#emekdeğer
Explore tagged Tumblr posts
serhatnigiz · 4 months ago
Text
Komünizm Felsefesinde "Özne Sorunu" ve Althusser Üzerine Değinmeler
Tumblr media
20. Yüzyılda proletaryanın sosyalizmde “özne olamayacağına” dair kuşkuların ve şüphelerin artmasında belirleyici olan etkenlerin başını hiç kuşkusuz Sovyet proletaryan sosyalizm deneyimlerinin yarattığı hayal kırıklığı çekerken; diğer yandan benzer bir zaman aralığı içinde yaşamış olan Gramsci, Althusser, Adorno vs. gibi önde gelen Marksist yazarların “proletaryanın sosyalizmde özne olamama” sorununu farklı boyutlarda sorgulamış olması da, bu şüphe ve kuşkuyu güçlendiren diğer bir etken olmuştur. Elbette ki birey olarak bu isimlerin etkisi tarihsel-toplumsal şartların ve emeğin yapısal dönüşümünün neden olduğu etkilerden daha fazla da değildir. Bu bireylerin etkisi daha çok sorunun “bilince çıkarılması” ve gündeme taşınması noktasında göreli bir bilimsel-ideolojik etkiye sahip olmuştur.
Proletaryanın sosyalizmde öncü bir misyon oynayamayacağına dair gerçekler Sovyet deneyimi ile birlikte daha da net bir şekilde ortaya çıkınca, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyadaki marksistler ve leninistler arasında bu konu hem teorik hem de yazınsal alanda mercek altına alınmaya başlanmıştır. Althusser bu durumu en yüksek perdeden ifade eden Marksistlerden biri olmuştur. Lakin Althusser’in kendisi Fransız Komünist Partisi (PCF) üyesi olduğu için, kendi partisini pek çok konuda içerden de eleştiren bir isim olduğu için, Althusser “özne sorununa” dair eleştirilerini ekseriyetle dönemin politik dengelerini de göz ardı etmeden dile getirmiştir. Hatta Althusser geleneksel marksist ekollerden gelecek eleştirilerinde bilincinde olduğu için, ilk başlarda yakın dostlarının bile anlamakta güçlük çektiği özgün bir dil ve üslup yoluyla meramını anlatmaya çalışmış, bu sebeple de şabloncu bakış açısının gözünde “post-marksist” damgası yemekten de kurtulamamıştır.
Proletaryanın sosyalizme özne olamayacağı tezi, her ne kadar doğru olsa da (Elbette ki Althusser’in ortaya koyduğu sınırlı teorik-politik çerçeve ile değil), bu durumun alternatifi olan yeni bir sosyalist tez emekoloji bilimi doğana kadar da ortaya çıkmamıştır.
Bilindiği gibi Marx “Fransız ütopik sosyalizmini” (hatta o dönemin D-2 proletaryasını savunanları da) eleştiriye tabi tutmuştu. Marx D-2 proletaryasını savunanları “alt yapısız/ekonomi-politik birikimden muaf” bir proletarya savunusu yapmakla (subjektif bir proletarya savunusu) yapmakla eleştiriyordu. Fransız ütopizminin bir avuç subjektif proletarya savunucusu hariç, Fransız ütopizmi genelde komünizme subjektif bir iddia üzerinden “öznesiz” bir komünalizm ile gidilebileceğini iddia ediyordu. Marx eleştirilerini daha çok bu ideolojik hat üzerine yöneltmişti. Marx Ricardo’nın emek-değer kuramının bir bölümünü kabul ederken, kabul etmediği kısma ise “artı-emek-zaman üzerinden artı-emek-değer teorisi” eleştirisini getirmişti. Başka bir deyişle, Marx Ricardo’nun kuramının yanlış bölümlerini devre dışı bırakarak ve bu kuramı yeniden soyutlayarak kendi artı-değer teorisini ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan, Marx hem Fransız ütopik proletaryalistlerini hem de öznesiz-nesnesiz komünalist ütopistleri eleştiriye tabi tutarak, kendi döneminde komünizm felsefesinde yeni bir çığır açmıştır.
Erken kapitalizm çağında Marx, proletaryanın sanayi-artı-değerini bilimsel standartlarda ortaya koymak suretiyle, emeğin o tarihsel geçiş sürecindeki en ileri sınıf biçimine dayanan bir komünizm politikasının temellerini de oluşturmuş oldu. Başka bir deyişle, emeğin o tarihsel kesitteki güncel komünizminin geçici, dönemsel ve konjektürel ilkeleri bu dönemde Marx tarafından (ve Engels’in katkılarıyla) oluşturuldu.
Sosyalizmin kurucu sınıfı olan protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) ortaya çıkmadığı koşullarda proletaryanın (sanayi emekçilerinin) sosyalizmin öznesi olması fikri, tarihsel ve toplumsal olarak zorunlu bir görev idi. Zira bu görev burjuvazi (sömürücü sınıflar) tarafından yapılamayacağına göre, Marx için geçici, dönemsel ve konjektürel tek seçecek olarak geriye proletarya seçeneği kalıyordu. Marx’ın oluşturduğu geçici, dönemsel ve konjektürel komünist programın taktik ve stratejik özü buydu; yoksa bu programının özünü oluşturan şey proletaryanist dogmatizm değildi! Ya da bu programının özü proletarya adına proletaryaya rağmen proletarya için proletaryalist devletlü memur kastlarının “sosyalizminin” yüceltilmesi de değildi!
Dünyanın hala büyük oranda feodal olduğu bir evrede (zira bu dönemde kapitalizm bile bir avuç “adacıktan” oluşuyordu) Marx’ın bu tutumu son derece anlaşılabilir bir tutumdur. Bu nedenledir ki; Marx’ın geçici, dönemsel ve konjektürel bir ilke olarak proletaryayı belirli bir tarihsel kesitte “kurucu özne” olarak tarif etmesi komünizm felsefesinin zorunlu bir aşamasına tekabül etmektedir. Lakin bu durumun zaman, mekan ve koşul ilişkisinden bağımsız olarak “evrensel ve değişmez bir ilke” haline getirilmesi ise Marx sonrası Marksistlerin bir yanılsaması ola gelmiştir. Gramsci, Althusser, Adorno gibi marksist düşünürlerin bu sorunu tespit etmeleri fakat sorunun çözümüne dair tutarlı bir yol ve yöntem önerememiş olmaları, ta ki emekoloji biliminin doğuşuna kadar devam etmiştir.
Bilindiği üzere Marx, Paris Komünü devriminden sonra, komünistler arasında savunula gelmiş olan “proletarya diktatörlüğü” tezini geliştirerek, kapitalizmin o günkü koşullarında komünizme geçebilecek olan yegane gücün proletarya diktatörlüğü olduğu tespitini yapmıştır. Bu konuda geleceğe yönelik çok dikkatli konuşan Marx, gelecekle ilgili tavsiyelerini de özenle seçerek yazmaya gayret etmiştir. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğü konusunda çok fazla materyal bulunmaması da bu ihtiyatlı Marx tavrından kaynaklanmıştır. Kuşkusuz Marx’ın bu tavrının önemi proletaryan sosyalizm deneyimleri sonrasında ortaya çıkan olumsuz tablo açısından da doğrulanmış olan bir tavırdır. Başka bir deyişle, Marx yaşadığı çağda sosyalist toplumun gelecekte neye benzeyeceğine dair kimi ön tespitler yapmış olsa da, sanayi emeğinin ve sanayi emek araçlarının nesnel tarihsel ve toplumsal bilincinin (ve dahası proletaryanın kendinde kullanıcı-sınıf bilincinin) sosyalizmin inşası için yeterli olmadığının da kısmen farkında olması nedeniyle, bu konuya ilişkin ihtiyatlı bir tavır sergilemeyi tercih etmiştir. [1]
Bilindiği üzere Blankist modelden etkilenen Lenin, öncü-parti modeliyle proletarya diktatörlüğüne geçişi hem pratikte hem de teoride geliştirerek Marksizm’e katkı yapmayı başarmıştır. Lakin Sovyet deneyimi sonrasında ortaya çıkan tablonun da ortaya koyduğu gibi, Sovyetlerden (emekçi kitlelerden) arındırılmış “Leninci” devlet modeli zamanla proletaryaya dahi yabancılaşan ayrıksı bir özne olmaktan da kurtulamamıştır. Bu da proletaryayı temsil ettiği varsayılan proletaryanist devletlü memur kastlarının icraatlarının uzun yıllar boyunca sosyalizmin ya da komünizmin inşası olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Ha burjuvayan-kapitalizm ha proletaryan-kapitalizm; ikisi de özü itibariyle memuriyetist-temsiliyetizmin devlet eliyle yukardan aşağıya doğru kurduğu ve kitleleri dışta tuttuğu toplumsal ve politik sistemler olarak kalmışlardır. Tıpkı burjuva sistemlerde olduğu gibi proletaryalist sistemlerde de yetki gücü çoktan aza doğru darala darala önce parti sonrasında ise devlet eliyle bir avuç memur kastına ve ayrıcalıklı bir zümrenin eline geçmiştir. Ne yazık ki Sovyet deneyimi bu açmaza somut bir çözüm üretemediği içinde yenilmekten kurtulamamıştır. [2]
Başka bir deyişle, Lenin’in “Urganları getirin önce devrim adına bizi asın!” diye uyarı yapmasının arkasındaki gerçek, kendisinin de bürokratizme karşı ne teorik ne de pratik çözüm önerisinin olmamasından kaynaklı olarak sosyalizm ile proletaryanizmin uyuşmadığının bilakis kendi ağzından da itiraf edilmiş olmasıdır. Burada aktaramayacağımız kadar tespit özellikle Lenin’in son dönem yazılarında kendisini somut bir biçimde göstermektedir. Düşünün ki aynı Lenin başında olduğu devlet için “dejenere işçi devleti” demekten de geri durmamıştır. Kuşkusuz Sovyet deneyiminin başarısızlığı tek başına Lenin’e yüklenemez. Zira Lenin kendi deneyiminin deney öncesi teorik derslerini doğru bir şekilde tespit edebildiği için 1917 öncesinde başarılı olabilmişken, aynı Lenin kendi deneyiminin deney sonrası deneysel bilgisinin teorik derslerini ise test edebilme fırsatını da bulamamıştır. Ne yazık ki Lenin’in ömrü bunu yapmaya yetmemiştir. Dolayısıyla, bugün toplumsal denetimist felsefenin ortaya koymuş olduğu pek çok görüş ve eleştiri muazzam Sovyet deneyiminin teorik ve pratik deneylerinden çıkan acı derslerinin de bir sonucudur.
Savaş komünizmi (iç savaş) döneminde Sovyetlerin de facto ortadan kalkmasıyla birlikte, proletarya diktatörlüğünün parti diktatörlüğüne, parti diktatörlüğünün de temsiliyetist-memuriyetist parti kliklerinin diktatörlüğüne dönüşmesi neticesinde, sosyalizme ilerleyebilmek için gerekli olan 4 bacaklı denetim devleti ve denetlenebilir bir bürokrasi modeli de inşa edilememiştir. Proletarya adına proletaryan efendiler diktasına dönüşen proletaryan sosyalizm modeli, son çözümlemede kapitalizmi yeniden üreten kapitalizmin devletlü bir türevinden başka da bir şey olamamıştır. Bu durumun dünya bilimsel-komünist hareketi üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı etkiye ve sonuçlarına ise burada girmeye bile gerek yok. Bu tartışmalar günümüzde de hala canlı ve can yakıcı sorunlar olarak varlığını sürdürmektedir.
Gramsci, Althusser, Adorno vs. ismini burada sayamayacağımız kadar Marksist ve Marksizm’den etkilenmiş olan düşünür dünyanın dört bir tarafında proletaryanizmin reel sosyalizm deneyimlerini haklı olarak birçok açıdan eleştiriye tabi tutmuştur. Ne yazık ki bu eleştiriler geleneksel Marksist akımlar tarafından yüzeysel bir biçimde genellikle “reformizm”, “revizyonizm”, “ihanet” vb. kavramlar etrafında indirgemeci bir biçimde reddedildiğinden dolayı, eleştirilerin özüne dair bilimsel ve yöntemli bir bakış açısı geliştirilememiş, bu eleştiriler ya toptan Marksizm dışı ilan edilmiş ya da toptan görmezden gelinmiştir. Bu eleştirilere ilişkin sapla saman, doğru ile yanlış birbirinden ayrıştırılamadığı için Marksizm’in ve Leninizm’in “temel dokusunun” korunması adı altında proletaryanizmin reel sosyalizm pratiği içindeki yanılgılarına da bilerek ya da bilmeyerek de olsa kol kanat gerilmiştir. Bu da beklenenin aksine devrimci ve geliştirici değil, tasfiyeci ve ideolojik çözülmeyi tetikleyici bir süreci de beraberinde getirmiştir.
Althusser “dolaylı cümleler” ile yazmış olsa da, o da sosyalizm için proletaryanın bir özne olmadığının farkındaydı. Ne yazık ki Althusser’in takipçisi olduğunu iddia eden Marksist ekoller bile Althusser’in bu tespitini hasıraltı etmeyi yeğlemişlerdir. Althusser ise özne olarak görülen proletarya yerine “yapıyı” geçirmeye çalışarak “öznesiz ve ereksiz bir komünalizm” savunusu inşa etmeye çalışmıştır. Althusser kendi otobiyografisin de bu durumu “kitlelerin etkin katılımına dayanmayan bir sosyalizm inşası başarılı olamaz” diyerek formüle ediyordu. Althusser’in proletaryanın sosyalizmin öznesi olamayacağına dair tespiti ile “yapısalcı bir tarih okuması” tespiti kısımdan doğru tespitler olsa da, Althusser kendi deyimiyle ne “tarihsel yapıları” oluşturan emek türlerini ve bunların arasındaki iş bölümü diyalektiğini, ne de sosyalizmin asıl öznesi olan protekyayı ve bu sınıfın iktisadi-sosyal alt yapısını açıklayan bir bilimsel yöntem geliştirememiştir. Başka bir deyişle, Althusser’in çalışmaları kendi dönemine göre Marksizm içinde tarihsel bir kırılma yaratmış olsa da, bu çalışmalar asla tarihsel bir dönüm noktasına da dönüşememiştir. Ayrıca, bu durum uzun vadede Althusserci ekol içindeki kafa karışıklığının derinleşmesine, soyut ve amorf temelli felsefi ve politik argümanlara dayalı absürt bölünmelerinde artmasına neden olmuştur.
Tarihte ilk defa emekoloji; emek araçları karşısındaki konumlanışlarına göre emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğini ve ilişkilerini belirleyebilmekte, Marx’ın artı-emek-zamana endeksli artı-değer kuramının üzerine tarihsel ve toplumsal artı-zamanla bağlantılı tarihsel ve toplumsal artı-değer kuramının geliştirilmesi suretiyle de, sanayi-artı-değer ile tekno-artı-değer arasındaki sömürü biçim ve farklarını açıklayarak protekya sınıfının artı-değer türevlerini de izah edebilecek bir düzeye ve olgunluk seviyesine hem teorik hem de pratik açıdan ulaşabilmiştir. Emekoloji, protekya ve tekno-tüketim-değer-yasası ile bağlantılı yazıların tamamında bu konular tüm boyutlarıyla da ele alınmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz bu çalışmalar yetersiz olsa da önemli miktarda emekolojik bir külliyat da oluşmuş bulunmaktadır.
Emekoloji; emek türlerinin birleşik diyalektiğinin “yapısal bir tarih öznesi” olduğunu iddia ederken, gerçekte Althusser’in yıllarca arayıp da ulaşamadığı sonuçlara ulaşmıştır. Althusser her ne kadar “yapısalcı marksist” olarak değerlendirilse de, emekoloji’nin emek türlerine dayanan yapısalcı tarih okumasının yanında Althusser’in yapısalcılığı yapısalcılık bile sayılamaz hale gelmiştir.
Başka bir deyişle, Althusser yapı (“Tarihsel kıtalar”) tespitinde haklı olsa da, bu yapısalcı tespitinin altını bilimsel olarak dolduramadığı için, o proletaryan Marksizm’den uzaklaşarak, geleneksel Fransız ütopizmine sarılarak “öznesiz ve ereksiz bir komünalizm süreci” tasarlamaya çalışmıştır. Althusser’in proletaryanın sosyalizme özne olamayacağına dair tespitleri son derece doğru olsa da, onun “öznesiz ve ereksiz komünalizmi” bilimsel olmayan ve anti-marksist argümanlardan ibarettir. Entelektüel yaşamının son yıllarında bir miktar kafa karışıklığından da olsa gerek, kendisini sık sık “sosyal bir anarşist” olarak tanımlama gayretleri de, zihninde tasarımını yapmaya çalıştığı “öznesiz ve ereksiz komünalizm” ütopyasının ve imgesinin bir tezahüründen başka da bir şey değildir. Dahası, Althusser’in siyasi söylemlerinde yer yer sosyal anarşizme “yan kapı açma” gayretleri ve kitlelerin “kendiliğinden” öznesiz ve nesnesiz hareketine mavi bocuk dağıtması da yine aynı ideolojik-psikolojik bunalımın bir sonucudur.
Her ne kadar bilimsel çözüm ve yöntemden uzak olsa da, Althusser’in yapmış olduğu tespitler komünizm felsefesini geliştirici radikal “sapmalar” olarak değerlendirilmelidir. Keza Bernstein ve Kautsky gibi çürütücü komünizm sapmalarına kıyasla “Althussercilik” daha tercih edilebilir bir sapma olarak tarihe geçmiştir. Keza çürütücü komünizmin aksine Althusserci komünizm teorik ve bilimsel çıtayı düşürmek bir yana, tersine o çıtayı ve komünist ufku daima ileriye doğru taşımaya çalışmıştır. Althusser tüm hayatı boyunca bu hedefin peşinde koşmuştur. Belki de Athusser’in popüler tabirle “delirmesindeki” ya da ruh sağlının bozulmasının da ki başlıca etkenlerden birinin içine düştüğü “kuramsal-psikanalitik bunalım” olduğunu söylemek pekte abartılı olmayacaktır. Ki bu kişilik özelliği tarih boyunca pek çok filozofun ve düşünürün de ortak sorunu ola gelmiştir.
Althusser’in “ideolojik-kopuş”, “ontolojik-kopuş” ve “tarihsel kıtalar” olarak kavramsallaştırdığı ama altını dolduramadığı yol ve yöntem sorununda, emekoloji ilk defa; tarihsel emek biçimlerinin “birleşik tarih kıtlarının” toplumsal sistemlerde ve toplumsal sınıflarda oynadığı role ilişkin hem ideolojik hem de ontolojik kopuş sağlayan protekyanın oynadığı hem özne hem de nesne rolüne dikkat çekerek, tam da Althusser’in hep arzuladığı ama hiçbir zaman dolduramadığı boşluğu da bilimsel olarak doldurmuştur. İdeolojik-kopuş ve ontolojik-kopuş protekya sınıfı üzerinden bir komünizm okuması olarak gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu kopuş süreci toplumsal denetimist felsefenin gelişmesine de katkı sunmuştur. Ne yazık ki Althusser’in ömrü bu gerçekleri görmeye de yetmemiştir.
Emek türlerinin “tarihsel kıtaları”, toplumsal alt emek türlerini belirledikçe, emeğin bilim emek evresi olan komünizm ereğine ulaşılıncaya kadar, emek araçlarındaki bireysel icatçılık toplumsal kullanıcılık içerisinde, toplumsal kullanıcılık da toplumsal icatçılık içerisinde sönümlenmedikçe, komünizm çağının başlamayacağına olan düşüncemiz de tamdır!
Dipnotlar
[1] “Ücretli emek köleliğinin” ortadan kalkması ancak temsiliyetist-memuriyetist devletlü kast düzeninin ortadan kalması ile mümkündür. Keza pazar ilişkilerinden, vergi kanunlarından tutunda tekellerin karına kadar üst yapıyı belirleyen asıl etken devlettir. Pazar üzerinde devlet rol oynuyorsa; meta üzerinde de, artı-değer sömürüsü üzerinde de, devlet sürekli rol oynuyor demektir. Tek tek kapitalistler devleti yönetmemekte, kapitalistler için devleti, devletlü memur kastları yönetmektedir. Geleneksel Marksizm’de bu var mı? Yok! İnanmak istemeyenler Marx’ı mezarından çıkarıp kendisine sorabilirler. 2 asır önceki dünyada bunu görememiş ve tespit edememiş olması Marx’ın da kabahati değildir. Marx ve Engels döneminde modern kapitalist devlet analizi de son derece zayıf idi. Zira baskın olan devlet biçimi hala monarşist ve yarı-parlamentocu feodal bir devletti. Feodalizm tüm dünyada baskın olan ana emek biçimiydi. Ön-burjuva devlet ve kurumları üzerine çalışma ve araştırma yapma fırsatları da pek olmadı. Haliyle bu konuda bütünlüklü bir kuramda geliştiremediler. Onlar (C5/C6 x D2/D3 tarım/sanayi iş bölümü ilişkilerini) görebildikleri ve tespit edebildikleri oranda var olanı yorumlamakla yetindiler. Bu yorumlarda o döneme göre en ileri yorumlardı. Fakat bu yorumlar modern temsiliyetist-memuriyetist devletin ve devletlü kastların bilimsel ve devrimci bir eleştirisine de dönüşemedi, dönüşmezdi de. Çünkü onlarda kendi çağlarının ve somut verili koşullarının ürünleri idi. Şayet devletlü memur kastlarının ve devletin sınıfları yarattığı gerçeğinin modern anlamda denetimist bir eleştirisi yapılabilmiş olsaydı; Marksizm 20. Yüzyılda özellikle de devlet sorununda bu derece çuvallamazdı! Dahası, devlet sorunuyla da bağlantılı olarak Marksizm; temsiliyetizm, memuriyetizm ve bürokratizm sorunlarında da bu derece duvara toslamazdı! Ortada bir çözüm projesi olmadığı için sadece Bolşevikler de değil, tüm marksistler kapitalizm karşısında gerilemekten ve git gide kapitalizmin türevi olan sistemlere teslim olmaktan da kurtulamamışlardır. Gerçekte olan bu iken, hakikati olduğu gibi söylememenin kendisi de asla “marksist” bir yaklaşım ve yöntem olamaz.
[2] Yaygın ön kabullerde de görüldüğü gibi; devlet “sınıflar üstü” ya da “sınıflar altı” diye tanımlanamaz. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bilakis devletin kendisi bir sınıflılıktır. Devlet toplumsal bir organizasyondur. Devlet kendi dokusuna uygun sınıfları ve toplumu üretir. Devleti modern anlamda memur sınıfları yönetir. Sınıf mı diyorsunuz? Sınıfı da devlet yaratıyor. Örneğin; devletlü memur kastları değil mi, şirketlerin, burjuvaların, vergi borçlarını silen! En büyük fabrika devlettir. Devlet sermaye yaratıyor. Devlet kar yaratıyor. Devlet burjuva sınıfı yaratıyor. İşte proletaryan sosyalizm deneyiminde olduğu gibi sözde proletarya adına hareket ettiğini söyleyen bir devlette (proletaryan efendiler sınıfı da) bal gibi de kapitalizm yaratıyor! Yalnızca Sovyetler Birliği deneyiminin varlığı bile bunun en somut kanıtıdır. “Devlet nasıl sınıf yaratır” diyorsanız ve hala bunun mümkün olmadığına inanmak istiyorsanız öncelikli olarak Sovyet deneyiminin derslerini iyi analiz etmenizi tavsiye ederiz. Althusser kendisi ile yapılan röportajda “Marx devletten anlamaz” derken laf olsun diye konuşmuyordu. Althusser bunun söylerken, Marx’ın devletin tarihsel ve toplumsal dokusuna dair hiçbir şey bilmediğini de söylemek istemiyordu. Althusser teorik olarak ulaşmak istediği sonuca ulaşamamış olsa da, o da sezgisel bir biçimde “tarihsel kıtalarla” bağlantılı olan temsil/kurban ritüeli ve temsiliyetizm türlerinin tarihsel emek/devlet biçimleri ile olan ilişkilerini de çok zayıfta olsa görebiliyordu. Yoksa Althusser pek çok Marksist için bile “gereksiz okumalar” sınıfına giren Machiavelli okumalarını neden yapsın! Machievelli kim? Machiavelli, temsil, devlet, güç, iktidar, egemenlik vs. mekanizmaları üzerine en fazla kafa yoran ön-burjuva düşünürlerden biridir. Kuşkusuz Machiavelli bu bilgileri hakim sınıfın temsilcilerine bir nevi “hizmet” olarak sunuyordu. Çünkü Gramsci’nin de vurguladığı gibi, o da egemen sınıfın “organik bir aydını” konumundaydı. Althusser üzerine o kadar çok yorum yapılabilir ki, bunun için ayrı bir yazı yazmak gerekir. Belki ilerde böylesi bir çalışma da yapılabilir.
9.2.2024
Serhat Nigiz
1980 yılının Nisan ayında İtalya’nın başkenti Roma’da Louis Althusser yapılmış bir mülakat:
youtube
1 note · View note
serhatnigiz · 4 months ago
Text
Yeni Tarz Trans-Hümaniteye Karşı Haluk Yurtsever Şahsında Eski Tarz Trans-Proletaryan-Hümaniter Sayıklamalar!
Tumblr media
Haluk Yurtsever “Bildiğimiz insanın “aşılması” mı?” başlıklı makalesinde; 1)- Trans-hümaniteyi 2)- Toplumsal insanı 3)- İnsanın öznelliğini 4)- Robotik ve teknolojik gelişmeleri 5)- Yabancılaşma kuramını 6)- “Çağcıl” bir yaklaşımla 7)- Sanayi toplumunun ve kapitalizmin geldiği aşamayı 8)- Klasik marksist bakış açısı ile ele almaya çalışmaktadır.
Trans-hümanite: aşkın-insan/post-hümanite: insan sonrası insan.
Yabancılaşma kuramı tarih içerisinde antik çağdan bu yana hem felsefi hem de diğer bilimler için işlenen bir kuram olma özelliğine sahiptir. Marx’ın yabancılaşma kuramına kattığı anlam dışında genel olarak bu kuram, din alanında kullanılan, idealist bir şekilde “insanın tanrının bir kulu olma özelliğinden yabancılaşması” olarak kabul edilmiş metafizik bir kavramdır. Dolayısıyla, bu kavram ortaya çıkışı itibariyle de din felsefesi ve teoloji ile bağlantılı bir kavramdır. İster materyalist olsun ister metafizik olsun birçok filozof bu kurama kendince bir takım anlamlar vermiştir. Marx ise bu kuramı kendisinden önceki filozoflardan farklı olarak; modern çağda emek ürünü olan somut metada cisimleşmiş artı-değere soyut emeğin yabancılaşması olarak ele almıştır.  
Marx, köleci ve feodal toplumlardaki yabancılaşma biçimlerine ilke olarak karşı olmasa da (toprağa bağlı soyut emeğin artı-nemada yabancılaşması olan feodalizm gibi) eski sınıflı toplumlardaki yabancılaşma formlarını ilkel bir yabancılaşma biçimi olarak değerlendirmiştir. Köleci artı-değer ya da feodal artı-değer biçimindeki ilkel yabancılaşma (aynı zamanda Marx bu duruma “ilkel sermaye” ismini de veriyordu) tek tek birey olan insanın soyut emeğinin metada cisimleşmesinin tam olarak gerçekleşmemesinden dolayı, yani toplumsal feodal üretimde tek tek selflerin artı-değeri nema-değer üzerinden hesaplanabildiği, emek-değer üzerinden hesaplanamadığı için, Marx bu duruma “ilkel yabancılaşma” demiştir. Başka bir deyişle, feodalizmde üretim, toprağı ekip biçen tek tek selflere bağlı değil idi; tam tersine selflerin bütününe bağlı bir üretim söz konusu idi. Aynı durum köleci sistem içinde geçerli idi. Kısacası, Marx’ın bahsettiği “yabancılaşma kuramı” tam da böyle bir yabancılaşma kuramıdır.
Fakat Yurtsever’in bahsettiği “yabancılaşma kuramı”; Marx’ın bahsettiği “feodal üretim ile kapitalist üretim” tekniklerini birbirinden ayıran, daha doğrusu feodal nema-artı-değeri ile kapitalist sanayi-artı-değeri iki ayrı artı-değer türü üzerinden ayırabilen bir yabancılaşma kuramından çok, daha başka bir şeydir. Dolayısıyla, Yurtsever makalesinde kapitalist sanayi-artı-değer ile robotik tekno-artı-değer arasındaki yabancılaşmayı karşılaştırır iken, anti-bilimsel bir temelde de hata yapmaktadır.
Yurtsever’e göre trans-hümanite’den (yazar kısmen konu dışı bıraktığı için burada post-hümanite kavramına girmeyeceğiz), yani “aşkın insandan” kastedilen şey; sanayi emeği insanının burjuva hümanitisinden ziyade (yazar kısmen bu konuyu da konu dışı bıraktığı için burada girmeyeceğiz), proletaryan-hümaniteye dayanan aşkın toplumsal insan modelidir. Başka bir deyişle, Yurtsever’in aşkın proletaryalist modeli aşkın bir toplumsal insan varsayımına da dayanmaktadır. Bu sebepledir ki, Yurtseverci aşkın proletaryan-hümanite gerçekte nesnel zemini olmayan “toplumsal bir hayalet”ten başka da bir şey değildir. Keza nesnel emek araçlarının toplumsal kullanıcısı sınıfı olan proletaryaya “dışardan” proletaryalist yoldan icatçı/burjuva bilinç “yüklenerek” proletaryan aşkın bir öznenin (aynı zamanda nesnenin/toplumsal varlığın) oluşturulamayacağı da deneyimle kanıtlanmıştır.         
Yurtsever’in proletaryan-hümanite’den kastettiği şey “proletaryan-toplumsal varlık”, “proletaryan toplumsal birey”, “proletaryan toplumsal bilinç” gibi hususlardır. Yurtsever’e göre, proletaryan toplumsal bireyin somut metada cisimleşen soyut sanayi emek aracı kullanıcılığının ödenmemiş artı-değere olan yabancılaşması robotik üretimle birlikte daha da üst bir boyuta çıkmış bulunmaktadır. Yurtsever farkında olmasa da, onun temel iddiası budur.
Bu iddia tamamen yanlış bir iddiadır. Keza proletaryan sanayi artı-değerden daha çok protekyan tekno artı-değere dayanmakta olan robotik üretim, somut tekno metada cisimleşmiş soyut protekyan emek gücüne dayanmakta olduğundan dolayı, sanayi emek gücüne yabancılaşma ile tekno emek gücüne yabancılaşma biçimleri Yurtsever tarafından bir ve aynı şeymiş gibi, birbirine karıştırılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla, Yurtsever’in karşılaştırma yöntemi Marx’ın köleci sistem ile feodal sistem arasındaki yabancılaşma farklarına dikkat çeken “üretim teknikleri” kuramının bile gerisine düşmektedir. Özetle, Yurtsever Marx’ın teorik mirasın�� geliştirmek bir yana, tam tersine var olanı dahi okuyucularına doğru bir biçimde aktaramamaktadır.   
Yurtsever-ci teorik zemin; protekyan emek gücünün ödenmemiş teknik artı-değer kümeleri ile proletaryan emek gücünün ödenmemiş sanayi artı-değer kümelerinin birbirinden apayrı artı-değer kümeleri olduğunu kavrayamamakta, proletaryan sanayi yabancılaşması ile protekyan teknik yabancılaşmayı da birbirinden ayıramamakta, dolayısıyla masaya da biraz ondan biraz bundan tarzında çeşni türü entelektüel bir çorba koymaktadır. Yurtsever’in yazısının bütününe bakıldığında okuyucuya dönük onca bilgi bombardımanına rağmen yol ve yöntem sorununa ilişkin kayda değer tek bir cümle dahi edilmediği görülecektir.    
Burjuva-hümaniteden ve proleter-hümaniteden bahseden Yurtsever; teknoburg-hümanite ile protekyan-hümaniteyi de birbirine karıştırmaktadır. Yurtsever trans-hümanitenin neden olduğunu varsaydığı yabancılaşma eğiliminin adresinin (E1/E2) teknoburg-hümanitesi olduğunu da idrak edememektedir. Öte yandan, Yurtsever’in proletaryan-hümanite ile ilgili de hiçbir şey söylememesi (daha doğrusu “söylemeden söylemesi”) de ilginç bir durum oluşturmaktadır. Şayet Yurtsever, protekyan-hümaniteye, aşkın protekyan hümaniteye, post protekyan hümaniteye karşı tek bir eleştiri getirmiş olsaydı; Marx’tan alıntıladığı pasajların hiç birinden alıntı bile yapamazdı. Yurtsever’in eleştirdiği gerçek adres teknoburglardır. Keza tekno azami kara dayalı gloktokratik-teknokratik emperyalist-kapitalist çağda yabancılaşma kuramı tekno tüketim-değerine ve görece teknoburgların yönlendirmelerine göre belirlenmektedir.
Kaldı ki; yabancılaşmada kötü bir şey değildir. Hatta yabancılaşma ne iyi ne de kötü bir şeydir. Proletaryan yabancılaşmaya göre protekyan yabancılaşma daha ilerde bir yabancılaşma biçimidir! Keza protekyan üretim tekniklerine bağlı olarak gelişen yabancılaşma sanayi emeğine dayalı proletaryan yabancılaşma biçimlerini atıl ve gereksiz kıldıkça, sanayi emeğine dayanan yabancılaşma biçimlerine bağlı olan kapitalizmin de ölüm döşeğine düşmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, protekyan yabancılaşmanım her geçen gün daha da yaygınlık kazanmasıyla birlikte proletaryan yabancılaşmanın da o oranda zayıflayarak tükenmeye yüz tutacağı da aşikardır. Robotik üretim tekno-karı büyüttükçe sanayi-karda azalacağından dolayı, bu durum protekyan toplumsal varlığın, bilincin, kültürün, dilin ve bireyin o oranda gelişmesine de katkı sunacaktır.
Proletaryan Sovyet deneyimleri, proletaryan sosyalizmin kapitalizmin temsiliyetist bir türevi olduğunu pratikte kanıtlar kanıtlamaz; toplumsal varlığı da yeni toplumsal sınıflar belirlediğinden dolayı, yeni toplumsal varlığı ve yeni bireyi belirleyen sınıfında protekya olduğu gerçeği günümüz dünyasında daha da gözle görülür bir hale gelmiştir.
Sanayi emeğinin gloktokratik yabancılaşmasının trans-hümanitesi mi? Yoksa teknik emeğin protekyan yabancılaşmasının trans-hümanitesi mi? Yurtsever’in kendisine sorması gereken asıl soru budur. Hal böyleyken; Yurtsever’in salt sanayi emeğinin kuramsal kafası, kavramları ve düşünce sistematiği ile bu soruya doğru bir cevap verebilmesi de mümkün değildir.
Teknoburgların canlı insan emeğini ve varlığını robotik makinenin bir kölesi haline getirmek için bunca servet dökmesine rağmen (ARGE projeleri vs.), bir avuç olmasına karşın protekyanın tümel emek araçları karşısındaki tikel yabancılaşmasının katalizör görevi görmesi bile, tarihsel hakikat açısından şimdiden takdire şayan bir durum değildir de nedir! Bu “yabancılaşmış” yeni emek biçiminin kendisi devrimci bir emek biçimi değildir de nedir!
16.08.2024
Emekoloji Araştırmaları Kolektifi
Haluk Yurtsever, Bildiğimiz insanın 'aşılması' mı? 30.08.2024
0 notes
serhatnigiz · 5 months ago
Text
Güney Kore'deki Ulusal Samsung Elektronik Sendikası Grevi Üzerine Kısa Bir Not
Tumblr media
Güney Kore’deki Ulusal Samsung Elektronik Sendikası Grevi; merkez, merkez-çevresi ve merkez-karşıtı arasında, tekno-sermayenin bileşenlerinin, tekno-kara dayalı pazar kavgasına dayanmaktadır.
Peki bu pazar kavgasının nedenleri nelerdir?
