#su koktu
Explore tagged Tumblr posts
Text
Laboratuvar günlükleri 938 😋❤️🔬🥼🧫
1- Birileri çok susamış 🐝💦 zaten pastör pipetinden su içmenin de ayrı bir keyfi olsa gerek 😅🫶
2- Misss gibi kokan leylaklara konan kelebeklerde benim gibi bahara aşık bence 😍🌸🌷💜🩷🪻🦋
3- Birileri tarafından sevilmek çok güzel bu bazı şeyleri doğru yaptığınızı gösteriyor, mezun bir öğrencim elinde şebboy çiçekleri ile ziyaretime gelmiş 🥰🫂 o kadar güzel kokuyor ki tüm lab çiçek bahçesi gibi koktu ama ben daha mutlu 🥹💞🥼
#Arı#Susamış 🐝#Bee#thirsty bee#Laboratuvar günlükleri#labor day#positivity#love#funny#Şebboy çiçeği#Leylaklar ve kelebekler#hayat kısa kuşlar uçuyor#Hayat bazen çok güzel#İyi ki#938
121 notes
·
View notes
Text
ben kendimden vazgeçeli çok oldu menekşe, alkol alalı az oldu. vakit nakittir dendi her vakit ölüm denmedi. kandırdılar beni, hayat bu alışırsın dediler. gücünü saklama, acını sakla, söyleneni yaptım eksilmedi acım. buram buram rüzgar koktu bedenim, toprak koktu, deniz koktu. en çok ölüm koktu menekşe. içim de çürüyen ruhum gün geçtikçe kokuyordu. ne rüzgar savurdu, ne toprak gömdü, ne deniz aldı götürdü. ölüm kaldı, menekşe. yüreğime oturdu, sevilmeyeceğimi öğretti. anlattı yürüdüğüm yollarca. kulağımda ölüm fısıltısı, dilim tutuk, kaldım menekşe. şimdi ormanlar kadar ıssız, okyanus kadar masum içimde ki çocuk. bir kuş görse ormanları inletir, su içse yüreğini boğar. ya kendini alır götürür ya o ormanı yakar. acımaz kendine, kim acımış ki menekşe? kim tutmuş elinden? kim bırakmış onu park köşelerinde. kim vermiş ona bu cesareti, kaç yaşına gelmiş menekşe? yaşıyor muymuş? kaç kez ölmüş? kaç kez sarılmış yalnızlığına.
25 notes
·
View notes
Text
Sus. Konuşma Yağmurun öptüğü saçların değiyor yüzüme.
Yanağında yanağım. Boynunda nefesim. salkım saçak üzüm taneleri.
Sonra buğulanmış nefesin doldu ciğerlerime.
Sus. Duymasın kimse.
Birden sen koktu duvarlar .
Sana boyandım tepeden tırnağa. Elim,yüzüm , ayağım, her uzvum sana karıştı.
Dışarıda yağmur. Camlarda bir hasreti tütsülüyor damlalar.
Sus. Duymasın kimse.
Seni seviyorum şimdi kokularının izinde.
Sana boyandım
Yüzümü çiziyorum bütün sınırlarına
Sus, duymasın kimse.
Adını yazıyorum alnıma...
9 notes
·
View notes
Text
Önce su kirlendi
Sora toprak
Sorada hava
Çünkü insan kirliydi...
Sonunda kirler koktu
İnsanlık kokuştu
Birtek Ateş kirlenmedi,kokuşmadı
Çünkü yakıcıydı ateş
Kirleride yakıyordu..
Ve kirlenen insanlık yanacaktı
Temizlenmek ve yeniden küllerinden doğmak için...
12 notes
·
View notes
Text
Gece ile sabah birbirine karıştı ve aşk, kalbimin ucunda inleyen bir keşke olarak kaldı.
Bitti. Hayal ile gerçek savaşında izlemevine düştü gerçek. Karakollar topladı beni.
Vakti zamanında atabilen kalbim, hayret köprüsünden attı kendini. Hayretlerim bir bana şaştı, sevdasızlık bir bana şaşkın...
