#burjuvazi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Aldous Huxley
Cesur Yeni Dünya
"Tabii ki yeni totaliter sistemin eskisine benzemesini gerektirecek hiçbir neden yok. Polis copu ve idam mangaları, yapay açlık, toplu hapsetmeler ve toplu sınırdışı etmeler yoluyla devlet, yalnızca insanlıkdışı değil (bugünlerde buna kimse pek aldırmıyor); açık şekilde yetersizdir ve ileri teknoloji çağında yetersizlik, Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş bir günahtır. Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir. Günümüzün totaliter devletlerinde köleliği sevdirmek, propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir. Ancak yöntemleri halen kaba ve bilimdışıdır. Cizvitlerin, "bana çocuğun aldığı eğitimi söyle sana yetişkin halinin dinî inançlarını söyleyeyim" diye böbürlenmeleri, hüsnü kuruntunun ürünüdür. Ve muhtemelen modern pedagog, öğrencilerinin reflekslerini şartlandırma konusunda, Voltaire'i yetiştiren değerli rahipler denli başarılı değildir"
#aldous huxley#cesur yeni dünya#kitap#yazar#edebiyat#kitapalıntıları#kitapalıntısı#kitaplar#devlet#burjuvazi#köle#kölelik#çocukluk#eğitim#pedagogia#çocuklar
3 notes
·
View notes
Text
Mektup gelmez,hiçbir ulak taşımaz onu,"Ne oluyor?",kaygısıyla birlikte aşk yeniden canlanır.
2 notes
·
View notes
Text
#emek#emekoloji#mantık#felsefe#bilim#düşünce#teori#kuram#pratik#praksis#tarih#toplum#feodalizm#kapitalizm#sosyalizm#komünizm#proletarya#proletaryalist#burjuvazi#devlet#temsiliyetizm#memuriyetizm#marksizm#leninizm#sscb#marx#lenin#teknoloji#teknik#bürokrasi
1 note
·
View note
Text
"Dünyayı Sarsan On Gün" adlı filmden bir kesit.
- Bildiğim tek şey var, o da iki sınıf olduğu; proletarya ve burjuvalar. İki sınıf var, eğer birinden değilseniz, öbüründen olmanız gerekiyor.
1 note
·
View note
Text
Önce siz ateş edin Mösyö Burjuvazi. Köle ancak bir kez satılır, proleter ise kendisini günbegün, saatbesaat satmak zorundadır. Friedrich Engels, ilk ateş eden olmamayı bu sözlerle vurgulayarak tarihe geçmiştir.

15 notes
·
View notes
Text

Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi düşünceye dönüşmüş bağnaz cehaletten sonra en sinsi, en tehlikeli düşmanı para gücünü ele geçirmiş devlet yok şirk var diyen emperyalizme göbek bağı ile bağlı olan burjuvadır.
Önder KARAÇAY
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#şeriat bağnazlığı#tarikat ve cemaatler#komprador burjuvazi#emperyalizm
9 notes
·
View notes
Text
Daniel Guérin – Burjuvazi ve Çıplak Kollular (2024)
Daniel Guérin’in Fransız Devrimi sırasında Fransa’daki sınıf gerilimlerini incelediği çalışması ‘Burjuvazi ve Çıplak Kollular’, 31 Mayıs 1793 yılında Jirondenler’in düşmesinden itibaren ilk modern sınıf çatışmasının ortaya çıkışına tanıklık etmemize yardımcı oluyor ve burjuva devriminin jakoben liderlerine karşı baldırı çıplaklar tarafından yönetilen proleter bir devrimin tohumlarının atıldığını…

View On WordPress
#2024#Ayrıntı Yayınları#Beyza Başer#Burjuvazi ve Çıplak Kollular#Daniel Guérin#Fransız Devrimi#Fransız Devrimi&039;nde Toplumsal Mücadeleler (1793-1795)
1 note
·
View note
Text
Sınıf Turizmi ve İşçi Sınıfının Kendini İfadesinin Gaspı
Jillian Hernández, Aesthetics of Excess (“Aşırılık Estetiği”) adlı kitabında, özellikle işçi sınıfından Siyah ve Latin kadınlara ait belirli estetik ve bedensel pratiklerin orta üst sınıflar bağlamında önce “aşırı” ve “paçoz” olarak damgalandığını, ardından yeniden yorumlanarak kültürel sermayeye dönüştürüldüğünü gözlemler. Ağırlıkla Leopar gibi desenleri olan veya parlak kumaşlardan abiye kıyafetleri, abartılı beden dilleri ve “ölçüsüz” feminenlikleri yüksek moda, kavramsal sanat ve alternatif alt kültürler içinde yeniden konumlandırıldığında bir anda “yenilikçi” veya “radikal” olarak değer kazanıverir. Üstelik bu tür bir “yukarı dönüşüm” yalnızca görsel kültürle sınırlı değildir; işçi sınıfının üretip tükettiği müzik türleri ve jargonları da aynı mekanizmaya tabidir (TikTok sayesinde kullanmaya başladığı abartılı beden dilini, “kanka” gibi ifadelerin herkesin ağzına pelesenk olmasını düşünün.)
Bu yazı, son ayların en çok konuşulan hadiselerinden Hasçelikler and the City dizisinde ve 2000’lerde çok popüler olan Apaçi müziğinin son dönemdeki yeni “keşfinde” de benzer bir mekanizma söz konusu olduğunu iddia ediyor. Bu gibi işlerin yerel ve sınıfsal kodları ağırlıkla orta sınıfın tükettiği yeni bir format aracılığıyla dolaşıma sokarak popülerleşmesi, “yukarı dönüşüm” diyebileceğimiz bir sürecin tipik bir örneği. Nitekim, kenar mahalle kültürlerinin orta sınıf filtresinden geçirilerek bilinçli bir üslupla sunulması, belirli müzik, kıyafet ve sözcüklerin yeniden tanımlanmasına ve daha önce marjinal görülen toplumsal pratiklerin estetize edilerek farklı bir sınıf için ilginç haline gelmesine sebep oluyor. Böylece bir zamanlar dışlanan veya aşağılanan kültürel unsurlar anaakım tarafından sahiplenilerek tüketilebiliyor ve olumlu anlamda “marjinal” bir hale getiriliyor; ancak bu süreçte taşıdıkları toplumsal ve sınıfsal bağlam büyük ölçüde silikleşiyor. Tüm bu süreç işçi sınıfına ait kültürel üretimin ancak belirli bir mesafeyle yeniden çerçevelendiğinde değer kazandığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, işçi sınıfının kendi yarattığı kültür de ellerinden alınmış oluyor zira tıpkı ekonomi alanında olduğu gibi bu sınıfın kültürel alanda da yarattığı ürüne ya ulaşımı imkânsız kılınıyor ya da ürünün başka sınıfların alanına sokulmasıyla ona yabancılaştırılıyor. İşçi sınıfı bu kültürün asıl üreticisi olmasına rağmen bu formatlar ancak bazı influencer’ların perspektifinden geçtiğinde “değerli” olarak görülebiliyor. Böylece kültürel üretim süreci de ekonomik işleyişten farksız bir biçimde, işçi sınıfının emeğinin karşılığını alamadığı, buna karşılık orta sınıfın bu emeği kendisine hem ekonomik hem de kültürel sermaye sağlayacak artı değere çevirdiği bir döngüye dönüşüyor.