Birincisi; merkez-karşıtındaki üretim tesislerinin merkeze çekilmek istenmesi bu grevi tetikleyen baş neden.
İkinci neden ise; Çin glokal-tekellerinin merkez-karşıtı ve merkez-çevredeki genişleme ve pazar arttırma hareketi.
Bu nedenlerden dolayıdır ki, tekno-tesisler Amerika Birleşik Devletleri’ne çekilmek isteniyor.
Üretim alanında “tekno-gettolaşmaya” doğru bir gidişat var. Elbette bu duruma “daha uygun bir kavram” da üretilebilir.
Şimdilik tekno-gettolaşma kavramı ile süreci analiz etmemiz gerekir ise, robotik tekno-emek ve tekno-kar gettolaşmaya doğru gidiyor. Bir boyutuyla “silikon vadisi”, “Tayvan”, “Hong Kong”, vs. bunun ön-coğrafi gettolaşma denemeleri idi. Bu da ilerde daha da gelişmiş tekno-meta pazarlarının oluşmasına neden olacak gibi gözüküyor.
Gidişat bu yönde. Bu durum minimal-ulusçu devlet formlarını daha da fazla köşeye sıkıştıracaktır. Bu “sıkışmayı” üretim-değeri, dolaşım-değeri, tüketim-değeri, miras-değeri biçimindeki değer türlerinin ışığında inceleyebiliriz. Dahası bu olguları hem tarihsel-artı-değer hem de toplumsal-artı-değer üzerinden de inceleyebiliriz.
Keza değerin bileşenlerinin farklı olması değerin bileşenlerinin farklılığını getirirken, değerin bileşenlerinin farklı olması artı-değer türlerinin bileşenlerinin farklılığını, artı-değer türlerinin farklı olması ise sömürü biçimlerinin farklılığını getirir. Bu da sanayi-sermayesine bağlı sanayi-sömürgeciliği ve sanayi-emperyalizminden farklı olarak tekno-sermayeye bağlı tekno-sömürgecilik ve tekno-emperyalizm biçimlerinin de farklılığını getirir.
Bu greve dair görünen o ki; Kore devleti merkez ve merkez-çevresi karşısında kısımdan merkez-karşıtının yanında ve sendikadan yana bir tavır almak zorunda kalacaktır. Çünkü her devlet gibi Kore devletinin asıl besin kaynağı vergidir. Ve devlet tarafından alınan vergide tekno-artı-değerin bir biçimidir. Eski tabirle haraç olmaksızın yetki diktatörlüğüne dayalı temsiliyetist-memuriyetist yürütme çarkının işletilebilmesi de mümkün değildir. Devletlü-kastların merkez, merkez-çevresi ve merkez-karşıtı kapitalist konumlanışlardaki tarihsel ve güncel durumu ise bu yazının sınırlarını aşan daha kapsamlı ve derinlikli bir konudur.
Grevin sınıf türü açısından belirgin olan özelliği ise, sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunu (sanayi emeğinin nitel gelişim biçimi olan) D5 proleterlerinin oluşturmasıdır. Mikro çip üretiminin elektronikleşmiş-sanayi iş kollarında ve bantlarında yer alan bu işçiler sendika üyesi olan D5 proleterleridir. Bunların içinde (teknik/elektronik emeğin nicel gelişim biçimi olan) az sayıda E2 protekyası olsa da, bu grevin asıl başını çekenler ise E2 protekleridir. E2 protekleri sendikanın asıl motor gücü konumundadır.
Lakin içinden geçmekte olduğumuz bu dönemde (tüketim sürecine girmiş olan) eski tip D5 proleter-sendikacılığı son evresini yaşamaktadır. E2 protek-sendikacılığı ise çekimser bir konumda olsa da, bu “sendikacılık formu” ise daha oluşum aşamasındadır. Tıpkı bir zamanlar E1 protek-sendikacılığının D4 proleter-sendikacılık karşısında pasif konumda olması gibi, bugünde D5 proletaryası karşısında E2 protekyası kendi sınıf tarzına uygun ön-denetimist-sendikacılık pratiklerini prakis sınıf mücadeleleri yoluyla keşfetmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz bu alanda E2 protekyasının teknoburglar karşısında hala zayıf bir konumlanışta olduğu da söylenebilir.  
Maddenin/emeğin tarihsel ve toplumsal hareketi irdelendiğinde tüm bunların ne anlama geldiği kavranabilir. Bu gerçeği ve hakikati anlamak istemeyenler aslında maddenin/emeğin hareketini ısrarla izlemekten kaçınanlardır. Bu "ideolojik kaçış" insanın tümüyle tanıdığını sandığı emeğe “büsbütün yabancılaşması” sonucunu da doğurmaktadır. Dolayısıyla, emeğe ve türlerine bu yabancılaşma hali emeğin ve türlerinin diyalektik hareketinin insan düşüncesinde lime lime edilmesi problemini de yaratmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak, emeğin hem nesnelerdeki-bilgisine hem de öznelerdeki-bilgisine ilişkin bütünsel bir soyutlamanın-soyutlanması tarzının geliştirilmesi önünde de, ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Güney Kore'de Samsung işçilerinden 'süresiz' grev kararı, BİA Haber Merkezi, 11.08.2024
https://bianet.org/haber/guney-kore-de-samsung-iscilerinden-suresiz-grev-karari-297382
12.07.2024
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 5 months ago
Text
0 notes
serhatnigiz · 5 years ago
Text
Metalar Dünyasının Mistik Sefaletinin Eleştirisi
Tumblr media
Meta biçimini almış nesneler ya da nesne biçimini almış metalar, hangileri “gizemlerle” ya da “sırlarla” dolu şeylerdir? Bir metaya dönüşmüş nesneye “çekiciliğini” veren şey; sadece onun bir “kullanım-değeri” olması, insan ihtiyaçlarıyla örtüşmesi ya da belirli türden bir insan emeğinin çeşidi olması nitelikleri değil, ya da meta olarak ortaya çıkması ile birlikte bir “mübadele-değeri” özelliği kazanması değil, “olağanüstü bir görünüm” yeteneğine de sahip olabilmesidir. Örneğin; “…masa, meta olarak ortaya çıktığı anda, olağanüstü bir şeye dönüşür.”(Marx) Bir meta kendi varoluşunu, tek başına sahip olduğu mübadele gücüne değil, alınabilir ve satılabilir bir görünebilme-görüntülenebilme-gösterilebilme ölçütlerine sahip olması ile de kazanır. Keza; basit bir nesne iken meta ya dönüşen şeyler tıpkı Marx’ın dediği gibi mistifisakyona uğrar. “Sözgelişi ağacın biçimi, ondan masa yapılarak değiştirilir. Buna rağmen masa, yine de sıradan günlük bir şey olmaya, ağaç olmaya devam eder. Ama masa, meta olarak ortaya çıktığı anda, olağanüstü bir şeye dönüşür. Masa, yalnızca ayakları üzerinde durmakla kalmaz, öteki bütün metalarla ilişki içerisinde, baş aşağı durur ve o ahşap beyninden, “masayı sihirle havaya kaldırmak”tan çok daha çarpıcı, parlak fikirler saçar.”(Marx). Başka bir deyişle, Marx’ın “doğalojik ağacı” nesnel bir varlık iken, bu varoluş biçimi insan beyninde kendisini emekolojik bir imgeye çevirerek ilk önce icatçı düşünme biçimindeki masa fikrini, sonrasında masa fikri ise ortaya çıkmış olan somut-ürünü (masayı) meydana çıkarır. Böylece masa emeğin dünyasına dair bir “öz” olarak karşımıza çıkarken, öte yandan onun ağaçtan olma halinden dolayı da masa doğalojik bir “töz”e sahip olmayı sürdürür. Bütün bu “gizemin” arkasında yatan asıl şey; emeğin çevrimsel diyalektik hareketinin almış olduğu görüngüler evrenidir ki, bu devinimin anlaşılamaması meta fetişizminden, yani metaların insanların karşısına “olağanüstü şeyler” olarak çıkmasından kaynaklanır. Nesnel bir emek varlığına dönüşmüş olan metanın içinde kristalize olan soyut imge ve sonrasında kendini açığa vuran öznel icatçı fikir yok sayıldığı için, salt ortaya çıkmış olan ürüne dönük hayranlık ve ona sahip olma isteği beraberinde meta fetişizmine bağlı mistik arzuları ve beklentileri yaratmaktadır. Diğer bir deyişle, gerçekte her metafizik istenç metaya doğru yol kad eden ve kat ettiği yol boyunca yeniden başa dönen bir momentuma sahiptir. Metalar dünyasının üstünü sisle kaplayan mistik yapının asıl nedeni tam da budur.
İnsan ihtiyaçlarının çeşitliliği, insanın duygu ve isteklerindeki çeşitlilikle yakından ilişkilidir. İnsanlar meta görünümündeki nesneleri tüketirken, temel ihtiyaç hiyerarşileri kadar, nesnelerin görüntü, ses, doku vs. biçimindeki görsel uyarıcılarına da ilgi gösterirler. Her hangi bir eşya bir insanın temel bir gereksinimini karşılayabilecek bir “kullanım-değerine”, hem de “özgür piyasa” koşullarında “özgür satıcılar” tarafından mübadeleye sokulabilecek bir “mübadele-değerine”, özetle meta bu iki “zıt” ve “karşıt” yeteneğe sahiptir. Başka bir deyişle, meta aynı anda birden fazla şeydir. Ya peki metanın bu ikisinin dışında bir “üçüncü yeteneği” olamaz mı? Metanın bir “kullanım-değeri” ve bir “mübadele-değeri” olduğu kadar, bir “gösterge-değeri” de vardır. Nesne biçimindeki metanın gösterge-değeri, “kullanım-değerindeki” ya da “mübadele-değerindeki” iktisadi ölçütler ile belirlenebilir mi? Metanın gösterge-değerinin iktisadi boyutu, ancak iktisadi tablonun metanın gösterge-değerini ölçebileceği “emek-sınırı” ile belirlenebilir. Dolayısıyla; görüntüleme ya da gösterme süreçleri sadece ekonomik işlemler değil, hem toplumsal sınıflar hem de insanlar arasında gerçekleşen, karşılıklı sezi, duyumsama, algı paylaşımı ve dağılımı (bir nevi ideoloji inşası) süreçleridir de. Klasik ekonomi politiğin diliyle söylemek gerekirse; “…bir malın değeri, o malın üretilmesi için zorunlu olan toplam emek miktarıdır.”. Bu ekonomi politiğin o malın “mübadele-değerini” belirlemek için geliştirdiği bir analiz yöntemidir. Lakin bir malın gösterge-değerini ölçebilmek için “evrensel bir gösterge bilgisine” gereksinim vardır. Çünkü dünyanın her hangi bir noktasındaki fabrikada bir malın değeri, ancak o malın üretilmesi için zorunlu olan icatçı-emek ve kullanıcı-emek miktarlarının bir araya gelmesi ile meydana gelebilir. Buradaki icatçı-payları ve kullanıcı-payları evrensel ölçekte bir “kullanım” ve “mübadele” yasasını da beraberinde getirmektedir. Kullanıcıların “kullanım-değerleri” ile icatçıların “mübadele-değerleri” arasındaki birleşik emek miktarları ve bunun neden olduğu toplumsal ve tarihsel miras miktarları hesaplanılmaksızın bir nesnenin/metanın “gösterge-değeri” de hesaplanamaz. Başka bir deyişle, mistik bir şekilde algılana gelen ve genelde de yok hükmünde kabul edilen gösterge-değeri gerçekte toplumsal olanı da kapsayan tarihsel emek mirasının bir yansımadır. Keza mistik bir şekilde algılana gelen bu yanılsama; gerçekte emek temelinden kasıtlı olarak koparılmış olan metalar dünyasının ters yüz edilmiş bir görünümüdür.
Gösterge-değerinde ki “değer” ürünün üretilmesi için zorunlu olan “emek-değer” gibi dünyanın her hangi bir noktasındaki icatçı-emek ve kullanıcı-emek payları ile birlikte evrensel bir emek-değer ölçütü olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla söz konusu olan algı paylaşımı ve toplam dağılımı ise, burada geçerli olan kural; evrensel göstergeler ve temsiller sistemi olarak dünya üzerindeki milyonlarca insanın tikel algılama süreçlerinin total biçimidir. Tikel bilgilerin, Tümel bilgilerle karşılıklı diyalektik bağını Köylüler’de Balzac söyle dile getiriyordu “Bir bilgin, bir doruktan kopup, o kar dağını oluşturan kaya parçalarını size gösterebilmek için, altında köylerin bulunduğu çığ kitlesini kaldırmak zorundadır”. Dolayısıyla; bir malın “gösterge-değeri” o malın “olağanüstülüğünü” ve “çekiciliğini” veren asıl mistik şeydir. Örneğin; reklamcılık sektörü bir metayı olduğu gibi değil, o metayı tüketecek olanın olmasını istediği şekilde sunmak için vardır. İzleyici için sunulan bu meta belirli türden bir “kullanım değeri” olduğu kadar, çekici bir gösterge-sermayedir de. Burada artık satın alınan şey, salt kişinin ihtiyacını karşılayacak bir nesne olma durumundan uzaklaşmakta, nesneyi alan kişinin tüketim ihtiyaçlarının ötesinde yepyeni imgeler ve sosyal statüler dünyasına da onu taşımaktadır. Günümüzde, daha doğrusu glokal-kapitalist toplum formunda bireyler kendi temel ihtiyaçlarını doğrudan “rasyonel” ve “mantıksal” kararlar aracılığıyla almamakta; haliyle kelimenin doğru anlamıyla bir “simgesel tüketim hapishanesi”nde yaşamaktadırlar. Bu yönlendirilmiş-tüketim-tercihlerinin arkasında yatan asıl dinamik ise; göstergeler dünyası üzerinde “hegemonya” kurmaya çalışan, özellikle de reklam ve iletişim teknolojileri konusunda muazzam olanaklara sahip olan teknoburgların güncel faaliyetleridir. Dolayısıyla şeylerin “gösterge-değerleri” kapitalizmde yaşanan glokal-ekonomik dönüşümünde neden bir olgudur ki, bu olgu aynı zamanda meta fetişizmindeki yoğunlaşmaya bağlı gelişen mistik düşünce yapılarının asıl itici gücünü de oluşturmaktadır.
İnsanlar neden metaları birer insan emeğinin ürünü olarak değil de, bir “mal” veya “eşya” ya da en zengin anlatım biçimiyle “değerli şey” olarak görmektedirler? Bunun temel nedeni; metaların mübadele ve kullanım süreçlerindeki tüm somut varoluşlarına rağmen, kavranış biçimlerinin “metafizik bir gizem” tarafından kuşatılmış olma ihtimali midir? Tabii ki hayır! Gerçekte tüm metalar, tüm insanlar için basit ve sıradan şeylerdir. Lakin tarihsel süreç içinde metalar zamanla gündelik hayatın “sadık yapıları” haline gelmişlerdir. Tıpkı dünya üzerindeki tüm metalarla değişebilecek yegâne meta olan, (tanrısallaşmış!) para-meta/para-sermaye örneğinde olduğu gibi. Bu durum öylesine bir hal almıştır ki, paranın olmadığı ve kullanılmadığı bir toplumun var olabileceği fikri insanların çoğunun aklının ucundan dahi geçmez. Metalar, insanlar için doğadaki tüm diğer nesnelerden pekte farklı şeylermiş gibi gözükmez ilk bakışta. Ancak insanın kendi emeğinin bir ürünü olan metalar ile doğrudan ilişkiye girmesi, onun metalar ile çok daha “romantik” bir ilişki kurmasını da sağlamaktadır. Keza; “meta romantizmi” sadece insanlar dünyasında yaşanmaz, maddi dünyanın tüm tablosu onun hareket alanıdır da. İnsanın satın aldığı metalar ile kurduğu aşırı bağımlılık ilişkisi, Kapitalist toplumların ürettiği özel bir “hastalık türü” olarak görülebilir mi? Her hangi bir insanın kendisine ait olan eşyaların içerisinde önem verdiklerine belirli bir “değer” ve anlam biçmesi sağlıksız bir durum sayılamayacak olsa da, tüm yaşamını salt satın aldığı şeyler üzerine kuran, dahası dünyası ve yaşamı “sahip olmak” üzerine kurulu insan, sağlıklı bir insan olarak da değerlendirilemez. Sadece kendisini sahip olduğu nesneler üzerinden, yani “ev” “araba” “eş” “başarılı bir iş” vb. gibi kategoriler üzerinden tanımlayan insan, kendi öz yaşamındaki yalnızlığı onlarca nesneye hükmederek ört bas etmeye çalışan aciz bir insandan başka da bir şey değildir. Lakin bu insan kendi öz yaşamının öznesi olmadığı gibi, farkında olmadan onun yaşamının öznesi haline gelen şey de yalnızca nesneleri biriktirme ve onlara sahip olma arzusudur. Başka bir deyişle, nesnelere karşı duyulan gizemli hazcılık isteği aynı nesneleri özsel insan yaşamının biricik öznesi haline getirmektedir. Dolayısıyla; insanın metalara aşırı derecede sahip olma isteği, gerçekte kendi zayıflığını metalar aracılığıyla tamamlama istencinin de bir ürünüdür. Haliyle; metaların toplam artışı insanın kendi yaşamındaki bir tür boşluğu doldurma istencinden de kaynaklanmaktadır. Kısacası; metalar dünyasına dönük bütün bu gizemli arzular kendilerini insanların acziyetlerini ve zayıflıklarını saklama çabasında gösterirler.
Sınıflı toplumlarda sosyal konumu açığa vuran gösterge-metalara sahip olmak, insana toplum içinde güçlü ve etkili bir toplumsal konum kazandığı izlenimi verir. Örneğin, kapitalist toplumda son model bir araba sahibi olmak kayda değer bir sosyal gösterge statüsüdür de. 1844 El Yazmaları’nda Marx (1978) toplumsal ilişkilerin merkezinde “olmak” fiilinin yerini “sahip olmak” fiilinin aldığını söylemişti. Dolayısıyla; salt tikel insan için geçerli olan bu durum, bütün emek tarzları için de geçerlidir. Aslında kapitalizm toplumun tüm parçalarında sahip olmanın olmaya üstünlüğü anlamına da gelmektedir. Tüm kültürel ve sosyal doku sahip olmak ya da olmamak biçiminde kodlanmakta; yaşam sahip olunanlar ve olunmayan biçiminde bölümlenmektedir. “Olmanın”, haliyle “kendi olmanın” ve “kendini tanımanın” kendiliği yerini sahip olamamanın sahip olma karşısındaki huzursuzluğuna bıraktıkça, genel hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı kapitalist toplumun temel insani ve ruhsal yapısı haline de gelmektedir. Başka bir deyişle, “kendi için oluş” yerini “kendinde bir sahip olma” ve “sahip olamama” ikiliğine bıraktıkça; insan oluşunun nihai amacı tüketimsel-varoluşun belirleyici olduğu bir hakim sınıf kültürünün egemenliği altına da girmektedir.
Marx metaların gizemli hiçbir yanı olmadığını şu sözlerle açıklıyordu: “İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi görünür. Oysa metanın analizi, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu gösterir. Kullanım halindeki bir değer olduğu sürece, ister insan ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi açısından, ister bu kapasiteyi taşıyan özelliklerin insan emeği ürünü olması açısından ele alınsın, metanın gizemli hiçbir yanı yoktur.” Her hangi bir metanın “çok önemsiz ve kolayca anlaşılır” olabilmesi için, doğadaki her hangi bir nesneden farksız bir şekilde algılanması gerekir. Bir metayı satın almak isteyen kişi, ilk olarak o metanın hakkında ne düşünür? Fiyatını mı yoksa yararlılığını mı düşünür? Keza; meta alıcının gözünde bir emek ürünü olarak değil, Marx’ın da altını çizdiği gibi “önemsiz ve kolay” bir şey olarak, yani satın alınarak eve götürülebilecek bir “şey” olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla; bu durum insan bilincinin “ters yüz olmuş görünümünün” bir sonucudur. Başka bir deyişle, metayı alan kişi (ortalama bir bilinç) o meta da kristalize olan soyutlaşmış-somut emeğin imgesi ile soyut-emeğin icatçı-düşünce biçimindeki formlarının hareketini göremediği için, haliyle o metaya sadece ortaya çıkmış olan bir ürün (mal) olarak bakma ve ona sahip olma yanılsamasına düşmektedir. Marx’ın da belirttiği gibi “Oysa metanın analizi, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu gösterir.”. Diğer bir değişle, insanlar, metaları insan emeğinin bir sonucu olarak değil, insanı metaların bir sonucu olarak görürler. Bu “baş aşağı bakış” yüzünden meta “maddi” insan emeğinin bir sonucu olarak değil, insan “metafizik incelikler ve teolojik süslerle” dolu metanın bir sonucu olarak gözükür. Dolayısıyla; burjuva insan tipinin genel ve ortama zekası meta fetişizmine bağlı olarak gelişen mistik ve gizemci düşünce yapılarının da tesiri altındadır. Başka bir deyişle, iddia edildiği gibi modern burjuva akıl rasyonalist temelde bir akıl değil, büyük oranda meta fetişizminin gizemci ve mistik yanları ile kuşatılmış olan metafizik ve irasyonal bir akıldır. Öte yandan, yine burjuva modernizminin bir halkası olarak Aydınlanma düşüncesi de, din karşısındaki sözde karşıt tutumuna rağmen, bilimin kendisini pozitivizm kanalıyla dinselleştirme yoluna giderek aklın kendisini bu defa mistik ve gizemli bir “nesne” haline getirme şeklinde ki bir yanılsamaya da düşmüştür. Dahası aklı özneleştiren idealizm karşısında her fırsatta böbürlenen materyalizm de aklı “nesneleştirerek” gerçekte metayı “tanrısallaştırma” yanılsamasına düşmektedir. Böylece akıl ve onun bileşeni olarak zeka hem idealizmin hem de materyalizmin elinde nicel, sayılabilir ve kullanışlı bir “şey” haline gelmektedir.
Kapitalizmde meta-insan karşılaşmasında her şey baş aşağı durmaktadır. İş bir metanın “gizemini” çözmeye gelince, bakmamız gereken şey, o metanın hangi insan ihtiyacı için, ne amaçla kullanılacağıdır. Özetle hangi “işe” yaradığıdır. Bir meta, kullanılabilecek bir “kullanım-değerine” sahip olduğu müddetçe, ister belirli türden insan ihtiyaçlarını karşılayabilme yeteneğine sahip olsun, ya da sadece kendi kapasitesinin ötesinde sadece sıradan bir insan emeğinin yalın bir sonucu olsun, bir emek ürünü olarak metanın gerçekte hiçbir esrarengiz yanıda yoktur. Dolayısıyla; bir metanın bu derece “esrarengiz” ve “mistik” algılanmasını sağlayan, onun meta olarak ortaya çıkış ve pazarlanış sürecidir. İşte o zaman meta insanın gözünde “olağanüstü bir şeye” dönüşür. Marx’ın masa örneğinde de verdiği gibi artık meta olarak “Masa, yalnızca ayakları üzerinde durmakla kalmaz, öteki bütün metalarla ilişki içerisinde, baş aşağı durur ve o ahşap beyninden, masayı sihirle havaya kaldırmak”tan çok daha çarpıcı, parlak fikirler saçar.” Masa gibi tüm dünya üzerindeki metalar “büyülü” gibidir şimdi! Bu baş döndürücü “meta-büyüsünün” etki alanına giren insan kendi çalışmasının bir sonucu olan, doğadan elde ettiği doğalojik-maddeleri biçimlendirerek ürettiği emekolojik-metaları kendisine yararlı olacak bir biçimde rasyonel temelde düzenleyeceği yerde, kendinin bir sonucu olan metaların ve bu metalara hükmeden sınıfların egemenliği altına girmekten de kurtulamamıştır. Metalara egemen olması gereken insan, metanın egemenliğine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Marx’ın “masası” (Marx’ın da göremediği bir biçimde) “mübadele-değeri” kabuğuna bürünmüş metanın icatçı-düşünce ile olan bağına (bu icatçı-düşünceye duyulan kullanıcı-aşkına da) işaret etmektedir. Dolayısıyla; onun ilk biçimi olarak Marx’ın “ağacı”, insan gereksiniminin (bu kullanıcı düşünceye ve metasına duyulan icatçı-aşkı’dır), yani maddenin “kullanım-değeri” olarak bir görünümüdür.
Kullanım ile değişim değerleri arasındaki zıtlık, ya da emekolojik açıdan söylersek icatçılık ve kullanıcılık ararasındaki bölümmüşlük ve “yabancılaşma”; (bunlar sanılanın aksine antagonisttik ve uzlaşmaz çelişkilerde değildir) maddenin biçiminin gereksinim ile mübadele amacıyla kullanımı noktasında düğümlenmektedir. Haliyle; meta fetişizmi mübadele yönünde icatçı-emek payını yücelten bir sınıf egemenliğini takip eden bir kullanıcı-sınıf (“mübadele-değeri”) hayranığını ve icatçı düşünceye karşı duyulan açık ya da gizli “yer değiştirme” isteğini de beraberinde getirmektedir. Bu yer değiştirme isteği, ya da karşıtına dönüşme istenci, asıl olarak metalar kanalıyla birbirine yabancılaşan ve yabancılaştıkça da birbirine uzaklaşarak yakınlaşan bir mistisizmi de, emek türlerinin birleşik hareketinin mistik bir algılanma biçimini de beraberinde getirmektedir. Metalar dünyasının ters yüz edilmiş bir biçimde algılanışı, gerçekte emeğin emeğe olan yabancılaşmasının mistik bir düşünce yapısı üretmesinden kaynaklanmaktadır. Lakin bu mistik düşünce var olmasaydı, emeğin emeğe olan yabancılaşması biçimindeki insan varlığı da asla var olamazdı. Kuşkusuz bir dönem için insan ilerleyişinin ayrılmaz bir parçası olan bu mistik düşünme şekli (örneğin inançlar ve dinler tarihi vs.); kendisini özellikle yabancılaşma felsefesi biçiminde din ve ahlak öğretisine yapışık bir şekilde sunmuş olsa da, artık bu mistik düşünce tarzı gereksiz ve atıl bir duruma da adım adım gelmektedir. Dolayısıyla bilim emeğinin üretimine ve tüketimine dayalı komünist bir dünyada yabancılaşma felsefesinin mistik kabuğuna da gerek kalmayacaktır. Böylesi bir toplumda yabancılaşma toplumsal bir biçimde değil, ancak kişilere özel tarzda içkin ve saltık bir biçimde yaşanabilir bir süreç haline gelecektir. Kuşkusuz bu durum bugünden kestirilmesi güç olan yeni bir öznellik ve özerklik halininde oluşması manasına gelmektedir.
İlkel dönemde insan (çok sınırlı miktarlar dışında) belirli bir mübadele amacı gütmeksizin, doğadaki tüm nesnelerin biçimini kendi gereksinimine göre değiştirebiliyordu. Üreticilerin elde ettiği ürünlerden ihtiyaç dışı artık-ürünün bir kısmı, neden değiş-tokuş biçiminde cereyan eden meta ekonomisi için gerekli tarihsel koşulları sağladı? İnsanları kendi gereksinimleri dışında mübadele için fazladan üretmeye zorlayan şey “rastlantı” mıydı? Bütün bu sorular önemlidir. Keza; insan kendi toplumsal yok oluşunu engelleyebilmek için, içinde bulunduğu emek güçlerini ve emek ilişkilerini sürekli olarak devindirmek zorunda kalan tek canlıdır. Başka bir deyişle, insana özgü bu “hayatta kalma içgüdüsü” salt emek dünyasına/popülasyonuna özgü bir niteliktir. İşte bu nedenden dolayıdır ki, bu toplumsal gelişme dönemlerinden birinde insan, kendi yok oluşunu engelleyebilmek (ve türsel varlığını sürdürebilmek) için o güne kadar hiç denemediği bir şeye, yani yeni ekonomik ve toplumsal ilişki biçimlerine geçebileceğinin bilincine varmıştır. Binlerce yıllık bu süreç, bundan kabaca yaklaşık on bin yıl önce av emeğinin devrimi ile başladı ve tarım emeğinin devrimi ile yeni bir evreye ulaştı. Özelikle de tarım emeğinin devrimi demek toprağın insanlık tarihinde ilk defa bir emek aracı (değer) olarak insanın hizmetine girmesi demektir. Toprağın üretici güçlerinin sağladığı bolluk, ilkel çağın basit yaşam tarzında devrimci bir dönüşüme neden oldu. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, birbirine kan bağıyla bağlı klan örgütlenmesinden, yerleşik düzene geçiş ve yaygın kentleşme yine bu dönemde başladı. Tarım ve hayvancılık teknolojisindeki yeni emek güçleri sayesinde bu “basit” insan, doğa ile girdiği alışverişin çevresini genişletmeye, yeni toplumsal ihtiyaçlar ve bu toplumsal ihtiyaçları aşan bir artık-ürün ortaya çıkarabilecek maddi emek koşullarına sahip oldu. Bu artık-ürünün ve bu artık-ürüne bağlı yeni toplumsal ihtiyaçların tarih sahnesine çıkışı, insan topluluklarını artık ürünlerini birbirleriyle değiş-tokuş etmeye de yöneltti. Toplumsal ilişkiler içerisinde “kendiliğinden” ve “doğal olarak” gelişen bu ilişkiler zaman içerisinde basit değiş-tokuş ilişkilerinden çok daha karmaşık mübadele ve pazar ilişkilerine doğru yol kat etti. Nesneleşmiş emek ürünlerinin doğrudan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmesi (“kullanım-değeri”) ile mübadele için üretmesi (“mübadele-değeri”) arasında tarihsel ayrım belirgin biçimde bu dönemde ortaya çıktı. Toplumsal ihtiyaçların renklenmesi, mübadele için emek güçlerini daha da geliştirmeye insanları zorladıkça, üreticiler ile üretimin maddi koşulları birbirinden ayrışarak, birbirine “yabancılaşmış” icatçılaşmış-emek ve kullanıcılaşmış-emek biçimleri, değer, meta, pazar vb. ekonomik kategoriler ortaya çıkmaya başladı. Başka bir deyişle, insana özgü hayatta kalma ve türünü sürdürme içgüdüsü emek dünyasının/popülasyonunun sürekli gelişimi ve ilerleyişini olanaklı hale getirdi. Dahası; metalar dünyasına kullanım-değerleri ve mübadele-değerleri kategorileri de yeterli gelmeyip, kapitalizmin gelişmesi ile birlikte bu kategorilere dolaşım-değeri ve tüketim-değeri kategorileri de eklendi. Günümüz dünyasında ise metalar öylesine kozmopolit bir karakter kazanmış durumdadır ki, eski iktisadi kategoriler ile olup biteni anlatabilmek neredeyse imkansız bir hale gelmiş durumdadır. Dolayısıyla; emekoloji’nin kendine has “üretim-değeri”, “dolaşım-değeri”, “tüketim-değeri” ve “miras-değeri” kategorileri bugünün dünyasının çoklu-metalar evrenine teorik bir açıklık getirme çabasına da denk düşmektedir.
Tarım emeğinin devrimi ile birlikte ilkel toplumun dar sınırları, üreticiler ile üretimin maddi koşullarının “doğal birliği”, insanın doğa ile zorunlu iç içe geçmişliği yine bu dönemde parçalanmıştır. İlkel toplumda emeğin emek güçlerinin gelişme düzeyi çok düşük olduğu için, insan doğadan çok farklılaşmamış, insanın doğa ile alışverişi dar bir çerçevede cereyan etmiş, buna bağlı olarakta kendi ihtiyaçlar çeşitliliği doğanın (verdiği kadarının) sınırlarını pekte aşmamıştır. Lakin tarım emeğinin devrimi ile birlikte, ilk defa olarak insan kendi ihtiyaçları dışında mübadele amacıyla sistematik artık-ürün üretmeye yönelmiştir. Büyük çaplı tarım ürünlerinin kentlerde depolanması süreci de yine bu dönemde (köleci dönemin üst evresinde) başlamıştır. Bu durum üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki doğal birliğin bozulmasına, kullanıcı-üreticilerin; üretimini yaptıkları maddi koşullara, mübadeleye, değere, metaya vs. “yabancılaşmaları” sonucunu doğurmuştur. Böylece insan kendi ürettiklerinin üzerinde egemen olan bir güç olarak değil, kendi ürettiklerinin egemenliği altına girmiş olan “ters yüz edilmiş bir varlığa” dönüşmüştür. Bu açıdan bilim emeğinin devrimine dayalı “Komünist devrim”; üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki bu kopmuş birliği yeniden tesis ederek, üretim sürecinin insana değil, insanın tekrardan üretim sürecine egemen olmasını sağlamak zorundadır. Bu şekilde insan kaybettiği “doğal birliği” yeniden kazanabilecektir. İnsanın “yabancılaşmış emeğin” tezahürleri olan, mübadele, değer, piyasa vs. gibi koşulların egemenliğinden kurtularak, kendi insan olma koşullarının birliğini yeni baştan tesis edebilmesi ancak bilim emeğinin devrimi ile mümkündür. Ancak bilim emeğinin devrimi icatçı ve kullanıcı bölümlenmesine dayalı sınıfsal farklılaşmayı ortadan kaldırarak, üreticiler (icatçılar) ile üretimin maddi koşulları (kullanıcılar) arasındaki “doğal emek bağını” yeniden kurabilir ve toplumsal icatçılık sistemine dayalı bir sınıfsız komünist toplum inşa edebilir. Burjuva insan tipi, “yabancılaşmış emeğin” bir sonucu olan bu kendi insan dışı görünümünden/yansımasından başka bir şey göremediği için, kendisini bu koşulların ötesine taşıma gücünü kendisinde bulamayan bir insan tipidir de. Hâlbuki bu gayri insani koşulların ortadan kaldırılması insanlığın evrensel kurtuluşunun sonal amacı olmaya devam etmektedir.
“Yabancılaşmış emek” biçimini almış insan emeği, üretici faaliyeti ne kadar çok yönlü olursa olsun; aynı zamanda insan bedeninin değişmez bir fizyolojik işlevidir de. Emek, sadece üretimin bir parçası değil, insan organizmasının varoluşunun fizyolojik ve ruhsal özüdür. İnsan doğa ile karşılıklı olarak alışverişe emek vasıtasıyla girmektedir. İnsan emek faaliyeti aracılığıyla kendisini çevreleyen bu doğayı dönüştürürken bir yandan hem kendisini dönüştürmekte hem de mücadele halinde olduğu doğayı dönüştürerek, onu “insanileştirmekte”; onu kendisi için yaşanılabilir bir emek-doğasına çevirmektedir. İnsan doğanın basit bir uzantısı değil, doğanın canlı ve etken bir parçası olduğu kadar, kendi akıl yetisini doğaya karşı bir kuvvet olarak kullanabilen tek canlıdır da. Çünkü her şeyden önce emek özü itibariyle (bioevrimsel süreçte) insan organizmasının işleyişinin fizyolojik bir zorunluluğu haline gelmiştir. İşte bu yüzden emek insan organizmasının mutluluğu için gerekli fizyolojik bir zorunluluk, daha doğrusu insan mutluluğunun vazgeçilemez bir etkenidir de. İnsan mutluluğunun temeli olan emek, “yabancılaşmış emek” biçimini alarak, mübadele, değer, meta, özel mülkiyet vs. biçimleri altında kendi “doğal birliğini” ortadan kaldırmakta, insanın insan olması için gereken koşulları gayri insani bir durumuna dönüştürmektedir. Üreticiler ile üretimin maddi koşulları birbirinden ayrıldıkça, emek faaliyeti insan mutluluğunun bir kaynağı olarak değil, tam tersine insanı huzursuz eden bir etkinlik haline de gelmiştir. Bu durum insanları birbirinin kurdu haline de dönüştürmüştür. Böyle bir toplumda yaşam ve mutluluk ancak ve ancak bu faaliyetin bittiği anda, özellikle de iş zamanının dışında kalan zaman diliminde (“boş zamanda”) bir nebze olsun gerçekleşmektedir. Böylesi bir toplumda çalışmak bir zevk ve ihtiyaç değil, bir zorunluluk halidir. Lakin günümüz glokal-kapitalist kültüründe insanın tümüyle kendisine ait olduğunu varsaydığı boş zamanları bile büyük oranda egemen eğlence endüstrisinin kalıpları tarafından belirlenmekte; boş zamanın nasıl değerlendirileceği ise yine sistem tarafından tarif edilmekte olan tüketim-normlara göre şekillendirilmektedir. Bu açıdan popüler kültür şeklinde karşımıza çıkan hakim burjuva kültürünün eleştirisi gerçekte tüketim kültürünün eleştirisidir de. Ve dolayısıyla tüketim kültürünün çok yönlü eleştirisi kapitalizmin bütünsel eleştirisinin de ayrılmaz bir parçasıdır.
