#yüzüncü yıl masalları
Explore tagged Tumblr posts
seslimeram · 14 days ago
Text
Düşmanlık Sürerken Ses Etmek Ne Zamandır
Tumblr media
Tükenmez, sonlandırılmaz bir kısır döngü içinde hayatın ehven olagelen her şeyden aleni alıkonulması gerçekliğini muhafaza ediyor. Türkiye’nin yenisi nam sahnenin bunca açıkta olagelen yıkımlara, dönüşüm değil tam tersine çürümenin yolunda tam gaz ilerlemesi tüm o mahrumiyeti bildirir, gösterir. Bir cerahatin orta yerinde ilerliyor haddizatında ülke. Bir biçimde hayat imgesinin ehven olandan alıkonulması biteviye yeknesak bir döngüyü artık imliyor. Hayat pejmürdelik sınırlarına demirliyor. Erk, muktedir, iktidarın yeni dediği ol yer, bu ülke eskimiş olanın bizatihi ta kendisini var ediyor her gün bir biçimde. Tehditleri, tahakkümü ve bitimsiz nefretini güncelliyor. Cerahat, denetim, gözetim ve tahakkümün de ayrılmaz bir ögesidir. Hayatın böyle kolayca ehven olandan alıkonulması hali ve tüm o istemle ortaya çıkan cerahat bu devletlinin diskuru olarak var edilir. Yeni denilegelen şey dünündür. Çürütendir. Her şey oluyorken hiçbir şey olmuyormuş yanılgısı öne sürülürken bütünüyle o dün, eksi sanılan şimdi hayatı ezmektedir. Tümüyle nobran bir tahayyüle esir kılınan / bilinen yerde her şey yıkımın kılınır. Devletlinin tapusu altına alındığı ilk andan itibaren, adaletin, eşitliğin, hürriyetin yerle yeksan olunması kesintisiz gerçek kılınır. Bu hallerle bir yarının değil, daimi bir halde dünün esiri olunagelir.
Kendini tekrar eden bir kısır döngü içerisinde ekonomiden, sosyopolitik olagelen hayatın ta kendisine her şeyin tahrip edilmesine devam olunur. Kapalı kapılar ardında akçeli işler devam ederken misal, merkez bankasının memurunun Amerika’da sermayeye, asgari olan ücreti yüzde yirmi beş civarında yükselteceklerini bildirmesinin utancı mesela buna belli bir örnektir. Cerahat içinde kalakalan insani normunu çoktan zayi eden bir yerin, açıktan, açlıkla, yoksunlukla insanlarını denemesinin bir sonu gelmeyecek olduğu ifşa olunur. Ol kesintisiz tahakküm ve tehdit döngüsünde kapalı toplantılarda verilen vaatler, bugün açık en düşük asgari ücretin alım gücünün yerlere çalınacağı bir yarını bildirir. Maliye bakanı zatı şahanelerinin yine Amerika’da Brookings Enstitüsünde var ettiği, kişi başına 15 bin dolarlık gelirin olduğu cümlesinin garabetliği zaten başlı başına nasıl bir sahnede olunduğunu da göstere gelir. Yüzüncü yılının üstüne bir koca sene geçmiş bir menzilde, hakkın, hukukun hep gasp edildiği bir zeminin gerçekliği dert olması lazım gelirken bu tarz çıkışlarla, ekonomi şahane bak vallahi yüzde yirmi beş asgari ücrete zam yapacağız, efendime söyleyeyim on beş bin dolar geliri var yurttaşın ama kıçına almak istediği donu dahi kredi kartıyla, resmi olarak belgeleyip, taksitlendirmeden almak zorunda. Yetersiz ol bakiyelerle bir ömrün geçmeyeceği ortadayken masallara artık yeter demenin vakti henüz gelmemiş midir?
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Asgari ücrete yapılacak zam oranına ilişkin tartışmalar sürüyor; Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın yabancı yatırımcılarla toplantısında yüzde 25'lik bir rakamı dillendirdiğine yönelik haberlere yurttaşlar tepkili. TCMB Başkanı Karahan’ın ortaya attığı zam oranı karşısında en az 30 bin TL asgari ücret talep ettiklerini söyleyen yurttaşlar, emekli aylıklarının da talep ettikleri asgari ücret seviyesine çıkartılması gerektiğinin altını çiziyor.
“34 Bin Bile Ucu Ucuna Kurtarır”
Karahan’ın asgari ücret zammı tahminini değerlendiren yurttaş Erol Kayım, “Asgari ücretin yetersiz olduğunu herkes biliyor. Şu an insanların ne kadar geçim derdi olduğunu da herkes biliyor. Buyursunlar gelip kendileri bu paraya geçinsinler. Bugün bir cumhurbaşkanının maaşı 300 bin TL olmuş. 1 lira masrafı olmayan adam 300 bin lira maaş alıyor. Alsınlar, ama önce halkı düşünsünler. Halkı düşünmedikten sonra benim başımda A partisi olsa ne olur B partisi olsa ne olur. Önce halkını düşüneceksin, yabancıyı düşünmeyeceksin... Şu anda asgari ücretlinin ve emeklinin ortalama maaşı en az 25 bin lira olmalı ki o da geçinebilirse. Kira verirse ne olacak? Asgari ücretin 30 bin liradan az olmaması lazım kiraları da göz önüne aldığınızda. Hem asgari hem emekli en az 30 bin lira olması lazım. Emekliye de bunun yansıması lazım. Sen şimdi yüzde 30 zam alıyorsun, maaşın 100 bin lira ise 130 bin liraya çıkıyor ama 12 bin 500 alan adama yüzde 30 verirsen ona 3 bin 500 lira yansır. Aradaki uçuruma bak... Otursunlar, tartsınlar kafalarına göre planlarını yapsınlar ve desinler ki biz bu insanlara 21 senenin 17 senesinde zulüm ettik” diye konuştu.