Bu döngüde işçi sınıfının kendi kültürüyle kurduğu doğrudan ilişki sürekli olarak meşruiyet kaybına uğruyor. Bu süreç David Harvey’in “mülksüzleştirme yoluyla birikim” (accumulation by dispossession) kavramıyla açıklanabilir: burada mülksüzleştirme yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmıyor işçi sınıfı kendi ürettiği kültürel formlar üzerindeki hakkını da kaybediyor zira ürettiği şeyden koparılıyor ve bu kültür burjuvazi tarafından yeniden şekillendirilip sermayeye dönüştürülerek ve ancak bu dönüşümden sonra meşruiyet kazanıyor. İşçi sınıfı ise bu kültürel sermaye birikimine doğrudan katılamıyor çünkü ya kültürünün “ham” hali itibarsızlaştırılmış oluyor ya da bu kültürü “doğru” şekilde sunma yetisinden yoksun görülerek dışlanıyor. Burjuvazinin bu türden bir kültürel mülksüzleştirmeye başvurması yalnızca kâr amaçlı bir estetik dönüşümden ibaret kalmıyor aynı zamanda ileride olası bir sınıf atlamayı da engelleyen bir mekanizma olarak çalışıyor zira kültürel sermaye yalnızca maddi birikimle değil aynı zamanda belirli kodların, yorumlama pratiklerinin ve estetik duyarlılıkların varlığıyla da anlam kazanıyor. İşçi sınıfına ait kültürel üretim bu şekilde el değiştirdiğinde salt maddi artı değer değil, aynı zamanda sembolik güç de burjuvaziye aktarılmış oluyor. Sonuç olarak, kültürel alan da tıpkı ekonomik alan gibi, işçi sınıfının kendi yarattığı değerlerden sistemli bir şekilde mahrum bırakıldığı bir sömürü düzenine açılıyor.
Bu sürece işçi sınıfı sömürüsünün meşrulaştırılması da eşlik ediyor; zira bu yaşamlar ve pratikler kültür-sanat-eğlence ürünleri olarak kitlelere sunulurken “bilir kişiler” tarafından yeniden işlenmesi gerektiği fikri yerleştiriliyor. Böylece işçi sınıfına ait olanın gasp edilmesi, “ham olanı işleyerek değer kazandırıyoruz” söylemiyle küçük insanın gözünde de meşrulaştırılıyor, kültürel alan da ekonomik sömürünün ideolojik kılıfı haline geliyor. Burada mesele yalnızca kültürel nesnelerin el değiştirmesi olarak kalmıyor. Orta sınıf, sadece işçi sınıfının ürettiği kültürel objeleri değil aynı zamanda bu objelerle nasıl ilişkileneceğini belirleme hakkına da el koyuyor: yani kültürü sadece alıp dönüştürmüyor, aynı zamanda kültürel etkileşimin doğru biçimlerini de tanımlıyorlar.
Mesafelenme ve iktidar
Mesafelenme, kişinin kültürel pratikler veya bilgiyle arasına duygusal soğukluk koyabilme becerisi olarak genellikle zekâ, rasyonalite ve insan olmakla özdeşleştirilir. Mesafelenmenin entelektüel ve sanatsal meşruiyet için bir önkoşul olarak sunulması ile işçi sınıfının mesafelenemediği fikrinin inşası arasında bir paralellik vardır; bu paralellik, söz konusu algının bir toplumsal tahakküm mekanizması olarak ne işlevi olduğu bağlamında ele alınmalıdır. Mesafelenmenin estetik gaspa nasıl zemin hazırladığı, işçi sınıfının kültürel bilgisinin nasıl değersizleştirildiği ve dışlamanın ahlaki gerekçelendirilmesi gibi unsurlar da bu mekanizmanın parçalarıdır.
Kültürel formlarla kavramsal bir mesafeden ilişki kurabilmek zekâ, farkındalık ve medeniyet göstergesi olarak değerlendirilirken estetik, moda ve kültürel pratiklerle doğrudan ve bedensel bir bağ kurmak da içgüdüsel yani ilkel olarak değerlendirilir. Bu ayrım aslında Batı düşüncesindeki zihin-beden ikiliğinin sınıfsal bir uzantısıdır. Tarih boyunca Batı medeniyetinde soyutlama ve mesafelenme elitler ve erkeklerle, doğrudanlık ve bedensellik alt sınıflar, beyaz olmayan ırklar, kadınlar ve hayvanlıkla ilişkilendirilmiştir. Örneğin burjuva ve orta sınıftan kadınlar modayı deneysel bir oyun alanı olarak kullanabilir, mesafeli ve bilinçli bir şekilde onlarla oynayabilir ve yaratıcı olarak algılanırlar. Lakin işçi sınıfı kadınları süslenmeye kalkıştığında bu içgüdülerle yapılan bir aşırılık ve görgüsüzlük olarak kodlanır. Kimin akıl sahibi ve tam anlamıyla insan olarak kabul edildiğini, kimin ise bedensel içgüdüleriyle hareket eden ve daha aşağıda konumlandırılan varlıklar olarak görülmesi gerektiği arasında bir sınır çizen bu ayrım, işçi sınıfı kadınlarının estetik tercihleri üzerinden onları insan-hayvan ayrımının alt sıralarına iter.
Ancak işçi sınıfının kendi kültürel pratiklerine mesafelenemediği düşüncesi ideolojik bir yanılsamadan başka bir şey değil. Pierre Bourdieu’nün “ayrım” (distinction) kavramı bu noktada kültürel sermayenin sınıfsal sınırları nasıl belirlediğini anlamayı kolaylaştırabilir. Orta ve üst sınıflar, kendi estetik pratiklerini zevkli ve ince olarak tanımlarken, işçi sınıfının hayattan tat alma ritüellerini “bilinçsiz” veya “kaba” olarak kodlar. Oysa işçi sınıfı da estetik tercihlerinde bilinçli, stratejik kararlar alabilir ancak bu kararlar akademik, sanatsal veya entelektüel alanlarda tanınmadığı için bilgisizlik olarak yorumlanır. Bu ideolojik mekanizma işçi sınıfının kültürel ve entelektüel alanlardan dışlanmasını meşrulaştırırken, orta sınıfın işçi sınıfı kültürünü daha iyi anladığını iddia ederek gasp etmesine de bahane olur. Böylece mesafelenme yetisinin üstünlük ve insanlık göstergesi olduğu fikri, işçi sınıfını entelektüel ve sanatsal üretim alanlarından dışlamak için kullanılır.
Orta ve üst sınıflar için kültürel üstünlüklerini haklı gösteren bir araç olarak mesafelenmenin akıl ve insanlıkla özdeşleştirilmesi sadece estetik farklılıkları değil, sınıfsal ve toplumsal hiyerarşileri de üretip sürdürür. Bu yüzden mesafelenme yetisinin üstünlük göstergesi olduğuna dair söylemler sorgulanmayı hak eder.
