ne olacağını sorgulayabilmek, o tükenmeyen iktidar mefhumu için hayatın çalınmasına karşı ortak sesi çoğaltabilmek, yaşamak için direnmek elzemdir.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Mirage & Waiting Thinker From Attractions Nocturnes Series By Nicolas SAUVRAY
#seçim#türkiye gerçeği#yıldırı#vahşet#başka türkiye var#hdp#siyasa#malatya#çürüme#ahlaksızlık#demokrasi#edebiyat#mefhum#kandırma#yalanlar#riya#seçtirmeme#söz hakkı#yaşama istenci#biyopolitika 101#devlet nedir#kötülük#sancı#sızı#elih#anarşizan bakış#mesele#söz
0 notes
Text
Bir Çıkış Arıyoruz, Gören Var Mı Ola?
Kendilerine bile inandıramadıkları yalanların, enikonu kördüğüm kılındığı bir yerde erkan ol muktedirin var ettiği her cerahat sıradana bedel olarak geri dönüyor. Bütün bir düzlem, artık tam kapasite bir deney sahası kılınıyor. Yalanlar yalanları kovalarken değil sadece ol seçim güncesi hayatın hemen her bir günü bir biçimde deneyin ta kendisine rehin ediliyor. Geleceğin anlık çürütüldüğü bir şimdinin geriye konulmadığı yerde hayat hep bıçak sırtı konuluyor. Yaralar daimi bir fasit döngüde mütemadiyen kanatılan, kanırtılan bir mefhum kılınmaya devam olunuyor.
Her yerde bir çöküş biçimlendirilirken, var edilirken hala her şey olağanmış gibi bir tavra sahip çıkıyor o muktedir. Beyhude çabalanıyorsunuz diye dört dönüyor Baş Amir! Ortada olan, ortalık yerde icra olunan bir felaket senaryosunun ta kendisi değilmiş gibi zihni hep başka yönlere çekiyor muktedir. Car car car çene çalarken, birilerinin canına kastı güncel, birilerinin hayatını gölgelemeye devam derken bunlar sıradan şeylerdir bahsine sımsıkı tutunuyor ol muktedir. Dört dönüyor, her yerde ta ki seçime kadar değil sonrasında var edilecek olan yeni tablonun da tek hakimi benim diye dikleniyor muktedir.
Beşerinin, seçim sathı mahallinde hatırlanıp geri kalan zamanlarda hor görülmesinin pek çok tezahürü var edilmektedir. Yaratılan yalanlarla dolu ülke perspektifi hemen her günü bir kez daha tüm o biyopolitik cerahat istenciyle donatmaktadır. Ülke değil cerahat ortada sabit kılınıp onunla hemhal ilerlenen bir saha artık hakikattir. Yalan, riya ve tehditler birer siyaset biçimi kılınır. Siyasi olan bu yoldan türetilir. Tehdit döngüsü salt ‘siyasetin’ seçim gündeminde değil öncesi ve sonrasında bu toprakta, artık hemen her bir gününde yeniden tanımlandırılandır. Cürümlerin ardılı yepyeni yıkımlardır. Tekerrür olunan devletli aklının var ettiği her şey sıradanın hayatına göz koymaktır. Çürümüş ve kokuşmuş, dibine kadar da batağa gömülmüş bir medyumun “yeni ülke” diye pazarlanması ol cümlelerle birlikte eylenenlerin yekununda sabit olunur.
Kendilerine dahi inandıramadıkları yalanların varlığı güncellenirken atılan hemen her adım bu kördüğüm hali sabit kılmak için yol belirlenir. Devletlinin iş bu sahadaki demokrasi tahayyülüne karşıtlığı artık gizlenemeyendir hemen hiç saklanmayandır. Var edilen yeni ülke kurumsallaştırılırken belirli yönlerden bir fırsat olarak görülen, bildirilen darbe kalkışmasının yarım koyup var edemediği karanlığın yolunda yürümektedir. Çürümüşlüğü şaha kalkmak, var edilen eksik gedik ülke halini atılım, her seçimi bir savaş ve memleketi düşmandan arındırma çabası olarak gören menzil yalanlarıyla birlikte bu ülkenin dönüşümünü tek bir doğrultuda var eder.
Düzenin, o ülke denilen yerin bir biyopolitik cürümler sahası kılınması artık kesintisizdir. Kimliklere karşıtlık, çok sesliliği bir biçimde boğmak, eksiksiz yıldırı ile bir ülkeyi derdest etmek ve ol sıradanı kuşatmak devamlılığa kavuşturulur. Yalandan demokrasi da bir yere kadardır. Onu bir araç olarak değerlendirip yeni ülkenin hazin istikametini sabit kılmak için kullanan muktedir cerahati yalanlarıyla örtbas eder. A’dan Z’ye erkan-ı muktedirin dilinden dökülen hemen her cerahatli tespit bu ülkenin dönüşümünü güncellemektedir. Hayatın, erkanın kendilerine dahi inandıramadıkları yalanlarla bir karabasan kılınması ve sonucundaki çürüme kalıcıdır / hakikattir.
Güncel örnekler, salt seçim sathı mahallinde değil normal zamanlarında da ülke denilen şu sahanın her neye dönüştüğünü göstere gelmektedir. Yalanların peşi sıra ilerleyen bir yerin var ettiği cürüm hemhal halin sonuçta neyi bütünleştirdiği hepimiz için utanç verici bir toplamdır. Binali Yıldırım İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Adayıdır, şu sözleri etmiştir. Seçim Ofisi tarafından paylaşılan cümleleri iliştirelim: “Suriyeliler İstanbullunun huzurunu bozar, güvenlik sorunu oluşturur, buradaki düzeni ve normal yaşamı olumsuz etkilerse bu durum karşılıksız kalmaz. Buna hiç müsamaha edemeyiz ve onları geri göndeririz çünkü asıl olan İstanbullunun huzurudur.”
Baş Amir, Wan Mitingi’nde konuşur: “Bundan 3-4 yıl önce benzer işlere kalkıştılar. Çukurlar kazdılar. Bitişik nizam evleri tünellerle bağladılar. İnsanlarımızın mahremlerine girdiler. Masumların kanı aksın da onlar üzerinden propaganda yapalım diye herkesi kullandılar. Van bu vahşeti geçmişten beri iyi bilir. 1995'te Gürpınar'da 12 kişiyi hunharca bunlar öldürdü. 1996'da Tatvan'da vatandaşlarımızı bunlar katletti. Servis aracına bombalı saldırıyı bunlar yaptı. Bu teröristler inlerine kıstırıp yok etmiş olmazsak, her gün masum insanlarımızın kanını dökecekler. Sınır ötesinde bunları takip etmezsek, baharlarımızı kışa çevirecekler. Niye Cudi'ye, Gabar'a, Tendürek'e, Kandil'e girdik? Benim halkımı rahatsız etmesinler diye. 13-14-15-16 yaşındaki kızlarımızı Kandil'e kaçıranlar bunlar değil mi? Diyarbakır Belediyesi önünde haftalarca ağlayan analar benim Kürt annelerim değil mi? Biz de bunları adım adım takip ettik, o günler geride kaldı.
Biz ülkemizdeki tüm kesimler gibi geri kalmışlık ve hak-özgürlük sorunlarını çözmek için çalıştık. Reformları her türlü riski göze alarak hayata geçirdik. CHP'nin kangrene çevirdiği pek çok meseleyi hal yoluna koyduk. Ülkemiz demokrasini yasaklardan, baskılardan, zulümlerden kurtardık. Kendi dillerini propagandalarını yapıyorlar mı? Bütün bunlarla cezaevlerinde gidip anneleri evlatlarıyla kendi dilleriyle konuşuyor mu? Burada da zaman zaman aksaklıklar olabilir. Türkiye hukuk devletidir ve hak arama yolları açıktır. Ülkemiz artık hiç kimsenin bu konuları istismar etmeyeceği olgunluk seviyesine gelmiştir. Hiçbir şeyin gizli saklı kalması mümkün değildir.”
İçişleri makamında oturan zat, TRT Haber’de canlı yayına katılır “Muhalefetten 178 aday hakkında PKK’dan adli işlem var, 45’i hakkında FETÖ’den, 4’ü hakkında aşırı sol örgütlerden, 4’ü hakkında DEAŞ’tan” dedi ve ekledi: “Bunlar görev yapamazlar size söyleyeyim. İçişleri olarak biz idari tarafından sorumluyuz. Bunların hala PKK ile iltisakları söz konusudur. Bunlar belediye meclis üyeliği falan yapamaz, biz hepsini açığa alırız” diye bir bahis açar.
Bianet'ten alıntılayalım: "İçişleri Bakanı Soylu’nun bu sözleri akıllara 2972 Sayılı Mahali İdareler İle Mahalle Muhtarlıkları Ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanunu’nu getirdi.
Bu kanunun 9. maddesinde şu ifadeler yer alıyor: “2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesinde belirtilen sakıncaları taşımamak şartıyla, 18 yaşını dolduran her Türk vatandaşı belediye başkanlığına, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeliğine seçilebilir.”
Peki, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. Maddesi kimlerin belediye başkanlığına, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeliğine seçilemeyeceğini söylüyor?
Özetle, bu maddeye göre, affa uğramış olsalar bile; yüz kızartıcı suçlar, kaçakçılık suçları, ihaleye fesat karıştırma, devlet sırlarını açıklamak ve terör suçlarından mahkum olanlar, belediye başkanlığına, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeliğine seçilemiyor."
Birbiri içerisine geçmiş, birbirlerine lehimlenmiş yalanların iktidarında, var edilmiş halin nasıl bir çürümeyi var ettiği gizlenmeksizin açıktadır. Kötücül bir döngünün devamlılığı için yalanlara tutunmaya devam eden bir devletli hakikattir. Var edilen, güncellenen ve her dönemeçte bir kez daha çok daha bariz bir biçimde yalanlara tutunulan yer hakikatin ta kendisi kılınmaktadır. Seçim hiçbir şeyi değiştirmeyecektir şu ülke mefhumunda yaraları fark ettirmeyecek olsa da o bahsin bile isteye ölüm kalım savaşı kılınmasının utancı bu ülkenin hemen her günündedir.
Yıldırı artık devletlinin tek / sabit beka belirleyicisidir. Çürümenin rotasında ilerleyen ol menzilde son hedeflerden birisi yazar Aslı Erdoğan kılınır. Faşizmin zaruri ya da kerhen değil mütemadiyen eksiği tanımlanan / tamamlanan bir mefhum olduğu zikreder Erdoğan. Muktedir ne kadar dolaylı yoldan eylerse, bildirirse, güncellerse güncellesin şu yukarıdaki tahayyüllerle örtbas etmeye çalışırsa çalışsın asıl istikamet Aslı Erdoğan tarafından dile getirilir. Yeni ülke dünündür. Dünün tüm o yıldırı şablonunun tezahürü bir kez daha faşizmdir.
