#otokrasi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bazı Saik'ler Üzerine Hatırlatma
Ulus-üstü bölgesel tekno-tekellerin (ve onlara eklemlenmiş sanayi-tekellerinin) hakimiyetine dayalı gloktokratik-emperyalizm çağında minoktokratik UKKTH’ci siyaset geçerli bir program değildir. Aksine minoktokratik UKKTH’cilik EKKTH’nin (emeğin kendi kaderini tayin hakkının) engellenmesinin mini bir programı haline dönüşmüştür.
Dolayısıyla, sözde kendisine “komünist” diyenler minoktokratik UKKTH’cilik sebebiyle nesnel olarak komünizme ihanet etmekten de kurtulamamışlardır.
Yıllardır bu ihaneti, korkudan değil, takiyecilikten ve makyevelizmden dolayı yaptıkları ise artık tescillenmiş bir durumdur.
Türk ve Kürt komünistlerinin emekleri ve ödedikleri bedeller üzerine inşa edilmiş olan anti-komünist Kürt siyaseti, hedef şaşırtma görevi üstlenerek, Türkiye’deki ve Kürdistan’daki devrimci kitle tabanının sisteme zorla entegre edilmesi politikasında önemli bir payanda ayağı olmuştur.
Birde bunun üzerine liberal tasfiyeci çizgi legal alanda güçlenerek komünizm davasına daha da çok nasıl ihanet ederiz yarışı içine girmiş, bu süreçte sistem tarafından önü açılan (güncel bağlamda) “DEM çizgisi”, tıpkı “CHP çizgisi” gibi sistemi ayakta tutan bir basınç pompası işlevi rolü üstlenmiştir.
Bu sayede Kürt ve Türk komünistlerinin kitle içerisindeki hatırı sayılır gücü ve özellikle 80 öncesindeki popülaritesi yerle bir edilerek sosyalizm mücadelesi önemli bir ölçüde sekteye uğratılmıştır.
Yedek lastik politikası ihanetçi kesimlerin yıllardır süre giden temel politikası ola gelmiştir.
“Ya Türkçüsün ya Kürtçüsün” denilerek ya da “biri olmaz ise diğer taraftasın” denilerek komünistler zorla kimlik siyasetine angaje edilmeye çalışılmıştır. Başka bir deyişle, komünistler kimlik siyasetinin payandası haline getirilmek istenmiştir. Bu payanda haline getirme politikası “düşman kardeşler” olan Kürtçü-temsiliyetizm ve Türkçü-temsiliyetizm eliyle gerçekleştirilmiştir.
Eskimiş minoktokratik dünyadan günümüze bir kambur olarak kalan UKKTH programı karşısında yeni nesil protekyan komünistler somut dünyanın somut tahlilini ve bilimsel analizini yaparak bu programın tümüyle terk edilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir. Proletaryalistler ise değişen dünya karşısında somut durumun somut tahlilini yapamamanın bedelini başta “ulusal sorun” olmak üzere her türden kimlik siyasetine payanda olarak ödemekten de ne yazık ki kurtulamamışlardır.
Kaldı ki; komünistler hiçbir zaman bireysel terörizmi ya da bireysel terör eylemlerini savunmamışlardır. Dolayısıyla, komünistler bireysel terör eylemlerini de devrimci eylemler olarak hiçbir zaman lanse etmemişlerdir.
“Devrim zor yoluyla olur” tespitinden hareketle, komünistler asla zor kavramını bireysel terörizme endekslenmiş bir şekilde kullanmamışlardır. Burada ki zor kelimesi “kitlelerin/halkın/milletin zoru” manasında kullanılmaktadır. Kitlelerin zor yoluyla sistemi devirme tercihini “zor” kavramına oturtan komünistler, hiçbir zaman bireysel terörizm eylemlerini zor kelimesini deforme ederek destekleme politikası da gütmemişlerdir.
Marx ve Engels’in “anarşistlere” karşı çıkmasının en temel nedeninin bu bireysel terörizm eylemleri olduğunu bilmeyen yoktur. Örneğin, Çin’de Mao; asla bireysel terörizm eylemlerini desteklemeyerek, “kızıl yürüyüş” taktiği ve stratejisi ile birlikte kitlelerin devrim yapmasının önünü açarak, kitlelerin devrim ve zor yoluyla yeni bir sistem inşa etmesinin zeminlerini yaratarak, en azından zorun kitlelere dayanması gerektiğini gözler önüne sermiş, bir kere daha bu gerçeği herkese gösterebilmiştir.
Hal böyleyken; “Kürt hareketi” en başından itibaren devrimci bir programa sahip değil iken, komünistlerin bir taktik sorunu olarak gördüğü UKKTH'yi sistemle birlikte çok güzel kullanarak, bu barutu tükenmiş eski püskü komünistlere kakalayabilmesi ve yutturabilmesi, çağ dışı kalmış proletaryanist-görüşlerin ve kimlikçi-tiplemelerin aşılamamış olmasından kaynaklanmıştır.
Bu ihanetçi çizgi “devrimci zor” kavramını “düellocu mahalle kabadayılığına” ve kitlelerden kopuş “kinci-intikamcı terörizme” dönüştürerek, sistemle birlikte kitlelerin devrimci zor tercihini seçme olasılığını gerçekte tasfiye etmiştir. Böylelikle sistem bu zaaflardan yararlanarak kendisini daha otokratik ve totokratik bir konuma getirebilmiştir. Bu sayede “terör”, “terörizm”, “terör örgütü” gibi (egemenlerin ağzından düşürmediği) söylemler sistemin ve temsiliyetist-siyasetin asıl besin kaynağı haline de gelebilmiştir.
Bunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak rolü, suçu ve günahı olanlar bugün artık konuşsalar da bir anlamı yoktur. Keza gerçekler apaçık ortadadır.
Konuşmak isteyenler de öncelikli olarak bilimsel özeleştirilerini komünistlere yakışır şekilde yapsınlar, bir şey bilmiyorlarsa da, “biz kandırıldık” diye düşünüyorlarsa da, adam gibi bilimsel eleştiri yapanların yanında durmasını da bilsinler!
Ya sistemin yanındasındır ya sistemin karşısındasındır!
Hem Kürtçü-temsiliyetizmin yanında olup hem de sistemin yanında olamazsın!
Hayat sana başka seçenek sunmaz!
Sen kendi seçeneğini yarattıkça, komünizm kimlikçi siyaset üzerinden değil, kimliksizlik siyaseti üzerinden daha da güçlü bir politika olarak var olacaktır.
Protekya komünistlerinin gözünde Kürt-glokalizmi tıpkı Türk-glokalizmi gibi glokal-emperyalist politikaların payandasıdır. Türk-glokalizmi de Kürt-glokalizmi de daha ötesi olamaz. Türk-glokalizmine ve Kürt-glokalizmine payanda olmak glokal-emperyalizme de payanda olmak demektir.
Bu ölçekte ihanetçi-tasfiyeci çizgi komünizmin anti-kapitalist ve anti-emperyalist olma programını çoktan terk etmiş durumdadır. Bu çizgiye payanda olunacak diye yeni yeni şeyler uydurmaya yeni yeni “teorik ve ideolojik icatlar” yapmaya da gerek yoktur.
Hakikat tektir. Doğru sonuç yalnızca doğru zeminden ve pratikten çıkabilir!
