#memuriyetizm
Explore tagged Tumblr posts
serhatnigiz · 11 months ago
Text
Devletin Teminatının Olmadığı yerde Milletin Teminatı Olur mu?
Tumblr media
Yürütmenin yargıya tepeden atamış olduğu memurlar (kendi adamları) ile yürütmedeki ve yasamadaki memurlar karşı karşıya gelmiş durumda. Ne de olsa bugüne kadar tüm kirli işlerini bu yargıya yaptırdılar.
Bahçeli sistem krizi yok dese de, sadece sistem krizi de yok! Sistem krizi ile iç içe girmiş yapısal bir kriz var. Yasama, yargı ve yürütme klikleri arasındaki gerilimin asıl nedeni de bu.
Düne kadar emir ve talimat ile AYM'ye karar aldıran Bahçeli (Jülistokratik MHP çetesi) ne oldu da şimdi AYM'yi "kapatmakla" tehdit eder hale geldi.
Bahçeli ve adamlarında AYM'yi kapatabilecek cesaretin zerresi yok!
İyisi mi yürütmenin (kendisini milletten üstün gören yetki diktatörlüğünün) son kalesi olan yürütme-yargısı AYM'yi ve diğer sözde yargı kurumlarını Bahçeli'yi beklemeden millet topyekün kapatsın!
Bu kurumların bugüne kadar millete bir faydası da görülmedi. Bu kurumlar ülke tarihi boyunca kendisini milletin üstünde gören bir avuç memur kastına çalıştı. Bu memur kastları da milletin devlete sunduğu olanakları kullanarak kendi kafalarına göre bir "kapitalist düzen" yarattı. Ama bu nasıl bir kapitalizm ise ortaya çıka çıka kapitalizmin ne evrensel ne de yerel normlarına dahi oturmayan feoktokratik ve müphem bir çete-kapitalizmi ortaya çıktı.
Bu çeteleri AYM gibi yürütme-yargısı değil, yargılasa yargılasa denetim usul/muhakeme kanunları ve denetim mahkemeleri yargılar!
Öyle yalandan tehditleri geçeceksin önce icraat görelim. Hadi paçan yiyorsa Bahçeli AYM'yi kapatta görelim! Sende o yürek var mı Bahçeli?
Yıllarca "devletin bekası" söyleminin arkasına saklanıp milletin temel haklarına çökme döneminiz artık bitti. Yaptığınız onca katliamlar, işkenceler, zulümler yanınıza kar mı kalacak sandınız!
"Devlet" diye isim mi olur? Gerçek ismini kullanmayan adamdan milliyetçi mi olur?
Milliyet-çiliği bile ayaklar altına alıp milleti tanımayanlar tabii ki anayasada tanımaz, kanunda tanımaz, her haltı yer. Bu nasıl bir milliyet-çilik ise Türklüğü/üniter kimliği mahkemeleştirmek için 15 Temmuz senaryosunu çevirir!
Millet niye bu temsiliyetist-memuriyetist zorbalığı tanımaya devam etsin ki? Teminatı olmayan devlet çete devletinden başka da bir şey değildir.
Çeteyseniz açıkça çıkıp "biz çeteyiz" diyin olsun bitsin. Öyle yalandan cumhuriyet gibi demokrasi gibi kavramların arkasına saklanmaya devam etmeyin.
O da olmuyorsa çıkın açıklayın "biz devlet değiliz" diyin, biz anayasa ile kanun ile kural ile yönetilmiyoruz, bu devleti bir avuç memur kastı idare ediyor diye millete beyan edin!
Ne de olsa devlet bile beyan esasına göre kurulur.
Bu ülkede devletin teminatı yok! Bir ülkede devletin teminatı yoksa o ülkede milletinde teminatı yok demektir.
Milletin teminatının olmadığı bir ülkede kurtuluşun tek yolu vardır; o da yasamada, yargıda ve yürütmede gerçekleşecek olan kurumsal denetimist devrimlerdir.
Ancak millet bu şekilde kendi temel hakları için ister seçilmiş olsun ister atanmış olsun temsiliyetizmden ve memuriyetizmden hesap sorabilir.
Temsiliyetizm ve memuriyetizm var oldu olalı devlet her zaman var olmuştur. Devletin-kitleselleşebilmesinin ve kitlelerin-devletleşebilmesinin yolu denetimle mümkündür. Aksi takdirde; ister cumhuriyet denilsin ister demokrasi denilsin tüm rejimler son çözümlemede bir memur kastları diktatörlüğünden başka da bir şey değildir.
Bir avuç bürokrasi mi hayatınızı nasıl yaşacağınıza karar verecek yoksa siz kendi hayatınızın yönetiminde söz ve hak sahibi mi olacaksınız?
Denetim mücadelesi ne sağ ne de sol meselesidir. Denetim meselesi siyaset üstü politik bir toplumsal proje meselesidir. Bir kişiye hak olan şey herkese de hak olmalıdır ki, toplum kendi deneylerinden dersler çıkararak denetimi tabandan tavana kadar yaşamın her alanına yayabilsin. Bu sayede de insan kurtarıcı aramayı bırakıp, kendi hayatının öznesi haline dönüşebilsin.
Kendi temel hakları için mücadele etmesini bilmeyen bir insan, ne işçiler adına, ne emekçiler adına, ne ezilenler adına, ne kadınlar adına, ne de gençler adına mücadele falan yürütemez. Yürütüyormuş gibi yapar ama farkında olsun ya da olmasın aslında temsiliyetizme ve memuriyetizme hizmet etmekten öteye de geçemez. Bu yüzden de kafasında ya kişileri kutsallaştırır ya partileri kutsallaştırır ya da devletleri kutsallaştırır. Bu da kendi özgür iradesinin ortadan kalkıp yerine kendisinden daha üstün olduğunu düşündüğü bir iradenin boyunduruğu altına girmesi sonucunu doğurur.
Halbuki her insan önce "ben" olduğu müddetçe "biz" olabilir ve kendi temel haklarına paralel olarak toplumsal haklar içinde mücadele edebilir. Ancak hayatın her alanında denetimist olmayı başarabilen bir insan tüm insanlığın global hak ve özgürlük mücadelesine yol gösterebilir. Emeğin emek, insanın insan üzerindeki tahakkümüne ve baskısına ancak denetimist yoldan son verilebilir! [1]
Dipnot
[1] AYM'nin Avrupa Konseyi ve AİHM-AİHS ile sözleşmesi/protokolü yok. Bu durumda AYM "seçilmenin seçimlerde teminatı yok" diyip seçilmeni (uluslararası hukuk açısından) AİHM'ne de gönderemiyor. AYM yürütmenin emrini yerine getirmek adına (yerel hukuktan) Can Atalay parodisi üzerinden sözüm ona sorunu çözmeye kalktı. Ama bu durumda da AYM hükümetin istediği kararı alamıyor. Yargı aslında hep yürütmenin-yasamanın yargısı/personeli idi. AYM'de ki memurlara onca kararı aldırıp sonrada aldırdıkları kararları, kanunları ve anayasayı tanımayanlarda yürütmedeki ve yasamadaki memur kastları. AYM'ye karar aldır sonrada AYM'yi terör yuvası olmakla su��la ne güzel di mi? AYM de adam olsun "seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur" kararı ile birlikte Cumhurbaşkanının kanun olmayan 14 Mayıs CK'sını iptal ederek hükümeti düşürsün! Ne yani bu memur ilahları Allah'tan büyük mü? Devletten ve milletten daha mı büyükler? Bahçeli kim oluyor? Gerçek ismini kullanmayan adamdan ülkücü mü olur!
24.11.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 1 year ago
Text
Özel Mülkiyetin Gölgesinde Tarihsel Temsiliyetist Devlete Dair Ütopik Proletaryalist Yanılsamalar Üzerine
Tumblr media
“Komünistlerin kuramı bir tek cümlede şöyle özetlenebilir: özel mülkiyetin kaldırılması. Devlet özel mülkiyetin ilk ve en güçlü koruyucusu olduğuna göre, bu amaç sosyalist güçlerin devlet gücüyle kafa kafaya çatışması olmadan gerçekleşemez.” (K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto)
Marx, Engels ve Lenin gibi düşünen pek çok komünist devlet aygıtının tarihsel olarak değişik ve farklı biçimlerini soyutlayarak ve yorumlayarak devletin özel mülkiyetle özdeş kılındığı bir Marksist tarih algısının zamanla oluşmasına neden olmuştur. Şöyle ki, bu eğilim gerçekte 16. ve 17. yüzyıl burjuva devrimcilerine ait yanılsamalı bir tanımın devamı ola gelmiştir. İşte bu tanım üzerinden burjuva devrimcileri galebe çaldıkları feodalizme (krala ve kralda cisimleşen feodal mülkiyete) karşı savaş açmışlardı. Bu savaşıma da burjuva devrimcileri “özgürlük” mücadelesi adını veriyorlardı. Başka bir deyişle, buradaki özgürlük burjuvazinin feodalizmden ve feodal özel mülkiyetten özgürlüğünü elde etmesinden ibaret idi. Bu sayede burjuvazi ile birlikte kurulan parlamento, genel oy ve seçim hakları, modern (burjuva) insan hakları hareketinin gelişmesine de olanak sağladı.
Dolayısıyla, özel mülkiyetçi devlet algısı, burjuva devrimcileri arasında feodal devlete karşı savaş verme ve onun yerine burjuva özel mülkiyetçi, “hür teşebbüse ve girişime” dayalı bir devlet algısının gelişmesine de zemin hazırlamıştı. Proletaryan özel mülkiyetçi devlet algısı da tıpkı burjuva devrimci algı gibi sorunun temelini özel mülkiyette gördüğü içindir ki, bu durum özel değil, kamusal mülkiyet ilişkileri üzerinden sosyalizme ya da komünizme ulaşılabileceği algısının oluşmasına sebebiyet vermişti. Bu nedenledir ki, sosyalizm ya da komünizm eşittir “kamu mülkiyeti” ya da “devlet mülkiyeti” biçiminde bir algı oluştu. Hatta sosyalist ya da komünist olmak “kamucu” olmakla ya da “devletçi” olmakla özdeş şekilde algılandı. Bugün bile bu algı büyük oranda devamlılığını korumaktadır.
Halbuki proletaryalist algıların aksine özel mülkiyet devleti belirlemiyor, tersine devlet özel mülkiyeti belirliyor. Başka bir deyişle, özel mülkiyetin biçimi sınıf eliyle devleti belirlemiyor, aksine devlet yarattığı memur tabakası (ki bu toplumsal tabakanın bir “sınıf” olduğu da söylenebilir) eliyle sınıfları ve özel mülkiyeti belirliyor. Dahası, ilkel sermayenin oluşabilmesi açısından gerekli olan para-sermayenin tarih sahnesine çıkışı bile devlet ve devleti oluşturan memur tabakası (sınıfı) eliyle gerçekleşmişti. Bunun en bilinen örneği Köleci dönemin ortalarında var olmuş olan Lidya devletinin parayı (sikkeleri) bulan tarihteki ilk devlet olmasıdır. Keza para demek para-sermaye, para-sermaye demek ilkel-sermaye demektir. Burada parayı ve sermayeyi yaratan özel mülkiyet değil, devlettir. Devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Diğer bir deyişle, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist sistemlerin tümünde devlet bir memur tabakası (sınıfı) eliyle özel mülkiyetin o toplumsal formasyona uygun biçimini ortaya çıkartmaktadır. Bu ister köleci mülkiyet biçiminde olsun, ister feodal mülkiyet biçiminde olsun, ister kapitalist mülkiyet biçiminde olsun, özel mülkiyetin biçimini belirleyen ana faktör her koşul altında devletin memur tabakası (sınıfı) olmuştur. Bu durumun anlaşılamamış olması proletaryanizm ve genel manada Marksist tarih teorisi açısından devlet ve özel mülkiyet konularındaki temsiliyetizm ve memuriyetizm olgularının da görülememesine neden olmuştur. Ne yazık ki bugün dahi ister teocu/ortodoks Marksizm olsun ister neocu/postçu Marksizm olsun bu konuya dair genel bakış açısı “sınıfların devleti yarattığı ve devletin ise sınıfsal sömürüyü devam ettiren bir aygıttan ibaret olduğu” tezine dayanmaktadır. Halbuki bu tespit ve tanımlama şekli kısmen doğru olmakla birlikte, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü açıklamaya yetmektedir.
Haliyle, 16. ve 17. yüzyıla damgasını vuran anti-feodal burjuva devrimciliğinin “özel mülkiyet eşittir devlet algısı”, biçimsel olarak kabuk değiştirmiş olsa da, nihayetinde bu algı kamusal mülkiyet biçimindeki proletaryanist temsiliyetist algı içinde de yaşamaya devam etmiştir. Burjuva devrimciliğinin feodalizme karşı geliştirdiği bu tepkisel teorik refleks Marx ve Engels tarafında da yeterince fark edilememiş olsa ki, Marx ve Engels’in yolundan giden Lenin ve Bolşevizm’de bu burjuva tarih algılarından kesin bir teorik kopuşu gerçekleştirememiştir.
Kaldı ki, her toplumsal devlet formu kendisine ait kurumlar ve devletlü bir memur tabakası (sınıfı) yaratarak özel mülkiyete ve sınıflara yukardan aşağıya doğru şekil vermektedir. Aynı durum “reel sosyalizm” olarak anılan Sovyet deneyiminde de kendisini göstermiştir. Keza Sovyetlerde mülkiyet ilişkileri sosyalist ve komünist ütopyaya uygun bir biçimde kamusal hale getirildiği halde, Sovyet devleti içinde de devletli bir memur tabakası (sınıfı) oluşmuş ve çeşitli ayrıcalıklara sahip olan bu tabaka (sınıf) proletarya adına ve proletaryaya rağmen “proletaryan-efendicilik” yapan bir devletlü-memur tabakasına (sınıfına) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Başka bir deyişle, kamusal mülkiyetin varlığı Sovyet sistemi içerisinde sovyetik bir memur tabakasının (sınıfının) ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu da yine tek tek şahıslara (Lenin’e, Stalin’e vs.) bağlanarak açıklanabilecek bir durum olmayıp, tamamen sistemin yapısal karakterinden kaynaklanan bir durumdur. Aynı memur tabakası (sınıfı) Sovyetlerin dağılması sürecinde halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına karşın (91’deki referandum sonuçlarına rağmen) sistemin fişini çekmekten de geri durmamıştır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, devleti eşittir özel mülkiyet olarak gören proletaryalist teori ve algı, devletin kendisinin devletlü bir memur tabakası (sınıf) yaratmakta oluşunu da ne yazık ki göz ardı etmiştir. Başka bir açıdan, proletaryalist-Marksizm devleti oluşturan memurun (sınıfın) devletlü bir tabaka (sınıf) olduğunu göremediği için, bürokrasi sorununda çuvallamış ve bu konuya dair akılcı çözümler ve esnek stratejiler/taktikler geliştirmekte de başarısız olmuştur. Başka bir deyişle, proletaryanizm temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı mücadelede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini” bir türlü anlamak istememiştir! [1]
Hangi devlet biçimi olursa olsun, insanlık tarihinde bugüne kadar görülmüş olan tüm devlet türleri devletin kendisinin özel mülkiyetçi bir sınıf yaratmasına dayanmaktadır. Bu yüzden kamusal mülkiyete dayalı bir temsiliyetist ve memuriyetist sistem kendisine “sosyalist” ya da “komünist” de dese, bu sistemin kamusal bir memur tabakası (sınıfı) yaratması da kaçınılmazdır. Keza her türden özel mülkiyetçi sistemin çatısında/toplumsal üst yapısında devlet ve devletlü-memur tabakaları (sınıfları) vardır. Fakat her özel mülkiyet durumundan da eşittir kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi kapitalist devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) tarafından yaratılmış olan özel mülkiyet biçimlerini (ve bu biçimlere bağlı burjuva/feoburg/sanayiburg/teknoburg vs. türlerini) zorunlu kılar. [2]
Dolayısıyla, kendisine “sosyalist” ya da “komünist” adını veren bir sistemde de devleti ve devletlü-memur tabakalarını (sınıflarını) aşağıdan yukarıya doğru denetleyebilecek, geri çağırabilecek, hesap sorabilecek ve yargılayabilecek toplumsal kurumlar yoksa ortada bir “işçi iktidarı” ya da “emekçi iktidarı” pratiğide yok demektir. Bu durumda aynı devletin ve devletlü-memur tabakasının (sınıfının) yukardan aşağıya doğru kapitalist özel mülkiyeti ve burjuvaziyi (sınıfı) yeniden örgütlemesi sadece bir süreç meselesinden ibarettir. SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yaşayan acı deneyimler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. [3]
Salt Lenin açısından değil, Marx ve Engels açısından da “özel mülkiyet eşittir devlettir” algısı burjuva devrimci bir algı olup, proletaryanizmin bu sorunu kamusal mülkiyet yoluyla aşma gayretleri de başarısız olup yenilgiye uğrayınca, Sovyetlerde ve diğer ülkelerde proletaryanizmin zamanla kamusal bir bürokrasiye ve hatta kamusal bir aristokrasiye dönüşmesi de yine bu devletlü-memur tabakası (sınıfı) gerçeğinin yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanmıştır. İşte toplumsal denetimizm düşüncesi bütün bu deneyimlerin deney öncesi ve deney sonrası derslerinin bugün ki pratik deneyler ve mücadeleler içinde aldığı teorik ve felsefi bir miras-biçimi olma özelliğine de sahiptir. Nasıl m��?
Tarihte devlet var oldu var olalı, devletlü-memur kastları da, sınıfları da, zümreleri de temsiliyetizm ile birlikte var ola gelmiştir. Yürütme, yargı ve yasama kurumları şeklinde gelişen üç bacaklı devlet modelleri, kapitalist toplum modellerini yaratırken ve bu modeller bir avuç kasta/sınıfa/zümreye dayanırken, sınıflı toplumların aksine sınıfsız bir topluma gidişte, yeni sosyalist devlet ve iktidar modeli olan toplumsal denetim kurumlarının temelleri başlangıçta bir avuç insan tarafından atılacak olsa da, süreçle birlikte bu kurumlar toplumsallaşa toplumsallaşa her geçen gün daha da toplumsallaşarak bir avuç insan olmaktan çıkarak, çoğunluğu kucaklayıp içine alan devasa topluluklara dönüşe dönüşe, tüm emekçileri ve ara sınıfları tek bir çatı altında birleştire birleştire, ezici çoğunlukların toplumsallaşmış devlet aygıtına dönüşecektir. Başka bir deyişle, devlet temsiliyetizm ile değil, denetimist bürokratizm ve denetimist devlet ile kitleselleşerek temsiliyetist devletinde adım adım sönümleneceği bir sürece doğru evrilecektir.
Tarihte yürütme, yargı ve yasama temsiliyetizmleri var oldu olalı, bunlara bağlı temsiliyetist devlet aygıtları yetkiyi kurumlardan kurullara, kurullardan üst kurullara, üst kurulları da kişilere bağlayan bir yapıya sahip ola gelmiştir. Bu yüzden sosyalizmin alt evresindeki çoğulculuktan sosyalizmin üst evresindeki çoğunlukçuluğa geçiş sürecinde yetki toplumsal iradeye/emekçi sınıflara doğru yayılmak ve genişlemek zorundadır. Ancak bu şekilde yetki bir avuç kastın/sınıfın/zümrenin elinden zor yoluyla alınarak emekçi kitlelere üleştirilebilir. Ve ancak bu yolla emekçi sınıfların gerçek tarihsel iktidarı tesis edilebilir.
Sosyalizm her şeyden önce politik bir kültür meselesidir. Kuşkusuz bu kültürün merkezinde de toplumsal denetim düşüncesi olmak zorundadır. Toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç oluşturmak komünistlerin görevidir. Sosyalizm artık bu şekilde tarif edilmelidir. Başka türlü bir sosyalizm kesinlikle mümkün değildir. Tarihsel pratikte yenilgiye uğramış ve bir daha gerçekleşmesi mümkün olmayan proletaryalist “sosyalizm” modelleri dün olduğu gibi bugünde bir yanılsamadan ibarettir!
O vakit Marx ve Engels’in kaleme almış olduğu Komünist Manifesto’yu yeniden yorumlandığımızda şunları söylememiz gerekir:
“Komünist kuramı “bir tek cümlede” özetlemek gerekir ise, özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin en güçlü koruyucusu olan devletlü-kastlara/sınıflara/zümrelere karşı toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç geliştiği ölçüde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte, toplumsal denetim mücadelesi yürütülmeksizin emeğin çoğulculuğundan emeğin çoğunlukçuluğuna da sosyalizm yoluyla geçiş mümkün değildir. Bu geçişin sağlanabilmesi tüm sınıflı toplumlarda özel mülkiyetin karakterini belirleyen temsiliyetizm ve memuriyetizm biçimlerine karşı denetimist bürokratik savaşımı da zorunlu kılar. Aksi takdirde, tarihsel-temsiliyetist burjuvazinin politik ve kültürel hegemonyasına da asla son verilemez.”
Sonuç olarak bir topluma karakterini veren şey, her ne kadar alt yapıda “üretim ilişkileri” gibi gözükse de, aslında alt yapıda emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun alt yapısında her ne kadar gözükmese de ve bu durumda alt yapı üst yapıya oranla daha çekinik ve ikincil planda var oluyorken, o toplumun son çözümlemede karakterinin üst yapı ile belirlenmesi nedeniyle, o toplumun üst yapısını da belirleyen temsiliyetizm ve temsiliyetizmin türevleri olmaktadır. Bu tespit emekoloji’nin “alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik birliğinin” temelini oluşturmaktadır.
Kısacası, temsiliyetizm ve temsiliyetizm türevlerine göre o toplumun ana egemen biçimi belirlenirken, bu biçime uygun düşen alt yapıda ise emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun (ekonomik, kültürel, sanatsal vs.) dokusunu ve karakterini oluşturmaktadır. Emekoloji, alt yapı ile üst yapı arasındaki bu diyalektik ilişkinin emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiği temelinde yeniden yorumlanması ihtiyacından da ortaya çıkan yeni bir bilimsel disiplindir.
Temsiliyetizm bürokratizmden çok farklı bir şeydir. Memuriyetizm ile bürokratizmin doğrudan birbirine bağı olsa da, temsiliyetizmin hem memuriyetizmden hem de bürokratizmden apayrı bir yapı oluşturduğunu anlayabilmek için ilkel komünal topluma bakmak yeterli gelecektir. İlkel komünal toplumda ne memuriyetizm ne de bürokratizm vardı. Lakin memuriyetizmin ve bürokratizmin ilkel komünal dönemde var olmamış olması durumu ilkel komünal dönemde temsiliyetizmin var olmadığını kanıtlamaya yetmez. Keza temsiliyetizm oluşmadan, din ve devlet oluşmadan, devlet bürokrasisi oluşmayacağı için, temsiliyetizmden sonra devletin bürokratizmi oluşur, en sonda ise bu bürokratizmi yöneten de bir memur tabakası (sınıfı) oluşur. Bu memur tabakası (sınıfı) oluşur oluşmaz da özel mülkiyetçi sınıflı toplum formasyonu ortaya çıkar. Köleci özel mülkiyet, feodal özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyet biçimleri bu sınıflı toplum formasyonlarının aldığı tarihsel-temsiliyetist biçimlerdir.
Dolayısıyla, sınıf toplumlar tarihi temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ve bu biçimler arasında süre giden savaşımların tarihidir. Halde böyle olunca, sosyalizm ve komünizme giden yol temsiliyetizmin ve temsiliyetizm türlerinin panzehiri olan toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmek zorundadır. Bu sebepledir ki, özel mülkiyetin gölgesindeki tarihsel temsiliyetist devlet biçimlerine dair ütopik proletaryalist algı ve teorilerin kapsanarak aşılması bilimsel komünist düşüncenin gelişimi içinde bir elzemdir.
