#kuşatma
Explore tagged Tumblr posts
Text
"Gitmek! yazmışım defterime çoktan
Rıhtımlar, güz halatları, daha bir sürü şey
Şuramda darmadağınık.
Vişneler, atlar, yıldızlar
Yıldızlar, sık ağaçlar, kasaba lokantaları
Yıllarca duran sözler yenisi konuşulmadık."
16 notes
·
View notes
Text
"
Falanca kişi, " Bir kale teslim olurken, kaleyi vermemek için direnen bir, iki kişi kalsa bile, tamamen teslim olmadıklarından, kuşatanlar kaleyi alamazlar. Kaleyi alacak olanlar yaklaşırken, direnmekte kararlı bir, iki kişi gizlice tüfekle ateş edecek olurlarsa, kaleyi almaya gelenler paniğe kapılacaklar, kendilerini savaşmak zorunda hissedecekler, kaleyi hemen alamayacaklardır. Buna, kale almaya gelene, kuşatma yaptırmak denir," demişti.
Tsunetomo Yamamoto, Hagakure: Saklı Yapraklar
6 notes
·
View notes
Text
Düşmanlık Sürerken Ses Etmek Ne Zamandır
Tükenmez, sonlandırılmaz bir kısır döngü içinde hayatın ehven olagelen her şeyden aleni alıkonulması gerçekliğini muhafaza ediyor. Türkiye’nin yenisi nam sahnenin bunca açıkta olagelen yıkımlara, dönüşüm değil tam tersine çürümenin yolunda tam gaz ilerlemesi tüm o mahrumiyeti bildirir, gösterir. Bir cerahatin orta yerinde ilerliyor haddizatında ülke. Bir biçimde hayat imgesinin ehven olandan alıkonulması biteviye yeknesak bir döngüyü artık imliyor. Hayat pejmürdelik sınırlarına demirliyor. Erk, muktedir, iktidarın yeni dediği ol yer, bu ülke eskimiş olanın bizatihi ta kendisini var ediyor her gün bir biçimde. Tehditleri, tahakkümü ve bitimsiz nefretini güncelliyor. Cerahat, denetim, gözetim ve tahakkümün de ayrılmaz bir ögesidir. Hayatın böyle kolayca ehven olandan alıkonulması hali ve tüm o istemle ortaya çıkan cerahat bu devletlinin diskuru olarak var edilir. Yeni denilegelen şey dünündür. Çürütendir. Her şey oluyorken hiçbir şey olmuyormuş yanılgısı öne sürülürken bütünüyle o dün, eksi sanılan şimdi hayatı ezmektedir. Tümüyle nobran bir tahayyüle esir kılınan / bilinen yerde her şey yıkımın kılınır. Devletlinin tapusu altına alındığı ilk andan itibaren, adaletin, eşitliğin, hürriyetin yerle yeksan olunması kesintisiz gerçek kılınır. Bu hallerle bir yarının değil, daimi bir halde dünün esiri olunagelir.
Kendini tekrar eden bir kısır döngü içerisinde ekonomiden, sosyopolitik olagelen hayatın ta kendisine her şeyin tahrip edilmesine devam olunur. Kapalı kapılar ardında akçeli işler devam ederken misal, merkez bankasının memurunun Amerika’da sermayeye, asgari olan ücreti yüzde yirmi beş civarında yükselteceklerini bildirmesinin utancı mesela buna belli bir örnektir. Cerahat içinde kalakalan insani normunu çoktan zayi eden bir yerin, açıktan, açlıkla, yoksunlukla insanlarını denemesinin bir sonu gelmeyecek olduğu ifşa olunur. Ol kesintisiz tahakküm ve tehdit döngüsünde kapalı toplantılarda verilen vaatler, bugün açık en düşük asgari ücretin alım gücünün yerlere çalınacağı bir yarını bildirir. Maliye bakanı zatı şahanelerinin yine Amerika’da Brookings Enstitüsünde var ettiği, kişi başına 15 bin dolarlık gelirin olduğu cümlesinin garabetliği zaten başlı başına nasıl bir sahnede olunduğunu da göstere gelir. Yüzüncü yılının üstüne bir koca sene geçmiş bir menzilde, hakkın, hukukun hep gasp edildiği bir zeminin gerçekliği dert olması lazım gelirken bu tarz çıkışlarla, ekonomi şahane bak vallahi yüzde yirmi beş asgari ücrete zam yapacağız, efendime söyleyeyim on beş bin dolar geliri var yurttaşın ama kıçına almak istediği donu dahi kredi kartıyla, resmi olarak belgeleyip, taksitlendirmeden almak zorunda. Yetersiz ol bakiyelerle bir ömrün geçmeyeceği ortadayken masallara artık yeter demenin vakti henüz gelmemiş midir?
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Asgari ücrete yapılacak zam oranına ilişkin tartışmalar sürüyor; Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın yabancı yatırımcılarla toplantısında yüzde 25'lik bir rakamı dillendirdiğine yönelik haberlere yurttaşlar tepkili. TCMB Başkanı Karahan’ın ortaya attığı zam oranı karşısında en az 30 bin TL asgari ücret talep ettiklerini söyleyen yurttaşlar, emekli aylıklarının da talep ettikleri asgari ücret seviyesine çıkartılması gerektiğinin altını çiziyor.
“34 Bin Bile Ucu Ucuna Kurtarır”
Karahan’ın asgari ücret zammı tahminini değerlendiren yurttaş Erol Kayım, “Asgari ücretin yetersiz olduğunu herkes biliyor. Şu an insanların ne kadar geçim derdi olduğunu da herkes biliyor. Buyursunlar gelip kendileri bu paraya geçinsinler. Bugün bir cumhurbaşkanının maaşı 300 bin TL olmuş. 1 lira masrafı olmayan adam 300 bin lira maaş alıyor. Alsınlar, ama önce halkı düşünsünler. Halkı düşünmedikten sonra benim başımda A partisi olsa ne olur B partisi olsa ne olur. Önce halkını düşüneceksin, yabancıyı düşünmeyeceksin... Şu anda asgari ücretlinin ve emeklinin ortalama maaşı en az 25 bin lira olmalı ki o da geçinebilirse. Kira verirse ne olacak? Asgari ücretin 30 bin liradan az olmaması lazım kiraları da göz önüne aldığınızda. Hem asgari hem emekli en az 30 bin lira olması lazım. Emekliye de bunun yansıması lazım. Sen şimdi yüzde 30 zam alıyorsun, maaşın 100 bin lira ise 130 bin liraya çıkıyor ama 12 bin 500 alan adama yüzde 30 verirsen ona 3 bin 500 lira yansır. Aradaki uçuruma bak... Otursunlar, tartsınlar kafalarına göre planlarını yapsınlar ve desinler ki biz bu insanlara 21 senenin 17 senesinde zulüm ettik” diye konuştu.
Asgari ücrete yapılacak yüzde 25’lik zammın kesinlikle yeterli olmayacağını söyleyen Muhammet Yeşilyurt ise “Bu enflasyonla, bu ekonomide insanların biraz rahatlayabilmesi için en az 33-34 bin lira olması lazım. O bile yetmez de insanları ucu ucuna kurtarabileceğini düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
“Emekli Aylıkları Da En Az Asgari ��cret Kadar Olmalı”
“Asgari ücretin en az 40 bin lira olması lazım” diyen yurttaş Burak Karaca, “Bu şartlarda yeterli değil. Çünkü yeni doğan bir bebekle bu şekilde burada yaşanmaz. Burada yaşanmadığı için de yurt dışına kaçar insanlar” dedi.
Yurttaş Hasan Kamil Çelebi de kiralar ve yaşam masrafları karşısında asgari ücretin en az 25-30 bin TL civarında olması gerektiğini vurguladı. Çelebi, asgari ücrete yüzde 25’lik zam haberleri hakkında ise, “Herkes mağdur olur. Bunu düşünerek, zamların bilinçli bir şekilde yapılması gerekiyor. Emekli maaşının da en az asgari ücretle aynı olması gerekiyor.”
Dahası da vardır: “Türkiye’nin önde gelen iktisatçıları hükümeti “Gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlenmesi” konusunda acil harekete geçmeye çağırdı.
Aralarında Ebru Voyvoda, Korkut Boratav, Ziya Öniş, Özgür Orhangazi, Galip Yalman gibi isimlerin olduğu 126 iktisatçı hükümete çağrı yaptı.
