#burjuvazi
Explore tagged Tumblr posts
ahmetcumhur-blog · 8 months ago
Text
Tumblr media
Aldous Huxley
Cesur Yeni Dünya
"Tabii ki yeni totaliter sistemin eskisine benzemesini gerektirecek hiçbir neden yok. Polis copu ve idam mangaları, yapay açlık, toplu hapsetmeler ve toplu sınırdışı etmeler yoluyla devlet, yalnızca insanlıkdışı değil (bugünlerde buna kimse pek aldırmıyor); açık şekilde yetersizdir ve ileri teknoloji çağında yetersizlik, Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş bir günahtır. Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir. Günümüzün totaliter devletlerinde köleliği sevdirmek, propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir. Ancak yöntemleri halen kaba ve bilimdışıdır. Cizvitlerin, "bana çocuğun aldığı eğitimi söyle sana yetişkin halinin dinî inançlarını söyleyeyim" diye böbürlenmeleri, hüsnü kuruntunun ürünüdür. Ve muhtemelen modern pedagog, öğrencilerinin reflekslerini şartlandırma konusunda, Voltaire'i yetiştiren değerli rahipler denli başarılı değildir"
3 notes · View notes
nisqqqq · 1 year ago
Text
Mektup gelmez,hiçbir ulak taşımaz onu,"Ne oluyor?",kaygısıyla birlikte aşk yeniden canlanır.
2 notes · View notes
serhatnigiz · 1 month ago
Text
Teknik Mülahazalar Üzerine Kısa Bir Değinme
Tumblr media
Eşitlik makineye indirgenemez.
Başka bir deyişle, salt kendinde makine salt kendi için özgürlük doğuramaz.
Keza salt makineye indirgenmiş emek zorunlu beden ve zihin emeğine dayalı emeği de özgürleştiremez.
Dolayısıyla, zorunlu emekten özgür emek etkinliğine geçiş, ancak insanın üretip var etmiş olduğu emek faaliyetlerinin bir bütün olarak emek araçları tarafından üstlenilmesi neticesinde gerçekleştirilebilir.
Bu noktadan hareketle, robotik-emek etkinliği insanın özgür emek etkinliğini belirlemeye aday bir emek etkinliği olup, özgür bir geleceğin kapılarını da aralamaya aday bir emek etkinliği olarak gözükmektedir.
Lakin kimilerinin sandığı gibi robotik-emek etkinliği salt sömürünün devamı gibi gözükse de, sanayi emeğinin tüketime girmesi ile birlikte robotik-emeğin gelecekte sömürüye karşı bir etkinlik aracına da dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez.
Öte yandan, içinde bulunduğumuz dünya, robotik-emeğin üretim alanlarına girme sürecinin çok başlarında olduğumuz bir dünyadır. Tam manasıyla E3 (nicel teknik/elektronik emek türü) robotik-emek bile hali hazırda daha yerli yerine oturtulmuş değildir. Ki nitel teknik/elektronik emeğin deği��im (E4), gelişim (E5), dönüşüm (E6) biçimlerini ve somut araçlarını bugünden bire bir tahmin etmeye kalkmak doğmamış çocuğa don biçmeye de benzetilebilir.
Robotik-emeğin bu nicel hali bile herkesten çok proletarya saflarında endişe ve kaygı uyandırmaya başlamıştır.
İşini ve mesleğini kaybetme kaygısı salt proletarya saflarında değil, aynı zamanda temsiliyetist-memuriyetist devletlü-memur kastlarının da temel korkusu olmaya aday bir korku olarak belirmiştir.
Eski tarz minoktokratik ve yarı-gloktokratik burjuvaların korkularını ise söylemeye bile gerek yoktur. En çokta herkesten çok eski tarz sanayi-sermayedarlarının çok korktuğu da malum durumdur.
Daha tam manasıyla robotik sürecin üretim sürecinin bütününü işgal ettiği bir döneme gelinmemiş olsa da, robotik-emeğin üretim sürecinin başında olduğu bir dünyaya uyanma şansı tarihte hiç bu kadar gerçek olmamıştır.
Teknik/elektronik emeğin sınıfı olan protekyanın hala nicel biçimlerini tamamlama mücadelesi verdiği bir dönemde bu tespitleri yapan emekolojistler, geleceğin eşit ve özgür toplumunun nasıl inşa edileceğine de tanıklık etmektedirler.
Kimileri protekyanın tekno-artı-değerini eski tip sanayi-artı-değeri ile karıştırsalar da, kimileri bu süreci saçma sapan ve bilim dışı kavramlar ile karşılamaya çalışsalar da, şimdilik tekno-emek teknoburgların özel mülkü imiş gibi gözükse de, robotik-emeğin asıl sınıfsal sözcüsünün protekya olduğu E3 ve E4 teknik-emek tarzının üretim ve tüketim alanlarına çıktığı bir dünyada daha da belirgin hale gelecektir.
Robotik-emeğin üretici güçleri teknoburglara ait olmadığı için, robotik-emek ancak robotik-emeğin üretiminin yaygınlaştığı ve robotik-emek ürünlerinin tüm dünyada dolaştığı global bir dünyada anlaşılabilir. Bu gerçekleşmediği sürece, insan salt içinden geçmekte olduğu tarihsel kesitten bakarak robotik-emeğin geleceğini anlama şansına da sahip değildir.
Şimdilik teknoburglar protekyanın tekno-artı-değeri olan robotik-teknolojiyi gasp ederek kendi özel mülkü haline getiriyormuş gibi gözükse de, yarının dünyası teknoburglara değil, protekya aittir. Keza protekya yarının dünyasının asıl üretici gücünün kendisi olduğuna herkesi somut bir biçimde ikna etmeye yetecek olan yegane icatçı/kaşif sınıftır.
19.11.2024
Serhat Nigiz
0 notes
pateralba · 5 months ago
Text
"Dünyayı Sarsan On Gün" adlı filmden bir kesit.
- Bildiğim tek şey var, o da iki sınıf olduğu; proletarya ve burjuvalar. İki sınıf var, eğer birinden değilseniz, öbüründen olmanız gerekiyor.
1 note · View note
bydpolat44 · 2 years ago
Text
Önce siz ateş edin Mösyö Burjuvazi. Köle ancak bir kez satılır, proleter ise kendisini günbegün, saatbesaat satmak zorundadır. Friedrich Engels, ilk ateş eden olmamayı bu sözlerle vurgulayarak tarihe geçmiştir.
Tumblr media
15 notes · View notes
onderkaracay · 1 year ago
Text
Tumblr media
Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi düşünceye dönüşmüş bağnaz cehaletten sonra en sinsi, en tehlikeli düşmanı para gücünü ele geçirmiş devlet yok şirk var diyen emperyalizme göbek bağı ile bağlı olan burjuvadır.
Önder KARAÇAY
9 notes · View notes
dipnotski · 2 months ago
Text
Daniel Guérin – Burjuvazi ve Çıplak Kollular (2024)
Daniel Guérin’in Fransız Devrimi sırasında Fransa’daki sınıf gerilimlerini incelediği çalışması ‘Burjuvazi ve Çıplak Kollular’, 31 Mayıs 1793 yılında Jirondenler’in düşmesinden itibaren ilk modern sınıf çatışmasının ortaya çıkışına tanıklık etmemize yardımcı oluyor ve burjuva devriminin jakoben liderlerine karşı baldırı çıplaklar tarafından yönetilen proleter bir devrimin tohumlarının atıldığını…
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
dramatik-buluntular · 1 year ago
Text
“Burjuvazi, gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm, şairin ekmeğe ekmek, şaraba şarap demesini tehlikeli buluyor. Şairin kendisini ‘küçük bir tanrı’ saymasını kapitalizm daha uygun görüyor. Bu konu ya da davranış, egemen sınıfları hiç mi hiç tedirgin etmiyor. Şair heyecanlanıp tanrılara özgü yapayalnızlığı seçince şairin satın alınması ya da ezilmesi zorunluluğu da kalmıyor.”
-Pablo Neruda
22 notes · View notes
yerdenizi · 2 months ago
Text
Mutluluk biraz burjuvazi, bize biraz huzur şart artık.