Dipnot
[1] Her özel mülkiyet eşittir kapitalizm anlamına gelmemektedir. Keza her özel mülkiyetten kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için özel mülkiyetin kapitalist biçiminin (sanayi emek türünün) ortaya çıkması gerekir. Şayet devlet ve devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler olmasaydı özel mülkiyeti temel alan bir devlet modelide, üç bacaklı kapitalist bir devlet modelide ortaya çıkamazdı. Kapitalizmin dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet biçiminin ortaya çıkışında devletin ve devletlü-kastların/sınıfların/zümrelerin oynadığı rol gerçekte hiç kimse tarafından görülmek istenmemiştir. Emekolojistler bu yüzden temsiliyetizm kavramını durduk yere kullanmamışlardır. Köleci sistemde bile bir kölenin teminatı köle sahibinin ukdesindeydi. Modern kapitalizmde de işler seçme, seçilme, parlamento vs. üzerinden yürüdüğü için "seçmenin teminatı da seçilmedir" diye kabul edilmekteydi. Bu da asli unsur olan seçmenden/emekçi sınıflardan kopuk bir seçilmenler (atanmanlar) kastının/sınıfının/zümresinin oluşmasına ve halkın çoğunluğunun yararına değil, bir avuç seçilmen azınlığının çıkarı için var olmaya devam eden bir devlet ve iktidar aygıtının ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı. Kapitalizm gücünü devletlü-kastlardan/sınıflardan/zümrelerden almakta ve özel mülkiyetin/sermaye birikiminin biçimide bu şekilde belirlenmektedir. Talan ve yağma düzeni temsiliyetizm eliyle sürdürülmektedir. Kapitalist devlet ve devletlü-sınıflar olmasa burjuvazi bir ay bile ayakta kalamaz! Devlet aradan çıkarsa dünyanın açları, baldırı çıplakları, garibanları, dışlanmışları, ötekileri vs. bunları çiğ çiğ yer bitirir! Kapitalizm denilen illetin tarihi şunun şurasında oturmuş ve yerleşik bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması en fazla 200 yıl bile değildir. Üstüne üstük kabaca 1950-60 sonrası glokal-kapitalizmin gelişimiyle sahneye teknik-elektronik emeğin çıkması ve protekyanın kendiliğinden bir biçimde de olsa üretimde fiili önderlik konumuna geçmesiyle birlikte, sanayiburglar ve teknoburglar ne yapsak da sistem üzerindeki kontrolümüzü sürdürsek diye kara kara düşünmeye başladılar. Zira hem temsiliyetizm hem burjuva devlet modelleri hem de devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler tarihsel sınırlarının sınırına yaklaşmış durumdalar. Kuşkusuz bu durum, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin doğa karşısındaki mukavemet oran ve orantılarıyla meydana gelen tarihsel sistemlerin devir ve momentlerinin hesaplanmasıyla da, nominal değerler açısından yeni bir tarihsel sistem olan sosyalizmin de hangi şartlar ve hız mekaniği ile ortaya çıkacağına dair somut ve soyut ön görüngülerin oluşabilmesini de olanaklı hale getirmektedir.
[2] Her temsiliyetizm kesinkes memuriyetizm yaratır. Lakin her memuriyetizm kesinkes temsiliyetizm yaratır diyemeyiz. Keza her memuriyetizm kısmen temsiliyetizm yaratabilir. Köleci, feodal ve kapitalist temsiliyetizm sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist memuriyetizm yaratmıştır. Toplumsal denetimist memuriyetizm ise sosyalist memuriyetizm yaratır. Bu sosyalist memuriyetizmde temsiliyetizm değildir. Bu toplumsal denetimist memuriyetizm yaratılamadığı için Sovyetik proletaryan temsiliyetizm modeli çökmekten kurtulamamıştır. Bu şartlar altında da sosyalizme geçiş yapmak mümkün olmamıştır. Sosyalizmin tarihsel olgu ve ilkesi olan toplumsal denetimist fikirler hayata geçirilemediği için proletaryan kapitalizm ne üst yapıda ne de alt yapıda sosyalizme dönüşememiştir.
[3] Örneğin, Bolşevikler iktidarı aldıklarında da aldıktan sonrada gerçekte iktidar değillerdi. Çünkü eski sistemin iktidar ilişkileri hala canlılığını koruyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, yönetemeyeceklerini anlayınca mecburen eski sistemin memurlarını yeniden göreve çağırmak zorunda kaldılar. Troçki bile Lenin'in talimatıyla ilk başlarda Kızıl Ordu’yu (asker Sovyetlerini) eski Çarlık subaylarından ve askerlerinden devşirmek zorunda kalarak kurmuştu. Bu da tarihsel zorunluluktan idi. Çünkü askerlik bilim ve eğitimine vakıf olan bilinçli komünist sayısı pratikte bir avucu geçmiyordu. Yeni Sovyet devletinin başındakilerde bir avuç komünistti ve tüm çevreleri eski sistemden gelen memur kastları tarafından zorunlu olarak kuşatılmıştı. İster “işçi devleti” densin, ister “proletarya devleti” densin, devlet varsa kurum ve memur var demektir. Sovyetler Birliği’nde de tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi yasama, yargı ve yürütme biçimindeki devlet erkleri vardı. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri Sovyet yargısının içinde bulunduğu durumdu. 1920'lerden itibaren Sovyet yargı sistemi içinde çalışan hakim, savcı ve avukat gibi yargı personelinin çoğunluğu feodal Çarlık döneminde yetişmiş olan kişilerden (feodal-memurlardan) oluşuyordu. Dolayısıyla, bu feodal-memurların hak, hukuk, adalet vs. gibi temel yargı normlarına dair bakış açıları tarihsel ve toplumsal temsiliyetist kültürden kopmuş değildi. Gerçekte iktidar olmak sadece siyasi iktidara bir partinin geçmesinden ibaret değildir. İktidar sorununun çözümü yeni tarihsel ve toplumsal bir sistemin inşası için gerekli olan kurumların eski toplumun bağrından çıkabilmesi kabiliyetine ve iradesine bağlıydı. Keza eski toplumun olumlu ve olumsuz mirasını devralan yeni kurumlar olmaksızın eski toplumdan gelen canlı ve somut iktidar ilişkilerinin denetim mücadelesi içinde zayıflatılabilmesi ve temsiliyetist kültürden gelen burjuva alışkanlıkların ve algıların ortadan kaldırılabilmesi mümkün değildir.
31.08.2023
Serhat Nigiz
3 notes · View notes
serhatnigiz · 16 days ago
Text
Önce Devlet mi? Önce Millet mi?
Tumblr media
"Önce devlet mi? Önce millet mi?" polemiği, iktidarı ve muhalefeti ile birlikte tüm temsiliyetist-memuriyetist partileri parçalamaya yeter bir husustur.
1) Cumhurbaşkanı 6671 sayılı yasaya CK'yı bir an önce alarak kendisini kurtarma derdine düşmüşken,
2) Yasama ilk 3'üncü madde de değişiklik yaparak "devletin önüne milleti geçirerek" bir an önce kendini kurtarma derdine düşmüşken,
3) Yürütme 6'ıncı maddenin "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" hükmünü ilk 3'ün içine alarak bir an önce kendini kurtarma derdine düşmüşken,
4) Herkesten dayak yemeğe alışmış gariban yargı da bir an önce kendini yürütmenin bir kolu olarak ilan etme derdine düşmüşken,
5) 10 Mart 2023 seçim-CK'sını kaldıran AYM'de, bir an önce "demokrasinin (seçmen ve seçilmenin seçimlerde) teminatı yoktur" kararını alma derdine düşmüşken,
6) Denetimist uzman bir vatandaş da tüm bu kurumları mahkeme edip "Devletin teminatı yoktur" kararını alma derdine düşmüşken,
(Son durum bu iken)
Ne yeni-anayasaymış! Ne anayasa değişikliği imiş, şimdi anladınız mı?
Temsiliyetist-memuriyetist sahtekar partiler, milletin denetimine teslim olmaz da, iktidarı ve muhalefetiyle yeni anayasa falan çıkartmaya kalkarlarsa,
7) 2014/2313 ve 2014/1916 nolu AYM tavsiye kararlarının "takdir yetkisini kötüye kullanmaktan" yeni diye çıkarttığınız anayasanızla birlikte, AYM ve AİHM de görülecek olan "tavsiye kararlarının icrası mahkemesine hesap vereceksiniz".
Siz temsiliyetist-lokinstokratik [1] siyasi güçler hakkınızı, sahtekarlıkla yaptığınız, gerçekte memur despotizminin devamı olan anayasanızla kurduğunuz tek adam krallığınızla, kaybettiniz! Milletten gerçeği sakladınız! Ve hala da gerçekleri saklamaya devam ediyorsunuz! Ama bu işten çıkışınız yok! Maskeniz düştü sakladığınız keliniz görüldü! Milletin denetimine teslim olun! Yoksa millet "devletin/hukukun/demokrasinin teminatı yoktur" kararlarını aldığında, sizi zorla teslim almasını bilir! Siz devletlü memur kastları milletten üstün değilsiniz! Demedi demeyiniz!
Duyanlar duymayanlara anlatsın!
Dipnot
[1] Loki kelimesi İskandinav mitolojisinde kötülük ve kurnazlık tanrısı olarak geçmektedir. Bu tanrı "şekil değiştirme" yeteneğine sahiptir. Loki ayrıca "cinsiyet değiştirme" yeteneğine de sahiptir. Hikayeye göre Loki bir aygırı baştan çıkarmak için kısrağa dönüşmüş ve bu dönüşümden Sleipnir isminde 8 bacaklı bir at doğmuştur. Loki bu adı "Tanrıların tanrısı" olan Odin'e hediye etmiştir. Loki "oyun oynamayı" seven bir tanrıdır. Loki'nin kurduğu tuzak sonucunda kör Tanrı Hodr'ı kaldırabilmiş ve bu sayede Odin'in oğlu Balder'in öldürülmesini sağlamıştır. Buna öfkelenen Odin Loki'yi dünyanın derinliklerindeki bir mağaraya hapsetmiştir. Kısacası, Lokinstokrasi demek dolandırıcıları, sahtekarları, kurnazları, hırsızları vs. içine alan temsiliyetist bir yönetim şeklidir. Lokinstokrasi; aristokrasiden/kleptokrasiye oligarşiden/sezarizme kadar bütün yan kavramları içine alan üst bir kavramsal belirlenimdir. Bu kavram Anayasa Hukuk Felsefecisi denetimist-davacı Cumhurbaşkanı adayı Solmaz Kulak'tan alınmadır.
Bürokratik Hukuki Denetimist Düşünce Hareketi
15.10.2024
0 notes
serhatnigiz · 2 months ago
Text
Komünizm Felsefesinde "Özne Sorunu" ve Althusser Üzerine Değinmeler
Tumblr media
20. Yüzyılda proletaryanın sosyalizmde “özne olamayacağına” dair kuşkuların ve şüphelerin artmasında belirleyici olan etkenlerin başını hiç kuşkusuz Sovyet proletaryan sosyalizm deneyimlerinin yarattığı hayal kırıklığı çekerken; diğer yandan benzer bir zaman aralığı içinde yaşamış olan Gramsci, Althusser, Adorno vs. gibi önde gelen Marksist yazarların “proletaryanın sosyalizmde özne olamama” sorununu farklı boyutlarda sorgulamış olması da, bu şüphe ve kuşkuyu güçlendiren diğer bir etken olmuştur. Elbette ki birey olarak bu isimlerin etkisi tarihsel-toplumsal şartların ve emeğin yapısal dönüşümünün neden olduğu etkilerden daha fazla da değildir. Bu bireylerin etkisi daha çok sorunun “bilince çıkarılması” ve gündeme taşınması noktasında göreli bir bilimsel-ideolojik etkiye sahip olmuştur.
Proletaryanın sosyalizmde öncü bir misyon oynayamayacağına dair gerçekler Sovyet deneyimi ile birlikte daha da net bir şekilde ortaya çıkınca, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyadaki marksistler ve leninistler arasında bu konu hem teorik hem de yazınsal alanda mercek altına alınmaya başlanmıştır. Althusser bu durumu en yüksek perdeden ifade eden Marksistlerden biri olmuştur. Lakin Althusser’in kendisi Fransız Komünist Partisi (PCF) üyesi olduğu için, kendi partisini pek çok konuda içerden de eleştiren bir isim olduğu için, Althusser “özne sorununa” dair eleştirilerini ekseriyetle dönemin politik dengelerini de göz ardı etmeden dile getirmiştir. Hatta Althusser geleneksel marksist ekollerden gelecek eleştirilerinde bilincinde olduğu için, ilk başlarda yakın dostlarının bile anlamakta güçlük çektiği özgün bir dil ve üslup yoluyla meramını anlatmaya çalışmış, bu sebeple de şabloncu bakış açısının gözünde “post-marksist” damgası yemekten de kurtulamamıştır.
Proletaryanın sosyalizme özne olamayacağı tezi, her ne kadar doğru olsa da (Elbette ki Althusser’in ortaya koyduğu sınırlı teorik-politik çerçeve ile değil), bu durumun alternatifi olan yeni bir sosyalist tez emekoloji bilimi doğana kadar da ortaya çıkmamıştır.
Bilindiği gibi Marx “Fransız ütopik sosyalizmini” (hatta o dönemin D-2 proletaryasını savunanları da) eleştiriye tabi tutmuştu. Marx D-2 proletaryasını savunanları “alt yapısız/ekonomi-politik birikimden muaf” bir proletarya savunusu yapmakla (subjektif bir proletarya savunusu) yapmakla eleştiriyordu. Fransız ütopizminin bir avuç subjektif proletarya savunucusu hariç, Fransız ütopizmi genelde komünizme subjektif bir iddia üzerinden “öznesiz” bir komünalizm ile gidilebileceğini iddia ediyordu. Marx eleştirilerini daha çok bu ideolojik hat üzerine yöneltmişti. Marx Ricardo’nın emek-değer kuramının bir bölümünü kabul ederken, kabul etmediği kısma ise “artı-emek-zaman üzerinden artı-emek-değer teorisi” eleştirisini getirmişti. Başka bir deyişle, Marx Ricardo’nun kuramının yanlış bölümlerini devre dışı bırakarak ve bu kuramı yeniden soyutlayarak kendi artı-değer teorisini ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan, Marx hem Fransız ütopik proletaryalistlerini hem de öznesiz-nesnesiz komünalist ütopistleri eleştiriye tabi tutarak, kendi döneminde komünizm felsefesinde yeni bir çığır açmıştır.
Erken kapitalizm çağında Marx, proletaryanın sanayi-artı-değerini bilimsel standartlarda ortaya koymak suretiyle, emeğin o tarihsel geçiş sürecindeki en ileri sınıf biçimine dayanan bir komünizm politikasının temellerini de oluşturmuş oldu. Başka bir deyişle, emeğin o tarihsel kesitteki güncel komünizminin geçici, dönemsel ve konjektürel ilkeleri bu dönemde Marx tarafından (ve Engels’in katkılarıyla) oluşturuldu.
Sosyalizmin kurucu sınıfı olan protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) ortaya çıkmadığı koşullarda proletaryanın (sanayi emekçilerinin) sosyalizmin öznesi olması fikri, tarihsel ve toplumsal olarak zorunlu bir görev idi. Zira bu görev burjuvazi (sömürücü sınıflar) tarafından yapılamayacağına göre, Marx için geçici, dönemsel ve konjektürel tek seçecek olarak geriye proletarya seçeneği kalıyordu. Marx’ın oluşturduğu geçici, dönemsel ve konjektürel komünist programın taktik ve stratejik özü buydu; yoksa bu programının özünü oluşturan şey proletaryanist dogmatizm değildi! Ya da bu programının özü proletarya adına proletaryaya rağmen proletarya için proletaryalist devletlü memur kastlarının “sosyalizminin” yüceltilmesi de değildi!
Dünyanın hala büyük oranda feodal olduğu bir evrede (zira bu dönemde kapitalizm bile bir avuç “adacıktan” oluşuyordu) Marx’ın bu tutumu son derece anlaşılabilir bir tutumdur. Bu nedenledir ki; Marx’ın geçici, dönemsel ve konjektürel bir ilke olarak proletaryayı belirli bir tarihsel kesitte “kurucu özne” olarak tarif etmesi komünizm felsefesinin zorunlu bir aşamasına tekabül etmektedir. Lakin bu durumun zaman, mekan ve koşul ilişkisinden bağımsız olarak “evrensel ve değişmez bir ilke” haline getirilmesi ise Marx sonrası Marksistlerin bir yanılsaması ola gelmiştir. Gramsci, Althusser, Adorno gibi marksist düşünürlerin bu sorunu tespit etmeleri fakat sorunun çözümüne dair tutarlı bir yol ve yöntem önerememiş olmaları, ta ki emekoloji biliminin doğuşuna kadar devam etmiştir.
Bilindiği üzere Marx, Paris Komünü devriminden sonra, komünistler arasında savunula gelmiş olan “proletarya diktatörlüğü” tezini geliştirerek, kapitalizmin o günkü koşullarında komünizme geçebilecek olan yegane gücün proletarya diktatörlüğü olduğu tespitini yapmıştır. Bu konuda geleceğe yönelik çok dikkatli konuşan Marx, gelecekle ilgili tavsiyelerini de özenle seçerek yazmaya gayret etmiştir. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğü konusunda çok fazla materyal bulunmaması da bu ihtiyatlı Marx tavrından kaynaklanmıştır. Kuşkusuz Marx’ın bu tavrının önemi proletaryan sosyalizm deneyimleri sonrasında ortaya çıkan olumsuz tablo açısından da doğrulanmış olan bir tavırdır. Başka bir deyişle, Marx yaşadığı çağda sosyalist toplumun gelecekte neye benzeyeceğine dair kimi ön tespitler yapmış olsa da, sanayi emeğinin ve sanayi emek araçlarının nesnel tarihsel ve toplumsal bilincinin (ve dahası proletaryanın kendinde kullanıcı-sınıf bilincinin) sosyalizmin inşası için yeterli olmadığının da kısmen farkında olması nedeniyle, bu konuya ilişkin ihtiyatlı bir tavır sergilemeyi tercih etmiştir. [1]
Bilindiği üzere Blankist modelden etkilenen Lenin, öncü-parti modeliyle proletarya diktatörlüğüne geçişi hem pratikte hem de teoride geliştirerek Marksizm’e katkı yapmayı başarmıştır. Lakin Sovyet deneyimi sonrasında ortaya çıkan tablonun da ortaya koyduğu gibi, Sovyetlerden (emekçi kitlelerden) arındırılmış “Leninci” devlet modeli zamanla proletaryaya dahi yabancılaşan ayrıksı bir özne olmaktan da kurtulamamıştır. Bu da proletaryayı temsil ettiği varsayılan proletaryanist devletlü memur kastlarının icraatlarının uzun yıllar boyunca sosyalizmin ya da komünizmin inşası olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Ha burjuvayan-kapitalizm ha proletaryan-kapitalizm; ikisi de özü itibariyle memuriyetist-temsiliyetizmin devlet eliyle yukardan aşağıya doğru kurduğu ve kitleleri dışta tuttuğu toplumsal ve politik sistemler olarak kalmışlardır. Tıpkı burjuva sistemlerde olduğu gibi proletaryalist sistemlerde de yetki gücü çoktan aza doğru darala darala önce parti sonrasında ise devlet eliyle bir avuç memur kastına ve ayrıcalıklı bir zümrenin eline geçmiştir. Ne yazık ki Sovyet deneyimi bu açmaza somut bir çözüm üretemediği içinde yenilmekten kurtulamamıştır. [2]
Başka bir deyişle, Lenin’in “Urganları getirin önce devrim adına bizi asın!” diye uyarı yapmasının arkasındaki gerçek, kendisinin de bürokratizme karşı ne teorik ne de pratik çözüm önerisinin olmamasından kaynaklı olarak sosyalizm ile proletaryanizmin uyuşmadığının bilakis kendi ağzından da itiraf edilmiş olmasıdır. Burada aktaramayacağımız kadar tespit özellikle Lenin’in son dönem yazılarında kendisini somut bir biçimde göstermektedir. Düşünün ki aynı Lenin başında olduğu devlet için “dejenere işçi devleti” demekten de geri durmamıştır. Kuşkusuz Sovyet deneyiminin başarısızlığı tek başına Lenin’e yüklenemez. Zira Lenin kendi deneyiminin deney öncesi teorik derslerini doğru bir şekilde tespit edebildiği için 1917 öncesinde başarılı olabilmişken, aynı Lenin kendi deneyiminin deney sonrası deneysel bilgisinin teorik derslerini ise test edebilme fırsatını da bulamamıştır. Ne yazık ki Lenin’in ömrü bunu yapmaya yetmemiştir. Dolayısıyla, bugün toplumsal denetimist felsefenin ortaya koymuş olduğu pek çok görüş ve eleştiri muazzam Sovyet deneyiminin teorik ve pratik deneylerinden çıkan acı derslerinin de bir sonucudur.
Savaş komünizmi (iç savaş) döneminde Sovyetlerin de facto ortadan kalkmasıyla birlikte, proletarya diktatörlüğünün parti diktatörlüğüne, parti diktatörlüğünün de temsiliyetist-memuriyetist parti kliklerinin diktatörlüğüne dönüşmesi neticesinde, sosyalizme ilerleyebilmek için gerekli olan 4 bacaklı denetim devleti ve denetlenebilir bir bürokrasi modeli de inşa edilememiştir. Proletarya adına proletaryan efendiler diktasına dönüşen proletaryan sosyalizm modeli, son çözümlemede kapitalizmi yeniden üreten kapitalizmin devletlü bir türevinden başka da bir şey olamamıştır. Bu durumun dünya bilimsel-komünist hareketi üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı etkiye ve sonuçlarına ise burada girmeye bile gerek yok. Bu tartışmalar günümüzde de hala canlı ve can yakıcı sorunlar olarak varlığını sürdürmektedir.
Gramsci, Althusser, Adorno vs. ismini burada sayamayacağımız kadar Marksist ve Marksizm’den etkilenmiş olan düşünür dünyanın dört bir tarafında proletaryanizmin reel sosyalizm deneyimlerini haklı olarak birçok açıdan eleştiriye tabi tutmuştur. Ne yazık ki bu eleştiriler geleneksel Marksist akımlar tarafından yüzeysel bir biçimde genellikle “reformizm”, “revizyonizm”, “ihanet” vb. kavramlar etrafında indirgemeci bir biçimde reddedildiğinden dolayı, eleştirilerin özüne dair bilimsel ve yöntemli bir bakış açısı geliştirilememiş, bu eleştiriler ya toptan Marksizm dışı ilan edilmiş ya da toptan görmezden gelinmiştir. Bu eleştirilere ilişkin sapla saman, doğru ile yanlış birbirinden ayrıştırılamadığı için Marksizm’in ve Leninizm’in “temel dokusunun” korunması adı altında proletaryanizmin reel sosyalizm pratiği içindeki yanılgılarına da bilerek ya da bilmeyerek de olsa kol kanat gerilmiştir. Bu da beklenenin aksine devrimci ve geliştirici değil, tasfiyeci ve ideolojik çözülmeyi tetikleyici bir süreci de beraberinde getirmiştir.
Althusser “dolaylı cümleler” ile yazmış olsa da, o da sosyalizm için proletaryanın bir özne olmadığının farkındaydı. Ne yazık ki Althusser’in takipçisi olduğunu iddia eden Marksist ekoller bile Althusser’in bu tespitini hasıraltı etmeyi yeğlemişlerdir. Althusser ise özne olarak görülen proletarya yerine “yapıyı” geçirmeye çalışarak “öznesiz ve ereksiz bir komünalizm” savunusu inşa etmeye çalışmıştır. Althusser kendi otobiyografisin de bu durumu “kitlelerin etkin katılımına dayanmayan bir sosyalizm inşası başarılı olamaz” diyerek formüle ediyordu. Althusser’in proletaryanın sosyalizmin öznesi olamayacağına dair tespiti ile “yapısalcı bir tarih okuması” tespiti kısımdan doğru tespitler olsa da, Althusser kendi deyimiyle ne “tarihsel yapıları” oluşturan emek türlerini ve bunların arasındaki iş bölümü diyalektiğini, ne de sosyalizmin asıl öznesi olan protekyayı ve bu sınıfın iktisadi-sosyal alt yapısını açıklayan bir bilimsel yöntem geliştirememiştir. Başka bir deyişle, Althusser’in çalışmaları kendi dönemine göre Marksizm içinde tarihsel bir kırılma yaratmış olsa da, bu çalışmalar asla tarihsel bir dönüm noktasına da dönüşememiştir. Ayrıca, bu durum uzun vadede Althusserci ekol içindeki kafa karışıklığının derinleşmesine, soyut ve amorf temelli felsefi ve politik argümanlara dayalı absürt bölünmelerinde artmasına neden olmuştur.