Hasçelikler and the City: Estetik mesafelenme ve sınıf turizmi
Hasçelikler and the City, İstanbul’un çeperindeki kenar mahallelerde yaşayan işçi sınıfı estetiğini, dilini ve beden kullanımlarını orta sınıf izleyicilere pazarlanabilir bir formda sunan bir dizi olarak estetik mütenalaştırma sürecinin en güncel örneklerinden biri. Varoş mahallelerde yaşayan işçi sınıfından üç kadının hayatlarından kesitler sunan internet dizisi, bu kültüre ait özellikleri belirli stereotiplere yaslanıp yeniden üreterek çoğunlukla kültürel sermayesi yüksek kitlelere sunuyor. Hikâyenin hangi semtte geçtiği açıklanmasa da düğün salonları, dökük mahalleler, AVM gibi mekân seçimleri, karakterlerin kendini özel görme (dizide sıkça kullanılan “A plus” gibi ifadelerle vurgulanan bir tavır) ve sınıf atlama hevesi, gösterişli ve abartılı makyaj ve kıyafet tercihleri, konuşma şekilleri ve beden dilleri gibi detaylarla kimlerin hikayesini anlattığı açık ediliyor.
Dizinin esprisi, abartılı mimikler, gösterişli kıyafetler, dramatik jestler ve belirgin bir sokak jargonu ile İstanbul’un kenar mahalle kültürünü bir realite şov estetiği ile izleyicinin tüketebileceği bir komedi unsuruna dönüştürmek üzerine kurulu. İşçi sınıfının moda, müzik, resim gibi kendini ifade araçlarıyla kurduğu ilişkilenme çoğu zaman hegemonik kültürel kodlar tarafından “kitsch” veya “çakma” olarak yaftalanırken, bu unsurlar orta sınıfın ironik mesafesiyle benimsendiğinde birdenbire yenilikçi ve “havalı” hale geliyor. Bu açıdan Hasçelikler and the City işçi sınıfına ait kültürel formları özgün bağlamlarından koparılmasına hizmet eden bir estetik gasp örneği olarak görülebilir. Mesafelenme burada yalnızca bir estetik strateji değil, aynı zamanda bir tahakküm biçimi olarak da işliyor. Estetik mesafelenme burada yalnızca bir yorumlama pratiği değil, kültürel mütenalaştırmanın temel dinamiği olarak görülebilecek bir tahakküm aracı olarak işliyor.
Utku Balaban’ın bir yazısında belirttiği gibi, “estetik, temsil olunan ile temsil arasındaki gerilim” ise eğer Hasçelikler and the City’nin çekiciliği de tam olarak bu gerilimden besleniyor zira dizi izleyicisi için büyülenme ve tiksinme arasında salınan bir deneyim yaratıyor. İşçi sınıfına ait konuşmalar, hareketler ve beden kullanımları aynı anda hem komik hem de “abartı” olarak sunuluyor. “Abla” hitabının vurgusu, karakterlerin hayatlarında çokça yer kaplayan kuaför ve makyaj ritüelleri, AVM buluşmaları, erkeklerin oto yıkamacı veya Dubai çikolatası ticareti gibi mesleklerle ilişkilendirilmesi, Fatoş’un leopar desenli kıyafetlere olan düşkünlüğü, tüm bunlar dizinin beslendiği ve yeniden ürettiği estetik çerçevenin yapı taşlarını oluşturuyor. Bu düzenleme, işçi sınıfının kendini ifade araçlarını nesneleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda onları sterilize edip tüketilebilir hale getirerek üzerlerinden kazanç sağlıyor.
Bu noktada Hasçelikler and the City, Hernández’in öne sürdüğü “ikircikli grotesk” kavramıyla da örtüşüyor. İşçi sınıfına ait estetikler hem büyüleyici hem de uzaktan sevilesi olarak sunulunca izleyici bu estetikleri beğenir ama aynı zamanda onlara olan mesafesini de korumuş olur. Zira orta sınıf, bu tür kültürel üretimlerle doğrudan bir bağ kurmak istemez; bunu ancak belirli bir filtre aracılığıyla tüketebilir. Bu yüzden dizi orta sınıf izleyicinin işçi sınıfı estetiğini rahatça tüketmesini mümkün kılan bir ideolojik işlev de görüyor. Bunu da izleyicisine güvenli bir mesafe sağlayarak yapıyor. İzleyici, işçi sınıfının zor koşullarıyla yüzleşmek zorunda kalmadan bu kültürü tüketebiliyor. Dahası, ölçülülük ve kontrollü zevk anlayışıyla özdeşleşen orta-üst sınıflar, bu mesafeyi bir tür katarsis aracı olarak da kullanıyor. İşçi sınıfına atfettikleri “ilkel” ya da “hayvani” özelliklerle turistik (bir nevi “sınıf” turizmi) bir deneyim üzerinden temas kurarak, bu yönleriyle kontrollü bir biçimde ilişkiye girebiliyorlar.
Tam da bu noktada, dizide akşamları DJ’lik yapan Fatoş’un gerçek hayatta da aynı karakterle ücretli DJ etkinlikleri düzenlemesi ve bu etkinliklerin hınca hınç dolması, işçi sınıfı estetiğinin gerçek bir ekonomik değer de üretmeye başladığını gösteriyor. Ancak burada temsilin taşması ve gerçeklikle iç içe geçmesi, yalnızca tüketimle sınırlı kalmayan, etik açıdan tartışmalı bir boyuta da ulaşıyor. Orta sınıf izleyici, işçi sınıfı kültürüne duyduğu mesafeyi koruyarak, bu dünyaya gerçek bir aidiyet geliştirmeden ona dokunma imkânı buluyor. Böylece, mesafenin sunduğu konfor sayesinde, bu deneyimi tam anlamıyla içselleştirmeden, geçici bir keyif unsuru olarak tüketebiliyor.
Apaçi müziğin mütenalaştırılması
Apaçi gençliği, 2000’lerin başlarında Türkiye’de işçi sınıfı gençleriyle özdeşleşmiş ve özellikle Roman mahallerinde, düğünlerde ya da oto sanayi çevresinde popüler olmuş, kendine has bir estetik anlayışı ve müzik zevkiyle öne çıkan bir alt kültür olarak ortaya çıkmıştı. Mohikan tarzı jöleli saçlar, parlak ve gösterişli kıyafetler, abartılı beden dili ve arabeskten belirli bir tip elektronik müziğe uzanan eklektik müzik tercihleri, bu alt kültürün ayırt edici özellikleri arasındaydı. Ancak bu gençlerin kendini ifade biçimleri o dönem komik olarak yaftalanmış ve egemen medya kanallarında ve kamusal alanlarda alay konusu haline gelmişti.
Hernández’in çerçevesi, işçi sınıfına ait estetiklerin nasıl bir tür metalaşmaya tabi tutulduğunu anlamak açısından da kritik bir araç görevi görür. Apaçi kültürü, başlangıçta toplumsal dışlanmanın bir sonucu olarak şekillenirken, bu dışlanma aynı zamanda onu “keşfedilebilir” bir kültürel nesne haline getirir. Bu, yalnızca kültürel hiyerarşiyi değil, aynı zamanda bir güç ilişkisini de açığa çıkarıyor. Bu sürecin sonucunda işçi sınıfına ait bir müzikal ifade biçimi, yeniden bağlamsallaştırılarak “keşfediliyor” ve kültürel sermayeye dönüştürülüyor. Fakat, bu müziği yıllarca sahiplenenler hâlâ marjinalize edilmeye devam ediyor.