Asgari ücrete yapılacak yüzde 25’lik zammın kesinlikle yeterli olmayacağını söyleyen Muhammet Yeşilyurt ise “Bu enflasyonla, bu ekonomide insanların biraz rahatlayabilmesi için en az 33-34 bin lira olması lazım. O bile yetmez de insanları ucu ucuna kurtarabileceğini düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
“Emekli Aylıkları Da En Az Asgari Ücret Kadar Olmalı”
“Asgari ücretin en az 40 bin lira olması lazım” diyen yurttaş Burak Karaca, “Bu şartlarda yeterli değil. Çünkü yeni doğan bir bebekle bu şekilde burada yaşanmaz. Burada yaşanmadığı için de yurt dışına kaçar insanlar” dedi.
Yurttaş Hasan Kamil Çelebi de kiralar ve yaşam masrafları karşısında asgari ücretin en az 25-30 bin TL civarında olması gerektiğini vurguladı. Çelebi, asgari ücrete yüzde 25’lik zam haberleri hakkında ise, “Herkes mağdur olur. Bunu düşünerek, zamların bilinçli bir şekilde yapılması gerekiyor. Emekli maaşının da en az asgari ücretle aynı olması gerekiyor.”
Dahası da vardır: “Türkiye’nin önde gelen iktisatçıları hükümeti “Gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlenmesi” konusunda acil harekete geçmeye çağırdı.
Aralarında Ebru Voyvoda, Korkut Boratav, Ziya Öniş, Özgür Orhangazi, Galip Yalman gibi isimlerin olduğu 126 iktisatçı hükümete çağrı yaptı.
“Türkiye ekonomisinde uzun süredir devam eden yüksek enflasyon sorunu, dar gelirli vatandaşlarımızı ve asgari ücretle çalışanları ekonomik olarak daha kırılgan hale getirmiş ve yaşam standartlarını ciddi ölçüde düşürmüştür” ifadelerine imza atan iktisatçılar şu ifadelere yer verdi:
“Son dönemde uygulanan para ve maliye politikaları, enflasyonla mücadele hedefi doğrultusunda şekillendirilmektedir. Ancak, 2024 yılı temmuz ayında asgari ücret artışından kaçınılması ve 2025 yılı ocak ayı için öngörülen artışın gerçekleşen enflasyon yerine beklenen enflasyon oranı (Yüzde 25) baz alınarak belirlenmesi planı, bilimsel ve sosyal açıdan kaygı vericidir.”
İktisatçılar; enflasyonla mücadelenin toplumsal maliyetinin adil dağıtılması gerektiğini, asgari ücretlilerin alım gücünün korunmasının sosyal devletin bir gerekliliği olduğunu, gerçekleşen enflasyon oranının altında yapılacak ücret artışlarının gelir dağılımını daha da bozacağını, enflasyonla mücadelenin başarısının dar gelirlilerin yaşam standartlarının düşürülmesi pahasına sağlanamayacağını vurguladı.
İktisatçılar bu bağlamda, ekonomi politikasını yönetenleri asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranının dikkate almaya ve gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlenmeye çağırdı.”