3 notes · View notes
monnalissaa · 4 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Tumblr media
beyoglu stroll, alleyway and galata fondness 🦋 #galata #beyoglu #istanbul #aesthetic #tumblr #photography
İstanbul'a Dair İzlenimler:
Bu şehirde insan kendisini daha yalnız, çaresiz ve bir o kadar da kalabalık, gürültülü hissediyor. Suskunluğumuz kendisine bir dost arıyor. Kozmopolitan, karmaşık ve gürültülü olan bu şehirde her sokak hikayesini bilmediğimiz bir sürü gizle, insanla dolu. Böyle şehirlerde insan yalnızlığı daha çok hisseder, kendisine bir yer edinme arayışında olur; etrafında kendisini konumlandırmış olarak gözüken milyonlarla doludur. Her metroda 5-6 tane evsiz sokak çocuğunun müzikleri, peçeteleri görünür olurken metro çıkışlarında bir üniversite kulübünde örneğin küçük burjuvazi söylemler, edimler ve eylemler kendisini gösterir. Tek dertleri eğlenmek, kariyerizm, popüler kültür yakalanımı içerisinde olan kişiler gösterir kendisini bu defada. İşte bu uçurumda bir tutunma dalı istiyor insan doğal içgüdüsü ile. Ankara gibi bir şehirde hayat evlerde, kafelerde gezinirken bu şehirde hayat sokaklarda gezinir. Sokağın sesi insanların yaşamını bize taşır, haykırır. Bir köşede sokak sanatçılığı yapanlar, diğer köşede peçete satanlar, her mekanın "gel buraya gel" sesleri, aktivistlerin ve solcuların ideolojiyi sokakta yaşamaları, bir yere yetişmeye çalışanların hızlı adımları ve tam da aksine öylesine yavaşça gezinenlerin yavaş adımları, çiçekçiler, taksiciler ve diğerleri... Toplumun her kesimi bu şehirde bu yaşamda kendini var ediyor. İşte bu noktada kendini bulma arayışı içerisinde olan insanın büyük bir uçurumda sürüklenme anı başlıyor. Sakinliği ve huzuru adalarda yaşayan kesim ise sadece burjuva, yerli kesim. Bu şehir benim kulağıma sınıfların savaşını keskin bir biçimde taşıyor. Sokakların gürültüsü susmadan bize bir müzik dinletisi yaptırıyor.
that's it
2 notes · View notes
epifizz · 1 year ago
Note
Celal Şengör yine bir şekilde gündeme gelmeyi başardı. Bu defa da Fransız ihtilali insanlık için bir felaket, aklı öldürmüştür ve iktidarı ayak takımına verirsen dünya böyle olur dedi. Senin bu konudaki görüşün ne?
Şengör'ün bunu gündeme gelmek için söylediğini sanmıyorum, elitist bakışını hiç gizlemediği için bu düşüncelerinde samimi olduğu kanaatindeyim. Genelde bu ihtilal burjuva devrimi olarak adlandırıldığı için sağ kanattan yana bir sempati yaratacağı düşünülürken aslında devrimin karakteri ve solun tarihsel bakışı içerisinde solcularca daha çok sahiplenilen bir olay olduğu reddedilmez bir gerçektir. Çünkü burjuvazi bence yükseliş ivmesine dair çok önemli bir ivme kazanmamış ama taban kesim gerçek bir politik güç kazanmıştır.
Şengör'ün dünya görüşünü anlıyorum ancak bu benim hiç katılmadığım bir bakış. Özellikle akademinin elit ve ayrıksı bir grup olarak kalması belki bir boyutta akademinin maddi kaygılarla kaybedebileceği yolların ortadan kalkmasını sağlar, bu bir gerçek. Ama aynı oranda akademiyi gerçeklikten, hayattan koparan bir boyut da getirir. Şengör'ün toplumdan soyutlanmış ve artık döneminin geçmiş biri olduğunu söylemek bu noktada aleni olan bir gözlemi yenilemek olacaktır bence. Bu bakış Fransız ihtilalini değil, Britanyanın reformlarını bir başarı sayar genellikle. Bu bakış açısını sergileyen kaynakların Şengör'ün okumalarında daha merkezi olması da normal çünkü daha pozitivist ve ampirik bir dip dalganın politik konumlanması bu esasında. Benim kendi görüşümün, bireysel tarihlerimiz göz önüne alındığında Celal Şengör ile yan yana gelmesi olanaksızdır. Kendisi halihazırda yüksek ekonomik bir çevreden geliyor bense kendisinin deyimi ile o ayak takımının kazandığı başarımların açtığı yol sayesinde kendisini eğitmiş bir insanım ve bu çoğunluğun eğitimsiz, barbar ya da irrasyonel olduğu yorumunu tamamen reddediyorum.
Kitlelerin daha itkisel ve duygusal kararlar vermeye meyilli olması sonucu popülizmi partlattığını da düşünmüyorum. Daha doğrusu buradaki problemin kökeninin halktan başladığını düşünmüyorum. Çünkü halka dönük bir "eğitim" değil öğretim çabası olsaydı, tüketimin fordist damızlığı olarak değil üretimin değerli bileşenleri olarak teşvik edilselerdi ya da politik güçler yönetme değil hizmet gayesi içerisinde olsaydı kitlelerin irrasyonel bir yığın olarak kalmaya devam edeceğine emin değilim. Elbette Kant gibi herkesin ulaşabileceği tek bir üst rasyonalite bulunduğunu düşünmüyorum ancak Şengör gibi eğitim ve düşünme olanaksızlığı olduğunu da sanmıyorum.
Ki bence Şengör'ün şu anki konumu bu noktada bana baya ironik geliyor. Kendi alanında akademik başarısından bağımsız, bu medyada sahip olduğu her şeyi bilen aydın imajını eleştirdiği o popülizme borçlu. Şu anki kitlenin irrasyonel ve duygusal olduğu kesin zaten bu yüzden bu kaba adam, bu rasyonel akıl yürütmeler yapmak yerine duygusal saldırılar yaparak birkaç bilgi ile bilir gözükmediği konularda üste çıkan adam, bu her konuda ahkam kesip üstten bakan adam tam da bu kitlenin irrasyonel ve duygusal hassasiyetlerine dokunduğu için bu popülist dalgayı arkasına almış medyatik yaşamını sürdürmektedir. Yani üst tabakadan gelen bu adam bu ayak takımının bir eseridir yine de. Dünyanın geldiği bu ölü aklın, felaketin ifadesidir. Ve bu akıl yine bu bakış ile kitleleri bir hayvanı evcilleştirir gibi eğitmek, yönetmek ve onu işe yaradığı oranda fazlası olmayacak şekilde kullanmak isteyerek avamın vehametini imtina ile daim kılar. Ne çark ama!
15 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 8 months ago
Text
Tumblr media
6 notes · View notes
seslimeram · 1 year ago
Text
Yüzleşmek Meseli
Tumblr media
Tahayyül olunanın ötesinde bir vahamet sarmalında yürüyor yerküre. Tümden alışılagelen bir tahayyül, tasvir ve bütünlüklü eylemselliğin neticeleri artık beterin ta kendisi ile yolun kesiştiğini göstere geliyor. Yol, yordam, izahat devri tükeniyor bir kere daha. Tümüyle açık, afaki nobran, tehditkar, gücü yetenin var ettiği zorbalıklara sahne bir zemin aralıksız işlevselleştiriliyor. Yerküre bir kere daha cürmün parçasına rehin. Tüketilen kaynaklar, var edilmiş olan sözün kırımı, hiç ilan edilen kelam ve ötesiyle doğrudan uzaklaşılır. Tüm o anılanın ötesindeki bir vahamet sarmalında debelenen ülke / küre gerçekliği afakidir işte. Doğrularını tüketen bir yönelimin sabitliği ile cerahatin kuşatması altında yeni dünya ve yeni ülke çürümenin kılınıyor, behemehal. Tahayyül edilenin ötesinde bir yıkım sarıp kuşatıyor modern zamanları. Hayatiyet toptan ayaklar altına alınıp ezilip biçiliyor. Günce, güncellik yıkımın kılınırken her facia bir eylem / atılım / dönüşüm meseli olarak bildirilip duruyor. Duraksamadan hayat çürümenin esiri kılınıyor. Vahim olan bir biçimde yönelim ve eylem olarak görüldüğü bir zamanda her şey ama hemen her müşterek bahis yerle bir ediliyor. Bir girdabın içine çekilerek yok etmelerin sofrasında aralıksız tüketerek bir yön, yönelim içinde bir yeni diye anılan güncel cehennemin tasavvuru gerçek kılınıyor artık.
Bütünüyle nobran dilin, siyaset erkanının sunduğu perspektif diye kakalanan şiddet ile ol nefretin dolaylarından devşirilen her eylemle bir kere daha normatif çürümenin esiri edilir açıktan. Doğrudan demokrasi, eşitlik, adalet, hürriyet pratiklerinin zehirlendiği bir tavırla birlikte cürüm eksen halin ortasında mahvın yepyeni eşikleri arşınlanır. Ayrımcılığı artık doğrudan bir yönelim ve etkin eylemin parçası olarak gören zevatlar sayesinde ırkçılığını gizlemeyenler iktidara ulaşıyor. Tümüyle yeni liberalizm akımının var ettiği yoksunluğu, yokluğu var edenin bizatihi sermaye olduğu göz ardı edilerek hınç yoksulun yoksul olana kırdırıldığı bir düzleme bırakıyor. Hınç sermaye, burjuvazi ve mafyanın ta kendisi olan ol devlet kademelerinden değil, haymatlos kılınanların ev diye geldikleri zeminlerdeki hayat hakları çarpıştırılarak yönlendiriliyor. Büyük resimdeki yıkım suspus savsaklanırken açık bir biçimde yarınsızlık herkese o yurttaşa, yurt diye sığınan haymatlos için de aynı benzer yıkımlara dönüştürülüyor. Kesinleştirilmiş olagelen cerahatle birlikte bir kere daha tehdit, terör ve tahakküm veçheleriyle dönüşüm sabit olunuyor. İstikamet hep kapkaranlık.