İşte yıllar boyunca “varoş” olarak küçümsenen bu müzik türü geçtiğimiz aylarda Amsterdam’da yaşayan bir DJ’in uluslararası bir Youtube kanalı için kaydettiği bir set sayesinde, şehirli alternatif raver’lar tarafından “keşfedilip” bir anda “yeni” ve “radikal” olarak değerlendirilmeye başlandı. Hardstyle, trance ve tecnonic gibi alt türlerin kendine has bir karışımından oluşan, genellikle düğün salonlarında ve sanayi mahallelerinde çalınan bu müziklere işçi sınıfı gençleri sahip çıktığında aşağılanmaları, ancak aynı ritimlerin orta sınıf DJ’ler tarafından sunulduğunda “radikal” bulunması Hernández’in teorisini doğruluyor.
“Ama bu bir şaka”
Bu dizinin veya Apaçi müziğinin yeniden keşfedilip “sofistike” sınıfa sunumunun arkasında aslında işçi sınıfını küçük görmek veya ondan faydalanmak isteğinin değil, onlara duyulan şefkat olduğuna dair savunmalar sıkça karşımıza çıkıyor. Ancak kültürel gaspın en önemli işleyiş biçimlerinden biri tam da bu: “Çok gerçekçi, çok otantik, bu yüzden daha çok insan görmeli” argümanı, gasp yoluyla mülksüzleştirmenin bir bahanesi olarak işlev görüyor. Hasçelikler’in veya Apaçi müziğinin yeniden keşfinin işçi sınıfı insanlar tarafından yapılmıyor olması zaten sürecin özünde bir asimetri olduğunu gösteriyor. Tıpkı Hernández’in belirttiği gibi, bu tür eğlence formatları kültürel üretimin kimler tarafından nasıl değerlendirileceğini de belirliyor.
Bu “yukarı dönüşüm” pratikleri bir şekilde eleştirildiğinde şu tür tepkilerle karşılaşıyor: Ama bu kültürün kendisi de bunu yapıyor, çok gerçekçi! Bu kötü bir şey değil ki, bu karakterleri seviyoruz! Bu bir hiciv, işçi sınıfını aşağılamıyor, aksine yüceltiyor! Bu söylemler, kültürel gaspın sistematik işleyişini görmezden gelmeye hizmet ediyor. Orta sınıf, işçi sınıfı kültürünü sevdiği sürece, onu kontrol etme ve yeniden çerçeveleme hakkını da sahip olduğunu düşünüyor ve burada kendisini yaptığı gasp ve kazandığı sermayenin üzerini örten bir “kurtarıcı” sıfatıyla da şereflendirmiş oluyor.
Kültürel gaspın mekânsal boyutu
Bu süreç, işçi sınıfının yalnızca kültürel üretimlerini değil, aynı zamanda şehirdeki mekânsal varlığını da etkiliyor. İstanbul'da alternatif gece hayatının şekillendiği mahallelerde, Beyoğlu, Kadıköy ve Yeldeğirmeni gibi bölgelerde, özellikle moda açısından işçi sınıfı estetikleri tüketilirken, bu estetiğin gerçek yaratıcıları o alanlardan dışlanıyor. Mütenalaştırma süreçleri salt semtler üzerinden değil kültürel anlamda da işliyor ve işçi sınıfına ait kültürel üretimin ancak onu yaratan insanların kendileri de kent merkezlerinden dışlandığında değer kazanıyor. Apaçi gençliği bir zamanlar şehrin kamusal alanlarında göründüklerinde küçümseme nesnesi olmuşlarken aynı kültürel formların şimdi orta sınıf tarafından yeniden bağlamsallaştırıldığında kültürel sermayeye dönüştüğü ve prestij yanında finansal kazanç da getirdiği görülüyor.
Hasçelikler and the City ve Apaçi müzikleri örneklerinde görüldüğü gibi, kültürel üretimin meşruiyeti, onu kimlerin ürettiği ile değil, kimlerin çerçevelediğiyle belirleniyor. İşte tam da bu yüzden kültürel sermaye üzerindeki bu tahakküm salt estetik bir mesele değil, sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görülmeyi hak ediyor.
Kaynaklar:
Balaban, Utku. "Varoş Apartmanı ve Yeni Kent Estetiği." Evrensel Kültür Dergisi, Sayı 276, Aralık 2014, s. 80-83.
Bourdieu, Pierre. Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi. Çev. Bahadır Aksan. Heretik Yayıncılık, 2023.
Harvey, David. Yeni Emperyalizm. Çev. Rahmi G. Öğdül. Metis Yayınları, 2004.
Hernandez, Jillian. Aesthetics of Excess: The Art and Politics of Black and Latina Embodiment. Duke University Press, 2020.
3 notes
·
View notes
Text
“Burjuvazi, gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm, şairin ekmeğe ekmek, şaraba şarap demesini tehlikeli buluyor. Şairin kendisini ‘küçük bir tanrı’ saymasını kapitalizm daha uygun görüyor. Bu konu ya da davranış, egemen sınıfları hiç mi hiç tedirgin etmiyor. Şair heyecanlanıp tanrılara özgü yapayalnızlığı seçince şairin satın alınması ya da ezilmesi zorunluluğu da kalmıyor.”
-Pablo Neruda
22 notes
·
View notes
Text







Günün Filmi: Bronenosets Potyomkin (1925)
Sergei Eisenstein
Bu filmi Ekim Devrimi'nin yıldönümünde paylaşacaktım, o zaman izlemiştim tekrar, sonra taslaklarda kalmış. Potemkin Zırhlısı, isyanıyla insanlık mücadelesinin tarihine geçmiş bir dretnottur. 1905 Devrimi, yalnızca Rusya'yı değil, bölgemizi etkiledi. Bizim için de önemli. 20. yüzyılın devrimci pratiğinin ikinci dalgasının ilk devrim dalgası, 1905 Rus Devrimiyle başlamış, 1908 Türk Hürriyet Devrimiyle, 1907-1909 İran Devrimiyle , 1910 Meksika ve 1911 Çin Demokratik Devrimiyle devam etmişti. Bu ilk devrimci dalga, aslında emperyalizm çağının devrim teorisinin ipuçlarını da vermişti. Dünya Devrim odağı artık Doğudaydı. Avrupa merkezli devrim teorisi insanlığın arkasında kalmıştı. Lenin, Emperyalizm Çağında devrime yol açan çelişmenin değiştiğini daha Ekim Devrimi öncesinde temellendirmişti. Artık devrim burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin ürünü olmayacaktı. Emperyalizm ile Ezilenler Dünyası arasındaki çelişme öne geçmişti. Ve bu koşullarda devrim, artık emperyalizmin zayıf halkasında, başka deyişle Ezilen Ülkelerde olacaktı. Devrim odağı Doğuya kaymaktaydı. Bu devrim aynı zamanda Millî Demokratik Devrimler döneminin başlangıcıydı. Eisenstein, bu filmiyle insanlık mirasına büyük bir armağan bırakmıştır.