Tarihte ilk defa emekoloji; emek araçları karşısındaki konumlanışlarına göre emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğini ve ilişkilerini belirleyebilmekte, Marx’ın artı-emek-zamana endeksli artı-değer kuramının üzerine tarihsel ve toplumsal artı-zamanla bağlantılı tarihsel ve toplumsal artı-değer kuramının geliştirilmesi suretiyle de, sanayi-artı-değer ile tekno-artı-değer arasındaki sömürü biçim ve farklarını açıklayarak protekya sınıfının artı-değer türevlerini de izah edebilecek bir düzeye ve olgunluk seviyesine hem teorik hem de pratik açıdan ulaşabilmiştir. Emekoloji, protekya ve tekno-tüketim-değer-yasası ile bağlantılı yazıların tamamında bu konular tüm boyutlarıyla da ele alınmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz bu çalışmalar yetersiz olsa da önemli miktarda emekolojik bir külliyat da oluşmuş bulunmaktadır.
Emekoloji; emek türlerinin birleşik diyalektiğinin “yapısal bir tarih öznesi” olduğunu iddia ederken, gerçekte Althusser’in yıllarca arayıp da ulaşamadığı sonuçlara ulaşmıştır. Althusser her ne kadar “yapısalcı marksist” olarak değerlendirilse de, emekoloji’nin emek türlerine dayanan yapısalcı tarih okumasının yanında Althusser’in yapısalcılığı yapısalcılık bile sayılamaz hale gelmiştir.
Başka bir deyişle, Althusser yapı (“Tarihsel kıtalar”) tespitinde haklı olsa da, bu yapısalcı tespitinin altını bilimsel olarak dolduramadığı için, o proletaryan Marksizm’den uzaklaşarak, geleneksel Fransız ütopizmine sarılarak “öznesiz ve ereksiz bir komünalizm süreci” tasarlamaya çalışmıştır. Althusser’in proletaryanın sosyalizme özne olamayacağına dair tespitleri son derece doğru olsa da, onun “öznesiz ve ereksiz komünalizmi” bilimsel olmayan ve anti-marksist argümanlardan ibarettir. Entelektüel yaşamının son yıllarında bir miktar kafa karışıklığından da olsa gerek, kendisini sık sık “sosyal bir anarşist” olarak tanımlama gayretleri de, zihninde tasarımını yapmaya çalıştığı “öznesiz ve ereksiz komünalizm” ütopyasının ve imgesinin bir tezahüründen başka da bir şey değildir. Dahası, Althusser’in siyasi söylemlerinde yer yer sosyal anarşizme “yan kapı açma” gayretleri ve kitlelerin “kendiliğinden” öznesiz ve nesnesiz hareketine mavi bocuk dağıtması da yine aynı ideolojik-psikolojik bunalımın bir sonucudur.
Her ne kadar bilimsel çözüm ve yöntemden uzak olsa da, Althusser’in yapmış olduğu tespitler komünizm felsefesini geliştirici radikal “sapmalar” olarak değerlendirilmelidir. Keza Bernstein ve Kautsky gibi çürütücü komünizm sapmalarına kıyasla “Althussercilik” daha tercih edilebilir bir sapma olarak tarihe geçmiştir. Keza çürütücü komünizmin aksine Althusserci komünizm teorik ve bilimsel çıtayı düşürmek bir yana, tersine o çıtayı ve komünist ufku daima ileriye doğru taşımaya çalışmıştır. Althusser tüm hayatı boyunca bu hedefin peşinde koşmuştur. Belki de Athusser’in popüler tabirle “delirmesindeki” ya da ruh sağlının bozulmasının da ki başlıca etkenlerden birinin içine düştüğü “kuramsal-psikanalitik bunalım” olduğunu söylemek pekte abartılı olmayacaktır. Ki bu kişilik özelliği tarih boyunca pek çok filozofun ve düşünürün de ortak sorunu ola gelmiştir.
Althusser’in “ideolojik-kopuş”, “ontolojik-kopuş” ve “tarihsel kıtalar” olarak kavramsallaştırdığı ama altını dolduramadığı yol ve yöntem sorununda, emekoloji ilk defa; tarihsel emek biçimlerinin “birleşik tarih kıtlarının” toplumsal sistemlerde ve toplumsal sınıflarda oynadığı role ilişkin hem ideolojik hem de ontolojik kopuş sağlayan protekyanın oynadığı hem özne hem de nesne rolüne dikkat çekerek, tam da Althusser’in hep arzuladığı ama hiçbir zaman dolduramadığı boşluğu da bilimsel olarak doldurmuştur. İdeolojik-kopuş ve ontolojik-kopuş protekya sınıfı üzerinden bir komünizm okuması olarak gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu kopuş süreci toplumsal denetimist felsefenin gelişmesine de katkı sunmuştur. Ne yazık ki Althusser’in ömrü bu gerçekleri görmeye de yetmemiştir.
Emek türlerinin “tarihsel kıtaları”, toplumsal alt emek türlerini belirledikçe, emeğin bilim emek evresi olan komünizm ereğine ulaşılıncaya kadar, emek araçlarındaki bireysel icatçılık toplumsal kullanıcılık içerisinde, toplumsal kullanıcılık da toplumsal icatçılık içerisinde sönümlenmedikçe, komünizm çağının başlamayacağına olan düşüncemiz de tamdır!
Dipnotlar
[1] “Ücretli emek köleliğinin” ortadan kalkması ancak temsiliyetist-memuriyetist devletlü kast düzeninin ortadan kalması ile mümkündür. Keza pazar ilişkilerinden, vergi kanunlarından tutunda tekellerin karına kadar üst yapıyı belirleyen asıl etken devlettir. Pazar üzerinde devlet rol oynuyorsa; meta üzerinde de, artı-değer sömürüsü üzerinde de, devlet sürekli rol oynuyor demektir. Tek tek kapitalistler devleti yönetmemekte, kapitalistler için devleti, devletlü memur kastları yönetmektedir. Geleneksel Marksizm’de bu var mı? Yok! İnanmak istemeyenler Marx’ı mezarından çıkarıp kendisine sorabilirler. 2 asır önceki dünyada bunu görememiş ve tespit edememiş olması Marx’ın da kabahati değildir. Marx ve Engels döneminde modern kapitalist devlet analizi de son derece zayıf idi. Zira baskın olan devlet biçimi hala monarşist ve yarı-parlamentocu feodal bir devletti. Feodalizm tüm dünyada baskın olan ana emek biçimiydi. Ön-burjuva devlet ve kurumları üzerine çalışma ve araştırma yapma fırsatları da pek olmadı. Haliyle bu konuda bütünlüklü bir kuramda geliştiremediler. Onlar (C5/C6 x D2/D3 tarım/sanayi iş bölümü ilişkilerini) görebildikleri ve tespit edebildikleri oranda var olanı yorumlamakla yetindiler. Bu yorumlarda o döneme göre en ileri yorumlardı. Fakat bu yorumlar modern temsiliyetist-memuriyetist devletin ve devletlü kastların bilimsel ve devrimci bir eleştirisine de dönüşemedi, dönüşmezdi de. Çünkü onlarda kendi çağlarının ve somut verili koşullarının ürünleri idi. Şayet devletlü memur kastlarının ve devletin sınıfları yarattığı gerçeğinin modern anlamda denetimist bir eleştirisi yapılabilmiş olsaydı; Marksizm 20. Yüzyılda özellikle de devlet sorununda bu derece çuvallamazdı! Dahası, devlet sorunuyla da bağlantılı olarak Marksizm; temsiliyetizm, memuriyetizm ve bürokratizm sorunlarında da bu derece duvara toslamazdı! Ortada bir çözüm projesi olmadığı için sadece Bolşevikler de değil, tüm marksistler kapitalizm karşısında gerilemekten ve git gide kapitalizmin türevi olan sistemlere teslim olmaktan da kurtulamamışlardır. Gerçekte olan bu iken, hakikati olduğu gibi söylememenin kendisi de asla “marksist” bir yaklaşım ve yöntem olamaz.
[2] Yaygın ön kabullerde de görüldüğü gibi; devlet “sınıflar üstü” ya da “sınıflar altı” diye tanımlanamaz. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bilakis devletin kendisi bir sınıflılıktır. Devlet toplumsal bir organizasyondur. Devlet kendi dokusuna uygun sınıfları ve toplumu üretir. Devleti modern anlamda memur sınıfları yönetir. Sınıf mı diyorsunuz? Sınıfı da devlet yaratıyor. Örneğin; devletlü memur kastları değil mi, şirketlerin, burjuvaların, vergi borçlarını silen! En büyük fabrika devlettir. Devlet sermaye yaratıyor. Devlet kar yaratıyor. Devlet burjuva sınıfı yaratıyor. İşte proletaryan sosyalizm deneyiminde olduğu gibi sözde proletarya adına hareket ettiğini söyleyen bir devlette (proletaryan efendiler sınıfı da) bal gibi de kapitalizm yaratıyor! Yalnızca Sovyetler Birliği deneyiminin varlığı bile bunun en somut kanıtıdır. “Devlet nasıl sınıf yaratır” diyorsanız ve hala bunun mümkün olmadığına inanmak istiyorsanız öncelikli olarak Sovyet deneyiminin derslerini iyi analiz etmenizi tavsiye ederiz. Althusser kendisi ile yapılan röportajda “Marx devletten anlamaz” derken laf olsun diye konuşmuyordu. Althusser bunun söylerken, Marx’ın devletin tarihsel ve toplumsal dokusuna dair hiçbir şey bilmediğini de söylemek istemiyordu. Althusser teorik olarak ulaşmak istediği sonuca ulaşamamış olsa da, o da sezgisel bir biçimde “tarihsel kıtalarla” bağlantılı olan temsil/kurban ritüeli ve temsiliyetizm türlerinin tarihsel emek/devlet biçimleri ile olan ilişkilerini de çok zayıfta olsa görebiliyordu. Yoksa Althusser pek çok Marksist için bile “gereksiz okumalar” sınıfına giren Machiavelli okumalarını neden yapsın! Machievelli kim? Machiavelli, temsil, devlet, güç, iktidar, egemenlik vs. mekanizmaları üzerine en fazla kafa yoran ön-burjuva düşünürlerden biridir. Kuşkusuz Machiavelli bu bilgileri hakim sınıfın temsilcilerine bir nevi “hizmet” olarak sunuyordu. Çünkü Gramsci’nin de vurguladığı gibi, o da egemen sınıfın “organik bir aydını” konumundaydı. Althusser üzerine o kadar çok yorum yapılabilir ki, bunun için ayrı bir yazı yazmak gerekir. Belki ilerde böylesi bir çalışma da yapılabilir.
9.2.2024
Serhat Nigiz
1980 yılının Nisan ayında İtalya’nın başkenti Roma’da Louis Althusser yapılmış bir mülakat:
youtube
1 note · View note
serhatnigiz · 3 months ago
Text
Bangladeş'teki Kendiliğinden Teknotik Kitle Hareketinin ve İsyanının Toplumsal Denetimizm Mücadelesi ile Olan Yakın Bağları Üzerine Değinmeler
Tumblr media
Tüm dünyada "egemenlik hakkının" sözde "seçim" ve "sandık" yoluyla "seçilmişlere" ve "atanmışlara" devredildiği temsiliyetist sistemler çöküyor! Krizden krize sürükleniyor!
Bagladeş devrimi de bu çöküşün halk kitleleri nezlinde ortaya çıkan bir yansımasından başka da bir şey değil. Temsiliyetist üç bacaklı devlet modelleri çöktükçe farklı çoğrafyalarda "ikili iktidar" durumu daha da gözle görülür bir hale geliyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun egemenlik hakkı ister seçilmiş olsun ister atanmış olsun bir avuç memur kastına devredildiği müddetçe, orada adına ister "demokrasi" denilsin, ister "insan hakları" denilsin, bir avuç devletlü zümre tarafından oluşturulmuş olan bütün bu rejimler, birer diktatörlük olmanın da ötesine geçemezler.
Hangi ülke olursa olsun "milleti" oluşturan emekçi sınıflar temsiliyetizm yoluyla asla kendi temel haklarını devletlü memur kastları karşısında güvence ve teminat altına alamazlar! Dolayısıyla, temsiliyetist sistemler içerisinde emekçi sınıflar kapitalizme ve emperyalizme karşıda bir güvence ve teminat sahibi de olamazlar, olmarı da mümkün değildir.
Yet'ki kimde ise kıllık ondadır! Ben devletim, ben memurum, yetki bende, istediğimi yaparım diyen temsiliyetist zihniyet ile devletin ve memurun bağımsız kurumlarca denetlenmesi gerektiğini söyleyen toplumsal denetimist zihniyet asla uzlaşamaz! Bangladeş devrimi de bu uzlaşamama halinin halkın kendiliğinden gelişen teknotik kitle hareketinin denetimist taleplerinin somut dışavurumu ve isyanıdır.
Temsiliyetizm sorunu asla temsiliyetizmin sınırları içinde kalınarak çözülemez. Bangladeş'te olduğu gibi, temsiliyetizm sorunu "demokrasiye dönülmesi" söylemi ile, daha net konuşursak üç bacaklı temsiliyetist-kapitalist devlet modelinin "istikrarlı hale getirilmesi" yalanı ile çözülemez.
Bagladeş'te ki "geçici" askeri diktatörlük rejimi ağzıyla kuş tutsa da, yasama, yargı ve yürütme kurumlarının "iç denge ve denetimine" dayalı sözde en modern burjuva devlet tipini seçim ve sandık yoluyla inşa edeceğini iddia etse de, bu sistematik için gereksinim duyulan göstermelik sol-temsiliyetist, sağ-temsiliyetist, islamcı-temsiliyetist, laik-temsiliyetist siyasal parti aparatlarını fonlasa da (ki bu projeye glokal-sermaye de sermaye katsa da), bütün bu yasamacılık (gerçekte yürütmecilik!) oyunları ile göz boyanmaya çalışılsa da, çok açık bir gerçektir ki; dünya üzerinde üç bacaklı temsiliyetist-kapitalist devlet modeli tüketim sürecine girmiş bulunmaktadır. Zor, baskı, manipülasyon yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan bu temsiliyetist kurumlara karşı dünya genelinde büyük bir öfke duyulmaktadır.
Bu olgusal gerçekleri sadece denetimistler de değil, aklı başında tüm burjuva idelogları açıkca itiraf etmektedir. Dünya geneline yayılmış bölgesel savaşlar, çatışmalar, isyanlar, ayaklanmalar vs. durduk yere de yaşanmamaktadır. Temsiliyetist-kapitalist güçler bile gelinen noktada dünya üzerinde hakimiyet sağlayamamaktan, onca dezenformasyona, onca deformasyona ve onca algı yönetimine rağmen istedikleri ve arzu ettikleri oranda toplumları yönlendirememekten de şikayet eder bir duruma gelmişlerdir. Her yerde çeşitli biçimler altında insanların içinde yaşadıkları sistemi denetleme ve sistem üzerinde daha da çok söz sahibi olma talepleri hem bireysel düzeyde hem de kolektif düzeyde kendisini göstermektedir. Bu da yeni iletişim tarzlarını, yeni kavramları, yeni ifade ve muhalefet ediş biçimlerini de doğal olarak beraberinde getirmektedir.
İçerisinde yaşadığımız dünyada insanların robotlardan bir farkının kalmadığı, artık insanların geri dönüşü olmayacak bir biçimde pasif tüketici kitlelere dönüştürüldüğü gibi, son derece idealist ve gerçekten uzak yaklaşımların aksine Bangladeş devrimi gibi pek çok örnekte de görüldüğü gibi, kitlelerin temsiliyetizme, devletlü memur kastlarına, yolsuzluğa ve çürümeye dayalı kapitalizme ve emperyalist politikalara karşı öfkesi ne kadar kendiliğinden teknotik kitle hareketleri ve isyanları biçiminde gelişiyor olsa da, bu öfke tarihin en yüksek seviyelerindedir.
Yaşanan onca çalkantı, onca tepki, onca kızgınlık, onca sorgulama, onca yeni düşünce vs. hepsi insanlığın temsiliyetizme karşı yükselen toplumsal denetimist savaşımının ve taleplerinin bir ifadesidir.
Okyanusları geçmiş bu akıntı nasıl ki derede boğulacak değilse, kendiliğindenmiş gibi gözüken bu uyanışın kendi için savaşıma ve mücadeleye dönüşmesi de zaruri bir gerçek ve hakikat olarak karşımızda durmaktadır.
Sadece Bangladeş'te değil, tüm dünyada "ikili iktidarlar" ve "ön-devrimci" türbilanslarda bir artış olacağına, çok daha fazla sayıda emekçinin, gencin, kadının, ezilen sınıf ve katmanların ileri doğru atılacağına, karamsarlıktan ve yılgınlıktan beslenen ruh halinin paramparça olacağına, "bunlardan bir halt olmaz" denilen kitlelerin nasıl radikaleşeceğine, tüketim sürecine giren temsiliyetizm karşısında yükselişe geçen toplumsal denetimizm mücadeleleri ile birlikte tanıklık edeceğiz!
Bunlar daha hiçbir şey, devir alan ve daha da hızlanan bu toplumsal makinanın duracağını, önündeki setleri bir bir yıkarak yeni bir gelişme döneminin kapılarını açmayacağını sananlar yanıldıklarını çok net bir şekilde görecekler!
7.08.2024
Serhat Nigiz
Dipnot:
Bangladeş'teki gelişmeler ile ilgili Türkiye'de yaşayan liberal bir akademisyenin kaleme aldığı yazıya göz atmak isterseniz yazının bağlantı linki aşağıda:
"Hasina'nın rejimini anlamak, bu isyanın neden sıradan insanlar tarafından tamamen desteklendiğini anlamak için çok önemlidir. Protesto başlangıçta ayrımcılığa karşı bir öğrenci hareketi olarak başlasa da 1 hafta içinde daha geniş bir halk hareketine dönüştü. Dönüm noktası 14 Temmuz'da bir basın toplantısı sırasında Hasina'ya 1 haftadan uzun süredir devam eden iş kotalarına karşı öğrenci protestoları sorulduğunda yaşandı. Hasina cevaben şunları söyledi: "Özgürlük savaşçılarının torunları kota avantajlarından yararlanamayacaksa kim yararlanacak? Razakarların torunları mı?"
Hasina'nın bu sözleri protestoların büyümesine neden oldu. Öğrenciler Hasina'nın sözlerini, 1971 Kurtuluş Savaşı'nda yer alan özgürlük savaşçılarının torunlarına devlet memuru kontenjanının yaklaşık yüzde 30'unu tahsis eden "adaletsiz" kota sistemini protesto etme çabalarına küçümseyici bir yanıt olarak algıladı. Birkaç saat içinde öğrenciler protesto gösterilerine başladılar, Dakka Üniversitesi kampüsünde yürüyüşe geçtiler ve şu sloganları attılar, "Sen kimsin? Ben Razakar'ım."
0 notes
serhatnigiz · 4 months ago
Text
15 Temmuz Darbesi Üzerine Kısa Bir Yorum
Tumblr media
Fetö mü arıyorsunuz? fetöcü mü arıyorsunuz? Devletin içinde çalışan paralel memur değilseniz isteseniz de fetöcü olamazsınız.
Ta Devlet-i Aliyye'den ittihatçılıktan Cumhuriyet'ten beri bu böyle. Sistemin solu da sistemin sağı da bu tasarımın ve kurgunun bir ürünüdür.
Durduk yere mi "biz sağcıda solcuda değiliz" dedik. Durduk yere mi "biz temsiliyetist/memuriyetist değiliz" dedik. Kim ki "fetöcüdür", o sağcılık ya da solculuk görüntüsü altında, çağdaş kölelik üreten bu temsiliyetist-memuriyetist düzenin devamından yana demektir.
15 Temmuz'un yapılış nedenlerinden biride krize girmiş olan bu üst yapıya "çeki düzen verme" ihtiyacıydı. Bu ülkede ve dünyada tüm darbeler devletlü-sınıflar eliyle yukardan aşağıya doğru gerçekleştirilmiştir. SSCB'nin yıkılışı bile bir karşı-darbedir. Yıkanlarda proletaryalist-memur-kastlarıdır!
15 Temmuz öncesinde ve sonrasında çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile yetkiyi ve devlet kurumlarını tek kişiye "devreden" paralel-akıl bunun bir diktatörlük doğurucağını bilmiyor muydu? Bal gibi de biliyorlardı. [1]
Nasıl ki memlekete "komünizm" lazımsa onu da biz getiririz mantığı içindelerse, parti-devletine ve tek-adam diktasına dönüştürdükleri devlet yapılanmasını da bu noktaya getirenler kendilerinden başkası da değildir. Keza temsiliyetist-faşizmin özü de yetkilerin tek elde toplandığı bir yürütme-kastları diktatörlüğüne dayanmaktadır.
Kimse emperyalizmden gelen emir ve talimatlar ile bunların yapıldığı yalanının arkasına saklanmazsın. Emperyalizme yalakalık bakidir. Ama proje her yönüyle "yerli ve milli" üretimdir. İşin başında da devlet içinde "paralel devlet" gibi çalışan temsiliyetist-memuriyetist devletlü-kastlar vardır. Yeri geldiğinde ABD, Avrupa, Rusya, Çin bile bunların uygulamaya koyduğu kaypak ve yanar döner politikaları anlamakta zorlanmaktadır.
Artık bu yapının siyasi ayaklarına, PDY'nin MHP'si mi demek istersiniz, PDY'nin AKP'si mi demek istersiniz, PDY'nin CHP'si mi demek istersiniz, PDY'nin DEM'i mi demek istersiniz, artık orası sizin keyfinize ve yaratıcılığınıza kalmış!
Millet için mi devlet? Devlet için mi millet? Millet tarafından denetlenmeyen bir devlet ne bir devlettir ne de bir cumhuriyettir. Bu devlet sözde bir devlettir, sözde bir cumhuriyettir!
Ortada bir devlet yoksa, ortada sadece kendisine devlet süsü veren memur kastları (görüntüde bir hükümet!) varsa. Bu demek oluyor ki, bu devletin millet karşısında teminatı da yok demektir.
Devletin ve memurun teminatının olmaması ne anlama gelir?
Devletin temelini oluşturduğu varsayılan yargının (biçimsel anlamda bile) hukukunun-iç denetiminin olmaması ne anlama gelir?
Kendisine yargı süsü veren yürütme-yargısı gerçekte bir yargı mıdır? Yoksa yanlış algı mıdır?
Bir ülkenin "yargısı" ülkede ne kadar karanlık güç varsa hepsi ile neden iç içedir? Cevap verin!
Millet tarafından değil de, bir avuç kast tarafından yönetilen bir devlet, devlet midir? Yoksa kendisine devlet süsü veren memur-yürütmesi midir?
Devlet devlet değilse, devlet devlet olmaktan çıkmışsa, bu temsiliyetist devlet modelinin bürokratik denetimist yoldan yıkılmadan islah edilmesi de mikroplardan arındırılması da, mümkün değildir!
Milletin toplumsal denetim kurumları ve yasaları yoluyla yönetim ve siyaset üzerinde iradesini yansıtabileceği tek bir devlet biçimi vardır: O DA DÖRT BACAKLI TOPLUMSAL DENETİM DEVLETİ MODELİDİR. DÖRDÜNCÜ BACAK OLMADIĞI MÜDDETÇE TEMSİLİYETİZMİN ÜÇ TOPAL BACAĞI HER ZAMAN MODERN KÖLELİK VE SÖMÜRGECİLİK ÜRETMEYE DE DEVAM EDECEKTİR!