Deutsche Welle Türkçe’ye bağlanalım: “Yazar ve gazeteci Aslı Erdoğan, Türkiye'de hükumeti eleştirenlerin "insanlık dışı bir muameleye" maruz kaldıklarına dikkat çekti. Yazar, "Belki de artık faşizm kelimesini kullanmanın gerçekten zamanı gelmiştir" dedi.
Erdoğan, bir diğer gazeteci Ahmet Altan'ın müebbet hapis cezasına çarptırılmasına atıfla, "İlk başta blöf yaptıklarını zannettim, ama gerçekten bu hükümleri veriyorlar" ifadelerini kullandı. Erdoğan ayrıca, yazar ve gazetecilerin kamuoyunda görünürlükleri oldukları için diğer mahkumlara göre şanslı olduklarını söyledi.
Türkiye'de 2009 yılında yayınlanan "Taş Bina ve Diğerleri" romanının Almanca baskısının yayınlanması vesilesi ile Frankfurt'ta düzenlenen etkinlikte konuşan Erdoğan, avukatlar ya da doktorlar gibi başka meslek gruplarından birçok kişinin de baskı altına alındığını hatırlattı. 52 yaşındaki yazar, kendi meslektaşlarından farklı olarak durumları üzerine haber yapılmayan birçok öğrencinin de cezaevlerinde olduğuna dikkat çekti.
Özgür Gündem Gazetesi Yayın Danışma Kurulu üyesi de olan Aslı Erdoğan, gazeteye yönelik soruşturma kapsamında 2016 yılı Ağustos ayında gözaltına alınmış ve "silahlı terör örgütü üyeliği" suçlamasıyla tutuklanmıştı. Gazetenin yazarlarından da olan Erdoğan, PKK'ya yönelik mücadele kapsamında hükumetin Cizre'de ilan ettiği sokağa çıkma yasaklarını eleştirmişti. Erdoğan yaklaşık 4,5 ay tutuklu kaldıktan sonra önce yurt dışı çıkış yasağı şartıyla serbest bırakılmış ardından da 2017 Haziran ayında kendisine yönelik yurt dışı çıkış yasağı da kaldırılmıştı.
Türkiye'yi terk eden yazar, bugüne kadar Almanya'da barış, basın özgürlüğü ve kadın haklarına ilişkin çok sayıda ödüle layık görüldü.”
Batı’nın stepne olarak kullandığı, işine geldiği kadarıyla, işini gördüğü kadar önemsediği, değer verdiği bir menzilde aslında olmakta olanın bir kırım olduğunu ve kavramların hızlı hızlı tüketilmesine karşın faşizmin nasıl bir sabit olduğunu dile getirir Aslı Erdoğan. Hiç ama hiçbir biçimde sorgulanmayan yalanların varlığında, gözetiminde bir menzildeki tüm o çürümenin aslında nereye doğru evrildiğini göstere gelir Aslı Erdoğan. İçinde mıhlanıp, kalakaldığımız sahnenin aslında nasıl da yaşam değil tersine onu eksilten bir devinimin ta kendisi olduğu afaki kılınır. Aslı Erdoğan’ın cümlesini şu kadarcık bahsi bile anlamazdan gelen bir kitle tarafından linç olunmaya çalışılır. Faşizm zaten düşündüğünü söyletmeme üstünden güncellenendir, bir kez daha kanıtlanır.
Denilmesi elzem olanı bildirir bir kez daha Aslı Erdoğan. Dolaylı, üstünkörü değil salt ve doğrudan olmakta olanı kral çıplak bahsini meramın ortasından duyurur. İş bu satıh içinde yaşam zora koşulurken her dönemeç bir başka kırılmayı tüm sahada var ederken devletli ile beraberindekilerin tehditlerinin, eylemselliğinin her ne için olduğu hiç kesintisiz olarak ifşa olunur. Biteviye bir ülkeden çıkış güncellenirken yaşatılan fecaat, sonrasındaki felaketi bildirir Aslı Erdoğan. Şu satırları yazarken, isminin otomatik olarak çıkageldiği ol insanın var ettiği karanlığın nasıl da daimi bir mesel olduğu artık bilinsin diye “faşizm” vurgusu ile seslendirilir.
Yazılanların yekunu şu bahis içindir. Çürümenin orta yerinde imal olunan cerahatli halin ötesinde yol nereye çıkacaktır. Tahammülfersa, insanlığın zayi olunup, müştereklerin aralıksız yerin dibine sokulduğu bir yerde yaşama istenci neye dönüşür. Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atmış insanların başlarına getirilenler de bu yönelimin, Türkiye tahayyülünün her neye dönüştürüldüğünü bildirir. Yazık edilmiştir onca zamana, onca insana, onca merama, daha da doymamaktadır muktedirin faşizan döngüsü.
Bianet’de aktaralım: 27 Mart Çarşamba günü 27. ACM’de: Boğaziçi Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Dr. Noemi Levy Aksu, Prof. Dr. Neş'e Bilgin ve Prof. Dr. Ali Kerem Saysel'in dördüncü; Dr. F.A.'nın ise üçüncü duruşmaları görüldü. 36. ACM’de: Nişantaşı Üniversitesi'nden Yrd Doç. Dr. Dilşa Deniz'in dördüncü; Boğaziçi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Abbas Vali ile Berlin Fei Universitat'tan Bahar Fırat'ın üçüncü duruşmaları. 37. ACM’de: Munzur Üniversitesi'nden Öğr. Üyesi H.K.'nin ikinci; Boğaziçi Üniversitesi'nden Okutman Ahu Ersözlü'nün üçüncü duruşmaları yapılır. 25. ACM’de: ODTÜ'den Prof. Dr. Ayşe Karasu'nun birinci duruşması ve 13. ACM’de: Düzce Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Dr. Latife Akyüz'ün birinci duruşması tek bir güne sığdırılır.
“27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde (ACM) F.A. ve Neş'e Bilgin'in duruşmalarında kararını açıklayan mahkeme, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 7/2'de düzenlenen "terör örgütü propagandası yapmak" suçlamasını sabit görerek 15'er ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verdi. Kararlarda hükmün açıklanması geri bırakıldı.
Aynı mahkemede akademisyen Ali Kerem Saysel'e ise aynı suçlama kapsamında 2 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Saysel'in zapta yazdırılan kararı diğer cezalardan "kastının ağırlığı" ifadesiyle ayrıldı. Ertelenmeyen mahkumiyet kararı, itiraz yoluyla İstinaf Mahkemesi'ne taşınacak.
25. ACM'de ve 13. ACM'deki iki duruşmada mahkemelerin yetkisizliğine karar verilerek dosyalar akademisyenlerin görev yaptığı illere gönderildi.
37. ACM'de Ahu Ersözlü için esas hakkında mütalaasını açıklayan duruşma savcısı, sanığın TMK 7/2 maddesinin 1. ve 2. cümlesi gereğince cezalandırılmasını istedi.”
Bütün bu hengame dahilinde yaraların daha da fazla kanatılması, barış meselinin hemen hiçbir biçimde bir kez daha dolaşıma sokulmaması, anılmaması için muktedir elindeki tüm imkanları seferber eder. Faşizmin zaruri bir yıkım halinin ta kendisinde el bulmuş yönelimi, adalet makamı gasbedilmiş bir gerçeklik içerisinde sözün yağması, cezaların birbiri peşi sıra güncelliği memleketin halini de özetlemektedir.
Şu tablo ol özetleneni bildirir: “29 Mart 2019 itibariyle 5 Aralık 2017'den bu yana mahkemeye çıkan akademisyen sayısı 563 oldu. 121 akademisyen 1’er yıl 3’er ay; 15 akademisyen 1'er yıl 10'ar ay 15'er gün; 6 akademisyen 1'er yıl 6'şar ay; 2 akademisyen 1'er yıl 6'şar ay 22'şer gün; 16 akademisyen 2 yıl 3 ay; 5 akademisyen 2 yıl 6 ay; 3 akademisyene 2 yıl 1 ay; 1 akademisyen 3 yıl olmak üzere davası sonuçlanan toplam 169 akademisyenin tamamı hapis cezasına mahkum oldu.
Akademisyenlerden 12 kişi verilen mahkumiyet kararlarında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını kabul etmedi: 3 kişinin mahkumiyet kararı mahkemenin kanaatiyle ertelendi. 2 yılın üstünde kalan mahkumiyet kararlarıyla birlikte bugüne kadar 32 akademisyen dosyası İstinaf Mahkemesi’ne taşındı. İstinaf Mahkemesi 32 kişiden 1’inin mahkumiyet kararını onadı.”
Noam Chomsky, Şeyla Benhabib ve Judith Butler gibi isimlerin de aralarında yer aldığı 1800 bilim insanı, Barış Akademisyenlerine yönelik yargılamaları kınayarak akademideki ihraçlarda işbirlikçi konumundaki kurum ve üniversitelerle ilişkilerin de dondurulması çağrısı yaptı.
Çağrı metninde ifade özgürlüğü faaliyetleri çerçevesinde küresel bir organizasyon olan ARTICLE 19’un Avrupa ve Asya Merkez Başkanı Sarah Clarke’ın yorumuna da yer veriliyor: “İstinaf mahkemesinin Profesör Füsun Üstel’e, sadece bir bildirinin altına ismini koyduğu için verilen cezayı onaylama kararı benzer absürt suçlamalarla karşı karşıya olan iki bin meslektaşı için dehşet verici bir emsal oluşturuyor.
“Anti-terör yasalarının tamamen kötüye kullanılmasına dayanan bu karar, ülkede geriye kalan oldukça sınırlı ifade ve akademik özgürlüklere vurulmuş yeni bir darbedir. Türkiye yetkililerini muhalif seslere karşı baskıya son vermeye, bu kararı askıya almaya ve akademisyenlere karşı açılan davaları düşürmeye çağırıyoruz.”
Geleceğin anlık çürütüldüğü bir şimdinin geriye konulmadığı yerde hayat hep bıçak sırtı konuluyor. Yaralar daimi bir fasit döngüde mütemadiyen kanatılan, kanırtılan bir mefhum kılınmaya devam olunuyor. Yalanlar zikredilirken hakikat kendini bildirmeye, bir aradan çıkmaya, çoğalmaya devam ediyor. Seçim sathı mahalli, gelecek telaşesi şu ya da bu biçimde beka meseli dile getirilirken, hayatın sıradan olanın elinden çalınması bir gaileden çok daha ötede hakikat kılınıyor.