“Türkiye ekonomisinde uzun süredir devam eden yüksek enflasyon sorunu, dar gelirli vatandaşlarımızı ve asgari ücretle çalışanları ekonomik olarak daha kırılgan hale getirmiş ve yaşam standartlarını ciddi ölçüde düşürmüştür” ifadelerine imza atan iktisatçılar şu ifadelere yer verdi:
“Son dönemde uygulanan para ve maliye politikaları, enflasyonla mücadele hedefi doğrultusunda şekillendirilmektedir. Ancak, 2024 yılı temmuz ayında asgari ücret artışından kaçınılması ve 2025 yılı ocak ayı için öngörülen artışın gerçekleşen enflasyon yerine beklenen enflasyon oranı (Yüzde 25) baz alınarak belirlenmesi planı, bilimsel ve sosyal açıdan kaygı vericidir.”
İktisatçılar; enflasyonla mücadelenin toplumsal maliyetinin adil dağıtılması gerektiğini, asgari ücretlilerin alım gücünün korunmasının sosyal devletin bir gerekliliği olduğunu, gerçekleşen enflasyon oranının altında yapılacak ücret artışlarının gelir dağılımını daha da bozacağını, enflasyonla mücadelenin başarısının dar gelirlilerin yaşam standartlarının düşürülmesi pahasına sağlanamayacağını vurguladı.
İktisatçılar bu bağlamda, ekonomi politikasını yönetenleri asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranının dikkate almaya ve gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlenmeye çağırdı.”
Tükenmez, sonlandırılmaz bir kısır döngü içinde hayatın ehven olagelen her şeyden aleni alıkonulması gerçekliğini muhafaza ediyor. Ekonominin çürüten bir unsur haline evrimini nihayetlendiren yönetimin sıradan insana reva gördüğü şeyin, gerçeklikten bir kopuştan da ötesi olmadığı bir kere daha kanıtlanıyor. Ortaya çıkan salt kulis bilgileri, ister özel ister basına açık toplantılarda, sermayenin tahayyülleri doğrultusunda sürdürülen yüzde yirmi beş zam oranının alım gücünün yerlere düştüğü bir zeminde kafa bulmaktan ötesi de olmadığı afişe olmaktadır. Adil, eşit, hakkaniyetli bir çözümlemeyi değil tastamam en kestirmeden cerahat içinde debelenen, tükenmez bir fasit döngüde hayatta kalmanın en büyük kazanım bildirildiği bir zemin var edilir. Altı yıldır ekonomimize saldırıyorlar diye cümle kurabilen baş efendinin, son yirmi bir yıldır var ettiği cenderenin bu bahsin tamamen üstünde yükseldiğini unutmak ne mümkündür. Daha çok su kaldıracak, her şekil ve halde hayata kastın olağan bir mesele dönüştüğü zeminde o asgari ücret bir yaşamsal ol hakların da talanındaki en büyük hamledir. Bütün bu yıkıcı / çürüten düşmanlık bahsine karşı ses yükseltmek ne zamandır? Düşünür müsünüz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Osman ÖRSAL – Reuters – China Daily
Meramda Paylaşılan Haberler
TCMB Başkanı Karahan’ın Asgari Ücrette Zam Oranı Açıklamasına Yurttaşlar Tepkili - ANKA - Evrensel https://www.evrensel.net/haber/532483/tcmb-baskani-karahanin-asgari-ucrette-zam-orani-aciklamasina-yurttaslar-tepkili
126 İktisatçı: Asgari Ücret Artışlarında Hedef Değil, Gerçekleşen Enflasyon Oranı Dikkate Alınmalı - Evrensel https://www.evrensel.net/haber/532246/126-iktisatci-asgari-ucret-artislarinda-hedef-degil-gerceklesen-enflasyon-orani-dikkate-alinmali
#meram#asgari ücret#müştereklerimiz#hayat hakkı#yol#yordam#mana#arzihal#ekonomik#cendere#çürüme#tahakküm#boyunduruk#yüzüncü yıl masalları#kesintisiz tehdit#yıldırı#kuşatma#üç kuruş#devlet101#siyasa#pragmatizm
1 note
·
View note
Text
UNRWA Genel Komiseri Philippe Lazzarini'nin Gazze Açıklamaları
UNRWA Genel Komiseri Philippe Lazzarini’nin Açıklamaları Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) Genel Komiseri Philippe Lazzarini, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, Gazze’nin kuzeyindeki Filistinlilerin zor bir kuşatma altında olduğunu vurguladı. Bu bölgedeki hastanelerin, İsrail’in düzenlediği saldırılara maruz kaldığını ifade…
#Filistin#Gazze#Hastaneler#insani krizin etkileri#insani yardım#kuşatma#Philippe Lazzarini#sığınma merkezleri#Sağlık Hizmetleri#Sosyal Medya#Unrwa
0 notes
Text
Beni derdest eden halkım, sana tapmış nasıl yaptın?
0 notes
Text
Kalıntılar korkunç gerçeği ortaya çıkardı: 'Franklin'in Kayıp Seferi'nde mürettebat kaptanı yemiş!
Tarihe geçen seyahatte neler yaşandı?
Sir John Franklin'in Kuzeybatı Geçidi seferi, günümüzde hâlâ büyük ilgi gören ve hayal gücünü tetikleyen tarihi bir olay. Söz konusu sefer Franklin'in Kayıp Seferi olarak da biliniyor. 1846 yılında Arktika'dan çıkmaya çalışırken Terror ve Erebus adlı gemilerin donup buz tutmasıyla yaşamını yitiren denizciler, insan dayanıklılığının ve aynı anda çaresizliğinin de bir kanıtı konumunda. Umutsuzca eve dönüş yoluna çıkmaya çalışan Erebus'un kaptanı James Fitzjames'in kemik kalıntıları ise yürek parçalayan bir hikaye anlatıyor.
1848'de geriye kalan 105 denizci, gemilerini buzun acımasız dişlerine terk ettiğinde Kaptan Fitzjames, seyir günlüğüne kasvetli bir rapor kaleme alıyordu; bu rapor daha sonra Kral William Adası'ndaki bir kayalıkta bulundu:
HMS gemileri Terror ve Erebus, 12 Eylül 1846'dan beri kuşatma altında olduğundan 22 Nisan'da terk edildi. Sir John Franklin 11 Haziran 1847'de öldü ve seferdeki toplam kayıp bugüne kadar 9 subay 15 er olarak kaydedildi.
“Kurtulan” 105 denizci asla evlerine dönemedi ve muhtemelen adadan da hiç ayrılamadı. O zamandan bu yana denizcilerin kemiklerinin çoğu bu ücra kara parçasında bulundu ve nihai huzura kavuşturuldu.
James Fitzjames'in kimliği ise mürettebatın bilinen torunlarının ve akrabalarının bulunması ve bunların DNA'larının Kral William Adası'nda bulunan kemiklerden elde edilen DNA'larla karşılaştırılmasıyla belirlendi.
Franklin'in Kayıp Seferi'nde ne yaşandı? Aslında yolculuk sorunsuz ilerliyordu. Atlantik geçilirken hava şartları zorlasa da sefer devam etti. Lancaster Boğazı'ndan geçen sefer, daha sonra Franklin Boğazı adını alacak boğazda ilerledi. Daha sonra şartlar kötüleşti ve Kral William Adası açıklarında Victoria Boğazı ortasında buzlar arasında sıkışıp kaldılar.
İlk etapta 3 genç denizci öldü. Felaketzedeler gömüldü ve bundan sonra sefer bir trajediye dönüştü. Zira buzlar 1846 ilkbaharında da erimedi ve gemiler bir daha buz kapanından kurtulamadı. Mürettebat 18 ay boyunca buz esaretinde kaldı, erzak tükendi, seferin lideri kaptan Sir John Franklin Haziran 1847'de öldü. 22 Nisan 1848'de sağ kalan mürettebat nihayet gemileri terk etti ve Kuzey Amerika anakarasına içlerine doğru sandallarla ilerlemeye çalıştı.
Yıllar sonra İnuit yerlileri ifadelerinde hastalıklı, zayıf onlarca üniformalı adamın kendilerinden yiyecek ve malzeme dilendiğini belirtmişti. Nihayetinde coğrafyayı tanımayan mürettebatın zaman içinde yaşamını yitirdiği aktarılıyor.
Fitzjames'in soyundan gelen birinden alınan örnek, bugüne kadar kurtulan 400'ü aşkın insan kalıntısından birinin dişinden alınan DNA ile başarılı bir şekilde eşleşti. Bu tanımlama, King William Adası'ndaki Franklin kalıntılarından şimdiye kadar yapılan sadece ikinci kimlik tespiti olarak tarihe geçti.