Sermaye ardını kollayan, bir gıdım yaşam hakkını dahi çok gören bir zihni garabetliğin şu dünyayı kasıp kavurması bir yanda, genel anlamda sosyal politik hamlelerin artık sıradana nefes aldırmamak adına biçimlendirildiği gerçekliği ile buz gibi karşı karşıya kalınır bir kez daha. Dışarıdaki kötülük suretinin bir başka benzeri bizim bu sahnenin de aralıksız ol son yirmi bir yılında sürekli başka, başat düşmanlıklar icat ederek, yepyeni eylemler diye çıkartılan tahakküm nesnellikleri ve hiç bitimsiz olagelen bir nefreti yücelterek bina edilir işte. Güncel pratiklerini 1930’lu yıllardaki kurucu ideolojinin benimsediği, bildirdiği salt Türk’e ait, Türkün kılacak bir mefhumun çeperinde ilerleyen muktedirin yepyeni yüzyılı o tehditkar görülen ötekilere reva görülenleri takip ederek ilerler. Bugün tarihler iki binin yirmi üçüncü yılı olsa da tehdit / tahakküm / yıldırı hallerinde halen 1930 standartlarında ilerlemekten bir beis görülmez. Cerahatin yolunda yürünürken, gündelik yaşamın artık bir standardı olagelen hak kavramının yıkımında da yol alınmaya devam olunur. Bir asırlık o cumhuriyet pratiğini halen Türkün kılamamış olduğunu zikreden bir aklın eyledikleriyle bir ve beraberce sulhun, doğruluğun, eşitliğin değil, dün o iktidar kliklerine haiz olagelen Kemalist jargonun bir başka tezahürü ama gel gelelim siyasal İslami soslu, daha derinden ve kalıcı bir ırkçılığı da bünyesinde taşıyan bir yenilenme, yeniden ayrıştırma tahayyülü ile bir vahamet sarmalı, bariz bir fasit döngüye rehin ülke gerçekliği var edilir. Buyurun ol yeni Türkiye’ye.
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım. Ercan Kaplan’ın özel haberidir: “Osmanlı’dan Türkiye’ye azınlıklara karşı devam eden ırkçı saldırılar, İsrail ve Filistin arasındaki çatışmaların ardından arttı. Konuya dair konuşan ESU Üyesi David Vergili, herkesi tedbir almaya çağırdı
Osmanlı İmparatorluğu döneminde etnik azınlıklar mübadele, katliamla ve soykırımlarla yüz yüze geldi. Bunların arasında en bilinenleri Pontos Rum Soykırımı ile Ermeni Soykırımı ve Sayfo Süryani Soykırımı. Etnik azınlıkların durumunda o yıllardan bu yıllara değişen bir şey olmadı. Türkiye’de belirli periyotlarla yapılan katliamlarla toplam nüfus içindeki sayıları oldukça düşürülen azınlık toplumlarına yönelik saldırılar, son dönemde artmaya başladı.
Şimdi güncel olarak Kurdistan ve Türkiye’de etnik azınlıklara yönelik yaşanan birkaç ırkçı ve hak ihlali örneğini sıralayalım:
Süryani yurttaşın katledilmesi
Süryani yurttaş Gevriye Akgüç, 6 Kasım’da Mêrdîn’in Mîdyad ilçesine bağlı Anhil (Yemişli) Mahallesi’nde bulunan evinin avlusunda kimliği belirsiz kişilerce ateşli silahla katledildi. Olaya ilişkin gözaltına alınan ve aralarında korucuların da bulunduğu 15 kişinin Mardin Adliyesi’ndeki işlemlerinin ardından serbest bırakıldıkları öğrenildi. Akgüç, İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde bulunan Süryani Kadim Ortodoks Mezarlığı’nda defnedildi. Konuya dair açıklamalarda bulunan Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (HEDEP) Mêrdîn Milletvekili George Aslan, “Süryanilerin burada kalmasını istemiyorlar, Süryanilerin burayı terk etmesini ve gidenlerin de geri dönmemesini sağlamak istiyorlar” dedi.
Savaş Gazze’de Irkçılık Türkiye’de
İsrail’in Gazze’ye saldırılarını gerekçe gösteren ırkçı bir grup, 8 Kasım’da İstanbul’un Fatih ilçesinde bulunan Kanlı Kilise olarak da anılan Meryem Ana (Muhliotissa) Kilisesi ve Fener Rum Lisesi ile lisenin metruk yemekhanesinin duvarlarına ırkçı yazılar yazdı. Grup duvarlara, “Kahrol İsrail” ve “Kudüs Filistin’in başkentidir” şeklinde yazılar yazdı. Ayrıca okul ve kilise binasına taş atıldığı da öğrenildi. Kilisenin zangocu, saldırganlar hakkında Fatih’in Balat semtinde bulunan karakola şikayette bulunurken görgü tanıklarının ifadelerine göre duvarlara takkeli ve sarıklı 3, 4 kişilik bir grubun yazılamalar yaptığını söyledi. Irkçı saldırganların henüz bulunamadığı öğrenildi.
Kilise ve mensuplarına saldırılar
Eskişehir’de ise 29 Ekim’de İlhan Önder isimli şahıs gittiği Protestan Kilisesi’nin pastörüne saldırdı. Gözaltına alınan Önder, sorgusunda amacının pastöre zarar vermek olmadığını iddia ederek “hoşgörü testi” yaptığını söyledi. Yine Meletî’nin Hacı Abdi Mahallesi’nde bulunan Kurtuluş Kilisesi’nde vaiz ve yönetici olarak görev yapan Mehmet Çolak, Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı grup tarafından 10 Ağustos’ta “Eğer kiliseyi bırakmazsan kafanı koparacağız” şeklinde ölümle tehdit edildiğini belirtti. Çolak, İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) başvurarak suç duyurusunda bulundu. Kurtuluş Kilisesi’nin bir başka mensubu olan Mesut Türkmen de Wêranşar (Doğanşehir) ilçesinde silahlı saldırıya uğradı. Ayrıca 6 Şubat depremlerinin ardından Hrıstiyan yurttaşlar tarafından kurulan yardım çadırı Bursa Uludağ Kültür Eğitim ve Yardımlaşma Derneği (BUKEDDER) üyeleri tarafından hedef gösterilerek, “Buraları boş bırakmamak lazım” dedi.
Yahudilere ırkçı tepkiler
İzmir’de kişi ya da kişilerce 28 Ekim’de Etz Hayim Sinagogu’na “Katil İsrail” şeklinde yazılamalar ile ırkçı bir saldırı gerçekleştirildi. Son olarak ise kendilerini hekim olarak tanıtan bir grup, Fatih’te bulunan Or-Ahayim Musevi Hastanesi yakınında İsrail’i protesto etmek amaçlı eylem düzenledi. Beyaz önlüklü grup, kanı anımsatmak amacıyla ellerine sürdükleri kırmızı boyayla önlüklerine el baskısı yaptı. Grup, sanal medya hesabından “kanlı” önlükleriyle her cumartesi günü sessiz yürüyüş yaparak Gazze için nöbet tutacağını belirtti.
‘Şiddete çağıran iklimi bertaraf etmeli’
Konuya ilişkin ulaştığımız Avrupa Süryaniler Birliği (ESU) Üyesi David Vergili, çatışma ve kriz dönemlerinde azınlıkların hedef haline getirildiğini vurgulayarak, “Sistemin dışında bırakılmış ve azınlıklaştırılmış savunmasız, dini ve etnik gruplar, çatışma dönemlerinde ve uluslararası kriz durumlarında hedef gösterilen, dışlanan, nefret söylemi objesi ve saldırıların hedefi olan ilk gruplardır. Ortadoğu’da din eksenli çatışma ve savaş ortamından dolayı farklı ülkelere dağılmış gruplar, asimetrik bir şekilde hedef olur ve yaşam alanları kısıtlanır. Son dönemlerde Türkiye’de farklı azınlık grupları ve değerleri saldırılara uğradı. Bunun önüne geçmek için özellikle hükümetlerin başta olmak üzere sivil toplum kuruluşların azınlık ve savunmasız grupları hedef gösteren, şiddete çağıran iklimi bertaraf etmeli ve gereken yasal tedbir alınmalıdır” ifadelerini kullandı.”