Geleceğimiz bir sandık kutusuna sıkıştırılıp, bizi seçin yoksa geleceğiniz karanlık halleri sizden uzak koymayacak tehditleriyle, her yanımız ve her günümüz bir başka kırım istenci ve tavrıyla kuşatılıyor. Sayıca azınlık bir kesim ve muktedir ile avenesinin dışında kalan herkes için yıkımın varlığı güncelleniyor. Yalanlar söyleniyor, insanlar derdest ediliyor. Yalanlar söyleniyor, insanlar koşullandırılıp birbirlerine düşman kılınıyor. Yalanlar, yalanlar ve yalanlar ile bir ülkenin çöküşü gizleniyor. Yıkım, yıldırı, mübalağasız bir çürümenin ortasında geleceğini yalanlara tutunarak kurmak istiyor ol muktedir, hala yiyor musunuz? Şaka zannedilenlerin nasıl bir gelecek istimlağına stepne kılındığı ortadayken hala mı seçme şansınızın bırakıldığını düşünüyorsunuz? Ya hayat!...
Bunca yalanın yüceltildiği bir yerde hayatın akıbetini sorguluyoruz. Geleceği her an daha fazla çalınan bir yerde o temsilin, şu sandık bahsinin bir nisan şakasını değil basbayağı bir kabusu ortaya çıkartacağı muhakkakken atılan adımlar, verilen resimler, ortaya saçılan tüm o nutukların arasında sıradanın hayatı ne olacaktır? Gelişigüzel, basmakalıp, birörnek değil tastamam hepimizin müştereği olanın hali / yolu / yönü nice olacaktır. Kabus her nereye kadar devam eder, yanıtını arıyoruz. Hayatta var olma istenci bunca çürürken hala bir çıkış arıyoruz, gören var mı ola?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Frenetic City – Zhou HanShun 周傼順 v/ Art Projects Gallery
#türkiye gerçeği#yıldırı#seçim nedir#devlet102#yok etme#cüret#süreklilik#kırım#faşizm#aslı erdoğan#başka türkiye var#gerçeğin peşinde#hayat hakkı#mesel#meram#arzihal#sual#biyopolitika 101#barış için akademisyenler#adalete ne oldu#yargı#soykırım#çürüme#su koktu#yara#hayatta kalmak#sıradanın derdi#müştereklerimiz#günce
0 notes
Text
Sesli Meram #62 - Karşı Radyo (09.10.2018)
“ayaklarınızın altından çalınan şey bir toprak parçasındaki yaşama umududur. bu kadar afaki, bir o kadar kesin ve kati ilanen tebliğ olunan şey bu hale rehin bir toplumu, ondan artakalan bir cenahı yaratmaktır. sorgular mısınız, haliniz nicedir sorar mısınız?”
image credit: murmuration - natalia drepina
https://archive.org/details/KarsiRadyoSesliMeram09Ekim2018
#seslimeram#karşı radyo#günce#söz hakkı#siyasa#biyopolitika 101#devlet#şiddet mefhumu#otokrasi#yıkım#zor günler#yaşama uğraşı#riha#pogrom#mülteciler#ezidiler#feleknas uca#sendika#emek mücadelesi#disk#özgür karabulut#devlet103#podcast#denovali#electronica#experimental
0 notes
Text
Çürüme Şimdi Her Yerdedir
Düzenin krizi derinleştikçe yaratılan vahametin ardından türetilen yıkım güncellenir. Karanlık tüm bu sabık tahayyülün yönlendirdiği nihai bir sahadır. Yaşadığımız yerin o kötülük ile olan teşviki mesaisi bu bariz döngünün asıl kimlere fatura edildiğini de bildirir. Cürümler sıradana karşıt bir silah olarak değerlendirilir / görülür. Yönetim olgusunun nefretle ve hiddetle hemhal düzenlenmesi tüm ol ekonomik / sosyolojik yıkımını örtbas etmek için kullanılan bir aparattır. Çürüme şimdi her yerdedir.
Kriz sırf nakitten ibaret malda ya da mülkte oluşan dengesizlikler, değişimlerinden ibaret değildir. Kriz sistemin, ol seçim ve oy bahsini bunca maniple etmesine rağmen tüm o istediği sonucu bulamayınca var ettiği bir şey değildir. Kriz topluca / topyekun müştereklerimiz meselinin lağvedildiği, bu bahsin enikonu çürütüldüğü bir eylemler, hamleler toplamıdır. Kriz bir ülkede iktidar mefhumunun doğrudan sıradana kasıt olarak güncel halidir. Kriz meseli insanlık meselinin üstünün çizilerek, bizatihi ‘sözün’ hiçleştirilmesidir. Cerahatin varlığı kutsandıkça hayat yerine mevki /makamlar öncelenerek ol tahakküm dokunulmaz ilan edildikçe kriz peyderpey kılınır.
Devletin dönüşümü var edilirken oluşturulan tablo yeni diye kakalanmaya çalışılan şey sıradanın hayatının alenen hiç kılınmasıdır. Hem ekonomik, hem sosyolojik çöküşün mihmandarları yeni krizlerini imal etmeye daha yeni rejimin ilan edildiği dakika başlatırlar. Radikal hayalgücü ve müştereklerin hiç edilmesidir meselemiz. Tükenişin ardışık kılınmasınadır sözümüz. Düzenin praksis tahayyülünü bir yerin yegane gelecek teorisi olarak dayatmasıdır inatla sorguladığımız. Cürümler ardışıktır.
Çorlu Tren Katliamı’nın ertesi günü cüretle; kötülükle bir sınırda her şeyin değiştiğinin ilan olunabilmesidir cürüm. Yıkımın peyderpey kılındığı bir uzam bu kötülükle yönetim, yeni krizlerle birlikte dönüştürülmektedir. Bu mudur ülke? Sorumluların kafalarını kuma gömmeye devam ettikleri bir menzilin her nesi yenidir? Kabinede yer aldıkları ilan edilen bakanların birbiri ardına sosyal medya’da kendileri hakkında yazıların, haberlerin ve gerçekliği kanıtlanmış olan suçların / göz yummalarının üstü örtüldüğü bir yerin sahiden nesi yenidir?
Krizler salt rakamsal değil böylesine sabık tahayyülü biteviye kılarak da icra olunandır. Bayağı, düpedüz, yalın ve çırılçıplak hakkın, adalet meseli ve mefhumunun, özgürlük temsili ve savunmasının, işin yanisi sıradana ait olan müşterek her bahsin topyekûn talanıdır kriz bahsinde ortaya serilen. Düpedüz bir mahvın düzleminde iyice yaşarmış gibi yapmalara alıştırılıyoruz. Devlet, idare, ol yapı bunlar dönüştürülürken sıradan olan için hayatın yıkımı sabitlenmektedir.
Cerahat bu ülkenin öteki yüzeyinde halen yüzeyden değil sahiden parlatılmaya devam olunandır. Cürümler icraat kabilinden burada sunularak, var edilendir. Memleket değil bir çukurda olduğumuz sürekli üstü örtülen / ona çalışılan bir haldir bir meseldir. Düzenin krizi bir tahayyül değildir, olduğu gibi günbegün yeniden ve yeniden ve yeniden imal olunan bir tecrübedir. Özgürlüklerin kısıtlanmasına dair, belirgin bir krize, örnek olarak ODTÜ’de 6 Temmuz Cuma günü düzenlenen mezuniyet töreninde taşınan pankartlarla ilgili olarak öğrencilerin gözaltına alınmasını örnek gösterebiliriz.
Burcu Karakaş’ın Deutsche Welle Türkçe’deki haberidir. “Mezuniyet töreni geçişi sırasında yaşanan protestoların ardından aralarında ODTÜ Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK) Başkanı ve ODTÜ LGBTİ Dayanışması'ndan Özgür Gür'ün de bulunduğu 4'ü öğrenci beş kişi polis baskınıyla gözaltına alınmıştı. Törende Penguen dergisinin kapağında yer alan "Tayyipler Alemi” karikatürünün yer aldığı pankartı taşıyan üç öğrenci ile pankartı kampüse getiren bir öğrenci olmak üzere toplam dört kişi dün gece çıkarıldıkları nöbetçi mahkeme tarafından "Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla tutuklandı. Gözaltında bulunan, pankartı basan matbaa sahibi ise serbest bırakıldı.”
“ODTÜ Mezunları Derneği, gözaltıların ardından yaptıkları açıklamada, üniversitelerin özgür düşüncelerin yeşertildiği ve ifade edildiği bilim yuvaları olduğunu belirterek "İfade özgürlüklerini kullanan arkadaşlarımız derhal serbest bırakılmalıdır. En temel insani hak olan eleştiri hakkı ve ifade özgürlüğüne katlanamayan bir anlayışın ODTÜ'ye egemen olamayacağı açıktır” dedi. Gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılması çağrısıyla önceki gün kampüste protesto yapan öğrencilere müdahale etmek için okula çevik kuvvet girdi. "ODTÜ'de ve ülkede ‘tek adam'a biat etmeyeceğiz” pankartı açan öğrencilerin karakola götürülmesine, müzakere etmek için araya giren akademisyenler engel oldu. Alınan bilgiye göre, ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Mustafa Verşan Kök bugün (11 Temmuz) Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç ile görüşmeyi planlıyor.”
“DW Türkçe'ye konuşan Ankara Barosu Başkan Yardımcısı avukat Erinç Sağkan, pankart soruşturması kapsamında dört öğrencinin yanı sıra pankartı basan matbaa sahibinin de gözaltına alındığını söyledi. Savcılığın soruşturmayı genişlettiğini ifade eden Sağkan, terörle mücadele şubesine öğrencilerin herhangi bir terör örgütüyle bağlantılı olup olmadıklarının sorulduğunu söyledi. Başkan Yardımcısı Sağkan, "Taşınan pankartta hakaret olduğu iddiası var. Delil ortada, taşıyanlar ortada. Toplanacak delil yok, kaçma şüphesi yok. Üç gündür gözaltında tutulmaları bile kamuoyuna gözdağı” diye konuştu. Pankartta yer alan karikatürün suç unsuru taşımadığı üzerine mahkeme kararı olduğunu hatırlatan Sağkan, "Bu pankarttan dolayı ceza almaları mümkün değil” dedi.”
Türetilen ve cürümlerle biçimlendirilen “kriz” susun demenin yepyeni bir yöntemidir. Bütün bu menzildeki hayat hakkımızın ayaklar altına alınıp çiğnenmesinin yolu ve yordamı bir kez daha kesintisizdir. Kriz o’dur. Öğrencilere, mezun olan insanlara reva görülenler özgürlükler için teminatlar verilen yerde asıl olan bitenin c��ruflu halini belirginleştirir. Muktedir için hiç ama hiç kimsenin hayatı öncelikli, önemli, eşitlikte / bir değerlendirilmeyendir. Ayrıştırmalar, müşterek olan insan hakkını alaşağı ederek, kesintisiz hınç, nefret şablonlarıyla, gözdağı açık ve yalın tehditlerle, daha önce uygun görülenlerin şimdi kırmızı çizgileri harekete geçirmeye yettiği bildirimi ile var ederler.
"Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret" suçlamasıyla gözaltına alınan dört ODTÜ öğrencisi ve bir baskı evi çalışanı tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilir. Mahkemeye çıkarılan dört ODTÜ’lü tutuklanırken, gözaltına alınan baskı evi çalışanı ise serbest bırakılır. Hayat bunca açık bir biçimde böylesi bir yıldırı düzeneğine rehin olunandır. Yol nereyedir, sahiden ama sahiden?
Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacısı akademisyen ve avukat Hanifi Barış sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek tutuklanır. Hakim tutuklama gerekçesini “kaçma ve saklanma şüphesi” olarak açıkladı. Barış, karakola ifade vermeye kendisi gitmişti. Savcılık sorgusunda kendisine yöneltilen suçlamalar ise özgün yorumlarını katmadan genelde yabancı haber sitelerinden paylaştığı haber gönderileri oldu. Haberde kullanılan fotoğraflar da suçlamalar arasında yer aldı.
“Barış’ın avukatı ve aynı zamanda iş arkadaşı Mehmet Doğan’ın bianet’e verdiği bilgiye göre, Barış 4 Temmuz günü işe gitmek üzere evden çıkarken polisten telefon aldı. Arayan yetkili sosyal medya paylaşımları gerekçesiyle hakkında soruşturma olduğunu ve ifade vermek için karakola gitmesi gerektiğini söyledi. Barış işten önce ifade vermek için gittiği karakoldan savcılığa çıkarıldı. Tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilen Barış, aynı akşam 10. Sulh Ceza Hakimliği tarafından tutuklandı. İlk olarak Metris Cezaevi’ne ardından Silivri 5 No’lu Kapalı Cezaevi’ne gönderildi.”
Düzenin krizlerinin nasıl sıradanın sözüne, sesine, yaşama gayretine karşıt olduğu bir kez daha ortaya çıkar. Cühela cüretinin var ettiği şey bir mübalağa değildir. Bugünün ülkesinin öyle anılan yerin tahakkümle, tehditle, yıldırıyla ve olanca kriz tahayyülü ile cana kastının ol müştereklerimiz olan hakların talanı için yola devam olunması birlikteliği artık gizlenmeyen bir meseldir. Cürümler, var edilen yeni ülke halinin / şablonunun nasıl olacağını da bildiriyor.
Bayağı, doğrudan ve hiç eksilmeksizin bir kriz döngüsünde rehin edilen hayatın ta kendisidir. Cürümlerle yol bulunan menzilde oluşturulan kararlı karanlık hemen her biçimde adalet edimi ol mefhumun hiç kılınmasını güncellemektedir. Onu da karar hükmünde kararnamelere rehin eden bir düzlem ve yönetim şablonundan dökülen cerahat bir başka yara olan Soma Maden Cinayeti davasının sonucunda bariz kılınır. Ahmet Şık tarafından teker teker bildirilmiş olan dönüştürülen menzilde vahşetin nasıl ardışık her ne kadar aleni bir biçimlendirme ile sıradana karşıt olunduğunu ifşa eder. Cerahat bir nüve değildir. Cüretle savunulan el üstünde tutulan sermayenin cinayetleridir. Bunca açık katliam gözlerden ırak, unutturulmaya sevk olunandır.
BBC Türkçe’den alıntılayalım: “Sanıklardan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan 15 yıl, Genel Müdür Ramazan Doğru 22 yıl 6 ay, İşletme Müdürü Akın Çelik 18 yıl 6 ay hapis cezasına mahkûm edildi. Ayrıca İsmail Adalı 22 yıl 6 ay, Ertan Ersoy 18 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezalar, taksirle ölüme sebebiyet verme ya da taksirle ölüm ve yaralanmaya sebebiyet verme suçlarından verildi. Sanıkların tutukluluğuna devam kararı verildi.”
Krizlerin sonucuna eklenen kırımlarla yol / yön belirlenen menzilde Alp Gürkan’ın kurtarılması gibi, geriye bırakılanlar da mümkün olanın en asgarisinden cezalarla üç yüz bir insanın canını çalmalarından sorumsuz bulunurlar. Adaletin terazisi çoktan çalınmıştır. Kefeler arasındaki denge artık gözardı edilen, umursanmayandır. Bir de seçimde oylarını AKP lehine kullandıkları için bildirilen bir gözdağı vardır, eden bulmuştur, oh olsundur. Nasıl oh olsun sorusunun yanıtı eksiklidir, niye oh olsun’a verilecek tek bir cevap bırakılmayandır.
Ahmet Şık, bütün o döngüye, şu yıkım güncesinin var ettiği krizin yanındaki bir de derinden var edilen cerahate karşı ses eder: “Soma katliamı ile ilgili her yazılana, seçimlerde Soma’dan AKP ya da Erdoğan’a çıkan oyları göstererek “oh olsun” diyen, yetmeyip hepsinin ölmesi gerektiğini ifade edenler, güya karşısında mücadele ettiğiniz, eleştirdiğiniz iktidardan ya da trollerinden hiçbir farkınız yok. Kaçınız gitti Soma’ya? Nazilerin toplama kamplarını andıran o madenleri gördünüz mü? İş cinayetinde ölmezsen berbat çalışma koşulları nedeniyle yakalanacağın hastalıktan öleceğini bilerek o madende çalışmayı göze alabilen kaç kişisiniz? Öleceğini bile bile o madenlerde çalışmaktan başka hiçbir istihdam olanağı olmadığını da bilmiyorsunuz kanımca. Tarım alanlarının yasayla maden aramasına açıldığını biliyorsunuzdur. AKP’nin doğa talanına karşı çıktığınız için duymuş hatta sosyal medyada eylem de yapmışsınızdır. Soma ve çevresindeki köylerdeki zeytinliklerin de maden araması için kesildiğini duydunuz mu? Ezcümle, soluk alıp vermekten ibaret bir “yaşam” için gereken paranın sadece o berbat koşullardaki madenlerde çalışmaktan geçtiğini anladınız sanırım. Ucunda ölüm olduğunu bildikleri o işi bulabilmenin koşulunun da AKP’ye oy vermek olduğunu söylemeye gerek var mı? Bir istihdam olanağı yarattınız da size itiraz mı ettiler? Hayatlarını sürdürülebilir kılmak için sorunlarına çözüm önerileriyle mi çıktınız karşılarına? Babasız kalmış 200’den fazla çocuğun elinden mi tuttunuz? Kocalarını kaybeden kadınları mücadelenin içine katacak ne çaba harcadınız mesela? Doğru ya 301 işçi katledildiyse AKP’ye oy vermezler değil mi? Yüzeye çıkmak için fırsat kollayan içinizdeki kötülüğü de alıp bir zahmet çıkın takipten. Her birinizi engellemek zaman alacak.”
Doğrudan kesintisiz ve bariz bir yıkımın bunca açık krizler üretilen bir menzildeki cüretin ol kötülüğün nasıl bir yön tayin ettiğine dair yeterince açık bir isyandır yukarıdaki satırlar. Hayat bu menzilde hiçbir zaman önemli addedilmeyen, değerinin ne olduğu bir türlü devletten azade düşünülmeyen bir tahayyüldür. Barışın savunulmadığı, sözün tıpkı pek çok diğer mefhumdaki gibi yok edilmesine karşı ses edilmeyen, çürümenin, göstere göstere can almanın üstünde bile durulmayan bir menzilin meselesidir krizler, şimdi anlıyor musunuz? Çürümenin vardığı kötü olanın ulaştığı seviyedir mesele, umursuyor musunuz?
Soma Maden Cinayeti davasında sonuç diye bildirilen bir kriz tahayyülünün tüm ol yıldırı ve cerahat hallerinin zincirleme birlikteliğinde nasıl sıradana karşıt olarak kurulduğunu gösterir. Yok etmek, nüfuslu insanlar için artık sıradan / normatif bir meseldir. Cinayetlerin bedelleri, muktedire yardım ve yataklıkta, yol vermekte ne kadar ileriye doğru hamle edildiyse o kadar seri bir biçimde indirme tabidir. Adalet laftadır. Biyopolitik nesnel çürüme bu bahistir. Adalet artık varlığı belirgin bir hiç kılınan meseledir. Çürümenin yaratılan düzlemde yeni krizlerle ortaya serdiği tezahür tam da budur. Hak, hukuk, adalet üçlüsü çürümeye terk olunandır. Sıradanın söz hakkı, yaşam hakkı, adalet tahayyülüne vurulan ket her ne olacaktır. Eğrelti değil doğrudan yanıt yaşatıldıklarımızdadır. Aralıksız düzenin var ettiği yıkım süreğen kılınan çürüme birer kriz ünlemi olarak bu hayat akışını paramparça etmektedir. Teyit ettiğimiz şey budur, bu mudur yeni Türkiye?
Şirnex’in Silopiya ilçesinde 3 Mayıs 2017 gecesi evlerine giren panzer sonucu 6 yaşındaki Furkan ve 7 yaşındaki Muhammet Yıldırım kardeşlerin ölümüne ilişkin davada, tanık polisler dinlendi. “Cizre 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın dördüncü celsesine “taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma suçlarından 2’şer yıldan 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılanan sanık polis Murat M. duruşmaya katılırken, zırhlı aracın sürücüsü sanık Ömer Y. duruşmaya katılmadı. Yıldırım ailesi ve avukatları da duruşmada hazır bulundu.”
“Emri veren” olarak gösterilen polis Tuncay Taşdemir, tanık olarak alınan ifadesinde sorumluluğu İlçe Emniyet Müdürü Selçuk Erdoğan’na atar. Olayın yaşandığı günün öncesinde TOKİ lojmanları önündeki polis noktasında denetim yaparken İlçe Emniyet Müdürü Selçuk Erdoğan’ın yanlarına geldiğini belirten Taşdemir, burada sertifikası bulunmayan polislerin olaya karışan panzer aracının kullanılması konusunda aralarında bir konuşma geçtiğini anlattı.
Taşdemir, Emniyet Müdürü Erdoğan ile arasında geçen konuşmaya ilişkin şunları söyledi: “Büro kadrosunda iki tane kurslu, dört tane kaymakam olurlu toplam 6 personel bulunduğu, araç sayısı nedeniyle ancak bir personelin panzer araçlarında görevlendirilebildiğini söyledikten sonra kendisi bana kızarak ve hakaret ederek tek personel sayısını çift personele çıkarmamı istedi. Ayrıca personelin sertifikası ile ilgili durumu izah etmeme fırsat vermedi. Kendisine izah ettim. Ayrıca ısrarla kursu bulunmayan personel çalıştırmamızdan dolayı sıkıntı olabileceğini söyledim.”