Tükenmez, sonlandırılmaz bir kısır döngü içinde hayatın ehven olagelen her şeyden aleni alıkonulması gerçekliğini muhafaza ediyor. Ekonominin çürüten bir unsur haline evrimini nihayetlendiren yönetimin sıradan insana reva gördüğü şeyin, gerçeklikten bir kopuştan da ötesi olmadığı bir kere daha kanıtlanıyor. Ortaya çıkan salt kulis bilgileri, ister özel ister basına açık toplantılarda, sermayenin tahayyülleri doğrultusunda sürdürülen yüzde yirmi beş zam oranının alım gücünün yerlere düştüğü bir zeminde kafa bulmaktan ötesi de olmadığı afişe olmaktadır. Adil, eşit, hakkaniyetli bir çözümlemeyi değil tastamam en kestirmeden cerahat içinde debelenen, tükenmez bir fasit döngüde hayatta kalmanın en büyük kazanım bildirildiği bir zemin var edilir. Altı yıldır ekonomimize saldırıyorlar diye cümle kurabilen baş efendinin, son yirmi bir yıldır var ettiği cenderenin bu bahsin tamamen üstünde yükseldiğini unutmak ne mümkündür. Daha çok su kaldıracak, her şekil ve halde hayata kastın olağan bir mesele dönüştüğü zeminde o asgari ücret bir yaşamsal ol hakların da talanındaki en büyük hamledir. Bütün bu yıkıcı / çürüten düşmanlık bahsine karşı ses yükseltmek ne zamandır? Düşünür müsünüz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Osman ÖRSAL – Reuters – China Daily
Meramda Paylaşılan Haberler
TCMB Başkanı Karahan’ın Asgari Ücrette Zam Oranı Açıklamasına Yurttaşlar Tepkili - ANKA - Evrensel https://www.evrensel.net/haber/532483/tcmb-baskani-karahanin-asgari-ucrette-zam-orani-aciklamasina-yurttaslar-tepkili
126 İktisatçı: Asgari Ücret Artışlarında Hedef Değil, Gerçekleşen Enflasyon Oranı Dikkate Alınmalı - Evrensel https://www.evrensel.net/haber/532246/126-iktisatci-asgari-ucret-artislarinda-hedef-degil-gerceklesen-enflasyon-orani-dikkate-alinmali
1 note · View note
keremulusoy · 6 years ago
Text
“Sınırlı tek bir kimliğe sahip olmak reddedilmelidir” diyen Amin Maalouf “Küresel kültüre karşı çıkmak yerine hepimiz bir şeyler alabilir, hepimiz bir şeyler verebiliriz” felsefesiyle Akdeniz kültürünü küresel dünyanın harcına karıştıran bir edebiyat ustasıdır. Tüm eserlerinde az çok tasvirini yaptığı İstanbul’u korumak adına gerçek dünyasından uzak tutan çok uluslu ve kimlikli kalem “Benim için İstanbul kökümün olduğu vatanlarımdan biridir” der.
“Ben kimim? Nereye aitim? Doğulu muyum yoksa Batılı mı? Kültürel özellikler beni ne kadar ben yapıyor? Toplumsal yapı beni ne kadar belirliyor? Toplumsal ve kültürel koşullanmalardan ne kadar bağımsız düşünebiliyorum ve ne kadar özgür hareket edebiliyorum? Baktığım aynalar sürekli çatlayıp kırılıyor. Gerçekten ben, düşündüğüm ben miyim yoksa bir yanılsamanın içinde debelenip duruyor muyum?” Bu soruların hem soranı hem de cevap anahtarı aslında Amin Maalouf. “Ölümcül Kimlikler” kitabında psikolojik, sosyolojik, tarihî ve fiziki şartlar bakımından zengin içeriklere götürecek bu sorulara hayatı ve kalemiyle cevap veriyor çok yönlü edebi kişilik.
OSMANLI TEBAASI 1949 Lübnan doğumlu, ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra 1976 yılına kadar Lübnan’da gazetecilik yapan sonra Fransa’da kendine yazarlık dünyası kuran bir edebi figür Amin Maalouf. “Büyükannem İstanbul’da doğmuş. Annem Türkçe konuştuğunu söylerdi. Babam 1915 doğumluydu, yani bir Osmanlı tebaası olarak doğdu. Ben ailemde Osmanlı olmayan ilk kuşağım” beyanını yapar. Asya ve Avrupa’yı harmanlayan Akdeniz kıyısı ülkelerden gördüğü yaşadığı, okuduğu ve edindiği bilgilerle harç yapıp evrensel bir insan portresi inşa eden ve temelini de bu inanç üzerine kuran bir kalem.
FRANSIZ-ARAP DOSTLUK ÖDÜLÜ Girişte de sorduğu soruların cevabında o kadar çok şık var ki; Hıristiyan, Müslüman, Türk, Kürt, Ermeni niteliklerine sahip bir yanıyla da Fransız ve Avrupalı. Doğu ve batının ta kendisi! Tarihsel romanları, inceleme ve deneme kitapları ve doğduğu coğrafyanın zengin kültürünün bir sonucu. Hele buna bir de cezbedici şekilde “edebi kişilik” astarı çekiliyorsa. Fransa’da çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olması da kişiliğinin zenginliklerini yansıtır. Edebiyat dünyasına girişi 1983’teki Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri eseriyle olur ve kitabı farklı dillere çevrilir. 3 yıl sonra yayımlanan ilk romanı olan Afrikalı Leo’nun Fransız-Arap Dostluk Ödülü alması çok şey anlatır. 1988’deki Semerkant romanı da pek çok dile çevrilirken 1993’te Tanios Kayası ise Goncourt Ödülü kazanır. Aynı zamanda müzik dünyasına librettolarla da imza atar.