Tahayyül olunanın ötesinde bir vahamet sarmalı içerisinde debelenip duruyor bu ülke de o yerkürenin geri kalanı gibi. Geri kalandan bir kademe daha ağır sınamaların birbirini bulduğu, cerahatin ötekisi için daha kalıcı hallerinin var edildiği bir düzlemde vahim olan şey hiçbir yıkım çabası, tehdidi, eylemine dur denilmiyor olmasıdır. Neresinden bakıyor olursanız o kadar afaki bir biçimde cürmün ta kendisine rehin edilenlerin bu ülkenin yurttaşları (öyle ya da böyle) değiştirmez. Gerçekliğin tahrif edildiği, dışta düşman bellenenler ile içte ezelden düşman sayılanların aynı kefeye konduğu, her sorundan bizzat kendilerinin sorumlu tutulduğu bir zeminde hangi yaranın iyileşmesi beklenebilir ki? Sahi ama sahiden? Gevriye Akgüç Eğo’nun katledilmesinin alelacele örtbas edildiği bir zemin, yukarıdaki metinde bildirilmese de Gevriye Sarı’nın katledilmesi sürecindeki gibi belirgin bir biçimde unutturulmak istenirken nasıl? Ya da kendi hallerinde bir yaşamı inşa etmeye çalışan Keldani yurttaşlar Hurmüz - Şimuni Diril’in akıbeti nice olacaktır misal? Onca vahim bir tahayyülle İsrail devletinin Filistin / Gazze’ye yönelik saldırganlığı, düşmanlık dolu habis çabaları, insanlık suçlarından buradaki Yahudi’nin her nasıl pay çıkartılabilir ki misal, sahiden? Hayatta var olma hakkı perişan edilirken, bir de üstüne bina edilmiş ola gelen nefretle bunca açık yıldırı / tehdit ve saldırganlıkla o vahamet sarmalından bir tek gün olsun uzağa gidilebilir, bu ülke hiç soluk alabilir mi sahi ama sahiden? İlaveten de ol David Vergili’nin sözlerini işiten var mıdır ola?
Atilla Aytemur'un, Taner Akçam imzalı Yüzyıllık Apartheid kitabına dair yazısından aktaralım: “Dördüncü tezine gelince Akçam, egemen siyasi kültürün yarattığı yaygın özdeşleşmeden hareketle, 1918-1938 Apartheid rejiminin kurucularıyla araya mesafe konulması teklif ediyor. Ayrımcı rejimin köklerinin anlaşılmasının ve değiştirilmesinin yolunu burada görüyor. Din, dil, etnik köken farkından bağımsız bütün vatandaşların “eşit ve eşdeğer” olduğu, demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği bir Türkiye isteniyorsa, bunun gerekli olduğuna işaret ediyor. “Bu bağlamda 1918-1938 arasındaki dönemin vatandaşların eşitlik-özgürlük arayışlarının tarihi olarak yeniden düşünülmesini teklif ediyor. Eşit vatandaşlık ekseninde bir gelecek tahayyülü söz konusuysa, geçmişi böyle okumaya davet ediyor. Onlarla özdeşleşme halinin demokrasinin ve vatandaş eşitliğinin önünde engel oluşturduğunu ileri sürüyor.
Türkiye’deki resmi tarihin toplum hayatımızdaki konumu ve siyasal etkisine, üstesinden gelinemeyen yorgun tarihsel sorunlarımıza bakınca, Akçam’ın “Yüzyıllık Apartheid” kitabında gündeme getirdiği konuların önyargısız bir şekilde tartışılmasına ihtiyacımız olduğu açıktır.” Bütünüyle bir vahamet sarmalına dönüşmüş, kendi kendini yıkımlarla bir biçimde yenileyen sahnenin gerçekliğinden bahis açabilmek ne zamandır, sahiden hangi zaman? Hiç addedilmiş, görünmez kılınmış, bellenmiş olanların yarasının farkına varmak henüz mümkün görünmüyor. Bu kadar hengamenin ortasında bir biçimde yaşama taraf olup, hakir görmelere son verebilmenin bunca umarsızca bertaraf olunmasının hali içler acısı bir yeni ülke portresini çıkartıyor. Tümüyle geçmişinin izinden yürüye duran, kötü, bet ve fecinin toplamını kendisine rehber bilen / eyleyen bir menzilde acıların farkına sahi ama sahiden varabilmek ne zamandır? Anlamın, sorgunun tükendiği bir zeminde oluşturulan o karanlık, cehaleti hakkaniyet addeden akıl, kötülüğü bir eylem zanneden tahayyülle hiçbir biçimde iyi günü olur mu şu memleketin? Bunca yara, berenin üstüne bunları düşünmeye vakit, şu yaşanan karanlıkta o geçmişin payını sorgulamaya daha çok var mıdır... anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel - Varsenik LAGİSYAN, Born 1908, Yoğunoluk Village, Musa Dagh - Nazik ARMENAKYAN via The New York Times
3 notes · View notes
serhatnigiz · 4 months ago
Text
Komünizm Felsefesinde "Özne Sorunu" ve Althusser Üzerine Değinmeler
Tumblr media
20. Yüzyılda proletaryanın sosyalizmde “özne olamayacağına” dair kuşkuların ve şüphelerin artmasında belirleyici olan etkenlerin başını hiç kuşkusuz Sovyet proletaryan sosyalizm deneyimlerinin yarattığı hayal kırıklığı çekerken; diğer yandan benzer bir zaman aralığı içinde yaşamış olan Gramsci, Althusser, Adorno vs. gibi önde gelen Marksist yazarların “proletaryanın sosyalizmde özne olamama” sorununu farklı boyutlarda sorgulamış olması da, bu şüphe ve kuşkuyu güçlendiren diğer bir etken olmuştur. Elbette ki birey olarak bu isimlerin etkisi tarihsel-toplumsal şartların ve emeğin yapısal dönüşümünün neden olduğu etkilerden daha fazla da değildir. Bu bireylerin etkisi daha çok sorunun “bilince çıkarılması” ve gündeme taşınması noktasında göreli bir bilimsel-ideolojik etkiye sahip olmuştur.
Proletaryanın sosyalizmde öncü bir misyon oynayamayacağına dair gerçekler Sovyet deneyimi ile birlikte daha da net bir şekilde ortaya çıkınca, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyadaki marksistler ve leninistler arasında bu konu hem teorik hem de yazınsal alanda mercek altına alınmaya başlanmıştır. Althusser bu durumu en yüksek perdeden ifade eden Marksistlerden biri olmuştur. Lakin Althusser’in kendisi Fransız Komünist Partisi (PCF) üyesi olduğu için, kendi partisini pek çok konuda içerden de eleştiren bir isim olduğu için, Althusser “özne sorununa” dair eleştirilerini ekseriyetle dönemin politik dengelerini de göz ardı etmeden dile getirmiştir. Hatta Althusser geleneksel marksist ekollerden gelecek eleştirilerinde bilincinde olduğu için, ilk başlarda yakın dostlarının bile anlamakta güçlük çektiği özgün bir dil ve üslup yoluyla meramını anlatmaya çalışmış, bu sebeple de şabloncu bakış açısının gözünde “post-marksist” damgası yemekten de kurtulamamıştır.
Proletaryanın sosyalizme özne olamayacağı tezi, her ne kadar doğru olsa da (Elbette ki Althusser’in ortaya koyduğu sınırlı teorik-politik çerçeve ile değil), bu durumun alternatifi olan yeni bir sosyalist tez emekoloji bilimi doğana kadar da ortaya çıkmamıştır.
Bilindiği gibi Marx “Fransız ütopik sosyalizmini” (hatta o dönemin D-2 proletaryasını savunanları da) eleştiriye tabi tutmuştu. Marx D-2 proletaryasını savunanları “alt yapısız/ekonomi-politik birikimden muaf” bir proletarya savunusu yapmakla (subjektif bir proletarya savunusu) yapmakla eleştiriyordu. Fransız ütopizminin bir avuç subjektif proletarya savunucusu hariç, Fransız ütopizmi genelde komünizme subjektif bir iddia üzerinden “öznesiz” bir komünalizm ile gidilebileceğini iddia ediyordu. Marx eleştirilerini daha çok bu ideolojik hat üzerine yöneltmişti. Marx Ricardo’nın emek-değer kuramının bir bölümünü kabul ederken, kabul etmediği kısma ise “artı-emek-zaman üzerinden artı-emek-değer teorisi” eleştirisini getirmişti. Başka bir deyişle, Marx Ricardo’nun kuramının yanlış bölümlerini devre dışı bırakarak ve bu kuramı yeniden soyutlayarak kendi artı-değer teorisini ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan, Marx hem Fransız ütopik proletaryalistlerini hem de öznesiz-nesnesiz komünalist ütopistleri eleştiriye tabi tutarak, kendi döneminde komünizm felsefesinde yeni bir çığır açmıştır.
Erken kapitalizm çağında Marx, proletaryanın sanayi-artı-değerini bilimsel standartlarda ortaya koymak suretiyle, emeğin o tarihsel geçiş sürecindeki en ileri sınıf biçimine dayanan bir komünizm politikasının temellerini de oluşturmuş oldu. Başka bir deyişle, emeğin o tarihsel kesitteki güncel komünizminin geçici, dönemsel ve konjektürel ilkeleri bu dönemde Marx tarafından (ve Engels’in katkılarıyla) oluşturuldu.