Son tahlilde; emek mefhumu, insan organizmasının varoluşunun fizyolojik özüdür. Emek, insan beyninin, sinirlerinin, tüm bedeninin harcanmasıdır. Emeğin niceliğinin ve niteliğinin belirlenmesi de yine bu emeğin harcanması ile gerçekleşir, emeğin nicel ve nitel değerini belirleyen şey; emeğin niceliksel ve niteliksel hareket tarzı olarak emeğin yine kendine özgü hareket tarzıdır. Harcanan emeğin nicel ve nitel büyüklüğü ya da küçüklüğü, emeğin niceliği ile emeğin niteliği arasındaki farkı oluşturmakta, nicel değer nitel değeri, nitel değer nicel değeri karşılıklı olarak belirlemektedir. Başka bir deyişle, emeğin “nicelleşmiş-nitel“ hareketi ile “nitelleşmiş-nitel” hareketinin birleşik diyalektik devinimi emeğin kendisini, insanın nicel ve nitel hareketinin soyut ve somut görüngülerini meydana getirmektedir. İnsanın hayatta kalmak için harcaması gereken emek miktarının önemli bir kısmı aynı zamanda “emek araçlarının üretimi için harcanan emektir“ de. İnsanın emek araçlarının üretimi için kullandığı emek miktarı, emek güçlerinin düzeyinin tarihsel gelişme momentlerini de içermektedir. Her tarihsel moment, emek güçlerinin değişme, gelişme ve dönüşme düzeylerine uygun düşen emek miktarını oluşturmaktadır. Örneğin, ilkel toplumlarda emeğin emek güçlerinin gelişme düzeyi çok düşük bir seviyede olduğu için, insanın doğadan farklılaşması çok az bir gelişme kaydetmiş, üreticiler ile üretimin maddi koşularının “doğal birliği” üretim sürecine egemen olduğu için, insan ile doğanın birliği bir “iç içelik” durumu meydana getirmiştir. Bu yüzden ilkel toplumlarda, insan ihtiyaçlarının çeşitliliği, doğanın-doğasının dar sınırları içinde kalmıştır. İlkel toplum tüm üretim ve bölüşüm faaliyetlerini toplumsal bir şekilde sürdürmekte, toplumsal olarak üretmekte ve bölüşmekteydi. İlkel toplumlarda insanlar ortak olarak ne üretiyorlarsa, yine aynı şekilde ortak olarak tüketiyorlardı. Başka bir deyişle, insanlar ne üretiyorlarsa, daha en başında ortak emek faaliyeti ile üretiyorlar, ortak emek faaliyeti olarakta tüketiyorlardı. Dolayısıyla; bu toplum biçiminde bir üretim-fazlası yoktu. İlkel toplumlarda toplumsal işbölümündeki kısmi ilerlemelere ve emek ürünlerindeki çeşitlenmeye rağmen, toplumsal emek ürünlerinin tamamı yine toplumsal olarak tüketilmekteydi. Üretime bağlı olarak işbölümündeki gelişmeler görece emek ürünlerinin çeşitlenmesine neden olsa da, “doğal komün” şeklinde örgütlenmiş olan bu toplumsal yapı da, toplumsal olarak üretilmiş emek ürünleri hiçbir zaman bireyler arası mübadele aracı olarak meta şeklini alamamaktaydı. Komün şeklinde örgütlenmiş olan bu toplumun toplumsal emek ürünleri, bu emek ürünlerinin üretilmesi için gereken toplumsal ve tarihsel emek miktarının her üreticiye düşen payı olarak komün üyelerinin gereksinimlerine göre dağıtılıyordu. İlkel toplumda üretim ve tüketim gibi tüm toplumsal faaliyetler tüm toplumun ortak çıkarını içerdiği için, bu toplumda insanlar arası sömürü ilişkileri ortaya çıkamamış, birey ile toplum “bir” ve “aynı şey” haline gelmiş, herkes aynı toplumsal bütünün (ortak-emek faaliyetinin) parçası haline gelmiştir. Bu doğal komünalizm adı üzerinde zorunlu bir ilkel komünalizm türüne de denk düşmekteydi.
İlkel toplumda bireysel emek üretimi (kendi başına toplumsallık karşısında icatçı-emek-payı) olmadığı (ya da farklılık yaratmadığı) için, burjuva toplumunda olduğu gibi bireysel emek ürünlerini birbirleriyle mübadeleye sokabilecek ilişkilerinde (kullanıcı-artık-emek-paylarının da) her hangi bir gerçekliği bu toplumsal emek formunda yoktu. Komünal toplumda emeğin emek güçlerinin bu düşük düzeyi; o dönem için insan ile doğa ilişkisinin genel tablosunu, dolayısıyla insanın emek araçlarının üretimi için kullandığı emek miktarını, yani insanın emek güçlerinin o kesitteki düzeyinin tarihsel gelişme momentlerini de göstermektedir. Emek güçlerindeki her tarihsel moment, emek güçlerinin gelişme düzeyine uygun düşen tarihsel emek miras miktarlarını da meydana getirmektedir. Kuşkusuz ilkel sistemde bu miras değerleri de çok düşük bir seviyedeydi. İlkel toplumda emek güçlerinin dar ve sınırlı gelişme düzeyini belirleyen bu moment, komünal toplumun kendine yeterli ve içine kapalı toplumsal üretim miktarı düzeyini de beraberinde getirmiş; bu da zorunlu bir komünalizmi meydana getirmiştir. Lakin insanlar ilkel toplumun tersine topluluk için değil, kendi bireysel emekleri için üretmeye ve ürettiklerini takas sürecine sokmaya başladıkça, yani kendi dar toplumsal üretim sınırları mübadele aşamasına ulaştıkça; işte bu aşamayla birlikte artık insan emeği yeni bir toplumsal biçim almakta, fakat bu toplumsal üretim biçimi salt toplumun ortak çıkarları için değil, bireysel üreticilerin bireysel mübadele süreçlerin için yapılan bir üretim ve tüketim şeklini aldıkça; toplum içi sınıfsal bölünmüşlüğün ve iş bölümü farklarının derinleşmesi de kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Kuşkusuz bu düzeyde bir toplumsal farklılaşma ve sınıfsal bölünmüşlüğün doğmasını sağlayan da yine ilkel düzeyde de olsa artık-ürün, pazar ve mübadele ilişkilerinin (daha doğrusu toplayıcı ürünlere karşı av ürünlerinin) ortaya çıkmaya başlamış olmasıdır. Lakin artık-ürün, pazar ve mübadele demek ortaya çıkan her ürünün en başından itibaren belirli oranlarda üretim, dolaşım, tüketim ve miras değerlerine sahip olması anlamına geleceği için, sınıf mücadelesinin temelinde yatan şeyin, asıl olarak en başından beri artık-ürün üzerinde egemenlik kurma mücadelesi olması da hiç kuşkusuz raslantı değildir. İster av, ister tarım, ister sanayi, ister teknik ürünlerin dolaşıma girdiği pazar ilişkileri olsun, pazarın olduğu yerde sınıfsal farklılaşmanın ve ürünler dünyası üzerinde sermayenin o an ki türsel emek formuna göre (av-sermayesinin, tarım-sermayesinin, sanayi-sermayesinin, tekno-sermayenin vs.) hakimiyet kurma gayretinin var olması da kaçınılmaz bir gerçektir.
Dolayısıyla; ilkel komünal dönemin üst evresinden itibaren, üreticiler ve üretimin maddi temeli arasındaki ayrışma, özellikle av emeğinin ve ürünlerinin ortaya çıkışı ve daha sonrasında tarım emeği ile birlikte artık-ürüne bağlı sistematik artık-emek birikimine dayalı icatçı-emek ve kullanıcı-emek bölümlenmesini temel alan sınıfsal konumlanışların derinleşmesine ve buna bağlı olarak gelişen yöneten/ezen ve yönetilen/ezilen ilişkilerinin (ve dahası devletin ve yan kurumlarının) oluşumuna da sebebiyet vermiştir. Diğer bir deyişle, emeğin emek üzerindeki tahakküm ve sömürü ilişkileri arttıkça emek içi türsel farklılaşma ve türe bağlı olarak gelişen emek araçları karsışındaki icatçı-emek ve kullanıcı-emek konumlanışlarının bölünmüşlük hali ilkel toplumun “doğal komünal birliği”nin altını adım adım oyarak bu toplumsal formasyonun ortadan kalmasına ve yerine sınıflı köleci toplumun ve köleci-yürütme-devletinin geçmesine neden olmuştur. Kısacası; insanın doğa karşısındaki mukavemeti ve doğaya egemen olma istenci emek güçlerini geliştirdikçe sınıfsızlıkla yola çıkan insanlık gelişiminin belirli bir evresinde sınıflı bir yapıya geçiş yapmıştır. Bu durum aynı zamanda sınıfsızlıktan sınıflı yapıya geçebilen insanlığın bilim emeğinin üretimine ve tüketimine dayalı bir tarihsel sistem olarak komünizme, yani tek sınıflı yapıya kontrollü ve bilinçli bir şekilde geçiş yapabileceğinin de göstergesidir. Keza; geçmişe doğru hareket ettikçe geleceğe doğru hareket eden insanlık tarihi, geleceğe doğru hareket ettikçe de geçmişe doğru hareket ettikçe, geçmişle gelecek, gelecekle geçmiş arasındaki organik bağlar ve emeğin diyalektik ilerleyişinin aldığı ya da alabileceği görüngülerde daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Keza; sınıfsız komünist bir gelecek sınıfsız “komünist” bir geçmişin tarihsel emek mirasının da bir devamıdır. Dolayısıyla; insan tarafından tarihsel olarak inşa edilmiş her emek sistemi kendi başına tarihsel bir yapı olduğundan dolayı, bu yapı yine insan tarafından yıkılıp yerine yeni bir sistem inşa edilebilir. Başka bir deyişle, tarihsel olan herşey yine tarihsel olarak ortadan kalmaya ve yeni bir biçim kazanmaya da mecburdur.
Öte yandan, meta mistisizmi konusuna yeniden dönersek; her hangi bir meta öznel değer görünümü alarak değişime uğradıkça, kendi nesnel biçiminin pozitifliğini yadsıyarak, kendi varlığının var olma biçiminden (nesne olma durumundan) daha az ya da daha fazla olmak kaydıyla, kendi varlığının inkarının/yadsınmasının (nesne olma durumundan meta olma durumunun) sonucu olan “mübadele-değeri” olma öznel niteliğini pazarda kabul ettirme özelliğine de sahiptir. O (meta) artık ilk başta pazarda mistik bir sis perdesi tarafından örtülmüş “gizemli bir değişim nesnesi” gibi görünmektedir. Bir nesneye meta biçimini veren, kendi doğal kullanım değeri değil, belirli türden bir başka meta ile takribi olarak değişebilme niteliğidir de. Başka bir deyişle, her hangi bir insanın emeğinin başka bir türden emek ile olan “eşitlik derecesi” ve metanın içinde billurlaşmış emek-miktarının değerinin diğer emek ürünleri arasındaki nesnelliği; emek türlerinin tümünün kendi aralarında pazarda kabul edilmiş “eşit derecelerde” karşılıklı olarak değişebilirlik değerine sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Her hangi bir insanın meta görünümündeki emek-miktarının diğer emek miktarları ile eşitliği ve bu eşitliğin değişime gireceği metalarla olan eşit nesnelliği, tüm emek ürünlerinin kendi arasında cereyan eden “eşit derecedeki emek değerlerinin miktarlarının” genel ve soyut bir ifadesinden başka da bir şey değildir. Dolayısıyla, metalar arası değişim ilişkilerinin eşit derecelerini belirleyen de yine emeğin almış olduğu türsel görünümler ve bunlar arasındaki dolaylı ve doğrudan ilişkilerdir. Haliyle; örneğin sanayi-metalarının teknik-metalar karşısında tüketime girerken, teknik-metaların glokal-pazarlarda sanayi-metaları karşısında üretime girmekte zorluk yaşaması da (örneğin, gümrük duvarları, vergiler, ulusal-bürokratik engeller vs.), yine sanayi-metalarının dolaşımsal ihtiyaçlarına göre sekillenmiş olan ulusal-pazarların ulus-ötesi-pazarlar karşısında bir “duvar” işlevi görmesidir ki, bu durum teknik-ürünlerin tüketime girme (tekno-karı arttırma) sorununu, dolayısıyla sanayi-ürünlerinin de üretim (yeni pazarlar bulma) sorununu beraberinde getirdikçe, tekno-kar karşısında gerileyen sanayi-kar oranları kaçınılmaz bir biçimde minoktokratik-kapitalizmin yapısal krizini derinleştirmekte; bu da glokal yapıdan global-kapitalist yapıya geçiş sürecinin daha çetrefilli ve çatışmalı bir hal almasına neden olmaktadır. Başka bir deyişle, Ricardocu İngiliz Ekonomi Politiğinden beslenen proletaryan-marksist iktisadın asıl anlamadığı ve genellikle de “aşırı üretim krizi” olarak bahsedilen olgu aslında üretim krizinin dolaşım krizini dolaşım krizinin tüketim krizini tetiklemesi sürecidir. Halbuki bütün bu krizler birbiri ardına gelişen fakat birbirinden yapısal farklılıklara sahip olan krizlerdir. Örneğin, üretim krizi olmadan da tüketim krizi olabilir. Keza bütün bu krizlerin kendi başlarına yapısal özellikleri vardır. Şayet bir sistem aynı anda hem üretim hem dolaşım hem de tüketim krizini yaşıyorsa; o toplum biçimi miras krizini de var ediyorsa, o toplum tarih sahnesinden çekilmeye mecburdur. Kısacası; sistem bu üç yapıyı bir araya getirip miras krizini de meydana getiriyorsa, o sistem artık bitme noktasına gelmiş demektir. Ve dahası bu durum salt kapitalizme özgü bir durumda değildir. Kapitalizm öncesi sistemlerde (köleci, feodal vs.) benzer krizler neticesinde son bulmuştur.
“Mübadele-değeri”ni yaratan emek-değerinin büyüklüğü ya da küçüklüğü, emek ürünlerinin üretilmesi için “zorunlu olan toplam emek miktarı” ile belirlendiğine göre, ne kadar çok ya da az emek-gücü harcanırsa (tabi belirli toplumsal koşullar altında), harcanan bu emeğin emek-miktarının ölçülmesi, emek ürünlerinin değerlerinin niceliğinin (emeğin niceliksel varoluş tarzı yine emeğin niceliksel hareketidir) belirlenmesini de sağlamaktadır. Üretim içerisinde ne kadar emek gücü harcandığının, bu harcanma süresi ile, yani emeğin niceliği üzerinden ölçümü, tüm emek ürünlerinin değerinin genel niteliğini de vermektedir. Canlı icatçı-emek ve kullanıcı-emek, niceliksel olarak kendi gelişim alanında, yani emeğin zamansal büyüme ve katlanarak değer yaratma aşamasında, canlı emek biçiminden cansız kullanıcı-emek (örneğin, makinalar vs.) ve icatçı-emek biçimini alarak yarattığı bu değerin bir kısmını üretimin maddi temelinin bir parçası olan “sabit sermaye” (emek araçları vs.) içerisinde, değerin geri kalan kısmını da, sermayenin organik bileşiminin emek gücü bileşiğini oluşturan, ücretli kullanıcı emeğin bağımlılığının yeniden örgütlenmesi için kapitalistin el koyduğu artık-değer (ödenmemiş emek) biçiminde ortaya koymaktadır. Örneğin, her hangi bir proleterin kapitaliste bir meta biçiminde sattığı emek-gücü, kullanıcı-emek payı gereğince değerin tek yanlı yaratıcısı olmasa da, sermaye birikiminin yeniden üretimi için ayrılan (kapitalistlerin emek güçlerini ve emek araçlarını yeni teknolojilere göre geliştirme arzusunun temelinde, kar oranlarının yükselmesi beklentisi de vardır) harcamalar ve ücret kısmının en önemli parçalarından birini oluşturur. Kapitalist için, proleterin kendi iş gücünün değeri dışında ürettiği bu değer, yani artık-değer kapitalistin bedelini ödemeksizin el koyduğu bir değer cinsidir de. Sanayi emeğinin devrimi ile birlikte sanayi emeğinin kullanıcı-emek payına dair olan bu artık-emek-miktarının üretimi ve yeniden üretimi daha önceki toplumsal formasyonlar ile kıyaslandığı zaman, ödenmemiş-emek-miktarındaki gözle görünür artışın temel nedeni; kapitalist birikimin doğa üzerinde kurmuş olduğu tahakküm ve mukavemet seviyesindeki yoğun artıştır. Keza; kendisinden önceki emek türlerine ve sistemlerine kıyasla doğaya daha yoğun bir müdahale anlamına gelen sanayi emeği, kullanıcı-emek kesiminden elde ettiği ödenmemiş-emek-miktarlarını arttırmak için hem emeğin niceliğinin hem de emeğinin niteliğinin köklü bir şekilde yapılandırılması (emeğin örgütlenmesi) noktasında kendisinden önceki emek türleri ve emek sistemlerine kıyasla fersah fersah önde olan bir sistemdir. Dolayısıyla; artık-emek sömürüsünün organizasyonu ve planlanması (ve dolayısıyla teknolojinin geliştirilmesi) açısından daha önceki sistemlerle kıyaslandığında, iş gücünün örgütlenmesi ve belirli periyodik üretim hedeflerinin gerçekleştirilmesi noktasında, üretimin rasyonel ve matematiksel temelde hesaplanır hale getirilmesinde, kapitalizm kendisinden önceki sistemlerden kat ve kat üstün bir sistem olma özelliğine de sahiptir. Başka bir deyişle, burjuva aklın tüm gizemci ve mistik yanlarına karşın, söz konusu olan emeğin örgütlenmesi ve sanayi-artık-değerin emilmesi olduğu zaman, Weber’in “demir kafes” adını verdiği sanayi aklının ne derece planlı olabileceği de ileri düzeyde modern sanayi disiplininin karakteristik özelliklerinden biri olmuştur. Kuşkusuz böylesi bir akıl en başta sanayiburgların icatçı ve yönetici konumlanışından da kaynaklı bir akıldır. Lakin bu akıl kapitalizme özgü bir durum olarak sanayi emek tarzına bağlı üretim, dolaşım ve tüketim bölünmüşlüğünü ortadan kaldıramamış; bu sistemde üretim, dolaşım ve tüketim arasındaki çelişkili durum belirli periyodik krizlere neden olmuştur. Zira bu sistemde üretim, dolaşım ve tüketim birbirinden kopuk bir şekilde gerçekleşen faaliyetler olduğu için, üretim, dolaşım ve tüketim krizleri zamanla daha derin periyodik krizleri tetiklediği gibi, bu durum bir sonraki emek sistemindeki üretim, dolaşım ve tüketim krizlerini de tetiklemektedir. Başka bir deyişle, bu süreç sistemin kendi içindeki aşamaların tüketilmesine de sebebiyet vermektedir.
Diğer yandan; kesintisiz emek-sermaye birikimi üzerine kurulu bu düzen de, kapitalistin karını oluşturan şey, tek yanlı biçimiyle kapitalistin karşılıksız olarak el koyduğu kullanıcı-artı-değer değildir; fakat piyasa koşulları içinde birbirleriyle mutlak bir rekabet ve savaşım içinde olan bu tekil kapitalistlerin arasındaki şiddetli rekabet, toplam değerin “en büyük parçasını”, yani kullanıcı-artı-değerin en büyük parçasını yutmayı kapitalistler arası rekabetin şiddetli bir konusu haline getirmektedir. Tekil kapitalistin diğer bir tekil kapitaliste karşı mücadelesinde, sermayenin genişleme (pazar elde etme) sürecinin bir zorunluluğu olarak, tekil kapitalist diğer kapitalist rakipler karşısında daima önde olma mücadelesi vermek zorundadır. Başka bir deyişle, bu mücadele içinde tekil kapitalistin kurdu yine tekil kapitalisttir. Dahası; üretimin toplumsal bir biçim aldığı her aşamada, üreticilerin karşılıklı toplumsal emek ilişkileri, ürünler-metalar arası bir ilişkiler biçimini de almaktadır. İnsanlar arasındaki bu toplumsal emek ilişkileri, ürünler-metalar aracılığıyla gerçekleşen toplumsal ilişki biçimleridir de. Kapitalist toplumda insanlar arasındaki bu toplumsal emek ilişkileri, “doğal” insani ilişkiler şeklinde gerçekleşmediği için, bütün bu toplumsal emek ilişkileri insanların birbirlerini birer ürün-meta-şey olarak görmeye başladığı bir biçim altında gerçekleşmektedir. Kısacası; “milletin dini imanı para olmuş!” sözü bile bu durumun toplum içinde uyandırdığı mistik tepkimelerden yalnızca bir tanesidir. Doğal ve kendinde insan ilişkilerinin yerine geçen bu “şeyleşmiş” emek ilişkileri (örneğin, aşırı para kazanma sevdası vs.), nesneler-metalar vasıtasıyla insanlar arasında ki gündelik ilişkilere de egemen hale gelmektedir. Marx’ın da belirtmiş olduğu gibi; emeğin bir başka emeğe “yabancılaşmasının” bir tezahürü olan meta ekonomisi; üreticinin (kullanıcı-emek-sınıfının) kendi ürününe yabancılaşmasına ve kendi ürününü kendi isteğinden “bağımsız” olarak dışsal bir güce teslim etmesine, aynı zamanda da insanın hem kendi emeğine hem diğer üreticilere-insanlara “yabancılaşmasına” neden olmaktadır. Aynı zamanda bu yabancılaşma bireysel-icatçı emekle toplumsal-icatçı emek arasındaki yabancılaşmayı da sürekli hale getirmektedir (Örneğin, günümüz dünyasında sıkça gözlemlenen “patent hakkı savaşları”). Dolayısıyla; üreticiler ile üretimin maddi koşullarının daha öncede ayrılmış doğal birliğinin yeniden tesis edildiği, üreticilerin üretimin maddi koşullarına egemen olduğu bir toplumsal emek sistemi, yani toplumsallaşmış-icatçılık sistemi var olmadığı müddetçe, emeğin emek üzerindeki tahakkümü de son bulmayacaktır. Bu nedenledir ki, “yabancılaşmış emeğin” bir tezahürü olan sanayi-meta toplumunun eleştirisi, mevcut toplumsal emek ilişkilerinin de bir eleştirisidir. Aynı şekilde; tıpkı kullanıcı-emeğin kendi emeğine olan yabancılaşmasında olduğu gibi, icatçı-emeğinde kendi emeğine olan yabancılaşmasına neden olan bu yapı (burjuvaziyi de insanlıktan çıkaran bu durum); neden olduğu karşılıklı yabancılaşma nedeniyle çift yönlü sarmal bir yabancılaşma formunu da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla; ilk bakışta sırf kullanıcı-sınıfın maruz kaldığı bir yabancılaşma formu olarak görünen bu durum; aslında icatçıyı da kullanıcıya yabancılaştırarak, icatçıyı da kullanıcıya “tutsak” hale getirmekte, tıpkı köle ve efendi ilişkisinde olduğu gibi kölesiz bir efendilik olamayacağı için efendinin de (insan olarak) özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır. Köleliği devam ettirmek zorunda olan efendi aslında kendi içinde bulunduğu durumunda kölesi (pasif nesnesi) olmaktan kurtulamamakta ve sürekli kölenin kendi yerine geçmesi korkusu ile yaşamak zorunda kalmaktadır. Başka bir deyişle, istese de istemese de her kapitalist efendi kendi sermayesinin kölesinden başka da bir şey değildir.
Kapitalizm altında bedenlerin “şeyleşmesi”, yani metalaşması, burjuva iktidarının bir bedenden başka bir bedene geçerek yürüttüğü kılcal bir sınıf çerçevelemesidir. Kapitalizm sadece bedenin ürettiği canlı emeğe değil, doğrudan bedene ve bedenin düşünsel hareket alanına müdahale eden bir sistemdir. Kapitalizm kendisinden önceki toplumsal sistemlere kıyasla bireylerin ve toplumun yaşayış tarzını daha çok düzenlemeye eğilimlidir. Örneğin, makine teknolojisinin egemen olduğu kapitalizm de her hangi bir proleter, makinenin her hangi bir uzuvundan farksızdır. O, üretimin her hangi bir parçasıdır. O makinanın bir eklentisi konumundadır. Proleter kendi iş süresinin tümünü bu şekilde geçirdiği için, tek boyutlu bu üretim şekli proleterin (bir insan olarak) kendi yaratıcı potansiyelini keşfetmesinin önündeki en temel engeldir de. Emek ilişkilerinin toplumsal karakterine rağmen, emek tarzı proleteri bir eklentiye çevirdikçe, proleter hem kendisine hem de üretime yabancılaşmaktan kurtulamamaktadır. Dolayısıyla; kapitalizm demek sadece ücretli emeğe dayalı artı-değer sömürüsü değil, daha önceki emek sistemlerinden farklı olarak bir bütün olarak insan bedeninin takip, kontrol ve gözetim altına alınması da demektir. Kapitalizmde sağlık, eğitim, ulaşım vs. tüm alanlar bu mantığa göre şekillenmektedir. Kaldı ki; kapitalizm de proleterin bedeninin, kapitalistin sahip olduğu her hangi bir emek aracından hiçbir farkı yoktur. Proleter kapitaliste iş gücünü meta biçiminde sattıkça sadece canlı emeğini değil, bedeni ile birlikte tüm varlığını da satmak zorunda kalmaktadır. Proleterin canlı emeği, üretim süreci sonunda nesneleşmiş emek ürünleri olarak, yani metalar biçiminde onun karşısına çıktıkça, üretim sürecinin sonunda artık tamamen kapitalistin malı olan bu metalar, kullanıcı-emek-payı açısından proleterin üretici faaliyetinin bir parçası olmasına rağmen, ondan gitgide uzaklaşan, onun üzerinde egemenlik kuran dışsal ve mistik bir güç haline de gelmektedir. Haliyle; bu “dışsal güç” proleterin bir yanıyla “içsel gücünden” beslenerek büyümekte, hem kullanıcı-emek güçlerinin hem de icatçı-emek güçlerinin karşılıklı gelişimi açısından da ortaya çıkan bu “güç dağılımı” ve “sınıf çerçevelemesi”; bir kuşaktan diğer kuşağa tarihsel emeğin miras miktarları vasıtasıyla devredilmektedir. Kaldı ki; kapitalizmin kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan (köleci, feodal vs. sistemlerden) devraldığı emek mirası düşünüldüğünde, kapitalizm öncesi hiçbir sistemde beden üzerindeki soyut ve somut iktidar çeşitleri bu derece sofistike olmadığı gibi, kapitalizm öncesi hiçbir sistemde de bu derece gözetleme, kontrol ve takip mekanizmaları da bulunmamaktadır. Kişinin ne giydiğinden ne yediğine kadar her şeyi ince ayrıntısına kadar takip eden glokal-kapitalizmin bu açıdan tüketim alanının kontrolünü bedenin ve hareketlerinin kontrolüne kadar genişletmeyi başarmış olan bir sistem olduğunu söylersek hiçte abartmış olmayız. Dolayısıyla; günümüz sineması, reklamcılık sektörü, sağlık endüstrisi vs. bütün bunlar özneye (bize) ne ve kim olduğumuz, nasıl olmamız vs. noktasında açık ve gizli “talimatlar” veren ideolojik mekanizmalar ile donatılmıştır. Bu açıdan modern burjuva toplumunda birey; tıpkı “makinenin uzuvu olan proleter gibi” kendi öznelliğini sürekli olarak tanımlanmak zorunda kalan bir bireyselleşme ve “kimlik kazanma” sürecine de maruz kalmaktadır. [1].
Kapitalist sistemde (özellikle de onun D-4 formunda) proleter kendi emek gücünü kapitalistin belirlediği belirli bir ücret (maaş) karşılığında ona satmakta, kendi geçim ve yaşam araçlarını bu ücret ile elde etmektedir. Fakat proleterin canlı emeğinin (kullanıcı-emek-payı açısından) nesneleşmiş görünümü olan bu metalar, proleterin ücret olarak eline geçen değer ile satın alınmakta, işçinin kendi kullanıcı-emeğinin bir sonucu olan (icatçı-emek-payından soyutlanmış olarak) bu metalar, sürecin sonunda kapitalistin elinde proleterin kendisine egemen olan bir güce dönüşürken, yine bu metalar tekrardan proleter tarafından satın alınarak tüketimsel-üretimin çevrimsel hareketi tamamlanmaktadır. Ama aynı zamanda icatçı emek güçünden soyutlanmış olan tarihsel miras gücü de o kapitalisti kendine kapitalizme köle haline getirmektedir. Dolayısıyla; kapitalist sömürü sadece üretim sürecini içermez, proleterlerin geçim ve yaşam araçları mücadelesinde onların tüm varoluşlarını da kapsar, onları birer “ayaklı kar nesnesi” haline getirir. Proleteri tam manasıyla bir “beden tahakkümü” altında yaşamaya mecbur eden bu sistem, burjuva sınıfının “şeyleştirilmiş” bedenler üzerinde kurduğu bir biyoemeksel iktidar biçimidir de. Beden-emek tahakkümü üzerine kurulmuş bu pratik edim, “şeyleşmiş” proleter bedenlerini birer değer-makinesine, diğer deyişle insan görünümündeki emek araçlarına dönüştürür. Başka bir deyişle, bu sistemde proleter salt insan olduğu için değil, insan “işlenebilir bir emek-metasına ve cevherine” sahip olduğu ve bu potansiyel etkinlik sistemin işleyişine pay edebildiği oranda her insan bir “proleter”dir. Özellikle kullanıcı-üreticinin kendi toplumsal emeğinin sonuçlarına uzaklaşarak, üretici emek faaliyetini kendi varoluşunun insani “özünün” bir parçası olarak değil de, kendisini kendi insan olma durumunu sürdürebilmek için zorunlu geçim araçlarını elde edebilmek için sınırlandırmak zorunda oluşu sonucunda, üretim faaliyeti kişinin bilincinde şeylerin-ürünlerin görünümünü üretimin bütünsel oluşumu içinde değil, kendi emeğinin parçalanmışlığının bir sonucu olarak, tüm üretim ve emek süreçlerinin de parçalanmışlığının bir sonucu olarak, üretici tüm üretimi ve sonuçlarını “yabancılaşmış emek” şeklinde kavramaktadır. Bu şekliyle tüm emek ürünleri, üreticiye içkin değil, tersine zorunlu olarak yabancı, dışsal ve mistik şeyler olarak algılanmaktadır. Her biri toplumsal emeğin parçası olan tüm metalar, hem kullanıcı-üreticilere hem de insanlara kendi aralarında toplumsal bir ilişki olarak ve kendi toplam emeklerinin doğal bir sonucu olarak değil de, emek ürünlerinin kendi arasında kendiliğinden gerçekleşen “spontane” bir hareket olarak göründüğü sürece, toplumsal emek ürünlerinin meta görünümü almış tüm halleri, özgün nitelikleri itibariyle duyuların hem kavrayabileceği maddi şeyler, hem de duyuların kavrama yeteneği dışına çıkan “mistik şeyler” gibi görünmeye de devam edecektir. Dolayısıyla; metalar, toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak değil, üretiliş biçimlerinden ve icatçı/kullanıcı üreticilerinden bağımsız bir şekilde ele alındıklarından “kendiliğinden şeyler” olarak görülürler. Bu şekliyle metalar; insanların karşısına hem kavranabilmesi kolay hem de kavranabilmesi güç şeyler olarak dikilmekte, bu da yaygın bir mistik bakış açısının emeğin dünyasını kuşatmasına neden olmaktadır.
Kapitalist toplumlar da insanlar arasında ki ilişkilerin gerçek alanı mübadele ve para alanı olarak karışımıza çıkar. Tıpkı mübadele ve para alanı gibi, kapitalist toplumda şeylerin-metaların simge-gösterge alanı da emek tarzının bu ters yüz edilmişliği yüzünden, gerçek şekliyle değil, egemen sınıfların isteğine bağlı olarak ideolojik olarak tahrip edilmiş şekliyle karşımıza çıkar. Örneğin bir kadın-manken, tekil bir insan olarak değil, kavranabilmesi güç ve bir o kadar da çekici bir güzellik nesnesine dönüşür. Gerisi kapitalist kozmetik sanayisinin onu büyülü bir hale getirmek için var gücüyle çalışmasını gerektirmektedir. Dahası kadın bir mankenin bedenine ait görüntüler her biri farklı televizyon kanalların da gösterge-değeri taşıyan bir “görsel-meta”ya dönüşür. Mankenin kendi bedenine ait görüntüler böylece bir tür “simgesel-sermayeye” özelliği kazanır. Manken kendi bedeninin gösterge-değerinden kar ediyormuş gibi görünse de, o da tıpkı her hangi bir “proleter” gibi, kapitalist medya patronuna ya da yapımcı şirkete “emek-gücü” şeklini almış ve gösterge-değer taşıyan bedenini meta (reklam-sermayesi) olarak satmaktadır. Kapitaliste kendi emek gücünü bir meta olarak satan proleter ilişkisin de olduğu gibi, manken de yapımcı şirkete ve kapitalist medya patronuna kendi bedenine ait gösterge-değerleri meta olarak pazarlamaktadır. Burada kapitaliste satılan şey hem proleter de hem de manken de emek gücünün iki farklı formudur. Emek gücünü kapitaliste satan proleter ile kapitalist medya patronuna/yapımcı firmaya kendi gösterge-değerini satan manken arasındaki fark, ilkinin emeğinin yoğun fiziksel ve bedensel güç içerebiliyorken, ikincisinin yani mankenin harcadığı “emeğin” doğrudan kendi bedenin görsel-meta niteliği ile ölçülmekte olmasıdır. Bir mankenin emek aracı kendi gösterge-sermayesi olan bedenidir. Bedensel emeğin cisimleşmiş şekli olarak yoğun emek-gücünün tersine manken kendi bedenini yoğun bir emek gücü harcamaksızın etkili bir meta olarak kullanabilme özelliğine sahiptir. Aynı şekilde tüm eğlence endüstrisinde de benzer bir şekilde gösterge-değere bağlı şeyleşme hali, yani insan bedeninin salt insan bedeni olmaktan soyutlanarak kendi başına bir arzu-nesnesi haline getirilmesi de yine aynı glokal-tüketim modelinin üretim alanınında ki zincirleme etkilerinden biridir. Kısacası; manken proleterden farklı olarak metalar dünyasının vitrinindeki bir tanıtım ürününden başka da bir şey değildir. Keza reklam sermayesi/patronu “proleter” olarak bu tanıtım ürünlerini (mankenleri) satın almakta ve bunlar üzerinden elde ettiği artık-değer üzerinden kendi sermayesini bu şekilde büyütmektedir. [2].