#film#movie#izleme#watch#Bronenosets Potyomkin#Battleship Potemkin#potemkin zırhlısı#Sergei Eisenstein#1925#lenin#sscb#ussr#devrim#the october revolution#revolution#1905 revolution#rusya#russia
9 notes
·
View notes
Text

#paul lafargue#tembellik hakkı#işçi sınıfı#burjuvazi#kapitalizm#yazar#kitap#kitapalıntıları#kitapalıntısı
6 notes
·
View notes
Text



beyoglu stroll, alleyway and galata fondness 🦋 #galata #beyoglu #istanbul #aesthetic #tumblr #photography
İstanbul'a Dair İzlenimler:
Bu şehirde insan kendisini daha yalnız, çaresiz ve bir o kadar da kalabalık, gürültülü hissediyor. Suskunluğumuz kendisine bir dost arıyor. Kozmopolitan, karmaşık ve gürültülü olan bu şehirde her sokak hikayesini bilmediğimiz bir sürü gizle, insanla dolu. Böyle şehirlerde insan yalnızlığı daha çok hisseder, kendisine bir yer edinme arayışında olur; etrafında kendisini konumlandırmış olarak gözüken milyonlarla doludur. Her metroda 5-6 tane evsiz sokak çocuğunun müzikleri, peçeteleri görünür olurken metro çıkışlarında bir üniversite kulübünde örneğin küçük burjuvazi söylemler, edimler ve eylemler kendisini gösterir. Tek dertleri eğlenmek, kariyerizm, popüler kültür yakalanımı içerisinde olan kişiler gösterir kendisini bu defada. İşte bu uçurumda bir tutunma dalı istiyor insan doğal içgüdüsü ile. Ankara gibi bir şehirde hayat evlerde, kafelerde gezinirken bu şehirde hayat sokaklarda gezinir. Sokağın sesi insanların yaşamını bize taşır, haykırır. Bir köşede sokak sanatçılığı yapanlar, diğer köşede peçete satanlar, her mekanın "gel buraya gel" sesleri, aktivistlerin ve solcuların ideolojiyi sokakta yaşamaları, bir yere yetişmeye çalışanların hızlı adımları ve tam da aksine öylesine yavaşça gezinenlerin yavaş adımları, çiçekçiler, taksiciler ve diğerleri... Toplumun her kesimi bu şehirde bu yaşamda kendini var ediyor. İşte bu noktada kendini bulma arayışı içerisinde olan insanın büyük bir uçurumda sürüklenme anı başlıyor. Sakinliği ve huzuru adalarda yaşayan kesim ise sadece burjuva, yerli kesim. Bu şehir benim kulağıma sınıfların savaşını keskin bir biçimde taşıyor. Sokakların gürültüsü susmadan bize bir müzik dinletisi yaptırıyor.
that's it
2 notes
·
View notes
Text
Teknik Mülahazalar Üzerine Kısa Bir Değinme

Eşitlik makineye indirgenemez.
Başka bir deyişle, salt kendinde makine salt kendi için özgürlük doğuramaz.
Keza salt makineye indirgenmiş emek zorunlu beden ve zihin emeğine dayalı emeği de özgürleştiremez.
Dolayısıyla, zorunlu emekten özgür emek etkinliğine geçiş, ancak insanın üretip var etmiş olduğu emek faaliyetlerinin bir bütün olarak emek araçları tarafından üstlenilmesi neticesinde gerçekleştirilebilir.
Bu noktadan hareketle, robotik-emek etkinliği insanın özgür emek etkinliğini belirlemeye aday bir emek etkinliği olup, özgür bir geleceğin kapılarını da aralamaya aday bir emek etkinliği olarak gözükmektedir.
Lakin kimilerinin sandığı gibi robotik-emek etkinliği salt sömürünün devamı gibi gözükse de, sanayi emeğinin tüketime girmesi ile birlikte robotik-emeğin gelecekte sömürüye karşı bir etkinlik aracına da dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez.
Öte yandan, içinde bulunduğumuz dünya, robotik-emeğin üretim alanlarına girme sürecinin çok başlarında olduğumuz bir dünyadır. Tam manasıyla E3 (nicel teknik/elektronik emek türü) robotik-emek bile hali hazırda daha yerli yerine oturtulmuş değildir. Ki nitel teknik/elektronik emeğin değişim (E4), gelişim (E5), dönüşüm (E6) biçimlerini ve somut araçlarını bugünden bire bir tahmin etmeye kalkmak doğmamış çocuğa don biçmeye de benzetilebilir.
Robotik-emeğin bu nicel hali bile herkesten çok proletarya saflarında endişe ve kaygı uyandırmaya başlamıştır.
İşini ve mesleğini kaybetme kaygısı salt proletarya saflarında değil, aynı zamanda temsiliyetist-memuriyetist devletlü-memur kastlarının da temel korkusu olmaya aday bir korku olarak belirmiştir.
Eski tarz minoktokratik ve yarı-gloktokratik burjuvaların korkularını ise söylemeye bile gerek yoktur. En çokta herkesten çok eski tarz sanayi-sermayedarlarının çok korktuğu da malum durumdur.
Daha tam manasıyla robotik sürecin üretim sürecinin bütününü işgal ettiği bir döneme gelinmemiş olsa da, robotik-emeğin üretim sürecinin başında olduğu bir dünyaya uyanma şansı tarihte hiç bu kadar gerçek olmamıştır.
Teknik/elektronik emeğin sınıfı olan protekyanın hala nicel biçimlerini tamamlama mücadelesi verdiği bir dönemde bu tespitleri yapan emekolojistler, geleceğin eşit ve özgür toplumunun nasıl inşa edileceğine de tanıklık etmektedirler.
Kimileri protekyanın tekno-artı-değerini eski tip sanayi-artı-değeri ile karıştırsalar da, kimileri bu süreci saçma sapan ve bilim dışı kavramlar ile karşılamaya çalışsalar da, şimdilik tekno-emek teknoburgların özel mülkü imiş gibi gözükse de, robotik-emeğin asıl sınıfsal sözcüsünün protekya olduğu E3 ve E4 teknik-emek tarzının üretim ve tüketim alanlarına çıktığı bir dünyada daha da belirgin hale gelecektir.
Robotik-emeğin üretici güçleri teknoburglara ait olmadığı için, robotik-emek ancak robotik-emeğin üretiminin yaygınlaştığı ve robotik-emek ürünlerinin tüm dünyada dolaştığı global bir dünyada anlaşılabilir. Bu gerçekleşmediği sürece, insan salt içinden geçmekte olduğu tarihsel kesitten bakarak robotik-emeğin geleceğini anlama şansına da sahip değildir.
Şimdilik teknoburglar protekyanın tekno-artı-değeri olan robotik-teknolojiyi gasp ederek kendi özel mülkü haline getiriyormuş gibi gözükse de, yarının dünyası teknoburglara değil, protekya aittir. Keza protekya yarının dünyasının asıl üretici gücünün kendisi olduğuna herkesi somut bir biçimde ikna etmeye yetecek olan yegane icatçı/kaşif sınıftır.