Dipnot
[1] 15 Temmuz iktidarın başarılı bir darbesidir. Peki bu darbenin "hukuksal" bir kanıtı var mı? 15 Temmuz öncesi ve sonrası kanun hükümdeki kararname (KHK) olarak çıkan 679'a 1 ve 2'yi açıp okuyun. 2 KHK var. İkisini birlikte okuduğunuz zaman darbeyi kimin yaptığını da anlarsınız.
18.07.2024
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 4 months ago
Text
Güney Kore'deki Ulusal Samsung Elektronik Sendikası Grevi Üzerine Kısa Bir Not
Tumblr media
Güney Kore’deki Ulusal Samsung Elektronik Sendikası Grevi; merkez, merkez-çevresi ve merkez-karşıtı arasında, tekno-sermayenin bileşenlerinin, tekno-kara dayalı pazar kavgasına dayanmaktadır.
Peki bu pazar kavgasının nedenleri nelerdir?
Birincisi; merkez-karşıtındaki üretim tesislerinin merkeze çekilmek istenmesi bu grevi tetikleyen baş neden.
İkinci neden ise; Çin glokal-tekellerinin merkez-karşıtı ve merkez-çevredeki genişleme ve pazar arttırma hareketi.
Bu nedenlerden dolayıdır ki, tekno-tesisler Amerika Birleşik Devletleri’ne çekilmek isteniyor.
Üretim alanında “tekno-gettolaşmaya” doğru bir gidişat var. Elbette bu duruma “daha uygun bir kavram” da üretilebilir.
Şimdilik tekno-gettolaşma kavramı ile süreci analiz etmemiz gerekir ise, robotik tekno-emek ve tekno-kar gettolaşmaya doğru gidiyor. Bir boyutuyla “silikon vadisi”, “Tayvan”, “Hong Kong”, vs. bunun ön-coğrafi gettolaşma denemeleri idi. Bu da ilerde daha da gelişmiş tekno-meta pazarlarının oluşmasına neden olacak gibi gözüküyor.
Gidişat bu yönde. Bu durum minimal-ulusçu devlet formlarını daha da fazla köşeye sıkıştıracaktır. Bu “sıkışmayı” üretim-değeri, dolaşım-değeri, tüketim-değeri, miras-değeri biçimindeki değer türlerinin ışığında inceleyebiliriz. Dahası bu olguları hem tarihsel-artı-değer hem de toplumsal-artı-değer üzerinden de inceleyebiliriz.
Keza değerin bileşenlerinin farklı olması değerin bileşenlerinin farklılığını getirirken, değerin bileşenlerinin farklı olması artı-değer türlerinin bileşenlerinin farklılığını, artı-değer türlerinin farklı olması ise sömürü biçimlerinin farklılığını getirir. Bu da sanayi-sermayesine bağlı sanayi-sömürgeciliği ve sanayi-emperyalizminden farklı olarak tekno-sermayeye bağlı tekno-sömürgecilik ve tekno-emperyalizm biçimlerinin de farklılığını getirir.
Bu greve dair görünen o ki; Kore devleti merkez ve merkez-çevresi karşısında kısımdan merkez-karşıtının yanında ve sendikadan yana bir tavır almak zorunda kalacaktır. Çünkü her devlet gibi Kore devletinin asıl besin kaynağı vergidir. Ve devlet tarafından alınan vergide tekno-artı-değerin bir biçimidir. Eski tabirle haraç olmaksızın yetki diktatörlüğüne dayalı temsiliyetist-memuriyetist yürütme çarkının işletilebilmesi de mümkün değildir. Devletlü-kastların merkez, merkez-çevresi ve merkez-karşıtı kapitalist konumlanışlardaki tarihsel ve güncel durumu ise bu yazının sınırlarını aşan daha kapsamlı ve derinlikli bir konudur.
Grevin sınıf türü açısından belirgin olan özelliği ise, sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunu (sanayi emeğinin nitel gelişim biçimi olan) D5 proleterlerinin oluşturmasıdır. Mikro çip üretiminin elektronikleşmiş-sanayi iş kollarında ve bantlarında yer alan bu işçiler sendika üyesi olan D5 proleterleridir. Bunların içinde (teknik/elektronik emeğin nicel gelişim biçimi olan) az sayıda E2 protekyası olsa da, bu grevin asıl başını çekenler ise E2 protekleridir. E2 protekleri sendikanın asıl motor gücü konumundadır.
Lakin içinden geçmekte olduğumuz bu dönemde (tüketim sürecine girmiş olan) eski tip D5 proleter-sendikacılığı son evresini yaşamaktadır. E2 protek-sendikacılığı ise çekimser bir konumda olsa da, bu “sendikacılık formu” ise daha oluşum aşamasındadır. Tıpkı bir zamanlar E1 protek-sendikacılığının D4 proleter-sendikacılık karşısında pasif konumda olması gibi, bugünde D5 proletaryası karşısında E2 protekyası kendi sınıf tarzına uygun ön-denetimist-sendikacılık pratiklerini prakis sınıf mücadeleleri yoluyla keşfetmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz bu alanda E2 protekyasının teknoburglar karşısında hala zayıf bir konumlanışta olduğu da söylenebilir.  
Maddenin/emeğin tarihsel ve toplumsal hareketi irdelendiğinde tüm bunların ne anlama geldiği kavranabilir. Bu gerçeği ve hakikati anlamak istemeyenler aslında maddenin/emeğin hareketini ısrarla izlemekten kaçınanlardır. Bu "ideolojik kaçış" insanın tümüyle tanıdığını sandığı emeğe “büsbütün yabancılaşması” sonucunu da doğurmaktadır. Dolayısıyla, emeğe ve türlerine bu yabancılaşma hali emeğin ve türlerinin diyalektik hareketinin insan düşüncesinde lime lime edilmesi problemini de yaratmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak, emeğin hem nesnelerdeki-bilgisine hem de öznelerdeki-bilgisine ilişkin bütünsel bir soyutlamanın-soyutlanması tarzının geliştirilmesi önünde de, ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Güney Kore'de Samsung işçilerinden 'süresiz' grev kararı, BİA Haber Merkezi, 11.08.2024
https://bianet.org/haber/guney-kore-de-samsung-iscilerinden-suresiz-grev-karari-297382
12.07.2024
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 6 months ago
Text
0 notes
serhatnigiz · 11 months ago
Text
Devlet mi Millet için? Millet mi Tayyibistan Krallığı için? Egemen olan kim?
Tumblr media
Cumhurbaşkanının parti başkanı olduğu...
Parti başkanı sıfatı ve seçim yasalarınca meclis çoğunluğuna sahip olduğu...
Parti başkanı olarak milletvekillerini seçtiği ve işine gelmediğinde milletvekilliklerine yol verdiği..
Parti başkanı olarak yürütmeye ve bakanlara hakim olduğu..
Parti başkanı olarak HSYK'nın 13 üyesinin 6'sını doğrudan 7'sini partisi aracılığıyla atadığı..
O HSYK'nın Yargıtay'ı, o HSYK'nın Danıştay'ı seçtiği..
Bu kurumlara atanmışların 4/1'ni Cumhurbaşkanının doğrudan seçtiği..
AYM'nin 12 üyesini Cumhurbaşkanının seçtiği..
Valileri, Kaymakamları vs. Cumhurbaşkanının seçtiği..
Hepsinin süreli olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği..
KHK, CBK, CK vs. "geniş yetkilere" hiç girmiyorum..
Düzen mi demek istersiniz, rejim mi demek istersiniz, yönetim şekli mi demek istersiniz, artık ne ad vermek isterseniz..
Dolayısıyla böylesi bir sistemin hala demokrasiyle, cumhuriyetle, Anayasa'da yazdığı şekliyle "laik, sosyal, hukuk devleti" ile bir alakasının kaldığını düşünmek abesle iştigaldir.
Tez vakit Türkiye Cumhuriyeti devleti adını değiştirmeli yerine de TAYYİBİSTAN KRALLIĞI ismini koymalıdır. Kendisine yakışan da bu olacaktır!
Bu ülke 100 yılın sonunda Erdoğan-Bahçeli ikilisinin etrafında kümelenmiş olan bir avuç memur kastının ve para babasının şahsi çifliğine (devlet-şirketine!) dönüşmüş durumdadır.
Peki "muhalefet" olduğu varsayılan temsiliyetist partiler ne durumda?
Bu fuhler partilerine verilmiş olan tek bir görev var: O da mevcut iktidar bloğuna ve sisteme karşı gerçek bir muhalefetin ve toplumsal mücadelenin oluşmasını engellemek!
14 Mayıs seçimlerinde iktidarla anlaşmalı bir şekilde sandık kurup milleti kandıranlar/milletin gazını alanlar önümüzde ki yerel seçimlerde de kendilerine verilen rolü oynamaya devam edeceklerdir.
14 Mayıs sonrası durduk yere "kaç paraya seçimleri sattınız?" diye hesap sormadık! Hani bunlar yalandı, neden dava açmadınız? Cebe attığınız milyon dolarların hesabını elbette birgün vereceksiniz. Siyaseti ticaret olarak yapanlar tabii ki bu sorulardan korkarlar ve cevap vermezler.
Ülkede yasama teminatı yok, yargı teminatı yok, yürütme teminatı yok, bir ülkede devlet kurumlarının ve memurun teminatı kalmamış ise, o ülkede de facto Anayasa ve kanunlar geçerliğini kaybetmiş (yargı dahi hukuka adil ulaşımın önünde bir engel haline gelmiş) ise, hepsinin dışında yetkinin tek elde toplandığı bir YÜRÜTME FAŞİZMİ VE DİKTATÖRLÜĞÜ uygulanıyorsa; bu durumda millet üzerine çöken bu karabasandan nasıl kurtulabilir?
Tek bir çıkış yolu var: O da usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine zırh yapmış bu memur kastlarının TOPLUMSAL DENETİM KURUMLARI aracılığıyla kontrol altına alınmasıdır. Devlet kurumları ve memur denetlenmediği sürece baskı, sömürü ve adaletsizlik kaçınılmazdır. Kim ki devlet kurumları ve memurlar denetlenemez diyorsa yalan söylemektedir. Zira devlet denilen kurum ve bu kurumun bürokratik işleyişinin parçası olan memur kastları bir avuç iken, millet ve milleti oluşturan emekçi sınıf ve katmanlar toplumun büyük ve ezici çoğunluğunu meydana getirmektedir.
Hangi etnik köken, hangi din ve inanıştan (hatta ideolojiden) gelirse gelsin toplumun en geniş denetimist birliğini kurmak gerekir. Bu da dünün ayrıştırıcı ve bölücü temsiliyetist politikaları ile değil, tüm kesimlerin temel hak ve özgürlüklerini esas alan yeni bir toplumcu söylemle mümkündür. Başörtülü Başörtüsüz, Alevi Sünni, Kürt Türk demeden her kimlikten emekçiyi denetimist fikirlere ikna etmek gerekir. İkna olmuyorlarsa da sabırla ve pes etmeden anlatmak şarttır. Ancak bu şekilde insanlar temsiliyetizm ve memuriyetizm karşısında kendi öz deneyimlerinden pratik dersler çıkararak denetimist fikirleri daha iyi kavrayabilirler. Kavradıkça da temel hak ve özgürlüklerin önemini anlayabilirler. Bu hem "öğreten" hem de "öğrenen" için en değerli okuldur.
Hak verilmez, hak alınır! Gerekirse zorla alınır. Tarihte hiçbir dönem yoktur ki armut piş ağzıma düş şeklinde bir kazanım elde edilmiş olsun. İnsanlığın ve emekçilerin tüm kazanımları mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Denetimist mücadele olmadan denetimist kazanımda olmaz. İşte bu yüzden denetimist bürokratik hukuki faaliyetler temsiliyetistlerin tüm engellemelerine ve üç maymun politikalarına karşın geniş toplumsal kesimlere ulaşmayı başarabilmiştir. Denetimist mücadele bunu siyaset yoluyla da değil, tüm toplumu ilgilendiren bireysel ve kümülatif hak-hukuk mücadelesinin yöntemlerinin yenilenmesi yoluyla gerçekleştirmiştir. Zira toplumsal denetim mücadelesi en geniş toplum kesimleri arasında mümkün olan en geniş alternatifin oluşturulmasını da kendisine görev ve hedef olarak belirlemiştir.
YASAMA, YARGI VE YÜRÜTME DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILMALIDIR! DEVLET KURUMLARINI VE MEMURU KORUYAN KORUMA YASALARI KALDIRILMALI YERİNE VATANDAŞ USUL VE MUHAKEME DENETİM KANUNLARI GETİRİLMELİDİR.
VATANDAŞ DEVLETE VE MEMURA DOKUNABİLMELİDİR! DEVLETİN VE MEMURUN DOKULMAZ BİR TANRIYA DÖNÜŞTÜĞÜ HER TEMSİLİYETİST SİSTEMDE DEVLET DİNE MEMUR İSE TANRIYA DÖNÜŞMEKTEN KURTULAMAZ.
DENETLENMEYEN BİR CUMHURİYET CUMHURİYET DEĞİLDİR. BU DEVLET OLSA OLSA BİR AVUÇ MEMUR KASTININ VE PARA BABASININ KAPİTALİST SÖMÜRÜ DÜZENİNDEN BAŞKA DA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
EĞEMENLİK HAKKI MİLLETTEN VE MİLLETİ MEYDANA GETİREN EMEKÇİ SINIFLARDAN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ. DENETLENMEYEN BİR DEVLET GAYRİ MEŞRU BİR DEVLETTİR. ANCAK KİTLELER TARAFINDAN KURUMLAR ARACILIĞIYLA DENETLEN BİR DEVLET HALKIN DEVLETİNE VE CUMHURİYETİNE DÖNÜŞEBİLİR!
12.12.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 1 year ago
Text
AYM-Yetki Kavgası Bahanesiyle Temsiliyetist-Memuriyetist Zorbalık Halktan Neyi Gizliyor?
Tumblr media
2017-2019 arasındaki dönemde “seçmen açısından yasama dokunulmazlığına” Enis Berberoğlu (ve diğerleri) ile birlikte dokunulmuş, bunun sonucunda da 2019/20445 nolu “seçmenin seçimlerde teminatı yoktur” AYM kararıyla seçimler ve sandığın seçmen tarafı mahkemeleşmiştir.
Denetimist davacı aday Solmaz Kulak bağımsız cumhurbaşkanı adayı olunca, bu seferde memur kastları 14 Mayıs seçimini hem 298’e hem de anayasaya aykırı bir şekilde tezgahlayarak, akabinde Can Atalay üzerinden “seçilmen dokunulmazlığını” da masaya yatırmışlardır.
Temsiliyetist-memuriyetist zorbalığın değişmez aparatı olan iktidar ve muhalefet, Can Atalay üzerinden havanda su döverek kayıkçı kavgasını hukuk senaryosuna çevirmeyi başarmıştır.
Bu başkanlık denen ne idüğü belirsiz sistemle seçmen hakları kısıtlandığı gibi, bu seferde seçilmenin haklarını kısıtlayan yasal bir düzenleme yoluna gitmeye çalışmaktadırlar.
Can Atalay üzerinden kurulan politik tuzağın amacı ise; Davacı aday Solmaz Kulak’ın seçim dosyasına hükümetin AYM’ye “seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur” diyerek ret kararı aldırmak istemesidir.
AYM’nin alması istenen red kararının ise ne AİHS-AİHM’e ne de yerel hukuka uygun olmamasından dolayı bu durum bir sistem krizinin patlak vermesine neden olmuştur.
Avrupa Konseyi’nin ve AİHM’in Türkiye ile yapmış olduğu böyle bir sözleşme/protokolde olmadığı içindir ki, bu durum sistem krizinin yapısal bir krize dönüştüğünü göstermektedir.
Hükümet yürütme CBK (Danıştay 10 Daire 2021/1884 esas sayı) ile ve 14 Mayıs seçiminden dolayı da yürütme gücünü kaybetmiş idi. Yasamanın seçimlerle birlikte idari mahkemede mahkeme edilmesiyle de yasama kısımdan gücünü kaybetmiş idi. Yasamanın kalan kısmı da Can Atalay politikası ve tezgahıyla davacı adayın kanun iptali davası ile çıkabilecek olan muhtemel yasaya ya da anayasaya müracaat etmesi ile kaybedecektir.
AYM ile Yargıtay’ın usulen anlaşamamasının nedeni ise; AYM’nin uluslararası hukuk karşısında, Avrupa Konseyi karşısında, seçimler ile ilgili protokol metninin olmamasıdır. Bu durum Solmaz Kulak müracaatına ilişkin olarak hükümetin “seçilmenin güvencesi yok, AİHM’e gönder” talimatını AYM’nin yerine getiremiyor olmasında yatmaktadır.
Başta AYM olmak üzere yürütmenin yargısı olan ve yargı diye bilinen kurumlar gerçekte yürütme personelinden oluşmaktadır.
Hal böyle olunca; AYM’nin hükümetin emrini yerine getirebilmesi için bireysel başvuruyu uluslararası hukukta olmasa da yerel hukukta Can Atalay parodisi üzerinden çözmeye kalkması gerekmektedir. Bu durumda bile AYM hükümetin istediği kararı alamamaktadır.
AYM’nin, AİHM VE AİHS nezlinde, hükümetin talimatını değil “seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur” kararı ile Cumhurbaşkanı’nın kanun olmayan CK’sını iptal ederek hükümeti düşürmesi gerekmektedir. Aksi takdirde; AYM temsiliyetist-memuriyetist zorbalığın ve terörün merkezi damgasını yiyecektir.
Sistemsel ve yapısal kriz derinleşmektedir. Birde buna “denetimist kimliğin mahkeme edilmiş olması da eklenince” çakma milliyetçilerin, çakma cumhuriyetçilerin, çakma demokratların, masalperest din devletinin ideolojik etiketi parçalanmayla sonuçlanacaktır.
Devlet Bahçeli sistemsel kriz yok diye diye yalana sarıla dursun, memur kastları talanları ve yetki zorbalıkları ile birlikte zorla iktidardan indirileceklerdir. Hem de bunu kendi atadıkları AYM yapacak! Çünkü AYM’nin başka şansı kalmadı! Ya da AYM, AİHM ve Avrupa Konseyi işbirliği iktidarı gasp etmiş memur kastlarını zorla iktidardan indirecektir. Çünkü başka bir şansları kalmadı!
Toplumsal Denetimist Fikir Hareketi (TDFH)
16.11.2023
(Not: Alıntıdır.)
0 notes
serhatnigiz · 1 year ago
Text
Kıvılcımlı Üzerine Kısa Bir Not
Tumblr media
Bu sözler Doktor Hikmet Kıvılcımlı'dan:
"Onun için Türkiye’de 1923 Cumhuriyet’i ister istemez Fransa’da Restorasyon (Krallığın yeniden kurulması) denilen şey olmuştur. Padişah’ın yerine Paşa geçmiştir. O kadar. Saltanat’ın adına Cumhuriyet denmiştir: Toplumun egemen yapısı ve politikası; elifi elifine 1815-1851 Fransa’sında (36 yıl) ne idiyse, 1917-1970 Türkiye'sinde (53 yıl) tıpkı odur."
Kıvılcımlı burada karşılaştırmalı bir betimleme yapıyor. Bir nevi kıyas yapıyor. Görece doğru bir betimleme. Her ne kadar temsiliyetist ve memuriyetist bir yapının biçimsel değişimini görmüş olsa da, cumhuriyet ile feodalizm arasında oluşan yapının öz de çokta farklı bir şey olmadığının vurgusunu yapsa da, gerçekte feoktokratik bir burjuva devriminin de, padişah ile paşa arasındaki farkında özde çokta farklı olmadığına vurgu yapıyor. Bunu da Fransız devrim tarihi üzerinden karşılaştırmalı bir betimleme ile yapıyor. Yalnız Kıvılcımlı feoktokratik yapıyı gereğinden fazla uzun tutuyor. Halbuki 50'lerden sonra adım adım minoktokratik yapı oluşmaya başlıyor. 80'lere kadar feoktokratik yapı ile minoktokratik yapı arasında sancılı bir geçiş süreç yaşanıyor. İdamlar, infazlar, katliamlar, darbeler vs. tam da 80'de minoktokratik yapıyı inşa ediyorlar, bu severde dünyada gloktokratik yapı gündeme geliyor, her defasında geriden takip ediyorlar. Fransız devriminde de temsiliyetist ve memuriyetist kastlar geriden gelen dönüşüm çabalarıyla sistemi sürekli restore etmeye çalışılıyorlar. Şimdide erdoğanizm rejimi ile aynı şeyler yapılmaya çalışılıyor. Biçim değişiyor ama mantık aynı kalıyor. Padişah gidiyor paşa geliyor, paşa gidiyor kral Erdoğan geliyor! Temsiliyetizm ve memuriyetizm açısından her ne kadar biçim değişse de, özsel anlamda yapısal bir değişiklik oluşmuyor. Tarihteki ilk devlette de temsiliyetizm vardı. O zamanda baskı, şiddet, terör memurdan geliyordu. Şimdide modern anlamda memurdan geliyor. Kıvılcımlı'nın altını dolduramadığı şey devletin temsiliyetizm ve memuriyetizm ile olan ilişkisi idi. Sonuçta, padişah da, paşa da, Erdoğan'da modern anlamda memurdur. Temsiliyetizm ile memuriyetizm arasındaki tarihsel bağlar anlaşılmadığı sürece sistemler arası bağlarda anlaşılamaz.
29.10.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 1 year ago
Text
14/28 Mayıs Plebisiter Seçim Tiyatrosuna Dair Değinmeler
Tumblr media
14/28 Mayıs plebisiter seçimleri sonrasında sosyal medya üzerinden bir dizi paylaşım yapmıştım. Lakin bu paylaşımları bütünlüklü bir yazıya dönüştürme fırsatım olmadığı için, “ara bir formül” olarak sosyal medya paylaşımları mı kronolojik bir sırayla yayınlamayı daha uygun buldum. Kuşkusuz metinde yer alan her bir notun içeriğini, detaylarını, uzamlarını vs. tek tek açmaya kalkarsak ciltlerce yazmakta mümkündür. Dolayısıyla; bu kısa derleme temel olarak tarihe "not düşme" amacı taşımaktadır.
4-5 yılda bir memur kastları tarafından zorla önüne koyulan sandıktan yine bu memur kastlarını seçmekle yükümlü olan millete "Türk milleti" adı verilir. Dolayısıyla; Türk milleti memur kastlarını sandık yoluyla seçmekle yükümlü bir köle olmanın da ötesinde gerçek manada hiçbir hukuki hak ve özgürlüğe dahi haiz olamayan bir köledir! Kısacası; Türk milleti köledir; köle bir millettir! Haliyle; bu sistemde YSK'nın rolü de, bu memur kastlarının tekrar seçilmesini sağlamakla sınırlı bir roldür. Diğer bir deyişle, YSK plebisiter seçimlerin düzenleyicisi olan görevli bir kurumdur. 3 bacaklı memur kastlarından oluşan bu devlet yapısı asla "Türk milletinin" devleti değildir. Aksine bu devlet Türk milletinin haklarına ve özgürlüklerine düşman olan memur kastlarının temsiliyetist diktatörlüğüdür. Millet bürokratik denetimist faaliyet ile devletten, kurumlardan ve memur kastlarından haklarını ve özgürlüklerini söke söke almadığı sürece, bu diktatörlükten ne demokrasi ne cumhuriyet ne de hukuk çıkmayacağı gün gibi aşikardır!
8.06.2023
Sandığa ve sandık hukukuna iktidar emir ve talimatlarla (İç işleri Bakanlığı, İl-ilçe seçim müdürlükleri vs.) YSK'yı kullanarak el atmıştır. YSK, denetimistlere bununda cevabını verememiştir. YSK'ya çöreklenmiş memur kastları üç maymunu oynamaktadır. YSK iktidarın bugüne kadar yapmış olduğu tüm plebisiter seçimlerin suç ortağıdır. 14 Mayıs ve 28 Mayıs parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milletin iradesi iktidar ve onun emir uşağı olan YSK eliyle gasp edilmiştir!