Âşık olamam ben bir daha. Bu yorgun kalbi sevmelere taşıyamam, İlk basamakta düşer gider alevlerimden. Harika eserler üretmeye devam etmeli ve sevmemeliyim adam olamayan birini. Cümlesi baştan perişan Edebiyatın her bir uzvunu midemde eritmeliyim.
Heyecanlarım vardı benim, sevebildiklerim vardı kaderde ve güvenebildiklerim. Safi bir mezarın haram toprağından su dökmek hakkı geçti.
Bu kez kalıyorum, Kendimle. Gitmek, tenimin dirhem dirhem kendine sükut hançeri batırdığı o kadarlıkta kalsın. Kendimi bir kez daha dövüyorum kaderde, kalbimin tek savaşı fütursuz hasretlerin paranoyak yok oluşunda kalsın.
Midem, sevgili sarmaşıklığım; midem hazmetmek çizgisinde kadere yalınayak yürüyor. Geğirti pusulası taş atıyor ısmarlama yok oluşlara, kusuyorum benim olmayan adamları.
Şimdi öldünüz. Nazım geçmez pembe hülyalı tükenişlere ve bir bardak daha su vermez Nâzım size.
Ölümlü bedeniniz çok güzel koktu benden uzak durun hikayemde, bir daha ne diriniz ne ölünüz geçmesin aşk seferimden. Gurbete yolum düşer, dişler beni zaman; bir acıya daha gücüm kalmadı işte...
Dilara AKSOY
4 notes
·
View notes
Text
Babam ölünce annem rakı şişesiyle evlendi. Ninnilerimin tınısı Neşet Ertaş, çocukluğumun kokusu anason oldu. Sonra annem kansere aşık oldu. Paramparça döküldü toprağa. Önce saçları sonra sol göğsü ardından sol elinden ayırmadığı nikotin yüklü kara tren en son bedeni karıştı toprağa. Nisan yağmurlarında annem koktu tüm şehir. Ben kimsesiz kaldım, sokak çocukları annemin kokusuna sarıldı. Ağladım, bazen tuzlu su bazen kan ağladım ama bok varmış gibi yaşadım. İyi şeyler olacakmış gibi yaşadım fakat hiçbir zaman iyi şeyler olmadı ben de kaybetmeye alıştım. Tanrı'nın adaletsizliğine alıştım en kötüsü de acıya alıştım. Dalından yeni koparılmış günahlar ikram ettim ben jiletten korkardım, intihar edemezdim. Onlar bana yeni intiharlar öğrettiler. Bir kadının kızıl saçlarına asılarak oksijensiz kalmayı, giden bir kadının attığı adımlardan oluşan çukurlara kafalama atlamayı öğrettiler. Sonra her yanımı beyaz önlüklü insanlar sardı. Bana ilaçlar verdiler, bana kutsal olmayan ayetler yedirdiler. Kafamdan aşağı kurşun döktüler, kimsesizliğimden vuruldum. Ve ben gene; yanlız kaldım. Yalnız bırakıldım. Yalnız bir kadın tanıdım.
0 notes
Text
bu gecede bir şeyler sana dair olsun istiyorum. içtiğim su, yediğim yemek, kokladığım çiçek, baktığım gökyüzü. hepsi biraz sen. hepsi biraz sana dair. bir bebeğin masum gülüşünde rastladım sana bugün. öyle masum, öyle saf. bir annenin acılı gözyaşında rastladım sana. hüzün koktu her yanım. yağmur sonrası ciğerlerime dolan toprak kokusu gibiydin. ferahtın ama ölümü kazıdın ciğerlerime. saçlarımı savuran, parmak aralarımdan sızan rüzgar gibiydin. özgürlüğü iliklerime kadar hissettirdin. ama bazen tenime acıları savurdun. güzel bir çiçektin kaburgalarımda açan. soldun, mezar taşını diktim göğüs kafesime. biraz ölüm koktum, biraz sen.