24.11.2024
Serhat Nigiz
#minimalizm#glokalizm#minoktokrasi#gloktokrasi#glokalemperyalizm#emperyalizm#komünist#komünizm#kürdistan#devrimci#sosyalizm#türkçülük#kürt#siyaset#temsiliyetizm#otokrasi#proletarya#proletaryalist#protekya#analiz#teori#pratik#terör#terörizm#devrim#marksizm#taktik#strateji#eleştiri#bilim
0 notes
Text
21 yılda yalnızca kaynak ve servet kaybetmedik. Başkanlık sistemiyle otokrasi sertleştikçe, beşeri sermayeyi de kaybettik.
Beyin göçü, bir fabrikayı tamamlayıp başkasına vermek demektir. Yani maliyetini siz karşılıyorsunuz, faydasını gelişmiş ülkeler, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya gibi ülkeler görüyor.
(Esfender Korkmaz)
2 notes
·
View notes
Text
Ana muhalefet olmaya hazırlanırken safları sıklaştırıyorlar.
Böylece giderek radikalleşen, dinci otokrasi yanlısı cephe belli oluyor.
Bu seçim kişi seçimi DEĞİL:
uygarlık ve gericiliğin,
aydınlık ve karanlığın seçimi..!!!
14 notes
·
View notes
Text
Otokrasi ile yönetilen ülkelerde halkın dikkatini başka bir yere çekip gerçek gündemi ve politik sorgulamaları engellemek için 3F kullanılır. Yani Futbol, Festival, Fado. Amaç; kitleleri bu tip eğlencelerle uyuşturup, oyalanmalarını sağlamaktır. Hem uzak hemde yakın tarihte pek çok örneği mevcuttur. Bu arada "Otokratik Yönetim' anlayışının ne olduğunu merak edenler için; Tüm yetki ve gücün tek bir kişide toplanması dersem yeterli olur diye düşünüyorum. 😎 içaforiz
0 notes
Text
Kecam Ancaman Tiongkok, Presiden Taiwan: Demokrasi Bukan Kejahatan
TAIPEI | Priangan.com – Presiden Taiwan, Lai Ching-te, dengan tegas mengatakan, demokrasi bukanlah sebuah kejahatan dan menyebut otokrasi sebagai “kejahatan” yang sesungguhnya. Pernyataan yang disampaikannya pada Senin (24/6) itu merupakan respons terhadap ancaman baru-baru ini dari Tiongkok terhadap aktivis kemerdekaan Taiwan. Tiongkok, yang menganggap Taiwan sebagai bagian tak terpisahkan dari…
View On WordPress
0 notes
Text
Masha Gessen – Gelecek Tarihtir (2023)
Vladimir Putin’in çoksatan biyografisinin yazarı, usta gazeteci Masha Gessen, Rusya’nın bir nesil içinde nasıl daha sert ve karşı konulmaz yeni bir otokrasi türüne teslim olduğunu gözler önüne seriyor. Ödüllü gazeteci Gessen, son zamanlarda Rusya’yı sarsan olayları ve dinamikleri benzersiz bir bakış açısıyla ele alarak bu kitapta demokrasinin şafağı olması beklenen dönemde doğan dört kişinin…
View On WordPress
#2023#Epsilon Yayıncılık#Gelecek Tarihtir#Masha Gessen#Rusya#Rusya’da Totalitarizmin Geri Dönüşü#Selim Sezer#Vladimir Putin
0 notes
Text
Kuasa Mutlak Allah di Dalam Kerajaan Alam Semesta
Renungan Rabu, 6 Desember 2023 Nas: Keluaran 10:1-11
Berfirmanlah TUHAN kepada Musa: "Pergilah menghadap Firaun, sebab Aku telah membuat hatinya dan hati para pegawainya berkeras, supaya Aku mengadakan tanda-tanda mujizat yang Kubuat ini di antara mereka, dan supaya engkau dapat menceriterakan kepada anak cucumu, bagaimana Aku mempermain-mainkan orang Mesir dan tanda-tanda mujizat mana yang telah Kulakukan di antara mereka, supaya kamu mengetahui, bahwa Akulah TUHAN." - Keluaran 10:1-2
"Musa diberi pengarahan. Kita bisa menduga betapa Musa bisa jadi sangat heran melihat kedegilan hati Firaun dan kerasnya sikap Allah. Keadaan ini pastilah membuat ia kasihan akan kehancuran Mesir. Ia tidak tahu bagaimana akhir perseteruan ini nantinya. Nah, di sini Allah memberitahukan dia apa yang dirangcang-Nya, yaitu tidak saja untuk membebaskan orang Israel, tetapi juga untuk membesarkan nama-Nya: supaya engkau dapat menceriterakan dalam tulisan-tulisanmu, yang akan tetap ada sampai dunia berakhir, bagaimana Aku mempermain-mainkan orang Mesir (ayat 1-2). Kesepuluh tulah di Mesir itu harus melanda Mesir, supaya dapat dicatat sebagai bukti tidak terbantahkan bagi angkatan-angkatan yang akan datang,. . . Perihal kuasa mutlak Allah di dalam kerajaan alam semesta, kekuasaan-Nya atas semua ciptaan, dan wewenang-Nya untuk menggunakan semua ciptaan-Nya itu, baik untuk menjalankan keadilan-Nya atau untuk mengalami penderitaan akibat ciptaan-Nya itu, sesuai rancangan kehendak-Nya." (MHC: Keluaran 10:1-3, Tafsiran SABDA).
Refleksi: Terkadang kita berpikir tentang para pembesar atau pemerintah bangsa-bangsa yang tidak mengenal TUHAN, Allah mereka. Seakan-akan mereka punya kekuasaan mutlak, menentukan banyak hal termasuk nasip rakyatnya. Apalagi jika kita mencermati model-model pemerintahan monarki dan otokrasi, seolah-olah TUHANpun tak bisa intervensi. Pada sistem negara demokrasi sepertinya TUHAN melalui rakyat, masih diberi ruang dan wewenang. Namun sesungguhnya TUHAN tetap berdaulat penuh, punya wewenang penuh karena tidak ada pemerintah yang tidak berasal dari Allah (Rm. 13:1). Meskipun kita tahu bahwa pemerintah-pemerintah, memerintah dengan tangan besi, dan para pembesar menjalankan kuasanya dengan keras kepada rakyatnya (Mat. 20:25). Namun sesungguhnya TUHAN tetaplah penentu, dan tak ada keputusan-keputusan mereka di luar kendali TUHAN.
Doa: Siapapun yang menjadi Presiden RI dan negara manapun pasti atas persetujuan TUHAN Allah. Maka kami berdoa agar Presiden dan Wakil Presiden RI yang terpilih nanti pada tahun 2024 kiranya adalah paslon yang hatinya takut akan TUHAN dan tidak menjadi penghalang untuk umat-Mu beribadah dan memberitakan kabar baik -Injil Yesus Kristus, amin. (TWP)
0 notes
Text
BALADA PENDETA
Sebab siapakah yang lebih besar: yang duduk makan, atau yang melayani? Bukankah dia yang duduk makan? Tetapi Aku ada di tengah-tengah kamu sebagai pelayan.”
Lukas 22:27
Membicarakan spiritualitas melayani dan bagaimana menjadi pemimpin di era Gereja saat ini, bukan hal mudah. Beberapa tahun belakangan muncul sebuah tren untuk menjadikan kepemimpinan melayani sebagai tagline dari semua model kepemimpinan di mana pun dan kepada siapa pun. Termasuk di gereja.