Amin Maalouf
Doğunun Limanları
Amin Maalouf
DEVRİMSEL KOPUŞLAR Belki de yazarın uluslararası alanda ilgi görmesinde Ortadoğu tarihini Batılılara kendi diliyle (Fransızca ve diğer dillerde) anlatmasının da etkisi büyüktür. Şöhret tarihi romanlarla gelmiştir ama buradaki sentez gücü, çekiciliği önemli faktörlerdir. Akdeniz kültürünü müthiş bir orijinallikle ifade eder. Eserlerinde üstün gözlem, kültürel motifler ve araştırma yeteneği altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken artılarıdır. Akdeniz’den bahsedip de Osmanlı’yı anlatmamak olur mu? Tabii ki olmaz. Amin Maalouf da Osmanlı’yı anlatır ancak objektif bir perspektiften değil, daha çok oryantalist bir bakış açısıyla. Amin, Afrikalı Leo’da Arapların Endülüs’ten kovulmasını, Semerkant’ta ise İran’da 20. yüzyıl başında gerçekleşen demokratik anayasa devrimini konu alır. Ve eserlerindeki önemli özellik; devrimsel nitelikteki kopuş dönemleridir. Toplumlardaki teknolojiye bağlı değişiklikler ve yeni ilişki tarzlarına geçişe vurgu vardır. Amin Maalouf bunu da şöyle anlatır: “Küresel kültüre karşı çıkmak yerine hepimiz bir şeyler alabilir, hepimiz bir şeyler verebiliriz, ona katkıda bulunabilir, onu durdurmaya çalışmak yerine onu istediğimiz gibi şekillendirebiliriz. Bu bağlamda geçmişin evrensel tarihe büyük katkıları olacaktır. Dürüst insanların kendisine sorması gereken modern kültüre nasıl ulaşacağım ve bunu kendi kimliğimi yok etmeden nasıl yapacağım. Çünkü kimlik tek bir aidiyette toplanmıyor. İnsan kimliği çok karmaşık. Bazıları doğuştan, bazıları da sonradan kazanılmıştır. Bunlar bir bütündür. Hiçbirisini kaybetmek iyi değildir. Sınırlı tek bir kimliğe sahip olmak reddedilmelidir.” Bir anlamda evrensel dünyada kültürel değerlerine bağlı ancak diğer ülkelere de entegre bir insan profilini tanımlamaktadır. Napolyon’un “Dünya tek devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu” sözünü hatırlatarak Amin Maalouf’un da İstanbul’la ilgili ortak paydasına bir bakalım… “O kenti hep gerçek dünyanın dışında tuttum korumak adına” diyen Maalouf ”Benim için İstanbul ya da ısrarla söylediğim adıyla Constantinople kökümün olduğu vatanlarımdan biridir. Birileri bir gün bana istisnasız tüm kitaplarımda söz ettiğim tek kentin Constantinople olduğunu söylemişti. Constantinople benim için terk ettiğim ilk ev anlamına geliyor” der. Türk kültüründe en çok ilgisini çekenin Yunus Emre olduğunu söyleyen ve “Onun hakkında çok şey okudum. Eğer Türkçe bilseydim, Yunus Emre hakkında yazardım kesinlikle” diyen Amin Maalouf’un ailesinin ilk vatanlarından biridir. Zaten kalemiyle de tasvir ederken kendinden bir parçaymış gibi anlatır. Doğu’nun Limanları kitabındaki başkahramanı İsyan’ın yaşamı İstanbul Boğazının kıyısındaki bir evde başlar. Kulak hafızasında Üsküdar kıyılarında İstanbullu kızların gezisini anlatan Türk ezgileri yer alır.
TARİHLE AĞIRLAŞMIŞ BİR ŞEHİR: İSTANBUL Afrikalı Leo’da da vardır İstanbul… Orada da şöyle bahseder farklı kültürlerin başkentinden; “Değişik bir kent İstanbul. Tarihle ağırlaşmış, bir yandan da yeni. Hem taşları, hem de insanları bakımından yeni. Türklerin eline geçeli daha yetmiş yıl olmamasına karşın kentin yüzü tümüyle değişmiş. Elbette Ayasofya yerinde duruyor; camiye çevrilmiş. Sultan Cuma namazını orada kılıyor. Fakat kentin yeni sahipleri her yere yeni yapılar yaptırmışlar; bunlara her gün yenileri ekleniyor. Yeni saraylar, camiler, medreseler, dahası göçer olarak yaşadıkları bozkırdan gelip İstanbul’a yerleşenlerin ahşap küçük evleri. Kentten pek çok kişinin gitmesine karşın, kentin fatihleri başkentlerinde ötekiler arasında azınlıktalar; dahası hanedan ailesi dışındakiler, ötekilere göre çok etkili bile değiller. En güzel evler, çarşıdaki en varsıl dükkânlar Ermenilerin, Rumların, İtalyanların, Yahudilerin. Yahudilerin bir bölümü Granada’nın düşüşünden sonra Endülüs’ten gelmişler. Gelenlerin sayısı kırk binden az değil. Hepsi de Büyük Türk’ün hakseverliğini övmekte ağız birliği ediyorlar. Çarşılarda Türklerin sarıkları, Hıristiyanların ve Yahudilerin takkeleri hiçbir düşmanlık duygusu ya da hınç olmadan birbirleriyle iç içe. Kentin birkaç sokağının dışındakiler dar ve öylesine çamurlu ki seçkin kişiler buralardan ancak başkalarının sırtında geçebilirler. Özellikle kente yeni gelip de daha iyi bir iş bulamayan binlerce kişi, sırtında insan taşıyarak geçimini sağlıyor.”  der ve insanın dimağında unutulmaz tatlar bırakan bu adam, yazdığı her satırda geçmiş tarihe, karşı kameradan bakmanızı sağlar.
Amin Maalouf
Amin Maalouf
Amin Maalouf
Amin Maalouf’un unvanları Romanlarının hepsinin başlangıç noktasında sempati yatan sempatik edebiyat ustasına “Bay Doğu”, “Modern Zamanların Bin Bir Gece Masalları Yazarı”, “Bay Şehrazat”, “Bay Hoşgörü” denir.