2 notes
·
View notes
Text
I
yok bir şey, yani bir ölüm sonrası bu, bitecek gibi değil
yıllardır sezilen bir çocuk ağlamasında
anısız, başıboş, dağılgan bir tabanca sesinde belki
belki de bir orman mı bu, tanımsız çiçekler açan orada
ve sanki tuhaftır da sayısız kuşları beklettiği
diyelim bir süre kendini dinlemek, diyelim bir süre boşluk
yani upuzun kumlar, kumlarda ayak izleri,bir başka deyimle yorgunluk
ya da bir atın çalınma hikayesi; gün günden büyüyen odalarda
bir çadır, bir gül, bir panayır bayrağı, bir adam
dargın bir adam; iğneler, pullar, ve kadınlar biriktiren kafasında
sonra lavanta kokuları, sonra eskimiş ayva lekeleri - sonra
içimde bir çayır sevinci, olmayan kuşlarıyla bir çayır
belirsiz, uzak, daha söylenmemiş bir şarkı tutarında
belki de bir azizin bir tavşana ustaca gülmesi, iyi
belki de bir org, bir çalar saat, ya da bir çocuğun
şaşırmış, durgun, ve tuhaftır ölüvermesi
sonra bir süre kendini dinlemek, gene bir boşluk
ya da bir başka deyimle “hiçbir şey olamayan” a yolculuk.
derken o; bir kül yığını, kuş pislikleri, cami avluları sonra
bir ağaç erik ağacı, bir kadın az uyanık korkulu
bahçeler, birazdan sabah kahvaltıları, elbette havuzlar
havuzlar mı diyorum, bir kız çocuğu her zaman olurdu
olurdu gök ayaklı bir gök, kedi ayaklı bir kedi
bir kedi - bunu anlıyorum- yok edilmez bir zaman parçası gibi
bir kitap; bir nehir balığı işte, ve sebepsiz aslan avları
üstelik çok sevilen - sizi bilmiyorum -kelebek koleksiyonları
sonra da biz - bunu hep söylüyorum- herkes kendi ellerinin işlerine tutuldu
herkes biraz olsun katlandı acılarına
acılar; sabah akşam, ve şaraplarının çoğaldığından fazla
sanki bir keman tamircisi sessizliği buldu
kim ne derse desin biri kendini vurdu bir akarsu başında
ve düşündük, sebep ne? - sebep şu:
sadece, ama sadece bir akarsu…
gene bir örtü düzeltildi, gene bir bardak düze kondu
bir ölüm unutuldu, bir yas, bir karabasan düzeltildi
diyelim sahici bir kuş geçti uzaklarımızdan
bir kadın bir yere sapladı çok yorgun bir iğneyi
kuşuyla gökleriyle eski bir zaman yarattı iğne
bir heykel kendini oldu, bir eski yazıt kendine gitti
ayrıca bir gül koktu, duyuldu şekil gibi…
sonra bir süre kendimiz olduk, gene bir süre boşluk
ya da bir başka soruyla “hiçbir şey olmayan” a yolculuk
tükendi şimdiki bir el, tükendi şimdiki ağız, yavaşça tükendi her biri
bir yatak, bir koltuk üstü; yani bir yerlere koyduk ellerimizi
baktık kimseler bunu böyle yaptığını bilemez
gittik bir testi su aldık, günlerce durdurduk içtiğimizi
anladık - neyi anladık sanki?- yenilip yenilip yenilip
bir yere dokunmakla boşluğu yendiğimizi
sonra da resimler olduk, çaresiz resimler olduk kendimize
şurada saçlarımız oldu, ağzımız, bir kocaman gülmemiz oldu şuralarda
kimimiz bir dilim ekmek yedi o şimdi adını bilmediğimiz şeylerde
oturduk kaldık öyle, konuştuk kaldık öyle, seviştik kaldık
diyelim bir yer kapladık bir sevgi ya da bir konuşma büyüklüğünde
yünümüzü serdik, aşımızı kardık, bitirdik işlerimizi
biz bitirdik diyoruz-bitirin işlerinizi, bitirin işlerinizi!