Para pemimpin gereja menyadari bahwa kepemimpinan melayani adalah sesuatu yang baik dan perlu diterapkan. Karena itu, hal ini berusaha diwujudnyatakan melalui kotbah-kotbah para pendeta. Mereka menyuarakan betapa pentingnya menjadi seorang hamba yang mau turun ke bawah dan melayani. Ini juga dibahas dalam berbagai pedalaman Alkitab.
Tapi, menerapkan apa yang Kristus sampaikan pada para murid dalam Lukas 22:27 tidaklah semudah membalikkan telapak tangan. Karena memang manusia mahluk berakal, yang kadang dalam rasionalitasnya bersikap irasional kalau tidak terus belajar kata sosiolog Horkhaeimer. Maka kemudian, kita menyadari, bahwa model kepemimpinan macam ini memiliki kelemahan. Ketika, dipatenkan dan menjadi model yang dipaksakan dan dimapankan.
Bagaimana tidak, kepemimpinan melayani kemudian berubah menjadi otokrasi di mana di dalamnya dengan atas nama “pelayanan” para pejabat bisa saja terjerumus memanfaatkan pelayanan dan yang dilayani bagi dirinya sendiri. Filsuf post modern Michael Foucoult berkata bahwa tiap manusia dalam berbagai jenjang dan situasi memiliki kuasa dalam dirinya dan hidup bersama yang seharusnya dipakai agar relasi kuasa diatur menurut strategi untuk kepentingan bersama. Tapi, jadinya kepemimpinan melayani ini menjadi sarana untuk menguasai secara tak sehat dalam pelayanan demi kepentingan sendiri.
Misalnya, apakah para pemimpin gereja merasa bahagia dalam hidupnya? Saya pernah membaca sebuah survey yang pernah dilakukan di Amerika Serikat dan dikatakan bahwa tingkat depresi para pejabat gereja tinggi sekali. Setinggi harapan jemaat kepada mereka dan keluarga mereka. Semakin mereka melayani dengan sekuat hati, semakin mereka terasing dengan diri mereka sendiri dan orang-orang yang mereka kasihi. Ini yang membuat mereka tertekan dan kesepian. Apa yang salah dengan kepemimpinan macam ini?
Saya tidak mau membahas kelebihan dan kekurangan model kepemimpinan ini lebih jauh karena tulisan ini adalah tulisan yang akan mengangkat pengalaman-pengalaman saya di lapangan yang sudah sejak lama berpikir untuk meninggalkan tagline pemimpin sebagai pelayan dalam kehidupan saya sebagai seorang pendeta dan menggantinya dengan relasi bersama sebagai sahabat.
Tentu saja sebagai pendeta, saya harus melayani. Tapi, menjelaskan berbagai keuntungan melayani sama banyaknya dengan harga yang harus dibayar dalam melayani. Melayani tak pernah terlepas dari keterikatan bersama dengan banyak orang yang saya layani. Dan dalam kehati-hatian diri untuk menyebut diri sebagai pelayan atau abdi, saya mencoba memahami bahwa menklaim diri menjadi lebih rendah, tidak lantas menjadikan saya dan yang saya layani merasa nyaman. Kenapa? Karena tak ada cinta di dalamnya.
Secara rohani, saya dibesarkan oleh GKP jemaat Tanah Tinggi. Sebuah jemaat kecil di tengah metropolitan yang anggota-anggota jemaatnya susah berjumpa tiap hari karena jarak yang jauh antara tempat tinggal dan gereja dan tempat bekerja. Maka, keadaan ini membuat kami sangat menyenangi kumpul bersama tiap minggu. Pelayanan saya anggap sebagai sarana silahturahmi dan berbagi kepada para anggota jemaat. Kami bisa pulang berlambat karena bercanda dan menikmati kebersamaan. Berlatih paduan suara, menyiapkan kegiatan sekolah minggu, kayaknya gak semegah gereja lain, tapi yang kami cari ya kumpulnya itu.
Di sinilah saya belajar arti sahabat. Dan, saya menyadari bahwa limpahan cinta itu mengalir dalam diri saya dari keluarga saya yang penuh kasih. Adik-adik yang menghormati dan menyayangi saya dan mama papa yang saking bangganya dengan saya selalu mengandalkan saya untuk melakukan semua hal. Limpahan cinta inilah yang membuat saya begitu bahagia, dan merasakan bahwa pelayanan adalah juga sarana bagi kita untuk membagi kelimpahan cinta itu kepada orang lain sebagai sahabat kepada sahabatnya.
Mengamati kondisi gereja yang penuh dinamika, saya sadar bahwa hidup tiap manusia tak pernah sempurna. Manusia terus belajar bagaimana meresapi cinta yang dia rasakan di dalam dirinya dan belajar untuk mengasihi dirinya terus menerus. Dia kadang memakai pelayanan dan keluarganya untuk memenuhi itu, tapi tak pernah bisa sempurna, oleh karena kita tahu, tak ada manusia yang bisa mengubah manusia lain. Manusia ada dalam segala keunikan dirinya. Dalam luka, dan kebutuhannya. Ada yang kelebihan cinta. Lebih banyak yang kekurangan cinta dan membutuhkan dicinta.
Menjadi pemimpin yang bersahabat dengan yang lain mengandaikan cinta penuh kepada diri sendiri yang sudah dia miliki. Saya ingat bahwa Hukum Kasih pertama yang diucapkan Yesus dalam Injil Matius adalah “....seperti kamu mengasihi dirimu sendiri...”. Kita tak mungkin bisa mengasihi orang lain kalau kita tak mengasihi diri kita sendiri. Berdamai dengan diri kita. Saya juga terus belajar demikian. Dan itu bukan hal yang mudah.
Saya memiliki teman yang berlimpah cinta di dalam dirinya sehingga dia sanggup mencintai oranglain dengan amat sangat. Dia menjadi sahabat yang baik karena dia telah menjadi sahabat bagi dirinya sendiri. Dia telah belajar menjadi manusia dewasa yang mempertanyakan banyak hal dan mengkritisi banyak hal dan mengisi hidup dan kiprahnya dalam kasih. Sapere aude. Tapi ada juga teman yang kekurangan cinta, sehingga dia rela mengorbankan temannya yang lain bahkan keluarganya demi dirinya sendiri. Dia kehilangan kemanusiaannya dalam egonya. Semakin dia mencoba memenuhi dirinya dengan sikap tak mencinta kepada para sahabat, makin dia merasa sendirian dan menderita. Tapi berapa kali pun saya berusaha memenuhi dia dengan cinta, makin dia memenuhi dirinya dengan kebencian. Dibutuhkan kejujuran untuk menginsyafi bahwa kita ini layak dicintai oleh diri kita sendiri. Kebencian kita dan ketidakmengertian kita pada diri sendirilah yang membuat kita berbuat jahat dan melukai diri kita dan orang lain.