Sosyalizmin kurucu sınıfı olan protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) ortaya çıkmadığı koşullarda proletaryanın (sanayi emekçilerinin) sosyalizmin öznesi olması fikri, tarihsel ve toplumsal olarak zorunlu bir görev idi. Zira bu görev burjuvazi (sömürücü sınıflar) tarafından yapılamayacağına göre, Marx için geçici, dönemsel ve konjektürel tek seçecek olarak geriye proletarya seçeneği kalıyordu. Marx’ın oluşturduğu geçici, dönemsel ve konjektürel komünist programın taktik ve stratejik özü buydu; yoksa bu programının özünü oluşturan şey proletaryanist dogmatizm değildi! Ya da bu programının özü proletarya adına proletaryaya rağmen proletarya için proletaryalist devletlü memur kastlarının “sosyalizminin” yüceltilmesi de değildi!
Dünyanın hala büyük oranda feodal olduğu bir evrede (zira bu dönemde kapitalizm bile bir avuç “adacıktan” oluşuyordu) Marx’ın bu tutumu son derece anlaşılabilir bir tutumdur. Bu nedenledir ki; Marx’ın geçici, dönemsel ve konjektürel bir ilke olarak proletaryayı belirli bir tarihsel kesitte “kurucu özne” olarak tarif etmesi komünizm felsefesinin zorunlu bir aşamasına tekabül etmektedir. Lakin bu durumun zaman, mekan ve koşul ilişkisinden bağımsız olarak “evrensel ve değişmez bir ilke” haline getirilmesi ise Marx sonrası Marksistlerin bir yanılsaması ola gelmiştir. Gramsci, Althusser, Adorno gibi marksist düşünürlerin bu sorunu tespit etmeleri fakat sorunun çözümüne dair tutarlı bir yol ve yöntem önerememiş olmaları, ta ki emekoloji biliminin doğuşuna kadar devam etmiştir.
Bilindiği üzere Marx, Paris Komünü devriminden sonra, komünistler arasında savunula gelmiş olan “proletarya diktatörlüğü” tezini geliştirerek, kapitalizmin o günkü koşullarında komünizme geçebilecek olan yegane gücün proletarya diktatörlüğü olduğu tespitini yapmıştır. Bu konuda geleceğe yönelik çok dikkatli konuşan Marx, gelecekle ilgili tavsiyelerini de özenle seçerek yazmaya gayret etmiştir. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğü konusunda çok fazla materyal bulunmaması da bu ihtiyatlı Marx tavrından kaynaklanmıştır. Kuşkusuz Marx’ın bu tavrının önemi proletaryan sosyalizm deneyimleri sonrasında ortaya çıkan olumsuz tablo açısından da doğrulanmış olan bir tavırdır. Başka bir deyişle, Marx yaşadığı çağda sosyalist toplumun gelecekte neye benzeyeceğine dair kimi ön tespitler yapmış olsa da, sanayi emeğinin ve sanayi emek araçlarının nesnel tarihsel ve toplumsal bilincinin (ve dahası proletaryanın kendinde kullanıcı-sınıf bilincinin) sosyalizmin inşası için yeterli olmadığının da kısmen farkında olması nedeniyle, bu konuya ilişkin ihtiyatlı bir tavır sergilemeyi tercih etmiştir. [1]
Bilindiği üzere Blankist modelden etkilenen Lenin, öncü-parti modeliyle proletarya diktatörlüğüne geçişi hem pratikte hem de teoride geliştirerek Marksizm’e katkı yapmayı başarmıştır. Lakin Sovyet deneyimi sonrasında ortaya çıkan tablonun da ortaya koyduğu gibi, Sovyetlerden (emekçi kitlelerden) arındırılmış “Leninci” devlet modeli zamanla proletaryaya dahi yabancılaşan ayrıksı bir özne olmaktan da kurtulamamıştır. Bu da proletaryayı temsil ettiği varsayılan proletaryanist devletlü memur kastlarının icraatlarının uzun yıllar boyunca sosyalizmin ya da komünizmin inşası olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Ha burjuvayan-kapitalizm ha proletaryan-kapitalizm; ikisi de özü itibariyle memuriyetist-temsiliyetizmin devlet eliyle yukardan aşağıya doğru kurduğu ve kitleleri dışta tuttuğu toplumsal ve politik sistemler olarak kalmışlardır. Tıpkı burjuva sistemlerde olduğu gibi proletaryalist sistemlerde de yetki gücü çoktan aza doğru darala darala önce parti sonrasında ise devlet eliyle bir avuç memur kastına ve ayrıcalıklı bir zümrenin eline geçmiştir. Ne yazık ki Sovyet deneyimi bu açmaza somut bir çözüm üretemediği içinde yenilmekten kurtulamamıştır. [2]
Başka bir deyişle, Lenin’in “Urganları getirin önce devrim adına bizi asın!” diye uyarı yapmasının arkasındaki gerçek, kendisinin de bürokratizme karşı ne teorik ne de pratik çözüm önerisinin olmamasından kaynaklı olarak sosyalizm ile proletaryanizmin uyuşmadığının bilakis kendi ağzından da itiraf edilmiş olmasıdır. Burada aktaramayacağımız kadar tespit özellikle Lenin’in son dönem yazılarında kendisini somut bir biçimde göstermektedir. Düşünün ki aynı Lenin başında olduğu devlet için “dejenere işçi devleti” demekten de geri durmamıştır. Kuşkusuz Sovyet deneyiminin başarısızlığı tek başına Lenin’e yüklenemez. Zira Lenin kendi deneyiminin deney öncesi teorik derslerini doğru bir şekilde tespit edebildiği için 1917 öncesinde başarılı olabilmişken, aynı Lenin kendi deneyiminin deney sonrası deneysel bilgisinin teorik derslerini ise test edebilme fırsatını da bulamamıştır. Ne yazık ki Lenin’in ömrü bunu yapmaya yetmemiştir. Dolayısıyla, bugün toplumsal denetimist felsefenin ortaya koymuş olduğu pek çok görüş ve eleştiri muazzam Sovyet deneyiminin teorik ve pratik deneylerinden çıkan acı derslerinin de bir sonucudur.
Savaş komünizmi (iç savaş) döneminde Sovyetlerin de facto ortadan kalkmasıyla birlikte, proletarya diktatörlüğünün parti diktatörlüğüne, parti diktatörlüğünün de temsiliyetist-memuriyetist parti kliklerinin diktatörlüğüne dönüşmesi neticesinde, sosyalizme ilerleyebilmek için gerekli olan 4 bacaklı denetim devleti ve denetlenebilir bir bürokrasi modeli de inşa edilememiştir. Proletarya adına proletaryan efendiler diktasına dönüşen proletaryan sosyalizm modeli, son çözümlemede kapitalizmi yeniden üreten kapitalizmin devletlü bir türevinden başka da bir şey olamamıştır. Bu durumun dünya bilimsel-komünist hareketi üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı etkiye ve sonuçlarına ise burada girmeye bile gerek yok. Bu tartışmalar günümüzde de hala canlı ve can yakıcı sorunlar olarak varlığını sürdürmektedir.
Gramsci, Althusser, Adorno vs. ismini burada sayamayacağımız kadar Marksist ve Marksizm’den etkilenmiş olan düşünür dünyanın dört bir tarafında proletaryanizmin reel sosyalizm deneyimlerini haklı olarak birçok açıdan eleştiriye tabi tutmuştur. Ne yazık ki bu eleştiriler geleneksel Marksist akımlar tarafından yüzeysel bir biçimde genellikle “reformizm”, “revizyonizm”, “ihanet” vb. kavramlar etrafında indirgemeci bir biçimde reddedildiğinden dolayı, eleştirilerin özüne dair bilimsel ve yöntemli bir bakış açısı geliştirilememiş, bu eleştiriler ya toptan Marksizm dışı ilan edilmiş ya da toptan görmezden gelinmiştir. Bu eleştirilere ilişkin sapla saman, doğru ile yanlış birbirinden ayrıştırılamadığı için Marksizm’in ve Leninizm’in “temel dokusunun” korunması adı altında proletaryanizmin reel sosyalizm pratiği içindeki yanılgılarına da bilerek ya da bilmeyerek de olsa kol kanat gerilmiştir. Bu da beklenenin aksine devrimci ve geliştirici değil, tasfiyeci ve ideolojik çözülmeyi tetikleyici bir süreci de beraberinde getirmiştir.