Tarih ve aşk bütünleşmesi Eserlerindeki bağlayıcılık ise gerçekle ve geçmişle iç içe olan tarih ile duyguları barındıran aşkı bütünleştirmesidir. Ki bu tarz aşk romanları okuyanlara tarihi sevdirmekte, tarih okuyanları da aşk ile birleştirmektedir. Canlı ve akıcı anlatım aynı zamanda da bilgilendirici bir hüviyete de dönüşür.
TARİHSEL ROMAN YOLCULUĞUNUN USTA ŞOFÖRÜ Maalouf, Orta Asya’dan Mezopotamya’ya, buradan Avrupa’ya ve Afrika’ya uzanan uzun turlar düzenler kalemiyle. Güzergâhında ağırlıklı olarak Akdeniz kıyıları vardır. Hayal gücünü çalıştırarak, tarihsel olaylardan yola çıkarak okuru bilinmeyenin gizemli dünyasına götürür. Bu kadar çok okunur kılınmasının sebebi eserlerindeki kültür zenginliği ve tarihsel bilgidir.
Amin Maalouf’un Eserleri
Arapların Gözünden Haçlı Seferleri
Semerkant
Afrikalı Leo
Işık Bahçeleri
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Tanios Kayas
Doğunun Limanları
Ölümcül Kimlikler
Yüzüncü Ad – “Baldassare’nin Yolculuğu”
Yolların Başlangıcı
Çivisi Çıkmış Dünya
29 Numaralı Koltuğun Hikayesi
Uzaktan Aşk
Adriana Mater
  Yazı:Burçak Öksüz Doğan
*Bu yazı Marmara Life 2018 / Eylül- Ekim sayısında yayımlanmıştır.
                Doğuyu ve Batıyı Harmanlayan İsim; Amin Maalouf “Sınırlı tek bir kimliğe sahip olmak reddedilmelidir” diyen Amin Maalouf “Küresel kültüre karşı çıkmak yerine hepimiz bir şeyler alabilir, hepimiz bir şeyler verebiliriz” felsefesiyle Akdeniz kültürünü küresel dünyanın harcına karıştıran bir edebiyat ustasıdır.
1 note · View note
seslimeram · 7 years ago
Text
Korkunun Egemenliği...
Tumblr media
Korkunun egemenliğinin tanımlanması günbegün yapılandırılıp, işlevsel kılınan, netice haline evirilen eylemlerin yekûnunda sıradanın karşısına çıkartılır. Yıkımın, viraneliğin tüm o katran karası ülkenin istikameti biçimlendirilirken çok daha ağır çok daha fena bir yer için yöntemler geliştirilir. Neticesiz, yarım yamalak, belki hesapsız çokça kitapsız bir vurgunun dahası en bet / fenanın imali için, kalıcılığı adına korkular yeniden biçimlendirilendir. Açıkça, on beş yıllık iktidarın getirdiği rehavet daha derin çürümeyi, kesintisiz bir mahvın döngüsünü yeniden var ediyor hemen her şey uydurulmuş bir mizansen dâhilinde yeni ülkeye uygulanıyor. Yeni ülke gözdağları arasında yükseltiliyor.
Yeni ülke fasit dairesini olağanüstü hal ile kanun hükmünde kararname sürekliliği ile partili cumhurbaşkanı şablonu, hiç duraksamayan bir nefret temsilini yeniden ve yeniden var ederek güncelliyor. Yeni aslında eksidir. Bir ülke ki, her şeyi ile dört dörtlük bir mezbahanın bizatihi kendisi kılmak için uğraşılıyor. Bir memleket ki korkunun bin bir türlü halini güncelleyebilmek için eldeki tüm olanaklar seferber ediliyor. Bir ülke ki sesin, sözün duyurulması imkânsız kılınıyor. Bir ülke ki zorbalığın üstünden “beka” arıyor.
Bir ülke hali ki, nice ahın ve günahın üzerine yenilerini ekleyeceğiz diyenlerin alkışlandığı bir saha var ediliyor. Uydurulmuş, yönlendirilmiş, manipüle edilmiş, çoğunlukla tahrif olunmuş bir bellek okumasıyla, eylem planıyla hayat alt üst ediliyor bunun yaşandığı sahne yeni ilan ediliyor. Bu bahislerin her neresidir yeniyi bildirecek olan burası hala muallaktadır. Korkutarak, öç alarak, hınç ve nefret kusarak, derdest ederek hep ama her dem zıvanadan çıkmış olan bir tahayyülle adaletsizliğin, vicdansızlığın yolunu sağlama alarak bir yeniye varılabilir mi?
Burası yanıtsız soruların can kırığı haline dönüştürüldüğü bir karanlık sahnesidir. Burası var olan pragmatik seslenişler, eylem planlarıyla, koca bir memleketin yönünü geçmişinin karanlığından ‘öteye’ taşımama cerahatine rehin edilendir bu mudur o yeni! Yeniden gayri geçmişin kirli, kanlı ve cerahat dolu yüzeylerini, tahayyüllerini günbegün var etme istencinin ortasında “korkulara” bunca yer açılırken bir gelecek bahsi tükenmektedir kendiliğinden.