Dışımızdaki şeylerin görsel açıdan algılana bilirlikleri, salt tek başına bizlerin görme sisteminin özsel ve kendiliğinden uyarılması ile değil, şeylerin nesnel biçimlerinin evrensel algılanabilirliği ile de gerçekleşir. Nesnelerin varlığı, yalnızca görme duyusunun özsel ve kendiliğinden uyarılmasını değil, varlıkların dış dünyayı kesen nesnel biçimlerinin bilgisini de içerir. Varlıkların nesnel bilgisi, görme sisteminin tek yanlı özsel uyarılma ihtiyacını koşullandırır. İnsan gözü varlıkların bilgisine kendi görme duyusuna bağlı özel duyumsama yeteneğinin tek yanlılığı ile değil, görme yeteneğinin işleyebilmesi için gerekli görsel materyalleri veren maddenin nesnel biçimleri sayesinde görülen şeyin maddi bilgisine ulaşır. Nesneden gelen soğukluk ya da sıcaklık, dokunma sinirimizin özsel ve kendiliğinden bir uyarılması değil, dokunma duyusunun dışındaki şeylerin nesnel biçiminin maddesel algılanışıdır da. Dokunma eylemiyle, nesnedeki soğukluk ya da sıcaklık, doğrudan kendisi de bir nesne olan dokunma duyusuna geçmektedir. Nesne durumundaki elin dokunma duyusu, gerçekte başka bir nesneye dokunmakta ve nesnenin “nesnel biçiminin” tepkimelerini “soğuğu ve sıcağı” gözlemlemektedir. El burada diğer duyu organları gibi çalışmakta, kendi dışını, nesnel dünyanın biçimlerini, kendi özsel duyumsama sisteminin bilgi alanı olarak kullanmaktadır. Marx’ın da belirttiği gibi “…bir nesneden gelen ışığı, görme sinirimizin öznel uyarılması olarak değil de, gözün dışındaki bir şeyin nesnel biçimi olarak algılarız. Oysa görme olayında her zaman, ışığın bir şeyden başka bir şeye, dıştaki nesneden göze fiilen geçmesi söz konusudur.” (Marx, Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı) Marx’ın “ışığın bir şeyden başka bir şeye, dıştaki nesneden göze geçmesi” dediği, tıpkı dokunma duyusu sonucunda elin elde ettiği hissin, bir nesnenin “soğuk ve sıcak” halinin, bir başka şeye insan eline, yani “dıştaki nesneye” geçmesi halidir. Nesnelerden gelen “soğukluk ve sıcaklık” hali, duyu sistemimizin özsel ve kendiliğinden uyarılması olarak değil de, dokunma duyusundan bağımsız bir nesnenin, “soğukluk ve sıcaklı” hali olan bir nesnenin, nesnel biçimi olarak algılanır. İnsan elinin dokunma eylemi böylece, dokunma duyusu sonucunda elin elde ettiği hissin, bir nesnenin “soğuk ve sıcak” halinin, bir başka şeye, insan eline, yani “dıştaki nesneye” geçmesi durumudur. İnsanın tüm özsel ya da öznel duyu organları bir tür “dıştaki nesne”dir; fakat insan asla dış dünyanın pasif bir “dıştaki nesnesi” de değildir. Başka bir deyişle; insan nesneleşmiş-öznel bir “dış nesnellik” ile özneleşmiş-nesnel bir “iç öznellik” arasındaki diyalektik geçiş sayesinde diğer canlılardan farklı olarak düşünme ve eyleme özelliğine sahip olabilmiştir. Bu sayede insan salt doğalojik bir varlık olmaktan çıkarak zamanla emekolojik bir varlığa dönüşebilmiş; bu sayede doğaya aitliğini devam ettirse de, asli olarak emeğe dair bir emek-dünyası yaratabilecek güce ulaşabilmiştir. Dahası; insan diğer canlılardan farklı olarak kendi emek faaliyetine hem yakınlaşarak hem de uzaklaşarak kendi faaliyetine “yabancılaşabilen” bu yabancılaşma hali sayesinde de kendi insan olma durumunu sürekli yeni biçimler altında tanımlayabilen tek tür olma özelliğine de sahiptir. Onun; emeğe dair ama doğaya ait tözü, kendi özsel ve özerk gelişimi itibariyle zorunlu olarak emeğin yabancılaşmış emek formunu doğurması ile sonuçlanmıştır. Başka bir deyişle, yabancılaşma kavramına yüklenen onca olumsuz anlama rağmen; emeğin emeğe olan yabancılaşması var olmasaydı ne av emeği, ne tarım emeği, ne de sanayi emeği ortaya çıkabilir; ne de insan var olabilirdi. Her şeyden öte insan emeği doğaya yabancılaşıp doğadan ayrı bir varlığa dönüşmeseydi; bu dönüşüm sürecinde insan doğaya karşı güvenli ve korunaklı bir emek-doğası inşa edemezdi; insanda insan olamazdı. Dolayısıyla; bu süreç hiç gerçekleşmeseydi toplum diye bir şey de ortaya çıkamaz, insan toplumsal bir varlığa da dönüşemezdi.
Nesnel gerçekliğin insan beyninde ki çözümlenişi pasif bir etki tepki olayı değildir. Dolayısıyla; insan beyninin nesnel gerçekliği çözümleyişi doğrudan insanın kendisinin de katıldığı bir eylemdir. Kaldı ki; nasıl ki özneyi değiştiren bir nesnel gerçeklik olduğu kadar, nesnel gerçekliği değiştiren ve dönüştüren öznel bir gerçeklikte vardır. Marx’ında belirtmiş olduğu gibi; “Tüm tarih kendi amaç ve hedefleri peşinde koşan insanların faaliyetinden başka bir şey değildir”. Haliyle; insan kendi tarihini yapan canlıdır. Fakat insan bu tarihi salt kendi istediği koşullar altında değil, kendi iradesinin dışında gelişen ve müdahale edemediği bir dizi nesnel koşul içinde gerçekleştirir. Nesneler dünyası insan bilincini değiştirirken, insanda kendi öznel faaliyeti ile nesneler dünyasını dönüştürür. İnsan doğa ile alışverişine emek aracılığı ile girmiş, onun doğayı değiştirme ve dönüştürme çabası zamanla insanın kendi kendisini değiştirme ve dönüştürme mücadelesine de dönüşmüştür. Emek salt yaşamak için gerekli ihtiyaçların değil, insanın zihinsel gelişiminin de özünü oluşturur. Doğaya egemen olma ve onu kendi ihtiyaçları yönünde kullanma mücadelesine giren insan, bilinçli ya da bilinçsiz şekilde de olsa kendisini de değiştirir ve dönüştürür. Kendi doğa tarihine müdahale eden tek bilinç yüklü canlı olan insan, kendi eyleminin tarihini kayıt altına alma yeteneğine sahip olan tek canlıdır da. Dolayısıyla emek kullanan tek canlı olarak insanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik insanı yaratanın yine emek olduğu gerçeğidir.
İnsan bilincinin evrimini doğa tarihinden ayrı olarak değerlendirilemez. Keza insan dünya üzerindeki tüm canlılar arasında kendi kendisini değiştirme ve dönüştürme yeteneğine en ileri derece sahip olan tek canlıdır. Bunu sağlayan da insanın diğer canlılardan farklı olarak, doğanın doğalojik doğasından farklı olarak, kendi emek dünyasını, yani emeğin emekolojik dünyasını yaratabilmiş olmasıdır. Bu sebepden dolayıdır ki; insanın “aidiyeti” emekle kristalize olurken, onun “dairiyeti” ise doğa olmaya, emek ile doğa arasındaki savaşım ve işbirliği de insan zihninde düalist bir algı bölümlenmesinin oluşmasına neden olmaktadır. Dolayısızla; insan, emek ve doğa arasına sınır çekmeden salt maddenin önceliğini temel alan materyalist-idealizm ile salt düşüncenin önceliğini temel alan idealist-maddeciliğin çelişkisi de aslında bu noktada düğümlenmekte; insanın aidiyetinin ve dairiyetinin doğru bir şekilde anlaşılamamasından dolayı da ya doğanın (maddenin) insan üzerindeki ya da insanın (düşüncenin) doğa üzerindeki hakimiyetini temel alan çeşitli türden nesnelci ya da öznelci yanılsamalara düşülmüştür. Halbuki doğanın bir “düşüncesi” ya da “tini” olamayacağı gibi, düşünceden bahsediyorsak salt insandan bahsediyoruz demektir. Kısacası; düşünen canlı demek emek kullanan canlı demektir. İnsan dışında kalan hayvanlar doğalojik-varlıklar oldukları için (kedi, köpek, kurbağa vs.) onlarda düşünce aramak anlamsızdır. Kendi doğasına harfiyen uyan bir hayvanın içgüdüleri ve dürtüleri ile, kendi doğasının kendinde ve kendi için bilincine kısmen ya da tamamen hakim olan insanın kendi emek doğasını düzenlemesi birbirine eşdeş olmadığı gibi, özdeşte değildir. Bu açıdan maddeyi “birincil” alan materyalizm ile, düşünceyi “birincil” alan idealizm arasında bir fark olmadığı gibi, aslında bu durum düşünceden maddeye, maddeden düşünceye geçiş sırasında nesnel-emeğin ve öznel-emeğin düşünce-formlarının ve madde-formlarının birbirine karıştırılmasının neden olduğu bir yanılsama halidir de. Bunun temel nedeni de; “doğalojik-madde” (örn, ağaç), doğalojik-düşünce (örn, ağaçın insan beynindeki imgesi), emekolojik-düşünce (agaçtan masa yapma düşüncesi), emekolojik-madde (ortaya çıkmış ürün-masa) formlarının hem idealizm hem de materyalizm tarafından çevrimsel bir hareket dahilinde yerli yerine oturtulamamış olmasıdır. Kaldı ki; Felsefe tarihinde idealizmin ve materyalizmin en ileri biçimlerini kullanan Hegel dahi, bu yanılsamayı, daha doğrusu “tarihsel düalizm” adını verebileceğimiz form yapısını aşamamıştır. Bu yüzden Hegel felsefesi onun hem idealist hem de materyalist takipçileri için “hepsinin istediğini alabileceği” bir felsefe çeşidi olarak kalmıştır. Haliyle materyalistler Hegel’in materyalist yönüyle, idealistler ise Hegel’in idealist yönüyle ilgilenmişler; lakin hiçbiri tarihsel düalizmi aşma noktasında yeni bir yol ve yöntem önermemişlerdir. Her ne kadar Marx ve Engels bu yöntemi aşmaya çalışmış olsa da, tarihsel düalizmden kurtulamamışlardır. Ta ki emekoloji’ye kadar bu süreç devam etmiştir.
Ana konuyu dönmek gerekirse; insanlar için kullanılabilirlik özelliğine sahip metalar, birbirinden bağımsız bireylerin ya da toplulukların emek ürünleri oldukları içinde meta haline gelirler. Bütün bu bireylerin ve toplulukların emeklerinin toplamı, toplumun “ortalama” toplam emeğinin de göstergesidir. Üreticiler ürünlerini mübadele edinceye kadar birbirleriyle toplumsal ilişki kurmadıkları için, her üreticinin emeğinin toplumsal karakteri, mübadele eyleminin dışında kendisini göstermez. Kaldı ki; bireylerin emeği toplumsal emeğin de bir parçasıdır. Mübadele eylemiyle ürünler arasında doğrudan doğruya kurulan ilişkiler, üreticilerin kendi arasında dolaylı olarak kurduğu ilişkiler aracılığıyla gerçekleşir. Bireyin emeğini toplumun emeğine bağlayan; bireyler ve topluluklar arasında doğrudan gerçekleşen toplumsal ilişki biçimleri değil, bireyler ve topluluklar arasındaki “şeyler” arası dolaylı olarak gerçekleşen toplumsal ilişkilerin biçimleridir. Dolayısıyla; bireysel ve toplumsal emek ürünleri, ancak mübadele edilebilmeleri sayesinde, “kullanım-değerine” sahip nesneler olmaktan öte, farklı bir değer biçimi özelliğine sahip “mübadele-değeri” statüsüne sahip olurlar. Bir ürünün, insan için yararlı bir şey olabilmesi, değerin kendisini iki yönlü ayırmasıyla, kullanım-değerinin sınırlarını aşan mübadele süreçleriyle, değer olma karakterinin mübadele için planlandığı boyutlara gelmesi ile, (piyasa ilişkileri içerisinde) pratik bir anlam kazanır. Bireysel üreticilerin ürünlerinin bu iki yönlü toplumsal karakteri; ürünün belirli bir türden insan emeğinin sonucu olması dışında, başka bireylerin toplumsal ihtiyaçlarını karşılama, böylece toplumsal emeklerin toplamının kollektif bir parçası olma, kendiliğinden gelişen bireysel emeğin toplumsal emeğin bir parçası olma durumunu da yaratır. Dolayısıyla; toplumsal karaktere bürünmüş bireysel emeklerin diğer bireylerin ihtiyaçlarını karşılayabilme özelliği, her türden özel emeğin “kullanım-değeri” olma sınırını aşarak, değişik emekler arası karşılıklı mübadele süreçlerine egemen hale gelir. Bu mübadele süreçlerinin toplumsal karakterinin gerçekleşebilmesi için, bu bireylerin emeklerinin “eşitlenmesi”, bu “eşit emeklerin” mübadele süreçlerinde kendi değerinden soyutlanarak, soyut insan emeğinin harcanmasına olanak vermesi gerekir. Bireysel insan emeğinin bu iki yönlü toplumsal karakteri; üreticiye, emek süreci beynine yansıdığında, günlük işbölümü pratiği içersinde, mübadele sürecinde emeğin değere biçtiği rol esnasında, ancak bu görüngüler içerisinde anlamlı hale gelir. Üreticinin emeğinin toplumsal ihtiyaçları karşılayabilme özelliği, emek ürünlerinin sadece toplumsal açıdan yararlı olması ile değil, fakat diğer insanlar için yararlı olması, belirli bir türden ihtiyacı karşılayabilmesi koşulu ile gerçekleşmektedir. Bireysel insan emeğinin iki yönlü toplumsal karakteri gereğince, bireyin kendi emeği, (soyut düzlemde) bütün diğer olası toplumsal emek çeşitlerine “eşit” olması anlamında da her zaman toplumsal bir emek türüdür. Başka bir deyişle, her biri toplumsal bir emek türü olan bireysel emek türleri toplumsallaştıkça bireysel emeklerle eşitlenen, eşitlendikçe de daha da çok toplumsal bir karaktere bürünen bir seyir izlemektedir. Bu açıdan insanlığın varoluşundan bugüne kadar geçen zaman zarfında meydana gelen bütün bu toplumsal emek miktarları aslında tüm bireysel emek miktarını da kapsayan emeğin tarihsel miras değerlerinin de bir sonucudur. Başka bir deyişle, toplumsal olan emek miktarları tarihsel olan miras miktarları ile birlikte var ola gelmiştir. Keza toplumsal olanın tarihsel olanı kapsaması düşünülemeyeceği gibi, tam tersine tarihsel olanın toplumsal olanı kapsamaması da düşünülemez.
İnsan emeğinin ürünü olan bütün emek araçlarının ve emek ürünlerinin tümünün bir değer taşıması, bu anlamda bireysel emeğin toplumsal bir emek biçimini alması, toplumsal emeğin gerçekte “bireyselleşmiş-toplumsal-emek” olmasından, bireysel emeğin ise gerçekte “toplumsallaşmış-bireysel-emek” olmasından ve dahası ortaya çıkmış emeğin kendi içinde üretim, dolaşım, tüketim ve miras değeri biçimindeki bir ilerleyiş ile birlikte “bireysel-icatçı-emek” ve “toplumsal-kullanıcı-emek” formlarını kazanmakta oluşundan da kaynaklanmaktadır. Kısacası; salt bireysel emek gibi gözüken tüm emek çeşitlerinin içerisinde kristalize olan “toplumsallaşmış-bireysel-emek-miktarları” ve bu miktarlarda pay olmuş icatçı-kullanıcı konumlanışları olmaksızın da salt bir bireysel-emekten bahsedilemeyeceği gibi, aynı emek miktarlarının toplumsal emek gibi gözüken çeşitleri açısından da, “bireyselleşmiş-toplumsal-emek-miktarları” da yok sayılarak, bir değer teorisi inşa edilmesi düşünülemez. Örneğin, toplumsal-kullanıcı emeğin, bireysel-icatçı emeğe devri miras ettiği emek-teknikleri ya da emek-birikimi olmaksızın kendinde bir bireysel-kullanıcılık var olamayacağı gibi, toplumsal-icatçılık olmadan da salt kendi için bir bireysel-icatçılıkta var olamaz. Keza bireysel-icatçının emeği kendisinden önceki toplumsal-icatçılığın yaratmış olduğu değerler sayesinde oluşabiliyorken, gerçekte bu konumlanışların biri olmadan bütünü olamayacağı gibi, bunların bütünsel hareketi olmadan da bir emek hareketinden, birikmiş emek miktarlarından, öğrenilmiş ya da öğretilmeye açık emek tekniklerinden/hünerlerinden, emek-aktarımlarından da söz dahi edilemez. En basitinden modern sanayi kapitalizminin oluşumunu sağlayan elektiriğin icadı bile pek çok evreden geçerek bugün ki biçimi almışken, onca sanayi emek aracının ve sanayi emek tekniğinin feodalizmden ya da kendisinden önceki emek türlerinden miras aldığı “toplam miras değerlerini” yok sayarak herhangi bir “şeyin” ortaya çıkabileceğini iddia etmek en hafif tabirle ahmaklıktan başka da bir şey değildir. Bunun aksini iddia etmek; kapitalizmin bir “anasının” ve babasının” olmadığını, onun “hiçlikten” var olduğunu, salt “kendinde şey” (tanrı!) olduğunu söylemekten farksızdır.
Değerin “ontolojik temeli” değeri yaratan tarihsel ve toplumsal ilişkilerin tarihinde yatmaktadır. İnsanın insan ile karşılıklı olarak kurduğu ilişki, insanın kendi iradesi dışında bir başka insanın ihtiyacı için değer yaratma sürecinin de tarihidir. İnsanlar arasında mübadeleye giren, sadece insan emeğinin basit ürünleri değil, farklı emek türlerinin “eşitlenerek” değer biçimi almış oldukları son değişim halleridir. Tıpkı değerin takribi eşdeğer formu olan paranın aldığı çeşitli haller gibi. Değer niteliği kazanmış olan emek ürünlerinin karşılıklı olarak birbiriyle ilişkiye geçmesi, bu ürünlerin tek tip bir insan emeğinin maddi birikimi olmasından kaynaklanmaz. Birer değer özelliği kazanmış bu ürünlerin diğer ürünler ile mübadeleye girebilmesi, değer olarak eşitlenebilmesi, bu ürünlerin tümü için harcanan değişik tipte emek türlerinin belirli türden insan emeklerine eşitlenebilir olmasından kaynaklanır. Keza toplumsal emek ürünleri tıpkı birer “bulmaca” gibidir. Bu bulmacaya tüm gizemini veren değerin oluşum biçimidir. Değer biçimini almış bu “bulmacanın” her parçasını ayrı ayrı ele aldığımızda, bu toplumsal ürünlerin tüm gizemini adım adım ortadan kaldırırız. İlk bakışta bir “bulmaca” gibi görünen bu toplumsal ürünlerin mistik kabuğunu, yani “değer şifrelerini” tek tek çözmeye başlarız. Belirli türden bir ihtiyacı karşılama özelliğine sahip bir toplumsal ürünü bir değer olarak damgalamaya çalışmak tümüyle insanın emek etkinliğinin sonucudur. Değeri yaratan şey, insanın insan ile karşılıklı olarak kurduğu üretim, dolaşım, tüketi ve miras ilişkilerinin somut tarihinden başka bir şey değildir. “Değer” kavramı; insan doğasının tarihindeki diğer şeyler gibi emeğin nedeni değil, sonucudur. Emek içermeyen bir değer olamayacağı gibi, değer içermeyen bir emekte (ilkel dönemin başlangıcındaki kısa evreyi dışarda tutarsak) bugüne kadar var olmamıştır. İnsanın insan haline gelme süreci, insanın yaşaması için zorunlu ihtiyaçları-emek araçlarını üretme sürecidir de. İnsan emeğinin ürünleri biçiminde karşımıza çıkan tüm ürünler (toplayıcı-ürünler, av-ürünleri, tarım-ürünleri vs.) birer değer olarak cisimleşebilmek için, bu ürünlerin üretimi için zorunlu olan her emek aşamasını kendi tarihsel çağının sınırları içersinde var etmektedir. Başka bir deyişle, hiçbir değer-formu durduk yere ortaya çıkmadığı gibi, her emek sistemine bağlı olarak da değer-formu sürekli biçim değiştirmiş; toplayıcı emeğin artık-ürün ilişkilerine bağlı olarak toplayıcı-değer, av emeğinin artık-ürün ilişkilerine bağlı olarak av-değer, tarım emeğinin artık-ürün ilişkilerine bağlı olarak tarım-değer biçiminde form değişikliğine uğrayan değer gerçekte değer-sizlikten değere doğru gidişin de bir görünümü olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısılya; değer-sizlikten değere doğru ilerleyen “değer” kavramının meta-piyasa ilişkilerinin tümden sönümlendiği bir toplumsal-icatçılık sistemi içerisinde bu defa değerden değer-sizliğe (nesnelerin mübadele özelliği taşımadığı bir değersizliğe) ulaşması da mümkündür. Bunu da sağlayacak olanda komünizmin sınıfı olan “bilim emek sınıfı”nın, iktisadi manada değerin ortadan kaldırıldığı, meta-piyasasının olmadığı, salt toplumsal-artık üretimine dayalı tek sınıflı-sınıfsız bir yapıya geçiş yapabilmesidir.
Emek ürünlerinin tümü (bunlar ister toplayıcı-emek-ürünleri, ister av-emek-ürünleri, ister tarım-emek-ürünleri, ister sanayi-emek-ürünleri olsun vs.) insanın insan olma tarihinin farklı evrelerine, belirli türden maddi gelişme aşamalarına/emek sistemlerine kendi anlamını vermektedir. Her ürün; aynı zamanda o ürünün üretildiği çağın genel özeti, insanın gelişiminin de bir özetidir. İnsanın insan olma süreci, insan olmak için ürettiği toplayıcı, av, tarım, sanayi araçlarının ve ürünlerinin tarihini de peşine takarak ilerler. Tekil bireylerin “sıradan” ürünleri gibi görünen bu nesnelerin üzerindeki “bulutları” ortadan kaldıran ise, bu emek ürünlerinin tümüyle toplumsal karakteri, yani üretilen nesnelerin “nesnel” karakteridir de. Dahası; genelleşmiş meta üretimi biçiminin en yüksek biçimi olan özgül kapitalist üretim biçiminde/sanayi emeğinin iktidarında; kendi başına “özgür” gözüken emek biçimlerinin toplumsal karakteri, her çeşit emeğin, insanın kendi emeği olması hasabiyle, tümüyle “eşitlenebilir” bir emek olma özelliği kazanmış olmasıdır ki; bu sayede tüm “şeyler” potansiyel bir metaya dönüştürülebilmiş ve piyasa mekanizmaları görülmedik ölçülerde derinleştirilebilmiştir. Başka bir deyişle, bu “eşitlenme” hali her hangi bir üründeki toplumsal emek miktarı ile başka her hangi bir üründeki toplumsal emek miktarına görece eşitlenme halidir. Diğer bir deyişle, örneğin bir masada cisimleşen toplumsal emek miktarı ile bir pantalonda cisimleşen toplumsal emek miktarı arasındaki eşitlenme olmaksızın bir metanın tüm metalar ile eşitlenmesi söz konusu olamaz. Dolayısıyla; bu eşitlenme (tıpkı burjuva ekonomi politiğinin yaptığı gibi) salt emek türüne göre var olan toplumsal miktarlar ile belirlenemez. Örneğin, tarım emek türüne ait olan bir buğdayda şekillenmiş toplumsal emek miktarı ile sanayi tarım türüne ait bir buğdayda şekillenmiş toplumsal emek miktarı birbiri ile asla kıyaslanarak eşitlenemez. Keza sanayi tarımın buğdayında kristalize olmuş toplumsal emek miktarı feodal tarımın buğdayında kristalize olmuş toplumsal emek miktarı ile eşitlenemez; hatta bu ikisi pazarda asla mübadele edilemez. Çünkü sanayi tarım ürünlerinin nicel toplumsal emek miktarı karşısında feodal tarım ürünlerin nicel toplumsal emek miktarı oranları açık ara birbirinden farklı olduğu gibi, bunların pazar türleri de farklıdır. Ürünlerin bu kendi başına “özgür” gözüken üretiminin toplumsal karakteri ürünlerin belirli bir piyasa-değeri biçimine bürünmesini de sağlayan yegâne olgudur. Bu açıdan kapitalizm kendisinden önceki emek sistemleri ile kıyaslandığı zaman her çeşit emek türünün meta haline getirmekte ve emeği bir bütün olarak değer yasasına tabi kılma noktasında açık ara önde olan bir sistem olmayı başarmıştır. Kuşkusuz bu durum sanayi emeğinin devriminin “en büyük başarılarından” da biridir. Kapitalizm için bir “başarı hikayesi” olan bu olgunun gerçekleşebilmesini sağlayan da yine sanayi emeğinin doğa üzerinde kurmuş olduğu nispi hakimiyet ve mukavemet oranlarıdır ki; önceki sınıflı toplumlara kıyasla insanın doğa üzerindeki tahakkümündeki sanayi artışı dolayısıyla bu durum insanın insan üzerindeki sömürü oranlarını da görülmedik ölçülerde arttırmıştır. Kısacası; kapitalizm kendisinden önceki sınıflı köleci ve sınıflı feodal toplumların emek mirasını devralarak ve onlara kıyasla doğa üzerinde daha yoğun bir egemenlik kurma yoluna giderek sömürü ilişkilerini daha da sistematik bir biçim altına sokabilecek olanaklara da sahip olmuştur.
Kapitalist toplumda emek ürünlerinin üretimi için harcanan insan emeğinin genel ifadesi değerdir. Aslında bu değer sanayi-emek-değer’dir. Emek ürünlerinin üretimi için harcanan emeğin toplumsal karakteri ürünlerin kendisini “nesnel” olarak gösteren “bulutsu görünüşünü” ortadan kaldırmaz. Keza kapitalist üretim biçiminde, yani ileri düzeyde genelleşmiş meta üretiminde, bağımsız ve “özgür” gibi gözüken emeğin toplumsal karakteri, emeğin her çeşidinin, insan emeği olması nedeniyle toplumsal emek miktarlarının “eşitliğini” ve “eşitlenmesini” içerir. Bu yüzden değer biçiminde karşımıza çıkan herşey emeğin toplumsallaşmış-bireysel-emek karakterinden başka da bir şey değildir. Ürünlerin üretimi için harcanan emeğin toplumsallaşmış-bireysel karakteri, ürünlerde değer (örneğin, para yoluyla satın alma vs.) biçimine bürünür. Mübadele süreçlerinde değişime giren sadece ürünler değil, ürünlerini değişime sokmak için mücadele eden bireylerdir de. Değişime giren salt ürünler değil, bireylerin düşünceleridir de/kültürleridir de. Mübadele amacıyla yola çıkmış olan (icatçı ve kullanıcı bölümlenmesinden soyutlanmış) üretici, ürününü ne oranda başka ürünlerle değişime sokabileceği ile ilgilenir. Ürünler birbirleriyle hangi oran ve ölçüt ile mübadele edileceklerdir; üreticinin zihninde “doğal” olarak gelişen öncelikli düşünce budur. Bu mübadele oran ve ölçütleri “deneye dayalı” alışveriş yoluyla mübadeleyi gerçekleştiren üreticilerin arasındaki ticari ilişkiyi belli bir dengeye kavuşturduğunda, bu yaşananlar iki ya da daha fazla kişi arasında ürünlerin “doğasının” bir sonucuymuş gibi bir “düşünce” (neden) yaratır. Üreticiler arasında yaşanan bu mübadele süreci, kendi ürünlerinin “doğal” bir sonucu, gerçekleşmiş bir “düşünce”nin de son halidir. Ürünlerin değer taşıma özelliği, ürünlerin her birinin birer değer nicelikleri toplamı olarak birbirinin karşısına tekrardan çıkmaları ile bir “kesinlik” ve “süreklilik” kazanır. Ürünlerin taşıdığı değer, birbirleri ile olan mübadele süreçlerinde, ürünlerin tümünün değer nicelikleri olarak, birbirlerinin karşısına dikilmeleri ile gerçekleşmektedir (örneğin, metanın paranın, paranın meta karşındaki konunlanışı). Mübadele süreçlerinde ürünlerin değer nicelikleri, ürünleri yaratan üreticilerin iradelerinden, eylemlerinden görece bağımsız olarak dolaşımdan kaynaklı devamlı değişime uğramaktadır. Mübadele süreçlerine, üreticiler açısından bakıldığında, bu üreticilerin “doğal” gibi görünen toplumsal eylemleri, nesnelerin eylemleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır (örneğin, para-meta yada meta-para biçimindeki dolaşım hareketleri). Nesnelerin eylemleri biçiminde karşımıza çıkan ise, üreticilerin nesne biçimine bürünmüş öznel eylemlerdir (örneğin, alım ve satım işlemleri). Burjuva toplumunda, üreticilerin kendi kişisel egemenlikleri altında bulunduğunu sandıkları ürünler, nesneler-metalar, artık üreticileri kendi egemenliği altına almaktadır. Nesneler, üreticilerin egemenliği altında olması gerekirken, üreticiler-insanlar nesneler-metalar dünyasının “mistik egemenliği” altına girmektedir. Bütün bu “nesnel egemenlik” gerçekte çok daha öznel bir egemenlik biçimini, ideolojik olarak ters yüz edilmiş ve gizlendirilmiş olan burjuva sınıf egemenliğini de saklamayı sağlamaktadır. Bu açıdan burjuva egemenliği bir sınıf egemenliği biçimi olduğu kadar da, bir yanıyla da “teolojik temelli bir mistik gücün” insan yaşamını belirlediği bir yapı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Meta biçimini almış nesneler biçiminde karşımıza çıkan bu egemenlik biçimi yine metalar dünyasına özgü öznel bir bilincin gelişmesine, bu da sınıflı bir toplum formu olarak kapitalizmin “ezeli ve edebi bir sistem” olduğu (sermayenin ve metanın din halini alması) yanılsamasına neden olmaktadır. Lakin; her emek sistemi gibi kapitalizm de doğan, gelişen ve yaşlanan bir sistem olarak kendi tarihselliği içinde er ya da geç yerini başka bir toplum formuna ve emek biçimine bırakacak olan bir sistemdir.
İlkel toplumda doğrudan üretici ile emek araçlarının “doğal birliği” mevcuttu. Keza bu dönemde emek aracı insan vücudunun oranları idi (el ve beyin gibi). İlkel dönemde kıt ürünlerin “eşitlikçi” ve zorunlu dağıtımı vardı; lakin artık-ürünün, iş bölümünün, toplumsal sınıfların ortaya çıktığı, üretici ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrıldığı, değer yasasının işlemeye başladığı, 5 ile 7 bin yıldır gelişip serpilen sınıflı toplum biçimi, bugün için en gelişmiş halini kapitalist burjuva toplumunda bulmuştur. Kapitalist toplumun öteki meta üretimi sistemlerinden ayırıcı özelliği, ürünün-nesnelerin daha en başından meta olarak, mübadele için, pazar için planlı olarak üretiliyor olmasıdır. Elbette ki kapitalizm/sanayi emeği öncesi toplumlarda da görece planlı üretim var olmuş olsa da, üretimin fiziki ve teknik yapısının bütünsel olarak planlanmasında kapitalizm en ileri emek sistemidir. Ancak toplumsal gelişmenin doruğunda, değer yasasının işleyişinin ortadan kalktığı, değer ilişkisinde meta, para, pazar, fiyat, mübadele vs. gibi kategorilerinin sönümlendiği, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yokluk temelinde değil, bolluk temelinde paylaşıldığı bir toplumsal-içatçılık sisteminde ortaya çıkan ürünlerin üreticileri boyunduruk altına alma fonksiyonu da bu aşamada son bulacaktır. Dolayısıyla; böylesi bir sistem toplumsal işbölümü içerisinde kendiliğinden gelişen emeğin tüm farklı türlerini, toplum tarafından, bu emek çeşitlerine gerek duyulan “niceliksel oranlara” düşürecektir. Başka bir deyişle, bu dönemde toplumsal emek miktarları tarihsel emek miktarları içinde erimek zorunda kalacaktır. Keza toplum birbirinden bağımsız bir biçimde yürüttüğü fakat yine de aynı toplumsal işbölümünün farklı dallarını bir araya getiren tüm bu özel emek türlerinin farklı çeşitlerini, kendi toplumsal ihtiyaçlarına göre niceliksel oranda belirli bir düzeye getirmek zorunda kalacaktır. Değerin bu durumu, genelleşmiş meta üretimin belirli bir tarihsel gelişme düzeyinde ortaya çıkmış bir şey olarak yine insan tarafından değerin “değersizleştirilmesi” (değerin ortadan kalkması) ile neticelendirilecektir. Dolayısıyla; kapitalizmde kesintisiz mücadeleye dayanan mübadele ilişkileri içersinde, bir ürünün üretilmesi için toplumsal olarak gerekli olan emek-zaman, kendisini hem üreticilere hem de tüketicilere değişmez bir doğa yasası gibi sunabildiğine göre, komünizmde de meta-piyasa ilişkilerinin ortadan kalkışı ve metanın değersiz hale gelişi ile birlikte, pazar için meta üretimi yerini salt toplum için toplumsal-artık üretimine bırakmak zorunda kalacaktır.
Örneğin, kapitalizmde metaların nispi değerlerinde görülen dalgalanmaların temelinde değerin büyüklüğünü oluşturan emek-zaman miktarları yatar. Değerin büyüklüğünün emek zaman ile hesaplanması metalarda billurlaşmış olan değerin dalgalanmasında kendisini açığa vurur. Değerin büyüklüğünün emek zamanı ile hesaplanması, emek ürünlerinin değer büyüklüklerinin hesaplanmasındaki “rastlantısallığı” ortadan kaldırmaktadır. O zaman toplumsal-icatçılığa ve bilim emeğine dayalı bir komünist toplumda da emeğin akılcı bir şekilde hesaplanması sonucunda değer kategorisinin değersizleştiği, üretimin yalnızca toplumsal-artık yaratmak için planlanabildiği bir evreye de, bunun ekonomik yasalarına da kolaylıkla ulaşılacaktır. Dolayısıyla, toplumsal emek miktarlarındaki dalgalanmaların nedeni tarihsel miras değerlerindeki belirsizlikten kaynaklanmaktadır. Komünist toplumda ise toplumsal değer tarihsel değer içinde sönümleceği, metaların arasında değer farklılıkları oluşamayacağı için, değer değersizleşip yok olacaktır. Böylesi bir toplumda artık-değer üretimine gerek olmayacağı gibi, böylesi bir toplum yalnızca toplumsal-artık üreteceği için doğal olarak toplumsal sınıfların ve sömürünün varlığı da nesnel olarak gereksiz bir hale gelecektir. Öte yandan, böylesi bir toplumda “devlet olmayan devlet” ise sınıflı toplumlara özgü bir baskı aygıtı olmaktan çıkıp, onun yerine salt toplumsal-artığın toplum lehine düzenlenmesi ile uğraşan bir “komüntokratik bir güvenlik kurumu” haline gelecektir. Dolayısıyla; devletin baskı ve sömürü ilişkilerini yeniden düzenleme faaliyetlerinden soyutlanması, onun bu biçimiyle komünist toplumda salt toplumsal-artık üretimi planlanmasına ve bunun “güvenliğini” tesis etme etkinliğine odaklanmasını sağlayacaktır. Devletin bu şekliyle bir devlet olmaktan çıkması; devletten devletsizliğe geçişi, daha doğrusu toplumun “devlet” haline dönüşmesini beraberinde getirecektir. Devletin herkesleştiği, herkesin devletleştiği bu aşamada “devlet” bu haliyle toplumun her alanda refahını sağlayan yalın bir “güvenlik kurumuna” dönüşmekten kurtulamayacaktır.