8.06.2023
Seçimlerde seçmene karşı görevi ve yetkisi bulunmayan YSK'nın, evrensel seçim hukukunda seçilmenlere karşıda seçimlerde görevi ve yetkisi bulunmamaktadır. İktidarın emir uşağı haline gelmiş olan YSK'nın böyle bir problemi de yoktur. Seçilmen sandığına seçilmen olarak el koyup, seçmenin seçimlerde güvencesi olarak milletin denetim haklarını millete verebilmek adına cumhurbaşkanı adayı olan "denetimist-davacı-cumhurbaşkanı-adayının" seçilmen olarak memur kastları rejiminden davacı olması da bu sebeptendir. Çünkü YSK'yı anayasanın kendisi ilgilendirmediği gibi, evrensel seçim hukuku ve AİHS seçme ve seçilme hukukunun maddesi de ilgilendirmemektedir. Evrensel temel seçim ilkesi gereği seçmenin teminatı seçilmen, seçilmenin teminatı ise seçmen iken, bu evrensel temel seçim ilkesini bile uygulamaktan aciz bir YSK, milletin seçme ve seçilme haklarının uygulayıcısı bir kurum olamamıştır; olmasına da geçit verilmemiştir. YSK aldığı kararlarla, seçilmen terörizminin koltuk değneği olduğunu, bağımlı ve taraflı bir kurum olduğunu resmen ilan etmiştir. Dolayısıyla; seçimlerin iktidardan emir ve talimat alan YSK eliyle yapılıyor olması, 14 Mayıs seçimini daha başlamadan şaibeli (plebisiter) bir seçim haline getirmiştir!
8.06.2023
Yürütmeye bağlı Adalet Bakanlığı'nın bir kurumu olan YSK'nın seçim hukukuna bakmadığını ve buna yönelik her hangi bir görevinin olmadığını hepimiz biliyor olsak bile, seçim hukukunun da ötesinde YSK'nın seçim kanunlarına da bakmadan uygulama yapması ve kararlar alması dünyanın hangi ülkesinde görülmüştür? ABD, Almanya, Fransa, Rusya, Çin vs. hangisinde seçim kanunları hiçe sayılarak o ülkenin Yüksek Seçim Kurumu kendi kurullarının güvenilirliğini ayaklar altına almaktadır. Aklı başında hiçbir ülkede seçim hukukunun ötesinde, o ülkenin Yüksek Seçim Kurulu mevcut yazılı kanunlara bakmadan karar almaz. Hitler Almanya’sı bile en basitinden kanun devleti idi. Yazılı kanun ne ise faşist hakimler, savcılar, yargıçlar onu uyguluyordu. Türkiye'de bu da yok! Zamanında birileri T.C. için "faşist diktatörlük" derdi. İnanın faşist bir rejimde bile bu kadar saçmalık görülmemiştir. Bazı arkadaşlar "bu da söylenmez yahu!" diyor ya, eğer yalansa sabahı çıkarmayım, inanın bu memur kastları Hitler'e bile rahmet okuturlar! Bunların, iktidarın, YSK'nın, MHP-AKP çetesinin üzerinden bir an gözünüzü ayırın adamlar kaş göz arasında bir ton filim fırıldak çevirir ruhunuz bile duymaz. Böyle sahtekar, böyle ahlaksız bir ülke işte!
8.06.2023
Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diye diye bu hale geldi devlet. Meclis başkanı istedi diye "12.inci cumhurbaşkanı" ibaresinde "12.inci" rakamı çıkarılıp, rakamlar sıfırlandı. Yeni devlet mi kuruldu? Türkiye Cumhuriyeti devleti yıkılıp Tayyip Erdoğan devleti mi kuruldu? Rakamları neye göre sıfırladınız? Bugüne kadar gelen her Cumhurbaşkanına atfen bir rakam koyarak ilerletişmiş bir tarih mevzu bahis iken, Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm cumhurbaşkanları yok sayıldı. Meclis 3/5 yani 360+1 ile seçim kararı veremediği için (Anayasa/116), iş nasıl bir formül bulsak da Erdoğan'ı üçüncü defa tekrar seçtirsek (Anayasa/101) meselesine düğümlendi. Rakam oyunu da bu yüzden çevrildi. Anayasal düzenleme gereken bir konu iktidarın emir ve talimatlarıyla YSK ve meclis başkanının keyfine göre düzenlendi. Yargının ve YSK'nın bir emir uşağı olduğu böylece bir kez daha kanıtlanmış oldu. Resmi iktidar AKP ve derin iktidar (rahmetli Uğur Mumcu buna "derin devlet" derdi) MHP istedikten sonra YSK dahil hiçbir kurumun kendi yasasına dahi bakmadığı, hatta AYM'nin bile anayasaya ve kanunlara bakmadığı, kararların emirle ve talimatlarla alındığı denetimistlerin bürokratik mücadelesi sonucunda daha da net bir şekilde ortaya çıktı. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi kanunlarına bile bakmayan, iktidarın emir uşağı olmuş kurumların devleti vaziyetindedir. Bırakın hukuk devleti olmayı, Türkiye Cumhuriyeti devleti kanun devleti bile olamamış bir görüntü vermektedir. Anayasa da hukuk devleti yazıyor ama sadece yazıyor. AYM dahil olmak üzere hiçbir kurum ne anayasaya ne kanunlara bakıyor. Hukuk salt yazılı kanunlara ve ölü metinlere indirgendiğinde o hukuk olmuyor; tam tersine guguk oluyor! Yani anlayacağınız o ki; seçilmen terörizmi ile seçilmiş iktidar şayet isterse milletin malına, canına ve haklarına devlet şiddeti ile sözüm ona kanun ve anayasa şiddeti ile çökebiliyor. Keza milletin temel haklarına çökmek sömürgeci siyasi temsiliyetist memuriyetizmin varlık nedenidir! Peki asıl sorulması gereken soru şu: bunca şey olurken muhalefet ne yapmaktadır? Neden bu konuları gündeme getirmemektedir? Toplum içerisinde bu konuların tartışılmasının neden önünü açmamaktadır? Bu muhalefet kime çalışmaktadır? Nasıl ki bu ülkede yalandan darbe, yalandan fetö, yalandan ohal var ise, yalandan bir muhalefetin olması da bir tesadüf müdür?
9.06.2023
Millet yasamaya müracaat etse önerge veremiyor, kanun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitse müracaat edemiyor, yürütme ve yürütmenin bir kolu olan hakimi, savcıyı, avukatı şikayet edip yargıya müracaat etse, o’nu da memurun koruma kanunlarından dolayı yapamıyor. Yani seçim geçtikten sonra millet, seçilmen ve atanman terörizminin ele geçirdiği yasama, yargı ve yürütme kastları tarafından eli kolu bağlı kurbanlık koyun haline getiriliyor!
Seçimler lafa gelince millet adına millet için yapılıyor. Kanunlar ve anayasa lafa gelince millet için yapılıyor. Lakin kanun ve anayasa devlet ve iktidar tarafından uygulanmak istenmediği zaman, devlet ve devlet memuru milletin malına, canına ve haklarına çökmek için kanunsuz uygulamalar yaptığında, lafta millet adına milletin malına, canına ve haklarına çöken devlet ve devlet memuru arka kapıdan devlet şiddetini kullanarak şahsi menfaat elde ediyor. Millet adına devlet ve kurumlarını kullanarak şahsi menfaat elde etme işine temsiliyetizm ve memuriyetizm denir. Ne güzel tezgah ama! Devlet dediğiniz mekanizma, milleti dolandırma mekanizması haline gelmiş. Bu dolandırıcılık işi de sandıkta başlıyor. Yürütme her türlü milletin, malına, canına ve haklarına çöküp iktidarın memurlarının şahsi menfaatlerine haksız kazancı yürütüyor. Yürütme işlemi, milletin temel haklarına çökerek, aşırı çalıp çırparak milleti soyma işlemini icra ediyor.
Millet değil, her seferinde temsiliyetist ve memuriyetist siyasal kast diktatörlüğü kazanıyor, milletin malına, canına ve haklarına çökülüyor, millet ise her seferinde kaybediyor zulme ve devlet şiddetine uğruyor. Tam bir soyguncu, sömürgeci rejim! Yani emperyalizm, emperyalist kapitalist olalı böyle bir sömürgeci zulüm düzeni de görmemiştir!
Memur kastlarına yetki vermemiş bu milletin denetimist fertleri olarak, sizin kendi şahsi amaçlarınız ve menfaatleriniz için çıkarttığınız kanunları ve anayasayı tanımıyoruz!
AİHM ve Avrupa Konseyi gibi “emperyalist kurumlarda” az biraz akıl kaldı ise, onlarda sizin kanunlarınızı ve anayasanızı tanımayacaktır!
Bu milletin denetimist bireyleri olarak yaptığınız şaibeli (plebisiter) seçimi de, kendi menfi amaçlarınız için kullandığınız lafta Anayasanızı da, kanunlarınızı da, TANIMIYORUZ!
9.06.2023
Önceden ülkemizde ve tüm dünyada kabul edilen seçim hukuk sistemlerine göre, milletin iradesinin “yasamaya yansıyan oy oranında yürütmenin belirlenmesi usulü” temel bir seçim hukuku iken, milletin iradesinin yasamaya daha az, yürütmeye daha fazla yansımasını referans alan yeni seçim sisteminin dünyada hiçbir emsali dahi yokken, bu ne idüğü belirsiz uygulamanın hangi temelde alındığını dahi açıklamaktan acizler.
Yıllardır başkanlık sistemi uygulanan ABD de bile yasamaya yansıyan oy oranına göre yürütme belirlenirken ve dünyada başkanlık sistemlerinin gerekçesi “istikrar” iken, bizim ülkede istikrar adına, koalisyonlardan kurtulmak adına, koalisyonlardan daha kötü bir dönemin kapıları aralanmıştır. Yürütmenin ittifak gücünün yasamada daha zayıf, yasamanın ise daha parçalı ve daha da kaos içerisinde bulunduğu bir hükümet sistemi geliştirilmiştir. Yürütmede güçlü bir şekilde çalışan bu sistem yasamada ise sürekli felç durumu yaratmaktan öteye geçememektedir. Yürütme böylelikle yasamayı şimdiden daha da çok tahakküm altına almıştır.
Türkiye, “davacı denetimist cumhurbaşkanı adayının” dosyasına AİHM mahkemesinde cevap verebilmek için, yalandan yere aldırdığı AYM seçim kararını da Avrupa’ya yedirip dünyayı kandırabilmek için, yasama ve yürütme arasındaki teraziyi bilinçli bir şekilde bozmuş, kanunlarını ve anayasasını memurun bekası pahasına vatandaşın zararına uyguladığı ve bozduğu gerçeğini saklamak için, bu seçim sistemini çıkartmış, böylelikle de seçmenlerin seçim teminatını yasama üzerinden yürütmenin lehine yasamanın aleyhine eşitsiz bir şekilde, kendisini sözde güvence vermiş gibi göstermeye çalışmıştır.
Yani böylelikle bir yandan Avrupa’yı kandırmaya çalışırlarken, diğer taraftan da muhalif partilerin üzerinde baskı ve tahakküm gücü kurarak fırsattan istifade etmeye çalışmışlardır. Daha denetimistleri kandıramamışken, kaldı ki Avrupa’yı kandırabilsinler! Bizim şark kurnazı malum iktidarın bu kurnazlıklarını Avrupalı bilmiyor mu? Avrupa tarihi böyle kurnazlıklarla dolu. Daha biz seçim sepet demokrasi işleri yapmadan 2 asır öncesinden bu kurnazlık yollarından geçmişler. AKP ve MHP’nin yaptığı cinlikleri şark şeytanlığının dik alasını Avrupalı emperyalistler çoktan görmüş geçirmiş bile! Yani sizin sözde hukuk devleti süsü verilmiş devletinizin, hatta kanun devleti bile olamamış devletinizin ne mal olduğunu Avrupalı emperyalistler bilmiyor mu sanıyorsunuz?
Yani bir tek adam için yapmadığınız şey kalmadı! Anayasa ve kanunları çiğnediniz, yalandan yere darbe varmış gibi darbe yaptınız, seçimi falan kaldırın iktidar babadan oğula geçer deyin, öyle anayasa da süs biblosu gibi duran üniter/hukuk/demokrasi/cumhuriyet gibi uygulanmayan maddeleri de bir zahmet kaldırın!
Kurup da gizlediğiniz Tayyipistan diktatörlüğünüzü, hem bu millete hem de tüm dünyaya açıklayın!
9.06.2023
Bilindiği gibi Almanya'da Hitler iktidara parti ile seçim ile gelip adım adım tüm kurumları eline geçirip diktatörlüğünü kurduğu gibi, MHP'nin emir ve komutasındaki RTE ve AKP ekibi de aynı Adolf Hitler'in yolunu izlemiştir. Bu kadar mı benzer bir şekilde Alman faşizminden kopya çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Almanya açlıkla, sefaletle, işsizlikle, hastalıkla ve savaşın vermiş olduğu ağır bedeller ve savaş borçlarıyla cebelleşiyorken, Almanya'da siyasal olarak çok güçlü olan Alman sosyal demokrat partisi, aynı bizim ülkemizdeki CHP gibi "liberal çekingen ve ürkek bir program izlerken", sosyal demokratların yapamadığı rol ve görevlerini (yıllardır CHP'nin edilgen ve elitist tavırları gibi) nasyonal sosyalizm programı ve adıyla, sosyal demokratların görevlerini de üstlenmiş bir faşist parti doğup, burada Erdoğan'ın yaptığı gibi aynı karizmatik tavırlarla, ilk etapta her kesime gülücük dağıtıp herkesi mavi boncuk politikası güderek büyülemiş ve büyümüş ve sonuçta radikal söylem ve militan tavırlarıyla da (aynı AKP gibi) iktidar olmuştur. Almanya'da Nazilerin iktidara gelişi ile AKP'nin iktidara gelişi arasında yöntemsel anlamda hiçbir fark yoktur. Orada da faşist parti iktidara seçimle yürümüş, iktidara yürüyüşü sırasında "ulusal-sol söylemleri" tercih etmiş, AKP'nin yükselişinde de aynı söylemler hakimdi. Daha sonra daha sekter ve seküler bir ırkçılığa yönelmiştir. AKP'nin son 8-10 yıllık süreci de buna işaret etmektedir. Propaganda yöntemleri açısından da Hitler'de Erdoğan'da tek adam rejimi kurmuştur. Tüm devlet erki, bir kişi de toplanmıştır. Almanya'da Türkiye'de anayasalarını ve kanunlarını kuvvetler birliğine göre inşa etmişlerdir. İç düşman dış düşman tanımlamaları, her zaman toplumu kamplaştırıp, milleti bölücü ve ayrıştırıcı söylem ve politikalarla iktidarlarını pekiştirmişlerdir. Bu örneğe her ne kadar gelişim süreçleri tam olarak örtüşmese de Franko İspanyasını ve Mussolini İtalyasını da verebiliriz. Hitler, Mussolini ve Franko faşist politikalarının ana eksenini, başlangıçta "demagojik bir mağduriyet algısı yaratmakla" başlamışlar, daha sonraları ise yalan, demagoji, iftira, hakaret ve devlet şiddeti ile paramiliter şiddeti birleştirmişlerdir. Ülkemizde AKP ve MHP de aynı politik hattan beslenip, toplumsal hiç bir sorunu çözmediği gibi, tüm toplumsal sorunları işin içerisinden çıkılamaz bir hale getirmiştir. Maalesef Hitler, Mussolini ve Franko faşizminin bile gıpta edebileceği bir "devlet ve memur yalan söyler" yasası da 7418 ile çıkarılmıştır. Dünyada gelmiş geçmiş hiçbir faşist liderin göze alamadığı "devlet ve iktidar deformasyon/dezenformasyon ve yalan yapar" yasasını çıkartmak, R. T. Erdoğan'a ve AKP hükümetine/Cumhur ittifakına "nasip" olmuştur. İşte görüldüğü üzere ortada demokrasi yoktur. Seçimle gelen temsiliyetist güçler isterlerse demokrasiden krallığa ve diktatörlüğe gidebilirlermiş! Maalesef örnekleri de var; R. T. Erdoğan, AKP ve Bahçelinin MHP'si bunu icat etmişlerdir. Bizimkiler tüm faşist parti ve liderlerin deneyimlerini özümseyerek günümüz ölçeğinde "faşizmi de modernleştirmek ve geliştirmek suretiyle" yeniden tesis etmişlerdir. Başka bir deyişle, R. T. Erdoğan, AKP, D. Bahçeli MHP faşizmi dünün minimal-faşizmine kıyasla günümüz ölçeğinde "modernleştirilmiş ve geliştirilmiş" olan glokal-faşizmin bugün ki suretidir.
11.06.2023
Ne zaman ki derin/PDY devlet MHP AKP'ye R. T. Erdoğan'a "yürü ya kulum!" dedi. O günden beri kimi zaman kavgalı gözükseler de, kimi zaman barışık gözükseler de; sonrasında "YAŞ mühpem kararıydı", yok "e-muhtura idi", yok "367 idi", yok "referandum idi", yok "Ergenekon idi", yok şuydu, yok buydu, bir sürü senaryo ve algı operasyonlarıyla, önce askeriyedeki muhalif subay ve astsubaylar temizlendi, mit-jitem kapışması ile emniyetteki muhalif üst düzey kadrolar temizlendi. Yok ıslak imza, yok kozmik oda, yok 17 Aralık, yok hendekler, yok darbe, yok fetö metö diyerek, AKP ve MHP tüm devlet kurumlarını bir bir eline geçirerek devlet içerisindeki tüm diğer siyasi muhalifleri eze eze bir diktatörlük rejimini inşa etti. Fetö damgasıyla işten atılan öğretmenler mi dersiniz, doktor ve mühendisler mi dersiniz, her yere kendi kadrolarını yerleştirdiler. Yargı'da da aynı şeyler/süreçler yaşandı. Tüm yürütme kurumları ve bakanlıklar alt düzey olmasa da tüm yönetici amir kadrolar, YSK'sı, HSK'sı, AYM'si her yerde istedikleri gibi müdahale edebilmektedirler. Her devlet kurumunu kendi yandaşları ile doldurmaktadırlar. Yasama ve yürütmenin yargının üst kurumlarına atama yapması, bağımsız ve tarafsız yargı gerçeğine aykırıdır. Adalet Bakanlığı'nın teşkilat olarak yargının başı olması, HSK ve diğer yargının üst kurumlarının da başı olması, siyasal otoritenin yargı üzerindeki tahakkümünün en açık kanıtıdır. Haliyle; yargı kararları ne ulusal hukuka ne de uluslararası hukuka uymadığı gibi, seçilmenlerin ve atanmanların kendi yapmış olduğu kanunlara dahi uymamaktadır. Dolayısıyla; devletin ve kurumların başındakilerin tanımadığı bir anayasayı ve kanunları vatandaşın tanımasını beklemek hangi akla ve mantığa uygundur?
11.06.2023
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın galipleri tarafından işgal edilmesi ile gelen bir "Cumhuriyet" yapısı, kendi iç dinamikleri ile gelişen bir modernizmden/kapitalizmden ziyade, emperyalist işgal kuvvetlerinin dışsal zorlamasıyla oluşan bir modernizm/kapitalizm olarak kalmıştır. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle gelen modernizm/kapitalizm daha baştan sakat ve kusurlu doğmuştur. Dolayısıyla; yerel dinamikleri oluşmamış bir "cumhuriyetçi" devlet algısı, modernizmi/kapitalizmi bu coğrafya da yukardan aşağıya doğru gelişen otokratik bir dikta rejimine dönüştürmüştür. Kaldı ki; emperyalizmin gölgesinde kurulan bu devlet; en başında itibaren Alman ittihatçılığından ve İngiliz ittihatçılığından devşirilmiş memur kastlarından oluşturulmuştur. Sonuç olarak; içselleştirilmiş bir laizm/cumhuriyetçilik/demokratizm bu coğrafya da hiç bir zaman var olmamıştır ki; içselleştirilmiş bir hukuk algısı var olabilsin! Öte yandan, yargı ve hukukun birbirinden ayrılması meselesinde de, "iç yargı" diye bilinen ve yanlış adlandırılan kurumların (buna AYM de dahil), siyasi yargı süreçlerine dahil olduğu ve başka bir yanılsamayla da hukukun ise "dış-hukukta" olduğu şöylense de, bunların her ikisi de gerçeği yansıtmamaktadır. Her iki açıdan da yanlış olan bu yaklaşımlar; hukukun dışardan (Avrupa'dan vs.) geleceğine olan bir boş inançtan kaynaklanmaktadır. Haliyle hukuk, yani hak! Ne "iç yargıdan", ne "dış hukuktan" (Avrupa vs.) değil, ancak milletin bürokratik denetimist savaşımı ile gelebilir! Yani hak verilmez, hak alınır. Hak var olandan değil, yok olandan çıkar. Hak yoktan var olur. Ancak bu şekilde hak hak'ın asıl sahibi olan millete eşit şekilde üleştirilebilir. Toplumun, işçilerin, emekçilerin, kadınların, çocukların vs. hakları ancak bu şekilde teminat altına alınabilir. Hak ancak kendi hakları için mücadele eden bireyler var olduğu müddetçe var olabilir. Yoksa haklar ölü metinler, anayasalar, kanunlar, yasalar vs. ile doğuştan kazandığımız şeyler değildir. Hak verilemez, ancak savaşarak, mücadele edilerek elde edilebilir! Ülkemizde ve tüm dünyada insanlığın ilerlemesinin önünde bir engel olarak duran çürümüş temsiliyetist ve memuriyetist yapılar tarihsel olarak kendi sınırlarına dayanmış durumdadır. Dolayısıyla; 4 bacaklı denetimist devlet aygıtlarının tarihsel dayanaklarının bir bir ortaya çıkması da, elbette ki bürokratik denetimist savaşım biçimlerindeki artışla doğru orantılıdır. Haliyle; kitlelerin öz denetimsel bürokratik savaşımı karşısında temsiliyetizmden ve memuriyetizmden beslenen kapitalist emperyalist sistem ne yaparsa yapsın er ya da geç yerini yeni tarihsel ve toplumsal kurumlara bırakmaya mecbur kalacaktır. Eski toplumun bağrından çıkan yeni ilkeler ve kurallar eski toplumu da kapsayarak aşacak şekilde yeni bir devlet ve toplum yapılanmasının da temellerini atacaktır. Başka bir deyişle, er ya da geç bu statüsüzlük hali tüm statüleri eski ilkeleri ve kuralları yıkarak, yeni bir statünün yeni ilkelere ve kurallara dayalı yeni bir sisteminde öncüsü olacaktır!
12.06.2023
Tıpkı emperyalist işgal ve ilhakla, İngiliz çizmeleriyle zorla kabul ettirdikleri temsiliyetist-memuriyetist cumhuriyetçilik gibi, denetimist hukukta zorla Avrupa'nın baskısı ile Türk devlet yapısına entegre olsun da "bize kimse dokunmasın" diyen anlayış, bugün Türk yargısına hakim olan anlayıştır.
Yargının denetimistlere karşı takındığı tutum, yasamadaki, yargıdaki, yürütmedeki kastların korkusundan beslenen bu tutum, ne bu millet tarafından ne de denetimistler tarafından kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tutum hukuksuz bir duruma da işaret etmektedir.
Denetimist hukuk mücadelesine karşı bu tutumu reva gören memur kastlarına ilişkin olarak, AİHM'ye yapılan müracaat gereği; ister görevde olsun ister emekli olsun tüm savcıların, hakimlerin ve yargı personelinin uluslararası hakim, savcı, avukat vs. teşkilatlarından emeklilik haklarının cezai müeyyidelerini ödemeleri talep edilmiştir. Keza Türk milleti adına yanlış kararlar alan yargının kendi sorumluluğunun bilincine varması adına yapılan müracaatlar esas olarak denetimist vatandaşlık bilincinin bir gereğidir. Aksi takdirde; Türk milleti adına millete yaşatılan mağduriyetlerin giderilmesi de mümkün değildir.
Memur kastları bilmelidir ki; seçmenle seçilmeni yalandan yere ayırmakla (AYM kararı) bu işten sıyrılamazsınız! Madem bir yanlış yaptınız ve seçmenle seçilmeni birbirinden ayırdınız; 20 yıldır kararlarınız ile gerçek suçlulara ceza kesemediniz ya; ne de olsa memuriyetist çıkarları korumaya yemin etmişsiniz ya; o vakit sizin millet adına konuşmaya dahi yetkiniz kalmamış demektir! Nasıl siz milletin temel haklarını, anayasayı, kanunları vs. tanımıyorsanız, denetimistler de sizin yalan politikalarınızı tanımayacak ve Türk milleti (toplumun-kümülatif-hakları) adına Türkiye'nin AİHM'de ve Avrupa Konseyi'ndeki savunma haklarını da burada iç hukukta yok edeceklerdir!