DNA eşleştirmesi acı gerçeği ortaya çıkardı
Dişte bulunan DNA ile uyumlu çene kemiği Fitzjames'in talihsiz kaderinin en azından bir kısmını gün yüzüne çıkarıyor. Zira çene kemiğindeki çentikler bilinçli kesimle tutarlı; bu da muhtemelen aç ve ölmek üzere olan mürettebatın, kaptanın naaşından olabildiğince faydalandığını yani onu çaresizlikle yediklerini gösteriyor.
Kanada'daki Waterloo Üniversitesi'nden arkeolog Douglas Stenton, “Bu, kaptanın en azından hayatını kaybeden diğer denizcilerin bir kısmından önce öldüğünü ve keşif ekibinin kendilerini kurtarmaya çalıştığı son çaresiz günlerde ne rütbenin ne de statünün belirleyici ilke olabildiğini gösteriyor” ifadelerini kullanmakta.
Bu durum o dönemdeki raporlarla da örtüşüyor: 1850'lerde kayıp kaşifleri bulmak için yola çıkan İngiliz keşif heyetleri, Kral William Adası'ndaki kalıntılarda yamyamlık belirtileri görüldüğüne dair raporlar kaleme aldı. İngilizler o dönemler biraz da ırkçı bir yaklaşımla “yamyamlığı” Kral Williams Adası'nda yaşayan İnuit haklarına atfetmişti.
90'larda yapılan araştırmalar da iddiaların doğruluğunu ortaya koydu: Arkeolojik kazılarda bulunan bireylerden en az dördünün kemiklerinde “kasaplık” yapıldığına dair bulgular mevcuttu.
Ancak bu ne bir suç hikayesi ne de korkunç bir skandalın müstehcen bir öyküsü... Aksine bu trajedi dayanıklılıklarının sınırında olan çaresiz adamların hikayesi. Muhtemelen açlıktan ölüyorlardı, hastaydılar ve uzun süredir yeterli beslenemiyorlardı. Yiyecek kıttı hatta yok denecek kadar azdı. Bu gibi durumlarda, yamyamlık hayatta kalmak için maalesef son çare olabilir.
Kaptan James Fitzjames ve gemisi Erebus. Fotoğraflar: Sotheby's (solda), Wiki Commons (sağda)
Waterloo Üniversitesi'nden antropolog Robert Park, “Bu, Franklin denizcilerinin şimdi bakınca hayal bile etmek istemeyeceğimiz bir şeyi yapmak konusunda ne kadar çaresiz kaldıklarını gösteriyor” şeklinde konuşuyor ve şöyle devam ediyor:
“179 yıl önce keşif gezisinin Arktika'da kaybolmasından bu yana, mürettebatın nihai kaderine dair yaygın bir ilgi oluştu ve bu ilgi birçok spekülatif kitap ve makalenin yanı sıra, son olarak, yamyamlık temalarından biriyle korku hikayesine dönüşen popüler bir mini dizinin dahi ortaya çıkmasına neden oldu. Bunun gibi titiz arkeolojik araştırmalar, gerçek hikayenin de en az onlar kadar ilginç olduğunu ve öğrenecek daha çok şeyimiz olduğunu gösteriyor.”
Bu araştırmayla Fitzjames, Franklin seferinden yamyamlığın ilk tespit edilen kurbanı oldu. Kurtarılan kemikleri, diğerleriyle birlikte bir höyüğe konuldu ve hayatlarını kaybettikleri yere bir anma plaketi yerleştirildi.
Stenton ve meslektaşları, keşif ekibinin diğer torunlarının kendileriyle iletişime geçerek kalıntıların geri kalanını teşhis etmeye çalışmaları çağrısında bulunuyor. Muhtemelen anlatılacak daha çok şey var...
Kaynak: Science Alert, Journal of Archaeological Science: Reports / Metin Aktaşoğlu tarafından yerelleştirildi.
41 notes
·
View notes
Text
Vasiyetim şudur ki: Silaha, pazarlık konusu olmayan onurunuza ve ölmeyen hayalinize sımsıkı sarılın. Düşman, bizi direnişi bırakmaya, davamızı sonu gelmeyen bir müzakereye dönüştürmeye zorluyor.
Ancak size diyorum ki: Haklarınız üzerinde pazarlık yapmayın. Direniş sadece taşıdığımız bir silah değil, her nefeste Filistin’e olan sevgimizdir; kuşatma ve saldırıya rağmen var olma irademizdir.
Yahya Sinvar
16 notes
·
View notes
Text
Gidiyoruz, tatlı bir vedayla çokta gürültü yapmadan, kırmadan dökmeden, usulca ve asilce, derinden bir sessizlikle..
Hayatlarımız yakınlarımızın yabancılıklarıyla kuşatma altında...
Ne içi dolan dostluklar,
Ne içi dolan akrabalıklar mevcut!
Yakınlar uzak olmuş, uzaklar yakın... işin garip tarafı iddialar boy gösteriyor meydanlarda, lakin ne hazindir ki isbatına sıra gelmiyor...
"Ben varım, seninleyim!" diyenlerin varlığı sıra sıra...
Halbuki çogu vakit cismen bile olunmuyor ...
Hakikaten hakiki insana, samimiyete olan susuzluğumuz göldeki susuzluğa denk...
Dostum diyorsun aradaki rekabeti görüyorsun,
Ailem, yarim diyorsun onlarda bile vefasızlığı yaşıyorsun.
Sonra da ele güne varınca,
"'Sen nerelerdesin!' diye yakınıp durulduğunu işitiyorsun.
İş işten geçince kiymete biniyorsun, veda edince vefayı hissediyorsun.
Bilmem ki neden sevgideki bu cimriligimiz,
Bilmem ki neden vefadaki umursuzluğumuz,
Bilmem neden ihtiyacımız olduğu halde kimseleri
görmemekliğimizdeki Israrımız ?
Bilmem ki neden ?
98 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
204. BÖLÜM - 500 kişi bulmaya çalışmak - eski bir dostla karşılaşmak
“Ne peki?” Xie Lian sordu.
Jun Wu konuyla ilgili biraz sessiz kaldı, konuşmadan önce uzun süre düşündü, “XianLe, neden birden hocan aklına geldi? TongLu dağında bir şeyle mi karşılaştın? Onunla alakası olan?”
Xie Lian kendine geldi ve daha fazla soruyla baskı yapmaya başlamadan önce ötelerden bir yerden bir yaygara koptu. Jun Wu konuştu, “Hepinizin daha önce bahsettiğiniz üç dağ ruhunu görüyorum, gerçekten acayip. Önce onlarla ilgileneceğim, konuşmayı daha sonra yaparız. Yine de XianLe, sen sorularını sordun. Sadece bir şeyi unutma; hocan hiç de basit bir karakter değil. Eğer onunla karşılaşırsan, çok daha fazla dikkatli ol.”
Böylece sessizlik oluştu, “Lordum?” Xie Lian seslendi.
Jun Wu geri cevaplamadı. Bir tane dağ ruhu bile dövüşmek için oldukça zorluydu, üç tanesiyle karşılaşma ve kuşatma muhtemelen çok daha zor olacaktı. Geçen sefer sınırsız bir ruhsal güç kullansa ve cennetvari bir ilahi heykel kontrol etse de kendi başına onunla baş edemezdi. şimdi ise Jun Wu tek başına onlarla yüzleşecekti, muhtemelen iyice odaklanması ve büyük bir çaba sarf etmesi iyi olurdu.
Xie Lian, Hua Cheng'e konuşmalarının kısa bir özetini anlattı, artık adımlarını durdurdular.
O anda geniş ve açık bir caddede konumlanmışlardı. Gökyüzüne doğru bakıldığında, kasvetli bulutlar ayı gizlemişti, yaratıklara benzeyen soluk iplikler ve siyah duman dizilerinin soğuk ayın önünde temiz bir suya damlamış mürekkebin dağılması gibi sürüklendiği görülebiliyordu.
Bunlar Wu Yong Kutsal Tapınağından gönderilmiş kederli ruhlardı. Saraydaki kralın aurası ve çeşitli tanrıların tapınaklarından çıkan kutsal parlamalar dinsel bir kalkan oluşturduğundan henüz içeri girememişlerdi. Bunun gibi doğal bariyerler bu gibi acımasız yaratıkları dışarıda tutabilirdi, böylece ruhlar sadece gökyüzünde dönerek gezmekten başka bir şey yapamıyorlardı.
Neredeyse tüm kale şehirlerinde böyle kalkanlar vardı çünkü üstün karakterler ve etkileyici cennet mensupları her yerde görülebilirdi; onların söylediği gibi, zengin topraklar yetenekleri besler.