19.11.2024
Serhat Nigiz
#eşitlik#makine#özgürlük#beden#zihin#emek#emekçi#bilim#robot#robotik#sanayiemeği#teknikemek#proletarya#protekya#temsiliyetizm#memuriyetizm#devlet#minoktokrasi#gloktokrasi#sanayiburg#teknoburg#burjuvazi#üretimdeğeri#dolaşımdeğeri#tüketimdeğeri#emekoloji#teori#kuram#felsefe#mantık
0 notes
Text

EMPERYALİZM
Serbest rekabetçi kapitalizmde sermaye ihracı yoktur. O zaman sadece satılacak ürünler ihraç ediliyordu. Oysa emperyalizmde gündeme sermaye gereksinimi girdi. Sermaye ihracı, emperyalist süreçte kullanılan daha etkili bir sömürü biçimidir. Bu biçimde emperyalist ülke, meta üreterek ülkelere satmak yerine sermayesini alan bulduğu ülkeye yatırır ve üretimi de doğrudan kendisi gerçekleştirir. Emperyalistlerin bu yöntemi seçme nedeni, hem daha çok sömürü, hem de kendi ülkelerindeki sermaye fazlasına yeni alan ihtiyaçlarıdır. Burada hareket ettirici güç, kar hırsıdır. Çünkü emperyalist ülkelerde hala yatırım yapılacak alanlar vardır. Örneğin: Tarım alanları sanayi alanlarına göre daha geridirler. Fakat, emperyalizmin doğası budur ve o hiçbir zaman az karlı işlere yatırım yapmaz. Çünkü insanlığa, canlılara ve doğaya düşman bir yıkım sistemidir.
Üretimi arttırmak, ürünlerin maliyetini düşürmek için tekniği geliştirmeye büyük ağırlık veriyorlar, işçileri sömürmeyi de son noktasına kadar zorluyorlardı. Maliyeti düşürmenin sonucu fiyatlar düşüyor, rakiplerden hangisi daha düşük fiyatlı mal sürerse pazar onun eline geçiyordu. Kapitalist işletme dahilindeki sermaye, artı değer birikimi nedeniyle büyüyor, meta üretimi gittikçe çoğalıyordu. Böylece bir yandan sermaye, bir yandan üretim yoğunlaştı, yani büyüdü ve gittikçe az sayıda işletmenin elinde toplanmaya başladı, yani merkezileşti. Böylece, serbest rekabetçi kurallar içinde çekişen işletmelerin yerine kendi aralarında oluşturdukları birlikler yoluyla, serbest rekabeti ortadan kaldıran büyük tekeller oluştu. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm aldı. Tekellerin farklı örgütlenme biçimleri vardır, hepsinin yapısı özünde aynıdır. Kartel, tröst, konzern, anonim şirket en sık rastlanılan biçimleridir. Tekellerin birlikteliği olan holdingler de tekelin farklı bir örgütlenme biçimidir. Devletin giderek yalnızca tekeller çıkarına işlemesi, tekellerin devlet üzerinde oldukça etkili olması, devletle tekellerin bütünleşmesini sağladı. Tekelci burjuvazi, emperyalist devlet üzerinde oldukça etkin olduğu için artık yalnızca tekellerin çıkarına girişimde bulunur. Bu devlete tekelci kapitalist devlet, emperyalist devlet diyoruz. Bundan böyle devletin bütün işleri, tekellerin kararlarını garantileyecek doğrultudadır. Bu bir zorunluluktur.
Kapitalizmin emperyalist sürece geçmesi ilk küresel krizin sonucudur. Kriz sonucunda burjuvazinin merkezileşme ve yoğunlaşma süreci yaşandı. Küçük ve orta gelirli şirketler iflas etti. Bu noktada piyasa kontrolü ve devlet ekonomi politikaları, büyük şirketlerin tekeline girdi. Kapitalizm, emperyalist sürece geçerken ortakçılığa dayanan tröst ve kartellerle kendisini yapılandırdı. Bu süreçte banka burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi arasında bir bağ oluştu. Büyük tekellerin devlet ihaleleri ve banka kredileriyle büyüdükleri bir sürece girildi. İlk krizle birlikte tekeller, ucuz ham madde ve yeni yatırım alanı arayışına girdiler. Bu arayışlar kapitalizmi küresel üretim biçimine dönüştürdü. Ekonomik olarak güçsüz ülkeler, jeopolitik savaş alanına dönüştü. Ham madde ticareti gelişince, ulaşım sorununu çözmek için büyük yatırımlar başladı. Kapitalist ülkelerdeki büyük tekeller arasındaki ham madde ve pazar arayışındaki rekabet, 1.Paylaşım savaşına neden oldu. Korumacılık ve kolonicilik politikaları rekabeti arttırdı. Bu rekabet sonucunda, silah ve savaş sanayine yatırımlar arttı. Kapitalizm bu krizden kurtulmak için köklü olarak yenilenerek emperyalist sürece geçti. Böylece kapitalizmin en yüksek süreci başladı.
Emperyalizm, kapitalist ülkelerin saldırgan dış politikalarının değil kapitalizmin "eşitsiz bileşik gelişim yasasının" kaçınılmaz ürünüdür. Kapitalizmin tekelleşmeye doğru yönelmesi, ilk başlarda yalnızca belirli bölgeler arasındaki ticareti geliştirdi. Emperyalizm süreci ise, sanayileşmenin büyük boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin dünya sistemine dönüştüğü süreçte ticareti de evrenselleştirdi. Önceki dönemlerin tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde atılımlar yapan tekelci güçlerin iç içe geçmiş ilişkileri aldı. Farklı ülkelere ait finans kapital grupları, diğer egemen ülkelere ait kolonilerin sınırlarını aşmak ve yeni pazarlara sızmak istiyordu. Finans kapital, önündeki engelleri tanımayarak, karlı gördüğü her işe girişmeye başladı. Artık, ekonomik olarak güçsüz bir ülkede yalnızca tek bir egemen yoktu ve kolonyalizm dönemine ait mutlak tekel durumu sarsılıyordu ve ulusal burjuvaziler güç kaybediyordu. Emperyalizm sürecinde, tüm yatırım alanlarında tek bir kapitalist ülkenin tekelini kurması, bir yandan tekeller arasındaki rekabet, diğer yandan finans kapital grupları arasındaki karmaşık ilişkiler nedeniyle mümkün değildi. Emperyalist ilişkiler ağıyla güçlenmeye başlayan kapitalist ülkeler, kendi aralarında avantajlarını zayıflatmaya yönelik ilişkilerde uzmanlaştılar. Örneğin her biri kolonisi üzerinde hak iddia ederken, rakip ülkenin kolonisinde "ulusal bağımsızlık mücadelesini" destekledi. Koloni ülkelerde ulusal mücadeleler işçi mücadelelerine dönüşmediği sürece, bu ataklar birbirleri için doğal karşılanıyordu. Çünkü koloniciler, koloni olmaktan çıkarak ulus devlet kuran ülkenin, sıra ekonominin yapılanmasına geldiğinde, yanlarına varacağına güvenirler.