Ey Türk yargısı memur kastlarına boğun eğip memur mafyasını/GLADİO'sunu koruyacağına, İtalya'daki savcı gibi Cumhurbaşkanına dava açabilseydiniz, eğer hukuka zerre kadar saygı duyup bu savcı gibi yapsaydınız, hukuka ulaşmak için Türk yargısı da çabalıyor derdik!
İtalya'daki o cesur savcı tutuklanmış, devlet içerisindeki memur mafyasının/GLADİO'sunun kapışması çözümlenmeyince de AİHM ve Avrupa Konseyi sürece müdahale etmiştir. Yani İtalya'da sadece bir devlet kurumu yakalanmıştır. Yani siz ne yapmaya çalışıyorsunuz, denetimistler olarak anlamadık. Yasama, yargı ve yürütme üçü birden suçüstü yakalanıyor, dünya rekoru kırıyor, Türk milletine ve Türk devletine bu kadar zarar veriyor, ama siz görmedim, duymadım, bilmiyorum diyerek üç maymunu oynuyorsunuz. Siz hangi milletin hangi devletin mensuplarısınız, açıkçası biz anlayamadık!
Türkiye'yi tüm dünyaya rezil edip, rezillikte de sınır tanımıyorsunuz. Bir de utanmadan sıkılmadan almış olduğunuz kararlar ile bu rezilliğinizi dünyaya deklere ediyorsunuz. Tüm dünya hukuk camiası ve önde gelenleri size bir tarafıyla gülüyor. En basitinden; peki kooperatif üyesine "trans"/statüsüzlük kararı vererek üniter yapıyı/Türklüğü/milletin temel kümülatif haklarını yok sayarak Avrupa'da AİHM ve AİHS'de attığınız kimliksel şerhe ne demeli? Peki İstanbul Sözleşmesi’nde “Cinsel kimlik talep ediyorlar” yalanına sarılarak Avrupa Konseyi’ni ve AİHM’sini kandırmaya çalışmanıza ne demeli? Siz Türk yargısı mısınız yoksa başka bir milletin yargısı mısınız önce ona bir karar verin.
Sanmayın ki Türk milleti sizden bir gün hesap soramaz. Millet hukuk tanımaz bu kast uygulamalarınızdan ve diktanızdan milletin temel hakları için er ya da geç hesap sormasını bilecektir!
12.06.2023
Tüm millet üstü toplumsal yapılar ve bu yapıların iç seçimleri hangi kıstaslara göre yapılmaktadır?
Kendisine "demokrat", "cumhuriyetçi", "aydınlanmacı" diyenlerin çoğunluğu neden bir kez dahi olsun bu soruyu kendilerine sormamışlardır?
İster özerk, ister tüzerk içinde özerk, ister özerk içinde tüzerk olsun, ister kurum, ister kurul, ister dernek, ister sendika vs. biçiminde olsun tüm dünyada ve ülkemizde millet üstü toplumsal yapıların iç seçimleri de dahil olmak üzere tüm seçimler plebisiterist'tir. Başka bir deyişle, tüm bu millet üstü yapılar tarihsel olarak yasamadaki, yargıdaki, yürütmedeki plebisiterizmden ve plebisiterizm türlerinden beslenmektedir.
İşte bu nedenledir ki; temsiliyetizmin bir kolu plebisiterizme çıkarken bir kolu da memuriyetizmde vücut bulmaktadır. Dolayısıyla; tüm dünyada ve ülkemizde seçilmen terörizminin otokratik despotizmi ile hareket eden memur kastları ellerinde tuttukları partilerde, sendikalarda, meslek odalarında, derneklerde vs. tüm seçim sepet işlerini bu plebisiter despotizm aracılığıyla yapmaktadırlar.
Örneğin, Türkiye'de YSK'nın atanması ve YSK iç seçimleri ya da HSK'nın atanması ve HSK iç seçimleri ya da AYM'nin atanması ve AYM iç seçimleri (bu liste Yargıtay, Sayıştay, Danıştay vs. biçiminde uzatılabilir), yasamadaki komisyon atamaları, yürütme bakanlıklarının atamaları ve bakanlıkların iç seçimleri, tüm bu süreçler milletin hiçbir şekilde söz ve karar hakkına sahip olmadığı plebisiter tarzda örgütlenen ve uygulanan despotik süreçlerdir.
Başka bir deyişle; bütün bu süreçler seçilmişlerin (ki atanmışlarda aynı kişilerden meydana gelmektedir) kendi kendilerini seçtikleri ve kendi kendilerini atayarak kurumları ve kurulları (dolayısıyla devleti) oluşturdukları bir plebisiter despotizm eliyle yapılmaktadır.
Doğal olarak; memuriyetist ve temsiliyetist plebisiter sistemin bu yapısal sistemin üzerine bina edildiğini söylemek hiçte abartılı olmayacaktır!
Sorunun kaynağı salt adil bir seçim sisteminin olmaması değildir. Sorunun asıl kaynağı adil bir seçim sistemine, eşit ve ulaşılabilir bir hukuk sistemine, bir cumhuriyet sistemine, milletin temel haklarını kıstas alan sosyal eşitlikçi bir devlet yapılanmasına mevcut plebisiter despotizm modeli ile ulaşılabilmesinin mümkün olmamasıdır.
İşte bu nedenledir ki; memuru da vatandaş karşısında eşitleme terazisi olarak bağımsız bir toplumsal denetim kurumu ile dengelemeye ve böylelikle denetlenebilir ve geri çağrılabilir bir bürokrasi eliyle millet ve devlet arasında bozulmuş olan dengenin millet lehine yeniden tesis edilebilmesinin tek yolu denetlenebilir bir devlet ve toplum modelinin hayata geçirilebilmesidir.
Aksi takdirde; devlet ve kurumlarını ele geçirip menfi ve siyasi çıkarlarının peşinde koşan, milletin temel haklarına çöken, cebini doldurma kavgasında her türden siyasal madrabazlığı ve hokkabazlığı yapan temsiliyetist ve memuriyetist kastların tüm dünyaya ve ülkemize getirebileceği tek şey daha fazla yozlaşma ve yoksulluk olacaktır.
Çözüm çok basit.
Çözüm milletin kendisini ve temel haklarını denetim yoluyla memur despotizminden korumasıdır.
Kimsenin kimse adına sözcülük ve savunma yapması bir çözüm değildir. Kimsenin Don Kişot vari bir role soyunmasına da gerek yoktur!
Herkes kendi temel haklarını devlet sistemi içerisinde kurumsal bir statü altında, tüm iç denge ve denetim kurumlarının da bağımsız bir toplumsal denetim kurumu altına alınmasıyla, millet bu sayede tepeden tırnağa tüm devleti ve memurlarını denetleyebilecektir.
Denetlenebilir ve geri çağrılabilir bir bürokrasi ancak temel haklarının farkında olan ve devlet sistemi içerisinde kurumsal teminatlara ve statülere sahip olan bir vatandaş denetim ağı ile sağlanabilir.
Sonuç olarak; denetlenmeyen bir devlet, denetlenmeyen bir cumhuriyet, denetlenmeyen bir demokrasi, ne bir devlet ne bir cumhuriyet ne de bir demokrasi olamayacağı gibi; çürümenin ve yozlaşmanın büyük bir hızla tepeden topluma aşağıya doğru yayıldığı bir sistemin gelecekte ki akıbetinin ne olabileceğini görmek içinde zaman yolculuğu yapmakta gerekmemektedir!
13.06.2023
Faşist propaganda yöntemleri doğru olsaydı; tüm dünya bu propaganda yöntemlerini açıkça savunurdu. Dünyanın uygar ve gelişmiş toplumlarında faşist propaganda yöntemleri lanetlenirken, bizim gibi ülkelerde ise temsiliyetist siyasal kastlar rahat rahat faşist propaganda yapabilsin diye yasa bile çıkarılabilmektedir.
Sözde 298 deki propaganda da eşitlik ilkesi yasa maddesi olarak varken kanun kaotizmine geçit verilerek faşist propaganda yöntemlerine serbestlik getirilmiştir. Elbette ki bu serbestlik memur kastları için getirilmiş olan bir serbestlik olup, memur despotizmi millete daha iyi yanıltıcı bilgi verebilsin ve yalanı daha iyi yayabilsin diye bu serbestliğin önü bilinçli ve kasıtlı olarak açılmıştır.
Seçimin tarafı olan Cumhurbaşkanına seçim kanunlarının gereği olarak seçim yasakları bile uygulanmamıştır. Eğer uygulanmayacaksa; YSK kendi seçim kanunlarına dahi bakmayacaksa, o maddeleri oraya koymanın ne anlamı vardır? Dünya nereye gitmektedir; Türkiye nereye gitmektedir? Türk devleti tersine tersine giderek adım adım kendi çöküşünü de hazırlamaktadır.
Memur despotizminin çaldığı yetmiyormuş gibi, bir de milletin bu temsiliyetist teröristler tarafından her gün aşalanması, hakarete ve iftiraya uğraması yok mu! İşte milletin bu memuriyetist kastlara diş bilemesinin bir nedeni de budur. Anayasa tanımaz, kanun tanımaz, yasa tanımaz, hukuk tanımaz, hak tanımaz bu mantık; milletin temel haklarına çökmeye devam ederek milleti millete rağmen sonsuza kadar köleleştirebileceğini sanma hastalığına ve akıl tutulmasına düşmüş durumdadır.
MHP/AKP/ cumhur ittifakı kastları deprem yasalarını ve afet yasalarını çıkartmadığı ve çıkarttığı yasaları uygulamadığı için yargılanmalıdır. Suçlular derhal mahkeme önüne çıkarılmalıdır!
CHP ve HDP belediyeleri de olsa; o imar müdürleri, yapı denetim müdürlükleri, ilgili bakanlıklar derhal yargılanmalıdır!
“Doğu Anadolu fay hattında katliam olacak, acil önlemler alınmalıdır” dediği için Mimarlar Odası’nı (TMMOB) hain ilan eden, terörist ilan eden de bu hükümettir.
Bilimsel gerçekleri söyleyen jeofizikçilerin raporlarını kabul etmeyip, hain ve terörist diye üniversitelerden kovanda bu iktidardır.
Devletin başına musallat olmuş her şeyi bildiğini varsayan örgütlü cehalet milletin başını da yemeye devam etmektedir. Memuriyetist kast grupları ve derin MHP seçim sepet işleriyle deformasyonla/dezenformasyonla bu sistemi zorla despotizmle millete rağmen ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Aynı darbe raporlarını kaybedip darbe araştırmasına ret verdikleri gibi, aynı sözde fetöcü terör örgütünün siyasi ayağının araştırılmasına ret verdikleri gibi, memur kastları kendi suçlarını gizlemek için kılıktan kılığa girseler de, 14/28 Mayıs plebisiter seçimleri memur kastlarının son temsiliyetist seçimi olmuştur.
Keza millete bu zulümü reva gören zalimlerin yargılanması için sonuna kadar denetimistler mücadele edecektir. Temsiliyetist siyasal kastlar hem iç hukukta hem de evrensel hukukta kaybetmeye ve yenilmeye mahkumdur!
14.06.2023
Gerçek seçim tarihi 14 Mayıs değildi.
R. T. Erdoğan’ın üçüncü defa aday olma halkı anayasaya uygun değildi.
Neden millet ittifakı/CHP ve onun açık/gizli ortakları yasal denetim yapıp bu seçimi mahkemeleştirmediler?
Neden muhalefet yasama başkanının yazdığı bir makalenin bir hukuk kararı olamayacağını beyan etmedi?
Bütün bunları milletten neden sakladınız?
Yasa koyuculukta bu ülkede bütün kanunları MHP ekibi yapmıyor mu?
İktidar ve muhalefet baştan beri anlaşmalıydı.
Amaç memur despotizmine dokundurmamaktı.
Yeter ki millet temel haklarının bilincine varmasın.
“Aman millet bize dokunmasın!” bizi denetlemesin diyen siyasal temsiliyetist kastlar anlaşmalı bir şekilde sandıktan Erdoğan’ı çıkardılar.
Ortada YSK’nın açıklayamadığı 12 milyona yakın oy var. Bir ülkede seçmen sayısından fazla oy olabilir mi? Misal; 50 milyon kişilik bir ülkede 60 milyonun oy vermiş olması sizce normal mi?
Ne dedik oyu kimin verdiğine, oyu kimin saydığına değil, asıl yetkiyi (mazbatayı) kim veriyor, oyu kim kabul ediyor ona bakın.
Gerçeklerle yüzleşmek bu kadar mı zor?
İşte kazananda kaybeden de buna göre belirleniyor.
Yıllarca sosyalist yapılar seçim ve parlamento için aldatmacadır dediler. Ama yalnız dediler. Dediler de ne yaptılar?
Sosyalist yapılar bu plebisiter seçimleri, plebisiter şekilde oluşmuş olan yasama, yargı ve yürütme kurumlarını denetlemek için ne yaptılar?
Müzmin küstüm oynamıyorum sandık boykotizmi edilgen bir protesto biçimi olarak kaldı.
Bunun yerine denetim yoluyla millete (hadi işçi sınıfına diyelim) sandığa gidip sandığı (temsiliyetizmi ve memuriyetizmi) sandıkta protesto edin neden denilmedi?
Denilmez; çünkü kendisine sosyalist adını veren yapılarda aynı yasamadaki, yargıdaki ve yürütmedeki plebisiter atama ve seçimlere benzer bir şekilde oluşuyor.
Burjuva partilerini geçin, hangi sosyalist yapıda iç denetim var? Tıpkı temsiliyetist ve memuriyetist kurumlar gibi bu yapılarda parti oligarşisine ve lider kültüne dayanıyor.
Daha kendi kendisinin iç denetimini yapmayı başaramayan bu yapılar, es kaza iktidara gelse sistemi toplumla birlikte nasıl denetleyecek/nasıl yönetecek?
Sonra al sana otokratik parti ya da lider diktatörlüğü, al sana ceberut devlet anlayışı!
Tarihi kişiler üzerinden açıklamaya çalışanlar büyük resmi oluşturan yapıları da asla göremezler.
Türkiye’de genel manada muhalifler temsiliyetist ve memuriyetist yapıyı tanımadıkları için sürekli oldukları yerde sayıyorlar.
Ülkenin aydın kesimleri bile aydın olma vasıflarına sahip değil. Halbuki bir toplumda ileri ve devrimci fikirlerin katalizörü genellikle aydın tabakalardır.
Ama bizim aydınlarımız sağcı ya da solcu olsun gerici bir konumda. Bunu denetimist mücadelenin karşısında yıllardır üç maymunu oynamalarından iyi biliyoruz.
Hala yok Kılıçdaroğlu iyi adamdı, dürüst adamdı, hakkı yenildi, şöyle olsaydı, böyle olsaydı kazanırdı diye züğürt tesellisi ile kendisini avutanlar da yok değil!
Seçim baştan AN-LAŞ-MA-LIY-DI!
Bir devlette (o devlet Afrika’daki bir kabile devleti bile olsa) yetki tek bir adamın eline geçmişse (o devletin derin iktidarı da şimdilik bunu destekliyorsa) tüm yetkiye sahip olanın ağzından çıkan her şey tanrı kelamıdır.
Bu durumda o ülkede YSK da dahil tüm kurumların patronu da aynı kişidir.
Bu adama karşı sandıkta seçim falan KA-ZA-NA-MAZ-SI-NIZ!
Bu yüzden sözüm ona kendisine muhalefet diyenlerin yaptığı tartışmalar özü itibariyle boş tartışmalardır. Milleti kandırmaya ve avutmaya dönük tartışmalardır.
Hodri meydan!
Karşısında korkudan altınıza pislediğiniz R. T. Erdoğan’ı denetimist hukuk savaşçıları hem ulusal hukukta hem de evrensel hukukta mahkemeleştirmiş durumda.
Ülkede mikrofon faşizmi olsa da, bu gerçek milletten ısrarla saklanmaya çalışılsa da, kral çıplak!
Kralın 14/28 plebisiter seçimlerinde atı alıp Üsküdar’ı geçememesi de, atın denizi geçeyim derken boğulması da bundan işte.
Ey muhalifler mücadele diyorsunuz; peki neredesiniz?
Hak verilmez, hak alınır. Hak zorla, mücadeleyle alınır.
Hak denetim yoluyla, milletin kendi temel haklarını memur despotizmine karşı koruması ile alınır!
15.06.2023
Bilindiği üzere R. T. Erdoğan Beyoğlu Belediye seçimlerine ve 1994 İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerine katıldığında hala bir İmam Hatip mezunuydu. O dönemin çeşitli basın yayın organlarında R. T. Erdoğan için “Değil belediye başkanı olmayı, muhtar bile olamaz” deniyordu. Erbakan ekibine karşı Erdoğan’ın imam hatipli kimliği üzerinden pek çok karşı propaganda yapılıyordu.
2014 yılına gelindiğinde ise davacı Ahmet Davran Erdoğan’ın notere verdiği diplomanın aslını görmeden imzalanmasına ve onaylanmasına yönelik müracaatıyla ilgili noter disiplin cezası yemiş, sonradan bu konuda açılan mahkemelere verdiği talimatla birlikte emir eri mahkemeler ceza hukukundan bu davaların önünü hep kapatmıştır.
Ceza hukukunda Erdoğan’ın diplomasına karşı Ahmet Davran dışında hiç kimse bir girişimde bulunmamış, kimi partiler “hukuk mahkemeleri” yoluyla Erdoğan’ı dava etmeye çalışsalar da başarılı olamamışlardır.
KVKK kanunuyla da diploma gerçeğinin üstü örtüldüğü gibi, fetö ve darbe politikaları için kanunsal düzenlemeler de bu kanunla yapılmıştır.
Diplomayı ve bu konudaki usulsüz işlemleri yapan memurlar hakkında yapılan suç duyuruları da “memura hakaret davaları kapsamında” değerlendirilip, ne fetönün ne darbenin ne de diplomanın hesabı sorulamamıştır. Hesap sormaya kalkan her kim olursa olsun bu muhalif memurlar bile olursa olsun hakaret cezalarına çarptırılmıştır.
Muhalif memurlar hakkındaki veriler bu kurul tarafından rahatlıkla değiştiriliyor, iktidarın istediği gibi muhalif memurlara işlem yapabilecek yasal dayanak sağlanıp, devlet bürokrasisinde yukardan aşağıya doğru baskı politikaları geliştirilebiliyordu. Bu verilerin değiştirilmesi sayesinde hatta emekli memurların emekli subayların bile emekli maaşlarına el konulup yıllarca ödenmemişti. İktidar tüm gücüyle yalan üzerinden bir terör politikası oluşturmuştu.
Bu KVVK’dan önce Erdoğan kendi sahte diplomasını, önce YSK aracılığıyla kabul ettirmişti. YSK, Erdoğan ile ilgili geçmiş belge ve verileri ile (89-94-2002) Cumhurbaşkanlığına adaylık sırasındaki verileri inceleme yapmadan, kendi eski veri sistemiyle karşılaştırmadan yalanla kabul etmiştir.
KVVK ile kanun ve kurum/kurul ile artık YSK sorumluluktan kurtulduğunu zannetmiştir. Yani en azından sorumluluktan kurtulmasalar da bu konuda kanun çıkmasıyla daha da rahatlamışlardır.
İşte gördüğünüz gibi kurulun ve kurumun başkanı istediği veriyi, istediği özerk-kişi ya da tüzerk-kişi olan herhangi bir memurun hakkında veri girebiliyor, istediği veriyi istediği gibi değiştirip, istediği veriyi de istediği gibi silebiliyor.
İşte bu yolla 4-5 bin savcı ve hakimi de sözde fetöcü ilan edip, bu savcı ve hakimlerin verilerini, rütbelerini ve derecelerini istediğiniz gibi değiştirip, istediğiniz gibi meslekten fetö diye de atabilirsiniz.
Ya da iktidarın İrfan Fidan’ı (soyada dikkat!) Yargıtay tecrübesi ve derecesi bile olmadan canının istediği gibi AYM’ye atamasına, ya da iktidarın canının istediği hakim ve savcıyı HSK’ya atamasına ne demeli!
Bu kanunla memurlar iktidarın insafına kalmış, iki dudaklarının arasındaki talimata bağlı hale gelmişlerdir.
İstanbul Adalet sarayında görevli iken, birden bireye Yargıtay’a, orada bir ay bile kalmadan AYM’ye ataması yapılan İrfan Fidan’ın atamasının nasıl yapıldığını anlamak bu sistemin nasıl çalıştığını anlamayı da olanaklı kılar.
Fetö karalaması ve suçlamasıyla içeri giren, mesleklerinden edilen ve zorla emekli edilen hakim ve savcıların onca çabalarına rağmen, nasıl ve neyle suçlandıklarını anlayamamalarının sebebi de bu kanun ve kuruldur.
Kurul, istediği kişiye istediği veriyi gösteriyor, istemediği kişiye istemediği veriyi göstermeye biliyordu.
Muhalif birey ve memurlar ya da şahıslar hakkında gerçek veriler ile gerçek olmayan veriler istenildiği gibi 2 ayrı kayıt sistemiyle birlikte tutulabiliyordu.
İktidar kendi çıkarları doğrultusunda gerçek olmayan verilerden yanıltıcı bilgi ve verilerden “özel kayıt sistemi” yaratmış, diğer yandan kişilerle ilgili gerçek bilgilerden oluşan bir kayıt sistemi yaratmıştır. İstediği zaman istediği kayıt sistemini kullanmaktadır. UYAP dahil TC numaraları da bu şekilde ikili bir kayıt sistemiyle birlikte iktidarın yararına koşullandırılmıştı. Fetö soruşturması için 2015 de hazır liste olarak HSYK’ya verilen o hazır liste de bu sistemle oluşturulmuş bir listeydi. KVKK çıkmadan ki, KVVK uygulamaları da böyle oluşmuştu.
Denetimistler YSK’ya ve AYM’ye yaptıkları “Vatandaş denetim raporları” müracaatlarıyla bu ikili sistemi birçok delille birlikte ilgili kurumlara bildirmişlerdir.
Denetimistler; doğal gaz su elektrik vs. içişleri bakanlığı hizmet birimlerinden, kapı numaralarıyla tesisat numaraları arasındaki farklılıklardan, dubleksler üzerinden dönen seçim hilelerinden tutunda, çevre şehircilik üzerinden arsalara çıkarılan sözde bina ve sözde sahte seçmenlerden tutunda, bir ton konuyu örnekleri ve delilleri ile birlikte ortaya koymuşlardır.
R. T. Erdoğan’ın sahte diplomasına ilişkin her ne kadar davalar açılmış olsa da, KVKK’nın kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasını engelleyen 9. maddesi “Kişisel veriler, ilgili kişinin açık rızası olmaksızın yurt dışına aktarılamaz” gereğince de bu veriler yurt dışına aktarılmamış, AİHM’e gönderilmiş davalarda böylelikle engellenmiştir.
KVKK maddeleri kamu gücünün merkezileşip tek merkeze ve tek kişiye bağlanmasıyla da tam bir korku terörü ve devlet şiddeti politikasının gayri meşru yasal-kanunsal dayanağı haline gelmiştir.
Denetimist davacı Cumhurbaşkanı adayı; yıllardır sahte diplomasıyla Cumhurbaşkanlığı yapan R. T. Erdoğan’ın diploması olmadığına şahit olarak hem ulusal hem de uluslararası hukuk kapsamında uluslararası tanık programına kendisini kayıt ve talep etmiştir. (19.12.2022 tarihinde AİHM’in aldığı karar gereği denetimist davacı cumhurbaşkanı adayı diploma davasına tanıktır.)
Türk milleti, bu temsiliyetist memur mafyalarından oluşmuş bu iktidarın, devlet-şiddetinin ve gayri meşru çıkarttıkları yasaların üstesinden ancak denetimist bürokratik savaşım yoluyla gelebilir.