Althusser “dolaylı cümleler” ile yazmış olsa da, o da sosyalizm için proletaryanın bir özne olmadığının farkındaydı. Ne yazık ki Althusser’in takipçisi olduğunu iddia eden Marksist ekoller bile Althusser’in bu tespitini hasıraltı etmeyi yeğlemişlerdir. Althusser ise özne olarak görülen proletarya yerine “yapıyı” geçirmeye çalışarak “öznesiz ve ereksiz bir komünalizm” savunusu inşa etmeye çalışmıştır. Althusser kendi otobiyografisin de bu durumu “kitlelerin etkin katılımına dayanmayan bir sosyalizm inşası başarılı olamaz” diyerek formüle ediyordu. Althusser’in proletaryanın sosyalizmin öznesi olamayacağına dair tespiti ile “yapısalcı bir tarih okuması” tespiti kısımdan doğru tespitler olsa da, Althusser kendi deyimiyle ne “tarihsel yapıları” oluşturan emek türlerini ve bunların arasındaki iş bölümü diyalektiğini, ne de sosyalizmin asıl öznesi olan protekyayı ve bu sınıfın iktisadi-sosyal alt yapısını açıklayan bir bilimsel yöntem geliştirememiştir. Başka bir deyişle, Althusser’in çalışmaları kendi dönemine göre Marksizm içinde tarihsel bir kırılma yaratmış olsa da, bu çalışmalar asla tarihsel bir dönüm noktasına da dönüşememiştir. Ayrıca, bu durum uzun vadede Althusserci ekol içindeki kafa karışıklığının derinleşmesine, soyut ve amorf temelli felsefi ve politik argümanlara dayalı absürt bölünmelerinde artmasına neden olmuştur.
Tarihte ilk defa emekoloji; emek araçları karşısındaki konumlanışlarına göre emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğini ve ilişkilerini belirleyebilmekte, Marx’ın artı-emek-zamana endeksli artı-değer kuramının üzerine tarihsel ve toplumsal artı-zamanla bağlantılı tarihsel ve toplumsal artı-değer kuramının geliştirilmesi suretiyle de, sanayi-artı-değer ile tekno-artı-değer arasındaki sömürü biçim ve farklarını açıklayarak protekya sınıfının artı-değer türevlerini de izah edebilecek bir düzeye ve olgunluk seviyesine hem teorik hem de pratik açıdan ulaşabilmiştir. Emekoloji, protekya ve tekno-tüketim-değer-yasası ile bağlantılı yazıların tamamında bu konular tüm boyutlarıyla da ele alınmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz bu çalışmalar yetersiz olsa da önemli miktarda emekolojik bir külliyat da oluşmuş bulunmaktadır.
Emekoloji; emek türlerinin birleşik diyalektiğinin “yapısal bir tarih öznesi” olduğunu iddia ederken, gerçekte Althusser’in yıllarca arayıp da ulaşamadığı sonuçlara ulaşmıştır. Althusser her ne kadar “yapısalcı marksist” olarak değerlendirilse de, emekoloji’nin emek türlerine dayanan yapısalcı tarih okumasının yanında Althusser’in yapısalcılığı yapısalcılık bile sayılamaz hale gelmiştir.
Başka bir deyişle, Althusser yapı (“Tarihsel kıtalar”) tespitinde haklı olsa da, bu yapısalcı tespitinin altını bilimsel olarak dolduramadığı için, o proletaryan Marksizm’den uzaklaşarak, geleneksel Fransız ütopizmine sarılarak “öznesiz ve ereksiz bir komünalizm süreci” tasarlamaya çalışmıştır. Althusser’in proletaryanın sosyalizme özne olamayacağına dair tespitleri son derece doğru olsa da, onun “öznesiz ve ereksiz komünalizmi” bilimsel olmayan ve anti-marksist argümanlardan ibarettir. Entelektüel yaşamının son yıllarında bir miktar kafa karışıklığından da olsa gerek, kendisini sık sık “sosyal bir anarşist” olarak tanımlama gayretleri de, zihninde tasarımını yapmaya çalıştığı “öznesiz ve ereksiz komünalizm” ütopyasının ve imgesinin bir tezahüründen başka da bir şey değildir. Dahası, Althusser’in siyasi söylemlerinde yer yer sosyal anarşizme “yan kapı açma” gayretleri ve kitlelerin “kendiliğinden” öznesiz ve nesnesiz hareketine mavi bocuk dağıtması da yine aynı ideolojik-psikolojik bunalımın bir sonucudur.
Her ne kadar bilimsel çözüm ve yöntemden uzak olsa da, Althusser’in yapmış olduğu tespitler komünizm felsefesini geliştirici radikal “sapmalar” olarak değerlendirilmelidir. Keza Bernstein ve Kautsky gibi çürütücü komünizm sapmalarına kıyasla “Althussercilik” daha tercih edilebilir bir sapma olarak tarihe geçmiştir. Keza çürütücü komünizmin aksine Althusserci komünizm teorik ve bilimsel çıtayı düşürmek bir yana, tersine o çıtayı ve komünist ufku daima ileriye doğru taşımaya çalışmıştır. Althusser tüm hayatı boyunca bu hedefin peşinde koşmuştur. Belki de Athusser’in popüler tabirle “delirmesindeki” ya da ruh sağlının bozulmasının da ki başlıca etkenlerden birinin içine düştüğü “kuramsal-psikanalitik bunalım” olduğunu söylemek pekte abartılı olmayacaktır. Ki bu kişilik özelliği tarih boyunca pek çok filozofun ve düşünürün de ortak sorunu ola gelmiştir.
Althusser’in “ideolojik-kopuş”, “ontolojik-kopuş” ve “tarihsel kıtalar” olarak kavramsallaştırdığı ama altını dolduramadığı yol ve yöntem sorununda, emekoloji ilk defa; tarihsel emek biçimlerinin “birleşik tarih kıtlarının” toplumsal sistemlerde ve toplumsal sınıflarda oynadığı role ilişkin hem ideolojik hem de ontolojik kopuş sağlayan protekyanın oynadığı hem özne hem de nesne rolüne dikkat çekerek, tam da Althusser’in hep arzuladığı ama hiçbir zaman dolduramadığı boşluğu da bilimsel olarak doldurmuştur. İdeolojik-kopuş ve ontolojik-kopuş protekya sınıfı üzerinden bir komünizm okuması olarak gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu kopuş süreci toplumsal denetimist felsefenin gelişmesine de katkı sunmuştur. Ne yazık ki Althusser’in ömrü bu gerçekleri görmeye de yetmemiştir.
Emek türlerinin “tarihsel kıtaları”, toplumsal alt emek türlerini belirledikçe, emeğin bilim emek evresi olan komünizm ereğine ulaşılıncaya kadar, emek araçlarındaki bireysel icatçılık toplumsal kullanıcılık içerisinde, toplumsal kullanıcılık da toplumsal icatçılık içerisinde sönümlenmedikçe, komünizm çağının başlamayacağına olan düşüncemiz de tamdır!
Dipnotlar
[1] “Ücretli emek köleliğinin” ortadan kalkması ancak temsiliyetist-memuriyetist devletlü kast düzeninin ortadan kalması ile mümkündür. Keza pazar ilişkilerinden, vergi kanunlarından tutunda tekellerin karına kadar üst yapıyı belirleyen asıl etken devlettir. Pazar üzerinde devlet rol oynuyorsa; meta üzerinde de, artı-değer sömürüsü üzerinde de, devlet sürekli rol oynuyor demektir. Tek tek kapitalistler devleti yönetmemekte, kapitalistler için devleti, devletlü memur kastları yönetmektedir. Geleneksel Marksizm’de bu var mı? Yok! İnanmak istemeyenler Marx’ı mezarından çıkarıp kendisine sorabilirler. 2 asır önceki dünyada bunu görememiş ve tespit edememiş olması Marx’ın da kabahati değildir. Marx ve Engels döneminde modern kapitalist devlet analizi de son derece zayıf idi. Zira baskın olan devlet biçimi hala monarşist ve yarı-parlamentocu feodal bir devletti. Feodalizm tüm dünyada baskın olan ana emek biçimiydi. Ön-burjuva devlet ve kurumları üzerine çalışma ve araştırma yapma fırsatları da pek olmadı. Haliyle bu konuda bütünlüklü bir kuramda geliştiremediler. Onlar (C5/C6 x D2/D3 tarım/sanayi iş bölümü ilişkilerini) görebildikleri ve tespit edebildikleri oranda var olanı yorumlamakla yetindiler. Bu yorumlarda o döneme göre en ileri yorumlardı. Fakat bu yorumlar modern temsiliyetist-memuriyetist devletin ve devletlü kastların bilimsel ve devrimci bir eleştirisine de dönüşemedi, dönüşmezdi de. Çünkü onlarda kendi çağlarının ve somut verili koşullarının ürünleri idi. Şayet devletlü memur kastlarının ve devletin sınıfları yarattığı gerçeğinin modern anlamda denetimist bir eleştirisi yapılabilmiş olsaydı; Marksizm 20. Yüzyılda özellikle de devlet sorununda bu derece çuvallamazdı! Dahası, devlet sorunuyla da bağlantılı olarak Marksizm; temsiliyetizm, memuriyetizm ve bürokratizm sorunlarında da bu derece duvara toslamazdı! Ortada bir çözüm projesi olmadığı için sadece Bolşevikler de değil, tüm marksistler kapitalizm karşısında gerilemekten ve git gide kapitalizmin türevi olan sistemlere teslim olmaktan da kurtulamamışlardır. Gerçekte olan bu iken, hakikati olduğu gibi söylememenin kendisi de asla “marksist” bir yaklaşım ve yöntem olamaz.