Saya bisa mengerti akibat dari kurang cinta ini. Dan belajar terus berempati pada perasaannya. Darinya saya belajar bahwa kekurangan cinta bisa membawa dampak yang buruk bagi kesehatan mental seseorang. Dan saya terus belajar mencintai. Mencintai diri saya. Mencintai orang yang mencintai saya. Mencintai sahabat dan keluarga saya. Mencintai dunia ini. Mencintai Allah. Mencintai akal budi asali yang terus mengkritisi. Mencintai proses menjadi dewasa. Mencintai melayani karena di dalamnya, saya didorong untuk melimpahkan cinta dan terus melimpahkan cinta kepada diri sendiri dan sesama.
0 notes
Text
Sesli Meram #426 - Yersiz Yurtsuz (18.09.2023)
"Bir hayat imgesi mahvediliyor. Toplumsal yaraların birbiri üstüne eklendiği, hiçbir zamanaşımının var edilemeyeceği afaki olan mesellere, olay ve olgulara müdahalelerle bir hayat imgesi çürümeye terk ediliyor. Bugün yaşadığımız raddede 12 Eylül 1980 ile yüzleşmek, o karanlığı bina eden temsilin adalet önündeki hesap sorulmasının akıbeti çoktan unutturuldu. Giden gitti, tüm o zorba takımına resmi törenler düzenlenip, isimleri yad edildi. Bir zamanların kötülük dolu temsilleri gibi kimilerinin halen hayranlık beslediği, bir odakta eylemlerini onamayı tercih edebildiği bir zeminde mutlak otokrasi, kalıcı bir zorbalık tahayyülü içerisinde hayat pratikleri paramparçadır. Bir habis döngü ki onca yıldır hayat her anlamda zehir edilendir. Öylesine bariz bir tahayyüldür ki hiç kimse ama hiç kimselerden saklanmadan ulu orta güncellenendir. Yeni Türkiye, yüzüncü yıl ve sair seslendirmelerin arasında bir hayalet, kötülüğün, beşeriye düşman olagelen bir aklın tezahürü / gölgesi güncellenmeye devam ediliyor. Yaralar artık ağırlığımızı da aşıyor her anlamda. Bir girdap halinin ortasında hayat imgesinin / kapsamının çürütülmesiyle tek bir iyi gün gelmeyeceği de bildiriliyor. İçinize siniyor mu böyle bir ülke, sahiden de…" sesli meram
podcast image credit: bird of peace ::: emanuel dimitri volakis ::: volakis gallery
#sesli meram#durum#günce#hayat ne olacak#söz#demokrasi101#türkiye gerçeği#biyopolitika#anlamak#demokrasi#adalet#özgürlük#akp#yirmibirinciyıl#iktidar#tahakküm etme#yıldırı#zor#güç#sınav#azınlıklar#tehdit#karabasan#düşmanlaştırma#politikmeram#anlam#anarşizan#unutmayacağız#affetmeyeceğiz#nefret söylemi
0 notes
Text
CHP’li Horzum, “28 Mayıs’a Biz Hazırız!”
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasının ardından Millet İttifakının Denizli İl Başkanları bugün bir araya geldi. Bugün düzenlenen toplantıda 6 siyasi partinin Denizli İl Başkanları 14 Mayıs seçimlerinin 2. Tura kalması hakkında değerlendirmede bulundu. Denizli’de Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin il başkanları 14 Mayıs seçimlerinin 2. Tura kalması hakkında değerlendirmede bulundu. Toplantıya CHP İl Başkanı Ali Osman Horzum, İYİ Parti İl Başkanı Özer Tunçtürk, DEVA Partisi İl Başkanı Bekir Kırar, Gelecek Partisi İl Başkanı Aykut Yıldırım, Saadet Partisi İl Başkanı Mehmet Fatih Aktaş ve Demokrat Parti İl Başkanı Salih Zeki Yanaşık katıldı. Başkanlar ikinci kez yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri için hazır olduklarının altını çizdi. CHP İl Başkanı Ali Osman Horzum seçim sürecinde Millet İttifakı'nın siyasi partileri, örgütleri ve teşkilatları gecesini gündüzüne katarak milletvekili adaylarıyla birlikte mücadele verdiğini ifade etti. Başkan Horzum, “Bu Pazar Türkiye tarihi bir seçim için sandıklara gitti. AKP iktidarının gölgesinde geçen bir seçim sürecinde sandıklar bir algı yönetimi ile sayıma başlandı. İktidarın tekelinde olan haber ajanslarında AKP Genel Başkanı’nın aldığı oy yüzde 59 ile açıklanmaya başladı. Burada örgütlerimizin ve halkımızın umudu kırılmak istendi. Ancak liderlerimiz başta olmak üzere bütün ittifak üyelerimiz ve görevlilerimiz sandıklarımızı ve umudumuzu yitirmeden heyecanlı sayım sürecine devam ettik. Sandık başında amaçlarına ulaşamayınca bu kez de Millet İttifakı’nın önde olduğu sandıklara yapılan itirazlar ile algı stratejilerine devam ettiler. Orada da amaçlarına ulaşamayınca resmi olarak seçimlerin ikinci tura kaldığını açıklamak durumunda kaldılar. 14 Mayıs seçimlerinin sonuçları doğrultusunda ikinci kez sandık başına gideceğiz. Ancak ilk turdan daha heyecanlı, daha umutlu ve daha hazırız! Çünkü biliyoruz ki; bu seçim demokrasi ile otokrasi seçimidir. Bu seçim ihale baronlarıyla evine ekmek götürme mücadelesi veren babalar arasında olacaktır. Bu seçim ‘gelin hep beraber önlemler alalım porsiyonları küçültelim' diyenlerle ‘yarın çocuğumun beslenmesine ne koyacağım?' diyen anneler arasında olacak. Bu seçim 3-4 ayrı kurumdan maaş alanlarla asgari ücretli iş bulamayan gençler arasında olacak. Bu seçim liyakat ile sadakat arasında olacak. O yüzden mücadele etmeye devam edeceğiz” dedi. Türkiye’yi oluşturan tüm toplumsal katmanların umudu ve geleceği için 28 Mayıs’ta herkesi yeniden sandık başına davet eden Horzum,“13. Cumhurbaşkanımızın sayın Kemal Kılıçdaroğlu olması için ittifakımızın bütün üyeleri, gönüllülerimiz ve Cumhuriyet sevdalıları ile sahada var gücümüzle çalışmaya devam ettiğimizi belirtmek isterim. Bu süreçte bütün baskı ve algı çalışmaları sonucunda yapmaya çalıştıkları umutsuzluğa yer vermeden, ittifak adayımız sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı olarak sandıktan çıkacağına ardından da ülkemize ‘Baharın’ geleceğine söz veriyoruz. AKP ve Recep Tayyip Erdoğan Denizli’de kan kaybetmeye devam ediyor. 2018 seçimlerine kıyasla 2018 yılında yüzde 40 olan oyları yüzde 33’e düşmüş, şehirde 4 olan Milletvekilleri 3’e düşmüş durumda. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise, 2018 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzde 47 olan oyu yüzde 43 e düşmüş durumda. Denizli’de seçimin kaybedeni Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’dir. Millet İttifakının adayı Sayın Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu ile 2. Turda ipi göğüsleyeceğimize olan inancımız tamdır” ifadelerini kullandı. Read the full article
0 notes
Note
Nej ya muhalefet arasindan secim hakkimizin olmadigi otokrasi ile demokrasi arasinda yapilacak boylesine hayati bir secimde insanin kendisine kemalist diyip sinan ogana oy atmasi nasil bir kafadir... Zorsun ahir zaman.