Düşünceler, düşünceyi üreten kişi halindeki öznelerin, kendi nesnel yaşama biçimi üzerine yoğunlaşarak incelenebilir. İnsanın kendi toplumsal yaşama biçimi üzerine düşünmesi, düşünce eyleminin tarihsel gelişimine “ters yönde” ilerler. Keza insan ilk başta kendi varoluşunun düşünce süreçleri üzerine değil, bu düşünce süreçlerinin sonuçları ile ilgilenmektedir, yani insan süreçten sonuca değil, sonuçtan sürece (nedene) doğru “tersten” düşünmeye eğilimlidir. İnsanın kendi toplumsal yaşama biçimi üzerine düşünmesi ve bu toplumsal yaşama biçimlerinin düşünce süreçlerinin analizi, bu düşünceyi oluşturan fiili tarihsel gelişmeye tümüyle zıt bir güzergahta ilerlemektedir. Dolayısıyla; insanların geneli düşünceyi oluşturan verili süreçleri incelemeksizin, salt sürecin sonucu ile uğraşmakla yetinmektedir. Haliyle; insan emeğinin ürünleri olan metalara değer damgasını vuran “mistik güç”, insanın bu metalar üzerine düşünmeden önce, metalarının içerisinde dolaşıma giren toplumsal yaşamın “doğal” ve “kendiliğinden” akışının, o an ki ansal biçimi itibariyle, meta üzerine düşünülmeden “vahiy yoluyla” kazanılmış olma biçimidir. Başka bir deyişle, İnsanlar metaların tarihsel gelişimi ile değil, metanın o an ki biçiminin toplumsal kullanımıyla, özetle metanın mistik sonucu ile (ansal kesitle) ilgilenmektedir. Kısacası; toplumsal emeğin ürünleri olan metalara “değer” karakterini veren asıl şey, gerçekte bu değeri yaratan insanların, metaların neden belirli türden değerler taşıdığını sorgulamaksızın, metaların toplumsal yaşamın kendiliğinden ve “doğal” parçası olma özelliğini kazanmış olduğunu sanmalarından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz bu durum meta ve değer ilişkilerini tarih dışı ve “tarihsiz” görme yanılsamasından, meta fetişizmine bağlı mistik bakış açısından beslenmektedir. Kuşkusuz bu mistik bakış açısını yaratan da yine kapitalistin kendisidir. Başka bir deyişle, bu mistik algı icatçı emeğini “ulaşılmaz bir güç” ve “tanrısal bir kudret” olarak pazarlamaktadır. Aynı şekilde para biçimindeki metaya dönük yüceltici öykünmenin nedeni de yine aynı sebepten meta biçimindeki paranın gücünün “tanrısallaştırılmasından” kaynaklanmaktadır. Bu açıdan paranın fonksiyonu herşeyi belirleyen, hatta dünyayı yöneten mistik bir güç gibi algılana gelmektedir. Bu da haliyle paraya yönelik karşıt bir eziklik psikolojsini beraberinde getirmekte, paraya ulaşma gayesi ile gerçekleşen çeşitli insan davranışları kokuşmuşluğa ve çürümeye sebebiyet vermektedir ki; burjuva toplumunun genel panaroması da bu şekliyle karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın karşısına bir “neden” olarak değil, bir “sonuç” olarak çıkan metalar; zorunlu, doğal ve kendinde şeyler olarak görüldüğü için, insan metanın nedenine değil, sonucuna, onun kendisine olan “getirisine” ve “götürüsüne” odaklanmaktadır. İnsanlar, metaların tarihsel gelişimini değil, o an ki kullanım biçimlerini kavramak isterler. Çünkü insan metaya değer damgasını vuran şeyi, “mistik bir güç” gibi ele aldığı için, metayı tarihsel gelişimi içinde değil, çoğu zaman ve hemen hemen her zaman o an içinde bulunduğu değer biçimiyle ele almaya eğilimlidir. İnsanlar için metaların değeri değişmez birer fenomen olarak görünür; dolayısıyla metaların tarihsel karakteri değil, insan için metanın o an ki biçimi bir “değer” meydana getirir. Burjuva iktisatı işte bu yüzden bir metanın değerini, metaların fiyatlarındaki nicel dalgalanmalardaki büyüklük veya küçüklük oranları ile (arz ve talep dengesi ile) belirleme arayışına girmiş, fiyat biçimini almış para olarak değeri de, metaların para biçiminde kendi ortak değer ifadelerini bulmasından hareketle, metaların bir değer olarak toplumsal karakterini (üretim-değerlerini/maliyetlerini) tespit etmeye çalışmıştır. Burjuva ekonomi politiğinde değerin takribi “eşdeğer formu” olarak kabul gören para; kapitalist toplumda değeri yaratan özel emeğin toplumsal karakterini ve üreticiler arasındaki üretim, dolaşım, tüketim ve miras ilişkilerini ortaya çıkarmak yerine, tam tersine metalar aleminin bu ters yüz edilmiş görünümünü gözlerden saklayan mistik bir örtü işlevi görür. Değeri yaratan emek türlerinin birleşik diyalektiğini ve yayılım hareketini görünür kılmak yerine, tersine bu durumu gizleyen asıl şey, metalar aleminin işte bu nihai para biçimidir. Bu yanıyla burjuva ekonomi politiğinde para; üretim, dolaşım, tüketim ve miras değerleri biçiminde karşımıza çıkan emek miktarlarının tarihsel ve toplumsal momentlerinin meydana getirmiş olduğu birleşik hareketi gizlemek ve bu sayede meta-sermaye ya da para-sermaye biçiminde karşımıza çıkan finanstokratik-kapitalin egemenliğini meşrulaştırma görevini görür. Bu açıdan sermayenin bir biçimi olarak para-sermaye ya da meta-sermaye kapitalizm altında sanayiburgların ve teknoburgların sınıf egemenliğini gizleyen “sihirli bir değnek” olma özelliğine de sahiptir. Kapitalist toplumlarda paraya atfedilen güç ve zenginlik imgesi de yine aynı teolojik temelden, paranın meta fetişizmi formu biçiminde karşımıza çıkan mistik yapısından kaynaklanır. Yine paranın her şeye egemen olan bir güç (tanrı) gibi algılanması da, kapitalizmin bir din (doğma) gibi algılanması sonucunu doğurur.
Öte yandan, her hangi bir metanın bir başka meta ile “soyut insan emeğinin evrensel cisimleşmesi” olduğu varsayılarak, bunların arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünmekte safçadır. Örneğin, bir pantolon ile bir ayakkabının, soyut insan emeğinin evrensel cisimleşmesi oldukları için aralarında bir ilişki olduğunu düşünmek bizi şu tip bir sonuca götürecektir. Bir pantolon ile bir ayakkabının soyut insan emeğinin evrensel cisimleşmesi oldukları için aralarında bir ilişki varsa; tıpkı bu metalar gibi evrensel “eşdeğer” olarak bir çift ayakkabı ile bir külçe altın arasında da “eşdeğer” bir ilişkinin varolduğunu varsaymamız gerekecektir. Bu sebepledir ki; burjuva ekonomi politiğinin temel kategorileri olan ücret, fiyat, kar vs. bütün bu evrensel kategoriler, kapitalist üretim tarzının (sanayi emeği ile birlikte kurumsallaşan biçiminin) koşul ve ilişkilerinin, genelleşmiş meta ekonomisinin (sanayi ürünlerinin tüm ulusal-pazarları istila etmesinin), “yabancılaşmış emeğin” (gerçekte ideolojik bir ters yüz olma sürecinin) yansımalarıdır. Burjuva ekonomik politiğinin temel kategorileri olan; değer yasası, ücretli emek-sermaye, para, pazar, fiyat, mübadele vb. gibi bütün kategoriler, gerçekte kapitalist topluma özgü geçici ve tarihsel kategorilerdir. Burjuva ekonomi politiğinin “evrensel kategorileri” olarak takdim edilen, ücret, fiyat, kar, vb. tüm bu kategoriler, sanayi emeğinin/sermayesinin kesintisiz artık-birikim rejimine dayanan kapitalist toplumlarda kabul gören “ekonomik düşünce” biçimleridir. Gerçekte bu “ekonomik düşünce” biçimleri/formları; temelleri köleci sisteme kadar uzanan ve emek türlerinin biri birine yabancılaşmasının (üretim ile üretimin maddi zemininin ayrışmasının) sonucunda ortaya çıkmış olan kategorilerdir. Başka bir deyişle, ekonomi politik kapitalist sınıfın sömürü ve baskı ilişkilerini görünmez kılabilmek için ihtiyaç duyduğu burjuva bir “bilim” dalıdır. Bu disiplin; sanılanın aksine evrensel olduğu iddia edilen bu kategorilerin geçiciliği ve tarihselliği ile değil, onların tarih dışılığı ve kalıcılığı ile ilgilenir. Dolayısıyla; kapitalizmin ve ideologlarının öncesiz ve sonrasız olduğunu varsaydıkları kapitalizmin kendisinden önceki toplum biçimlerinden miras aldığı bütün bu kategorilerin belirli süreçlerden geçerek günümüze ulaşmış olduğu ve aynı şekilde yeni emek koşullarına bağlı olarak bu kategorilerin yerlerini başka kategorilere bırakacağı gerçeği de hep göz ardı edilir. Keza bu durum kapitalizmin kendisi “tarihin sonu” olarak lanse etmesinden, kendisine tanrı rolü biçerek, varlığının ezeli ve ebedi olduğu algısını yaygınlaştımak istemesinden kaynaklanmaktadır. Haliyle; burjuva ekonomi politiğin işlevi ve kategorileri bu mistik düşünce yapısının yeniden üretimi ile sınırlıdır. Kuşkusuz bu sınırları belirleyen de yine yönetici sınıfların iktidarlarnı kaybetme korkusudur. Keza bulundukları konum ve imkanlar nedeniyle egemen sınıflar sistemin eksiklerini ve yanlışlarını herkesten daha nesnel bir biçimde görmeye de daha eğilimlidir.
Meta-fetişizminin doruk noktasına çıktığı kapitalist toplumun tüm “büyüsü”; insan emeğinin ürünleri olan bütün bu metaların, insan ürünleri olmalarına rağmen, gitgide üreticinin de (hem icatçı-sınıflar hem de kullanıcı-sınıflar) üzerinde egemenlik kuran “mistik bir dış güce” dönüşmüş olmasından kaynaklanır. Başka bir deyişle, meta-fetişizmi metalar dünyasından kaynaklı bir mistisizm üretmekte; güç, para ve şöhret vb. kavramlar etrafında oluşan egemen burjuva kültürü ve hakim tüketim kalıpları dolayımıyla da meta ilişkileri yaşamın tüm alanlarını işgal etmektedir. Ve yine en basitinden (örnek vererek açmak gerekirse) bir proleter açısından meta biçimindeki emek ürünlerine el koyan kapitalist, böylece proleter fark etmeksizin sadece onun emek gücüne değil, o ürünü üretmek için harcadığı emek miktarının artık kısmına, diğer bir değişle işçinin kendi öz yaşamını yaratabilmek için harcayabileceği toptan emeğinin kayda değer bir bölümüne karşılıksız olarak el koymaktadır. Proleterin kendi öz yaşamını geliştirmek için harcayabileceği emek miktarı artıkça, proleter özgürleşeceği yerde, hem maddi hem de manevi anlamda yoksullaşmaktadır. Proleter her defasında kapitalist için daha çok değer yaratıkça kendi öz yaşamından daha da fazla kaybetmektedir. Proleterin kapitalist için yarattığı artık-değer, kendi öz yaşamı için bir değersizleşme halidir de. Kapitalist ve proleter arasında cereyan eden bu ilişki biçimi kapitalist toplumun tüm ilişki biçimlerinde raslanan bir değersizleşme şeklidir. Dolayısıyla bu ilişki tarzı kapitalist toplumun tüm hücrelerine sinmiş bir biçimde toplumun üzerinde yükselen mistik bir toz bulutuna neden olmakta, bu durum kapitalist sınıf egemenliğinin kendisini gizleyebilmesini kolaylaştırmaktadır. Başka bir deyişle, burjuvazinin hakimiyeti bir boyutuyla meta fetişizmine dayalı mistik düşüncenin nesnel ürünler dünyası kanalıyla kitleler içerisinde yarattığı rızadan (onay almaktan) beslenmektedir. Çünkü ürünlerin nesnelliği bugünün nesnelliği olduğu için metaların etrafında oluşturulan mistisizm sayesinde şu an ki tarihsel kesitin nesnelliği sanki “ezeli ve ebedi” bir nesnellik gibi algılanmakta, bu da öznel hayallerin bile ancak mevcut nesneler dünyasının sınırları içinde tasavvur edilebileceği şeklindeki yanılsamalı bir düşünceye de neden olmaktadır. Bu sebebledir ki; kapitalist toplumda emekçi sınıflar arasında bile “sosyalizm”, “komünizm”, “sınıfsız toplum” gibi fikirler birer hayal ürünü ütopya olarak algılanmakta, bu da emekçi sınıfları savunmasız bırakarak, burjuva egemenliğe dönük teslimiyet duygusu ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, üreticilerle, üretimin maddi temelinin yeniden bir araya geldiği (icatçı ve kullanıcı bölümlenmesinin iç içe girerek birbirinde sönümlendiği) komünist toplumda/toplumsal-icatçılık sisteminde, tüm işlerini ortak emek araçlarıyla gören bir özgür bireyler topluluğunda, farklılıklar arz eden bireylerin emek-gücü, bilinçli olarak, topluluğun birleşik emek-gücü olarak kullanılacaktır. Bu emek, salt bireysel değil, salt toplumsal değil, hem toplumsallaşmış-bireysel hem de bireyselleşmiş-toplumsal bir emek formu olacaktır. Komünist toplumun toplam ürünü, yalnızca toplumun artık ürünüdür. En azından bu toplumun ilk aşamalarında bilim emekçilerinin bir bölümü yeni emek araçları geliştirirken, diğer bir bölüm ise geçim araçlarının tüketiminin düzenlenmesine odaklanacaktır. Dolayısıyla; komünist toplumda geçim araçlarının/meta olmayan ürünlerin insanlar arasındaki dağıtımı da bir planlama meselesidir. Bu dağıtım biçimi, üreticilerin ulaşmış oldukları tarihsel gelişmenin derekesine bağlı olarak değişim gösterecektir. Komünist toplumun ikinci aşamasında toplumun ihtiyaç duyduğu tüketim ürünlerine toplum ihtiyaç duymayacaktır; keza onları emek araçları üretecektir. Komünist toplum bu aşamada geçim araçlarının üretimi ile değil, salt bilim emeğinin üretimi ile uğraşacaktır. Kuşkusuz komünist bir toplumun oluşabilmesi bilim emeğinin yüksek bir gelişme derecesine ulaşmış olmasına da bağlıdır. Keza hiçbir emek sistemi ne vaktinden önce nede kendini var eden emek türü tarih sahnesine çıkmadan var olamaz. Komünist toplumda insanlarca saptanmış bir plana uygun olarak emek ve üretim süreçleri düzenlenmedikçe; emeğin üretkenliğine dayalı toplumun yaşamsal süreci kendisini çepe çevre saran ekonomi politiğin çeşitli mistik örtülerini de (mülkiyet, değer, meta, ücret, fiyat, kar vs.) ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla; ekonomi politiğin bütün bu mistik kategorilerinin ortadan kaldırılabilmesi; emek, üretim, dolaşım, tüketim ve miras süreçlerinin toplumsal bir icatçılık sistemi tarafından planlı bir şekilde denetlenmesi ile mümkündür. Bu sayede; yani toplumsal-icatçılık sistemi sayesinde, sınıflı toplumlara bağlı olarak gelişen üreticiler ile üretimin maddi temeli (icatçılık ve kullanıcılık konumlanışları) arasındaki kopukluk ortadan kalkacağı gibi, bu durum sömürü ilişkilerine dayalı sınıflı toplum biçiminde gözlemlenen ekonomi politik kategorilerinin mistik perdesini de yırtıp atacaktır. Haliyle bu süreç komünist topluma ulaşıncaya kadar geçen zaman zarfında gerçekleşen bir dizi uzun ve çetin gelişme evrelerini de zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk komünizmin toplumsal icatçılık sisteminin gelişim hızına bağlı olarak seyredecek olan varoluş koşullarınında kaçınılmaz bir sonucudur. Dolayısıyla; toplumsal icatçılık içinde kristalize olan bireysel icatçılığın emek araçlarınındaki tarihsel ve toplumsal payı hem icatçı-emek hem de kullanıcı-emek payları açısından ikili rol oynamaktadır. Kaldı ki; komünizm de toplumsal icatçılık sistemi içinde sönümlenmiş olan bireysel icatçılık payları belirli bir plana göre düzenlediği vakit; toplum için yapılması gereken farklı faaliyet türleri ile toplumun ihtiyaçları arasında da orantılı bir denge kurulacaktır. Bu sayede; toplumsal icatçılığa bağlı toplumsal ilişkiler, hem emekleri hem de ürünleri açısından, hem üretimi, hem dolaşımı, hem tüketimi hem de emeğin miras miktarlarını basit ve anlaşılır bir hale getirecektir. Bu aynı zamanda emek faaliyetleri üzerindeki mistik kabuğun ve sömürü ilişkilerinin de ortadan kalkması anlamına gelecektir.
Kapitalist toplumda, emek ürünlerine mübadele niteliğine sahip birer “meta” muamelesi yapıldığı için, bu sayede tüm bireysel emek biçimleri de homojen insan emeğinin standartlarına indirgenebilir. Dolayısıyla; homojen insan emeği standartlarına indirgenmiş olan tüm emek ürünleri de bu “mistik” halleriyle birlikte pazar ilişkileri içinde birbiri ile değişme özelliği kazanır. Bu açıdan paranın kullanımı emeğin evrensel olarak homojen bir standarta indirgenmesinin ve mübadele amaçlı kullanılabilmesinin en tipik örneklerinden biridir. Kaldı ki; insanın emek ve üretim süreçlerini kontrol etmesi yerine, hakim emek ve üretim tarzının insanı kontrol eder hale gelmesi neticesinde, metaların kendi üreticileri üzerinde kurmuş olduğu “mistik egemenlik”, bu toplumsal durumunda aynasıdır. Bu anlayış özellikle de burjuva ekonomi politiği ile birlikte değişmesi mümkün olmayan bir “doğa yasası” statüsüne büründürülmüştür. Başka bir deyişle, mistik-kapitalizmin ve onun “büyülü doğasının” uzantısıymış gibi algılanan burjuvazinin duruşu tanrısal bir düzeye çıkartılarak onun varoluşu tıpkı tanrı gibi ezeli ve ebedi bir “şeymiş” gibi sunulmaktadır. Haliyle; tüm yaratıcılık ve icatçılık fonksiyonlarını özel mülkiyet kanalıyla bu sınıf kendi tekeli altına almaya çalışmış, bunda da kısmen başarılı olmuştur. Bilimde, sanatta, felsefede vs. ki burjuva kültürel egemenliğin asıl kaynağı da yine aynı mistik-ideolojik kökenden beslenmektedir. Kuşkusuz bu mistik hakimiyet kendisi en çokta parasal ilişkilerde ve metalar dünyasında göstermektedir. Bu yüzden burjuvazi kendisinden önceki tarihi, özellikle de emek ile emeğin maddi temelinin ya tamamen ya da kısmen ayrışmadığı eski toplum biçimlerini, örneğin ilkel komünal toplum biçimlerini “akıl dışı” ve “barbar” olarak tanımlamaktan da geri durmamıştır. Başka bir deyişle, insanlığın açık ya da gizli şekilde sınıfsız topluma duyduğu özlem her daim burjuvazi için bir tedirginlik kaynağı olmuş, kendi sınıf egemenliğini sürdürebilmek için tarihi salt kendi icatçı-emek-payından başlatarak kendisinde önce gelen tarihsel emek miras miktarlarını ve toplumsal icatçı-kullanıcı paylarını yok sayma ve unutturma (hiçleştirme) yoluna gitmiştir. Öte yandan, burjuvazi sadece ilkel toplum biçimlerini değil, daha sonrasında gelen köleci ve feodal toplum biçimlerini de “barbarlıkla” ve “medeni olmamakla” suçlamıştır. Bunu yaparak burjuvazi tarihte kendisine özel, mistik ve kutsal bir paye biçmiştir. Haliyle; burjuva ekonomi politiğin gözünde emek, yaşamı yaratan temel güç olarak değil, sadece girdi çıktı tablosunun ve genel üretim ve kar sürecinin bir alt faktörü olarak ele alınmıştır. Halbuki insan nerede varsa emek oradadır; emek neredeyse insan da, toplum da oradadır.
Emek tarihini kabaca “üç evreye” böldüğümüz zaman şöylesi bir tablo ortaya çıkmaktadır: En başta, yani ilkel komünal toplumun alt evresinde üreticiler ve üretim (emek) araçları arasında doğal bir birlik söz konusu idi; dolayısıyla bu toplumda üreticiler kendi emek araçlarının da sahipleri idi. Lakin ilkel komünal toplumun üst evresinden başlayarak köleci toplumun oluşumu ile birlikte artık-ürünün, iş bölümünün ve sınıfların ortaya çıkışı üreticiler ile üretim (emek) araçlarının birliğinin ortadan kalkmasına, ön-değer-yasalarının ortaya çıkmasına, feodal toplumun tarihsel miras değeri de dahil olmak üzere, 5 ile 7 bin yıllık bir süreç sonunda sınıflı toplum biçiminin en gelişkin hali olan kapitalizmin tarih sahnesine çıkması ile sonuçlanmıştır. Özellikle de sanayi ürünlerinin doğrudan mübadelesine dayalı üretim tarzı burjuva üretim tarzının en genel biçimini ortaya koymuştur. Başka bir deyişle, kapitalizm demek sanayi emeğinin mutlak iktidarı demektir. Kuşkusuz pazar için meta üretimi salt kapitalizme özgü bir kategori de değildir. Keza kapitalizm öncesi pre-kapitalist toplum biçimlerinde de (köleci ve feodal toplum biçimlerinde de) meta ve pazar ilişkileri vardı. Lakin; meta ve pazar ilişkilerinin mübadele ve kar hedefiyle üretiminin en yüksek noktaya vardığı sistem ise kapitalizmdir. Dolayısıyla; meta ve pazar ilişkilerinin tarihçesi eski dönemlere kadar uzansa da, kapitalist sanayi-metalarının ve ulusal-sanayi-pazarlarının tarihçesi ise çok daha yakın bir döneme tekabül etmektedir. Kaldı ki; sınıflı toplumların uzun tarihi düşünüldüğünde; değer yasasının ortadan kalktığı, meta, ücretli emek, pazar, sermaye, para, fiyat, mübadele gibi kategorilerin var olmadığı, kar için değil, salt toplumsal fayda için toplumsal-artık üreten bir komünist sistem, ancak kıt kaynakların paylaşımı temelinde değil, bolluk temelinde oluşmuş bir toplumsal icatçılık sisteminin öncülüğünde inşa edilebilir. Bu da ancak bir dizi tarihsel ve toplumsal evrenin iç içe geçtiği devrimci ve reformcu alt üst oluşlar sonucunda gerçekleşebilir.
İlkel komünal toplumun kabaca üst evresinde, yani toplayıcı emek ve av emeği iş bölümü ilişkilerinin doğuşuna bağlı olarak “üreticiler ile üretimin maddi temeli arasındaki bölünmüşlüğün” (icatçı emek payı ve kullanıcı emek payı arasındaki bölünmüşlüğün) başlangıcı ile birlikte, emek ve üretim tarzındaki köklü değişimler toplumun karşıt sınıflara bölünmesi ile sonuçlanmıştı. Bu andan itibaren toplum yönetenler ve yönetilenler, sömürenler ve sömürülenler, köleler ve efendiler, mülk sahipleri ve mülksüzler vs. olarak varlığını sürdürmüştür. Bugünde durum farklı değildir. Bugünde tıpkı köleci ve feodal toplum biçimlerinde olduğu gibi, kapitalizmin gerçek temeli ve temel çıkış noktası: üretim ile üretimin nesnel temelini birbirinden kopararak mevcut icatçı ve kullanıcı bölünmüşlüğüne dayalı akıl dışı ve bilim dışı bu sistemin varlığını sürdürmektir. Dolayısıyla; “üreticiler ve üretimin nesnel temeli” arasındaki kopukluğa neden olan burjuva özel mülkiyet sistemine (özellikle de emek araçları üzerinde ki sanayiburg ve teknoburg hakimiyetine!) son verilmesi ve bilim emeği üreten ve tüketen bir toplum biçimi olarak kollektif icatçılık sistemine dayalı tek sınıflı-sınıfsız komünist bir toplumun inşa edilmesi insanlığın tek gerçekci kurtuluşu olmaya bugünde devam etmektedir.
Her ne kadar yukarıda ki satırlarda kapitalist sistem ile komünist sistem karşılıklı kıyaslanmış olsa da, kapitalizmden komünizme doğrudan geçiş olanağı da yoktur. Dolayısıyla; sosyalist bir geçiş toplumu olmaksızın kapitalizmden komünizme aşamasız geçişte mümkün değildir. Protekya iktidarına dayanan sosyalist toplumun denetim devletleri her şeyden önce başta yönetsel ilişkinin ezilen alt sınıflara denetleme hakkı vermesini zorunlu kılmaktadır. Yönetilenleri bir andan yönetenler haline getirecek sihirli bir değnek yoktur. Toplumsal kullanıcılığı akşamdan sabaha toplumsal icatçılığa dönüştürecek sinir gücümüzde yoktur. Haliyle; “dört bacaklı” denetim devleti biçiminden komünist bir topluma geçiş daha mümkün ve olası bir yoldur.
Dipnotlar
[1] Ekonomi politik “şeylerin tarihi”nin bir parçasıdır. İnsanlar birbirleriyle şeyler dünyasının bir parçası olan metalar aracılığıyla ilişki kurarlar. Şeyler görünümündeki metalar aracılığıyla insanlar arasında dolaşıma giren, yalnızca mübadele-ürünleri değil, kendi tarihinin “etkin” nesnesi olan insanın bütünsel bir görünümüdür. Bu görünüm, şeyler ile insanların “çakışarak” ya da “sürtünerek” çıkardığı tarihsel nesnelliklerin, yani bir tarih nesnesi olarak insanın bütünsel bilgisidir de. Bu nesnel bilgi hayatın biçimlerini, emeğin ve işbölümünün görünümlerini, dilin karmaşıklığını, üretimin tiplerini, niceliksel-nitel ve niteliksel-nicel her tarihsel sıçramayı ve devrimi kendisine dâhil ederek, kendi kendini kat eder, sonsuz-sonlu bir sonuca ulaşır daima. Kendi sonlu sonucunun sonsuz yadsıması olarak, sonsuz bir bilimsel eğrinin eşiğinden sürekli atlayarak, şeyleşmiş metaların tarihinin genel tablosunu çizer. Artık tüm “emek tarihi” meta görünümünü almış “şeylerin tarihi”dir. Şeylere egemen olan insan değil, insana egemen olan “şeyleşmiş dünya”dır. Artık İnsanın ürettiği tüm “şeyler” gitgide ondan uzaklaşacak, ona karşıt ve egemen bir güç olarak (bir sonuç olarak) karşısına dikilecektir. Başka bir deyişle, neden sonuç olmuş, sonuçta neden haline gelmiştir.
[2] Metaların mistifikasyona uğramış olan “temsil” durumları, metaların insan ihtiyacı için yapılan üretiminden, “kullanım-değerinden” kaynaklanmaz, metaları mistifikasyona uğratan bir başka şey de, bir metanın “mübadele-değeri” olabilmesi için sağlayan “gösterge-değeri”dir. Bu gösterge-değeri, metaların değerini belirleyen etkenlerin “doğa”sından kaynaklanmaz. Gösterge-değerini oluşturan bir diğer etken de, metanın bir mübadele-değeri olarak, belirli bir insan beğenisinin de karşılığı olmasıdır. İnsanlar bir metayı sadece çok değerli olduğu ya da belirli bir türden özel bir insan ihtiyacını karşıladığı için değil, belirli bir karşılığı olan insan beğenisine (tüketim-değerine) denk düştüğü içinde elde etmek isterler. Dolayısıyla; nesneleşmiş bir emek ürününün mübadele-değeri, bu metayı satın alacak olan kişinin arzularından, o şeye yüklediği anlam ve önemden de pay almakta, değerin tamamının oluşumunda olmasa bile, o da değerin nicel oluşum sürecinde de belirli bir yer kaplamaktadır. Özetle; gösterge-değeri hiçbir zaman gösterildiği gibi de değildir. Gösterge-değeri gerçekte tarihsel bir değerdir. Lakin burjuvazi bu değeri hokkabazlık yaparak tarihsellikten uzak mistik ve büyüleyici bir şova dönüştürerek sunmaya çalışır. Diğer bir deyişle, burjuvazi şapkaya bir güvercin sokup iki tane tavşan çıkartmakla uğraşır.
18.05.2020
Serhat Nigiz
4 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years ago
Text
Tarihsel Emeğin Miras Miktarı Nedir Ne Değildir?
Tumblr media
“İnsanların kendi üretici güçlerini -ki tüm kendi tarihlerinin temelidir- seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güç, daha önceki eylemlerin ürünü, edinilmiş bir güçtür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretken güçlerle, kendileri varolmazdan önce varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle; yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler.”
Karl Marx, Marx’tan Paul Annenkov’a, Brüksel, 28 Aralık (1846)
Emekolojik açıdan genel bir tanımlama yapmak gerekirse; ilk emek biçimi olan toplayıcı emekten başlayarak av emeği ve tarım emeği de dahil olmak üzere, sanayi emeğine kadar uzanan süreçte kristalize olmuş bütün bu emek biçimlerinin/üst-türlerinin ve alt-türlerinin birleşik hareketi ile oluşmuş olan emek zenginliğinin, bugüne kadar ki icatçı ve kullanıcı paylarına dayalı ortak birikimine, tarihsel emeğin miras miktarı adı verilir. Örneğin, emeğin yayılım grafiği baz alındığında D-5 icatçı ve kullanıcı paylarının hesaplanabilmesi için gerekli olan tarihsel emeğin miras miktarlarının belirlenebilmesi; ancak D-5’e göre D-4’te toplanmış emeğin miras miktarlarının hesaplanabilmesi ile mümkündür.
İster burjuvayan-iktisat teorileri olsun, ister proletaryan-iktisat teorileri olsun, bunların değer-yasaları hiçbir zaman tarihsel emeğin miras miktarlarını görmek istememiştir. Dolayısıyla; her iki iktisat ekolününde emek araçlarını “sabit sermaye” ve “ölü emek” olarak görmesi de yine bu yanılsamadan kaynaklanmıştır. Aslında “sermaye” diye bir iktisadi kategorisi de yoktur. Gerçekte ise; icatçı ve kullanıcı emek güçlerinin ödenmiş ya da ödenmemiş olan tarihsel/toplumsal emek miras miktarlarının toplamı (totali) vardır. Bunun görülememesinin asıl nedeni de; kuşkusuz emek türlerinin birleşik diyalektik hareketinin görülmek istenmemesidir. Başka bir deyişle, böylesi bir fikrin olabileceğinin emekoloji’ye kadar hiç düşünülmemiş olmasıdır. Yoksa ne klasik ingiliz ekonomi politiğinin temsicisi olan Ricardo’nun emek-değer teorisi, ne de proletaryan-iktisadının temellerini atan Marx’ın Ricardo’nun görüşlerinin üzerine eklediği toplumsallaşmış-emek-zaman miktarlarına bağlı artık-değer teorisi, gerçek manada bir emek-değer teorisine de dönüşememiştir. Diğer bir deyişle, ne Ricardo ne de Marx gerçek manada bir emek-değer teorisi ortaya koymayı başaramamıştır. Dolayısıyla; Ricardo ve Smith’e kıyasla bir tık önde olsa da, Marx’ın artık-değer teorisi sanayi emek zaman üzerinden proleter kullanıcı paylarının hesaplanmasına dayalı eksik ve yanılsamalı bir değer teorisi olarak kalmıştır. Hiç kuşkusuz burjuvayan-iktisada kıyasla proletaryan-iktisat görece daha ilerde olsa da, lakin bu durumda bile; emek-değerin sanayi-değer tarzında kristalize olmuş biçiminin sanayi-doğa/rant-değerin belirlenmesini dahi sağlayamadığı da düpedüz ortadadır. Kısacası; proletaryan-iktisadının bugüne kadar göremediği, gözlemleyemediği şeylerin başında hiç kuşkusuz tarihsel emeğin miras miktarı gelmektedir. [1].
Tarihsel olarak emek araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı konumlanışlara göre şekillenen sınıf gerçekliğini anlamamış olanların; emek türleri ve emek araçları dolayımıyla ortaya çıkan nesnel-emek ve öznel-emek korelasyonlarına (permitasyonlarına vs.) bağlı olarak oluşan emek mefhumunu anlaması da mümkün değildir. Netice de; emeği salt ortaya çıkmış ürün ve para olarak gören meta-fetişizmi de bu yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Dahası; emek türü, emek araçları, icatçı ve kullanıcı kompozisyonları vs. bağlamlarında ortaya çıkan sınıf gerçekliğini anlayamayanlar, diğer taraftan “eşitsiz ve birleşik gelişme yasası” ya da “değer yasası” gibi uydurulmuş teoremler üzerinden bugünde kendilerini varetmenin (siyasal manada bir varlık yokluk mücadelesi yürütmenin) peşine düşmüş durumdadırlar.
Herşeyden önce emeğin tarihsel hareketi emek türlerinin birleşik tarihsel hareketinden başka da bir şey değildir. Bu tanımlama gereği tarihsel-emek; emek türlerine, emek araçlarına, eski ve yeni icatçı-kullanıcı emek güçlerine ve bunların arasındaki birleşik çatışkı diyalektiğine göre şekillenen “eşitsiz ve birleşik gelişme” dinamikleri ölçeğinde insanın doğa üzerindeki tahakküm mücadelesi ve bunun tarihsel derekeleri ile belirlenen bir toplumsal sınıflar tarihidir. Dolayısıyla; farklı farklı emek tarzlarının işleyiş ve gelişme şekillerine göre “eşitsiz ve birleşik gelişen” tarihsel emek sistemleri, kendi içlerinde savaşan, kapsayan, eriyen, parçalanan, yıpranan, yıpratan, zorlayan, deviren, devrilen, ikna eden ve sıçrayan sistemler olarakta gelişme kaydetmişlerdir.
Farklı farklı emek ve emek güçlerinin birleşik savaşımının ansal ve tarihsel kesitlerine (foto-kesitlerine) eksik ve yanılsamalı bir biçimde “eşitsiz ve birleşik gelişim yasası” denmesi; asıl olarak tarihsel emeğin birleşik çatışkı diyalektiğinin anlaşılamamasından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla; emek türlerinin tarihsel dizilim ve yayılım grafiğini inceleyen aklı başında her insan “eşitsiz ve birleşik gelişim yasası” diye bir yasanın pratikte/nesnel karşılığının olmadığını da rahatlıkla görebilir. Gerçekte; eşitsiz ve birleşik gelişim yasası adıyla anılan şey, nitel ve nicel emek türlerinin birleşik çatışkı diyalektiğinden/iş bölümü mekaniğinden başka da bir şey değildir. Dolayısıyla; tarihi, toplumu, sınıfları, insanı meydana getiren de emek ve emek türlerinin tarihsel miras (icatçı ve kullanıcı da süzülmüş cansız emek değer) ve toplumsal emek değer (o an ki emek türüne göre icatçı ve kullanıcı canlı emek) şeklindeki birleşik total-değer yasasıdır.