“Kalkana takviyeler eklediğimiz sürece durum iyi olur.” Dedi Hua Cheng.
Ancak sorun, nasıl güçlendirileceğiydi? Xie Lian sordu, “Tılsım büyüler mi? Ruhsal eşyalar mı?” ve ekledi; “Muhtemelen bunlar yeterli olmaz.”
Bu kederli ruhlar kraliyet başkentinin tüm gökyüzünü sarmıştı, bu da demek oluyordu ki milyonlarca tılsım veya ruhsal eşyaları olmadıkça dayanamazlardı. Xie Lian ileri geri yürüyor, dişlerini gıcırdatıyordu, “San Lang, bariyeri destekleyebilecek bir fikrim var ama… biraz insan lazım.”
“ne kadar?” diye sordu Hua Cheng.
“çok.” Xie Lian cevap vardı. “olabildiği kadar çok. En azından beş yüz kişi.”
“ölü mü canlı mı?”
Ciddiyetle dinliyordu, hiç şaka yapan bir yüzü yoktu. Xie Lian cevapladı; “canlı, ölüler olmaz. Ruha ve kederli ruhları uzaklaştırmak için yaşayanların Yang[1] aurasına ihtiyacım var.”
“Eğer durum buysa, o zaman bu onların da gönüllü olmaları gerektiği anlamına geliyor” Hua Cheng yorumladı.
“haklısın, gönüllü olmaları gerekli.” Xie Lian cevapladı. “ayrıca koruma ve savaşma istekleri de olmalı. Eğer kalplerinde korku varsa istekleri zayıfsa ruhlar içeri girme şansını elde edebilirler.”
Hua Cheng başını onaylar şekilde salladı; “Tıpkı askerlerin ön saflarda savaştığı gibi, kazanmaya en istekli olanlar, en çok inanca sahip olanlar olmalı. Çünkü eğer çaresizce buna zorlanırlarsa veya hiçbir savaşma ruhuna sahip olmadan kaçışırlarsa asla kazanamazlar, karanlık ve acı verici bir yenilgiye terk edilmiş bir sonları olur.”
“Çok haklısın.” Dedi Xie Lian. “Acaba San Lang bu insanları bulabilir mi?”
Biraz düşündükten sonra, Hua Cheng yavaşça cevapladı, “Gege, eğer ölüler lazımsa ne kadar lazımsa istemediğin kadar getirebilirim. İstemsiz yaşayanlardan da. Ama bu duruma karşı istekli olanları bulmak o kadar kolay olmayacak.”
Bir duraklamadan sonra devam etti, “Ölümlüler aleminde hayalet kralın kesinlikle çok sayıda inananı var, ama biliyorum ki ilk olarak benden çok korktuklarından, ikinci olarak da bana soru sormak istediklerinden bu durum böyle. Yani benden korktukları için bana itaat ediyorlar. Onları korkuyla zorlayabilirim ya da yarar sağlayarak kandırabilirim ama bu şekilde muhtemelen Gege’nin istediği gerçekleşmeyecek. üzgünüm”
Xie Lian, bunu dinlerken büyülenmişti, şöyle devam etti: “Hayır özür dilemene gerek yok. Hadi beraber başka bir yol düşünelim.”
“En. Yine de Gege, iyi haberler var.” dedi Hua Cheng. “Önümüzdeki yaklaşık 50 metre uzaktaki köşede bir grup yaşayan insan var.”
Xie Lian da onları hissetti, insanlar köşeyi dönmüş devam ederken onları görmek için ileriye doğru koştular. Onun ani ortaya çıkışıyla insanlar şaşkınlıkla bağırdılar “HAYALET!!!”
Xie Lian yakından baktı ve onları tanıyıp neşeyle bağırdı, “Millet, ne hayaleti. Benim!”
Çeşitli keşişlerden ve efsunculardan oluşan bu grup çok tanıdıktı. Önde gelen kişi gösterişli elbiseler giymiş bir efsuncuydu –Cennetin gözü değil miydi? Ve arkasında büyük bir grup, bunlar geçen acımasızca onları rahatsız eden ve gölgeli hanın çatısından yerlere serilen keşiş ve efsuncular değiller miydi?
Xie Lian’ın arkasında elleri kenarda rahatsa savrulan Hua Cheng yaklaştı. Şu an kesinlikle hiç de çocuk gibi değildi, kayıtsız ve soğuk bir gülümsemesi vardı. cennetin gözü ve diğerleri görür görmez oldukları yerden üç metreye kadar geriye kaçtılar. “Bir de diyorsun ki hayalet yok. Ondan daha hayaleti mi var. O HAYALET KRAL!!!”
Hua Cheng’in gülüşü soldu, sinirden dilini şaklattı çünkü yorum yapmak için çok tembel hissediyordu. Xie Lian şu anda her yerde yaşayan ruhları arıyordu dolayısıyla aceleyle ellerini kaldırdı, “Millet! Tam da zamanında geldiniz. Bir şey vard…” elini kaldırdığı gibi öyle abartılı bir tepki verdiler ki Xie Lian bile bu kadar beklememişti. Yerlere yatıp bas bas bağırmaya haykırmaya başladılar, “GİZLİ SİLAHINA DİKKAT EDİN!!!”
“…”
Xie Lian’ın onların korkarak andığı ‘gizli silah’ın ne olduğu konusunda biraz sessiz kalıp düşünmesi gerekmişti. “Korkmanıza gerek yok! Gizli silahım falan yok!” ‘Bozulmaz İffet Köfteleri’ öylesine unutulacak bir şey değildi ki zaten, tek başına sadece onları yapmak için gereken bıçak işi bile yarım günlük zaman istiyordu. Ekledi, “Ayrıca geçen sefer ben size hiçbir şey yapmama rağmen beni zorladınız, artık daha az neden var.”
Bunu duyan kalabalık biraz kafa yordu, mantıklı olduğunu düşünerek hızla yerden yukarıya doğru süründüler, üzerlerini sirkelediler ama hala ellerinde ruhsal aletleri ve tılsımları vardı ve mesafeyi koruyorlardı. Cennetin gözü konuştu, “Şunu söyleyeyim Daozhang, seni uzun süredir görmedik ama vücudundaki şeytani öz daha da kötü olmuş. Bence hâlâ bir şans varken şimdi geri dönmen en iyisi. Bahsetmişken, neden bu kadar kötü biliyor musun? Seni korkutmak istemem ama, artık yüzünüzü net bir şekilde zar zor görebiliyorum.”
“…”
Xie Lian onu dinlerken gittikçe kızarıyordu, Hua Cheng’e bakmaya, bakarken görülmeye cesaret edemiyordu. “Bunu sonra konuşalım. Millet! Gece gökyüzünde işaretleri gözlemliyordum ve bazı uğursuz yaratıklar gördüm. Siz de gördünüz mü?”
“Tabii ki gördük!” dedi cennetin gözü. “Gece gökyüzündeki işaretleri gözlemlemek her gün yapmamız gereken ödevdir. Ve burada bazı canavarların veya hayaletlerin sorun çıkardığını düşündüm, ama olabilir mi, yoksa Hua Cheng… Zhu mu?”
“Hayır tabii ki?” dedi Xie Lian. “Yoksa sizi gelip burada uyarmazdım. Biz de bu sebeple geldik, kraliyet başkentinin aurasını güçlendirmenin yollarını düşünüyorduk.”
Cennetin gözü şüpheliydi, “Siz ikiniz? Çare düşünüyordunuz?”
“Hayalet Kral neden bu kadar iyi kalpli olsun ki?”
Hua Cheng sırıttı, “İyi kalpli olduğumdan değil. Ama eğer kraliyet başkenti için bir şeyler yapmak isteseydim, bu aura kalkanının beni durdurmasının hiçbir yolu yok.”
Efsuncular ve keşişlerin ifadeleri asla okunamıyordu. Xie Lian hemen gardlarını indirmeyeceklerini ve ayrıca onları zorlayamayacaklarını da biliyordu. “Daha önce gökyüzündeki o yaratıklarla karşılaştım, onlarla baş etmek gerçekten çok zordu. Eğer kraliyet başkentinin koruyucu kalkanı kırılıp zorla içeri girmelerine izin verirsek her şey kaosa sürüklenir, yani şu anda bir dizi oluşturabilmek için yardım arıyorum, yaklaşık beş yüz kişiye ihtiyacım var.”
Cennetin Gözü’nün ağzı bir karış açıldı, “Beş yüz mü? Sırf bu rün için bu kadar çok kişi? Hiç bu kadarını duymamıştım.”