sikinti yok baba
1 note
·
View note
Text
14-28 Mayıs Plebisiter Seçim Komedisi Üzerine Bazı Sesli Düşünceler
Türkiye’deki siyasi parti yasaları az buçuk demokratik olsaydı; Kemal Kılıçdaroğlu CHP’de başkan olarak kalabilir miydi? Türkiye az buçuk bir anayasal hukuk devleti olsaydı; o oy pusulasında Recep Tayyip Erdoğan aday olabilir miydi? Anayasa’ya göre 2 defa mazbata almış bir aday 3'üncü defa aday olabilir miydi? Kuşkusuz hayır. Türkiye tarihinin en büyük ekonomik bunalım sürecinden geçiyor. Halk sürekli fakirleşiyor. Suç oranları katlanarak artıyor. Ve daha pek çok başka sorun. Devlet otokratik bir yapıya dönüştükçe bütün bu sorunları daha da fazla toplumu bastırma yoluyla çözmeye yöneliyor. Türkiye’nin bugün ki hali Hüsnü Mübarek’in Mısır’ına benzetilebilir. Mısır’da da Türkiye’dekine benzer bir süreç yaşanmıştı. Mübarek bir halk hareketiyle yıkılana kadar 30 yıla yakın iktidarda kaldı. Bu ülkede de cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri yapılıyordu. Orada da “muhalefet” partileri vardı. Başka bir deyişle, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Mısır’da da demokrasicilik oynanıyordu.
Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Mısır’da da seçimler hileli ve plebisiter seçimlerdi. Mısır’daki onca yoksulluğa, yolsuzluğa ve kötü yönetime rağmen nasıl oluyorsa sandıktan hep Mübarek çıkıyordu. Erdoğan’ın durumu da aynıdır. Erdoğan’da benzerlik açısında Türkiye’nin Mübarek’idir.
Türkiye dünya enflasyon sıralamasında 6'ıncı sırada, ne hikmetse Erdoğan’a göre enflasyon Allah’tandır. Deprem oluyor, kitlesel bir soykırım yaşanıyor, Erdoğan’a göre yaşananlar takdir-i ilahidir. Dini söylem Erdoğan eliyle hakikati örtmenin ideolojik ve çarpıtıcı bir aracına dönüşmüş durumda. Dedik ya ülke tarihinin en kötü ekonomik krizinden geçiyor. Ülkenin sorunları dağ gibi yığılmış, peki muhalefet ne yapıyor? Şayet bir ülkede muhalefet bu şartlar altında seçim kazanamayacaksa ne zaman kazanacak? Bu şartlara rağmen muhalefet yani Kılıçdaroğlu yine de kazanamazdı. Çünkü başından beri iktidar ve muhalefet anlaşmalı bir şekilde bu seçime girdiler. [1] Bir seçim düşünün ki; daha seçim olmadan “muhalefet” seçim sonucunu (Erdoğan’ın iktidarını) kabul etmeye dünden razı bir görüntü veriyor. Peki, tek suçlu muhalefet mi? Elbette değil. Onca şeye rağmen Erdoğan’a hala % 25-30’luk bir destekte söz konusu. Başka bir deyişle, Erdoğan’ın devlet imkanlarını kullanarak kendisine bağımlı hale getirdiği ekonomik ve sosyal bir tabanda yok değil. AKP’nin devlet olanaklarını kullanarak halk içinde ulaşabildiği maksimum tabanda yine bu taban. Kaygan ve kendi çıkarları için her an iktidarı satabilecek olan bir taban. Bu kitle için asıl belirleyici olan sanılanın aksine ideoloji de (din, vatan, millet vs. de) değil, “Erdoğan devletinin” kendilerine sunduğu sosyo-ekonomik ayrıcalıklar. Bu yüzden bu kesimler arasında da “Erdoğan çalsın çırpsın ama yine başkan olsun!” düşüncesi hakimdir. Başka bir deyişle, kuralsızlık ve ahlak dışı tutumlar Erdoğan’a gelene kadar bu kesimler tarafından da maalesef hoş görülmektedir.
Bir zamanların Demirellerini, Ecevitlerini, Özallarını düşünün; hepsi devletin adamıydı ancak hiçbiri burjuva siyasetinde Erdoğan kadar toplumu “biz” ve “onlar” şeklinde kamplaştırmakta bu kadar ileri gidemedi. Erdoğan siyasal arenayı öyle bir hale getirdi ki; ülkenin bir bölümü diğer bölümü ile yan yana bile gelmek istemiyor. Bu da Erdoğan’ın kutuplaştırma işinde ne derece başarılı olduğunun da bir kanıtı. Öyle ki; bu bölünme en temel ahlaki, insani ve vicdani değerlere dair de bir bölünme. Bir taraf din adına her şeyi mübah gören bir anlayışa sahip iken, diğer taraf ise yaşam tarzının tehdit altında olduğunu düşünen bir anlayışa sahip. Kuşkusuz bu kaygılarda haklılık payı olmakla birlikte (gündelik hayat içerisindeki muhafazakar uygulamalardaki artış vs.), bu durum din ve kimlik siyaseti üzerinden emekçi halk kesimlerinin daha kolay bölünebilmesine ve kamplaştırılabilmesine de olanak sağlıyor. Bu da emekçi sınıfların birliği açısından da olumsuz bir durum yaratıyor. Bu durum iktidarın kazanç hanesine yazılıyor. Çünkü bölünmüş toplum demek örgütsüz ve karşı koyamayan toplum demektir.
Bir ülkede iktidar medya kurumlarına bu derece hakim olmuşsa; yetki tek bir kişinin elinde toplanmış ise, bu kişi seçimle gider mi? Otokratik rejimlerde, kendisini diktatörlük yetkileri ile donatmış rejimlerde hiçbir yönetici seçimle gitmemiştir. Örneğin, Rusya’da Putin seçimle gider mi? Ya da Azerbaycan’da Aliyev seçimle gider mi? Mübarek seçimle mi gitti? Ya da bugün Sisi seçimle gider mi? Türkiye’de her girdiği seçimi kazanan Erdoğan’da doğal olarak “onca seçim kazanıyorum bana hala diktatör diyorsunuz” diye hayıflanıyor. Bu söylem size tanıdık geldi mi? Diktatör zaten diktatör olduğu için seçimi kaybetmez. Diktatörsen elinde yetki varsa sana muhalif olanları içeri atarsın. RTÜK gibi bir kurum kurup medyayı baskı, tehdit ve şantaj ile rehin alırsın. Diktatörsen kendine ait bir medya havuzu kurarsın. Sabah akşam yalanda olsa halka yanlış bilgi verirsin. Yalan bile olsa bir yalan bin kez tekrarlanırsa halk bir noktadan sonra bu yalana inanmaya başlar. Yoksa nasıl oldu da seçmenin bir bölümü Kılıçdaroğlu’nun PKK ile gizli bir anlaşma yaptığına inanabildi? Buna popüler ifadeyle “algı yönetimi” adı veriliyor. Bu yalan dolan işlerinde AKP kurmayları o kadar ustalaşmış ki; bu tip algı operasyonlarında kimse ellerine su dökemez.