Proletaryalist iktisadın iddia ettiğinin aksine; değer ve artık-değer salt emek araçlarının kullanıcı emek güçlerinin toplumsal ve bireysel emek miktarlarına göre belirlenemez. Benzer bir şekilde; burjuvayan iktisadın da iddia ettiğinin aksine, değer ve artık-değer salt emek araçlarının icatçı emek güçlerinin toplumsal ve bireysel emek miktarlarına göre de belirlenemez. Kuşkusuz hem emek araçlarının icatçı-emek-miktarları hem de kullanıcı-emek-miktarları değer ve artık-değerin oluşumunun sadece bir kısmını meydana getirmektedir. Gerçekte ise değeri ve artık-değeri belirleyen tek ölçü birimi vardır ki; o da nesnel ve öznel/somut ve soyut/canlı ve cansız vs. olmak üzere tarihsel emeğin miras miktarlarıdır. Konuya ilişkin olarak somut bir örnek vermek gerekirse; D-4 emek türüne bağlı icatçı ve kullanıcı emek miktarlarında kristalize olan değer ve artık-değer oranları ancak D-4 emek türünün oluşumunu sağlayan, sırasıyla (geriye doğru) D-3, D-2, D-1 şeklindeki emek-tür-serisi ile belirlenebilir. Dahası: bu hesaplama serisi C-tarım, B-av, A-toplayı değer ilişkileri de dahil edildiğinde, emeğin tam manasıyla bütünsel tarihsel hareketi de/fotografını da ortaya konulabilmektedir. Son tahlilde, bir yandan icatçı ve kullanıcı faktörleri de kapsayacak bir biçimde toplumsal emek miktarları, diğer yandan tarihsel emeğin miras miktarları, değerin ve artık-değerin asıl kaynağını teşkil etmektedir. Dolayısıyla; değerin asıl kaynağının meydana getiren şey, değeri yaratan emeğin türlerinin tarihsel (geçmişleşmiş-bugünün) ve toplumsal (bugünleşmiş-geçmişin) iş bölümü deviniminden başka da bir şey değildir.
Emekolojik değer teorisine açıktan ya da gizli itiraz edenlere “Bilal’e anlatır” gibi anlatmak farzdır! Sanayi emek türü gökten zembille mi indi? İnmediğine göre; en basit anlatım şekliyle sanayi emeği kendisini var eden tarihsel ve toplumsal koşullardan ayrı ele alınamaz. Dolayısıyla; her hangi bir emek tekniği her şeyden önce o emek tür tekniğinin özelliklerini belirleyen miras değerleri ile birlikte var olmak zorundadır. Nasıl ki; mekaniği bilmeyen elektriği bilemezse, elektriği bilmeyen elektroniği de bilemez. Dahası; söylesi “provakatif” bir soruyu da akla getirmek gerekir: hangi D-3 burjuvası/sanayi-burgu D-2’den başlayarak daha da gerilere gidersek tüm emek türlerinin mirasına bir değer ödemiştir? Burjuvayan-iktisatçılar ya da proletaryan-iktisatçılar D-3 burjuvazisinin ödediği tarihsel emeğin miras miktarını gösterebilir mi? Ya da yalnızca D-3 proleterlerinin ödediği tarihsel emeğin miras miktarlarını gösterebilir mi? Aslında ne D-3 burjuvazisi ne de D-3 proletaryası devraldığı tarihsel emeğin miras değerlerini gösteremez! Başka bir deyişle, bu durum; D-3 burjuvazisinin ya da D-3 proletaryasının kendilerinden önceki emek türlerinden kendi emek türlerine emek-mirası olarak kalan emek-miras-miktarlarına hiçbir “bedel ödemeden” sahip oldukları; dahası kendilerinden önce var olan emek-miras-miktarlarının zenginliklerini bedel ödemeden “gasp ettikleri”, yani kendilerinden önceki emek-değere ve artık-değere sanılanın aksine hiçbir katkı koymadıkları anlamına da gelmektedir. Başka bir deyişle, şayet “değer” kendinde bir şey olarak kendinde bir “hiç-lik” olarak anasız ve babasız doğabiliyorsa, o şeyin var olmak için kendisi dışında hiçbir şeye de ihtiyacı yok demektir. Böylesi bir “emek-ontolojisine” kargalar bile güler iken, tüm tanrı teorileri de bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, insan, emek türü, toplum ve sınıf salt kendinden menkul ise, anası babası yok, oğlu kızı yok ise, o bildiğimiz teolojik tanrı-emek teorisinden başka da bir şey değildir.
Tarihsel emeğin miras miktarını red edenler; örneğin sanayi emek türünün tarım emek türüne “ödediği değerleri” kanıtlamakla mükelleftir. Aksi takdirde; karşımızdaki şey, anasız/babasız doğan ve gökten zembille inen “insan-üstü” bir tanrı-kapitalizminden başka da bir şey değildir. Dahası; böylesi bir “kapitalizm” bugün ki emek-türüne ve emek-tekniğine ilahi yollardan kavuşmuş olan “doğa-üstü” bir kapitalizmdir. Asıl gerçek her emek türünün “bedelini ödemeksizin” de olsa, kendisinden önceki emek-türlerinin ve emek-tekniklerinin kendisine bıraktığı emek-mirası sayesinde varolabildiğidir. Tarihi kendisinden/sanayi emeği ile başlatan, kendisinden önceki insanlığın değerlerini/emek-mirasını hiçe sayan hiçbir sosyalist-ekonomi-politika varolamaz. Dolayısıyla; burjuvazinin sanayi emek araçlarının icatçısı olması nedeniyle tüm (ilkel, köleci, feodal) emek değerlerinin/artık-değerin kendisine ait olduğunu iddia etmesi ne derece saçma ise, salt bu araçların kullanıcısı olduğu için proletaryanın tüm emek değerlerinin/artık-değerin kendisine ait olduğunu iddia etmesi de, o derece saçma ve akıl dışıdır. Kısacası; burjuvazinin icatçı-sınıf olmaktan, proletaryanın da kullanıcı-sınıf olmaktan gelen konumu gereğince, emek-değerin ve artık-değerin salt kendisine ait olduğu argümanı, içi boş bir iddiadan başka da bir şey değildir. Dolayısıyla; bu abzürt iddia hiçbir şekilde nesnel ve iktisadi temeli olmayan öznel bir yanılsamanın ötesine de geçememektedir.
Klasik proletaryan-iktisatın diliyle konuşmak gerekirse; tarihsel emeğin miras miktarı üretim araçlarının üretiminde cisimleşmiş olan ve değişmeyen sermaye biçimindeki burjuvazinin özel mülkiyetinde olduğu sanılan ölü emektir. Halbuki bu eksik ve yanılsamalı bakış açısının aksine emek/üretim araçlarında cisimleşen miras değerleri, hem kendi değerleriyle hem de kendisinden önce gelen miras değerleriyle birlikte var olmak zorundadır. Ve yine örneğin; D-1 / D-2 / D-3 / D-4 / D-5 proleterlerinin kullanıcı artık-değerlerini de bu kullanıcı-miras değerlerine eklemek gerekmektedir. Keza; soyut-icatçı emek payının oluşumunu belirleyen “soyut-miras-miktarları” ve soyut-kullanıcı emek payının oluşumunu belirleyen “soyut-miras-miktarları” da bu değerlere eklenmelidir. Başka bir deyişle, hem icatçının hem de kullanıcının miras-paylarını hem emek araçlarına hem de metaya (ve haliyle meta’nın bir formu olarak para-meta’ya) katmak gerekmektedir. Ayrıca; “sermaye” dediğimiz kategori emekten bağımsız/ona yabancılaşmış bir şey de değildir. Aksine sermaye tarihsel ve toplumsal olarak toplanmış bir emek formu ve kategorisidir. Diğer bir deyişle, sermaye emeğe ait iken, emek ise sermayeye dair’dir. Bu yüzden emeksiz bir sermaye düşünülemeyeceği gibi, sermayesiz bir emekte düşünülemez. Nasıl ki köle-emeği olmasaydı köle sahibi-sermayesinden, nasıl ki köylü-emeği olmasaydı feodal efendi-sermayesinden söz edilemezse; proleter-emek olmadan da bir burjuva kapitalist-sermayeden ve bunların emek-biriktirmeye dayalı mülkiyet ve sömürü biçimlerinde de söz edilemezdi.
Ne yazık ki günümüz “Marksistleri” Marx’ın bile gerisine düşmüş durumdadır. Keza; Marx hiçbir zaman sermaye kavramını kapitalizmle özdeş olarak kullanmamış; hatta pre-kapitalist toplumlara ilişkin araştırmaları bütünsel bir teorik yapıya kavuşmuş olmasa da, sermayenin ve metanın ilkel biçimlerinden de bahsetmiştir. Ta sermaye’yi (aslında emeği!) ilkel döneme kadar götüren Marx’ın aksine, günümüzün sözde marksistleri sermayenin tarihini sanayi emeği/kapitalizm ile başlatarak aslında “anti-marksist” bir tutum sergilemekten de kurtulamamaktadır. Özellikle de kimi proletaryan-marksistlerin marksist yazına ilişkin sığlıkları insanı hayrete düşürecek cinstendir. Keza; bu sözde marksistler okuduklarını dahi anlayabilecek ve yorumlayabilecek bir kapasiteye/ufka sahip değildir.
Gerçekte emeğin birimi yine başka bir emek birimi ile ölçülür. Bu yüzden “emek zaman” kavramı her toplumsal emek sisteminde varolan bir kavram ola gelmiştir. Emekten bahsediyorsanız zaten “küçük”, “orta” ya da “büyük” ölçekli bir emek sisteminden ve emek zamansallığından bahsediyorsunuz demektir; ya da ilkel, köleci, feodal, kapitalist ölçekli bir emek sisteminden ve zamansallığından bahsediyorsunuz demektir. Örneğin, hiç kimse kalkıp mekanik-emek-zaman olmadan bir feodal toplum biçiminden bahsedemez. Dahası; klasik proletaryan-iktisat açısından ele alındığında: “artık-değerin değişmeyen-sermayeye dönüşmüş olarak görülen kısmı emek-zamandır” der isek; aslında bu emek-zaman kavramından hiçbir şey anlamamaktır. Keza; emek zaman: bir ürünün/metanın üretilmesi için gerekli olan toplumsal emek zamandır. Şayet bu üretim mekanik emeğe dayalı olarak feodal toplumda gerçekleşiyorsa, bu üretim “mekanik-emek-zaman” kategorisi içinde yer alıyorken, benzer bir şekilde kapitalist toplumda ise bu üretim “sanayi-emek-zaman” kategorisi içinde yer almak zorundadır. Neyin neyin içinde olduğunun ve neyin neyin içinden doğduğunun belirlenebilmesi; ancak “baskın” ve “çekinik” konumda olan emek tarzlarının ve tekniklerinin doğru bir biçimde sınıflandırılması ve tanımlanabilmesi ile mümkündür. Ayrıca; emeğin başka bir emek ile ölçülmesi kategorisi toplumsal emek zaman dilimlerinin ve türlerinin tarihsel emek zaman dilimleri ve türleri ile ölçülmesini de gerektirmektedir. Zaten tarihsel emeğin miras miktarlarını belirlemek demek; tarihsel emeğin türsel ve alt-türsel emek zamanlarına nominal ve soyut (matematiksel) değerler vermek demektir. Belirli bir emek türünün belirli bir alt emek türüne olan oranı salt her iki tarihsel zaman miktarının nominal yükseliş değerlerinin karşılaştırılması ile hesaplanmak zorundadır. Yoksa tarihsel miras değerlerindeki nominal ve soyut miktarlar birbirleri ile kıyas yapılamadığı sürece, bugüne kadar gelen tarihsel değerin total-değeri de hesaplanamaz. İşte emokolojik tarihsel emeğin miras değer teorisi; tarihsel miraslarda tek tek, form form, süzülmüş olan soyut nominal değerlerin bütününün üst üste toplanması ile ortaya çıkan bir değer biçimidir. Dolayısıyla; emekolojik açıdan tarihsel miras değeri dendiğinde tarihsel emek zaman formlarının totalinin toplamı kastedilmektedir.
Kaldı ki; her toplumda emek-zaman üzerinden yapılan üretim ortaya çıkan ürünü/metayı kapsarken, o metanın ve ürünün sadece bir kısmını artık-emek-zaman dilimi oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, gerçekte artık-emek-zaman kategorisi emek-zaman kategorisi içindeki bir alt-kategoriden başka da bir şey değildir. Diğer bir deyişle, emek-zaman kategorisi içerisinde artık-emek-zaman kategorisi bir alt-kategori iken; emek-zamandan bağımsız bir artık-emek-zaman kategorisi de bulunmamaktadır. Emek-zaman her zaman soyut ya da somut değer yaratır. Dolayısıyla; yaratılmış olan şeyin her zaman karşılığı somut bir ürün/meta ya da para olmak zorunda da değildir. Aynı ölçekte; artık-emek-zaman da her zaman artık-değer yaratır. Başka bir deyişle, salt kendi başına emek-zaman artık-değer yaratmaz, artık-emek-zaman artık-değer yaratır. İster bu icatçı-emek-zaman açısından olsun, ister kullanıcı-emek-zaman açısından olsun, her daim artık-emek-zaman artık-değer yaratmakla mükelleftir. Dolayısıyla; artık-değer yaratmayan bir artık-emek-zaman da oksimoron bir emek-zaman tanımlamasıdır.
Dahası, emekolojik iktisat kuramı açısından ele alındığında; proletaryan-iktisatçıların her sıkıştıklarında sarılmayı pek bir sevdikleri “ölü emek”, “cansız emek”, “değişen/değişmeyen sermaye” gibi kavramlar bile (şimdilik emekolojistler de bu kavramlardan yararlanmak zorunda kalsa da) sorunlu kavramlardır. Aslında bu kavramların bilimsel bir içeriği de bulunmamaktadır. Proletaryan-iktisadın burjuvayan-iktisattan devraldığı bu sorunlu kavramlardan vakti zamanı gelince topyekün kurtulmak elzemdir. Elbette ki bu “kurtulma” işi; belirli bir disiplin ve yöntem altında yapılacak olan bilimsel araştırmaları, yeni kavramları ve çok daha özgün yorumlama şekillerini de zorunlu kılmaktadır. Kısacası; emekolojinin en önemli saç ayaklarından birini meydana getiren emekolojik değer teorisinin kapsamının geliştirilmeye açık olması hasebiyle, bu hedefe adım adım ulaşıldıkça tüm sorunlu kavramlar ve kategoriler de kapsanarak aşılacaktır. Bu süreç komünizm mücadelesi varoldukça komünizmin şafağına kadar devam edecek ve ondan sonrada emekolojik değer teorisi doğalojik değer teorisi içinde süzülerek kristalize olacaktır.
Emek/üretim araçlarına ilişkin olarak (popüler bir ifadeyle “teknolojik gelişmeler de”) gerçekleşen ilerlemeler de icatçı ve kullanıcı konumlanışların oynadığı rolün önemimi kavrayamamış olan proletaryan-iktisat; bu araçlara ilişkin her türden yeniliği tümüyle mülkiyet ilişkilerinin bir alt fonksiyonu olarak ele almaya devam etmektedir. Bu bakış açısına göre; burjuvazi/kapitalistler sınıfı üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak ve bu sayede artık-değere el koymak dışında hiçbir işlev görmemektedir. Halbuki emek/üretim araçlarındaki emek-tekniklerine ilişkin gelişmeler gerçekte icatçı-kullanıcı diyalektiğinin bir sonucudur. Tüm sınıflı tarihte yine bu icatçı-kullanıcı diyalektiğinin bir sonucu (yönetenle yönetilen arasındaki mücadelenin bir sonucu) olarak ortaya çıkmıştır. Mülkiyet ilişkilerinin fonksiyonel özelliklerini belirleyen şey de emek/üretim araçları karşısındaki bu icatçı ve kullanıcı konumlanışlar ve sınıf/tabaka hiyerarşileridir. Yoksa sınıflı toplumlar tarihini bir avuç gözünü para hırsı bürümüş kötü insana bağlayan ya da insanlığın kurtuluşunu sulandırılmış kahramanlık öyküleri ile açıklayan her türden idealist tarih okumasına da karnımız tok! Kötü insanlar geldiler, mülkiyeti ele geçirdiler ve emekçileri köle yaptılar şeklindeki arabesk tarih anlatımının bilimle hiçbir alakası olamaz. Toplumsal sınıfları emek/üretim araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı konumlanışlara oturtmayan her görüş; gerçekte (komünizmin yol ve yöntem sorununu çözme arayışı olarak) Marksizm’den de uzaklaşıyor demektir. Kuşkusuz buradaki “Marksizm” vurgusundaki asıl kasıt; Marx ve Engels’in öncülüğünde başlayan (ve elbette Lenin’in katkıları ile de özel bir politik biçim alan) bilimsel komünist faaliyetin teorik, politik ve örgütsel ayaklarının emeğin tarihsel devinimine göre yeniden düzenlenmesidir. Bu da en başta yol ve yöntem sorunu noktasında düğümlenmektedir. Kuşkusuz emekoloji’nin bu yol ve yöntemi de tarihsel emeğin miras miktarlarında saklıdır.
Binlerce yıla yayılan uygarlık tarihinin son beş asırlık kesitinde tarih sahnesine çıkmış olan ve yalnızca iki asırlık kesitinden bu yana dünyayı yöneten burjuva sınıfı, kendisinden önceki köle sahiplerinin, feodal derebeylerin izinden giderek; koca bir insanlık tarihinin yaratmış olduğu emek mirasını yok sayarak, tüm tarihi kendisiyle başlatma histerisine kapılmıştır. Keza; burjuvazi sanayi emek araçlarının icatçısı olması durumunun, o’na bu hakkı “doğuştan verdiği” yanılsaması içindedir. Dolayısıyla; hem burjuvazinin yönetme hırsı hem de kapitalizmin kendisini “ebedi ve ezeli bir sistem” (tanrı/teokapitalizm) olarak görme yanlışı da, yine bu yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Öte yandan, tuhaf bir gerçek daha vardır ki; sanayi emek araçlarının kullanıcı-sınıfına atfen, proletaryalist-ütopistler ise kapitalizmin kendisinden önceki sistemlerden devraldığı tarihsel emeğin miras miktarlarını kullanıcı-sınıf-proletarya adına “gasp ederek” bundan sosyalizm/komünizm çıkarabilecekleri yanılsamasına düşmüşlerdir. Dolayısıyla; proletaryanın olmayan icatçı bilincinin dışardan parti ya da devlet (proletaryanist-efendicilik!) kanalıyla giderilmesi yoluyla kurulmaya çalışılan sistemlerde haliyle kimi önemli başarılar elde etmiş olsa da, nihayetinde temsiliyetçi-proletaryanizm sanayi emeğinin kapitalist ufkunu ve kurumlarını aşmayı da başaramamış; onun düalist anlamda bir başka varyantı/versiyonu olarak kalmaktan da kurtulamamıştır.
Aslında burjuvazi mekanik feodal dünyaya, onun yaratmış olduğu tüm değerlere ve tarihsel-toplumsal zenginliğe karşı, sanayi emeğinin emekolojik dünyasının toplumsal ve tarihsel değerlerini varettiği için, feodal dünya ile kapitalist dünya arasındaki farkın dağlar kadar olması nedeniyle, Samanyolu Galaksisi'ni feth edebileceği, adeta “yüce dağları ben yarattım!” şeklindeki şizofrenik-icatçı-psikolojisinin ötesine de geçememiştir. Burjuvazi; feodal icatçı emek güçlerinin tanrılarına karşı kendi sanayi emek güçlerinin tanrılığını ilan etme, diğer emek dünyalarına karşı kendi zaferini kutsal ilan edip, proletaryan-kullarının da kendi iktidarına secde edeceği ve kendi sisteminin sonsuza kadar varolacağı yanılgısına düşmekten de kurtulamamıştır. Aksine; sanayi emeğinin tanrılarına ve ona sonsuza kadar kulluk edeceği varsayılan proletaryaya karşın, “Marksizm” proletaryan-efendiler-tanrıları ile kapitalizme karşı çıkarak tarihteki yerini de almıştır. Lakin; ne burjuvazinin sanayi emeğinin icatçı-tanrılığı ne de proletaryanın kullanıcı-tanrılığı sonsuza kadar sürmemiş, tam tersine her ikisinin de hesaplamadığı bir şekilde emeğin gelişimi devam etmiş ve teknik emeğin (elektronik-kültür) dünyasının değerleri ve kavramları her geçen gün daha çok sanayi emeğinin dünyasını istila etmeye başlamıştır.
Nasıl ki sanayi emek araçlarının icatçıları olan burjuvalar biri biri üzerine geçerek ilerleyen geçmiş tarihsel emeğin mirasını “gasp ederek” kendi varlıklarını ve sistemlerini güvence altına alma yoluna gittiyse, bugünde proletaryalist-ütopistler sosyalist toplumun maddi temelini oluşturan teknik emeğin tarihsel mirasını “gasp ederek” kendi varlıklarını garanti altına almaya çalışmaktadırlar. Adeta tereciye tere satmaktadırlar! Dolayısıyla; proletaryalist-ütopizmin emekoloji ve protekya karşısındaki öfkesi de gayet anlaşılabilir bir öfkedir. Kısacası; bugün için burjuvazi geçmişin mirasını çalmak ile meşgulken, ütopist-proletaryalistler ise geleceğin mirasını çalmak ile meşguldür. Lakin; her iki tarafında anlamaktan uzak olduğu asıl gerçek şudur ki; hiçbir emek-türü ve emek-gücü, bir önceki ve bir sonraki emek-türü ve emek-gücünden bağımsız olarak bir değer (kendine has-içkinleşmiş bir prakis) yaratamaz. Bu gerçek bilince çıkarılamadığı müddetçe; bilimsel komünist hareket içerisinde tarihsel emeğin miras miktarının ne olup olmadığı da doğru bir biçimde kavranamaz; dolayısıyla proletaryalist-ütopizmin düştüğü yanılsamalar da asla aşılamaz.
Marx ve Engels döneminde tarihsel emeğin miras miktarı bir olgu olmanın ötesine geçememiş iken (ki Marx ve Engels döneminde tarihsel emeğin miras miktarı hesaplanabilir bir bilimsel yönteme kavuşamamıştı), bugün ise tarihsel emeğin miras miktarı bir emek yasası olarak emekolojik yöntem sayesinde hesaplanabilmektedir. Başka bir deyişle, icatçı ve kullanıcı emeğin, canlı ve cansız emeğin toplumsal emek miktarında kristalize olan (eriyen) değeri, tarihsel emeğin miras miktarının katılımı ile ölçülebilmektedir. Son peygamber ve son din burjuvazi ve kapitalizm masallarına karşı son peygamber ve son din proletaryalist-sosyalizm masalları da bu gerçeği değiştirmeyecektir. Dolayısıyla; hem burjuvayan hem de proletaryan masallara dayanan iktisat teorilerinin aynı oranda dünyayı yorumlama ve değiştirme noktasında ki eksiklikleri de, emekolojik değer teorisinin tarih sahnesine çıkması ile birlikte iyice ayyuka çıkmış, çözülme sürecine girmiş ve inandırıcılığını tamamen kaybetmiştir. Dünyanın son 20-30 yıllık fotografına bile bakmış olsak; ne yönetenler ne de yönetilenler varolan sistemden memlun değildir ki, dünyanın her köşesinde yerel, yöresel, bölgesel çaptaki çatışmalar kendisini göstermekte, mevcut devlet yapıları başta olmak üzere, temsiliyetçi siyasal sistemler, yani kapitalizmin genel bekası çöküş ve yokoluş evresine girmiştir. Bu göstergeler ışığında söylemek gerekir ki; kapitalizm bu yapısı ile birlikte tam manasıyla tarihsel glokalist sistemi aşamaz ve tarihsel bir glokalist-kapitalist sistem kuramazsa, yokolmaktan da kurtulamayacaktır.
Emekolojik değer teorisi ile bağlantılı olan sınıf tartışmasının izdüşümü olarak yeni sınıf gerçekliğini kavrayamayan proletaryanizm; doğal olarak protekyanın sosyalizm mücadelesinde ki merkezi önemini de kavramaktan uzak bir görüntü sergilemektedir. Her fırsatta Bolşevizm’e gönderme yapmayı pek seven bu proletaryalist-sollar; gerçekte Bolşevizm’in devrimci özünü de anlamaktan uzaktır. Zira; Rusya’da proletarya azınlık iken bile, proletarya “önderliğinde” proleter-köylü ittifakına dayanan bir devrim olmuşken, bugün emeğin en ileri kesimini temsil eden protekyanın önderliği atında protek-proleter ittifakına dayanan bir devrim perspektifi ise günümüz realitesi olmayı da sürdürmektedir. Başka bir deyişle, hem demokratik görevler hem de sosyalist görevler açısından (ki bu ikisi birbirinden ayrı tutulamaz) protekyanın hegemonyasının belirleyici olduğu günümüz bolşevizminin asıl teorik ve pratik gücü de bu noktada düğümlenmektedir. Kısacası; bugünün tek bir bolşevizmi vardır, o da protek-bolşevizm’idir!
Proletaryalist-solların tüm argümanlarına karşın sosyalist devrimin önderliğini proletarya yapamaz. Keza; her şeyden önce bu görüş nesnel açıdan mümkün değildir. Zira; mekanik feodal emeğin elektriksel sanayi emeğine eklemlenmesi sonucunda oluşan proleter-kullanıcı sınıf mı, yoksa elektriksel sanayi emeğinin üzerine eklemlenmiş elektroniksel teknik emeği temsil eden protekya mı emek tekniği ve bilimi açısından daha ilerdedir? Kuşkusuz emek tekniği ve bilimi açısından protekya kendisinden önce gelen sanayi emek tekniğinin ve biliminin sınıfları olan burjuvazi ve proletaryadan kat ve kat daha ileri bir sınıfsal konumu işgal etmektedir. Mecazi anlamda söylemek gerekirse; bugün üretimi yöneten klavyelerin “on ve off” tuşlarını elinde tutanlar proteklerden başkası değildir. Nasıl ki mekanik bilinmeden elektrik bilinemezse, elektrik bilinemeden de elektronik bilinemeyeceği gibi, protekyanın önderliği olmadan da sanayi emeğinin kullanıcı sınıfı olan proletarya da devrim yolunda (tıpkı köylülük gibi) yıkıcı bir devrimci güç olarak örgütlenemez. Başka bir deyişle, protekyanın bir sınıf olarak kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmeksizin, proletaryanın bir sınıf olarak kendi kaderini tayin hakkı da gerçekleştirilemeyeceği gibi, protekyanın kurtuluşu sağlanmadan proletaryanın da kurtuluşu sağlanamaz.
Nasıl ki Marx ve Engels (D-3) döneminin proletaryası dıştan yanmalı buharlı sanayide çalışıyorsa, nasıl ki Lenin (D-4) döneminin proletaryası içten yanmalı/patlamalı motorlu sanayide çalışıyorsa, nasıl ki D-5 döneminin (bugünün) proletaryası içten elektronik devreli/işlemcili motorlu sanayide çalışıyorsa; bir sınıf olarak proletarya tarihsel süreç içinde kabaca sanayi emeğine özgü üç alt emek türünden geçerek bugün ki güncel sınıf biçimini kazanmıştır. Ve yine aynı ölçekte tarım emekçileri olan köylülerde; Marx ve Engels (C-6) dönemi köylülüğü, Lenin (C-7) dönemi köylülüğü ve bugünün C-8 (teknikleşmiş-köylülüğü) olmak üzere, feodal mekanik emekten koparak sanayi emeğine ve oradan da “elektronik-köylülüğe” doğru hızlı bir geçiş süreci içinde bulunmaktadır. Kuşkusuz emek türü ve emek aracı karşısındaki konumlanışlara göre şekillen sınıf bileşenlerini tek tek saymaya kalksak ciltler dolusu yazmamız gerekeceği için, şimdilik sadece bütün bu sınıf biçimlerini ana emek türlerinin ve kısmen alt emek türlerinin temel kalıp ve ölçekleri ile tanımlıyoruz. Dolayısıyla; sınıflar emek tarafından belirlendiğine göre, sürekli değişim, gelişim ve dönüşüm içinde olan emeğin sınıf biçimlerinin de değişmediğini, gelişmediğini ve dönüşmediğini iddia etmek; şeylerin hem içkinleşmiş özlerinin hem de kendilerini dışsallaştırma biçimlerinin sürekli “ilk ortaya çıktıkları” gibi durağan ve hareketsiz kaldığını sanmaktan başka da bir şey değildir. Felsefe diliyle söylersek bu metafizik algı; asıl olarak emeğin diyalektik işleyişinin emek türlerine bağlı olarak meydana gelen çok boyutlu sınıf yapılanmasının anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, salt sınıf tanımlamaları açısından değil, örneğin sömürgecilik ve emperyalizm kavramları açısından da proletaryanistler aynı teorik ve bilimsel körlüğü/dar kafalılığı sürdürmektedir. Haliyle; glokal-sömürgeciliğe/emperyalizme dayanan glokal-kapitalizm cağında devrimlerin asıl “ana kartının/işlemcisinin” protek devrimlerden geçtiği de görülmek istenmemektedir. Nasıl ki; geçmişte kısmende olsa (özellikle de minimal-feodalizmin ve feodal-devlet yapılarının tasfiyesi noktasında) minoktokratik-kapitalizmin panzehiri proleter devrimler olduysa (Örneğin, Rusya ve Çin’de), bugünde gloktokratik-kapitalizmin ve dolayısıyla onun neden olduğu savaş, yıkım, terör, açlık, yoksulluk, işsizlik vs. gibi sorunların asıl panzehiri de protek devrimler olmaya devam etmektedir.
Kaldı ki; feodal dönemde ön-sanayi-emeği D-1 / D-2 / D-3 ve C-4 / C-5 / C-6 iş bölümü ilişkilerinin güdümündeydi. Başka bir deyişle, bu dönem boyunca sanayi emeği bir oluşum sürecindeydi. Şayet bütün bu oluşum süreçleri var olmasaydı; bugün için D-4 / C-6 ve D-5 / C-7 biçimindeki sanayi ve tarım emek ilişkileri de ortaya çıkamazdı. Dolayısıyla; sanayi emeğinin nicel dönemleri, o dönemde tarım emeğinin nitel dönemlerine tekabül ettiği için (feodalizm içindeki ön-kapitalizme tekabül ettiği için), tarım emeğinin baskın sanayi emeğinin çekinik olduğu iş bölümü ilişkileri o dönemin üretim biçimini de/emek tarzını da haliyle belirliyordu. Genel olarak iş bölümü ilişkileri bu şekilde idi. Bu emek geçişselliği emekolojik yöntem açısından Genel Emek Biçimi (GEB) / Eski Emek Biçimi (EEB) ve Genel Emek biçimi (GEB) ve Yeni Emek Biçimi (YEB) şeklinde formüle edilmiştir. Zira; bugüne kadar ortaya çıkmış olan bütün bu toplum biçimlerinde (ilkel, köleci, feodal, kapitalist olsun hiç farketmez) bahsi geçen iş bölümü ilişkileri egemen olmuştur. Ne zaman ki bu iş bölümü ilişkileri değişmeye başlamışsa, işte o zaman eski toplum adım adım çökerken, ufukta ise yeni bir toplumsal biçimin ön-nicel görüngüsü belirmiştir. İlkel toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş (emek) mekanizmaları dikkatli bir biçimde incelendiğinde; ölüm döşeğinde olan eski emek biçiminin mutlaka yerini yeni bir emek biçimine bağlı olarak yeni bir toplum biçimine ve haliyle yeni sınıf ilişkilerine bıraktığı, bırakmak zorunda kaldığı da rahatlıkla görülebilir.
Kuşkusuz proletaryan-solların emekoloji’yi anlamakta ki asıl problemi; yeni kavramları anlayamamanın ötesinde, emekolojik yönteme özgü nitel-nicel diyalektiğinindeki süreçlerin tam manasıyla kavranamamasıdır. Başka bir deyişle, özleşmiş-tözselliğin töze dair nitel bir dışavurum olmasına karşın ve hatta nitelin niceli kapsamasına karşın, yeni nicelin eski nitel içindeki tözselleşmiş-özsel varlığı ise, işte bu diyalektik sıçrayış, geçiş, devinim vs. ne yazık ki yeterince anlaşılamamaktadır. Başka bir deyişle, asıl gerçek şudur ki; sanayi emeği ister feodal toplumun kanatları altında olsun, isterse de kendi toplumsal sistemini (kapitalizmi) kurmuş olsun, sanayi emeği kapitalist toplumu, kapitalist sınıfları, kapitalist üretim güçlerini ve ilişkilerini her koşul altında ortaya çıkaran asıl “şey”dir; “şeyleşme” halidir. Şeyleşme halini belirleyen şeyin kendisi de sanayi emeğidir. Dolayısıyla; aynı sanayi emeğinin hangi biçimi altında olursa olsun (ister burjuvayan biçim, ister proletaryan biçim hiç fark etmez), iktidar da olduğu her yerde belirli noktalarda benzer ama kimi noktalarda da farklı özelliklere sahip “çoklu-kapitalizmleri” üretmesi de kaçınılmazdır. Ne zaman ki; sanayi emeğinin kullanım miladı dolarsa ve yeni bir emek biçimi ortaya çıkarsa, o zaman kapitalist toplum ve kapitalist topluma ait sınıflar da, dolayısıyla kapitalizmler de yok olmaya mahkum olacaktır. Tabii ki bu “yokolma” ya da “sönümlenme” süreci; yeni emek biçiminin sınıf biçimi olan protekyanın devrimlerinden bağımsız olarakta ele alınamaz. Keza; her nesnel zorunlu yokoluş aynı zamanda öznel bir ebenin müdahalesi oranında hız kazanmakta, kendi varlık zeminini yaratma noktasında bu özne, kendi nesnel gelişme momentlerini de kendi müdahaleleri oranında oluşturmaktadır. Keza; burada “özneden” kastedilen şey, sınıfın kendi emek türüne bağlı olan bir form altındaki nesnel özneleşme sürecinin öznesidir. Yani protekya bu aşamada özneleşme sürecinin kendi için öznesidir.
Proletaryan iktisatçılar; pre-kapitalist toplumlarda emeğin kendisinin değil, yalnızca emek ürünlerinin metalaştığı fikrine saplanıp kalmış olsalar da, gerçekte bugüne kadar görülmüş olan tüm sınıflı toplum biçimlerinde emek ve emeğe bağlı emek-ürünleri de metalaşmaktan kurtulamamıştır. Örneğin, nasıl ki feodal pazarlarda satılan tarım ürünleri meta ise, köleci pazarlarda satılan av ürünleri de birer metaydı. Ve hatta Antik dönemde köleler köle pazarlarında emek-güçleriyle birlikte alınıp satılan birer metadan başka da bir şey değildi. Bu durumda; kölenin bir meta olmadığını söylemek, kölenin emeğini ve emek-gücünü yok saymaktır. Ya da feodal sistemde serflerin (köylülerin) emeği ve emek gücü yok muydu? Köleci döneme kıyasla feodal pazarlarda serfler alınıp satılmasalar da, serflerin mekanik-emek-güçleri de, tarım-ürünlerinde kristalize olan artık-değerleri de, bu pazarlarda alınıp satılıyordu. Hatta ve hatta serfler toprakları ile birlikte alınıp satılıyordu. Bir derebey bir başka derebeyin topraklarını ele geçirdiğinde ya da satın aldığın da, o topraklarda yaşayan serflerde (onların emek güçleri de) yeni derebey tarafından bir feodal “değer” karşılığında alınıp satılabiliyordu. Kısacası; kapitalizm öncesi toplumlarda da hem emeğin türü hem de emek türüne bağlı olarak ortaya çıkan ürün türleri de metalaşmıştır. Aksini iddia etmek, yani ortaya çıkmış somut ürünü metalaşma kapsamına alırken, ortaya çıkan ürünün “başlangıcı” olarak tarihsel soyut/somut emeğin miras değerlerini kapsama alanının dışına atmak, aslında İngiliz ekonomi politiğinden devralınma bir yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla; sanayi emeğinin feodal mekanik emek karşısındaki üstünlüğünü ilan ettiği dönemde, sanayi-ürünlerinin tüm dünyayı istila etmeye başlamasına mukabil, haliyle burjuvazi de kendi sanayi-emek-ürünlerinin ezeliyetini ve ebediyetini ilan etmenin peşinde koymaktaydı. Bu da haliyle; burjuva bir yanılsama olan ürün-meta-fetişizminin klasik ingiliz iktisadı dolayımıyla Marksizm’e sızması sonucunu da doğurmuştur. Keza: emeğin tarihsel deviniminin (emek türlerinin iş bölümü diyalektiğinin) görülmeyip, metalaşma süreçlerine salt ortaya çıkmış üründen/ortaya çıkmış sanayi ürününden (Y-1’den) bakma yanılsaması, aslında Smith ve Ricardo gibi burjuva ekonomistlerinde de sıkça görülen bir yanılsamadır. Dolayısıyla; aynı okulun devamı olan proletaryan iktisat kuramcılarının da benzer yanılsamaları bugünlere taşımasına da hiç şaşırmamak gerekir. Keza; salt ürün-meta değil, salt ürün-meta fetişizmi değil, daha da ileriye giderek para-ürün-değer-fetişizminden (finans oligarşisinden!) bu iki ekolde asla kurtulamamıştır. [2].