Bu sebeptendir ki; denetimist davacı cumhurbaşkanı adayı Türk milleti adına milletin kümülatif haklarının temliğini gerçekleştirebilmek için aday olmuştur. Dolayısıyla; Türk milleti de davacı adayın kümülatif haklarına dayanarak temsiliyetist memur mafyalarının çıkarttığı gayri meşru yasalara da kanunlara da itiraz edebilir. Haliyle; denetimist hak arama yolu sonuna kadar açıktır!
Dahası; davacı aday Avrupa Konseyi’ne sonra AİHM’e seçme seçilme hakkının iktidar ve devlet eliyle engellendiği, plebisiter bir seçimlere gidildiği, YSK’nın aldığı kararların hukuksal denetiminin yapılmaması nedeniyle de ihbar hakkını da kullanmıştır.
YSK, kararlarına karşı başka bir merciye başvurulamayacağını, dolayısıyla plebisiter seçimlerde yapılsa, hile ve hurda ile iktidarın emir ve talimatlarıyla YSK’ya kararlarda aldırsan, sahte diploma ile adaylıkta yapılsa ve diğer seçim hileleri de yapılsa, YSK kararlarına karşı başka bir merciye şikayet edilememektedir. Yanlış duymadınız YSK’nın almış olduğu kararların hukuksal denetimi sadece YSK tarafından yapılabilir; tabii ki buna hukuksal denetim denilebilirse!
Avrupa Konseyi başta olmak üzere AİHS sözleşmesi kapsamında seçme seçilme özgürlüğüne her ne kadar Türkiye yalandan yere imza atsa bile, ülkemizdeki memur mafyalarının devletinin uygulaması bu’dur!
Bu memur mafyaları yıllardır nasıl Türk milletini kandırıyorsa AİHM ve Avrupa Konseyi’ni de aynı şekilde kandırmaya devam etmektedirler.
Dolayısıyla; AİHM ve Avrupa Konseyi Türkiye’yi AİHS ve diğer maddelere göre daha fazla gözlem altına alsın ya da almasın bu da talidir. Zira Türkiye’de memur mafyaları tarafından düzenlenen seçimler ve bu seçimleri yürütebilmek adına yapılan gayri meşru kanunlar plebisiter (şaibeli) hale geldikçe AİHM ve Avrupa Konseyi gibi kurul ve kurumlarda bir o kadar plebisiter hale gelmekten de kurtulamamaktadır.
Başka bir deyişle, bu memur mafyalarına, devlet-şiddetine, temsiliyetistler terörizmine göz yumduğu sürece AİHM ve Avrupa Konseyi gibi teori de “demokratlığı” ile övünen kurul ve kurumlarda kendi varlık zeminlerini ortadan kaldırmaktan kurtulamamaktadır.
Uzun lafın kısası; bu memur despotizmine ve milletin canına, hayatına, geleceğine çöken sistemin önüne geçebilmenin tek bir yolu vardır; o da dünyada ve Türkiye’de emekçi sınıfların kendi temel (kümülatif) hakları için temsiliyetist kastlara karşı bürokratik denetimist savaşım yürütmesidir.
Aksi takdirde toplumsal bir kurtuluş mümkün olmadığı gibi, hakka, adalete ve özgürlüğe dayalı yeni bir toplumsal sistemin yaratılabilmesi de asla mümkün olmayacaktır.
20.06.2023
21.06.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Ucube Seçimin Gölgesinde Temsiliyetizmin İflası ve Denetimistlerin Tutumu
Tumblr media
14 Mayıs tarihi Anayasa’da yazan yazılı normlara göre usulüne uygun olarak alınmış bir karar mıdır?
Recep Tayyip Erdoğan’ın “üçüncü dönem yolsuzluğu” Anayasa normlarına uygun mudur?
Seçmenin teminatı seçilmen de midir?
Denetimist davacının seçilmen aday statüsü olur mu? Uygulanabilir mi?
Sandıksızların teminatı denetimistler de olabilir mi?
Tarihsel olarak seçimler karşısında denetimist devrimci tutum nasıl olmalıdır?
A). Anayasa’da cumhurbaşkanlığı ile meclis seçimlerinin birlikte düzenleneceği kuralı kayıt altına alınmıştı. Zira meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri dönemi aynı gün yapılmak koşuluyla 5 yıl ile sınırlandırılmıştı. Dolayısıyla; mevcut seçimde 5 yıl önceki seçim tarihinden bir önceki pazara gelmek üzere yazılı bir kural olarak benimsenmişti. Bilindiği üzere 24 Haziran 2018 tarihinde hem meclis seçimleri hem de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmış idi. Buna göre 24 Haziran 2018’den 5 yıl sonraki 2023 yılına denk gelmek üzere 18 Haziran pazara denk geliyordu. Haliyle; 18 Haziran 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimleri yapılması gerekiyordu.
Anayasa’daki yazılı kurala göre her ne kadar 18 Haziran 2023 tarihinde hem meclis hem cumhurbaşkanlığı seçimleri bir kural olarak kayıt altında olsa da, 14 Mayıs 2023 tarihine seçimlerin çekilmesi kararı hukuk tekniği açısından “ERKEN SEÇİMDİR”. Her ne kadar 14 Mayıs seçiminin bir erken seçim olduğunu iktidar, muhalefet ve tüm ittifaklar, dahası “temsiliyetist siyasi terörist partiler” bilse de, erken seçim olduğunu tüm milletten saklamışlardır. Keza erken seçim için Anayasa’nın ilgili maddesi; “Anayasal olarak belirlenmiş seçim takvimin 6 ay öncesinden başlamak üzere geriye doğru erken seçim karar alınabilir.” der. Anayasa’nın en az 6 maddesini bozmak suretiyle seçime gidiliyor. Dolayısıyla; bu seçim anayasa hukuk tekniğine göre erken seçim bile sayılmaz. Tam tersine normal bir seçimde olmadığına göre, bu seçim “UCUBE SEÇİMDİR”.
B). Anayasa’nın 101’inci Maddesi’ne göre; “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir.” Ve Anayasa’nın 116’ıncı Maddesi’ne göre; “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” kuralları benimsendiği için, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçime girebilmesinin tek koşulu 3/5 meclis salt çoğunluğu olan 360 oy ile (meclisin seçimleri yenileme kararı almasıyla) mümkündür.
Yazılı hukuk olarak kabul edilen hukuk sistemi her ne kadar böyle olsa da, ne 101 ne de 116 maddelerine göre Recep Tayyip Erdoğan’ın 3’üncü dönem seçimlere katılması mümkün olmasa da, kendi anayasasını dahi tanımayan bir yasama, yürütme ve temsiliyetist seçilmen terörist partilerin yapmaya hazırlandığı UCUBE BİR SEÇİMLE karşı karşıyayız. İç işleri Bakanı Süleyman Soylu gibi “DARBE SEÇİMİ” mi dersiniz, yoksa “GARİP BİR PLEBİSİTER SEÇİM” mi dersiniz; ne derseniz diyin yapılacak olan seçim hiçbir yazılı norma oturmamaktadır.
Yüksek Seçim Kurulu ne oldu da bu ucube seçimi kabul etti? Özellikle de YSK ne oldu da Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü dönem ucube adaylığını kabul etti?
2023/316 YSK kararında bahsi geçen “Bu bilinçli tercih sonrasında, 6771 sayılı Kanun kapsamında değişiklik yapılmış Anayasa’nın 101’inci maddesinin yürürlükte olan son haliyle birlikte yapılan ilk TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarih olan 30 Nisan 2018 tarihinde yürürlüğe girmiştir.” denmekle; sistem değişikliği yapıldığı ön kabulüyle, eski cumhurbaşkanlığı statüsü ile yeni cumhurbaşkanlığı statüsü değiştiği için, 101’de yazılan bu iki dönem kuralının 2018’de yeni cumhurbaşkanlığı sistemi ile başlayacağı yasama başkanı Mustafa Şentop tarafından ilgili Divan ve komisyon raporları tarafından ileri sürülmüştür. Böylelikle 2014-2018 arası Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hükümet dönemi, dönem olarak sayılmamış, yeni hükümet sistemine göre geçerli olmadığı şeklinde yorumlanmış ve bu yorumları YSK’ya talimat vererek karar altına almak koşuluyla Recep Tayyip Erdoğan için ucube bir üçüncü dönem yaratmışlardır.
Her ne kadar Mustafa Şentop’un bahsettiği gibi cumhurbaşkanlığının eski ve yeni anlamları değişmiş olsa da, aynı kişinin değişmemesi nedeniyle, Recep Tayyip Erdoğan için (şayet eski dönemde cumhurbaşkanlığı yapmış olan bir kişiden bahsediyorsak) 3’üncü bir dönem yasamanın 360 oyu ile Anayasa’nın 116’ıncı maddesi kapsamında ancak mümkün olabilir.
Anayasa'nın 101'inci maddesi “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” der. Hadi Mustafa Şentop’un dediği gibi, 2 referandumda da aynı kural (gerçi ikinci referandumda bu kural açıkça bir referandum maddesi değildi ama hadi böyle varsayalım) oylandı diyelim. Ve bu kural her iki referandum içinde kabul gördü, diyelim. Hadi eski ve yeni cumhurbaşkanı olmak üzere iki ayrı cumhurbaşkanı modeli (bu durumun anayasa ve hukuk tekniği açısından usulsüz bir teknik olduğunu da ayrıca belirtelim) olduğunu da var sayalım.
“BİR KİMSE en fazla iki defa CUMHURBAŞAKANI seçilebilir” ibaresindeki cumhurbaşkanı kavramının, her iki farklı türünü var saysak bile, BİR KİMSE KAVRAMI DEĞİŞMEMEKTEDİR. Recep Tayyip Erdoğan bir kişidir. Recep Tayyip Erdoğan kendisine has bir varlık, bir kişi iken, bildiğimiz Recep Tayyip Erdoğan, Erdoğan olmaktan çıkıp Mustafa Şentop olmadığına göre, ister yeni ister eski, yani her iki referandum da aynı kural kabul edilmiş olsa da, cumhurbaşkanlığı kavramının yetki, görev ve kapsamı açısından aralarında türdeşlik açısından türdeşlik olsa bile, özdeşlik açısından asla özdeşlik bulunmamaktadır. Fakat bu durum da bile kişi kavramı hala değişmemiştir. Makamın yapısı değişse de, kişinin kendisi değişmemiştir. Yani Erdoğan Erdoğan değil, Ayşe mi olmuştur? Mesele bu açıdan incelendiğinde Şentop da Şentop olmaktan çıkıp Osman olmadığına göre, Şentop Osman olduğunu iddia ediyorsa, bu da saçma bir iddiadır.
Mustafa Şentop “2 farklı cumhurbaşkanlığı statüsü” kapsamında anayasa hukuk tekniğini kafasına göre değiştiriyor. Hadi “2 farklı cumhurbaşkanlığı statüsü konusunda kısmen haklılık payı olduğunu varsaysak” bile, Şentop Erdoğan’ın 2014-2018 dönemindeki, cumhurbaşkanı kavramının lafzı olarak, eski statülü cumhurbaşkanlığı her ne kadar yeni dönem cumhurbaşkanlığında değiştirilmiş olsa da, kişi olarak var olan Erdoğan 2014 de Erdoğan idi, 2018’de de Erdoğan idi. 2023 döneminde de Erdoğan’dır. Sonuçta; Erdoğan kişi olarak değişmiş olmuyor.
Mustafa Şentop ve YSK; eski hükümet ve eski cumhurbaşkanı sistemini yeni sisteme dahil etmediğine göre, 2012’de eski cumhurbaşkanlığı statüsü ile imzalanmış olan İstanbul Sözleşmesi’nden 2021 yılında kabul edilen yeni sisteme göre de çıkılması (bu mantığa göre) mümkün değildir. 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan cumhurbaşkanı hangi yetkiye göre çıkmıştır? Recep Tayyip Erdoğan’ın eski cumhurbaşkanlığı sistemine göre imzalanmış uluslararası bir sözleşmeden yeni cumhurbaşkanlığı sistemine göre çıkma hakkı varsa; Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014 ve 2018 cumhurbaşkanlığı dönemini yeni Cumhurbaşkanlığı yetkilerine göre yok etme yetkisi de yoktur!
SONUÇ İTİBARIYLA; “BİR KİMSE en fazla ‘iki defa’ CUMHURBAŞAKANI seçilebilir”
*Cumhurbaşkanı statüsünün görev ve yetkilerinin kapsamı değişmiştir.
**İki defa kuralı değişmemiştir.
***Kimse, kavramı değişmemiştir.
Dolayısıyla; Mustafa Şentop’un ‘’2017 referandumunda bu maddeyi tekrar oyladık, o yüzden yeni dönem için iki defa kuralı geçerlidir.” şeklindeki yorumu da gerçeği yansıtmamakta/dezenformasyondan başka da bir şey ifade etmemektedir. Tekrar vurgulamak gerekiyorsa “kimse” kavramı değişmemiştir. Recep Tayyip Erdoğan aynı Recep Tayyip Erdoğan’dır! Dolayısıyla; seçime girmesi Anayasa’ya ve seçim kanunlarına tümüyle aykırıdır.
C). Burjuva hukuku tarih sahnesinde ortaya çıktığından bu yana, yani kapitalizm kapitalizm olduğundan bu yana, parlamenter sistem seçme, seçilme, sandıkta oy verip vermeme üzerine kurulmuş bir sistemdir. İki saç ayaklı feodal yargı devletlerinin üzerine seçimlere dayanan üç saç ayaklı parlamenter sistem gelmiştir. Devlet yapısı da bu ölçekte üç saç ayaklı modern bir devlet modeline dönüşmüştür. Feodal sistemde selfin temsili teminatı aristokratlar iken ya da antik sistemde kölelerin temsili teminatı köle sahipleri iken, parlamenter sistemde ise seçmenin temsili teminatı seçilmen olarak ön görülmüştür.
Kısacası; tarihsel olarak parlamenter sistem ve cumhuriyet devleti modelleri seçmenin temsili teminatını seçilmende görmektedir. Her ne kadar böyle ön görülmüş olsa da, tüm bu toplumsal sistemler ve devlet modelleri temsiliyetizme dayanan biçimlerdir. Bilindiği gibi “halkın kendi kendini yönetmesi” diye tabir edilen yönetim modelleri “asli unsurun yönetime katılımı” değil, asli unsur adına temsili modellerin yönetimini temel alan sistemsel modellerdir. Başka bir deyişle, halkı halk adına yönettiği iddia edenler, devlet aygıtını halk yararına değil, kendi şahsi menfaatlerinin ve zümrelerinin yararına kullana gelmiştir.
Dolayısıyla; tarihsel olarak seçmenin teminatı seçilmende değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve evrensel seçim hukukuna göre her ne kadar seçmenin teminatı seçilen gibi gözükse de, T.C. Anayasa Mahkemesi 2019/20445 No’lu Anayasa Mahkemesi kararı ile AYM ulusal ve uluslararası hukukta seçmenin teminatının olmadığını karar altına alarak ortaya çıkartmıştır. Tarihte ilk defa seçmenle seçilmen AYM kararı ile ayrışmıştır. Seçmen ve seçilmen, seçenle seçilen ayrışmıştır. Asli unsur ile temsili unsur ayrışmıştır.
Her seçmen seçilmen olamayacağı gibi, aksine her seçilmen aynı zamanda yüzde yüz seçmendir. Bu kural asli unsur ile temsili unsur arasındaki seçim terazisinde seçilmenden yana taraflı ve seçilmene bağımlı bir seçim hukukunun da ön kabulüdür. Dolayısıyla; bu durum seçmen ile seçilmen arasında eşit bir seçim hukukunun olmadığının da kanıtıdır. Asli unsur ile temsiliyetist unsur tarihte ilk defa ayrışmıştır. Bununda gerçek nedeni ise; halkın yönetime katılımının kurumsal olmamasından kaynaklanmaktadır.
Özetle; yasama halk adına yasa çıkardığını iddia ederken, yargı bu yasaların denetimini halk adına yaptığını iddia ederken, yürütme de bu yasaları yürüttüğünü iddia etmektedir. Her ne kadar bu üç saç ayağı faaliyet ve görev alanlarına bağlı olarak çeşitli iddialarda bulunmuş olsalar da, halkın yasama, yargı ve yürütme de kendisini çıplak olarak bir kurum aracılığıyla var edemediğine tanık olmaktayız.
Örneğin, modern mahkeme kavramı savcı, hakim ve avukat üçlü saç ayağından oluşmaktadır. Savcı yasaları iddianameye geçirdiğinden dolayı “yargı içerisindeki yürütmenin kolunu” temsil etmektedir. Hakim yasaları muhakeme ettiğinden dolayı “yargının içerisinde yasamanın kolunu” temsil etmektedir. Avukat ise savcı ve hakime karşı halkı koruma/savunma görevinden kaynaklı olarak “yargı içerisinde yargı kolunu” temsil etmektedir.
Dolayısıyla; modern mahkeme kavramı bile savcı, hakim ve avukat üzerinden ve bunların faaliyetleri/görevleri üzerinden ayrıştırılmaya kalkışılmış olsa bile, yargının içindeki yasama, yargı ve yürütme kol ve türevlerini ifşa ettiğinden dolayı, modern mahkemelerin tümü üç saç ayaklı temsiliyetist devlet modelinin mini bir maketidir. Modern devlet mahkeme kavramı ve olgusu içerisinde temsiliyetist bir işleyiş sistemine sahiptir. Halde böyle olunca; temsiliyetist yasama, yargı ve yürütme klikleri kendi şahsi menfaatlerine göre yasalar çıkardıkça diğer temsiliyetist kliklere de bunları uygulattıkça, halk adına yürütülen bir devlet modelinin aksine toplum aleyhine yönetilen bir devlet modeli ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu nedenlerden dolay seçimlerde seçmenin teminatı sanıldığının aksine seçilmen değildir!
D). Seçmenin seçimlerde teminatının seçilmende olmadığı sonucu yaklaşık 20 yıla kadar uzanan bir mücadele pratiği ile kanıtlanmıştır. Her ne kadar bu pratik bireyselmiş gibi algılansa da, bilindiği gibi her buluş, her yeni icat, şahsi pratikler içerisinde var olup zaman içinde tüm topluma yayılıyor ise, bu kanıtlanmış tarihsel olgu da tüm topluma er ya da geç yayılacaktır.
2019/20445 No’lu AYM dosyasının davasının devamında yukarda saydığımız temsiliyetist sistem nedeniyle toplumsal denetimist taleplerin karşılanmaması üzerine seçmen olarak seçimlere müdahale etmiş bir pratiğin doğal uzantısının seçilmen statüsü ile de seçilmen sandığına el koyması meşru bir haktır!
Halde böyle olunca; seçimlerde seçmenin teminatının olmadığı kararını alan denetimist devrimci pratisyenler davalarının devamında toplumsal denetim kurumunun ve haklarının meşrulaşması için, temsiliyetist siyasal baskı rejimini hukuksal olarak alaşağı etmek için, seçilmen sandığına adaylıkta koyabilirler.
Keza denetimist toplumsal taleplerin temsiliyetist siyasal aktörler tarafından karşılanamayacağı da bir başka gerçekliktir.
Nitekim de denetimist devrimci aday seçilmen sandığına bağımsız davacı cumhurbaşkanı adayı olarak adaylığını da koymuştur!
Her ne kadar denetimist devrimci aday seçilmen sandığına adaylığını koymuş olsa da, Yüksel Seçim Kurulu şu ana kadar adaylıkla ilgili hiçbir karar almadığı gibi, aksi yönde de tutum belirleyememiştir.
Referandumdan beri sistem değişikliğine ve yapılan tüm seçimlere itiraz eden denetimist devrimci aday var olan cumhurbaşkanı şahsında yürütmeyi, milletvekilleri şahsında yasama ve seçilmen adaylarını, başta AYM olmak üzere atanman olan yargı personellerini tanımadığı gibi, hiçbir kuruma da yetki vermemiştir.
Tam da bu nedenle; denetimist devrimci aday yasamanın çıkardığı kanunların iptaline müracaat etmiştir. Tam da bu nedenle; İstanbul Sözleşmesi’nde çıkma kararına karşı Danıştay’da davalar açmıştır. Tam da bu nedenle; cumhurbaşkanının aldığı seçim kararının CK’sının kanun iptaline müracaat etmiştir. Tam da bu nedenle; Yüksek Seçim Kurulu’nun “YÜKSEK SANDIK KURULU” olarak ilan etmiştir!
Tam da bu nedenle; denetimistler gayri meşru olan bu seçime ve ona iştirak eden tüm temsiliyetist partileri karşısına almaktan da çekinmemişlerdir.
Davacı denetimist aday başvurusunun uygulanabilirliğinin olup olmadığı hususunda, YSK’nın ve AYM’nin sessiz kalmasından dolayıdır ki, bugüne kadar denetimistler seçim tutumlarını kapsamlı bir şekilde açıklayamaya zaman bulamamışlardır. Her ne kadar hala da AYM ve YSK sessiz kalmaya devam etse de, seçime çok az süre kalması nedeniyle böyle bir ön tutum yazısı yazmak dosta düşmana karşı mecburi olmuştur.
E). 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine denetimist devrimciler itiraz ederken, itirazlarını yasama ve YSK üzerinden AYM’ye taşırken, sandıksız seçmenin (sandığa gitmeyenlerin) milli iradesinin meclise yansımamasının ve verilmemiş oyların geçersiz sayılması uygulaması nedeniyle “genel oy eşitliğinin kurumlara tecellisi” adına, oy alıp seçilen milletvekillerinin yüzdelik puantajından düşürülmesi uygulamasının getirilmesi müracaatı ve itirazları yapılmıştır.
Örneğin, bir seçim bölgesinde seçmen sayısına göre üç vekil çıktığını varsayarsak, o seçim bölgesinde sandığa gitmemiş oy oranının yüzde 20 olduğunu düşünelim, geçersiz oyların dışında sandığa bilinçli olarak gitmeyen, yani seçmemeyi seçen seçmenlerin seçmediği oyların seçilen vekillerin aldığı oy oranında taksimi yapılarak, her milletvekilinin ayrı ayrı hesaplanarak yasama ya da yürütme faaliyetinde bulunurken yetkiyi de o oranda kullanması gerektiği ön görülmüştür.
Misal; birinci adayın yüzde 92’i, ikinci adayın yüzde 88’le, üçüncü adayın yüzde 84’le “oy-puan” puantajı ile vekil olması/seçilmen olması gerekiyor ki; genel ve eşit oy dağılımı, ister seçmenin seçtiği oyların kurumlara tecellisi olursa olsun, ister seçmenin seçmediği oyların kurumlara tecellisi olursa olsun, genel ve eşit oy dağılımı bu sayede meclise ve kurumlara yansıyabilsin!
Şeçmemekte bir seçimdir. Seçim hukuku seçmemeyi de seçim hukuku olarak görür. Oy verende vermeyen de asli unsur sayıldığına göre; salt oy verenin oylarının kurumlara tecellisinin kabul edilmesi eşit ve doğru bir tutum değildir. Bu tam tersine oy vermeyen seçmenin iradesini tanımamak milletin bir kesimini yok saymaktır.
İster ulusal seçim sisteminde, isterse uluslararası seçim sisteminde, sandıksızlık tercihi yapan seçmenin, seçim yapmadığından bahseden bir kural/kaide/yasa yoktur. Tam da bu nedenle; denetimist devrimciler sandıksızların da haklarını korumakla mükelleftir.
Hukuk tekniği açısından her ne kadar karmaşık gibi gözükse de, sandıksızlık oy oranlarının milli irade açısından kurumlara tecellisinin eşit oy hakkının yansıması olarak kabulü edilmesi denetimist devrimci faaliyetin temel bir talebidir.
F).
Bu seçim seçim tarihi olarak gayri meşru ve ucube bir seçimdir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü dönem adaylığı hususu bu seçimi şaibeli bir seçim haline getirmektedir.
Dolayısıyla; bu seçim plebisiter bir seçimdir.