Devletin resmi TV kanalı TRT’nin seçim döneminde Erdoğan’a ayırdığı vakte bakın, birde diğer partilere ayrılan sürelere bakın. Demokrasi şayet ifade özgürlüğü ise, temsiliyetist sistem partilerinin kendi arasındaki ifade özgürlüğü açısından bile ortada eşit bir seçim yoktu. Yani büyük temsiliyetist balık küçük temsiliyetist balıkları kolayca yuttu. Şayet bir ülkede devlet içindeki kastlar o ülkenin yargı sistemini ele geçirmiş ise o ülke hapı yutmuş demektir. Yani o ülkenin yürütme erki o ülkenin yargı kurumlarına emirle ve talimatla iş yaptırıyorsa, o ülkede bırakın Yüksek Seçim Kurulu’nu, o ülkedeki tüm kurumlar bağımlı ve taraflı demektir. [2] Dolayısıyla; 14/28 Mayıs seçim komedisi bu gerçeklerin iyiden iyiye ayyuka çıktığı ve görünür hale geldiği bir vaziyete de vesile olmuştur. Kuşkusuz bu yaşananlar temsiliyetizmin iflasının da bir göstergesidir. Başka bir deyişle, her ne kadar Erdoğan 14/28 Mayıs sürecinden zaferle çıkmış gibi gözükse de, gerçekte temsiliyetizm hem demokrasi, hem seçim hukuku hem de sandık hukuku açısından sınıfta kalmış ve meşruiyetini tümden yitirmiştir. Kısacası, kısa vadede kazanan Erdoğan olsa da, uzun vadede kaybeden devletin kurumsal güvenilirliği olmuştur.
Türkiye kapitalist bir ülke mi? Aklı başında her insan bu soruya “evet” cevabını verecektir. Lakin Türkiye kapitalizmi temel olarak emekçi halkın varlıklarının devlet ve özel sektör işbirliğiyle yağmalanması üzerine kuruludur. Bu “Prusyatik devlet kapitalizmi” modeli bir tür şerif kapitalizmidir. Başka bir deyişle, bu sistemde şerifin yıldızını göğsüne takan/yetkiyi ve devleti elinde tutan sermayeyi de, parayı da, sınıfları da biçimlendirmektedir. Bu da emekçi halkın sürekli olarak memur kastları eliyle fakirleştirildiği ve yoksulluğa mahkum edildiği bir düzeni de beraberinde getirmektedir. Küçük bir azınlığın sürekli zenginleştiği bu sistemin merkezinde ise usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine kalkan haline getirmiş olan temsiliyetist memur kastları var. Bu kastlar aynı zamanda ülke burjuvazisinin asli çıkarlarının da temsilcisi konumundadır. Nasıl ki Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Sabancılar, Eczacıbaşılar, Koçlar devlet eliyle, temsiliyetist memur klikleri eliyle yaratılmış bir burjuvazi ise, bugünde Erdoğan ve AKP eliyle yaratılan “yeşil burjuvazi” de yine devlet aklının bir imalatıdır. Dün gayri Müslümlerin mallarını gasp ederek yaratılan TÜSİAD ne ise bugün kamu varlıklarının yağmalanması ve emekçi kitlelerin sömürülmesi ile yaratılmak istenen MÜSİAD burjuvazisi de aynı zihniyetin bir tezahürüdür.
Bir ülkede yargı kurumları bağımlı ve taraflı ise, o ülkede adaletten söz etmekte mümkün değildir. Dolayısıyla; adaletin ve hukukun olmadığı yerde kapitalizm şartları altında asgari düzeyde gelir ve tüketim adaletinin olmasını beklemekte gerçekçi değildir. Böylesi bir kapitalizm “kontrolsüz bir kapitalizm” olduğu gibi, kısa vadede bu sistem patronların yüksek karlar elde etmesini sağlasa da, uzun vadede bu sistem toplumsal ilişkileri düzenleyici bir “sosyal-kapitalizm” olarak da gelişemeyecektir ve gelişemez de. Örneğin, bir ülkenin 20 yıllık tarihinde o ülkenin kamu ihale yasası iktidarın keyfine göre sürekli değiştiriliyorsa; o ülkede bırakın hukuk devletini, burjuva-demokratik güçlerin sağlıklı gelişimi için bile gerekli olan yasal zeminlerde, bürokratik zeminlerde yok demektir. Bu zemin olmadığı zaman; o ülkede zincirlerinden boşalırmışçasına her yöne saldıran kapitalist çarkın altında ezilen emekçi halkında bir geleceği de yok demektir. Cumhuriyet tarihinde geniş kitleler arasında “gelecek kaygısının” psikolojik açıdan bu derece tavan yaptığı bir başka dönemde de görülmemiştir. Bu da geleceğin radikal toplumsal mücadelelerini tetikleyecek olan en önemli etkenlerden biridir. Özetle; insanlar er ya da geç kendi gelecekleri için daha da çetin mücadelelere dahil olmak zorunda kalacaktır.
Hiçbir ülkede emekçi halka hakları kendiliğinden verilmemiştir. Bugüne kadar kazanılmış bütün haklar mücadele ile elde edilmiştir. Hak verilmez, hak alınır! Önce insanların kendi haklarına sahip çıkması gerekiyor ki; işte o zaman sınıf mücadelesi ve sosyalizm için toplumsal bir alan açılabilsin. Ezbere sloganlarla, günün kurtarmaya dönük girişimlerle, sürekli burjuvazinin bir kanadına yapışarak, kuyrukçulukla hak mücadelesi verilmez, verildiği de görülmemiştir. Hak (emek) mücadelesinin yolu; denetimizm (hak’ın (emeğin) eşit ve adil bir şekilde üleştirilmesi) mücadelesinden geçmektedir. Kendisini yönetenleri denetlemesini bilmeyen emekçi toplum kesimleri; işçiler, köylüler, gençler, kadınlar vs. tüm ezilenler, sömürülenler, baskı altında olanlar, toplumsal denetim mücadelesini yükseltmedikleri sürece kendi kendilerini de yönetmesini öğrenemezler.
Geleceğin mücadeleleri temsiliyetist düşüncelerden beslenen yönetsel fetişizm temelinde değil, emekçi sınıfların etkin katılımı ve bürokratik-denetimist savaşım ile şekillenen bir hatta; çizgi de şekillenecektir. Bu çizgi denetimist-devrimci çizgiden başkası da değildir!
Dipnotlar
[1] İktidar ve muhalefet arasındaki seçim anlaşması konusuna 14 Mayıs öncesinde yayınladığımız yazıda açıklık getirmiştik.