Xie Lian beş yüz kişinin minimum sayı olması gerektiğini söylemeye kalbi el vermedi. Açıkça söylemek gerekirse en azından sekiz yüz kişi gerekliydi. Efsuncu ve keşiş grubu mırıldanmaya başladılar, “Ben de hiç duymadım, herhangi bir kitapta falan gören var mı?”
“Bu yaratıklar cidden o kadar mı güçlü mü?”
“Sadece canavarların bir ısırıkta beş yüz tane yediğini duydum, daha önce bir rün için bu kadar çok kişiye ihtiyaç olduğunu görmedim.”
“Tehlikeli mi?”
Ciddi düşünme ve taşınmalardan sonra Xie Lian dürüstçe cevap verdi, “Emin olamam, bekli evet belki hayır. Daha önce böyle bir rün çizmediğimden sadece yüzde sekiz eminim.
Bu rün Xie Lian’ın bir kitapta okuduğu veya birinden öğrendiği bir şey olmadığından kitaplarda da bununla ilgili bir şeyler bulmak imkansızdı. Ama son sekiz yüz yıl boyunca üzerinde düşünüp durduğu ve yürürken aklında dolaşan bir şey vardı; insan yüzündeki hastalık yeniden ortaya çıkarsa ne yapılması gerekirdi? Muhtemelen öylece oturup hiçbir şey yapmamış olması imkansızdı. O zamanlar aslında yine bu büyük krizle yüzleşmek zorunda kalacağını düşünmediğinden kullanılabilir bir metot da bulabilmiş değildi.
Diğer taraftan diğer grup bir süre aralarında tartıştılar, Cennetin Gözü, “Bizde o kadar kişi yok. Ek olarak…”
Ek olarak Xie Lian ve Hua Cheng’e güvenmiyorlardı.
Ellerinden bir şey gelmezdi. Sonuçta onlar insan yüzü hastalığının nasıl bir felaket nasıl güçlü bir şey olduğunu bilmiyorlardı. Ayrıca Hua Cheng ile yaşanmış geçmişteki anlaşmazlıklar göz önüne alındığında böceklerden başka hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde oynandıkları çok sayıda vaka olmalı. Aslında Xie Lian onların hocaları ve belli sayıda öğrencileri olabileceğini düşünmüştü, bu yüzden belki üç yüz dört yüz kişi olsun bulabileceğini ve kalanının da bir şekilde halledilebileceğini umuyordu, ama bu umut tamamen nafileydi.
“Gege, bunlar için nefesini tüketme” dedi Hua Cheng. “Gidelim.”
Xie Lian başını salladı ve onunla birlikte ilerlemeye devam etti, en azından cesareti kırılmamıştı. Cennetin gözü ve diğerleri oradan hemen ayrılmamış ve gizlice onları takip ediyorlardı. Xie Lian tamamen sessizdi, takip etmelerinin nedeninin Hua Cheng’in kraliyet başkentinde sorun yaratmasından korkmaları olduğunu düşünüyordu. Onların endişeleri iyi kalpli olduklarındandı, bunun komik olduğunu düşündü ama umursamayı bıraktı. Hua Cheng bir öneride bulundu, “Neden gecekondu mahallelerine gitmiyoruz? Cesur ve inançlı olan ve ölümden korkmayanların sayısı oldukça fazla olmalı orada. Belki arayışımız orada daha verimli olur?”
Böylece ikisi rotayı değiştirdiler ve kraliyet başkentinin gölgelerine doğru gittiler. Oldukça yıkılmış bir tapınağa denk geldiler ve dışarıdan bir göz attılar. Tapınakta bir grup insan yerlerde uyuyor ve bu durum tapınağın dışına kadar uzanıyordu. Bir grup evsiz veya dilenci olmalılardı. Hava buz gibi, yerler soğuk ve insanların kıyafeti eski püsküydü. Kadın, erkek, çocuklar vardı ve hiçbiri bu derece yakınlıktan rahatsız gibi değildi.
Bazıları yırtık pırtık hasırı almış, bazıları ısınmak için samana sarılmış bazıları da öylece yerde yatıyordu. Bazısı uyanık bazısı esniyordu, bir kenarda bazıları yaralarının acısından inlerden diğer tarafta diğerleri birbirinin üzerindeki pireleri koparıyordu. Hatta topal bacağını sürüyor gibi olan hastalara su taşıyan birisi de vardı. İçeri girmeden önce garip izler ve boğucu kokular çoktan dışarıya kadar çıkmıştı.
En lüks ve hareketli bölgenin, en pis, en yıpranmış gecekondu mahallelerine bu kadar yakın olması ve aralarında yalnızca bir sokak olması, aradaki zıtlığın gerçekten ağıt yakılasıydı. Tabii ki Xie Lian’ın ağıt yakmaya zamanı yoktu. Eşikten geçerek seslendi, “Yardım için el uzatabilecek birileri var mı?”
Birisi sayıp sövmeye başlamadan önce kimse sesini çıkartmamıştı; "SANA TANRI YARDIM ETSİN! BANA DA BİRİ YARDIM ETSİN TABİ! UYUYORUZ ŞURADA DEFOL GİT!”
Xie Lian üstüne alınmadı ve dedi ki, “Durum çok acil, yardım etmeye istekli olursanız eminim ki… Kesinlikle dünyaya refah getireceksiniz!”
“Çok takdir edilesi” demek istemişti ama sadece teşekkür için gelselerdi akılları bulanık olur diye demedi. Tapınağın içindeki dilenciler daha da sert küfrettiler. “BU LANET DÜNYANIN LANET REFAHININ BANA SAĞLADIĞI NE VAR Kİ SANKİ?”
Birisi sordu, “Karşılında bir bedel falan var mı?”
Xie Lian geriye baktı ve Hua Cheng'in gözleri hoşnutsuzlukla parlıyordu, neredeyse zıvanada çıkacaktı ki Xie Lian onu kenara çekip sessizce, “Henüz değil. Sen söyledin San Lang, katılmak için onları zorlayamaz ya da kandıramayız. Onları ikna etmek için zamanımı ayıracağım. Buradan işimize yarayabilecek yetmiş seksen kişi çıkabilir.
Ancak o zaman Hua Cheng'in gözlerindeki keskin parıltı soldu. Tam o sırada hafiften tiz bir ses geldi, “Hey hey hey! Millet, beni dinleyin. BENİ DİNLEYİN! ŞU SESİ KESİN! Önce ne diyecekler onu dinleyelim!”
Bunu duyan Xie Lian etrafına bakındı, konuşan sakat bacaklı dilenciydi. Giysileri yırtık pırtık, yüzü kirli, saçları darmadağınık, sıska, bir deri bir kemikti, yüzü net olarak karanlıkta seçilmese de sesi oldukça gençti. Bir eliyle kalabalığı selamladı ama ilginç olan sadece bir elini sallamasından dolayı duruşu biraz tuhaftı. Diğer dilenciler onu dinliyor gibi görünüyordu, bu yüzden bağırış sesleri azalmıştı.
“Teşekkür ederim!” seslendi Xie Lian ve zaman kaybetmeden elinde bir avuç meşalesi yakarak etrafı aydınlattı. Dilenci kalabalığı korkudan çığrışmalara başladılar ki bu sayede henüz uyanmamış olanlar da uyandı. “NE ÇEŞİT GARİP BİR BÜYÜ BU?”
Xie Lian ifadesini düzeltti, “Garip bir büyü değil, ruhsal güç. Bu da benim sözlerimin doğruluğunu kanıtlıyor. Doğruyu söylemek gerekirse durum şu; kraliyet başkentinin etrafını sarmış hayalet ve yaratıklar var ve saldırmak üzereler. Kraliyet başkentini koruyucu rün oluşturabilmek için beş yüz kişiye ihtiyacımız var. kim gönüllü olmak ister? Yalan söylemeyeceğim tehlikeli olabilir. Bu yüzden zorlamayacağım, sadece istekli olanları soruyorum.”
“…”
O yıkılmış tapınağın içinde bir sessizlik battaniyesi vardı. Dilenciler birbirine baktı ama içinden hiçbiri buna istekli olduğunu söyleyerek öne çıkmadı. Biraz zaman sonra biri konuştu, “Kraliyet başkentini korumak mı? Unut gitsin!”
Xie Lian adama baktı, adam kendi kendine mırıldanarak yere uzandı, “Kraliyet başkenti beni korudu sanki, hah, tabi bizden onları korumamızı isterlerdi. Ne halt ederseniz edin, beni hiç ilgilendirmez!”