önce bir yere gittik, sonra o yerden döndük, çoğalttık kendimizi
- bitirin işlerinizi, bitirin işlerinizi!
yayımızı gerdik, kuşumuzu vurduk, kararttık göklerimizi
- bitirin işlerinizi, bitirin işlerinizi!
sen, tanrı! Bizi kendinden attın, o sebepsiz kendimizi
- bitirin işlerinizi, bitirin işlerinizi!
ne yapsak çaresizdi, ne yapsak yoktu bittiği
kapayın gözlerinizi, kapayın gözlerinizi!
kapadık - iyi mi yaptık? - demek bu bakışlar en güzeli
evet, bu bakışlar en güzeli
bir yere gitmek değil, bir yerden dönmek değil
gitmekle dönmek en güzeli
başımızı eğdik, kapımızı ittik, bitirdik işlerimizi
biz bitirdik diyoruz - bitirin işlerinizi, bitirin işlerinizi!..
II
gün olsun, yel bulansın, bir dişi tay kendini bilsin
bir nehir akmaya bırakılsın, bir şehir konuşulmaya
sanki bir çocuk ağlatılsın, bir kaba yüz unutulsun, unutulsun!
bir yüz ki yıllarca eski; güneşler, çardaklar, han kapılarında
diyelim belki de orda; evlerde, evlerin en tenha odalarında
sevilmiş kadınlarda toy, büyümüş av hayvanları gibi böcekli duvarlarda
durmuş ağır hastalarda biraz, nasıl ki bir su durur ipince bardaklarda
tıkanmış bir yürekte, devinmez bir ayakta işitmez bir kulakta
nasıl ki durur insan, durmuşlar öyle kararsız, ölgün sorularla
ur yaşar, ayak sertleşir, oysa sinekler gezinir yaralarda
ve sonra yer kalırsa, ve belki yer kalırsa
bir yüz belirir kendiliğinden, bir bakış koşulur yoz karanlıklara
geçerler belki de sonra, geçerler som gümüşlere, ipekli yakalara
- yerleşir kalır orda, yerleşir kalır orda, yerleşir kalır -
belki de yüzler vardır güçlenir tanrılarla
sular mı kaynar ocakta, dışarıda kapı mı vurulur, yok mudur kimseler açınca?
demek ki yüzler vardır; beslenir, beslenir tanrılarla.
soralım - kime soralım? - çünkü biz sormakla varız bir bakıma
soralım, hani bir akşam üstü, gölgeler olsun camlarda
evlerde gölgeler olsun, dışarda, köşe başlarında gölgeler
gölgeler - bunu ben istiyorum - kimseler olmayan bir kalabalıkta
sorsam ya, “biri mi öldü? "orda ne var?” “birden mi kopacak fırtına?”
ya da kim ölmedi işte, orda ne yok? bir sorsam
bunu hep söyleyerek bir şehvete varırım bazen
- yüzünüz solgun.. kimbilir nerde..biraz anlatın!
- bilirim, karınız öldü - ama ne çıkar - biraz anlatsanıza
biriyse bir şey yazsa, ben gizlice okusam, okusam
kapasam gözlerimi, ki ne varsa onu denesem orada
bir şeyler olacak ya - bunu hep biliyoruz - bir şeyler, bir şeyler
ama biz - niye saklayalım - sormakla varız bir bakıma.
gün olsun, yel bulansın, bir dişi tay kendini bilsin
bir kadın sevmeye bırakılsın, bir şehir geçmeye ellerimizden
şehirler, her yerde biraz onlar, yeni çıkmış mühürlerden
kokular mühür kokuları, renkler ki durmadan bir laciverde akan
ve adamlar akan gemi kıçlarında, tuğla harmanlarında adamlar
size sesleniyorum, o eski kırmızı! isa'dan beri öyle kırgın
ve kırgın o adamlar kapkalın parmaklarında bir ölüm tanrısının
tanrılar!.. bazan da onlar, yani çok bulunan evlerimizde
bir bakır tel içinde, bir camın en kesilen yerinde tanrılar
tanrılar..belki de bir kadının bir erkeğe boş verdiği yerde
belki de duydum diyebilmek, sadece “duydum, duydum!”