Daha sonra telefon üzerinden bazı polislere gönüllü olarak panzer araçlarında çalışıp çalışmayacaklarını sorduğunu aktaran Taşdemir, “Sanık Ömer Yeğit daha önce panzer kullanma tecrübesi bulunduğu için kendisini görev listesine ekledik. Ben daha sonra büro amir vekili Yasin Eker’i aradım, bu hususun ileride bize sıkıntı çıkarabileceğini söyleyerek bir tutanak düzenleyeceğimi ve bu tutanağı kendisinin de imza atmasını söyledim. Yasin Eker de bunu kabul etti” anlatımlarında bulundu.
Tuncay Taşdemir, evrakı gönderdikleri İlçe Emniyet Müdürü Erdoğan’ın imza atmaktan imtina ettiğini açıkladı. “Bu şekilde sanık Ömer Yeğit’in görevlendirilmesi Kaymakamlık oluru bulunmaksızın yapılmış oldu” diyen Taşdemir, olaya karışan panzerin de İlçe Emniyet Müdürü Selçuk Erdoğan’ın talimatı ile olay yerinden çekildiğini dile getirdi. Duruşma daha önce 3 kez yapılamayan “olay yeri keşfi” kararı verilerek ertelenir. Yaraların kesintisizliği bir kez daha, ben değil o yaptı, biz değil şunlar eyledi. Ben görmedim amirim izin verdi. Sorumlu hala yekten “devlet” olarak imlenirken, kriz bunun tartışılmamasıdır, bu mudur Yeni Türkiye? Yıldırım kardeşler için adalet bahsi hiçbir zaman söz konusu olacak mıdır? Çocuklar Ölmesin bahsini terör örgütü(!) propagandası sayan zihnin eylediği değil midir en büyük terör...
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan akademisyenleri tehdit ettiği gerekçesiyle yargılanan Sedat Peker'in, suçun yasal unsurları oluşmadığı gerekçesi ile beraatine karar verildi. İstanbul Anadolu 20. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davaya, tutuksuz yargılanan sanık Sedat Peker katılmadı. Peker'i dört avukat temsil etti. Şikayetçi akademisyenlerden bazıları duruşmada hazır bulundu. Akademisyenlerin Avukatı Oya Meriç Eyüboğlu da duruşmaya katıldı. Söz alan müşteki akademisyenlerin Avukatı Oya Meriç, sanık Sedat Peker'in iddianameye konu tehdidindeki sözlerinin muhatabının müvekkilleri akademisyenler olduğunu belirterek, "Sanık söz konusu tehdit içerikli sözleri ile imzacı akademisyenleri kast ediyor. Anayasa Mahkemesi kararlarında ırkçı, şiddet yanlısı, şiddeti öven beyanların ifade özgürlüğü kapsamında korunmayacağı belirtilmektedir. İnsanların kanlarında duş almak ibaresi ile vahşi bir cinayet kapsamından bahsettiği açıktır. Dolayısı ile bunun ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir" dedi.
Peker'in Avukatı Turgay Özdoğan, müştekilerin terör örgütüne destek verici bir propaganda metni imzaladıklarını iddia ederek, " Metin, Anayasa'nın 26. Maddesi'nce düzenlenen düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir. Gerek müştekilerin, gerek vekillerinin ifadelerinde bahsettiği gibi vahşice bir kan dökme söz konusu değildir. Müvekkilim esasında devletin bekasının herkes için önemli olduğunu belirtmek amacıyla ele almıştır. Metinde yer alan ifadeler ütopik bir kavramdır. O ifadeye gerçek manada bir anlam yüklemek doğru değildir. Müvekkilim bir suç örgütü lideri değildir" dedi.
Mahkeme heyeti “suçun yasal unsurları oluşmadığı” gerekçesiyle kararını açıklar; suç yoktur! Pankart taşımanın suç bildirildiği, çocuklar ölmesin demenin terör örgütü üyeliği sayıldığı, ol vekillerin sırf sözlerini savundukları için tutsak edildikleri, “seçim” diye bildirilen o karanlık bahsin sorgusunu ya da sualini bile engellemekten kaçınmayan cerahatin ülkesinde mafyözler, dünün devletlisi ol ağar ağabeyler yeniden sahnededir. Bunlarla mıdır Yeni Türkiye? Cürümle olanca cühela cüretiyle bir dolu tehdit ve tahakkümle imal olunan krizlerle varılan yer midir o Yeni Türkiye, soruyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2018
Görseller – 1F İstanbul 2014 ve 1J Pleven 2014 - Ali Bilge AKKAYA
#kriz#başka türkiye var#yıkım#özgürlük#ileri demokrasi#tahakküm#yıldırı#biyopolitika 101#deneysel metinler#söz hakkı#odtü#tutsak öğrenciler#akademi#barış için akademisyenler#barışa ne oldu#ahmet şık#soma#iş cinayeti#katliam#kırım#silopiya#devlet terörü#bakur kürdistan#mafyöz#nefret suçu#politikmeram#devlet102#sözcükler#hayatakarken#mesele
0 notes
Text
Geriye Bir Ülke Kaldı Mı?
Bir biçimde hayatın alenen zorbalıkla, zalimlikle, ardı kesilmez bir cerahat üretimiyle birlikte kuşatılması güncellenmektedir. Yaşadığımız yerin, hayatla bağları edim, anlam ve muhteviyatı birlikteliğinde enikonu çürütülmektedir. Onun anlamını yaşanması gereken haline karşıtlık bu hal toplamı işte varılan ‘yeni ülke’yi bildirmektedir. Ederi, toplamı, türk lirası karşılığı belirsiz rüşvetler, altın transferleri, olmayan ihracattan sağlanan rantlar açılan yara verilen eza, çekilen cefanın salt sıradana yakıştırıldığı limitsiz “biyopolitik” tahakküm hamleleriyle birlikte, tüm o cerahatle ülkenin “kuşatılması” kesintisizleştirilir. Geleceğimiz artık laf kılınandır.
Gelecek tahayyülü artık geçersiz, önemsiz ve sorgusu bile mübalağa kılınandır, bugün, şimdi. Hayatın zorbalığın eline terk edilmesi süreğen halin ta kendisi ve belirgin sonucudur. Memleket hali ol bahistedir artık kesintisiz. Bugün yaşatılan karanlık çağ olarak kaydı düşürülmesi gereken şey haddizatında cürüm hemhal, kesintisiz bir tehdit döngüsüdür. Bununla imal edilen ülke değil o meseli artık tastamam paramparça etmiş bir döngüdür, sahadır.
Ya o ya bu ya şu ya beriki ama hep devlet lehine, onun tahayyülüne göre olanlar için bu ülke, geriye kalan herkes için ‘hayat’ paramparça kılınandır. Biteviye bir zalimlik döngüsünde, hiç edilmek istenense sestir, sözdür, hayatın, sıradanın kendine ait olan suretin iyice tüketilmesidir. Mevcudiyetini ‘yağmalayarak’ sağlayan yöneticilerin ülkesi gerçektir. Mevcudiyetini hayatı zehirleyerek güncelleyen menzil yönetim ve sonuç gerçektir. Kuşatma bir istikameti salt vurdulu kırdılı değil düşünce ve eylem boyutlarını, tüm itiraz odaklarını da kapsayan bunları tehdit olarak gören aklın eylediğidir.
Bugün ismi yeni olarak zikredilen bu sahada ol dünün devletinin taktikleri güncellenmektedir. Bugün yeni hala sabık bir eski takipçisidir. Bugün yeni dünüm eksiklerini aleni bir çabayla tamamlamaya gayret edenlerin çatısı olan yeri bildirmektedir. Kuşatma her gün, her an ve her yerde içkindir. Kuşatma bir döngünün adıdır. Zorbalığın, yıkımın tehditle birlikte güncellenen irinin yerleşik kılındığı uzamdır, budur zahir yeni Türkiye.
Tanımlamalar biçimlendirilirken iş bu sahanlıkta güncellenmek istenen şey o kuşatma haline rehin, geleceği çalınmış bir toplumu imal etmektir. Düşünmeyen, sorgulamayan hiç ama hiçbir fecaate itiraz etmeyen, “hayat” zapt edildikçe dahasının karanlık olacağı sahiciyken susan ol menzil, bu toplumu hiçleştirmektedir. Yıkımın karşılığı buradadır. Bir karşıtlık olarak bina edilen dünü ile yüzleştiği ifade olunan şu menzilde yıkım gayretinin ol varlığıdır. Çürüme genel geçer değil görünen anlaşılan ve açıkça sorgulanması gerekendir.
Çürütme artık sabık bir aklın tezahürü olarak bu menzilde gündelik siyasetin tek ve doğrudan yönlendirdiğidir. Derin bir çürütme istenci dahilinde bir o yana bir bu yana savruluyor, gelecek beklentisinin sıfırlanmasına tanık oluyoruz. Toplumsal yapıyı geri dönülmez bir biçimde zıtlıklar imal etmek için kullanan cerahatli akıl “ülkeyi” uçurumun ortasına terk ediyor. Kuşatma bu bariz hali süreğen kılmaktır. Fay kırıklarını tetikleyerek tüm o bütünlüğü bir hiç kılma istencinde koca saha derin bir çukura dönüştürülmektedir kesinkes.
Oluşturulan gayya kuyusu görünümlü bu sahne hakikati, biçimsiz, sorgulanmaz bir meseleye mahkum etmektedir. Ekranlardan taşanlardan vareste, sokağın ortasından meclis kürsüsünden, adaletten gayri her şeyin olduğu saraylardan, düzenin kendi çürümüşlüğünü sırtlayan partilere her yerde bu şablon gerçek kılınır. Kuşatma edimi tam da bu minvalde bir türetimdir. Kuşatma hali tam da bir fikir kırıntısı bile taşımayan köşe yazılarında türetilen nefretten, şiddet istenci, ol ayrımcılıktan türetilendir. Düzenin, devletlinin yaptığı, yol verdiğini görmeyenler için artık en anlamlı örneklerden birisi, gazetecilik diye düzen şakşakçısı olmuş bir “medya şaklabanı” olabilmiş Engin Ardıç denen insanımsının yazdığı birkaç satırdan barizdir.
