#leninizm
Explore tagged Tumblr posts
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Kendinde Marksizm, Kendisi İçin Emekoloji’dir
Tumblr media
Tarih boyunca ortaya çıkmış olan pek çok fikir hareketi gibi Marksizm’de bir anda ortaya çıkmamış; kendisinden önceki fikir hareketleri gibi o da çeşitli aşamalardan geçerek belirli bir biçim kazanmıştır. Bu yüzden Marksizm’de tıpkı yeni doğmuş bir bebek misali kendi bebeklik öncesi ve kendi bebeklik sonrası, yetişkinlik dönemiyle birlikte olgunlaşma ve büyüme dönemlerinden geçerek ilerleyişini sürdürmüştür. Başka bir deyişle, Marksizm’in “sürekli hareket ve değişim içinde olan yapısı” doğrudan doğruya onun tarihsel gelişim ve dönüşüm dinamikleri ile yakından bağlantılıdır. Dolayısıyla; Marksizm’in tarihselliği emeğin ve emek türlerinin tarihselliği olup, bu tarihselliğin genel yapısını işleyen de emek türlerinin iş bölümüne bağlı olarak ortaya çıkan farklı toplum ve insan biçimlerinin tarihidir. Gerçekte “Marksizm’e” köleci, feodal, kapitalist vs. her çağda biçimini verende o çağa damgasını vuran ana emek türlerinin ve onun alt türlerinin birleşik diyalektik hareketi olmuştur. [1]
Marx ve Engels’in kendi çağına denk düşen Marksizm’i elbette ki onların yaşadığı çağın Marksizm’i olmak zorundaydı. Zira emek türlerinin birleşik diyalektik hareketini kendi dönemlerinde yöntem haline getiremeyen Marx ve Engels büyük oranda İngiliz Ekonomi Politiği’nin de etkisi ile emek ve emek-gücü kavramları arasında bir ayrım yapmış olsa da, dahası bu ayrımı artık-değer teorisi üzerinden kapitalist sömürü ve mülkiyet ilişkilerini açıklamak için kullanmış olsa da, salt ortaya çıkmış olan somut ürüne/metaya ve bu ürünün/metanın oluşumunda gereksinim duyulan toplumsal kullanıcı emek-zaman payına odaklandıkları içindir ki, Marx ve Engels’in hem emek kavramına hem de farklı emek türlere dair tespitleri de sınırlı kaldığı gibi, hem toplumsal kullanıcı emeğin oluşumunda bireysel icatçı emek payının hem de bireysel kullanıcı emeğin kullanımın da toplumsal icatçı emeğin oynadığı roller eksik değerlendirilmiş olup, artık-değer süreçleri de farklı emek türlerinin artık-emek türleri olarak sınıflandırılmadığından dolayı, tarihsel emeğin icatçı ve kullanıcı miras miktarları da değerin oluşum süreçlerinde göz ardı edilmiştir. Elbette ki bu durum Marx ve Engels’in kendi çağına tekabül eden Marksizm’inin de tarihsel sınırlarından kaynaklanmıştır. Daha doğrusu; Marx ve Engels’in Marksizm’i “bütünsel olarak feodal bir dünyanın içinde bir avuç kapitalist adacığa tekabül eden” bir Marksizm idi.
Yine bu sebepledir ki; Marx ve Engels’in emekle emek-gücü arasına sınır çekmeye dönük yaklaşımı, İngiliz Ekonomi Politiği’nin “soyut emek” ve “somut emek” ayrımına ve dahası “üretken emek” ve “üretken olmayan emek” ayrımına dayalı düalizmine cepheden karşı çıkmadığı için, bu ikilik sanayi emeğinin gelişim dinamiklerine de uygun olarak Marx ve Engels tarafından da emek içinde var olduğu düşünülen bir bölümlenme olarak algılana gelmiştir. Halbuki ne salt soyut emek vardır, ne de salt somut emek vardır; emek soyut emek ve somut emek ayrımı biçiminde değil, emeğin biri biri üzerine geçen farklı türlerinin birleşik diyalektik hareketi ile meydana gelmektedir. Başka bir deyişle, emeğin türlere dayalı birleşik diyalektik hareketi zaten emeğin hem soyut hem de somut hareketidir. Burjuva ekonomistlerinin ortaya koyduğu ve Marx ve Engels’in de sürdürdüğü bu ayrımın felsefi açıdan durduğu yer ise tarihsel düalizmdir. Yine benzer şekilde; üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı da aynı oranda hatalıdır. Keza emeğin her biçimi üretkendir; gerçekte üretken olmayan emek diye bir şey yoktur! Üretken olmayan emek kavramı düalist ve oksimoron bir kavramdır. Meseleye sadece