[2] Yaygın ön kabullerde de görüldüğü gibi; devlet “sınıflar üstü” ya da “sınıflar altı” diye tanımlanamaz. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bilakis devletin kendisi bir sınıflılıktır. Devlet toplumsal bir organizasyondur. Devlet kendi dokusuna uygun sınıfları ve toplumu üretir. Devleti modern anlamda memur sınıfları yönetir. Sınıf mı diyorsunuz? Sınıfı da devlet yaratıyor. Örneğin; devletlü memur kastları değil mi, şirketlerin, burjuvaların, vergi borçlarını silen! En büyük fabrika devlettir. Devlet sermaye yaratıyor. Devlet kar yaratıyor. Devlet burjuva sınıfı yaratıyor. İşte proletaryan sosyalizm deneyiminde olduğu gibi sözde proletarya adına hareket ettiğini söyleyen bir devlette (proletaryan efendiler sınıfı da) bal gibi de kapitalizm yaratıyor! Yalnızca Sovyetler Birliği deneyiminin varlığı bile bunun en somut kanıtıdır. “Devlet nasıl sınıf yaratır” diyorsanız ve hala bunun mümkün olmadığına inanmak istiyorsanız öncelikli olarak Sovyet deneyiminin derslerini iyi analiz etmenizi tavsiye ederiz. Althusser kendisi ile yapılan röportajda “Marx devletten anlamaz” derken laf olsun diye konuşmuyordu. Althusser bunun söylerken, Marx’ın devletin tarihsel ve toplumsal dokusuna dair hiçbir şey bilmediğini de söylemek istemiyordu. Althusser teorik olarak ulaşmak istediği sonuca ulaşamamış olsa da, o da sezgisel bir biçimde “tarihsel kıtalarla” bağlantılı olan temsil/kurban ritüeli ve temsiliyetizm türlerinin tarihsel emek/devlet biçimleri ile olan ilişkilerini de çok zayıfta olsa görebiliyordu. Yoksa Althusser pek çok Marksist için bile “gereksiz okumalar” sınıfına giren Machiavelli okumalarını neden yapsın! Machievelli kim? Machiavelli, temsil, devlet, güç, iktidar, egemenlik vs. mekanizmaları üzerine en fazla kafa yoran ön-burjuva düşünürlerden biridir. Kuşkusuz Machiavelli bu bilgileri hakim sınıfın temsilcilerine bir nevi “hizmet” olarak sunuyordu. Çünkü Gramsci’nin de vurguladığı gibi, o da egemen sınıfın “organik bir aydını” konumundaydı. Althusser üzerine o kadar çok yorum yapılabilir ki, bunun için ayrı bir yazı yazmak gerekir. Belki ilerde böylesi bir çalışma da yapılabilir.
9.2.2024
Serhat Nigiz
1980 yılının Nisan ayında İtalya’nın başkenti Roma’da Louis Althusser yapılmış bir mülakat:
youtube
1 note · View note
pateralba · 1 year ago
Text
Tumblr media
EMPERYALİZM
Serbest rekabetçi kapitalizmde sermaye ihracı yoktur. O zaman sadece satılacak ürünler ihraç ediliyordu. Oysa emperyalizmde gündeme sermaye gereksinimi girdi. Sermaye ihracı, emperyalist süreçte kullanılan daha etkili bir sömürü biçimidir. Bu biçimde emperyalist ülke, meta üreterek ülkelere satmak yerine sermayesini alan bulduğu ülkeye yatırır ve üretimi de doğrudan kendisi gerçekleştirir. Emperyalistlerin bu yöntemi seçme nedeni, hem daha çok sömürü, hem de kendi ülkelerindeki sermaye fazlasına yeni alan ihtiyaçlarıdır. Burada hareket ettirici güç, kar hırsıdır. Çünkü emperyalist ülkelerde hala yatırım yapılacak alanlar vardır. Örneğin: Tarım alanları sanayi alanlarına göre daha geridirler. Fakat, emperyalizmin doğası budur ve o hiçbir zaman az karlı işlere yatırım yapmaz. Çünkü insanlığa, canlılara ve doğaya düşman bir yıkım sistemidir.
Üretimi arttırmak, ürünlerin maliyetini düşürmek için tekniği geliştirmeye büyük ağırlık veriyorlar, işçileri sömürmeyi de son noktasına kadar zorluyorlardı. Maliyeti düşürmenin sonucu fiyatlar düşüyor, rakiplerden hangisi daha düşük fiyatlı mal sürerse pazar onun eline geçiyordu. Kapitalist işletme dahilindeki sermaye, artı değer birikimi nedeniyle büyüyor, meta üretimi gittikçe çoğalıyordu. Böylece bir yandan sermaye, bir yandan üretim yoğunlaştı, yani büyüdü ve gittikçe az sayıda işletmenin elinde toplanmaya başladı, yani merkezileşti. Böylece, serbest rekabetçi kurallar içinde çekişen işletmelerin yerine kendi aralarında oluşturdukları birlikler yoluyla, serbest rekabeti ortadan kaldıran büyük tekeller oluştu. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm aldı. Tekellerin farklı örgütlenme biçimleri vardır, hepsinin yapısı özünde aynıdır. Kartel, tröst, konzern, anonim şirket en sık rastlanılan biçimleridir. Tekellerin birlikteliği olan holdingler de tekelin farklı bir örgütlenme biçimidir. Devletin giderek yalnızca tekeller çıkarına işlemesi, tekellerin devlet üzerinde oldukça etkili olması, devletle tekellerin bütünleşmesini sağladı. Tekelci burjuvazi, emperyalist devlet üzerinde oldukça etkin olduğu için artık yalnızca tekellerin çıkarına girişimde bulunur. Bu devlete tekelci kapitalist devlet, emperyalist devlet diyoruz. Bundan böyle devletin bütün işleri, tekellerin kararlarını garantileyecek doğrultudadır. Bu bir zorunluluktur.
Kapitalizmin emperyalist sürece geçmesi ilk küresel krizin sonucudur. Kriz sonucunda burjuvazinin merkezileşme ve yoğunlaşma süreci yaşandı. Küçük ve orta gelirli şirketler iflas etti. Bu noktada piyasa kontrolü ve devlet ekonomi politikaları, büyük şirketlerin tekeline girdi. Kapitalizm, emperyalist sürece geçerken ortakçılığa dayanan tröst ve kartellerle kendisini yapılandırdı. Bu süreçte banka burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi arasında bir bağ oluştu. Büyük tekellerin devlet ihaleleri ve banka kredileriyle büyüdükleri bir sürece girildi. İlk krizle birlikte tekeller, ucuz ham madde ve yeni yatırım alanı arayışına girdiler. Bu arayışlar kapitalizmi küresel üretim biçimine dönüştürdü. Ekonomik olarak güçsüz ülkeler, jeopolitik savaş alanına dönüştü. Ham madde ticareti gelişince, ulaşım sorununu çözmek için büyük yatırımlar başladı. Kapitalist ülkelerdeki büyük tekeller arasındaki ham madde ve pazar arayışındaki rekabet, 1.Paylaşım savaşına neden oldu. Korumacılık ve kolonicilik politikaları rekabeti arttırdı. Bu rekabet sonucunda, silah ve savaş sanayine yatırımlar arttı. Kapitalizm bu krizden kurtulmak için köklü olarak yenilenerek emperyalist sürece geçti. Böylece kapitalizmin en yüksek süreci başladı.
Emperyalizm, kapitalist ülkelerin saldırgan dış politikalarının değil kapitalizmin "eşitsiz bileşik gelişim yasasının" kaçınılmaz ürünüdür. Kapitalizmin tekelleşmeye doğru yönelmesi, ilk başlarda yalnızca belirli bölgeler arasındaki ticareti geliştirdi. Emperyalizm süreci ise, sanayileşmenin büyük boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin dünya sistemine dönüştüğü süreçte ticareti de evrenselleştirdi. Önceki dönemlerin tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde atılımlar yapan tekelci güçlerin iç içe geçmiş ilişkileri aldı. Farklı ülkelere ait finans kapital grupları, diğer egemen ülkelere ait kolonilerin sınırlarını aşmak ve yeni pazarlara sızmak istiyordu. Finans kapital, önündeki engelleri tanımayarak, karlı gördüğü her işe girişmeye başladı. Artık, ekonomik olarak güçsüz bir ülkede yalnızca tek bir egemen yoktu ve kolonyalizm dönemine ait mutlak tekel durumu sarsılıyordu ve ulusal burjuvaziler güç kaybediyordu. Emperyalizm sürecinde, tüm yatırım alanlarında tek bir kapitalist ülkenin tekelini kurması, bir yandan tekeller arasındaki rekabet, diğer yandan finans kapital grupları arasındaki karmaşık ilişkiler nedeniyle mümkün değildi. Emperyalist ilişkiler ağıyla güçlenmeye başlayan kapitalist ülkeler, kendi aralarında avantajlarını zayıflatmaya yönelik ilişkilerde uzmanlaştılar. Örneğin her biri kolonisi üzerinde hak iddia ederken, rakip ülkenin kolonisinde "ulusal bağımsızlık mücadelesini" destekledi. Koloni ülkelerde ulusal mücadeleler işçi mücadelelerine dönüşmediği sürece, bu ataklar birbirleri için doğal karşılanıyordu. Çünkü koloniciler, koloni olmaktan çıkarak ulus devlet kuran ülkenin, sıra ekonominin yapılanmasına geldiğinde, yanlarına varacağına güvenirler.