belki de sen; o eski kırmızı, isa'dan beri öyle yorgun
ve yorgun o adamlar - bunu anlıyorum - ben sahi biraz da anlıyorum
kaçsınlar diyorum - kaçmazlar - ölsünler diyorum - ölemezler -
susarlar, acıkırlar, bir başka ölümle tükenirler.
tabaklar yıkanırlar, sersefil resimler asılırlar aynalara
-bir kadın elinde bir demet gül, sevdalı bir yazıyla bin dokuz yüz beş
bir şehir bandosu bin dokuz yüz beş, bir domino oyuncusu bin dokuz yüz beş-
yani şu resimler yok mu, her yerde biraz bulunurlar
kapılar açılırlar, kadınlar gülüşürler aralarında
bazan da bir şey olur, bir düzen gelişir olacaklarda
bir sedir, bir ev, kırmızı bir terlik gelişir
bazan da bir şey olmaz, ilerde bir çıkrık boşalır
uyuyup kalmışızdır, ne zaman geçmiştir ne düşünce
bir böcek gitmemiştir, bir çocuk susmamıştır, bir yağmur dinmemiştir
uyanıp görmüşüzdür, ki ne varsa uykudan önce
üstelik korkunçtur bu, her şey birdenbire hızlanır
bir kadın - birdenbire - yıllarca uzakta gizlenir
bir bakış, bir konuşma, elbette çekinirsiniz
sığınıp bembeyaz gemilere, peygamber ateşlerine
yalnızım!. büyütür bir din gibi, kirlenirsiniz..
yaşayıp kurdunuz ya, ne zaman geçmiştir ne düşünce
madem ki biraz öyle - odanızda kadınlar - şöyle bir sekersiniz
şöyle bir sekersiniz, bir yere takılmış gibi ayağınız
ama bir oyun mu bu? yok, hayır, oyun denemez buna
yani çok isterdiniz; bir tiyatro, kıral şey..çok isterdiniz
düşlerin yardımıyla bir başka kılıkta:
“çok asil halkımızın…değmezdi…bu haberle yüreğimi parçalayıp…
düşmanlar…onları bu kötü ruhlarından kurtarıp…hepsini
birden feda etmeye - ben tanrı değilim, şarap… demek
tacıma göz diktiniz…”
olurdu işte, şöyle bir sekerdiniz, olurdu
kılıktan kılığa, ölümden ölüme, bir göl önünde susuzluğa
olurdu sekerdiniz - çok asil kardeşimiz - bunu yapardınız
oysa bir suyu dişlemek gibi şekilsiz, anlamsız, ve karanlıktır dünya.
evet, bazan da bir şey olur, bir örümcek yere sallanır
bir büyük hayvan suya eğilir korkularıyla
bir silah patladı sonra - diyelim patladı - yere yıkılır hayvan
kuşatır ormanı, kuşatır onları, kuşatır herşeyi biraz
o kadar kuşatır ki, eh! sonunda hiçbir şey olmaz.
sonra hiçbir şey olmaz,sonra hiçbir şey olmaz!
salt bu yüzden olacak bir köpek sürünür ayaklarıma
bir köpek, doğrusu şu: acıtmak gerekir bir yanını
- ne kadar?
- bilmem ne kadar
sanırım bir köpeklik, bir köpeğe yetecekleyin acı
böylece bir şey yapmak; şu, ya da bu şekilde çaresi yok
hadi kalk! - bunu kendime söylüyorum - bir şeyler yapmalıyım kendimce
örneğin bir şeye benzeyelim, yapılan bir şeye, ne çıkar bundan
kesilen bir dala benzeyelim, açılan bir pencereye
yağmura benzeyelim mi yağmura? - bekle biraz - güneş açsın güneşe
benzeyelim mi ?
sonra da bir kahveye girelim, benzeyelim mi bir oyun sonrasına ?
masalar: çekilelim, kağıtlar: atılalım, gazozlar: içelim
evlere benzeyelim evlere: ateş uçlarına biraz, susamış kalmış bir örümceğe
sonra bir kadına geçelim - bir kadın - ve onun kocaman bir erkeğe gidişine.
sonra bir dergi alalım, ya da bir gazete; salt küçük harfleri için
bir adam kendini astı! - benziyoruz zaten - biz ne kadar benziyoruz kendimize
ya da bir shakespeare ağzıyla: işte halk! işte ölüm!