“Nuriye Hanım, ünlü IRA yöneticisi Bobby Sands'in kitabını okumuş. "Nothing But an Unfinished Song", Yarım Kalmış bir Şarkı... Aç açına okumak zor, belki de daha önce okumuştur. (Fakat o arada bol bol kare bulmaca ve “sudoku” çözmüş.) Bobby Sands tam 66 gün boyunca hapishanede açlık grevi yapmış ve açlıktan ölmüştü. Nuriye Gülmen tam 273 gün açlık grevi yapmıştır ve hayattadır. Allah anasına bağışlasın. Kefere mi dayanıksız, bacımızın mı bünyesi sağlam? Nasıl oluyor da Sands'i iki ayda "götüren" grev Gülmen'e dokuz ay işlemiyor? Gülmen hapishanede tartılmış, 34 kilo, dışarı çıkmış 36 kilo. Hapishaneye girmeden önce kaç kilo geldiğini öğrenemedik. Hükümete vurmak için Gülmen konusunu abarttıkça abartan muhalif basının bunu da bildirmesi gerekirdi. Biz "asılacak basın", onlar da "asmayıp da beslenecek basın" ya, işte onlar...”
Kuşatmanın her ne demek olduğunu doğrudan bildiren, görünür kılan bir tahlildir karşımıza çıkartılan. Yazdıklarını, yazmak için bildiren bir kötünün devletlinin ol aylarca uğraştığı “terörist”, “hain” imgelerinin yanında bu defa da “yiyorlar” efendim söylemi ol pespayelik köşeden bildirilmektedir. Köşe yazısı değil, içişleri bakanlığınca yayınlanmış ol meşum broşürün bir başka ölçekten kopyasıdır. Yenilenen, yeniden var edilen şey yemişlerdir, yiyorlardır, zaten bu solcular hep aynı kalibreden insanlardır! vesaire şablonları yinelemekten bir an olsun geri kalmamaktır. Engin Ardıç fikir diye kabalığı, söz diye nefreti, bir şey ‘izahat’ ediyormuş sanrısıyla aslında hiçbir şeyi yazmamaya devam ediyordur. Kuşatma dediğimiz şey tam da bu bahistir.
“İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından işine son verilen Mahir Kılıç yirmi beş gündür İzmir Büyükşehir Belediye binası önünde açlık grevi yapıyor. 24 saat aralıksız orada oturan Kılıç, işini geri alana kadar greve devam edeceğini, hatta ölüm grevini dahi düşündüğünü söyler.” Ege’nin Sesi’ne Kılıç’ın verdiği mülakattan alıntılayalım. “25 yıldan beri çalışan arkadaşlarımız mevcut. Ortada bir yanlış var. Çalışan arkadaşlarımız verimsizlikten atılıyor. 25 yıl sonra mı keşfedildi verimsiz oldukları. 24 saat burada olduğum için buradan gelip geçen işçileri görüyorum. İnanın gerçekten verimsiz olan insanların yanında bize yapılan haksızlık. Ve biz çok şey istemiyoruz. Bizim haklı talebimiz olan kadro hakkını mahkeme de söylüyor zaten. Ekstra talebimiz yok bizim. Eşit iş, eşit maaş diyen bir genel başkan varsa buna riayet edin” diyen Kılıç, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşünü başlattığı gün sendika ve Aziz Kocaoğlu eliyle insanların açlığa mahkum edildiğini ve işten çıkarıldığını söyledi.”
Mahir Kılıç eyleminin yirmi beşinci gününde şu açıklamada bulunur. “Nuriye ve Semih hocalarımızı yalnız bıraktınız, süreç o kadar ilerlemeden müdahil olun...Üyelerinize sahip çıkın...” Memleketin yaşamla olan bağlarının kesilmesi bunca aleni eylenen, bir o kadar doğrudan kılınan “bariz” bir çabadır. Kuşatma gayreti içerisinde yaşam elden avuçtan zayi ettirilendir. Giden hayattır iş bu sathı mahalde. Siyasa kürsüsünden dökülen irinden vareste, sokağın artık kanıksadığı daim nefret temsili, savunması da bir çeşit kuşatma hamlesidir.
Karanlığın kanıksanması çürümenin onaylanması, nefrete teşne olmak ve ötesiyle birlikte bir menzil artık tam anlamıyla yaşamla o bağlarını kopartmaktadır. Biyopolitik tahayyül dışarıyı içeri, içeriyi de dışarı kılarak, bir tek bu bahsi önemseyerek kuşatmayı sabitlemektedir. Hırsızlığın, uğursuz bir rant güncesinin tüm o alavere dalaverelerin, talanın, yağmanın ve tükenmeyen bir devletin malı deniz yemeyen ise domuz tahayyülü, ortaklığı her yeri kapsarken gözleri başka yerlere çevirerek esasında yaralar sabitlenmektedir.
Siyaset sarmalından hepimize takdim edilen bunca fecaatin süreğen bir döngüsüdür. Türkiye artık bir ülke değildir bariz bir çukurun ta kendisidir, her türlü tanımlama ve anlatıdan önce. Sınırlar barizdir gel gelelim artık her şeyin sanallaştığı bu dünyanın şimdisi dahilinde, şu hal bu gidişat sanal değildir. Mal bulmuş mağribi gibi üstüne çullanılan “Trump” meczubunun Kudüs hamlesi bir gösterendir, gidişatı bildiren bir başka yansıdır. Türkiye artık bir çukursa, dünya da onun üstündeki tüm diğer devletler de bu toplu iğne başı kadar uzayda yer kaplayan sahneyi cürümlere rehin etmektedir. Doğrudan bu yolu öne sürmektedir.
Cürüm hemhal ülkenin, tüm bu dışarının, ötekilerin eylediklerinden kendini unutturma çabası üstüne düşünülmesi elzem olandır. Her türlü hinliğin eylendiği sahnede bu çukurda ötekisinin yaptıkları buranın suç sicilini kapatamaz. Belirgin kuşatma süreğen kılınırken, Kudüs mesajı, eylemi buranın hiçbir yarasını daha öteleyemez. İsrail devletinin fecaati, Amerikan hükümeti tarafından seslendirilen vurgu nasıl abesle iştigalse ve bir o kadar kötücül ise, bugün bu sınır dahilinde cereyan eden her hamle, eylem ve tedbir de aynı yıkımı işlemektedir.
Meleti’den sonra Manisa’da da Hafsa Sultan Mahallesi’ndeki bir evin kapısına çarpı işareti çizilir. Anlamı ölüm olan bir mesaj yeniden ileri sürülür. “Geçtiğimiz 5 Aralık günü, Yunusemre ilçesi Hafsa Sultan Mahallesi'nde yaşayan Kazım İnce'nin evinin duvarına, kırmızı boyayla çarpı işareti konulur. İnce'nin oğlu, evin duvarındaki çarpı işaretini fark ederek babasına gösterdi. İnce de polislere haber verip, şikayetçi oldu. İnce'nin evinin duvarındaki çarpı işareti, polisler tarafından beyaz boyayla silinir” Ajanslara düşen birkaç satırda belirgin olandır işte örtbas etmeye çalışılan şey afakidir.
Hayat hakkını sıfırlayabilmek en olmadı yoksun kılmak, eksiltmek bu ve benzeri yapılamıyorsa, gözdağını yinelemek tüm bu kuşatma halini de imlemektedir. Küdüs’ü ve İsrail’i bu ölçekte tekrarlayan bir menzilde hayat hakkı her ne haldedir, nasıldır hiç sorguya düştünüz mü? CHP Yunusemre İlçe Başkanı Serdar Bozyaka’nın açıklamasıdır. “Özellikle Alevi vatandaşlarımızın yaşadığı bu bölgede yapılan bu eylem, hepimizin aklına kötü hatıraları getirmiştir. Bu olay, Alevilerin inançları ve yaşam felsefelerine cephe alan bir anlayış tarafından yapılmıştır. Ülkemizde bu olaylar karşısında Aleviler sürekli tedirgin bir şekilde yaşamak zorunda kalıyorlar. Aleviler kendilerini güvende hissetmiyorlar. Hükümette çözüm konusunda beklenen adımları atmamaktadır. Buradan Başbakan, İçişleri Bakanlığı ve emniyet birimlerini acilen göreve çağırıyorum. Bu evlerin kapısını işaretleyen kişileri ve bu alçak saldırıyı azmettirenleri bir an önce ortaya çıkarın. Bu saldırıların arkasında, mezhepçi ve ötekileştirici bir zihniyet bulunmaktadır.”
Çağlayan Adliyesi’nde daha önce Cumhuriyet Gazetesi, Büyükada İnsan Hakları Eylemcileri vd. davalarda, son olarak da Barış Akademisyenleri davasında basın emekçilerinin görüntü almasını engellemeye çalışan ve sürekli “Fotoğraf çekmek yasak” diye bağıran Akdeniz Güvenlik adlı şirketin şefi Adem Altunışık’ın “Akademisyenlerin kanlarını oluk oluk akıtacağım” diyen çete lideri Sedat Peker’le adliyede fotoğraf çektirdiği ortaya çıkar.
Adem Altunışık’ın Peker ile fotoğrafını “Reis gelmiş hoş gelmiş” mesajıyla paylaştığı ileti sosyal medyadan yayınlanır. Disk-Basın-İş bir açıklaması yayınlar. “Özel güvenlikler aracığıyla mahkeme salonlarında yaratılan baskı ve engellemelerin basın mensuplarının habere erişimini zorlaştırma, adalet anlayışı su götürür mahkemelerde mevcut durumun dahi haberleştirilmesine engel olma niyeti taşıdığına inanıyoruz. Özel Güvenlik görevlileri aracılığıyla yürütülen bu keyfi uygulamaların basın özgürlüğüne yönelik saldırıların parçası olarak değerlendiriyoruz. Hakim ve savcılara görülen duruşmaların adil ve hukuka uygun olduğuna inanıyorsanız gazeteciler üzerinde özel güvenlik görevlileri aracılığıyla yarattığınız baskı ve engellemelerden vazgeçin çağrısında bulunuyoruz. Özgür basın mücadelesi veren biz gazeteciler keyfi uygulamalara boyun eğmeyeceğiz.”
Yukarıdaki satırlar boyunca görünen, birleştirilen ve yeniden imal edilen daim kılınan bir kuşatma tahayyülü artık gerçekten gerçektir. Kuşatılmaya devam denilen hayatın ta kendisidir. Kuşatmaya çalışılan mesel, söz hakkının üstünü her türlü zorbalık ve nefret üretimi ile sabık bir biçimde tükenişe sevk etmektir. Yarını olmayan günler bugün bu sahnededir. Açık ve belirgin olan bir gümbürtü dahilinde yitirilmesi için gayret edilen şey bir ülkede hayata tek başına hayata tutunma istencini delik deşik etmektir. Her türe, her kimliğe, her inanca karşıtlık ile hemhal sözün özü cürmü önceleyen bir menzilde bu vaadin hakikate dönüşmesi ‘kıyameti’ yer yüzünde yaşamaktır, bilelim.