Yaraları kanatmak, onları kötürüm kılmak, yeniden çürütmek ve kesintisiz bir halde çürütenin etkisini çoğaltmak var edilirken, bunca barizken yol da, yön de her nereyedir? On beş yıldır kesintisiz iktidar olarak yaşamda erkçe var edilen bu çürütme halinin bizatihi kendisiyken –yol nereyedir? Korkunun egemenliği laf ola beri gele değil, doğrudan kesintisiz bir tahayyül olarak varlığı bunca alenen kanıtlanırken, denetim, gözetim ve tahakküm düzenine dönüşen bu yerin ol “yarını” her nasıl olacaktır?
Amed’in Lice, Hazro, Kocaköy ve Dicle ilçelerine bağlı köylerdeki ‘sokağa çıkma’ yasağı ilan edildiği bilgisi düşer ajansa. İkinci senesine artık ramak kalmış olan bir denetim / gözetim ve tahakküm ile “yıkımın” eksenine yapılan bu yeni saldırı dalgası, her neyin nesidir. Abluka, yasak bir gözdağından gayri nedir! Cürümlerin aralıksız kılındığı bir yerde hayat, her ne haldedir bunun artık bir yanıtını biliyor musunuz? İşlevsel kılınmış olan zulmün hamleleri günbegün yeni bir yıkımı bildirirken, korkunun her ne olduğuna dair tahayyülünüz var mıdır?
Sevgiden ırak, öte, empatiden artık ayrılmış, vicdan yerine tahakküm için kör bir kayıtsızlığın öncelikli kılındığı bu zeminde olan bitenlere ayıyor musunuz? Ağır bir hezimet çok daha fena bir düş kırımı olarak insanın / sıradan olanın aleyhine güncellenen, bu var edilen oyunun ötesi her ne olacaktır artık düşünüyor musunuz? Yok, sayılan yok bilinen yok ilan olunan ve dahası gözden çıkartıldıkları her vesileyle imlenen “Bakur, Başur, Rojava” üçgeninde hayat hakkının bunca rahat alaşağı edilmesinin hepimize ettiklerini sahiden fark ediyor musunuz?
Cürümleri kanıksayan, ölümleri bile hissi kaybederek karşılayan, gerilla ya da zorunlu asker ölümlerinin altyazı olarak bile otuz saniye bildirildiği / gösterildiği, kentlerin talan edildiği sıradan olanın ya göçer ya da evlerinin yıkıntısına rehin edildiği bir uzamda bir yarının hükmü her ne olacak, olabilecektir? Korkunun basitçe bir mefhum, tanım olarak değil, her an güncellenen bir mesel olarak karşılığının bariz kılındığı yerde söz necidir, şimdi her neye ‘yeterli’ gelecektir?
Hukuk çiğnenerek saçmalık ötesi olan bir iddianame, onlarca yalan, dolan ve hileli yöntemle topluma terörist diye duyurulan oysa hepimiz gibi sıradan olan, ekmeğini ve işini geri kazanmayı arzu ve talep ederken mahpus edilen Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın başına getirilenlerdir ol meseli anlaşılır kılacak olan. Korkunun egemenliği için yaşatılmış olan “cehennemî” tahayyül şu yıkım gayretinde bile örneklenmektedir.
Başlı başına Gülmen ve Özakça’nın “iki yüzüncü” gününü çoktandır geride bırakmış olan direnişlerine bir final olarak biçilmek istenen şeydir o korkunun egemenliği. Yerlerde sürüklenmekten, hiç aralıksız gözaltı periyodlarına, daha -ses çıkartamadan- bu eylem yasadışı uyarılarına maruz bırakılıp, en son açlık grevinin kritik eşiği olan yetmişinci gününde o desteği kırabilmek için yapılan saldırı ve ikilinin en son gözaltına alınma ve tutsak edilme sürecinde mesel ortadadır. Mesel gün yüzü bulandır.
En son Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya sağlıklarını muhafaza edebilmeleri için aldıkları, B1 vitaminin verilmediği paylaşılır aileleri tarafından. Birgün Gazetesi’nden Zeynep Kuray’ın haberinde İstanbul Tabipler Odası Genel Sekreteri Dr. Mengüç, uzun süreli açlık grevlerinde hayati önem taşıyan B1 vitaminin alımının engellenmesinin Wernice Korsakoff sendromuna davetiye çıkartmak anlamına geldiğini beyan eder. B1 Vitamini alınmadığında kişinin yaşamını tek başına idame ettiremez hale geçeceğini anlatır.
Korkunun, korkmuyoruz diyene karşı kotarttığı / türettiği yegâne şey bu tekinsiz karanlık döngüdür. Nefesi ve ruhu çürüten hayata göz koyan onu paramparça etmek isteyen bir tahayyüldür halen sıradanın payına düşürülen. Cürümlerin ekseni Ankara Yüksel Caddesinde duranların karşısına çıkartılan gözdağından, tehditlerden açık / aleni işkencelerden barizdir. Ankara’nın Yüksel Caddesi’ni görenler için bir sınav daha vardır. Bir korkunun bet, betten de öte fena, facia hali Amed’in ilçelerindeki yüzün üzerindeki köy ve mezrada “operasyon” yapılacağı bildirilerek yaşatılan karanlık ablukada barizleşendir. Mütemadiyen tekrar edilen bir biçimde hayatı çürütmektir.