Ucube Seçimin Gölgesinde Temsiliyetizmin İflası ve Denetimistlerin Tutumu
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/716010014155948032/ucube-se%C3%A7imin-g%C3%B6lgesinde-temsiliyetizmin-i-flas%C4%B1-ve
[2] Türkiye’deki temsiliyetist yargı ve hukuk sistemini anlayabilmek için hakim ve savcıların durumuna bakmak yeterli olacaktır. Örneğin, Türkiye’de Adalet Bakanı bir partinin üyesidir. Dolayısıyla; aynı Adalet Bakanı Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun da başında bulunan kişidir. Başka bir deyişle, ülkedeki tüm hakimlerin ve savcıların özlük hakları bir siyasetçinin (seçilmen terörizminin) iki dudağının arasındadır. Adalet Bakanı’nı belirleyen de AKP’nin genel başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Anlayacağınız seçimlere girip aday olan kişi aynı zamanda seçimi yapmakla görevlendirilmiş olan kurumlarında başıdır. Pek çok kurumda olduğu gibi Cumhurbaşkanı YSK’da doğrudan müsteşarları aracılığıyla temsil edilmektedir. Başka örneklerde verilebilir. Misal adaletin terazisinin bir yanında savcılık/iddia makamı, diğer yanında ise hakim/karar makamı ve son olarak da avukat/savunma makamı yer almaktadır. Lakin Türkiye’de en basitinden savcılar ve hakimler aynı adliyede görev yapmakta, aynı kurum aracına binmekte, aynı lojmanda yaşamakta; en basit tabirle terazinin ayaklarını eşit bir şekilde oluşturması gereken bu unsurlar/kuvvetler ayrı olması gerekirken, tek ve birleşik bir görüntü sergilemektedir. Bu da kuşkusuz hem savcının hem de hakimin yargılama süreçlerinde yürütmeden gelen emir ve talimatlara açık bir hale gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu da bırakın hukuk devletini, kendi yazdığı kanunları dahi tanımayan usulsüz yargılama şekillerini ve doğrudan yürütmeden talimat alarak hareket eden savcılar ve hakimler olgusunu ortaya çıkartmaktadır. Haliyle; bu temsiliyetist yargı ve hukuk sistemi içinde adalet kim olduğunuza ve adamınıza göre belirlenirken; adalete ulaşma olanaklarınızda temsiliyetist kurumlardaki yetki gücünüze bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu açıdan Türk yargı ve hukuk sistemi işleyişi açısından kendi Anayasasını ve kanunlarını dahi tanımayan bağımlı ve taraflı bir jüristokratik kast yapılanması olarak örgütlenmekte ve yürütme aygıtının ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Kuşkusuz bu model kapitalizme aykırı bir model de değildir. Zira kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde devlet yapılanmasının genel kalıbı başından beri bu şekilde gelişmiş olup, bu durum bizim gibi ülkelerde yeni yeni yaygın bir şekilde tartışılıyor olsa da, bu olgu özellikle Amerika ve Avrupa’da çok daha eski dönemlerde egemen sınıflar arasında çatlakların oluşmasına ve yönetici klikler arası kanlı çatışmalara kadar uzanan süreçlerin ortaya çıkmasına da sebebiyet vermiştir. Amerikan yargı ve hukuk tarihi bu açıdan incelenmeye değer bir konudur. Örneğin, Amerikan İç Savaşı’nın da böyle bir boyutu vardır ama bu kısa yazının kapsamı bu konuyu enine boyuna ele almak içinde yeterli değildir.
4.06.2023
Serhat Nigiz
#emek#emekoloji#marksizm#teori#politika#siyaset#temsiliyetizm#otokrat#otokrasi#diktatörlük#hukuk#yargı#jüristokrasi#hakimler#savcılar#adalet#mübarek#erdoğan#kılıçdaroğlu#seçim#sandık#seçmen#seçilmen#demokrasi#yasama#yürütme#faşizm#popülizm#cumhuriyet#bilim
0 notes
Text
Cehalet, kuşkusuz, öğretimsizlikten kaynaklanır. Öğretimsizlik öğretilecek bir şey olmamasından değil, bilginin var olmamasından, ya da varlığının zararlı görülmesinden kaynaklanır.
Her an öğrenilecek bir şey olan bu dünyada, öğretecek bir şey bulmayanlar ya aptal ya da ön yargılıdır. Hiçbir insan o kadar aptal olamayacağına göre, bilgiyi dışlama coğrafi ya da tarihi, beyinde damar tıkanmasına benzer toplumsal aklın tıkanmasıdır. Bu kutupta ya da Amazonlar'da olduğu gibi, izole edilmiş olarak yaşamak, bir dini zorlama, kölelik, diktatörlük, herhangi bir ideolojik nedenle toplumun tümünde ya da bir grubunda bir tür körleşmedir. Bazı bilgi yollarının kapalı olması, kapalı tutulması bu nedenle öğrenilecek şeylerin saklanması sonucu da olabilir. Bütün bunların, dün ya da bugün, dünya tarihinde örneği çok.
Osmanlı tarihi tümüyle cehaletin hizmetinde biçimlenmiştir. İç nedenlerle bazen yozlaşan bir otokrasi, toplumun kul, yani köle statüsü, dinin şeriata dönüşmesi, kentlileşmemiş toplum, toplumu aydınlatacak bir ulusal ordu olmaması, bürokrasi ve edebiyat dilinin halk dilinden farklı oluşu bu nedenlerin başında gelir. Osmanlı toplumunda büyük çoğunluğu köyde oturan insanlara öğrenme olanağını açık değildi. Okuma yazma bilmeyen ve okulu olmayan köylerde yaşayanların öğrenme çarkına girmeleri olanaksızdı Yakın zamanlara geldikçe bu olgu daha karmaşık duruma gelir. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıktı? hikayesine dönüşür. Örneğin bu günlerde okullarda bazı derslerin kalkması toplumun cehaletinden değil, cahil kalmış karar mekanizmalarından kaynaklanır.
Dünyanın içinden geçtiği neredeyse 3 bin yıllık insanlık tarihinin bazı performanslarından haberi olmamak kişisel değil, toplumsal bir olaydır. Osmanlı cehaletinin tortusu toplumun bazı kesimlerinde yaşamağa devam ediyor. Bazı ayrıcalıklı insanların ya da grupların varlığı bunu değiştirmiyor. Bu bağlamda, özellikle bizim gibi geç uyanmış toplumlarda, henüz düşüncenin ulaşmadığı bakir topraklar ya da ormanlar var. ‘Nasıl olur, daha dün bu adam Almanya’da idi?’, ya da ‘Bu adam üniversitede profesör!’ demek cehaletin olasılığını değiştirmez. Çünkü bazı insanların renk körü olmaları gibi, geçirdiği bir kaza nedeniyle körleşmiş insanlar da vardır. Bu kazalar tarihseldir.
Bu toplum tutucu imiş, peki neyi tutuyor?
Sevgili okurlar,
Sözünü ettiğim toplum biziz. Gerçi çeşitli boyutlarda cehalet sendromları Türkler'e özgü değil. Fakat bize benzeyen 1.5 milyar müslüman var. Olasılıkla dünya nüfusunu cahiller ve onun bir aşama üstünde olanlar diye ayırırsak, biz cahiller grubundayız. Bu sömürülenler grubu anlamına geliyor. Aramızda dünyanın en aydınlık insanları arasında olanlarımız da olabilir. Bugünün dünyası birleştirici. Buna gelecek için bir umut olarak bakabiliriz.
Fakat bu birleşme ve bütünleşme değişik düzeylerde oluyor. Entelektüel düzeyde, bilim düzeyinde, sanat düzeyinde, alışveriş düzeyinde. otomotiv düzeyinde, gökdelen düzeyinde, sömürü düzeyinde. Bazen bunlar kafayı karıştıracak kadar karışıktır.
Osmanlı cehalet mirası taşınması bu çağda olanaksız bir yüktür. Bu toplum 100 yıl öncesine kadar okumuyordu, okuyanlar da zaten kitap bulamazlardı. Okumayı bilmedikleri bir dille yazılan Kuran’ı da okumadılar. Kuran, muska gibi bir kenarda dururdu. Okumayı biraz sökenlerin okudukları Mızraklı İlmihal kitaplarını anımsıyorum. Halka namaz, oruç, haç ve dinin farzlarını anlatır, Allah’a ve Peygamber’e inançlarını vurgulatırdı. Halkın maksimum din bilgisi budur.