Öğrencisi olan Semih Özakça'yı Yüksel'de ziyaret ettiği için hakkında açılan disiplin soruşturması kapsamında görevinden uzaklaştırılan Yrd. Doç. Dr. Mukul "Açlık grevindeki öğrencimi ziyaret etmem suç mu? Bu mümkün değil" der Bianet’ten Beyza Kural’a. Sözün özü yaşama eylemini gündelik bir tanışıklığı bile ayrımcılık, işsiz ya da geleceksiz koyma için fırsat olarak gören menzil sahiden de cehennemini var etmiş, kıyameti için de sırasını beklemektedir. Sorguluyor musunuz?
Basit gibi görünen detayların üstünde bina olunan şeylerle bir ülkenin yenisi daha beter, daha da kötü olanı var etmektedir. Biyopolitik olanın / var edilenin üstüne ilave edilenlerle bu ülke bir çukur halini, o cehennemî olan menzil halini güncellemektedir. Nezaketten kırılan devletli, meclis çatısı altında Roboskî Katliamı için verilen soru önergesine şu yanıtı vererek reddeder. “Meclis Başkanlığı, çoğunluğu çocuk 34 sivilin yaşamını yitirdiği Roboski katliamının tüm boyutlarıyla araştırılması talebiyle HDP'li Aycan İrmez tarafından verilen araştırma önergesi içerisinde geçen katliam kelimesini "kaba" ve "yaralayıcı" değerlendirerek işleme koymadı.”
Kaba ve yaralayıcı olan şey şu yukarıdaki satırlar boyunca yinelenen, yeniden tanımlandırılan ve hep güncellenen çürütme istencidir. Emekçilerin hakkının gasp edilmesidir kaba olan misal. Karar hükmünde kararnamelerle ekmeğin çalınması, hayatın yağmalanmasıdır yaralayıcı olan. Dayanışmaya ayrı, ses etmeye ayrı, bir imzaya apayrı davaların açılabildiği yerdir kaba olan. Kötülüğü, bunca bariz kötülüğü, Kürd halkının yaşadığı karanlığı zikreden insanları terörist olarak ilan etmek, bir siyasi partiyi meclisin dışına ötelemektir kaba ve sarsıcı olan. İrade yok, beyan kalmadı, söz hakkı zaten tükendi. Geriye sahiden de bir ülke kaldı mı?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller - Alpin Arda BAĞCIK – Zopiklon ve Perfenazin – Artsy
#türkiye kimindir#başka meseller#söz hakkı#yara#yıkım#hakaret#insan hakları#yeni ülke#eski türkiye#çürüme#sabık#sabıkalı#sabit#kuşatma#biyopolitika 101#engin ardıç#hıyar medyası#emek mücadelesi#mahir kılıç#nuriye gülmen#semih özakça#manisa#alevi#nefret söylemi#peker#mafyöz#devlet suçları#roboski#katliam#kırım
0 notes
Text
Yarın Ne Olacak, Sahiden Umursuyor Musunuz!
Demokrasi tahayyülünün bu sathı mahaldeki sureti bitimsiz bir restorasyona mahkumdur. Hak ile hukukun, eşitlik ve hürriyet mesellerinin temel çatısı olan demokrasi bahsinin adının artık iş bu menzilde geriye bırakılmadığı bir yeni ülke şablonu bu bahsi yeniden kanıtlamaktadır. Yenilendiği vazolunan menzilin cürüm hemhal kodları güncellenirken cerahat artık muktedir eliyle büyütülmektedir. Yaygınlaştırılan tahakküm, bir sabi kılınan nefret ve linç, tükenmeyen ötekisini hizaya çekme gayreti ve nicesiyle bu sahnenin ol demokrasi ile yolu yine ve yeniden ayrıştırılır.
Yok addedilen vesayet bugün en sivilinden, tek adamın tahayyülüne göre biçimlendirilir. Tüm o kamuoyunun yoklandığı, şu bahis olsa ne yaparsınız, bunu böyle düzenlersek ne dersiniz vb. çıkarımlardan hemen sonra uygulanan karar hükmünde kararnameler bir gecede yasallaştırılan pek çok kanunla demokrasi değil otokrasi, cumhuriyet değil vesayet bir şablondan hakikatin ta kendisine ulaştırılır. Mihmandarlığı yapılan edim, varılmak istenen yer ol cerahat meselini dört yana yayma çabasının sahnesidir. Demokrasi bahsinin artık sıradanın elinden çalındığı bir menzil dünyanın pek çok odağında olduğu gibi bu ülke denilen çukurda da bir sabitliktir.
İstanbul Bağcılar İlçe Müftülüğü, "ailede yaşanan sorunlara dikkat çekmek" için, "Günümüz Ailesinde Problemler ve Çözüm Yolları" konulu bir konferans düzenledi. Konferansa konuşmacı olarak İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Saffet Köse katıldı. Köse konuşur: “Şimdi insan hakları diye bir şey getirdiler. Kadın hakları ve çocuk hakları, işçi hakları, hasta hakları diye... Batı dünyasından bize gelen seküler haklar çatışma kültürünün ürünüdür. Çünkü orada sosyal bir yapı var ve bu yapı içerisinde üstler astları eziyor. Çatışmacı kültürün ürünüdür ve bu da hakperest bir toplum ortaya çıkarıyor. Oysa bizim kültürümüzde hakşinaslık vardır. Yani karşı tarafın hakkını doğrudan kendisine vermektir. Şimdi biz bu hakları alıp ailemizin içine koyduk. Adam diyor ki, bu benim hakkım, çocuk diyor bu benim hakkım, diğeri diyor benim hakkım. Haklar üzerinden bir çatışmaya getirip ailenin içine soktuk. Bu ciddi problemlerden bir tanesidir. Çözüm ve huzur arıyorsak hakperest olmayı terk etmemiz gerekiyor”
Demokrasi tahayyülünün muktedir lügatinde her neye tekabül ettiği bir kez daha ifşa olunur. Çelebi tarafından seslendirilen, gizli değil açıktan bildirilen muktedire, gücü yetene teslimiyet bahsini son raddeye kadar taşımaktır. Bu kadarla kalınmayacağı, bir zamanlar medeniyetler var eden bir toprak parçasının başka yerlerden buraya taşıdıklarını da hiç kılabilmeyi bir çeşit cihat olarak gören / bildiren bir anlayışın kendini duyurmasıdır mesele, aile hikaye! Cerahat iş bu menzilde tek bir odakta, tek bir noktada değildir. Yaşamın sathı mahallin her bir noktasına taşınmış olanlarla sıradan olanın her meselinin çürütülmesini beraberinde getirmektedir. Bu kadar kesindir.
Hüseyin Sinan Güler’in Evrensel Gazetesi’ndeki haberidir. “Ataması yapılmayan sınıf öğretmeni Ersin Turhan'ın intiharı, yeniden dikkatleri ataması bekleyen öğretmenlere çevirdi. AKP'nin iktidara gelmesinden bu yana geçen 16 yılda, 54 öğretmen atama beklerken yaşadıkları maddi zorluklar ve psikolojik baskılar nedeniyle intihar etti. Milli Eğitim Bakanlığı'nın açıkladığı verilere göre 117 bin öğretmen açığı bulunurken, ataması yapılmayan öğretmenlerin sayısı ise 438 bine ulaşmış durumda. Aktif olarak eğitim fakültelerinde ve fen-edebiyat fakültelerindeki öğrencileri de eklediğimizde bu sayı 1 milyonu aşıyor. Ataması yapılmayan öğretmenler ya özel okulların kapısında kuyruğa giriyor ya da farklı işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıkladığı 100 Günlük Eylem Planı'nda 20 bin sözleşmeli öğretmen atanacağının duyurulmasının ardından ise gözler yeniden hükümete çevrildi. 117 bin öğretmen açığına karşın 20 bin atamanın yetersiz olduğunu belirten öğretmenler, ücretli öğretmenliğin ise mevsimlik işçilikten farksız olduğunu söyledi. Eğitim Sen Genel Örgütlenme Sekreteri İsmail Sağdıç da 15, Temmuz'dan bu yana kadrolu değil sözleşmeli atamaların yapılmasını eleştirerek, ataması yapılmayan öğretmenlerin bir araya gelmesi gerektiğini dile getirdi.”
Ardılı sıra güncellenen cerahat nesnelliği var edilen ülkenin o yenisinin her nasıl yükseldiğini göstere gelir. Çürümenin tek bir saniyelik, bir mesellik, bir süreliğine değil tam da yoksulluk, yoksunlaştırma ile çıkageldiği örneklenir. Güncellik bunun bariz aynalayıcısıdır işte. Yeni ve güçlü ülke, ileri demokrasinin var edildiği öncelenen bir menzilin kepazeliği de kendi kendisi için uygun gördüğü tekzibi de yapılanlarla var edilmektedir, bunlar mıdır yeni ülke? Bu kadar kolay mıdır demokrasi ediminin içeriğinin her alanda boşaltılması.
Milli Eğitim Bakanı Selçuk, Eğitimde 2023 vizyon belgesini açıklayarak ücretli öğretmenlerin ücretlerinin arttırılacağını, sözleşmeli öğretmenlerin görev sürelerinin ise 3+1e düşürüleceğini açıklar. Evrensel Gazetesi’ne Eğitim-Sen MYK Üyesi Özgün Bozdoğan var edilen düzenin şu yeni vizyon belgesini değerlendirir. Özgün Bozdoğan, “5 yaş zorunlu erken çocukluk eğitimi, yaz dönemi oyun temelli eğitim, ders çeşitliliğinin azaltılması gibi Eğitim Sen’in de geçmişten bugüne savunduğu adımları olumlu karşıladıklarını ancak belgenin eğitimin temel sorunlarıyla ilgili ayrıntılı ve geçerli çözüm ve bakış açısı içermediğini ifade etti.” Kendileri açısından en önemli sorunun nasıl okullaşma politikası izleneceğine ilşkin olduğunu belirten Bozdoğan, “Hangi ölçülere göre, nasıl okulların açılacağı, öğrencilerin gereksinimi ve yönelimine göre mi yoksa siyasi iktidarın kendi politikaları doğrultusunda mı yönelimin olacağının belgede yanıtı yok” dedi.
Belgede “Okul Temelli Gelişim Modeli”ne yönelik eleştirilerini de paylaşan Bozdoğan şunları söyledi: “Bu daha önce de öğretmen strateji belgesinde yer alıyordu. Piyasa ile okulu ilişkilendiren, piyasa kurallarını okula taşıyan bir model. Okulların kendisine bütçe yarattığı, kendine finansman bulduğu bir sistem. Bizler kamusal eğitim tasarladığımız için bu ticari bakış açısını doğru bulmuyoruz. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamusal hizmet olduğundan piyasa ile ilişkilendirilmesini değil, eşit, nitelikli, ulaşılabilir, ücretsiz olması gerektiği kanaatindeyiz” diye bildirir Bozdoğan.