Emperyalizmden önce bankalar, ödemeler konusunda aracılıktan başka bir işe karışmazdı. Fakat tekelci kapitalizm çağında, sanayi sermayesi artınca, bankalarda da değişiklik oldu. Gelişen sanayinin mali gereksinimlerine bankalar yanıt verdi. Bankada bulunan para şeklinde sermaye, sanayi sermayesi ile bütünleşti. Büyük bankalar, küçüklerini ya kendilerine bağladı ya da yok etti. Büyük sanayideki yatırım alanları, büyük paraları ve kredi olanakları nedeniyle yavaş yavaş bu büyük bankalar tarafından kontrol edilir duruma geldiler. Artık bankalar, banka tekeliydi. Artık tüm kapitalistlerin mali işleri banka tekelindeydi. Şubeleri aracılığıyla sermaye ve gelirleri merkezileştirdiler. Banka müdürleri, sanayiye el attıklarından, artık denetim işi de yapıyordu. Ve işte böylece finans kapital doğdu. Finans kapital, yani mali sermaye, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelci süreçte birleşimidir. Finans kapitalin ortaya çıkışı, serbest rekabetçi kapitalizmden emperyalizme geçişin en önemli göstergesidir. Emperyalist baskının işleyişinde borç mekanizması çok önemli yer tutar. Emperyalizm sürecinde güçlülük kolonicilikte değil, ulusal burjuvazinin başka bölgelere etki etmesinde aranır. Emperyalizm sürecinde yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi, finans kapitalin yayılmacılığıyla atlatmaya çalışır. Ulus devletlerin de sırtında kambur olan bankalarla büyük sanayi tekelleri arasındaki bu iç içelik, ortaya bir avuç para babası çıkardı. Ben bu para babası tekeline ise yerel (finans oligarşisinin hizmetinde) ve küresel olarak tümleşen "finans oligarşisi" diyorum.
Emperyalizmin öncesi kapitalizm döneminde olan kolonyalizm politikaları, bugün de hala emperyalizm olarak tanımlanmaktadır. Emperyalizmi sömürgeci yayılmacılığa indirgemek yanılgıdır. Kolonicilik bir devletin başka ulusları, devletleri, siyasal ve ekonomik olarak ele geçirip yerli halk üzerinde kültürel asimilasyon uygulaması ve kolonileştirdiği toprakların mutlak egemeni olması anlamına gelir. Kolonileştirme, bir ülkenin siyasal, hukuksal, ekonomik tüm var oluş haklarının yok edilmesine dayanmaktadır. Kolonici güçler, koloni kontrolü kaybedene kadar mutlak egemen olmaktaydı. Başka hiçbir güç o koloninin üzerinde söz hakkına sahip olmamaktaydı. Koloniciliğin temel dayanağı egemenliği altına alma üzerinden gelişmekteydi.
Kapitalizm geliştikçe, tekelleşme süreci ilerledikçe bu egemenlik biçimi de baştan aşağıya boyut değiştirme sürecine girdi. Eskinin koloni imparatorlukları yerlerini tekellerin, kartellerin, finans kapitalin çoklu ilişkisi temelinde yerini emperyalizme bırakıyordu. Özet olarak, kolonyalizm siyasal bağımsızlıktan yoksun koloniciliğe dayanırken, emperyalizm ise güçlü finans kapital gruplarının küresel etki alanına dayanır. Emperyalizmi koloniciliğe indirgemek ona karşı mücadeleyi de milliyetçi bir temelde bağımsızlık mücadelesine indirgemeye karşılık gelir. Emperyalizm kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesinin adıdır. Bunu bu şekilde kavrayamayıp yayılmacılık ve saldırgan bir dış politika olarak görmek, emperyalizme karşı küresel bir sınıf savaşı yerine küçük burjuva milliyetçisi bir eylemcilik oluşturur. Bunun yerine enternasyonalist bir yurtseverlik örgütlenebilir.
Artık kapitalizmin serbest rekabetçi zamanındaki tekellerin olmadığı süreçten söz edemeyiz. Finans oligarşisinin etkisindeki tekeller ekonomide söz sahibidir. Küçük sermaye sahibinin uluslar arası boyutta bir tekelle baş etmesi söz konusu değildir. Serbest rekabet değil, tekellerin egemenliği ve tekeller arası rekabet söz konusudur. Emperyalist kriz gelişirken, onun parçası olan güçler de kapsamlı bir vuruşmaya sürükleniyor. Emperyalizm, farklı devletlerin ilişkisinin, finans oligarşisinin etkisindeki tekellerin etkisiyle, dünya ekonomisinde ortaklığı olarak görülmediği sürece, parça-bütün ilişkisi ele alınmadan, saldırganlık ve savaş eğilimi çözümlenemeyecektir. Ayrıca emperyalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu, bu nüfusa ek olarak yaklaşık 2 milyar kayıt dışı işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) temel ihtiyaçları için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek, haksızlık olmaz. Emperyalizm kapitalizmin son evresidir ve bir toprak ya da fetih isteği değildir. Emperyalizm, birikim sürecinin bir sonucudur. Geriye çevrilemez!
0 notes
bedopia · 2 years ago
Text
III.
"sizler!
hayatta yaşamaktan başka gayesi kalmayanlar
coğrafya bilmeden öpüşmeye çalışanlar
sizler!
yapısalcılar, ruhsalcılar, masalcılar,
halciler, falcılar
parmak izleri sıfır, duruşları italik olanlar
artık değeri cinine tonik yapanlar
muhtelif muhterem darbeler
heveslerde, tutkularda pür ihtilal.. geçinenler!
sizler!
geçinemeyenler, neme gerekçiler, emekçiler,
emzikçiler, hainler, halidler, oğlanlar!
yolda saati başkasına sorup
sigarasına ateş alıp
sendikaların apışarasında elle doyuma ulaşanlar! Sizler!
aydınlar! aydıngerler, kolay gelsinciler,
asimetrik esinciler
orospucuklar, osurukcular,
üfürükçüler, geri zekalı çocuklar! - ki şehsuvar'ın
anayasası..
mayistler, septemberistler!
sizler!
free gitaristler, peace veletleri, makinistler!
din sülükleri! varoluşçular: kapı komşularım!
sloganın, olağanın şairleri!
sosyal yanları kapitalleri, kapitalleri
yalnızca soğan-ekmek-sosyalizm olanlar!
otuz yaşına kadar solcu
otuz-elli arası sosyal adaletçi
ellisinden sonra bunayıp, otobüslerde
bayanlara arkadan yaslanarak mutlu olabilen
fevkalade entellektüellerimiz!
captain black'çiler, bafra'cılar
bir afra bir tafracılar, taşralılar
vay gülüm doğu diyenler, yesinler seni müstehcen bantını
mantığına yapıştıranlar!
piyanist-şantörlerim: hormonlarım benim!
marxist-şantörlerim: kabaetimin kenarları!
sizler!
liberaller, helaller, haramlar, sadrazamlar
hamlar, hamcık ağızlılar, popodan bacaklılar
omuriliklerini testislerinde saklayan delikanlılar!
amcalarım, teyzelerim; siz, homoseksüeller!
feministler, androsantrikler, sosyal demokratlar,
teokratlar, aristokratlar, sen sümüklü burjuvazi!
oportünistler, optimistler!
bir teselli ver'ciler, allah vergisi takılanlar,
öğrenciler, saygın öğretim üyeleri, seks yıldızları,
heyy! Sizler!
arkadaşlarım, alışamadıklarım; ellerim, ayaklarım!
sizler!
idealistler, egoistler, ütopistler, narşistler!
Ben
Şehsuvar!.
sığ sıkıntılar ardınca yükselen havuz
kırmızı balık, bozuk abajur, kullanılmış jilet
sınırlara mayın döşeyen bakışlarıyla
siz olan şehsuvar!
Ben
şehsuvar!
sığ sıkıntılar ardınca yükselen buhar
çocukluğunu yaşayamadan büyümüş bir tümör
kandırılmış, tanınmamış kretuvar; unutulmuş
bir tornavida, hiçbir işe yaramayan çivi,
sınırlara mayın döşeyen bakışlarıyla
siz olan şehsuvar! O sınırlar
sizin sınırlarınız. Ben
şehsuvar!
sığ sıkıntılar ardınca yükselen belediye otobüsü
abonman biletlerimi sizler mi çaldınız?!
- daha önce karşılaştığımıza
eminsiniz, değil mi?
IV.
gece
saçlarına kadar sokulur
güzelliğine atılan
ilmiklere kadar ulaşır!
11 notes · View notes