Licê’nin Zora ile Hure köylerine asker baskın düzenleyip köylülerden evlerini boşaltmalarını talep eder. O köylerin dâhilinde yaşatılanlarla bariz olandır belki de şu yukarıda “anlatmaya” çalıştığımızı kısadan özetleyecek olan. Kaplan ailesinin oğlu Ehmet kimliğinde yazılmış olan halini değil, Ahmet adını askerlere söylediği için derdest edilir. Doksanlı yılların “cerahatli” tahakküm nesnelliği bugün yeniden insanların hayatlarına “şerhler” düşülerek var edilmeye çalışılmaktadır.
Köylerin altüst edildiği yer artık gerilla / asker çatışmalarının sahnesi olan menzilde hayat hakkı da enikonu sıfırlanmaktadır. 1915’in katran karası hali imal olunurken cehennem dört bir yanı kuşatırken ve kapsarken insanların yeni yurttaş addedildiği Kürd’ün yüz yıl sonra hemen her gün tehcir olunduğu, yerlerinden edildiği bir karanlıktır güncellene gelen. Cürüm bu düzende anlıktır. Yaşamın üzerine düşülen şerhler bir mübalağayı imlemez, bugünün var edilmiş “karanlık döngüsünün” halini, aslını ve astarını birbirine “denk olarak” göstere gelir her şey yaşatıldığımızdadır.
Yüz iki yıl öncesinde Kürd’ü asli unsur sayanların, yönetimi bugün dönüştüğü noktadaki devletli, bunca modernizm masalları anlatılırken halen yerinde saymaktadır. Hala aynı noktadadır. Kürd’ün hayatını hiç kılmak, tükenişi onlara bir istikamet olarak bildirmek, tehcir ve kıtalin hemen her türden yeni türlerine rehin edebilmek gerçekliğini muhafaza etmektedir. Sıradanın hayatıysa yağmalanandır.
İkinci yüz günü geride bırakan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın salt “işlerini istedikleri” direniş güncesi içinde karşılaşılanlar ile Amed’de yaşatılanlar, Gezi Başkaldırısının dördüncü yılında belirenler artık ötelenmeyecek bir hazin vesikayı bildirmektedir. Kesintisiz kılınan o siyasal iktidar, sosyal ve kültürel alanda ulaşamadığı mutlakıyetini “zorbalığıyla” sağlama almaya çalışmaktadır işte. Hayatın yıkımlar ve gözdağları ile kuşatılması kesintisizdir. Yargı, eğitim, hukuk, medya ve üniversiteler, içeri ve dışarısı her yerde, tek taraflı güncellenen tahakküm istencinin uzamında hayatın yıkımlarla işlevinin kısıtlanması söz konusudur.
Korkuyu egemen kılabilmek için Bay Erdoğan ve şürekâsının istikameti bariz olan bir çürütme nesnelliğidir. Avustralya’nın Sydney kentindeki Ekonomi ve Barış Enstitüsü 2017 Küresel Barış Endeksi raporunu açıklar. Türkiye bu listede Kolombiya ile birlikte ancak 146ncı sıradadır. Hakikat, dönüşüm diye çıkagelen bu çürütme hali en sonunda sıradanın hayatını işgal ve iğfal etmektedir. Listede bariz olan budur. Sonuç yaşadığımızdır. Sonuç sokaklarında, paramiliterlerin gezinebildiği, faşizan aklın İslamı araç olarak gören ve bilen kurgunun temsilcilerinin, çetelerin, o kolluk kuvveti diye çıkartılan fecaat aktörlerinin beraberliğidir onların her yerde eylediklerindedir işte. O sonuca memleketi taşıyan cüret ötede beride değil şu anda ve şimdi eylenenlerdedir artık.
Manidar değil basitçe, korkunun egemenliği var edilmiştir burada. O sıralamadaki yüz kırk altıncılık işte bu bahistir.  Barışın geçersiz kılınmasıdır mesele. Söz hakkının üstünün toptan çizilmesidir mesele. Bir ya da daha fazla sayıda yerde hayatın hiç edilmesindeki aceleciliktir mesele. Bir tarafı “tarumar” ederken öte tarafı yağmalayabilmek için duraksamadan çalışılmasının nişanesidir 146ncılık. Geldiğimiz ve vardığımız nokta, görüp de anladığımız mesele ve sonuçta değil hemen hemen her an paylaştığımız bu cürüm sabit, fenafillah sabık bir aklın zorbalığıdır.
Barışın, toplumsal ortaklaşmanın üstünün çizildiği yerde bir gelecek yoktur. Olan biten sadece şu anın kırımıdır. Geçtiğimiz Pazartesi günü, 89 gündür açlık grevinde olan ve tutuklu olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın ardından Yüksel Caddesi direnişçileri tarafından devam ettirdiği “işe iade mücadelesi” polis saldırılarıyla sürdürülür. Her gün saat 13.30’da yapılan öğlen açıklamasına yine polis saldırır.