ölüler taç giyiyor - benzeyelim mi - ölüler taç giyiyormuş çağımızda
morglara gidelim morglara - eğer istersen - ağır hastalara gidelim
birini vuralım istersen- ne çıkar - bir kıral, ya da bir burjuva ağzında
bu düzen, yani hiçbir şey, evet haykıralım
yani bir suçumuz olsun, biraz da böyle olsun, sığınmış oluruz suçlara
ya da bir gemi olalım - en puslu havalarda - günlerce kaybolmak için
diyelim bir güneş açsın sonra - ne güzel! - yeniden varmak için kıyıya
biraz da sevişmeyelim, çünkü durmadan seviştik, yani ne anladık
kim ne anladı sanki ? seviştik bitti o kadar
ne bitti ? döndük, içimize katlandık, her şey biraz daha anlaşılmaz oldu
ya ne yapalım şimdi ?
- hiçbir şey!
- öyle ise alışın!
- alıştık.
sanki bir alandayız, şunlar da uçaklar, her kalkmada bir boşluk
belki de bir şey ki bu, örneğin bir deniz ortası, ilk olarak kalabalık
bunlar da insan diyoruz - susalım, susalım! - elbette tanıdık
üstelik sormayalım, n'olursun sormayalım - bunu ben kendime söylüyorum
ne desem kendime söylüyorum: insanın tarihi yalnızlık..
Edip Cansever
(Dost, C. VI, S. 30 Mart 1960, s. 15-19)
1 note
·
View note
Text
O kadar dalgınım ki. Ketılın fisini taktım, cezveyi üstüne koydum. O sırada bardağa kahveyi koydum. Kaynamasını bekliyorum. Oda arkadasım dedi ki "bir sey koktu, tütsü mü yaktın yine?" Bilin bakalım ne oldu; Su koymayı unuttum yandı cezve
18 notes
·
View notes
Text
Bir zamanlar sevdim seni. Yanağın yanağıma değmedi hiç. Sesin yüzüme çarpmadan, saçın düşmeden gömleğime, sen bir şey yapmadan, sevdim seni. Düşündüm durdum. Bazen bir göl kenarı, bazen sisli bir yokuş, bazen soğuk bir oda... Su koktu, kaldırım koktu, duvar koktu, parmaklarım izmarit koktu, özledim seni.
Düşledim seni. Olmadığın biçimde, durmadığın yerlerde. Hiçbir zaman yemeyeceğin şeyleri yerken, izlemeyeceğin filmleri izlerken, okumayacağın kitapları okurken, hiç vermeyeceğimiz kavgaları verirken, benimle düşledim seni. Sonra yürüdüm, çok yürüdüm. Sevmediğin bu şehrin adımlamadığım yeri kalmadı. Anlar mıydın bilmem, sen bu şehre öfke kusarken benim sıkışıp kalmışlığımı, buradan hiç kaçamayacağımı, benim için başka bir hayat olmadığını...
Gittin ve hep kendime seni savundum. Günlerce sen oldum. Islanmayı sevmezdin, yağmurlara karşı koydum. Başkalarının ülkesi için, başkalarının ülkesinde savaşan asker gibi anlamsızca koşuldum. Çok anlıktı bu savaş ve ben yabancısıydım, bir an durdum. Sonra bir damla düştü yere, Boğuldum.
10 notes
·
View notes
Text
Ana ..
Ben geldim ağdaki balık...
Bir su kadar umarsız ım ..
Yağmur yağdı toprak koktu..
Özledim.....
Sana ihtiyacım var...
Yalnızım üzgünüm sensizim...
Dizlerin duruyor mu Anam ....
Başımı koyacak...