Yine proletaryalist iktisat teorisyenlerine göre; (klasik marksist terminoloji ile ifade etmek gerekirse) üretim araçlarının kullanıldığı bir üretim tarzı, yani “emeğin toplumsallaşmış formu” modern sanayinin ve sermayenin doğuşuna kadar ortaya çıkmamıştır. Keza; bu görüşte ısrar edenlere göre; üretim araçlarına ilişkin teknik gelişmenin nicel anlamda var olabilmesi için öncelikli olarak burjuva mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkması “emeğin toplumsallaşması” için bir ön koşuldur. Emeğin tüm tarihsel devinimi toplumsallaşma kavramı üzerine oturtan bu proletaryan-marksist yanılsama, toplumsallaşma kavramını bir tür sihirli değnek olarak kullanmaktadır. Halbuki ölçek farklılıklarına göre toplumsallaşma oranları da yine emek türlerinin toplumsallaşma/doğa üzerindeki tahakküm ve mukavemet oranlarına göre belirlenmelidir. Dolayısıyla; köleci-toplumsallaştırma, feodal-toplumsallaştırma, kapitalist-toplumsallaştırma ve hatta feodalizm içindeki ön-sanayi-toplumsallaştırması (ki bu nitelleşmekte olan nicel bir sanayi-toplumsallaştırması’dır) ve modern-sanayi-toplumsallaştırması şeklindeki toplumsallaştırma sistemlerinin alt ve üst evreleri kendi içinde eski ve yeni toplumsallaştırma biçimlerini de içermektedir. Başka bir deyişle, bu toplumsallaşma biçimleri farklı farklı toplumsallaşma kavramlarını, toplayıcı-emeğin-toplumsallaşmasını, av-emeğinin-toplumsallaşmasını, tarım-emeğinin-toplumsallaşmasını, sanayi-emeğinin-toplumsallaşmasını meydana getiren kavramlar, kategoriler ve ayraçlar tarafından tanımlanmak zorundadır. Dolayısıyla; “toplumsallaşmış emek” kategorisinin yalnızca burjuva mülkiyet ilişkilerine dayalı sanayi emeği ve sanayi ürünlerine/metalarına dayalı artık-değer sömürüsü ile başladığını iddia etmek, ne akla ne de mantığa uygun bir çıkarsamadır. Hatta bu önerme pek çok açıdan Marx ve Engels’in ortaya koymuş olduğu “ucu açık” teorik usavurmaların bile gerisinde bir yaklaşımdır. Keza; proletaryan-marksistlerin sandığının aksine sorunun kaynağı “şeylerin toplumsallaştırılıp toplumsallaştırılamamasın da” yatmamaktadır. Asıl sorun; hangi emek türünün hangi emek aracı vesilesiyle hangi ürün-meta türünü ne kadar ve ne oranda toplumsallaştırıp toplumsallaştıramadığıdır. Kuşkusuz bu toplumsallaştırma oranları açısından sanayi emeğinin kendisinden önce gelen emek türlerinin toplumsallaştırma oranlarına kıyasla açık ara önde olması da, sanayi emeğinin doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet seviyesi açısından düşünüldüğünde gayet doğaldır. Bu yüzden kapitalizm altında “emeğin toplumsallaşması” daha önceki toplum sistemlerinde gözlemlenen toplumsallaşma oran ve biçimlerine göre daha ileri bir toplumsallaşma iken, teknik emeğin toplumsallaşması ise sanayi emeğine göre çok daha ileri bir toplumsallaşma olarak tüm dünyada gözlemlenmektedir. Teknik emek araçlarının tüm dünyada her yaştan insan tarafından yaygın bir şekilde kullanım ve tüketim oranları bu gerçeğin en basit kanıtlarından biridir. Teknik emeğe kadar hiçbir emek türünün araçları bu derece yaygın bir biçimde toplumsallaşmamıştır. Örneğin, günümüz dünyasında bir bilgisayarın yapabildiği herşeyi yapabilen cep telefonlarını kullanan insan sayısı milyonları bulmaktadır. Kuşkusuz bu cihazların kullanım teknikleri de yine o araçları kullanan bireylerin teknik-emek bilgisine/hünerine bağlı olarak şekillenmektedir.
Nereden bakılırsa bakılsın, nereden dolaşırsa dolaşılsın; emek-türüne, emek-aracına, icatçı-kullanıcı bölümlenmesine bağlanmayan bir toplum ve sınıf biçimi tarif edilemez. Bu yüzden proletaryan-marksistlerin “toplumsallaşmış emek” tanımı ayakları yere basmayan, ne idüği belirsiz, şekilsiz ve ruhsuz bir tanımlama olarak kalmaya mahkumdur. Öyle ki; tarımda kullanılan traktörün bir sanayi emek aracı olduğunu göremeyen kimi proletaryan-marksistlerin, bu emek türü ve araç türü vesilesiyle hem tarım emeğinde hem de sanayi emeğinde yaşanan toplumsallaşma miktarlarını ve bu miktarların oluşumundaki icatçı-paylarını ve kullanıcı-paylarını görmesi de mümkün değildir. Örneğin, feodal toplumdaki C-4 / C-5 / C-6 aristokratlarının icat ettiği mekanik emek araçlarının tarım emeğini ne oranda toplumsallaştırdığını anlamamışken, proletaryan-marksistlerin sanayi emeği içinde tüketime giren C-7 / C-8 şeklindeki sanayileşmiş-tarım araçlarının emeği ne derece toplumsallaştırdığını anlaması da mümkün değildir. En basitinden; yalnızca tüm dünyada 1960 sonrası kırdan kente göç etmiş köylü kitlelerinin sanayi emeği içinde ne ölçüde “toplumsallaşmış bir emek” kesimine dönüştüğü incelendiğinde bile, bu toplumsallaşma türlerinin emek ve sınıf kesimleri üzerindeki sosyo-bilimsel etkileri de rahatlıkla görülebileceği gibi, D-4/C-7 proletaryası ile D-5/C-8 proletaryası arasındaki devasa farklarda aynı şekilde kolaylıkla görülebilir.
Proletaryanizm meseleye salt kullanıcı-emeğinden baktığı için; üretim ilişkilerini de, mülkiyet ilişkilerini de, belirleyen şeyin emek araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı bölümlenmesine bağlı olarak ortaya çıkan “toplumsallaşmış emek” oranları olduğunu da bir türlü kavrayamamaktadır. Proletaryanizm bu gerçekleri kavramaktan uzak olduğu gibi, bu gerçeklere karşıda her defasında elinden şekeri çalınmış çocuk misali ağlayıp zırlamaktan “olur mu böyle şey!” demekten de kendini alı koyamamaktadır. Hatta mızmız bir çocuk edasıyla olup bitene kızıp “ben oynamıyorum!” diyerek, her daim gerçeklerle yüzleşmekten kaçmanın geçici bir yolunu bulmaya çalışmakta, dini bütün bir mümin/müslüman gibi bu görüşlerin (Emekoloji’nin) Marksizm’de (kutsal kitapta!) yeri yok demeye getirmektedir. Teomarksistlerin bu hali kuşkusuz proletaryanizmin tükenmişlik sendromunun somut bir kanıtından başka da bir şey değildir.
İnsanlık icatçılığın ve kullanıcılığın toplumsal bir biçim alması ile oluşan doğa üzerindeki tahakküm türlerine olan bağımlılıklarından, sınıfsal emek araçlarına dayalı icatçı-kullanıcı/efendi-köle şeklindeki bölünmüşlükten kurtuldukça ve bu anlamda özgürleştikçe, nesnel ve öznel bilim-emek araçlarında erimiş yeni insani öz ile birlikte, doğasal tahakküm içinde gönüllü bir “esir” olmaya aday gözükmektedir. Emekolojik devinim kendi içsel devinimini tamamlar tamamlamaz; insan kendisini kuşatan emekolojinin dış kabuğunun deviniminin görünümü olan doğalojik devinim ile doğa arasında varolan ölüm kalım savaşımını da gerçek manada ortadan kaldırabilecektir. Keza; insan ortaya çıkışından itibaren doğa ile savaşım yürütüyor olsa da, bugüne kadar ki tüm emek biçimleri bilim emek içinde kristalize oldukça (eridikçe) ve “tek bir biçim” altında toplandıkça, insan yeni ve daha güçlü bir savaşım dönemine girecek, son savaşımına da hızla yaklaşacaktır. Dolayısıyla; insan dış-doğayı yoketmeden, kendi korunaklı gezegen araçlarını yaratarak, hem kendisinin doğa üzerindeki tahribatını hem de doğanın kendisi üzerindeki olumsuz etkilerini azami düzeye indirgeyerek, doğanın insanı, insanın doğayı yok etmesinin de önüne geçmiş olacaktır. Aksi taktirde; bizim için/sapiens için yıkım ve felaket kaçınılmaz bir hal alacaktır. Kaldı ki; tüm dünya emekçileri için kurtuluşa giden asıl yol sosyalizm ve komünizm mücadelesinden geçmektedir. Aksi takdirde; kapitalist barbarlığın, sömürgeciliğin ve emperyalist politikaların neden olduğu yıkım ve felaketler dünya üzerinde insan türüne ait bir gelecekte bırakmayacaktır. İnsanlığın topyekün kurtuluşu; emeğin emek üzerindeki tahakkümünün son bulması ve tüm insanlığın bilim emek araçları karşındaki eşitliğine dayalı sınıfsızlık ve sömürüsüzlük halinin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu da ancak komünizm ile, yani toplumsal emek araçlarına dayalı toplumsal icatçılık sistemi ile mümkündür. Bunun dışındaki tüm kurtuluş önerileri, gerçeği yansıtmayan emekçileri aldatmaya yönelik safsatalardan başka da bir şey değildir.
Dipnotlar
[1] Ricardo ileriye sürdüğü kendi “emek-değer” teorisini çelişkili bulan ilk kişidir. Bu çelişkinin temelinde yatan şey de; tarihsel ve toplumsal zenginliğin miras miktarlarının nasıl hesaplanacağına ilişkin içine düşmüş olduğu çelişkidir. Ricardo’nun kendi değer teorisine şerh koymasının asıl nedeni de budur. Öte yandan; Marx, Ricardo’nun emek-değer teorisinde “emek-zaman” kavramının eksik olduğunu fark etmiş, bu yüzden de bireysel emek zaman yerine toplumsal emek zaman kavramını koyma yoluna gitmiştir. Böylelikle; Marx, Ricardo’nun eksik gördüğü tarihsel emeğin miras miktarını toplumsal emek zaman üzerinden tamamlayabileceği yanılsamasına düşmüştür. Marx’ın bu düşüncesi; tarihsel emeğin miras miktarlarının toplumsal kullanıcı emek zaman üzerinden süzülerek geldiği düşüncesinden kaynaklanmıştır. Lakin; bu çelişkinin çözümü noktasında emek-değer teorisini Marx’ta eksik bırakmıştır. Keza; Ricardo’nun aksine Marx tarihsel emeğin miras miktarlarını kabul dahi etmemiştir. Şayet varsa bir miras miktarı; Marx bunun toplumsal kullanıcı emek zaman üzerinden kristalize olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. Tam da bu noktada; salt tarihsel emeğin miras miktarının toplumsal emek zaman üzerinden süzülmüş bir kısmının varolması, fakat salt bununla sınırlı kalmayan tarihsel icatçı emek zaman içerisinde de/güçlerinde de süzülmüş olan tarihsel emek miras miktarlarının da varolduğunu Emekoloji'ye kadar hiçkimse tam manası ile görememiştir. Lakin; kısmen de olsa Smith kendi teorisinde (Ulusların Zenginliği kitabında) bu noktaya dikkat çekmiştir. Dolayısıyla; ne Smith, ne Ricardo ne de Marx ne de diğer iktisat teorisyenlerinin aksine, tarihsel emeğin miras miktarlarının hem ana emek türleri üzerinden hem ana emek türlerine bağlı alt emek türleri üzerinden hem de bu miras miktarlarının nominal değerleri üzerinden hesaplanabileceğini ilk ileri süren görüş emekoloji olmuştur; bunun adı da emekolojik değer teorisidir. Nasıl ki; Pi sayısı 3.1 ise, ve ilk çıktığı dönemde soyut nominal bir değer olarak ortaya atılmışsa ve matematik bilimini nasıl geliştirmişse, tarihsel emeğin miras miktarlarının nominal değerler üzerinden geliştirebileceğini de ilk defa Emekoloji ortaya koymuştur.
[2] Para-ürün-meta-fetişizmi; bu iki iktisat ekolünün hem burjuvayan iktisatçılar hem de proletaryan iktisatçılar açısından onaylanması anlamına da gelmektedir. Finans oligarşisini ve onun dolaşımından gelen “artık para sermayesi”ni görmedikleri ve sermayeyi salt artık-değer-emek üzerinden değerlendirdikleri için, para-sermayenin mali devletsel sermayeye dönüşmesini de iki ekolde temel enstrüman olarak görme yanılgısından kurtulamamıştır. Dahası; Rusya’da ve Çin’de kamusal-mali-sermayenin yaratılması süreci, yani “sosyalizm” adı altında ticaret/para-meta-fetişizmine devam edilmesinin temel nedeni de budur. Başka bir deyişle, bu sistemler eleştirdikleri şeyin kendisine dönüşmekten; proletaryan-kapitalizme dönüşmekten de kurtulamamıştır. Asıl sorun; emek-değer yasasına özgü para-meta-fetişizminin aşılamamış olmasıdır. Dolayısıyla; proletaryan-efendiler kapitalizmi meta-fetişizmini eleştirirken aslında kendiside meta-fetişizmine saplanıp kalmıştır. Keza; sanayi emeğinin meta-fetişizminin yine sermayenin meta-fetişizmi ile aşılması da mümkün değildir. Kısacası; sanayi emeğinin aparatları ile sanayi emeğine karşı savaşılamaz. Bu durum; proletaryan-sosyalizm pratiğinden geriye kalan önemli bir deneyim olma özelliğine de sahiptir.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Emeğin Matematiği Üzerine, 25.08.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/127549812792/eme%C4%9Fin-matemati%C4%9Fi-%C3%BCzerine
Emeğin Yayılma Mekaniğinin Teorik Temelleri Üzerine, 21.10.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/131617949902/eme%C4%9Fin-yay%C4%B1lma-mekani%C4%9Finin-teorik-temelleri
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
Üretim-Değeri ve Tüketim-Değeri Tartışmaları Üzerine Notlar, 30.08.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/149690656702/%C3%BCretim-de%C4%9Feri-ve-t%C3%BCketim-de%C4%9Feri-tart%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1
Toplum Biçimleri ile Tarihsel-Artık-Değer Türleri Üzerine, 28.10.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/166880695882/toplum-bi%C3%A7imleri-ile-tarihsel-art%C4%B1k-de%C4%9Fer-t%C3%BCrleri
Emek Türlerinin Toplumsal-Kolektif Etkinliklerinin İş Bölümü Mekaniği Üzerine, 25.03.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/172218875572/emek-t%C3%BCrlerinin-toplumsal-kolektif-etkinliklerinin
Meta-Ürün İlişkilerinde “Değer” Yansımalarının Manzumeleri, 26.05.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/174271841557/meta-%C3%BCr%C3%BCn-ili%C5%9Fkilerinde-de%C4%9Fer-yans%C4%B1malar%C4%B1n%C4%B1n
Artık-Değer Üreten Proleterlerden Artık-değer Üreten Robotlara Geçişin Adımları Üzerine, 23.12.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/181344640102/art%C4%B1k-de%C4%9Fer-%C3%BCreten-proleterlerden-art%C4%B1k-de%C4%9Fer
28.07.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years ago
Text
Yabancılaşma Kavramının Mistik Felsefeden Arındırılması ve Emekolojik Yabancılaşma Kuramına Bir Giriş Denemesi
Tumblr media
Doğrudan doğruya ana konuya girmek gerekirse; gerçekte Marx sık sık kullandığı “yabancılaşma” kavramını tam manasıyla bir sonuca bağlayamamıştır. Dolayısıyla; en hakiki biçimiyle bu kavram Marx’ta ve Marksist literatürde ağırlıklı olarak sermayenin “yabancılaşmış bir emek kategorisi” olarak değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Lakin; Ricardo gibi Marx’ta “tarihsel emeğin miras değerine” dönük bir çözümleme metodu geliştiremediği için, Marx Ricardo’nun “emek-zaman” kavramına “toplumsal emek zaman” kavramını ekleyerek sorunu kökünden çözebileceği yanılsamasına kapılmıştır. Dahası; Marx’ın daha sonraki çalışmalarında yer yer “tarihsel materyalizm” vurgusu yapması da yine bu toplumsal emek zaman kavramındaki (tarihsel miras değer) eksikliği(ni) giderme ihtiyacından kaynaklanmıştır. Lakin bu şekliyle Marx; yabancılaşma kavramına ilişkin teorik temellendirme sorununu bilimsel bir çerçeveye oturtamamıştır. Bu haliyle yabancılaşma kavramı Marx’ta kullanıcı-sınıfın emeğinin kendi emeğine ve emek ürününe olan yabancılaşmasından öteye de geçememiştir.
Hal böyle olunca; Marx’ın yabancılaşmış emek formu üzerinden tüm tarihsel sistemler için giriştiği analizin odak noktasının kapitalizme (sanayi emeğine) çevrilmesi sebebiyle, toplumsal emek zaman kavrayışı dolayımıyla kullanıcı-sanayi-emek-güçlerinin o tarihsel kesitteki çıkarlarının komünizm mücadelesinde öncü rol oynayacağı gibi “ansal özgüçcü” proletaryalist bir yaklaşım da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla; “yabancılaşmış emek formu”nun gerçekte varolmayan bir emek formu olduğu, emeğin zaten yabancılaşma ve farklılaşma ile birlikte varolabildiği, bu farklılaşmanın/yabancılaşmanın asıl özelliğinin emek türlerinden başlayarak emek araçlarındaki icatçı ve kullanıcı formlara kadar ilerlediği ve hatta “yabancılaşmış ve farklılaşmış emeğin diyalektiği” üzerinden yeni bir tarih okumasının yapılması gerektiği de Marx sonrası dönemde iyice gün yüzüne çıkmıştır.
Yine de Marx’ın muazzam çalışmaları (teorik mirası) emek ve artık-değerin 4 ana kategoriden geldiğini ilk defa bilimsel olarak ortaya koymuş olan emekolojik iktisadın gelişimine de öncülük etmiştir. Ayrıca; yabancılaşma kavramı emekoloji’nin en önemli kavramlarından biri olup, yabancılaşmış emeğin öncelikle emek türleri ve emek araç türleri üzerinden sınıfsal konumlanışları açıklama boyutuna kadar gelebilmesini de her zaman Marx’a ve daha öncesinde de Hegel’e borçluyuz. Bu yüzden yabancılaşmış emek kavramı emekolojik diyalektiğin en önemli kavramlarından biri olmaya devam etmektedir. Kısacası; emekoloji Marx’ın yabancılaşma kavramını topyekün terk etmediği gibi, Marx’ın kaldığı yerden yoluna devam ederek, tüm emek sistemlerini içerisine alan bütünsel bir yabancılaşma diyalektiği temelinde, Marx’ın çözemediği “yöntem sorununa” yeni bir ışık tutmaya devam etmektedir. İşte bu yöntem sorunu yüzünden Marksizm bir bilim haline dönüşememiş, Marksizm bilimselleşme yolunda dev adımlar atmış olsa da, Marksizm emekoloji’ye kadar bir ön-bilim olarak varlığını sürdürmüştür. Emekoloji biliminin ön-biliminin Marksizm olması da bu yüzdendir. [1].
Her ne kadar “erken marksizm”, “olgun marksizm”, “geç marksizm” gibi dönemselleştirmeler şeklinde yabancılaşma kavramı ele alınmış olsa da, Marksist literatür için yabancılaşma en geniş perspektif dahilinde “başkalaşma”, “şeyleşme”, “farklılaşma” vs. gibi yan-kavramlar ile birlikte de ele alınmıştır. Kuşkusuz yabancılaşma kavramı Marx’ın gençlik eserlerinden başlayarak tüm eserlerine değişik miktarlarda da olsa sinmiş halde bulunmaktadır. Dolayısıyla; yabancılaşma kavramının olmadığı bir Marx ve Marksizm düşünülemez. Keza; yabancılaşma kavramı Marx’ın erken Marksizm döneminin en önemli felsefi kavramı idi. Hatta yabancılaşma kavramı Marx’ın olgun döneminde de azalan oranda önemini korumaya devam etmiştir. Ve yine Marx’ın geç döneminde ise, özellikle Kapital çalışmalarında görüldüğü gibi yabancılaşma kavramı iktisadi-fenomenler içerisine sindirilerek sürdürülmüştür.
Emek ve yabancılaşma ilişkisinde şu noktayı da vurgulamak gerekirse; emeğin yabancılaşması salt soyut-emeğin nesnel-emek-aracının-kullanıcısı olan emek-güçlerinin metada kristalize olmuş emek ve artık-emek-değerinin belirli bir kısmını oluşturan nesnel-kullanıcı-payı ile soyut-insan-emeğinin arasındaki yabancılaşmadan ibaret görülemez. Dolayısıyla; bu ilişki biçimi salt emekle artık-emek-değer arasındaki karşıt yabancılaşma ilişkisine indirgenemeyeceği gibi, emekle artık-değerin karşısına cansız-soyut-emeği de koyarak yabancılaşmaya indirgenemez. Başka bir deyişle, kapitalist düzlem açısından ele alındığında artık-değer ne tam manası ile burjuvaziye ne de tam manası ile proletaryaya aittir. Haliyle; bu iki sınıfta aslında kendi rolleri dışında tarihsel miras değerlerindeki yabancılaşmayı görmek istememektedir. Kısacası; emekle artık-emek arasındaki yabancılaşmaya Marx yabancılaşma adını verdiğinden dolayıdır ki, Marx’ın yabancılaşma teorisi eksik ve yanılsamalı bir teori olarak kalmaktan kurtulamamıştır.
Yine Marx çalışmalarında “cansız” emeğin makinalar aracılığıyla canlı-emek-güçlerini (artık-değer biçiminde) soğurduğundan bahsetmektedir. Tabii ki bu noktada Marx kısmen haklıydı. Lakin; emeğin yabancılaşması salt bunlarla da sınırlandırılamaz. Keza; cansız emekteki/makinadaki yabancılaşma, diğer bir deyişle emek-araçlarındaki yabancılaşma, kullanıcı açısından da, icatçı açısından da, (tarihsel miras değerinden gelen) çift yönlü bir yabancılaşma halidir. Konuyu daha da boyutlandırmak gerekirse; (şu an ki) toplumsal-emek-zamandaki soyut-emeğin metada kristalize olmuş artık-emek-zaman üzerinden kullanıcı-emek-paylarında soyut ve somut emeğin ücret ve fiyat arasındaki yabancılaşması ne ise, soyut-toplumsal-emek-aracındaki tarihsel-miras-değerin ve bu miras-değerin icatçı ve kullanıcı süzülmüş biçimlerinin somut-toplumsal-emek-araçlarındaki, dolayısıyla emek-araç-metalarında kristalize olan “artık-emek-araç-değerlerinin” canlı-icatçı-emek-payı tarafından soğurulması işlemi de aynı şekilde yabancılaşma ilişkisidir. Dolayısıyla; bu yabancılaşma varolmaksızın bir canlı-icatçı-emek-payının oluşması da mümkün değildir.
Kaldı ki; somut-toplumsal-icatçı-emek tarafından soyut-tarihsel-miras-değerlerinin toplumsal-emek-araçları üzerinden soğurulması da başka bir yabancılaşmayı ifade etmektedir. Keza; soyut-toplumsal-icatçı-emek soyut-tarihsel-miras-ilişkisini daima kendinde soğurarak kendini varetmektedir. İşte bu tespit; günümüz robotik-emek-fabrikalarındaki tekno-artık-değerin kaynağının açıklanması içinde önemli bir teorik keşif olmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, emekoloji’nin temel iddiası şudur: toplumsal-değeri belirleyen şey tarihsel-miras-değerinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla; tarihsel-miras-değerinden süzülmemiş hiçbir emek-biçimi ve formu olamayacağı gibi, kendi içinde türlere ayrılmamış, farklılaşmamış ve birbirine yabancılaşmamış emekte, emek biçimi de yoktur. Haliyle; proletaryan-marksizm’de emek toplumsal-kullanıcı-emek-güçleri üzerine oturtulmuş eksik ve yanılsamalı bir görüş olarak kalmaktan kurtulamamamaktadır. Keza; proletaryan-marksist-iktisat soyut-proleter-emeğin cansız-emek-araçları ile girdiği üretim sayesinde ortaya çıkan metadaki artık-emek-zaman üzerinden oluşan kullanıcı-emek-payını hesaba katarken, lakin ona bu koşulu sağlayan cansız-emek-aracının tarihsel-miras-değerinin artık-emek-araç-değerlerinde kristalize olmuş soyut-tarihsel-miras-değerlerini ise hiç mi hiç hesaba katmamaktadır.
Öte yandan, soyut-icatçı-emeğin gerekli-cansız-emek-aracı ve artık-cansız-emek-aracı ile girdiği ilişki burjuva iktisat açısından da asla hesaba katılmamaktadır. Örneğin, burjuvazinin emeğin tarihini kendisinden başlatması ve kendisinden önceki tarihi “barbarlık tarihi” olarak değerlendirmesi de aynı çarpık bakış açısının bir devamıdır. Dahası; burjuvazi “gerekli-olan-emek-aracı” ile “icatçı-artık-emek-aracı” arasındaki yabancılaşmayı da (her hangi bir emek aracına önceden ve sonradan yapılan ek-icatçı-katkıları da) hesaba katmamaktadır. Kaldı ki; burjuva iktisat tarihinde Ricardo’nun kendi emek-değer teorisine şerh düşmesine karşın, bu durumu açıklayamamış olması da bir diğer önemli husustur. Keza; Ricardo’nun kendi değer teorisine şerh düşmesinin asıl nedeni geçmişten gelen miras değerini hesaplama noktasında içine düşmüş olduğu çözümsüzlük halidir. Dolayısıyla; Smith, Ricardo ve Marx birbirinden biçimsel olarak farklılıklar gösterse de, üçüde toplumsallığın, yani toplumsallaşmış-emeğin tarihselliği kapsadığı şeklindeki bir yanılsamaya düşmüşlerdir. Kaldı ki; Ricardo tarihsel mirası hesaplayamadığı için (hesaplama yöntemi olmadığı için), kendi değer teorisine düştüğü şerh emekoloji’ye kadar gelmiştir. Haliyle; emekoloji’de kendi değer teorisini Ricardo’nun bu şerhi üzerine bina etmiştir. Konuyla bağlantılı bir örnek vermek gerekirse; hiçbir D-5 icatçısı gerekli D-4 emek aracına herhangi bir değer ödememiştir. Gerekli-emek-zaman burada D-4 emek aracı idi; artık-emek-aracı ise D-5 idi. D-4’ün D-5’e yabancılaşması ya da D-5’in D-4’e yabancılaşması varolmasaydı; gerekli ve artık emek araçları da varolamazdı. Kaldı ki; D-5 icatçısının salt icatçı-emek-aracına dayanarak ortaya çıkan toplumsal-emeğin artık-mirasına sahip olma (D-4’ü yok sayma!) girişimi tarihsel bir yanılsama yaratmaktadır. İcatçılığın emek aracı üzerinden kendi içindeki yabancılaşması, yani D-4 ve D-5 arasındaki yabancılaşma hem tarihsel hem de toplumsal bir yabancılaşma biçimidir. [2].
Konuyu daha da açmak gerekirse; Marksizm’in proletaryan iktisat biçiminin (formunun) bütün bu sorulara cevap vermesi mümkün ve olası değildir. Kaldı ki; tarihsel ve toplumsal emek-araçlarının icatçılarının paylarının hangi değerlere göre belirleneceği meselesi de önemli bir alt-tartışma-başlığı olmaya devam etmektedir. Ne yazık ki proletaryan Marksist ekol açısından bu konular neredeyse hiç hesaba bile katılmamaktadır. Dolayısıyla; her ne kadar emek-araçlarındaki (Marx’ta ki ifade şekliyle “üretim araçlarındaki”) icatçılığın aidiyet-ilişkisi yarattığı tespiti proletaryan-marksizm tarafından yadsınmakta (bu salt “zoraki bir ilişki tipi” olarak algılanmakta) olsa da, iş toplumsal-icatçılığın tarihsel-miras-değerlerini soğurmasına gelip dayandığında ise, proletaryan-marksistler kelimenin tam manası ile şok yaşamaktadırlar! Kuşkusuz ki bu şok hali başka türlü bir bakış açısına (birbirine yabancılaşmış emek türlerinin diyalektik hareketine) yabancılaşma halinden başka da bir şey değildir. Kaldı ki; bugüne kadar Marx sonrası Marksizm’e ilişkin olan yabancılaşma polemiği, artık-değer vs. gibi eksik kalan teorilerin neden geliştirilememiş olduğu sorusunu da beraberinde getirmektedir. Keza; teorik gelişmedeki aksama ve kopuklukların bir başka nedeni de, Marx’ın gençlik döneminde ele aldığı yabancılaşma kavramının, onun geç dönemindeki iktisati çalışmaları içerisinde devam etmesine karşın, daha sonraki süreçte bu yabancılaşma teorisinin (emekoloji’ye kadar) yenilenememiş olmasından kaynaklanmıştır. Kuşkusuz emekoloji’nin bu yenileme faaliyetinin kökeni ise Marx öncesi “Ricardo şerhine” dayanmaktadır.
Proletaryan-marksizmin eski kavram-setlerine saplanıp kalmış proletaryan-dindarların eski püskü teorik çerçeveleri ile varolan emek gerçekliğini anlaması ve anlamlandırabilmesi mümkün değildir. Keza; yabancılaşma kavramı din-ahlak felsefesinden Marksizm’e geçmiş bir kavram olduğu için, yine yabancılaşma kuramının temelinde de insanın doğaya yabancılaştığı görüşü birçok filozof tarafından eleştiriye tabi kılındığı için, diğer bir deyişle yabancılaşma etik bir dinsel felsefe olarak algılandığı için, emeğin kendi doğası aslında doğaya yabancılaşmaya dayalı olduğu için vs. proletaryan-felsefenin yabancılaşmaya bakışı aslında onun emeğe olan yabancılaşmasından (emeğin dünyasını eksik kavramasından) kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla; düşünsel tembellik yapıp “Marx bizim yerimize düşündü, bizim düşünmemize gerek yok!” diyip, soyut-teorik-kuramsal çalışmalardan ve polemiklerden fellik fellik kaçanlarda yine aynı teocu ve postçu proletaryalist dindarlardır. Lakin; lafa gelince “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” diyen bu dindarlar, iş icraata geldiğinde emekoloji karşısında “görmedik, duymadık, bilmiyoruz” şeklinde üç maymunu oynamaya da devam etmektedirler.
Öte yandan; insanın doğaya yabancılaşmasını olumsuz bir şeymiş gibi gören etik yabancılaşma kuramı aslında insanın kendi gelişimine karşı bir duruşu da temsil etmektedir. Keza; insan ve emek geliştikçe yabancılaşır, yabancılaştıkça da emek ve insan gelişir. Aslında Marx; dinsel tabanlı bu etik yabancılaşma felsefesini baş aşağı çevirerek, insanın kendi ile olan ilişkisinin uyumunu doğanın uyumu ile sağlayacağını düşünen bir karşı etik felsefe geliştirmeye çalışmıştır. Başka bir deyişle, Marx tüm dinlerin etik yabancılaşma felsefesine insanın “din karşıtı dinsel etik felsefesini” var ederek karşı çıkmaya çalışmıştır. İşte Marx bunu fark ettiği için ustalık döneminde yabancılaşma kavramıyla arasına mesafe koyarak ama bu kavramı tamamen terk etmeyerek yabancılaşmayı iktisadi kategoriler içerisine yetirerek (daraltarak) kullanma yoluna gitmiştir. Dolayısıyla; Marx’ın yabancılaşmayı bu yolla öznel bir biçimden nesnel bir biçime doğru indirgemesi, onun etik dinsel felsefeden sakınmasından ve bunun yerine yeni bir “maddeci etik felsefe” kurmak istemesinden kaynaklanmıştır. [3].
Dahası; emekolojik-iktisat-kuramı Marx’ın burjuva iktisat kuramına açtığı savaşımın, Marx’ın açtığı yol üzerimden geliştirilmesi savaşımının da bir devamıdır. Dolayısıyla; marksist iktisat hem kavram setleri hem de değer-teorisi açısından burjuva iktisat karşısında ki yenilenme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan bir kopuş hareketi olarak kalmıştır. Lakin; emekolojik-iktisat açısından ise, hem burjuva hem de marksist iktisattan açık ara farklı olarak “üretken-olan-emek” ve “üretken-olmayan-emek” kategorileri ise gerçekte yoktur. Emekoloji açısından ilk hominidlerden başlayarak tüm insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış olan her emek biçimi üretkendir ve bu emek biçimlerinin tümü de yabancılaşmış emek biçimleridir. Haliyle; üretken olan emek ve üretken olmayan emek gibi ne idüğü belirsiz kavramlar emekolojik kavram setinde yeri olmayan kavramlardır. Keza; bu ve buna benzer kategoriler eksik ve hatalı olduğu için (emek gerçekliğini tam yansıtmadığı için) emekolojik literatürde yer almamakta ve zorunlu olmadıkça da kullanılmamaktadır. Lakin; emekolojik literatüre çok sayıda kavram da eklenmiştir. Örneğin, icatçı-emek ve kullanıcı-emek, tarihsel-emek ve (Marx’taki toplumsal-emek kavramından farklı olarak) toplumsal-emek, (Marx’taki üretim ve yeniden üretim kavramlarından farklı olarak) üretim-değeri, (meta, para, emek-gücü, emek-aracının dolaşımı açısından) dolaşım-değeri, (salt somut-metanın/paranın/emek-aracının salt ömrü açısından değil, aynı zamanda soyut-metanın/paranın/emek aracının değerlerini de içerisine alacak bir tarzda) tüketim-değeri, (erimiş, süzülmüş, çökmüş, içerisine sinmiş vaziyette metadaki/emek-aracındaki/soyut-emekteki/somut-emekteki değerler açısından) tarihsel-miras-değerleri, olmak üzere çok sayıda kavram, kategori ve ayraç emekoloji yöntemi tarafından değiştirilmiş ve yeniden tanımlanmıştır.
Emekoloji kendi iktisadi kavram setini kimseye zorla dayatmamaktadır. Aksine; emekoloji yeni bir bilim olduğu için kendi kavramlarını ve dolayısıyla kategori ve ayraçlarını anlatmak için büyük bir çaba sarf etmekte, kendi tarihsel gelişimi içinde karşı karşı kaldığı her türden doğrudan ya da dolaylı baskı karşısında da hiç durmaksızın gelişimini tamamlamayı sürdürmektedir. Emekoloji’nin dili kimilerine ağır gelsede, emekoloji’nin ele aldığı konuların genişliği, kapsamı ve zorluğu düşünüldüğünde bu konuların basitçe anlatılabilmesi pekte mümkün gözükmemektedir. Bu durum şuna benzetilebilir: elektrik akımını bilmeyen bir bilgisayar mühendisinin elektronik devreyi anlaması mümkün değildir. Dolayısıyla; “basitten karmaşığa doğru ilerleyen hayat” içerisinde elektrikli sanayi emek araçlarına dayanan kapitalizmin baskın kavram/literatür dünyasından elektronik emek araçlarına dayanan çekinik “ön-sosyalizmin” kavram/literatür dünyasına geçiş kuşkusuz ki bir anda değil, belirli evreleri kat ederek gerçekleşecektir. Elbette ki bu uzun maraton emekolojistler açısından sabırlı ve disiplinli bir bilimsel çalışma alışkanlığını da zorunlu kılmaktadır.