Kayıtsız ses tonu öfkeyle doluydu. Xie Lian'ın anlayamadığı şey değildi ama elinden de bir şey gelmezdi. Açıkçası, bu tapınak tıpkı o adamın olduğu gibi aynı fakirler ve acılarla doluydu. Hiçbir karşılığı olmadığından kraliyet başkentinde geçirdikleri günler o kadar da iyi değildi, kim böyle bir zamanda yardıma gitmek isterdi ki? Zaten kışın ortasıydı, tapınağın içi ölesiye soğuktu ve kim çıkmak isterdi ki?
Xie Lian son kez şansını denedi, “ Eğer o yaratıklar kraliyet başkentini işgal ederse korkunç derecede kötü bir veba ortaya çıkacak ve bundan herkes etkilenecek.”
Yaşlı dilenci yere uzarken konuştu, “Hangi veba vücudumdaki bu karmaşık yerlerdeki yaralardan daha kötü olabilir ki?”
“Eğer bir veba olacaksa neden burayı terk etmiyorsunuz, ha? Burada kalma zorunda değiliz, zaten burası da berbat bir yer, nereye gitsek aynı şey.”
“Kraliyet başkentindeki güçlü, seçkin eski efendiler ve hanımları gitsin, birileri gidecekse neden biz gidelim?”
“Şey…” Xie Lian onlara doğrudan söyleyemedi. O güçlü, seçkin eski efendiler ve hanımlar da aynı şeyi düşünürdü; ben gitmem zaten kesin birileri gider. Ayrıca kraliyet başkentinde bir düzenleri olduğundan ve tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarında daha fazla şey olurdu, bırakamazlardı, böylece inançları daha da güçlü olurdu. Tabi onlar da bu şekilde düşünürse böyle olurdu, yoksa başarıya ulaşılamazdı.
Bir süre bekledikten sonra kimse ileri adım atmadı ve Xie Lian kararlı bir şekilde şöyle dedi, “Pekala, davetsiz geldiğim kusura bakmayın.”
Arkasını döndü ve yıkık tapınağı terk ettiler. Hua Cheng onu rahatlatarak, “Endişelenme, Gege. Benim de yanımda hareket eden insanlar var. Durumlar bildirildi, o insanları bulabiliriz.”
Xie Lian başını sallayıp onayladı. Ama aslında ona göre soru beş yüz kişinin bulunması değil bunu yapabilmek için gerekli olan zamanın tükenmesiydi, ayrıca sırf sayısı tamamlamak için alınan insanlar da ters etki oluşturabilirdi. Gökyüzüne bir bakış attı, dönüp dolaşan siyah bulutlar hala gökyüzünü kaplıyordu, amaçları ise tahmin edilemezdi.
Tam o sırada, aniden arkasından bir ses yükseldi, “BEKLEYİN BEKLEYİN BEKLEYİN! --BEN GELİRİM!”
Bunu duyan Xie Lian şaşırdı ve kafasını salladı. Sakat bacaklı adam tapınaktan topallayarak fırlamıştı. “Aradığınız insanlar, canlı oldukları sürece sorun olmaz değil mi? Yani sakat olsa da olur, haklı mıyım?”
Adamın hareketlerinin neden tuhaf olduğu ortaya çıkmıştı, yalnızca topal bir bacağı yoktu ayrıca bir kolu kırıktı ve kayıtsız ve gevşek şekilde sallanıyordu.
Nihayet gönüllü olarak öne çıkan birisinin olduğunu görünce Xie Lian’in kalbi mutluluk dolmuştu ve hemen cevapladı, “Kesinlikle sorun değil”
Bu adam da oldukça açık sözlüydü, “O halde anlaştık! Beni de götürün!”
Tapınağın içindeki dilenci kalabalığı şok oldu, “NE YAPIYORSUN SEN?? DİNLEMEDİN Mİ? TEHLİKELİ OLACAKMIŞ!!!”
“EVET! AYRICA ÖDEME DE YAPMIYORLAR! O KADAR KONUŞTULAR AMA ASLA PARADAN KİMSE BAHSETMEDİ!”
“KENDİ BULANIK SULARA ATMA!! GERİ GEL OL’ FENG!!”
“…”
Daha önce Xie Lian bu adamın fazlasıyla tanıdık göründüğünü düşünmüştü, ama hafızasındaki görünüşüyle bu hali tamamen farklıydı, ayrıca sesi de biraz pürüzlüydü bu yüzden Xie Lian tanıyamamıştı. Artık yan taraftaki insanların ona Feng olarak seslendiğini duyduğunda dank etmişti.
Xie Lian onu yakından izledi ve inanamayarak şöyle dedi: “…Lordum Rüzgar Ustası???”[2]
Dilenci yüksek sesle güldü, elini uzatıp yüzünü kaplayan siyah saçlarını kenara çekti, “Beni yakaladınız, Ekselansları!” o pis siyah saçlarında öncesinde de olduğu gibi parıl parıl parlayan bir çift göz vardı.
[1] Ying-yang’ın yang’ı: güneş, erkek, yaşayan
[2] Şimdi şurada ağlamaya başlayabilir miyim? Yavrucak ne hale gelmiş ☹
16 notes
·
View notes
Text
10 yaşında şehit edilen Gazzeli Abdülkadir El Hüseyni'nin mektubu:
"Eğer ölürsem veya savaşta şehit olursam, bizi yüzüstü/yardımsız bırakan Arap liderlerini asla affetmeyeceğim. Yiyecek ve içecek olmadan zor günler geçirdik ve genç yaşıma rağmen saçlarımı ağartan bir kuşatma yaşadık. Allah sizi affetmesin ve sizi bağışlamasın. Vallahi 7 kat göğü yaratana (Allah’a) sizi şikayet edeceğim.Affına sığınıyorum anne, seni çok seviyorum, (bu dünyadan) ayrılığım için üzülme.” Mısır, Yemen, Ürdün, Cezayir, Libya, Lübnan, Tunus, Sudan, Somali ve Malezya halklarına ve kendilerini destekleyen tüm halklara da seslenen Muhammed, Gazze’nin onlara emanet olduğunu vurguladı: “Kendi hâline terkedilen Gazze size emanettir. Unutulan Gazze size emanettir. Size yemin ederim ki, ve size vasiyet ederim ki, ben sizi çok seviyorum… Bizi yüzüstü bırakmayacağınıza inanıyorumMektubumu bulan herkes, onu paylaşsın. Ben Allah’ın izniyle (inşaAllah) şehidim.”
Zulme ses çıkarmayan hala kendi rahatını düşünen ve bir şeylerden vazgeçmeyenler, ahirette bunun hesabı büyük olacak. Daha geçen gün Refah'ta çocuklar şehit olmuşken bizim bu suskunluğumuz niye. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın kafasındasınız. Bir şeyleri duymazdan, görmezden gelmeyin artık. Ne zaman uyanıp gerçekleri göreceğiz?
#free gaza#mescidiaksa#free palestine#boycott#kudüs#kudüsi̇slamındır#kudüsesahipçık#kudüsbizimdir#kudüsmüslümanlarındır#özgür filistin#filistin inisiyatifi#nehirdendenize özgür filistin
18 notes
·
View notes
Text
realizing there’s still some basic terms in Turkish I don’t know like “sales tax” or “bank account” because they’re boring and I decided to learn words like ejderha (dragon) and kale (castle) and kuşatma (siege) instead
5 notes
·
View notes
Text
Baskılama
Kabul edilebilir olanın ötesine fersah fersah geçmiş bir baskılama hali içinde memleket ol yer / ev cürmün kılınır. Yüzsüzlüğün, arsızlığın, kötülüğün en kestirmeden kötülükle hala hemhal aksiyonun istikametinde bir cürüm sarmalı çürüten bir yer gerçek kılınır. Bariz bir halde behemehal erk, muktedir, iktidar kendi sahasından siyasetinden, medyasına cürmü imal ederken eşlik eden tüm kesimlerle birlikte bir yargı sahnesini / çukurunu imal eder. Hükümler daima sıradana karşıttır. Yargı ve değerlendirmeler doğrudan doğruya daim bir halde cezasızlık zırhını kuşanan kesimlerin var ettiği suçların tam da ortasında o yıkıcılık halini birlikte canlı kılar. Yeni, dönüşmüş, güncel ülke tiradı bu bahsin etrafında yükselir. Toplumu dönüştürürken madun siyasetin, pragmatizm dolu hallerin üstünden güncellenen her eylem cürümle iltisaklıdır. Demokrasi, hürriyet, eşitlik, insan hakları, adil bir düzen ve herkse eşit kılınan bir hayat imgesi gibi eylem, edim ve hakların yıkıma terk olunduğu bir sahnenin meselesidir cürüm. Bu istikameti vahametin esiri kılan iktidarın sunduğu şey kalıcı bir karanlıktır, kapkaranlık. Cürüm var edilirken yaşam dönüştürülürken “hayatın ol hakkı” iş bu şimdiden çalınandır.