Polisin biber gazlı saldırısının ardından Semih Özakça’nın eşi ve annesi olan Esra ve Sultan Özakça hastaneye kaldırılır. Cürümler ekseninde yaşamalarına kastetmek bunca sıradan bir hale / rutine dönüştürülür. Geleceğin yıkılması erimi tam da bu silme alenen yok sayma ve tüketme halleriyle birlikte imal olunandır. Ya yarın ya ötesi ne olacaktır bu hala Ankara’dan, Bakur Kürdistan’ına muallaktadır. İnsan Hakları Derneği’nin açıklamasından en önemli satırları paylaşalım buradan bir daha.
“Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme’yi imzalayarak otoritesini ve denetleme yetkisini Türkiye’nin de tanıdığı BM İşkenceye Karşı Komite (UNCAT) 26-27 Nisan 2016’da Türkiye’nin dördüncü periyodik raporunu değerlendirmiş ve çeşitli uyarı, tavsiye ve öneriler içeren Sonuç Gözlemleri’ni kabul etmiştir. BM İşkenceye Karşı Komite (UNCAT), sözü edilen Sonuç Gözlemleri’nde, son dönemde kolluk kuvvetlerinin alıkonulan kişileri işkence ve kötü muameleye maruz bıraktığına dair kendilerine ulaşan çok sayıda güvenilir raporlar nedeniyle duyduğu kaygıyı dile getirerek, Türkiye’ye İşkenceye Karşı Sözleşme’nin 2. Maddesi’nin 2. Paragrafı’nda yer alan, “hiçbir istisnai durum, ne savaş hali ne de bir savaş tehdidi, dahili siyasi istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hal, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez” şeklindeki mutlak işkence yasağını hatırlatmıştır.”
“Komitenin bu uyarısı bugün içinden geçtiğimiz olağan üstü koşullarda çok daha fazla anlam kazanmaktadır. Veli Saçılık ve onunla birlikte direnişte olan Acun Karadağ, Esra Özakça ve Semih’in annesi Sultan Anne’ye yapılanlar işkence yasağına tamamen aykırı uygulamalardır ve bunlar işkencedir. Unutulmamalıdır ki işkence insanlığa karşı bir suçtur ve zamanaşımı bulunmamaktadır. Bugün iktidarın denetiminde olması, gelecekte işkence suçunun soruşturulup kovuşturulmasına engel değildir. Burdan yetkilileri uyarıyoruz:
*Veli Saçılık, Acun Karadağ, Esra Özakça ve Sultan Özakça’ya müdahale etmeyi bırakın, bu kişiler sadece ve sadece işlerini istemekte ve oturarak seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar.
*Veli Saçılık ve arkadaşlarına yapılan işkence fiillerinin etkili bir şekilde soruşturulup kasten işkence yapan kolluk görevlilerinin yargılanmalarının sağlanması gerekir.
*Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı etrafındaki utanç bariyerini kaldırın, insan hakları herkes içindir. Bu yapılanlara asla seyirci kalınamaz.
Veli ve arkadaşlarının yaptıkları suç duyuruları tarafımızdan takip edilecek ve her türlü destek sunulacaktır. Veli ve arkadaşlarına yapılan bu yasak fiiller ulusal ve uluslararası şikâyet ve başvuru mekanizmalarına iletilecek ve bu konuda her türlü girişimde bulunulacaktır.”
Korkunun egemenliğinin tanımlanması günbegün yapılan ol eylemlerin yekûnunda sıradanın karşısına çıkartılır. Yıkımın, viraneliğin tüm o katran karası ülkenin istikameti biçimlendirilirken çok daha ağır çok daha fena bir yer için yöntemler geliştirilir. Korkunun egemenliği bugünün ülke denilen şu sahanın her anını lime lime paramparça etme istenciyle birlikte şekillendirilmekten bir an olsun geri durulmayandır.
Korkutmanın bin bir türlü hallerine rehin edilmeye halen inat ve ısrarla yollanırken biz sıradan olanlar için bir çıkış yolu bırakılmayacaktır. Katran karası ol yer bu korkuların enikonu cismanileştirilmesiyle söz konusu edilendir. Katran karası kılınan o sahanlık artık dibine doğru çekildiğimiz şu güncelliktir. Korkuların güncelenmesi gayretinde her birimizin nefes hakkı yağmalanmaktadır. Korku cisimleştirilirken direnenlerin sıradanın ta kendisi olduğu unutturulmak istenmektedir.
Korku yükseltilirken, durmak yok yola devamın bahsi kuşatmadır. Korkulara karşı hayatın neşesini, seslenişini, kendiliğinden gelişim çabasını muhafaza etmek sorumluluğumuzdur. Gülüşümüzü çalmalarına müsamaha gösterdiğimiz her gün bir yıkım çıkagelecektir. Korkuya, onun egemenliğine karşı bir tek ortak tahayyülümüz hayatımızın kendiliğinden hali sözcükleri ve seslenişi kalmıştır. Korkunun girdabında yitmemek için bir tek çaremiz birbirimizi enikonu duymaktır.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görsel – Sunshine – Maggiorino ALESSANDRO – Pinterest
0 notes