Emekoloji için yabancılaşmış emeğin aşılması insanın kendi doğasına (dinsel etik felsefe açısından tanrıya) dönmesi değildir. Aksine; emekoloji her zaman emek türlerine bağlı olarak bir insan ve toplum tanımlaması yapar. Dolayısıyla; insan ve toplum emek türleri gibi değişken bir doğaya (şeyleşme, farklılaşma vs. haline) sahiptir. Haliyle; emekoloji salt insanı ve toplumu doğaya yabancılaştıran şeyler ile değil (ki bu yabancılaşma emeğin ve emek türlerinin doğa ile kurduğu ilişkinin kaçınılmaz bir sonucudur); insanın ve toplumun doğayı nasıl denetim ve kontrol altına aldığı ile ilgilenir. Şöyle ki; doğanın kendisine yabancılaşma ile başlayan insan ve emek tarihi, insanın ve emeğin kendisini doğadan ayırması sonucunda “yabancılaşmış emek” biçimini almış, doğadan savaşa savaşa, çatışa çatışa (yer yer onunla uyum da sağlayarak) ayrışan insan bu sayede doğanın doğasından farklı olarak kendi doğasını (emeğin doğasını) adım adım inşa etmiştir. Bu zorunlu emek koşulları var olmadan bir insan ve toplum tanımlaması yapılabilmesi mümkün değildir. Kısacası; emek insanı yarattıkça insan da emeği yaratmış, bu yaratım içinde doğa ile insan arasındaki savaşım ve çatışkı da toplum biçimlerini ve bu toplum biçimlerine bağlı sınıflar arasındaki soyut ve somut sınıf mücadelesi biçimlerini ortaya çıkartmıştır. Kendini bu şekilde vareden insan doğa ile olan savaşımı ve çatışkısı neticesinde doğa üzerinde belirli oranlarda egemenlik kurmayı başarmış olsa da, insanın ve toplumun doğa karşındaki bugün ki konumu hala “yabancılaşmış emek” konumudur. Başka bir deyişle, insan varoldukça, emek varolacak, emek varoldukça yabancılaşma da her zaman varolacaktır.
Bir varsayım olarak ise; insanın doğa karşısında ki bu yabancılaşmış emek olma halinin topyekün ortadan kalkabilmesi için, insanın doğa üzerinde tam bir hakimiyet kurması gerekir ki, nesnel ve öznel emek araçlarının doğa üzerindeki şu an ki tarihsel ve toplumsal seviyesi itibariyle böylesi bir “tanrısallaşma” aşamasının bugünden neye benzeyeceğini kestirebilmek ise şimdilik mümkün gözükmemektedir. Lakin; bu düşünce, yani “yabancılaşmış emekten” arınmış bir emeğin varolma ihtimali ancak insanın doğa ile, haliyle kendi doğası ile kurduğu ilişkinin bütünüyle bilim emeği tarafından istila edildiği bir evrede mümkün olabilir desek hiçte abartmış olmayız. İşte o vakit insan başından beri gizliden gizliye özlemini duyduğu şeye; doğanın biricik “tanrısı” olmaya aday hale gelecektir.
İnsanlık tarihinin emek türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin tarihi olması dolayısıyla ve bu tarih boyunca insanın her defasında doğaya karşı mukavemet göstererek varolması nedeniyle, gerçekte bütün bir emek tarihi emeğin hem doğaya hem de kendi doğasına yabancılaşmasının tarihinden başka da bir şey değildir. Bu yüzden yabancılaşmanın gerçek diyalektiği de biri birine yabancılaşmış emek türlerinin arasındaki diyalektik ilişkilerde saklıdır. İşte bu emek diyalektiği anlaşılamadığı sürece; teknik emeğin ve protekyanın neden sosyalizmin kurucu sınıfı olduğu, komünizm için ise neden bir “bilim emek sınıfı”na gereksinim olduğu da anlaşılamayacaktır. Dolayısıyla insanlığın geleceğe dair sosyalizm ve komünizm biçimindeki “umutları” ancak bu diyalektik hareket anlaşılabildiğinde ve belirli bir çerçeve dahilinde “paketlendiğinde” (program haline getirildiğinde) ete kemiğe bürünebilir. Haliyle; proletaryanizmin öznel-emeğe dayalı edimsel-erekselliği (örneğin; kendi kendini yok eden sınıf tezi) ya da epistemik-volantarizmi (örneğin; sınıf bilincinin/düşüncenin sınıfsız toplum kuracağı yanılsaması) düşünüldüğünde, proletaryanizme (ve diğer teocu ve postçu akımlara) kıyasla hem teorik hem de pratik açıdan emekoloji ve protekya çok daha sağlam bir ideolojik pozisyonda ve bilimsel hatta durmakta, bu hattı da inatla güçlendirmeye, tahkim etmeye ve geliştirmeye devam etmektedir.
Yabancılaşmış emek kategorisinin önemli alt-başlıklarından biri de toplumsallık ve tarihsellik arasındaki ilişkilerin nasıl kurulduğudur. Emekoloji bu ilişkiyi (şeylerin başka şeylere dönüşme, dönüşürken de kendi olma ya kendi olmama hal ve durumlarını) belirli bir sınıflandırma temelinde ele alma yoluna gitmiştir. Bu ilişkisellik dörtlü form yapısı için düzenlendiğinde şöylesi bir tablo ortaya çıkmaktadır: 1-toplumsal-emek 2-tarihselleşmiş-toplumsal-emek 3-tarihsel-emek 4-toplumsallaşmış-tarihsel-emek formlarının sıralı diyalektiği tarihsellik ve toplumsallık arasında çevrimsel bir model ortaya çıkartmaktadır. Dolayısıyla; toplumsal olan ve tarihsel olan arasındaki bağ tarihsel-emek-zaman ve toplumsal-emek-zaman üzerinden şekil almaya devam ettikçe toplumsal olandan tarihsel olana, tarihsel olandan da toplumsal olana geçişler varolmaya devam edecektir.
Daha basit bir dille anlatmak gerekirse; insanların bugüne kadar kullanmış olduğu tüm emek teknikleri (toplayıcı, av, tarım, sanayi vs.) tek tek kişilerden ve hatta toplumlardan bağımsız olarak tüm insanlığın ortak değerlerinden devri-miras kalan tekniklerdir. Dolayısıyla; olta ile balık avlamaktan otomobil sürmeye kadar tüm emek faaliyetleri insanlığın ortak emek mirasının devamıdır. Kaldı ki; bugün bir buluş yapılsa bile, o buluşu yapan kişiden (bireysel icatçıdan) ya da ekipten (kollektif icatçılar grubundan) ziyade, o kişiye ya da ekibe gelene kadar, o buluşun yapılmasını sağlayan emek-miras-değeri yok sayılarak o buluş ortaya çıkartılamaz. Bu miras-değeri olmaksızın hiçbir icatçı salt kendinde bir şekilde buluş yapamayacağı gibi, miras-değerini yadsıyan bir buluşta varolamaz. Dolayısıyla; her buluş gerçekte tarihsel olanın toplumsal olanda, toplumsal olanın bireysel ve ekipsel olanda süzülerek bugüne kadar gelmesinden ibarettir. Bu yüzden icatçı-emek-güçleri içerisinde yer alan burjuvazi (bunu hiçbir zaman açıklamıyor olsa da!) sanayi emek araçlarındaki toplumsal-icatçılık değerlerine dayanarak tarihsel-miras-değerlerinden gelen toplam-miras-değerlerini salt kendi adına gasp edemez; bu gaspı meşrulaştırmak adına ideolojik olarak kurgulanmaya çalıştığı “doğal hukuk” (özel mülkiyet) sistemini de, öznel olarak sonsuza kadar sürdüremez; sürdürmesi de mümkün değildir.
Öte yandan, proletaryanist yanılsamalar açısından ele alındığında ise; meselenin özü salt kullanıcı-emek-güçlerinin kullanıcı-emek-değerlerinin artık-değerlerindeki kullanıcı-payları üzerinden bir savunma hattı (örn, proletaryalist-sendikalizm) kurmak olamayacağı için, asıl mesele tarihsel-miras-değerlerinin salt icatçı-emek-güçlerince gasp edilemeyeceği üzerinden bir savunma ve saldırı hattı inşa edilebildiği takdirde; emeğin kendisinin tarihsel olarak doğa üzerindeki tahakkümünün akılcı bir şekilde düzenlenmesiyle de emek araçları üzerindeki icatçı ve kullanıcı bölümlenmesi bitirilip/sönümlendirilip sınıfsız bir dünyaya (komünizme) geçiş için gerekli olan koşullar da ortaya çıkartılabilir. Lakin; böylesi bir savunma ve saldırı stratejisi proletaryalist hareketlerden beklenemeyeceği gibi, protekyan, yarı-protekyan, protek-sempatizan vs. hareketlerin dağınık ve parçalı yapısı bu ölçekte bir programatik hattı ve stratejiyi kaldırabilecek yetkinlik ve olgunluk seviyesine de ulaşabilmiş değildir. Dolayısıyla; kazan kaynamakta olsa da, yemek daha servise hazır değildir.
Ana konuya, yani yabancılaşmış emek kategorisine döndüğümüz vakit şu noktalara da değinmek gerekir: herşeyden önce Marx çalışmalarında toplumsal-emek-zaman üzerinden emek araçlarındaki kullanıcı-emeğin artık-emek-değer kategorisi içerisinde varolan kullanıcı-bölümü ile olan ilişkisine “yabancılaşma” adını vermişti. İster “erken” dönem, ister “olgun” dönem, isterse de “geç” dönem olsun bu tanımlama Marx’ın tüm eserlerinde belirgin bir şekilde gözlemlenmektedir. Kaldı ki; Marx’ın yabancılaşmaya dair tanımlamaları büyük oranda hegelyan Alman felsefesinin ve Fransız ütopik sosyalizmin doğum lekelerini de taşımaktaydı. Dolayısıyla Marx; Alman felsefesi ve Fransız politikası dolayımıyla yorumladığı bu kavramı zamanla İngiliz ekonomi politiği ile buluşturarak salt felsefi ve siyasal bir kategori olarak değil, aynı zamanda iktisadi alanı ve ilişkileri açıklamak içinde kullanmıştır. Ve dolayısıyla yabancılaşma kavramı Marx’ta bu haliyle kullanıcı-emeğe bağlı artık-değer teorisinin bir “alt-bileşeni” olarak kalmıştır.
Dahası; Marx toplumsal-kullanıcı-emek-güçlerine denk düşmeyen artık-emek-zamandaki kullanıcı-payından bahsederken, ücret/maaş vs. ile, yani ödenen-emek-zaman ile metada kristaze olmuş ödenmemiş-emek-zamanın (mutlak ve göreli kar oranının) kullanıcı-emeğine ve payına yabancılaştığını da belirtmiştir. Lakin; Marx tıpkı Ricardo gibi artık-emek-zamandaki toplumsal-icatçı-payı/toplumsal-kullanıcı-payı ve tarihsel-icatçı-miras-payı/tarihsel-kullanıcı-miras-payı konusunda bütünsel bir emek-değer teorisi geliştiremediği için, onun artık-emek-değer üzerinden yaptığı yabancılaşma analizleri de eksik kalmıştır. Emekolojik-iktisat ise bu eksikliğin üzerine giderek en basit şekliyle söylemek gerekirse; tarihsel-emeğin-miras-değerleri ve toplumsal-emeğin-miras-değerleri üzerinde yükselen icatçı-paylarını da kullanıcı-paylarını da kapsayan bütünsel bir emek-değer teorisi ortaya koymayı başarmıştır. Kuşkusuz bu teori salt artık-emek-zamana ve artık-emek-değere dayalı kullanıcı-paylarına ve kullanıcı-bölümlerine değil, bir bütün halinde icatçı-paylarından ve kullanıcı-paylarından (ve bunların arasındaki savaşımdan) oluşan insanlık tarihine ilişkin bir emek-miras-değer teorisi olma özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle, emekolojik değer teorisi toplumsal olan aşamayı da içeren, tüm tarihsel süreçleri kapsayan, bütünsel bakış açısına sahip olan bir değer teorisidir. Dolayısıyla; Marx’ın ve Marksizm’in belirli bir emek kesitine (C-6 / E-3 kesitine) dayanan dönemsel emek değer teorisi, Ricardo sonrasının “üst bölümlenmesi” olarak kalan bir emek teorisi olarak gelişmiştir.
Öte yandan, yine Marx eserlerinde “cansız-emek” ve sabit-sermaye kavramları üzerinden sermayenin cansız-emeğin bir formu oldugundan ve toplumsal-canlı-emeğin emek-aracı ile soğurulduğundan (“sömürü ilişkilerinden”) bahsederek, dolayısıyla sermaye üzerinden kullanıcı-emeğin yabancılaşmasının diğer boyutlarına da değinmiştir. Lakin; Marx’ta cansız-emek-değere bağlı 1-toplumsal-icatçı-paylarından, 2-tarihsel-icatçı-miras-paylarından, 3-toplumsal-kullanıcı-paylarından 4-tarihsel-kullanıcı-miras-paylarından bütünsel bir yabancılaşma teorisi kapsamında bahsedilmemektedir. Dolayısıyla; bütün bu yabancılaşma görüngüleri Marx’ta belli belirsiz (müphem) ve bölük pörcük bir şekilde varolmasına karşın hiçbir zaman sistemli bir yapıya da dönüşememiştir. Günümüzde robotik-fabrikaların gündeme gelmesi ile birlikte cansız-emek-değer üzerinden elde edilen artık-emek-değer kategorilerinin nasıl ortaya çıktığının açıklanması noktasında emekolojik-iktisadın daha ileri olmasını sağlayan da yine bu bütünsel bakış açısının kendisidir. Keza; tekno-artık-değerin sanayi-artık-değer karşısındaki “yeni nicel yabancılaşmış emek formu konumu” da yine ilk defa emekoloji tarafından net bir şekilde ortaya konulmuştur.
Emek türlerine göre ayrıştırılmış olan artık-değer-türleri olmaksızın hangi artık-emek-zamanın hangi emek-türünün artık-emek-zamanı karşısında baskın ve çekinik konumlanışta olduğunun anlaşılabilmesi de mümkün değildir. Kaldı ki; tarihsel-emek-miras-değeri üzerinden şekillenen tarihsel-icatçılık ve tarihsel-kullanıcılık paylarını gözardı eden her emek-değer teorisi gerçekte varolmayan bir emek-değerinden başka da bir şey değildir. Böylesi bir “teori” ayakları yere baslamayan bir teori olarak kalmaya da mahkumdur. Nasıl ki; toplumsal-emeğin icatçı-payları ve kullanıcı-payları varsa, tarihsel-emeğinde icatçı-payları ve kullanıcı-payları vardır. Bu dört ana kategori; 1-üretim 2-dolaşım 3-tüketim 4-miras değerleri olmadan emek de, emek-değer de, emek-değere bağlı artık-emek-değerde oluşamaz. İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış olan tarihsel sistemler ve toplumsal sistemler bu dörtlü emek-değer kuramından bağımsız olarak ele alınamayacağı gibi, tüm sistemlere oturan bir emek-değer teorisi olmadan da emeğin nominal-emekolojik-değerleri de yaklaşık olarak hesaplanamaz. [4].
Dolayısıyla; 1-Toplumsal-emek-zaman, 1a)Toplumsal-icatçı-emek-zaman, 1b)Toplumsal-kullanıcı-emek-zaman, 2-Toplumsal-artık-emek-zaman, 2a)Toplumsal-icatçı-artık-emek-zaman, 2b)Toplumsal-kullanıcı-artık-emek-zaman, 3-Tarihsel-emek-zaman, 3a)Tarihsel-icatçı-emek-zaman, 3b)Tarihsel-kullanıcı-emek-zaman, 4-Tarihsel-artık-emek-zaman, 4a)Tarihsel-icatçı-artık-emek-zaman, 4b)Tarihsel-kullanıcı-artık-emek-zaman, şeklindeki emek-değer sınıflandırması (kabaca 4 ana 8 alt toplamda 12 kategori) olmaksızın tüm sistemleri kapsayayarak bugünden geçmişe geçmişten bugüne doğru hareket ederek çalışan bir emek-değer teorisi de varolamaz. Bu sınıflandırmaya birey ve toplum arası geçişin emek-zaman-formları da eklendiğinde emeğin “değer” biçimindeki birleşik hareketi daha da net bir şekilde görülebilmektedir. Bu şekliyle emekolojik-iktisat fazlasıyla “karmaşık” bir görüntü versede, aslında bu bilim en sade olanı en karmaşık biçimde ortaya koyabilen tek bilimdir. Emekoloji’nin içine girenler için, emekoloji’nin karmaşıklığı onun “sadeliğinde” yatmaktadır. Marx ve Engels’ten bu yana tembel teneke gibi yatan sözde marksistlerin düşünce kasları zayıfladığı ve yağ bağladığı için, ve en önemlisi de başka türlü düşünmesini bilmediklerinden dolayı, bu beyinlerin emekoloji’nin sadeliğini kavrayabilmesi de ne yazık ki pek mümkün gözükmemektedir. Lafa gelince “Praksis”ten dem vuran bu kafalar iş icraata geldiğinde ise sorgulamaktan kaçmayı yeğlemektedirler. Özellikle de proletaryanist ardılizmin genel haliyet-i ruhiyesi böyle iken, burnundan kıl aldırmayan postçu liberalizminde özgürlükçülük ve otonomizm adı altında kendi içine kapalı anarşik-tarikat vari yapısı da bir başka kapitalist temsiliyetçilik ve teslimiyetçilik çeşidi olmaya devam etmektedir.
Marx ve Marksizm üzerinden yabancılaşma kategorisini tartışanların unuttuğu en temel gerçeklerden biri de, gerçekte yabancılaşma kavramının ahlak felsefesi temelli ideolojik bir kavram olduğudur. Dolayısıyla; Fransız ütopizmi/materyalizmi de bu kavramı (tıpkı dinler gibi!) genel olarak ilkel-komünal topluma bir öykünme ve “insanın eşitlikçi özüne dönüş” öğretisi olarak kullanmıştır. Örnegin, ütopik sosyalistler açısından feodal toplum kapitalist topluma kıyasla daha çok “doğallık” içerdiği için ve bu öznel bakış açısına göre kapitalizm insanı kendi doğasına daha da çok yabancılaştırdığı için, pek çok ütopik sosyaliste göre feodal ahlak kapitalist ahlaktan daha üstün bir ahlak çeşiti idi. Keza; feodal mekanik emeğin sanayi emeği karşısındaki kıyaslamasında, feodal emeğin emek-doğa bölümlenmesindeki doğa kategorisi daha yoğun olduğu için, bu emek türü (örneğin, romantik düşünürler tarafından) daha “soylu”, “erdemli” ve “ahlaki” bir emek biçimi olarak algılanmıştır. Feodal döneme özgü doğanın tahakkümsel genişliği ve hakimiyeti böylesi bir yanılsamayı da beraberinde getirmiştir. Kapitalizmin gelişimine tepki duyan pek çok ütopik sosyalistin kapitalizme karşı mücadele noktasında feodal döneme özgü ahlaki ve romantik temalara yaslanmaya çalışması da yine aynı bakış açısından kaynaklanmıştır.
Marx yabancılaşma kavramını iki büyük kanaldan; hem bir yandan hegelci Alman felsefe geleneğinden hem de bir yandan Fransız ütopik sosyalizminden devralmıştır. Bu etkiler Marx ve Engels’in pek çok eserinde bulunabilir. Marx yabancılaşma kavramı üzerine özellikle “erken” döneminde yoğun bir biçimde çalışmış olsa da, ne “olgunluk” ne de “geç” döneminde yabancılaşma kuramı noktasında bütünlünlük bir teorik yapı kuramamış, “geç” dönemine geldiğinde ise bu kavramı ağırlıklı olarak iktisadi yazıları içinde örtük bir biçimde ele almayı yeğlemiştir. Dahası; Marx “erkek” döneminde yabancılaşma üzerine kaleme aldığı görüşleri (1865 sonrası sol hegelciliği) büyük oranda terk etmiş, “geç” döneminde ise yabancılaşmayı metanın analizi kapsamında metada süzülen ödenmemiş-emek karşısındaki ödenmiş-emeğin (ücretlendirilmiş-emeğin) kendine ve kendi artık-emeğine olan “ötekileşmesi” biçiminde ele almıştır ve yabancılaşmış emek kategorisi üzerine soyutlamalarını da yine bu eksende sürdürmüştür.
Dahası; Marx ekonomi politik üzerine çalışmalarında (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Kapital vs.) yabancılaşma kavramını “üretici güçlere denk düşmeyen üretim ilişkileri..” çıkarsaması içerisine yedirerek kısmen devam ettirmiş olsa da, yabancılaşmanın din ve ahlak felsefesi ile olan bağının farkında olan Marx bu kavramı toplumsal-emek-zamana dayalı artık-değer teorisi kapsamı içinde sınırlandırmayı bilinçli olarak tercih etmiştir. Kuşkusuz Marx’ın bu sınırlandırmayı yapmasında ki asıl sebeb; etik dinsel yabancılaşma kuramı ile kendi yabancılaşma yaklaşımı arasına mesafe koyma ihtiyacından ileri gelmiştir. Dolayısıyla; işçinin kendi emek-ürünü olan metaya olan yabancılaşması Marx’a göre canlı-emek ile “cansız-emek” (sermaye) arasındaki bölünmüşlüğün bir göstergesi olarak emeğin (kullanıcı-emeğinin ve kullanıcı-payının) kendine yabancılaşması neticesini doğurmuştur. Başka bir deyişle, Marx için yabancılaşma canlı-emek şeklindeki ücretli-emek ile “cansız-emek” biçimindeki sabit sermayenin/”ölü emeğin” bölünmüşlüğünden başka da bir şey değildir. Kısacası; Marx gençlik (sol hegelci) döneminde daha fazla üzerine düşmüş olduğu “yabancılaşma kuramını” daha sonraki dönemde büyük oranda terk etmiştir; özetle terk etmek zorunda kalmıştır. Keza; Marx Hegel’deki “kendinden mutlak tin” ile “kendisi için mutlak tin” arasındaki yabancılaşmayı kendisince aşmaya çalıştığı için, o’nun yabancılaşma üzerinde sıkça durması da bir raslantı değildir. Dolayısıyla; Marx bundan sonraki yoluna salt yabancılaşma kuramı üzerinden devam etmemiştir. Kaldı ki; Marx sonrası Marksizm içinde de yabancılaşma konusu bolca tartışılmış, eksik ve gedik yanlara görece değinilmiş olsa da, ta ki emekoloji’ye kadar bu tartışma devam etmiştir.
Sonuç olarak; emekoloji emeğin-yabancılaşması ve emek-türlerindeki yabancılaşma olmadan insanın ve toplumun hareketinin de olamayacağı görüşü ile, yabancılaşma kuramını Marx’ın bıraktığı yerden alıp, aynı yol ve yöntem konusunda olduğu gibi, emek türlerinin birleşik diyalektiğine uygulayarak, bu kavrama içkin en bilimsel yaklaşımı geliştirmeyi ve ahlak felsefesinden türemiş olan bu kavrama ahlak felsefesini de mahkum ederek, mistik yapıdan tamamen arındırılmış yeni bir biçim ve içerik kazandırmayı başarmıştır. Keza; bu sayede emekoloji ahlak felsefesindeki yabancılaşma kavramını yabancılaşma kavramından ayrıştırarak yabancılaşmayı bir özgürlük ve kurtuluş felsefesi olarak ortaya koyabilmiştir. Dolayısıyla; ahlak felsefesindeki yabancılaşma “tanrıya ulaşma” ve “doğaya dönüş” şeklinde kendisini var ederken, emekoloji de ise yabancılaşma; emeğin en yüksek edimiyle doğaya tam tahakküm kurma mücadelesinin sağlayacağı özgürleşme ve kurtuluş pratiğine tekabül etmektedir. Başka bir deyişle, ahlak felsefesinde doğaya dönüş ve tanrıya ulaşma hali var iken, emekoloji de ise yabancılaşmış emeğin “bilim emeğine” ulaşma hali bulunmaktadır. Haliyle; her türden dinsel yabancılaşma kuramı tanrı/doğa ile bütünleşmeyi ahlaki olarak kurtuluş reçetesi olarak sunarken, emekolojik yabancılaşma kuramı ise özgürlüğü emeğin bilim-emekle bütünleşerek doğaya tam tahakküm kurma meselesi olarak ortaya koymaktadır.
Dipnotlar
[1] Marx ve Engels arası yazışmalar da ve özellikle de Engels’in “vasiyet” notlarında yol ve yöntem sorununun çözülemediği açıkca dile getirilmiş; bu görev gelecek komünist kuşaklara bırakılmıştır. Lakin; Marx ve Engels sonrası, Lenin’in kısmi politik ve örgütsel katkıları dışında, Marksizm’in yöntem sorunu ardılcı ve doğmatik teomarksistler tarafından her zaman göz ardı edilmiş; “Marksizm’i savunmak” adı altında yol ve yöntem sorununa ilişkin yeni görüşler karışında değişime kapalı ve gerici bir tutum takınılmıştır. Bu noktada proletaryanizmin değişik alt kolları olarak “stalinist”, “troçkist”, “maoist” vs. biçimler de aynı oranda değişime kapalı ve gerici bir tutum takınmakta birbiri ile yarışmış, “Marksizm-Leninizm savunusu” adı altında yeni emek ve yeni sınıf gerçekliği bir türlü görülmek istenmemiştir. Bütün bu proletaryanist biçimlerin günümüzde dibe vurma noktasına gelmiş olmasının bir nedeni de; bahsi geçen ideolojik ve teorik dönüşüm görevinden sürekli kaçmakta oluşları, bunu da pratikte “savaşıyoruz” ve “bedel ödüyoruz” söyleminin arkasına gizlenerek yapmakta oluşlarıdır. Dolayısıyla; emekoloji'nin ve protekyanın yeldeğirmenlerini döve döve sosyalizm kuracağını sanan bu ütopik-proletaryan-donkişotizm ile uzlaşması da mümkün değildir.
[2] Burjuvazinin emeğin tarihini kendisinden başlatması ve kendisinden önceki tarihi “barbarlık tarihi” olarak değerlendirmesi Göbeklitepe’deki arkeolojik buluşlar ile birlikte tuzla buz olmuştur. Keza; Göbeklitepe emekolojik antropoloji ve tarih tezini doğrulayarak, burjuva tarih ve antropoloji tezini buruşturup çöpe atmıştır. Göbeklitepe gerçeği ile birlikte burjuvazi şok yaşamaktadır. Hiçte bizim için şaşırtıcı olmayan bu durum; “bilinen tarihin” gerçekte ne kadar bilinmediğinin da açığa çıktığını göstermiştir. Onlar her ne kadar “toplayıcı + avcı” topluluklarının böyle bir medeniyeti 9.000 ile 13.000 yılları arasında hangi emek tekniği ve türü ile inşa ettiğine ilişkin olasılıkları tartışa dursunlar, emekolojistler açısından Göbeklitepe gerçeği emek türlerinin kendi zaman ve doğalarında her defasında büyük medeniyetler inşa edebileceğini kanıtlamaktadır. Dolayısıyla “barbarlık” olarak adlandırdıkları Göbeklitepe “avcı toplumu” özelliği ile emeğin türünün kendi döneminde barbarlığa değil, medeniyete tekabül ettiğini göstermektedir. Burjuva tarih ve antropoloji emek türlerinin birleşik diyalektiği ile tarihe ve antropolojiye bakmadığı için bu şoku yaşamaktadır. Göbeklitepe gerçeği emek türlere göre emek araçlarının diziliminin, sıralamasının ve biri biri ardına gelişinin önemini birkez daha tüm dünyaya göstermiştir.
[3] Dinsel etik felsefede yabancılaşmanın bitimlenme hali gerçekte tanrıyla buluşma, bütünleşme ve yükselme halidir; yani bir nevi kurtuluş halidir. Cehendem gibi bir dünyadan, iliklerimize kadar sömürüyü hissettiğimiz bir dünyadan, kurtulma hali, hiç çalışmadan geçinen burjuvazinin ve egemen güçlerin yan gelip yatma ve tembellik haline tekabül etmektedir. Başka bir deyişle, bugün bir emekçinin manevi kurtuluşu maddi olarak bir burjuva olmaktan geçmektedir. Dolayısıyla; burjuva olma hali bir emekçi için tanrı ile bütünleşme halidir. İşte o zaman kendisinin yabancılaşmasını bitirmiş emekçi; hiçbir şey için, kendisi dahil ailesi için bile çalışmadan ömrü boyunca temellik yapabilme hakkına da sahip olacaktır. Her ne kadar bu tembellik hakkı ona binlerce onbinlerce emekçinin aç karnına çalışarak kazandırdığı artık-sermaye değerlerinden gelecek olsa da, onun için tembellik hakkı tanrısal ve kutsal bir güç olarak kalmaya devam edecektir. Birinci aşamada “herkesin emeğine göre tembellik hakkı” ve ikinci aşamada “herkesin yeteneğine göre tembellik hakkı” olmak üzere iki aşamalı tembellik hakkı sürecini ortaya koyan ve formülleştiren Marx; “tanrısız bir tanrılar krallığı” yaratmaya çalışmıştır. Nasıl ki “tanrısız, çok tanrılı bir krallık” yaratmak isteseler de, herkesin emeğine göre çok tanrılı tembellik hakkı olmayacağından, devamında da herkesin yeteneğine göre çok tanrılı tembellik hakkı da gerçekte varolamaz. Dinsel etik felsefedeki kurtuluş kişinin tanrı ile bütünleşmesini amaçlıyorken, Marksist felsefedeki kişisel kurtuluş “çoklu burjuvalaşmış bir tanrı felsefesini” amaçlamaktadır. Keza; yabancılaşmaya karşı oluş etik, dinsel ve ahlaki felsefe vs. üzerinden oluşamayacağı gibi, gerçek yabancılaşma ve tembellik hakkı (“tanrısal-mistik-öznel-güçleri” dışta tutarak söylersek) ancak ve ancak toplumsal-icatçılık içerisinde erimiş toplumsal-kullanıcılık sayesinde varolabilir. Yoksa her emek ya da her yetenek kendi tarihsel ve toplumsal kesiti içerisinde icatçı güçlere bütün yaşamları boyunca tembellik hakkı sunarken, kullanıcı emekçilere ise emeklilik sonrası kısmi tembellik hakkı sunmakta ya da hiçbir tembellik hakkı sunmamaktadır. Başka bir deyişle, yabancılaşmanın bitimlenmesi emekçi sınıflar açısından tembellik hakkına ulaşılması ile (burjuva-tanrı olmakla) özdeşleştirilirken, diğer bir yandan tembellik hakkı burjuva-icatçı güçler açısından ise tanrısal ve “doğal bir hak” olarak ele alınmakta; dolayısıyla bu haliyle kullanıcı-kulların ise icatçı-tanrılara sonsuz bir sadakat ve bağlılık göstermesi beklenmektedir. Ne de olsa tanrının kendisi ebedi ve sonsuz bir imanı hak ettiğini düşünmektedir.
[4] Bir sınıfı araçla, özellikle de emek aracı ile ilişkilendirmeksizin, o sınıfı tanımlamakta mümkün değildir. Dahası; bu yapılmadığı müddetçe, o toplumu ve o toplumun verili ilişkilerini de tanımlamak mümkün ve olası değildir. Bu yüzden; örneğin D serisi olan sanayi serisi ve C serisi olan feodal mekanik serisi gibi verili ana-emek-türlerinin birbirleriyle olan ilişkisellikleri, eski ve yeni görüngüler (emek-fenomenleri) arasında doğaya karşı olan belirli bir tarihsel-korelasyon içermektedir. Emekolojistler bu değere nominal-değer adını vermektedir. Örneğin, varsayalım ki; 2000 devirle çalışan D-4 makinasının, 1500 devirle çalışan D-3 makinasına olan farkı/oranı, görünürde 500’lük bir nominal-değer farkı yaratmaktadır. Lakin; 4000’le çalışan D-5 makinası D-3 ile kıyaslandığından 2500’lük nominal-değer farkı ortaya çıkmaktadır. D-3 ile D-4 arasındaki nominal-değer farkı 500 iken, D-3 ile D-5 arasındaki nominal-değer farkı 2500 ise; 2500 – 500 = 2000’lik bir farka tekabül etmektedir. Bu emek aracının 5000 ile 2000 arasındaki nominal-değer farkını ifade eden süreç D-4 makinasının gelişme sürecine kadar uzanmaktadır. Bu sayede verili nominal-değerlerin hesaplanması sınıfların hangi nominal-sınıf-değerlerine göre şekillendiğinin de anlaşılmasını sağlamaktadır. Ayrıca; bu durum sınıf için üst ve alt tabakalara ilişkin bölümlenmelerin doğru bir biçimde tanımlanmasını da sağlayacaktır. Dolayısıyla; sınıflar ve tabakalar arasındaki “güç mücadelesinin” hangi nominal-değerler tarafından belirlendiğinin hesaplanabilmesi komünist bir strateji ve taktiğin inşası noktasında, yani “sınıf savaşımının sevk, idare ve yönetimi” açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bütün bu nominal hesaplamalar yapılmadan yürütülecek olan her türden kendinde sınıf savaşımı sınıf intiharından başka da bir şey değildir.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Karl Marx’ın Yabancılaşma Kuramı ve Kapitalist Toplum Eleştirisi, 06.10.2013
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/63220949545/karl-marx%C4%B1n-yabanc%C4%B1la%C5%9Fma-kuram%C4%B1-ve-kapitalist
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Nicel ve Nitel Emek Türlerinin Yabancılaşma Biçimleri Üzerine, 13.03.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/113521034977/nicel-ve-nitel-emek-t%C3%BCrlerinin-yabanc%C4%B1la%C5%9Fma
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
Mehmet Şimşek ve Robotlar, 15.01.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/137369271762/mehmet-%C5%9Fim%C5%9Fek-ve-robotlar
Üretim-Değeri ve Tüketim-Değeri Tartışmaları Üzerine Notlar, 30.08.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/149690656702/%C3%BCretim-de%C4%9Feri-ve-t%C3%BCketim-de%C4%9Feri-tart%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1
Yapay Zeka ve Robot Sendromu Üzerine, 01.07.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/161308486962/yapay-zeka-ve-robot-sendromu-%C3%BCzerine
Nesnel Emek Araçları Karşısındaki Öznel Yabancılaşma Formları Üzerine, 24.09.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/165666192612/nesnel-emek-ara%C3%A7lar%C4%B1-kar%C5%9F%C4%B1s%C4%B1ndaki-%C3%B6znel
Toplum Biçimleri ile Tarihsel-Artık-Değer Türleri Üzerine, 28.10.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/166880695882/toplum-bi%C3%A7imleri-ile-tarihsel-art%C4%B1k-de%C4%9Fer-t%C3%BCrleri
Emekoloji’nin Oluşum Sürecinde Ön-Emekoloji’nin (Marksizm’in ve Leninizm’in) Oynadığı Rol Üzerine, 27.01.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/170167604532/emekolojinin-olu%C5%9Fum-s%C3%BCrecinde-%C3%B6n-emekolojinin
Meta-Ürün İlişkilerinde “Değer” Yansımalarının Manzumeleri, 26.05.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/174271841557/meta-%C3%BCr%C3%BCn-ili%C5%9Fkilerinde-de%C4%9Fer-yans%C4%B1malar%C4%B1n%C4%B1n
Artık-Değer Üreten Proleterlerden Artık-değer Üreten Robotlara Geçişin Adımları Üzerine, 23.12.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/181344640102/art%C4%B1k-de%C4%9Fer-%C3%BCreten-proleterlerden-art%C4%B1k-de%C4%9Fer
Tarihsel Emeğin Miras Miktarı Nedir Ne Değildir?, 28.07.2019
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/186611062257/tarihsel-eme%C4%9Fin-miras-miktar%C4%B1-nedir-ne-de%C4%9Fildir
20.10.2019
Serhat Nigiz
0 notes