Baskılama lafta değildir hiçbir zaman. Yüzüncü yılına gelesiye kadar bir memleketin tam olarak sınırlandırılmasına ve her kesimden insanın canından bezdirilmesi haline aralıksız saldırılar var edilir. Gayrimüslimin, 1915-1923 sonrasında kalakalmış, hiçbir yere gitmeyi var edemeyenleri sınırlandırmak için hamleler var edilir. Soykırım eşiğini çoktan geçmiş ol hayatların, karanlıktan çıka gelenleri yeni ülke daha ağır kuşatmalarla baş başa bırakır. Can almak dışında her şeyin serbest kılındığı bir cendere var edilir işte. Vatandaş Türkçe Konuş bahsinden, 6-7 Eylül’e, Varlık Vergisinden, Aşkale Sürgünlerine, en sonuna bir ek olarak var edilmiş 20 Dolar 20 Kilo sürgünlerine devamlılık içinde hayatta kalmanın iş bu sahnede imkansıza yakın kılınmasının cerahatli tezahürü var edilir. Sürekli ivmesi artan bir tahakküm veçhesi içerisinde ol yaşam aksiyonunun kısıtlanması söz konusu edilendir. Hem kimdir ki bir gayrimüslim bu topraklarda. Ekmeğini yiyip, suyunu içip bunları tam anlamıyla kendi imkanlarıyla var etse dahi bir biçimde o Türklüğe biat / itaat etmesi beklenip duran bir zeminde baskılama halinin sunduğu perspektif hayatın hiçleştirilmesi bahsini diri tutar. Demokrasiye geçildiği zikredilen, ikinci yüzyılını arşınlıyor olduğundan bahis açılan bir menzilde hemen her durumda nefret / şiddet sarmalına ilk rehin edilecekler olarak anılan gayrimüslimin başına getirilenler o sınırlama / baskıcılık iklimi içinde hayatın nasıl da ehven olandan alıkonulduğunu gösterir.
Duraksamak bilmeyen o öğütücü, sınırlandırıcı akım bambaşka hamlelerle Kürd’ü, Ezidi ve Alevi halklarını, imkan ve olasılık dahilinde Lazlardan, Hemşinli Müslümanlaştırılmış Ermenilere kadar genişçe bir perspektifte koca bir sahada yaşamda olagelen insanları belli kıstaslara göre ayrıştırması kesintisiz var edilir. Bunların yekununda çıka gelenlerin hepsi bütün o cerahatli baskılama ikliminin sunduğu hallerin rehini sahayı bildirir. Yarınlar ne getirir! Dün bu ülkede yurttaş dahi sayılmaması salık verilenlere var edilmiş kötülüğün bu sahnenin öteki sakinlerine de silsile halinde aralıklarla yeniden tesis edilmesinin utancı her ne olacaktır? Köy yakmaların, köyleri insansız kılmanın ya da tam tersine devlet hal ve çabasının doğrultusunda Türkleştirilmesi gibi nice uygulamanın ortasında ezdirmenin, o baskılamanın her ne olduğunu idrak ediyor musunuz? Bütünleşik kılınan yereli sınırları belirsiz bir muğlaklığa terk etmenin, ekonomik, sosyopolitik olarak sınıflandırmanın ve bunların da ötesinde ülkede bir kast sistemi varmış gibi, önce yukarıda sayılanlar ardına da mültecilerin ağırlıkla Suriyelilerin eklendiği bir sarmal var edilirken sahiden hayatın anlamı her neye tekabül eder / edecektir. Düzenin çizdiği hattın dışında kalakalanlar için o hayat imgesinin varlığı her gün bir sınamadır, kesin bilgi.
Bianet’ten Tuğçe Yılmaz’ın haberini aktaralım: “Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde (ODTÜ) 3 Eylül’de düzenlenen mezuniyet töreninde İngilizce Öğretmenliği bölümünü birinci olarak bitirerek okul birincisi olan Ali Yıldız'ın yaptığı konuşma, sosyal medyada büyük yankı uyandırdı.
Rektörlük, haklarını savunan öğrencileri, öğrenci değillermiş gibi göstermeye çalışırken okul birincisi Yıldız, okulda hak gasplarına maruz kalan arkadaşlarıyla aynı görüşleri paylaştığını duyurdu.
Yıldız, atanmış eski rektör Verşan Kök ve yine AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanan yeni rektör Ahmet Yozgatlıgil'in öğrenci karşıtı politikalarını eleştirdi. Okul birincisi konuşmasında ayrıca polisin Onur Yürüyüşü'ne müdahalesini, Bahar Şenliğinin ODTÜ Devrim Stadyumu'nda yapılmasının yasaklanmasını ve Kavaklık’taki ağaç kesimini de gündeme getirdi.
Ali Yıldız, hem mezuniyet törenindeki konuşmasını hem de açtıkları Kürtçe pankartı bianet’e anlattı.
“Okul birincisi olarak böyle düşünüyorum”
“Böyle bir fırsatım varken bu talepleri birebir söylemek istedim,” diyen ve anadili Zazacanın tehlike altındaki bir dil olmasından duyduğu endişeye de değinen Yıldız, şöyle konuştu:
“Rektörlük yıllardır öğrencilerin taleplerini duymamazlıktan gelmek için elinden geleni yapıyordu. Yeni rektörlüğün tutumu nasıl olur bilmem; ama böyle bir fırsatım varken bu talepleri birebir söylemek istedim.
“Güzel tepkiler beni çok mutlu ediyor. Rektörlük bu talepleri dile getiren insanları radikalize etmek için elinden geleni yapıyordu. Örneğin Kavaklık’ta ağaçlar kesilmesin diyen öğrencilere veya Onur Yürüyüşü insan hakkıdır diyen öğrencilere ‘Bunlar zaten öğrenci bile değil, okulla alakası yok’ gibi sözler ediyorlardı. Bunun böyle olmadığını, okul birincisi olarak benim de böyle düşündüğümü göstermek istedim.
“Bilinmeyen dil”
“Konuşmam esnasında veya sonrasında bir olumsuzlukla karşılaşmadım.
“Pankartla ilgili olarak, bir Zaza ve bir dilbilimci olarak benim öncelikli kaygım Türkiye’deki dillere sahip çıkılması. Dillerimiz bu coğrafyanın en önemli kültürel miraslarından ve eğer bir koruma programına dahil edilmezse ölüyorlar. Türkiye’de üç dil maalesef çoktan ölmüş durumda.
“Anadilim olan Zazaca da tehlike altındaki diller arasında. İşleyen bir dil koruma programımız olmazsa yavaş yavaş anadilim dahil diğer diller de ölmeye başlayacak. Pankart da aslında bu duruma mizahi olarak dikkat çeken bir X kullanıcısının tweet’inden geliyor. Bir haber kanalı Kürtçeyi kastederek ‘bilinmeyen bir dil’ yazmıştı, ona ithafen yazılmış. Biz de bu tweet’i dil problemlerine mizahi bir şekilde dikkat çekmesi açısından yaratıcı bulduk.”
Ali Yıldız, konuşmasında şöyle demişti: “Bilim, Kavaklık'ta yüzlerce ağacı alelacele kesmek değildir. Bilim, fikrinin uyuşmadığı öğretim görevlilerini görevlerinden etmek değildir. Bilim, ODTÜ Onur Yürüyüşü’nde anayasamızın bize verdiği barışçıl gösteri yürüyüş haklarını kullanan öğrencilerin üzerine polis göndermek değildir. Bilim, öğrencilerin derslerden nefes almaya fırsat bulduğu tek etkinlik olan bahar şenliklerini, sorunları çözmek yerine sorunları bahane ederek iptal etmek değildir. Bilim karşılaştığı ilk kriz anında öğrencilerle olan bütün diyalogu bitirmek, sonra da hakkını arayan öğrencileri soruşturmalarla korkutmaya çalışmak değildir.”