Tümden topyekûn bir kuşatma var edilmektedir. Hayatın temelinden başlayarak devletlinin müdahalesi eğitimde yapılan düzenlemelerle birlikte geleceğini de çalmaktadır bu yerdeki o bireyin / yurttaşın. Güncelliğin bariz kıldığı / göstere geldiği şey bu iki örnekte bile kesintisiz, düz ayaktır. Üçüncü Havalimani İşçileriyle Dayanışma Platformu, şantiye sahasındaki rögarda bulunduğu iddia edilen işçinin ölümüne ilişkin açıklama gerçekleştirir. Birgün Gazetesi’nden Zeynep Kuray’ın haberidir.
“Platform adına açıklamayı Dev-Yapı İş Sendikası Genel Sekreteri Nihat Demir okudu. 3. Havalimanı inşaatında bir iş cinayeti daha işlendiğini hatırlatarak sözlerine başlayan Demir, “Üç gündür gerçekliğini teyit etmeye çalıştığımız olayda kimlik bilgisine dahi ulaşılamayan bir işçinin cenazesi şantiyedeki rögarın içinde, yine işçiler tarafından bulundu” dedi. İşçilerin ensesinde her daim hazır bekleyen görevlilerin, cinayetlere engel olmak yerine örtbas etmeye çalıştığına dikkat çeken Demir, tanık işçilerin telefonları ellerinden alınarak kayıtların silindiğini aktardı.
Demir, 3. Havalimanı’nın, dünyanın en büyük coğrafi alanına sahip ve 90 milyon yolcu kapasiteli olmasıyla övünen yetkililerden, işveren firma İGA’ ya, Çalışma Bakanlığı’ndan, cinayeti soruşturmakla yükümlü adli makamlarına tek bir ses, bir açıklama olmadığına işaret ederek, iktidarıyla patronuyla bu “büyük prestij projesinin” sahipleri, polis, jandarma, adliye, meslek ahlakından yoksun yazarları için bu cinayet hiç işlenmediğini vurguladı. “Sorunlara dikkat çeken işçiler sendika yöneticileri ve destekleyenleri hakkında davalar açarken hiç vakit kaybetmeyen savcıların acaba girişimde bulunup, sorumlu İGA yöneticileri hakkında bir soruşturma açmış mıdır?” sorusunu yönelten Demir, “Şimdi ölen işçinin ailesine ulaşılmasını engellemek için, başka deyişle, ailenin cenazeye ulaşmaması için ellerinden geleni yapacaklar. Gizleme çabası ve sessizlikleri bunun içindir. Bunu da başarsalardı kimsesizler mezarlığına bir işçi daha gömülecekti. Belki biz bilmeden bu “büyük prestij yatırımının!” inşaatında öldürülen bilinmez sayılı işçilerin yanına birisi daha eklenecekti“ diye konuştu.
Bu sefer cinayetin gizlenememiş olmasının havalimanı işçilerinin talepleri için ayağa kakmasının eseri olduğunu kaydeden Demir, iş sağlığı ve güvenliğinden yoksun çalıştırılan havalimanı işçilerinin haklı talepleri için dayanışmamızı yükseltmek ve iş cinayetlerini gizleme, bilgi karartma çabaları karşısında birlikte mücadele etmeye çağırdı.” Şatafatla bir gümbürtü ile açılışı gerçekleştirilen, çoktan unutulmuş olan iş cinayetlerinin üstüne eklenmiş olan bu soncu cinayetin esamesi okunacak mıdır, sorumlular hesap verecek midir, budur biraz da mesele.
Gebze Sendikalar Birliği, “Krizin sorumlusu değiliz, faturayı biz ödemeyeceğiz” sloganıyla basın açıklaması gerçekleştirdi. Petrol İş Şube Başkanı ve Sendikalar Birliği dönem sözcüsü Süleyman Akyüz burada yaptığı açıklamada, “Ülkemiz ekonomisi, sermaye yanlısı politikalar ve günü kurtarmaya dönük uygulamalar nedeniyle bir kez daha bir krize sürüklenmiştir. Bu gelişmeler, tüm sektörlere olumsuz etkilerde bulunmakta ve üretim yavaşlamaktadır. Çarklar durma noktasına gelirken, ülkemiz derin bir durgunluğun içerisine girmektedir. Ekonomide yaşanan bu gelişmelerin ve krizin nedeni bellidir. Sermayenin çıkarlarını düşünen politikalar ve sıcak paraya dayalı günü kurtaran önlemler, ekonomiyi karaya oturtmuştur” dedi.
“Krizin faturasının, işçi ve emekçilere kesilmesine asla izin vermeyeceğiz” diyerek tepki gösteren Akyüz, “Hükümetin açıkladığı programlarla halkımızdan fedakarlık beklemesi ve kemer sıkma önlemlerine başvurması kabul edilemez. Fedakarlık yapması gerekenler, yıllardır büyük kazançlar elde eden sermaye kesimi ve işverenlerdir. Ancak işyerlerimizde baskılar artmış ve işverenler kriz bahanesiyle hak ve kazanımlarımıza göz dikmişlerdir. İşten çıkarmalar, enflasyonun altında zam, ücretsiz izinler, ekonomik ve sosyal haklarımızın gasp edilmesi gündeme getirilmektedir. Tüm bu saldırılara karşı, işçinin örgütlenmekten ve örgütlülüğüne sahip çıkmaktan, sendikaların ise birlikte mücadele etmekten başka çaresi yoktur. Sınıf dayanışması güçlendirilmelidir.” dedi.
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) araştırmasına göre, Ekim ayında 4 kişilik ailenin açlık sınırı bin 919, yoksulluk sınırı ise 6 bin 252 lira olarak gerçekleşti. “Araştırmaya göre, dört kişilik ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarını ifade eden “açlık sınırı” bu ay bin 919 lira olarak kaydedildi. Gıda ile giyim, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarına denk gelen “yoksulluk sınırı” ise 6 bin 252 lira olarak gerçekleşti. Bu yılın on aylık bölümünde fiyatlardaki artış oranı yüzde 19,35’e ulaştı.”
Yüzde doksan dokuzun krizin faturasını ödemeye devam ettirildiği bir menzilin varlığı hiç kesintisiz kılınır. Tüm o iktidar tahayyülünde bir ülke değil bir çukur var edilmektedir. Anılan demokrasi mefhumunun, birkaç örnekte karşılaştığımız tahakkümle yıkım gayreti bu çürüyen, mesnetsiz yer / yurt halini kalıcılaştırmaktadır. Cerahatin cüretiyle oluşturulan yıkım hamlesi ve ataklarıyla bu bahis hakikat kılınmaktadır, iyi de nereye kadar!
Cumhuriyet tanımı zikredilirken oluşturulan cerahatin, bir biçimde demokrasiye, insan hakkı ve hukukuna karşıtlığı doksan beşinci yılın kutlandığı gün de yapılanlarla devam olunur. Ol yıkım gayreti ve cühela cüretiyle birlikte sergilenen her hamlenin özeti tek bir günde hemen her kesim tarafından zikrolunan Atatürk, Türkiye Türktür, Ne Mutlu Türküm Diyene vb. gibi pek çok sloganla, isimle birlikte var edilen çürümeyi örtbas için kullanıla gelir. Memleket gibi görünen çukurun kalıcılığı sağlama alınırken, Bay E ve şürekası yanlarına Sudan Başkanı olan Beşir’i de alarak (kendisi insan hakları açısından yeni faşizmin mihmandarlarındandır) bir kent suçu olan üçüncü havalimanının açılışında boy gösterirler.
Sokaklarında zafer alayları, bayram coşkuları şunlar bunlar var edilirken, memleketin omzuna yükünü sırtlamış, canıyla, kanıyla ödedikleri inşanın açılışında bile türlü çeşit zorbalıklara rehin koyulan insanlar yeniden görmezden gelinir. Bir yandan sosyal medya denilen agoranın orta yerinde Kemalistler ile Tayyibizm taraftarları arasındaki atışmalar sergilenirken öte yanda ol nefretin hedefi olarak bilinen azınlıklar, ötekiler, sahipsiz koyulan mülteciler, hemen her kesimden dışlanmış lgbti+’ler dahil olmak üzere nefret kutsanarak cerahatli menzilin ülke olma hali sanki normalmiş gibi savunulunur.
Demokrasi mefhumunun çürümeye terk olunduğu yerde o restorasyon olarak güncellenen şey, mesel salt / sabit bir yıkımdan gayrisi değildir hemen her anlamda. Her günü yeniden, yeniden muktedirin oyun sahası kılan bir menzilin yönetim anlayışı artık halkını da zehirlemektedir. O hayat hakkının, meselinin konuşulmadığı, klişelere tutunarak, düşman bulup yaratarak onların haklarından gelmek için her yolu mubah sayarak iktidarın kötülüğü, yeni ülke denilen halin toplamına eyvallah etmek kalıcılaştırılır. Durup düşündüğümüzde doksan beş yılın hazin özeti bu iktidar pratiklerinden medet umanların çoğunluğu kaybetmemiş olmalarıdır. Türkiye o meçhul muhayyilindir.
Bugün vardığımız menzil, ulaşıldığı zikredilen muasır medeniyet hiçbir zaman sıradana reva görülmeyendir. Bahse konu olan yetkinliğin, asgari müştereklerin çarçur edilmesinin evreleri üçer beşer atlanırken, memleket memleketlikten çıkartılırken Cumhuriyet Bayramı, o’nun 95 yıllık geçmişi zaten tek kalemde, birçok hamleyle silinmiştir. Sahiden bu ülkenin sahipleri ol yurt bizim tahayyülündekiler dönüp de neler oluyor, nasıl zemin ayaklarımızın altından çekilip çalınıyor görüyor musunuz? Bu sahnenin başımıza göçertilmeye çalışıldığını hala mı fark etmiyorsunuz! Hala mı her şey güllük gülistanlıktır, hala mı... Böylesine bir cürüm yeri, yıkım sahnesi var edilirken soruyor musunuz yarın ne olacak, sahiden umursuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2018
Görseller – You Are Not Alone // Forget Democracy By Tehos Frederic CAMILLERI v/ Saatchi Art
#hayat hakkı#mesele#arzihal#meram#biyopolitika 101#devlet nedir?#türkiye gerçeği#yeni ülke#iktidar dili#zorbalık#öğretim hakkı#atamalar#eksiltmek#üçüncü havalimanı#emek mücadelesi#gebze#sendika#kriz#ekonomik çöküş#hakikat#türk-iş#cumhuriyet#doksan beşinci yıl#sözler
0 notes