ANA.Ben geldim hayırsızın..
Seni özledi ANA 😔
Ş.....ş......✍️
12 notes
·
View notes
Photo
Önce kahve koktu ev, sonra enginar, sarımsak ve limon. Urla’dan ilk hasat enginarlar, Nihan Hanım’ın tarlasından. Körpecik, yapraklar körpe, çanaklar minicik,dedim ya ilk hasat. Dış kabuklarını az soyup, az su, zeytinyağı, limon ve sarımsak ile poşe ettim. 🍃Ilınınca en güzel halleri olacak. Üzerilerine kıyılmış nane ve maydanoz ile, biraz daha sızma zeytinyağı gezdirip servis edeceğim, suyunu da ya ekmek üstüne, ya da kaşık kaşık��// Freshly picked artichokes, just the best season to enjoy them. Some lemon juice and rind, lots of olive oil, garlic and a dash of water, poached, kinda. #artichoke #enginar #ilkhasat #zehirsizsofralar #pestisitanalizli #knowyourfarmer (at İstanbul) https://www.instagram.com/p/B8YPBYwA4an/?igshid=1chcxcqzszwm1
3 notes
·
View notes
Text
Ben bu yaşadıklarımı yaşayacak adam değildim lakin çekildi artık su , tuz koktu. Ama buna rağmen gövdem ortalarda bir vicdan azabı gibi sürtünecek bir duvar kenarı arayacak diye bekleyenler, çok beklerler. Rezil olanlar konvoyunun başı olacağım daha, beceremeyenler mahallesinde muhtar, kalbi kırıklar ordusunda general. Velhasıl bir şişe daha şarap açsınlar bana çok işim var
39 notes
·
View notes
Text
'o kadar sevdim ki resmini
İşte bugün konuştu benle
Yorulmuştum çalışmaktan
Karda uzun yürüdüm senle'
Bir şarkı olsaydı sana söylemek istediğim bu olurdu herhalde.
Romantik şeyler yazmam gerek belki kalbimi dolduran cümleleri anlatmak için ama kalbimi dolduran hisleri kelimelere sığdırmak kalbimdekilere ancak ihanet gibi geldi nedense.
Önceleri sadece bir hayalet vardı. Hayran olduğum ama hissetmediğim. Sonra mor pelerinli bir kral oldu damarlarımda hissettiğim.
"Denizci, senin kalbinde sonsuz su kütlesinden başka sevdalara yer yok mu?" diye haykırmak istedim sadece. Söyle denizci sevdan sadece geçip giden dalgalara mı?
Zamanın bir yerinde sessizce sıkışmış o devasa kalbin sadece denizde mi huzur buldu?
Bir kadın gelmiş vaktinde. Turuncuya sevdalıyken siyahla karışmış. Biraz ordan biraz burdan derken kahveye bağlanmış. Avucundaki kahve kokusunu ciğerlerine çeken her kadın gibi tutulmuş kahve kokan adama. Sonra mı? Sonrası onlar arasında. Bana sorarlarsa mor pelerinli kralın pelerinini yelken yapmış küçük takasına ve düşmüşler ada yoluna. Şimdi ise kralın ne pelerini var ne kokusu ortada. Kral unutmuş, nerde bıraktı yarısını acaba?
Ben mi? Anlatıcıya zeval olmaz derler ya, bu anlatıcı olmuş biraz rezil rüsva. Bir kısmını dinlemiş çıplak kraldan kalanı da biraz uydurma. Çok ama çok da uzak değil ama.
Neden diye soran olursa anlatıcı her bir kan hücresini doldurmuş kahve kokusuyla. O söylemeden de hissetmiş acıları, mutlulukları ve daha nicelerini aslında.
Ben, yani anlatıcı aşık oldum krala onun haberi olmasa da.
Nasıl olur bu dediğinizi duyar gibiyim, ben de öyle dedim aslında. İnsan ciğerine kadar çekemediği bir kokuyu kilometrelerce öteden duyumsar mı? Sanki her gece bu anı yaşıyormuşçasına rüyasında kendiyle anlaşma yapar mı?