Toplum dindardır, ama kendi dinini ve tarihini bilmez. Milliyetçi olanları var, milletinin tarihini bilmez. Padişahçıdır, padişahın anasının Türkçe bilmediğini bilmez. Padişahın Türk olmayı istemediğini de bilmez. Bu toplum tutucu imiş, peki neyi tutuyor?
Türkiye de, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde, yüzyıllardır süzüle süzüle gelmiş cehaletin hikayesini anlatmak için kitap sayfaları yetişmez. Fakat geriye bakınca insanın içini karartan olaylar var. Bilim ve felsefe tarihi ile ilgilenen bir okur olarak nedense İbni Sina (Avicenna) nın öyküsü çok gücüme gider. İbni Sina dünya bilim ve felsefe tarihine girmiş pek az müslümandan biridir. Buhara’da İranlı Samani devlet idaresi altında yetişmiş bu İranlı Abbasi Rönesansı denen aydınlanma döneminin yetiştirdiği en tanınmış Müslüman düşünürü ve bilim adamıdır. (Bazı Tarih bilmeyen Türk tarihçilerinin ‘Orta Asyalı, demek ki Türk!’ demekten vazgeçmelerini de vurgulamak gerekir.)
Dünya tıp tarihinde Hipokrat, Galen, İbni Sina bir üçlü oluştururlar. Dünya tıp tarihinde bir Osmanlı ya da Türk yok. Cumhuriyet döneminden söz etmiyorum. Fakat 12. yüzyıldan başlayarak Avrupa’da İbni Sina’nın ‘Kanun fi ‘t-Tıbb’ adlı büyük ansiklopedisi Latince’ye çevrilmiş, 16. yüzyılda İtalya’da 22 kez basılmıştır. Biz de matbaa olmadığı için zaten basılamazdı. Fakat Türkçe’ye kazandırılması için bu toplum 19. yüzyılı bekledi. İbni Sina’nın en tanınmış İslam filozoflarından biri olduğunu da anımsayalım. Osmanlılar ise felsefenin yanından bile geçmediler. Bu günlerde felsefe dersini yine programlardan kaldırmışlar. 12. yüzyıla geri dönmüşüz. Cumhuriyetin restorasyonunu yok ederek hangi akla hizmet ettiklerini anlamak olanaksızdır. Türkiye’de kimin kafasını düşünmekten ve felsefeden uzaklaştırabileceklerini de bilmiyorum. Ama Osmanlı'dan süzülen cehalet kavramı budur.
Acayip şık (?) Zorlu Center’ı gördüm. Kahvelerini dolduran gençlere İbni Sina’nın adını işitip işitmediklerini sormak aklımdan geçti. Ya da daha insaflı olmak için Katip Çelebi’nin Mizan-ül Hakk fi ihtiyari’l-Ahakk kitabından haberi olup olmadıklarını sorun! Okuyan Türk ne kadar? Okuduğunun ne kadarını anlıyor? Bunun bir istatistiği var mı? Bütün bu davranışların tümüne kara cehalet deniyor. Fakat kendinin kara cahil olduğunun farkında olan var mı?
Türkiye’de 18. yy sonuna kadar sadece 80 kitap basıldığını, medreseden başka okul olmadığını biliyorlar mı? (Bereket askeri okullar vardı. O sayede Cumhuriyet'i kurduk!)
Kendinize ‘Medreselerde bugün gazetelerde okuduğumuz çağdaş bilginin bir damlası okunuyor muydu?’ diye sordunuz mu? Her gün bir imam hatip okulu açılırsa, üniversite medrese ne zaman olacak, diye de sormamız gerek! Hadi devlet üniversiteleri neyse ama, alışveriş merkezi gibi açılan özel ve vakıf üniversiteler ve onların yüzbinlerce öğrencisi ne olacak? İstanbul’un trafiğini bu kadar iyi çözen onu da çözer, diye bir umudunuz var mı?
Biz imam hatip okulunda kızları bile okuturken, Kore veya Japon arabalarını, telefonlarını, kameralarını, televizyon ve bilgisayarı, Çin’den akla gelecek her malı alacağız. Yahudi portakalı, Arjantin buğdayı yiyip, İtalyan marka elbise giyip, Amerikan filmi seyredip, gökdelende oturup dolar, euro hesabı yapacak ve İngilizce öğretimi ilkokula kadar indireceğiz! 20 dakikalık yolu üç saatte geçip evimize gideceğiz, kırmızı ışıkta arabamızı dilenciler muhasara edecek, kaldırımlarda köpekler ve park etmiş arabalar arasında dolaşacağız. Bir yere girerken aleyküm selam, çıkarken bye bye diyeceğiz. Aptallarla birlikte yaşayanlar giderek aptal olmasalar bile, aptal gibi davranmak zorundadırlar. Gerçi dünya konjonktürü de bu kadar aptallığa kredi açılmıyor.
Ayağımızın altındaki karanlık uçurum toplum dokusunun onulmaz cehaletidir. Hızla, çürüme aşamasına geldiğimizin farkında mısınız?
Doğan Kuban
6 notes
·
View notes
Text
Demokrasi; Üzerimizde hak iddiasında bulunması adına seçtiğimiz kişilerin meşru varlığını kabul ederek onlara verdiğimiz hükmetme işi değildir. Demokrasi Henry David Thoreau'nun da dediği gibi seçilen bu hükümetlerin ve tabi kişilerin bizleri değilde devleti yönetme işi ile ilgilidir. "En iyi hükümet, en az yöneten hükümettir." Aksi yani devleti değilde insanları yönetmeye talip olunursa bunun adı; otokrasi, kakistograsi, kleptokrasi gibi yönlere evrilebilir. O da Platon'un ifade ettiği Demagogların, Sofistlerin, Manipülatörlerin ve güç zehirlenmesiyle birlikte sahte peygamberlerin artmasına sebep olur ��🏻♂️ içaforiz
0 notes
Photo
Bizlere sürpriz olan nice bilgi gerçekte bunları yaratanlara niçin yabancı olsun? #silvangunes #biyografiyazari #biyografiyazarı #birbiyografiyazarı #biyografist #biyografi #yalnızlık #birfikir #otobiyografiyazarı #tecrübeleriniztoprakolmasın #düşünceüret #düşün #nededikalbin #nededikalbim #vecizelerim #tecrübeler #dönüyorsan #tarihintanıkları #kaktüsümdenkopardığımçiçekler #birbiyografiyazarı #nedediysemo #kahramanmaraş #hatay #adıyaman #iskenderun #diyarbakır #mersin #gaziantep #deprem #otokrasi https://www.instagram.com/p/CpX8kZKosjn/?igshid=NGJjMDIxMWI=
#silvangunes#biyografiyazari#biyografiyazarı#birbiyografiyazarı#biyografist#biyografi#yalnızlık#birfikir#otobiyografiyazarı#tecrübeleriniztoprakolmasın#düşünceüret#düşün#nededikalbin#nededikalbim#vecizelerim#tecrübeler#dönüyorsan#tarihintanıkları#kaktüsümdenkopardığımçiçekler#nedediysemo#kahramanmaraş#hatay#adıyaman#iskenderun#diyarbakır#mersin#gaziantep#deprem#otokrasi
0 notes