Her ne kadar YSK ve AYM şu ana kadar denetimistlere karşı tutum ve tavır belirlememiş olsa da, 14 Mayıs seçim gününde olası oy verme tutumu denetimistler açısından şöyle olabilir:
SANDIĞA GİTMEMEZLİK YAPMA!
SANDIĞA GİT!
SANDIĞINA SAHİP ÇIK!
İSTER CUMHURBAŞKANI PUSULASI, İSTER MECLİS PUSULASI OLURSA OLSUN, HER İKİ PUSULAYA DA “TEMSİLİYETİZME GEÇİT YOK!”, “OYLAR DENETİMİST ADAYA!”, “DENETLENMEYEN DEVLET MEŞRU DEĞİLDİR!” YAZILAMALARINI PUSULALARA YAZARAK, TOPLUMSAL DENETİMİST HAKLARINA SAHİP ÇIK!
SANDIĞA GİT Kİ, DENETİMİN GÜCÜNÜ GÖRELİM!
SANDIKSIZLIK TERCİHİNİ SANDIKTA YAP!
ÖNEMLİ OLAN SALT SANDIĞI BOYKOT ETMEK DEĞİL, ÖNEMLİ OLAN SANDIKTA DENETİMİST BÜROKRATİK EYLEM YAPMAK!
KEZA BU EYLEMLERİ FOTOGRAFLAYIN VE DENETİMİSTLERE ULAŞTIRIN Kİ, DENETİMİST HAKLAR İÇİN ULUSAL VE ULUSLARARASI MAHKEMELER İÇİN DELİL OLUŞTURULABİLSİN!
30.04.2023
TOPLUMSAL DENETİMİST DÜŞÜNCE HAREKETİ (TDDH)
0 notes
serhatnigiz · 2 years ago
Text
“Sönen Devlet Mekanizmaları” Teorisine Dair Proletaryalistlere Okkalı Bir Cevap
Tumblr media
Marx, Engels, Lenin gibi önde gelen proletaryalist komünist teorisyenlerin ve politik-pratikçilerin (bu listeye Stalin, Mao ve Troçki vs. gibi liderlerde eklenebilir) devlet üzerine yaptıkları tespitlerde hepsinin “burjuva devlete” karşı “proleter devleti” savundukları bilinmeyen bir sır değildir. Dahası; Marx’ın “Fransa’da İç Savaş”tan Lenin’in “Devlet ve Devrim”ine kadar bütün bu eserlerde proleter devlet biçimi “adım adım sönümlenmesi gereken bir makina” olarak tarif edilir. Bu durum Marksist-Leninist literatürde burjuva demokrasisine (temsili demokrasiye) karşı proletarya demokrasisi (doğrudan demokrasi) olarak ortaya konur. Dolayısıyla; ML teoriye göre temsili demokrasiye (burjuva demokrasisine) karşı proletarya demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) sönen devlet makinasının aldığı siyasi ve toplumsal biçimdir. Bu sebepden dolayı; ML teoriyi sulandıran “oportünistleri”, “revizyonistleri”, “reformistleri” bir kenara koyarsak, tamı tamına bu düşünceleri benimsemiş olan bir ML’nin yapması gereken şey burjuva demokrasisini (temsili demokrasiyi) meşru gören her türden siyasi ve toplumsal hareketin karşısında yer almaktır.
Başka bir deyişle, bir ML’nin (proletaryalist devrimcinin) görevi; tüm burjuva devletlerini, burjuva parlamentolarını, bunların “en demokratik ve en devrimci” görünümlü olanlarını bile (tüm temsili demokrasileri!) sınıf mücadelesi ve devrimle parçalayıp yerle bir etmektir. ML teoriye göre proletaryanın adım adım sönümlenen devlet makinası ve dolayısıyla sınıfsız komünist toplumun yaratılması hikayesi de kısacası bundan ibarettir. Geri kalan ayrıntılar “Marksist-Leninist profesörlerin” yazdığı kitaplarda bol miktarda bulunmaktadır. İncelemek isteyenler elbette ki daha da detaylı okumalar yapabilirler. Hali hazırda emekolojistler ise bütün bu literatürü yıllarca inceleyerek ve onun karşılaştırmalı bir analizini ve eleştirisini yaparak bugün ki görüşlerine ulaşmışlardır. Tabii ki emekoloji’nin ML teori ile sınırlı olmayan çok sayıda kaynağı da olup, bu da başka bir yazının konusudur.
Şimdi asıl konumuza dönersek; öncelikli olarak proletaryalistler temsili demokrasiyi (burjuva demokrasisini) meşru kılan her türden siyasal ve toplumsal talebin karşısında durmak gerektiğini söylerler. Ama yalnızca söylerler! Fakat bunun nasıl yapılacağına dair hiçbir somut çözüm önerisi getirmezler. Proletaryalistler temsili demokrasiye karşı hiçbir somut öneri getirmedikleri gibi, temsiliyetizmin bir kolu olan proletaryan temsili demokrasiden de vazgeçemezler. Dolayısıyla; bu sosyalizm ya da komünizm adına yapılıyor olsa da, seçilmen despotizminden medet ummaya devam ederler. Bu da kaçınılmaz bir biçimde; tek tek proletaryalistlerin ya da proletarya adına mücadele ettiğini söyleyen örgütler ve partilerden de bağımsız olarak, onların, seçim, sandık, şura, sovyet, parlamento vs. gibi yapılardan da medet umması sonucunu doğurur. Halbuki adına işçi sovyeti de dense, işçi konseyi de dense, parlamenter bürokratik işlere doğrudan demokrasi de dense, temsili demokrasi de dense, gerçekte hepsi aynı şeydir. Ha kel hasan! Ha hasan kel!
Biz emekolojistler olarak demokrasiyi falan tanımayız! Emekolojistler için gerçekte demokrasi kavramı bağnaz ve gerici bir kavramdır. Eski Yunan’dan bu yana pek çok farklı anlam yüklenmiş olsa da, özü itibariyle demokrasi kavramı çokta değişikliğe uğramamış olan türdeş bir kavramdır. Gerçekte demokrasinin doğrudanı, temsilisi vs. yoktur. Bunların hepsi, şeçme ve seçilme işleridir. Doğrudan ve temsili seçilme işleri de, seçim ve sandık işlerine, kurullara ve kurumlara dayanan işlerdir. Başka bir deyişle; kendine ne ad verirse versin, kurul ve kurum oluşturmayan bir demokrasi yoktur. Dolayısıyla; proletaryan temsiliyetizm de ister doğrudan olsun ister temsilen olsun, kurul ve kurum yaratan, seçim ve sandık bürokrasisi yaratan işlerdir. Bunun aksi düşünülemez. Bu yüzden proletaryalist temsiliyetizm; sandık ve seçim bürokratizmi ile toplumsal denetimist bürokratizmi daima birbirine karıştırır. İşte bu sebepledir ki; proletaryalistler “sönen devlet mekanizmaları” sorununu hiç anlamadıkları gibi, devletin nasıl sönümleneceği noktasında da Marx, Engels, Lenin’den yapılan kuru alıntıların ve söylevlerin de ötesine geçemezler.
“Sönen devlet olgusu” neye göre sönecektir? Asıl can alıcı soru budur. ML teoriye göre; devlet proletaryan temsiliyetizm ile sönecektir. Kısacası, proletarya devrimle ilktidara gelip kendisini egemen sınıf biçiminde örgütleyecek ve “sınıf intiharı” (harakiri!) yaparak kendisi ile birlikte tüm sınıfları ortadan kaldırarak devletin sönümlenmesini sağlayacaktır. Devletin sönümlenmesi dair en temel ML kurgu budur. ML teoriyi savunanlar böyle diyor da; seçilmen memuriyetizmine dayalı bir avuç parlamenter bürokratizmin memur kastlarının sönümlendirebileceği bir devlet (sönen devlet!) olgusu tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Sovyetler Birliği’de dahil olmak üzere onca sovyetik, yarı-sovyetik, ucundan-kıyısından sovyetik deneyimlere rağmen böyle bir örnek hiç görülmedi maalesef!
Proletaryan temsiliyetizmin içine düşmüş olduğu paradoks Nasrettin Hoca’nın “bindiği dalı kesme” hikayesine benzetilebilir. Memuriyetizm memuriyetizm olalı, temsilyetizm temsiliyetizm olalı, hiçbir memurun bindiği dalı kestiğine tarih tanık olmamıştır. Bu yüzden temsiliyetizm ve memuriyetizm üzerinden “sönen devlet mekanizması” inşa etmekte mümkün değildir. Bu nedenledir ki; proletarya adına yapılıyor olsa da, proleteryan temsilmenlerin ve proletaryan atanmanların proletaryan efendiler kliğine dönüşmesi de kaçınılmazdır. Nitekim tüm Sovyet deneyimleri de aynı şekilde sonuçlanmış olup, devrimin kurumları karşı-devrimin kurumlarına dönüşmekten de kurtulamamıştır. Yok Lenin şöyle yaptı, yok Stalin böyle yaptı, yok Troçki söyle değil de böyle yapsaydı diye suçlu aramak beyhude bir çabadır. Zira “suçun kendisi” temsiliyetizm ve memuriyetizm örtüsünün altında gizlidir. Asıl suçlu temsiliyetizmin ve memuriyetizmin neden olduğu yapısal bozukluktur. Bu yüzden de sorunun kaynağı kişisel değil, yapısaldır. Dolayısıyla, temsiliyetizmin ve memuriyetizmin eleştirisi onu var eden yapıların, kurulların, kurumların vs. bütünsel bir eleştirisi olarak ortaya konulmak zorundadır. Emekoloji’nin asıl yapmaya çalıştığı şeyde budur!
Peki ne oldu da pratikte sönümlenmesi gereken devlet mekanizmaları sönümlenmeyi bırak devletin daha da güçlenmesi ve hatta proletarya üzerinde bile baskı kuran bir güce dönüştü? ML teoriye inanmış ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş kuşakların evlatları ortaya çıkan bu sonucu bilerek istemiş olamayacaklarına göre, zaten temsiliyetizm mantığıyla da sönen bir devlet mekanizması ne teoride ne de pratikte gerçekleştirilemezdi.
Şayet proletaryalistler sönen bir devlet mekanizması mücadelesi görmek istiyorlarsa zahmet edip denetimistlerin ufak tefek kazanımlarına bakabilirler! Zira yıllarca seçimler/burjuva demokrasisi/temsili demokrasi için “bu bir oyundur!” diyen proletaryalistler buyursunlar “faşist bir kurum” dedikleri Anayasa Mahkemesi’nin 2019/20445 sayılı kararına baksınlar. Bu kararla “seçimlerde seçmenin teminatı yok” diyen AYM’nin ta kendisi. Seçimlerin bir oyun olduğunu bir avuç insanın bilmesi kitlelere hiçbir şey kazandırmaz. Bir avuç insan seçimler bir oyundur diye kendisini parçalasa da, proletarya da dahil olmak üzere tüm emekçi sınıflar tarihsel olarak seçim-sandık/aldatma işlerine/bile istiye aldanma/oy verme işlerine dahil olmaya eğilimlidirler. Dolayısıyla; denetimistlerin AYM’den almış olduğu bu karar, seçimlerin bir oyun olduğunu bir avuç insanın bilmesinin dışında, yargı kurumundan alınmış bir karar olması nedeniyle, bu oyunun kitlelere anlatılabilmesini de olanaklı kılmaktadır. Kaldı ki; denetimistlerin yürütmüş olduğu bu bürokratik mücadele var olmasaydı, AYM kararıyla seçimlerin bir oyun olduğunu kitlelere anlatabilmekte mümkün olmazdı.
Proletaryalist çok bilmişler emekolojistleri Marksizm’i ve Leninizm’i bilmeyen dün ki çocuk sanmaya devam edebilirler. Varsayalım ki biz dün ki çoçuğuz! Lakin denetimistler proletaryalistlerin bugüne kadar cüret dahi edemediği bir mücadele hattını inşa etmektedir. Denetimistler; temsiliyetist-bürokratizmin başına denetimist-bürokratizm ile kabus gibi çöreklenmektedirler. Dün ki çocuk olan denetimistler bunu yaparken, “büyük abi” pozlarında gezinen proletaryalistler ise kuru kuru ajitasyon ve propaganda yapmayı maharet sanmaya devam edebilirler.
Denetimistler, hem proletarya için, hem de tüm emekçi sınıflar için yasamaya, yargıya, yürütmeye karşı bürokratik denetimist mücadele verirken ve bir bir bu kurumları mahkemelere çekip tarih karşısında yargılarken ve bunu da ulu orta meşru zeminlerde yaparken, proletaryalist dostlarımız neredeydi?
Proletaryalistler bugüne kadar kuru kuruya “sönen devlet mekanizmalarının” teorik propagandasını ve ajitasyonunu Marx, Engels ve Lenin’den devşirdikleri üç beş alıntı ile gucuk kuşu gibi tekrarlamaktan başka ne yapmışlardır? Yarın ya da devrimden sonra kurulacağı söylenen “sönen devlet mekanizmaları” söylemi bugün ezilenlerin karnını doyurmamakta, güne çare olmamaktadır. Proletaryalistler öncelikli olarak bugün devleti sönümlendirmek için hangi çalışmaları yürüttüklerini açıklasınlar. Dahası; proletaryalistler bugünden yarına “sönen devlet mekanizmalarını” inşa etmek için yaptıkları pratik-bürokratik çalışmaları da ortaya koysunlar. Proletaryan temsiliyetistler hayatlarında bir kez olsun proletaryaya toplumsal denetimizmi; devleti, kurumları, memurları denetlemesini öğretsinler de görelim! Ezilen ve sömürülen kitlelere temel haklarını denetimizm ile nasıl savunacaklarını öğretsinler de görelim! Yoksa kuru ajitasyon ve propaganda ile peynir ekmek gemisi yürümüyor.
Zamlara karşı, düşük ücretlere karşı, açlığa, sefalete karşı emekçi kitleler nasıl bir toplumsal denetim ağı kurmalı ve bugünden bu temel sorunların denetimini yaparak çözüm yollarını nasıl üretmeli, asıl üzerinde odaklanılması gereken konu budur. Zira herşeyi devrime (belirsiz bir geleceğe) havale ederek, bugünden yarına vaad ve umut ederek kitlelerin bürokratik denetimist mücadelesinden kaçamazsınız! Kitleler gelecekte yaşamıyor; bugünde yaşıyor ve onların temel sorunlarının çözümü ancak toplumsal denetimizm mücadelesinin büyütülmesi ile mümkün olabilir. Bu gerçekleştirilmediği sürece devrimin güncelliği sorunu da ayakları üzerine oturtulamaz. Lenin bu duruma “Sol Komünizmin Çocukluk Hastalığı” adını veriyordu. Bugünde sol sekter proletaryanizmin durumu harfi harfine buna benzemektedir.
Bugün devleti, kurumları, memurları denetlemeyi göze alamayanların yarın kurabileceği “sönen bir devlette” olmayacaktır. Bu yüzden; “proletarya demokrasisi”, “doğrudan demokrasi” vs. gibi kavramlar yerine denetimist mücadelenin pratik deneyimlerinden çıkan kavramlara alışsanız iyi edersiniz! Bunun dışında hala denetimistleri dün ki çocuklar olarak görmeye devam edip “ben bilirim”cilikte ısrar ediyorsanız; o da zaten denetimistlerin sorunu değildir. Bu durumda sadece temsiliyetist ve memuriyetist yolunuz açık olsun diyebiliriz. Ancak o yoldan da bir hayır çıkmadığı sayısız defa kanıtlanmış olup, bu yoldan gidenlerin emekçi sınıflara ve ezilenlere zerre kadar faydası olmadığı da tecrübe ile sabittir. Keza geçmişte denenmiş ve her defasında yenilgiyle sonuçlanmış olan temsiliyetist ve memuriyetist yol “sönen devletin” denetimist yolu olamaz!
20.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Tarihin Akışında Temsiliyetizme Karşı Öz-Denetimsel ve Öz-Yönetimsel Mücadele Biçimlerinin Belirleyiciliğine Dair Tespitler
Tumblr media
Glokal-kapitalizmden global-kapitalizme geçiş (sanayi ve teknik iş bölümü ilişkileri) sürecinde dünya tarihinin akışını iki önemli faktör belirleyecek: Birincisi, kapitalizmin yönetsel bürokratizmi ile kitlelerin denetimsel bürokratizmi (öz-denetimsellik) arasındaki savaşım. İkincisi ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi ile teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı (öz-yönetimsellik) arasındaki savaşım. Bu iki faktör haliyle sınıf savaşımlarının gelecekte ki yönünü de tayin edecektir.
Dünya üzerindeki bütün devletlerin ortak özelliği istisnasız olarak hepsinin temel bir aldatmaca ve yalan üzerine kurulmuş olmasıdır. Keza bütün bu sistemler yönetsel açıdan kitlelere "denetlenebilir" oldukları (“halkı temsil ettikleri”) imajını vermeye çalışan yapılar olsalar da, gerçekte iktidarı elinde tutanlar ise; yasama, yargı ve yürütme (polis, ordu vs.) biçimindeki temsiliyetist-bürokratik kurumlardır. Kaldı ki; “sermaye düzeni” de yine bu kurumlar (memuriyetizm!) vasıtasıyla ayakta kalabilmektedir. Üç bacaklı bu yapı ve işleyiş tüm devletlerin ana iskeletini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla; bu kurumların sözde kendilerine ait iç denge ve denetim aygıtları olması, yani yukardan aşağıya doğru çalışan temsiliyetist bir bürokrasinin varlığı (ister atanmış ister seçilmiş memurlar biçiminde olsun hiç fark etmez), bu devletlerin vatandaş tarafından "denetlenebilir" olduğunun göstergesi, kanıtı olarak da sunulamaz. Başka bir deyişle, devletlerin kendi iç denge ve denetim aygıtları ile vatandaşların iç ve dış kurulları temel alan toplumsal denetim kurumları aracılığı ile devleti ve iktidarı denetlemesi farklı ve ayrı şeylerdir.
Bu nedenle "devletin ve iktidarın sınırlandırılarak sönümlenebileceği bir toplumsal yapının" var olabilmesi için öncelikli olarak emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru denetimsel bürokratizminin hayata geçirilmesi gerekir. Bunun gerçekleşebilmesinin ikinci şartı ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi karşısında emeğin en ileri kesimini temsil eden protekyanın teknik emeğe ve araçlarına dayalı denetimsel bağımsızlığının gerçekleştirilmesidir. Bu iki ana faktör ancak birlikte ele alındığı zaman bir bütünsellik teşkil eder.
Bu sayede toplumsal denetim kurumları aracılığıyla hem aşağıdan yukarıya doğru hem de yukarıdan aşağıya doğru çift yönlü olarak denetlenebilir bir bürokrasi ortaya çıktıkça, kapitalizmin yönetsel bürokratizmine ve despotizmine dayalı temsiliyetist kurumlar da adım adım zayıflama ve sönümlenme sürecine girmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu süreç tek tek insanların iradesinden ya da “iyi” ve “kötü” niyetlerinden bağımsız tarihsel ve toplumsal şartlar altında gerçekleşeceğinden dolayı da, bu süreç zorunlu olarak kapitalizmin bağımlı olduğu her türden yönetsel bürokratizmin ve despotizmin de miladını doldurmasını sağlayacaktır. Keza bu durum aynı zamanda bu mücadeleyi yürüten toplumsal kesimlerin de pratik faaliyetler içerisinde devrimcileşmesi manasına gelmektedir.
Tarihsel deneyimlerinde göstermiş olduğu gibi; yukardan aşağıya doğru örgütlenen her türden yönetsel bürokratizm ve despotizm özü itibariyle (kişilerin iradesinden de bağımsız olarak) temsiliyetizme dayanan iktidar ve yönetim biçimleri üretmektedir. Bu iktidar ve yönetim biçimleri bugünden yarına bir anda ortadan kaldırılamayacağına göre (ki her hangi bir devrimle bu süreç başlasa bile iktidarın alınması tek başına bu sorunu çözmemektedir), emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru yürüteceği denetimsel bürokratik faaliyetler ve teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı gerçekleştirilmeksizin, kapitalizmin ve sermayeye hükmeden sınıfların sırtını yasladığı devletin bürokratik kurum ve aygıtlarının hakimiyetine de asla son verilemeyecektir.
Acı bir deneyim olsa da; proletaryan sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığı da yine tek tek devrimci liderlerin yanlış kararlarından çok, temsiliyetizm karşısındaki alternatifsizlikte ve bu nedenle kapitalizme benzer, “denetimsiz” devlet, iktidar ve bürokrasi merkezli toplum yapılarının kurulmak zorunda kalınmasında aranmalıdır. Rus, Çin vs. gibi deneyimler bu açıdan öğretici olmaya da devam etmektedir. Bu nedenledir ki proletaryanizmin temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu onun yönetsel bürokratizmi ve despotizmi karşısındaki çaresizliği, ona karşı mücadele ederken, hem örgütlenme açısından hem de mücadele araçları açısından fark etmeksizin ona “benzemek” zorunda kalmış olmasında da yatmaktadır. Kuşkusuz bu olgu sosyalizm mücadeleleri tarihi açısından ironik ve derinlemesine incelenmesi gereken bir durum olma özelliğine de sahiptir.
Devleti, iktidarı, bürokrasiyi; dolayısıyla kapitalizmin ontolojik ve epistemolojik temellerini var eden temsiliyetist yapıların tek bir panzehiri vardır; o da emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları için yürüteceği siyasal, ekonomik, hukuki vs. denetimsel bürokratik mücadelelerdir. Bu gerçekleştirilmediği sürece “kapitalizme karşı mücadele” sadece bir laftan ve söylemden ibarettir. Aynı şekilde; kapitalizm karşısında sosyalizmin bir alternatif olabilmesi de, teknik emeğin ve protekyanın denetimsel bağımsızlığı ile birlikte başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıf ve katmanların toplumsal denetim programı etrafından birleştirilmesi ile mümkün olabilir.
Geleceğe damgasını vuracak olan sınıf mücadelelerinin karakterini belirleyecek olan kapitalist temsiliyetist kurumlar ile denetimist sosyalist kurumlar arasındaki nihai savaşımın nasıl sonuçlanacağıdır.
Zira her yeni emek biçimi eski emek biçimini/toplumu yeni kurumlar aracılığıyla devralmıştır. Dolayısıyla; insanlık/emek tarihi biri biri üzerine geçen emek biçimlerinin tarihi olmakla birlikte, bu emek biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan kurumların ve kurumlara damgasını vuran sınıfların ve sınıflar arası mücadelelerin de tarihidir. Bu gerçek anlaşılamadığı sürece sınıf mücadelesinin rotası da, devrimci ve karşı-devrimci güçler arasındaki kuvvet dengeleri de, asla sağlam bir temelde çözümlenemez. Böylesi bir analiz yapılmadığı müddetçe de sağlıklı bir perspektifte inşa edilemez.
Temsiliyetist bürokratizmin yönetsel despotizmini ve faşizmini yenmenin yolu; emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya yükselen denetimsel bürokratizmi için savaşmaktan ve kapitalizme karşı emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın bayrağı altında proletarya da dahil olmak üzere tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin ortak mücadelesini yaratmaktan geçmektedir.
Dolayısıyla; daha önce denenmiş ve yenilgiyle sonuçlanmış her türden temsiliyetist program ve stratejinin (parti ve devlet modelinin) gelecekte de başarılı olma olasılığı bulunmamaktadır. Temsiliyetizm üzerinden sosyalizme gitmekte ısrar eden her yaklaşım er ya da geç kapitalizm tarafından teslim alınmaktan da kurtulmayacaktır; kurtulamadığı da geçmiş deneyler ışığında pek çok defa kanıtlanmıştır. Bu rağmen geçmiş temsiliyetist yöntemlerde ısrar edenlerin geleceği ve geleceğin sınıf mücadelelerini sırtlayabilmesi de mümkün gözükmemektedir.
Kaldı ki; ister program sorunu olsun, ister strateji sorunu olsun, parti ve devlet modelleri de dahi olmak üzere, bütün bu meselelerin toplumsal denetimist perspektif ışığında yeni baştan değerlendirilmesi bir elzemdir. Yeni bir bütünleşme ve toparlanış ancak bu temeller ve ilkeler üzerinden inşa edilebilir.
10.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note