-5 dakika daha. Avuçları hala sıcak, uyanmadı henüz o da.
Mor pelerinli kral herkesin aklında kaldı kahve kokusuyla, oysa o sadece oydu, kahve yokken de varken de hep kraldı. Elleri kahve koktu mu bilmiyorum ama gözleri parlardı. Şimdikinin aksine gülümsemesi sahici ve ruhu özgürdü o zamanlarda.
Kral pelerinini yelken yaptı ve kayboldu uzaklarda. Geri döndüğünde ise artık kraldan eser kalmamıştı, bir parca hayalet dışında.
1 note
·
View note
Photo
🤣🤣🤣 CİNSEL GÜCÜ ARTIRIYOR DİYE MUMYAYI YEMİŞLER "Selçuklu Beyi Melik Gazi, 1134 yılında hayatını kaybediyor ve sağlığında yaptırdığı türbeye mumyalanarak koyuluyor.. Ayva yaprağına doktordan daha çok inananlar bir dedikodu üzerine harekete geçiyorlar : "Mumyadan alınan parça; yemeklere, içeceklere katılırsa cinsel gücü artırıyor!.." Kısır kadınların ve erkeklerin çocuk sahibi olmasını sağlıyormuş!.. Melik Gazi'nin 1935 yılında önce bir kolu, sol kolu koparıla koparıla zaman içinde yok oluyor.. Dişlerini bile söküp deri ve kemiklerinden küçük parçalar alıyorlar. Mumya her gün eriyor.. Bitmiyor Melik Gazi'nin ölümü sonrasında çektikleri.. Sen koskoca Selçuklu Beyi ol, dişlerini, kolunu yesinler.. 1978 yılında, Melik Gazi ve üç Selçuklu yöneticisinin mumyalarının bir bölümü, dileklerini aktarmak üzere mumla türbeye giren kişiler yüzünden yanıyor. . Yanan kısma hoyratça su dökülünce Melik Gazi ve Selçuklu yöneticileri biraz daha azalıyor yattıkları yerde.. Yetmiyor, mumya koktu diyerek havalandırmaya, güneşte kurutmaya çıkarıyorlar. Koskoca Melik Gazi'ye yeni yıkanmış halı muamelesi yapılıyor anlayacağınız. 1996 yılında, "İslamiyet'te mumya olmaz, bu ne böyle?" tepkileri sonrasında mumyaları toprağa gömüyorlar.. . İslamiyet'te mumya yok ama, mumyadan deri, kemik, diş koparıp çorbaya, musakkaya, çaya karıştırıp cinsel güç aramak var mı?!.. "Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu", mumyaları topraktan çıkarma kararı alıyor. Mumyalardan geriye ne kaldıysa kurtarılıyor.. Arkeoloji Tarihi Sayfasından alıntı... https://www.instagram.com/p/CMweCSUrDIi/?igshid=15xlk1wnrht10
0 notes
Text
Hayalet Oğuz
Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.
Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
- Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.
Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:
Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.
Okuyayım, sana bırakırım, derdi.
Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.
Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.
İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:
- Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.
Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.’ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil.
Biz hep “Hayalet ölmez”, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon’da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada’da dinlen, sakın İstanbul’a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.
- Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
- Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.
Gülüştük.
Tünel’e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.
Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928’de doğdu. 17 Eylül 1975’de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.
Oğuz’un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi “Eğlentili Bir Gömme Töreni” oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatın olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz’un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylak rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.
Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesi'nde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.
Beyoğlu’ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.
Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.
Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:
- Ne o, sahura mı kalktın?
Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.
Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.
Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.
Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han’da, Bülent Oran’da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.
- Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.
Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç’la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek’te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.
Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset’in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşa’dan Levent’e... Levent’ten Ayaspaşa’ya... vb.
Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul’u “Katmandu”ya benzetiyor, son aylarında: “Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok”, diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,
- Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.
Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,
- Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
- Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: “Çok hastaymışım”, dedi.
Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul’u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;
- Beyoğlu’nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon’un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu’nun yanağından makas alıyor,
- Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.
0 notes