Emperyalizmden önce bankalar, ödemeler konusunda aracılıktan başka bir işe karışmazdı. Fakat tekelci kapitalizm çağında, sanayi sermayesi artınca, bankalarda da değişiklik oldu. Gelişen sanayinin mali gereksinimlerine bankalar yanıt verdi. Bankada bulunan para şeklinde sermaye, sanayi sermayesi ile bütünleşti. Büyük bankalar, küçüklerini ya kendilerine bağladı ya da yok etti. Büyük sanayideki yatırım alanları, büyük paraları ve kredi olanakları nedeniyle yavaş yavaş bu büyük bankalar tarafından kontrol edilir duruma geldiler. Artık bankalar, banka tekeliydi. Artık tüm kapitalistlerin mali işleri banka tekelindeydi. Şubeleri aracılığıyla sermaye ve gelirleri merkezileştirdiler. Banka müdürleri, sanayiye el attıklarından, artık denetim işi de yapıyordu. Ve işte böylece finans kapital doğdu. Finans kapital, yani mali sermaye, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelci süreçte birleşimidir. Finans kapitalin ortaya çıkışı, serbest rekabetçi kapitalizmden emperyalizme geçişin en önemli göstergesidir. Emperyalist baskının işleyişinde borç mekanizması çok önemli yer tutar. Emperyalizm sürecinde güçlülük kolonicilikte değil, ulusal burjuvazinin başka bölgelere etki etmesinde aranır. Emperyalizm sürecinde yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi, finans kapitalin yayılmacılığıyla atlatmaya çalışır. Ulus devletlerin de sırtında kambur olan bankalarla büyük sanayi tekelleri arasındaki bu iç içelik, ortaya bir avuç para babası çıkardı. Ben bu para babası tekeline ise yerel (finans oligarşisinin hizmetinde) ve küresel olarak tümleşen "finans oligarşisi" diyorum.
Emperyalizmin öncesi kapitalizm döneminde olan kolonyalizm politikaları, bugün de hala emperyalizm olarak tanımlanmaktadır. Emperyalizmi sömürgeci yayılmacılığa indirgemek yanılgıdır. Kolonicilik bir devletin başka ulusları, devletleri, siyasal ve ekonomik olarak ele geçirip yerli halk üzerinde kültürel asimilasyon uygulaması ve kolonileştirdiği toprakların mutlak egemeni olması anlamına gelir. Kolonileştirme, bir ülkenin siyasal, hukuksal, ekonomik tüm var oluş haklarının yok edilmesine dayanmaktadır. Kolonici güçler, koloni kontrolü kaybedene kadar mutlak egemen olmaktaydı. Başka hiçbir güç o koloninin üzerinde söz hakkına sahip olmamaktaydı. Koloniciliğin temel dayanağı egemenliği altına alma üzerinden gelişmekteydi.
Kapitalizm geliştikçe, tekelleşme süreci ilerledikçe bu egemenlik biçimi de baştan aşağıya boyut değiştirme sürecine girdi. Eskinin koloni imparatorlukları yerlerini tekellerin, kartellerin, finans kapitalin çoklu ilişkisi temelinde yerini emperyalizme bırakıyordu. Özet olarak, kolonyalizm siyasal bağımsızlıktan yoksun koloniciliğe dayanırken, emperyalizm ise güçlü finans kapital gruplarının küresel etki alanına dayanır. Emperyalizmi koloniciliğe indirgemek ona karşı mücadeleyi de milliyetçi bir temelde bağımsızlık mücadelesine indirgemeye karşılık gelir. Emperyalizm kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesinin adıdır. Bunu bu şekilde kavrayamayıp yayılmacılık ve saldırgan bir dış politika olarak görmek, emperyalizme karşı küresel bir sınıf savaşı yerine küçük burjuva milliyetçisi bir eylemcilik oluşturur. Bunun yerine enternasyonalist bir yurtseverlik örgütlenebilir.
Artık kapitalizmin serbest rekabetçi zamanındaki tekellerin olmadığı süreçten söz edemeyiz. Finans oligarşisinin etkisindeki tekeller ekonomide söz sahibidir. Küçük sermaye sahibinin uluslar arası boyutta bir tekelle baş etmesi söz konusu değildir. Serbest rekabet değil, tekellerin egemenliği ve tekeller arası rekabet söz konusudur. Emperyalist kriz gelişirken, onun parçası olan güçler de kapsamlı bir vuruşmaya sürükleniyor. Emperyalizm, farklı devletlerin ilişkisinin, finans oligarşisinin etkisindeki tekellerin etkisiyle, dünya ekonomisinde ortaklığı olarak görülmediği sürece, parça-bütün ilişkisi ele alınmadan, saldırganlık ve savaş eğilimi çözümlenemeyecektir. Ayrıca emperyalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu, bu nüfusa ek olarak yaklaşık 2 milyar kayıt dışı işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) temel ihtiyaçları için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek, haksızlık olmaz. Emperyalizm kapitalizmin son evresidir ve bir toprak ya da fetih isteği değildir. Emperyalizm, birikim sürecinin bir sonucudur. Geriye çevrilemez!
#burjuvazi#emperyalizm#finans kapital#kartel#konzern#mali sermaye#sanayi burjuvazisi#şirket#tekel#tröst#bourgeoisie#imperialism#finance capital#cartel#financial capital#industrial bourgeoisie#company#monopoly
0 notes
Note
Celal Şengör yine bir şekilde gündeme gelmeyi başardı. Bu defa da Fransız ihtilali insanlık için bir felaket, aklı öldürmüştür ve iktidarı ayak takımına verirsen dünya böyle olur dedi. Senin bu konudaki görüşün ne?
Şengör'ün bunu gündeme gelmek için söylediğini sanmıyorum, elitist bakışını hiç gizlemediği için bu düşüncelerinde samimi olduğu kanaatindeyim. Genelde bu ihtilal burjuva devrimi olarak adlandırıldığı için sağ kanattan yana bir sempati yaratacağı düşünülürken aslında devrimin karakteri ve solun tarihsel bakışı içerisinde solcularca daha çok sahiplenilen bir olay olduğu reddedilmez bir gerçektir. Çünkü burjuvazi bence yükseliş ivmesine dair çok önemli bir ivme kazanmamış ama taban kesim gerçek bir politik güç kazanmıştır.
Şengör'ün dünya görüşünü anlıyorum ancak bu benim hiç katılmadığım bir bakış. Özellikle akademinin elit ve ayrıksı bir grup olarak kalması belki bir boyutta akademinin maddi kaygılarla kaybedebileceği yolların ortadan kalkmasını sağlar, bu bir gerçek. Ama aynı oranda akademiyi gerçeklikten, hayattan koparan bir boyut da getirir. Şengör'ün toplumdan soyutlanmış ve artık döneminin geçmiş biri olduğunu söylemek bu noktada aleni olan bir gözlemi yenilemek olacaktır bence. Bu bakış Fransız ihtilalini değil, Britanyanın reformlarını bir başarı sayar genellikle. Bu bakış açısını sergileyen kaynakların Şengör'ün okumalarında daha merkezi olması da normal çünkü daha pozitivist ve ampirik bir dip dalganın politik konumlanması bu esasında. Benim kendi görüşümün, bireysel tarihlerimiz göz önüne alındığında Celal Şengör ile yan yana gelmesi olanaksızdır. Kendisi halihazırda yüksek ekonomik bir çevreden geliyor bense kendisinin deyimi ile o ayak takımının kazandığı başarımların açtığı yol sayesinde kendisini eğitmiş bir insanım ve bu çoğunluğun eğitimsiz, barbar ya da irrasyonel olduğu yorumunu tamamen reddediyorum.