Bir baskılama sürekliliği var ediliyor artık. Devletlinin halkının / yurttaş denilegelen ol kitlenin yaşadıklarına kayıtsızlığı bir biçimde yepyeni baskılama hallerini süreğen / daim bir mesele dönüştürüyor. Orta Doğu Teknik Üniversitesi okul birincisi olan Ali Yıldız’ın var ettiği meram bütün bu çürüme eksenine karşı bir nihai kazanımdır. Topyekun kafasını kuma gömenlerden olmak yerine cerahati var edenlere birkaç satır da olsa seslenebilmek bugünün ülkesine o kuşatma hali içerisinde her nasıl cenderelerle sarsıldığını memleketin de göstere gelir. Sorunları çözümsüzlüğe rehin ederek, duraksamadan yepyeni badireler ve aşılamayacak engeller icat ederek bir hayata varılamayacağı aşağı yukarı bir asırdır daha yakın zamanlarda da pek çok müştereği buluşturmuş olan Gezi Parkı direnişi sırası ve sonrasında seslendirildiği bir zeminin bugününde yolun da yordamın da her nasıl aynı tornalarda sıkıştırılmaya çalışıldığı gözler önüne serilir. Böylesi bir patavatsızlık içerisinde bunca keskin ayrıştırma hallerinin ortasında, gerçeği konuşmak ne ara söz konusu olacaktır. Gerçek diye önümüze serilmiş olagelen ol yalın kindar, örtbas etme hallerinden mülhem yalanlara artık yeter diyebilmek ne zamandır, hangi zaman!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Universal Pattern I – Tina HAGE – Tique Art
Meramda Paylaşılan Haber
Yıldız: "Rektörlük Öğrenci Olmadığımızı İddia Ediyordu, Okul Birincisi Olarak Düşüncelerimi Söyledim" - Tuğçe YILMAZ - Bianet https://bianet.org/haber/rektorluk-ogrenci-olmadigimizi-iddia-ediyordu-okul-birincisi-olarak-dusuncelerimi-soyledim-299341
#adalet#türkiye gerçeği#yıkım#yıldırı#söz#meram#çürüme#baskı#iktidar#devlet nedir?#demokrasi#eleştiri#yıkıcılık#kuşatma#madun siyaset#sağ pragmatizm#islamifaşizm#medet#müştereklerimiz#yol nereye!
0 notes
Text
Küresel kuşatma ve siyonizm yok edilmedikçe, Müslümanlara ve hatta insanlığa rahat yok!
Şehit Emir Hattab
#Çeçen komutan şehit Emir Hattab#Şamil basayev#Cevher Dudayev#Grozni#gazzeunderattack#gaza genocide#free gaza#gaza strip#refahtakatliamvar#refahtasoykırımyaşanıyor#Uyan müslüman#Direniş#siyonizm#osmanli
18 notes
·
View notes
Text
"İslâm, hayatı kuşatma için gelmiştir. Namaz kılmak için değil, namaz kılanların yeryüzünü imar etmesi için gelmiştir. Sadece namazla daraltılmış bir din anlayışında ise yeryüzünü imardan diğer alanlara kadar pek çok saha, namaz kılmayanlara terk edilmiş olacaktır."
20 notes
·
View notes
Text
İşgal altında olan peygamberler şehri #Kudüs, bundan tam 836 yıl önce bugün #20Eylül1187'de, şarkın en sevgili Sultanı Selâhaddin Eyyûbî tarafından kuşatıldı.
Kuşatma şehri savunan Kudüs komutanı #İbelinliBalian'ın #2Ekim1187'de şehri teslim etmesiyle sonuçlandı.
Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?
......
#Jerusalem, the city of the prophets under occupation, was besieged by the most beloved Sultan of the East, Selahaddin Eyyubi, on #20September 1187, exactly 836 years ago today.
The siege ended with the Jerusalem commander Balian of Ibelin, who defended the city, surrendering the city on October 2, 1187.
How can I laugh when Jerusalem is under occupation?
#palestine#türkiye#doğa#travel photography#travel destinations#Selahaddin Eyyubi#travel#manzara#view#natural#europe#africa#Spotify
28 notes
·
View notes
Text
Müslümanlar olarak bugünkü katil, hain, kalleş, terrorist yahudilerin/israilin hakkında çok düşünmeye, ateşkes için uğraşmaya beklemeye gerek yok. Hüküm Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) nezaretinde Sad bin Muaz (radıyallahu anh) bundan 1.400 sene önceki Beni Kurayza Yahudileri için verdiği hükümdür:
"Benim hükmüm odur ki, akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da Müslümanlar arasında taksim edilsin!"
Onlar 1.400 sene geçmiş olsa da yine aynılar o zamanda katil, hain, kalleş, teröristlerdi şimdide aynılar ama Müslümanlar 1.400 sene önceki Müslümanlar değiliz ne yazık ki...
-Beni Kurayza Yahudileri-
Beni Kurayza kabilesi ise, Uhud Savaşı sonrasına kadar Medine'de kaldı. Fakat bu kabile de Hendek Savaşı sırasında vatandaşlık anlaşmasına uymadı. Savaşın en şiddetli anında on bin kişilik bir Kureyş ordusunun yürüdüğünü gören bu kabile de Müslümanları arkadan vurmak üzere, harekete geçti.
İslam ordusu iki ateş arasında kalmıştı. Kuzey ve batıda müşrik Kureyş orduları, güneydoğuda ise Yahudiler bulunuyordu. Müslümanlar, on bin kişilik müşrik ordusu ve Yahudilerle, bir aya yakın geceli gündüzlü durup dinlenmeden çarpıştılar. Açlık, susuzluk, uykusuzluk ve şiddetli soğuklara aldırış etmeden canla başla mücadeleye devam ettiler. Sonunda müşrikler mağlub bir şekilde, fırtınalı bir gecede, geldikleri gibi perişan bir halde Medine'yi terk ettiler.
İslam ordusu, Hendek Savaşı'ndan Medine'ye döner dönmez ihanet eden Beni Kureyza Yahudilerinin üzerine yürüdü. Peygamber Efendimiz (asm)'in emriyle derhal harekete geçip Beni Kureyza kabilesinin bulunduğu kale kuşatma altına alındı.
Peygamber Efendimiz (asm) onları önce İslama davet etti. Yahudiler, bu güzel teklifi kabul etmediler, Sevgili Peygamberimiz (asm)'in; "Öyle ise, Allah Teala ve Resulünün emrine boyun eğerek kaleden inip teslim olunuz." emr-i şerifini de reddettiler...
Bir ay kuşatmadan sonra Beni Kureyza kabilesi Peygamber Efendimiz (asm)'den, haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem tayin etmesini istediler. Resulullah Efendimiz (asm) de "Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz." buyurdu. Onlar da daha önceden Medine'de meşhur kabile reislerinden olan Sad bin Muazı istediler ve "Biz Sad bin Muazın vereceği hükme razı oluruz." dediler. Peygamber Efendimiz (asm), Sad bin Muaz Hazretlerinin getirilmesini emrettiler. Sad bin Muaz, Hendek Savaşında ağır yara almıştı, sedye üzerinde getirildi.
Peygamber Efendimiz (asm);
"Ey Sad! Şunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana bildir."
buyurdu. Hazret-i Sad, Yahudilerden, vereceği hükme razı olacaklarına dair kesin söz aldı. Her iki taraf da verilecek hükmü merakla beklemeye başladılar.
Hazret-i Sad, hükmü açıkladı:
"Benim hükmüm odur ki, akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da Müslümanlar arasında taksim edilsin!"
Bu kesin hüküm karşısında, Yahudiler donup kaldılar. Çünkü kendi kitaplarında (Tevrat'ta), azgınlık yapanlara verilecek ceza aynen böyleydi:
"Şehrin birine harb etmek için vardığında, onları sulha davet et. Bunu kabul edip, kapılarını açarlarsa, içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şayet, harb etmeye karar verirlerse, onları muhasara et. Allah Tealanın ihsanı ile onlara galip geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını ganimet olarak al!.." (Tesniye/Yasanın tekrarı, 10-14)
Sad bin Muaz Hazretlerinin verdiği hükmün ilahi hükme uygun gelmesinden dolayı, Âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm), onu tebrik edip; "Sen, onlar hakkında Allah Teala'nın yedi kat gökler üstünde, Levh-i Mahfuzdaki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurarak takdirlerini bildirdiler.
Yahudiler, kendi kitaplarında belirtilen bu hükme itiraz edemediler. Verilen hüküm yerine getirildi. Böylece, Müslümanların en sıkışık zamanlarında arkadan vuran, yapılan bütün antlaşmaları bozan, Peygamber Efendimiz (asm)'e, çocukluğundan beri düşmanlık yapan, öldürmeye uğraşan, sihirler yapan bu kavim de Medine'den temizlenmiş oldu.
27 notes
·
View notes