Kitlelerin daha itkisel ve duygusal kararlar vermeye meyilli olması sonucu popülizmi partlattığını da düşünmüyorum. Daha doğrusu buradaki problemin kökeninin halktan başladığını düşünmüyorum. Çünkü halka dönük bir "eğitim" değil öğretim çabası olsaydı, tüketimin fordist damızlığı olarak değil üretimin değerli bileşenleri olarak teşvik edilselerdi ya da politik güçler yönetme değil hizmet gayesi içerisinde olsaydı kitlelerin irrasyonel bir yığın olarak kalmaya devam edeceğine emin değilim. Elbette Kant gibi herkesin ulaşabileceği tek bir üst rasyonalite bulunduğunu düşünmüyorum ancak Şengör gibi eğitim ve düşünme olanaksızlığı olduğunu da sanmıyorum.
Ki bence Şengör'ün şu anki konumu bu noktada bana baya ironik geliyor. Kendi alanında akademik başarısından bağımsız, bu medyada sahip olduğu her şeyi bilen aydın imajını eleştirdiği o popülizme borçlu. Şu anki kitlenin irrasyonel ve duygusal olduğu kesin zaten bu yüzden bu kaba adam, bu rasyonel akıl yürütmeler yapmak yerine duygusal saldırılar yaparak birkaç bilgi ile bilir gözükmediği konularda üste çıkan adam, bu her konuda ahkam kesip üstten bakan adam tam da bu kitlenin irrasyonel ve duygusal hassasiyetlerine dokunduğu için bu popülist dalgayı arkasına almış medyatik yaşamını sürdürmektedir. Yani üst tabakadan gelen bu adam bu ayak takımının bir eseridir yine de. Dünyanın geldiği bu ölü aklın, felaketin ifadesidir. Ve bu akıl yine bu bakış ile kitleleri bir hayvanı evcilleştirir gibi eğitmek, yönetmek ve onu işe yaradığı oranda fazlası olmayacak şekilde kullanmak isteyerek avamın vehametini imtina ile daim kılar. Ne çark ama!
16 notes
·
View notes
Text

🗣️ Sivil Örümceğin Ağına Nasıl Düştük
Attila İlhan, emperyalizmin etki alanı altında bulunan Türk toplumunun komprador bir ekonomisi ve komprador bir burjuvası var diyordu.
Yerden göğe kadar haklıydı.
Beyni iğdiş edilmiş bu komprador yapının işbirlikçisi sözde aydınlar ile kendini aldatanlar Attila İlhan'ın demek istediğini anlamış olsalardı bugün bu kadar vahim durumlara düşmezdik.
Komprador ne demek ve nasıl düzen kuruyor bunu biraz irdelemek istiyorum.
Bunlar kuklacı rolünü üstlenirler. Toplumla kendileri direkt muhatap olmak yerine aracı kullanırlar.
Bu konuyu Attila İlhan aynen şu şekilde izah etmiştir;
Sömürgecilik dünyaya yayılmaya başlayınca 'bu yayılmada biz nasıl bir yol kullanacağız' tartışmaları doğmuş emperyal niyetler buna bir yol bulmuşlar.
Önce üzerinde hakimiyet kurulması gereken toprakları tespit ediyorlar. Buralara misyonerler gönderiyor ve misyoner okulları açıyorlar. Robert Kolej'i vb okullar bu amaçla hizmet verir. Bazı okullar o toplumun kendilerinin sandığı okullardan da olabilir. İsimlerini bilenler bilir. O okullardan mezun olan medyada çok kullanılır.
Ve peşinden küresel sömürgeci şirketler o ülkede faaliyete başlayarak ticaret yapmaya ortaklıklar kurmaya başlar ve yerli işbirlikçi sermayenin de kendi adlarına çalışmalarının taşlarını tek tek döşerler. Her mahallede bir milyoner üreteceğiz diye çok partili siyasette işte bu misyonerlik faaliyetlerinin bir parçası olarak görevini yaparak bugün devlet yok şirketler var diyen tehdidi ortaya çıkarttı.
Küresel sömürgeci şirketler yerli toplumla iletişim kurmak ve onlara faydalı oldukları konusunda algı oluşturmak için etki ajanı çoğaltma yolunu seçerler.
Holding üniversiteleri de bir anlamda misyoner okullarıdır.
Misyoner okullarından mezun olan beyni iğdiş edilmiş etki ajanları medyada toplumu etkileme görevini kendilerini satarak üstlenirler.
Bu sayede yeni bir tür insan ortaya çıkıyor.
Bir tarafı yerli kültürü taşırken diğer taraftan aldığı bu algı operasyonu eğitimi ile kompredore olurlar.
Kompredore doğrudan doğruya yerli halkın içinden seçilmiş dini, dili, kültürü değiştirilmiş, kültürsüzleştirilmiş emperyal niyete tabi olmuş insanlardan oluşan toplumlara denir.
Komprador burjuvaziyi ise Attila İlhan şu şekilde tarif ediyor;
Komprador burjuvazi, çıkarlarıyla sisteme bağlı insan tipi. Yaşama biçimleri de bağlı oldukları sistemle aynıdır.
Şimdi sıra geldi beyni iğdiş edilmiş komprador aydınlara;
Komprador aydın, komprador burjuvazi ile işbirliği yaparak halkı aldatan insan tipi. Görevleri komprador burjuvaziye karşı çıkarak direnen halkı yanıltarak ikna etmek.
Sivil örümcek ağı kuran komprador burjuvazi bu düzeni ülkemizde Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün sonrasında siyaseti ele geçirerek başladılar. Askeri ve sivil vesayeti maddi güçlerine paralel kullanarak bugün azmış bir noktaya kendilerini kullanarak menfaat sağlayan emperyalizmin emrinden hiç çıkmayarak ve toplumu Atatürk ile aldatarak sanki onun devrimlerine karşı değilmiş algısı ile kötü niyetlerini sakladılar.
Şunu unuttular Atatürk'ün askeri gerçek aydınların olduğunu hiçbir koşulda satılmayan ve teslim olmayan gerçek Türkleri unuttular.
Bugün yarım kalan insanlık devrimini tamamlamak için Atatürk'ün yolundan gitmek için yürek meydanında direniyorlar.
Ülkemizde ki sivil örümceklerin kimler olduğunu öğrenmek istiyorsanız, vatanı ve ulusun geleceğini kurtarmak istiyorsanız Mustafa Yıldırım'ın yazdığı ve Attila İlhan'ın 'tokat gibi kitap' dediği eseri okumanızı tavsiye ediyorum.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#Mustafa Yıldırım#Sivil Örümceğin Ağında#komprador#komprador burjuvazi#komprador aydın#kompredore#Attila İlhan
4 notes
·
View notes