üretken emeğin ortaya çıkarmış olduğu üründen/metadan (sanayi ürünleri/metaları dünyasından) bakıldığı için toplumsal kullanıcı emeğin yaratmış olduğu artık-değer de üretken emeğin biricik formu olarak görülmek istenmiştir. Bu durum tıpkı toplumsal kullanıcı emek payını görmeyip ortaya çıkmış olan değerin tümünü icatçı emek payının hanesine yazan burjuva ekonomi politiğinin içine düşmüş olduğu yanılsamaya tersinden benzemektedir. Kaldı ki; Ricardo’nun “toplumsal emek zamanının” Marx ve Engels tarafından “toplumsal artık zaman” biçiminde yeniden formüle edilmesi de, tersinden bu “burjuva bakışın” kimi Marksistlerin iddia edildiği gibi pekte aşılamamış olduğunu göstermektedir. Yani ha toplumsal emek zaman miktarları, ha toplumsal emek zaman miktarları içerisinde bulunan toplumsal artık emek zaman miktarları! Her ikisi de emek zaman kavramı içerisinde ele alınabilen konulardır ve bu yüzden de özde farklı değillerdir. Ricardo’nun teorisi doğru idi; ama Marx’ın toplumsal artık emek zaman kavramı ise daha doğru bir bilimsel tanımlama oldu. Asıl olan günümüz dünyasında Ricardo’nun toplumsal emek zamanı değil, Marx’ın toplumsal artık emek zamanı değil, asıl olan “toplumsal” kavramının içinde var olan “tarihsel emek zaman miktarlarıdır”. Bu tarihsel emek zaman miktarı da, tarihsel emek zaman miktarlarından oluşur. Kısacası, toplumsal olana katılan şey tarihsel emek zaman miktarlarının bütünüdür. Bu yapılmadığı sürece emek-zaman teorisi geliştirilemez ve savunulamaz.
İki durumda da meseleye salt icatçı emeğin ya da salt kullanıcı emeğin penceresinden bakıldığı için, toplumsal kullanıcı emeğin aidiyetinin bireysel icatçı emekle olan bağı, toplumsal icatçı emeğin ise bireysel kullanıcılığa dair olan kısmı ve emek türlerinin birleşik hareketi ile ortaya çıkan üretim, dolaşım, tüketim ve miras değerlerinin neden olduğu tarihsel ve toplumsal görüngülerde bütünsel bir şekilde ele alınamamıştır. Haliyle bu görüngünün sınıfsal görüngüleri de; dahası emek türleri ve emek araçları karşısındaki konumlanışlara göre biçimlenen sınıf formları da, icatçı ve kullanıcı sınıf savaşımları da, dahası bunların arasındaki (ideolojik boyutta içeren) kurum mücadeleleri de ne yazık ki görülememiştir. Dahası; bugüne kadar ki tarihin sınıflar arası mücadeleler tarihi olduğu söylenmekle birlikte, bütün bu mücadelelerin farklı sınıfların kurumlar aracılığıyla yürütmüş olduğu mücadeleler olduğu ise göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla; “köleci yürütme kurumu”, “feodal yargı kurumu” ve “kapitalist yasama kurumu” arasındaki emek türlerine bağlı geçişlerde, bunların kendi arasındaki bürokratik ve yönetsel mücadelelerde net bir şekilde ortaya konulamamıştır. Bunlarda klasik Marksizm’in gözle görülür açmazlarıdır.
Marksistlerin sıklıkla Lenin’e de gönderme yaparak Marksizm’in “somut durumun somut tahliline” dayandığını söylemesine karşın, gerçekte ister teocu Marksizm olsun ister neocu Marksizm olsun hepsinin ortak noktası mevcut tarihsel ve ansal kesite göre emeğin somut durumunun somut tahlilini yapamamakta oluşlarıdır. Keza somut durumun somut tahlili ancak emeğin somut ve güncel durumunun somut tahlili ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; emeğin belirli bir tarihsel ve ansal kesit ile sınırlı kalmış görüngülerinden türetilen her türden sözde “somut tahlil”, somut olmak bir yana somut emek durumunun ucundan kıyısından bile geçememektedir. Misal; sanayi emeğinin değişim dönemine tekabül eden (D4) somut emek ilişkileri ile sanayi emeğinin gelişim dönemine tekabül eden (D5) somut emek ilişkileri belirli kesişim kümelerine sahip olsa da, bunlar özde bir ve aynı somut emek durumunun yansımaları değildir. Örneğin, minoktokratik sanayi tekellerinin somut emek ilişkilerine tekabül eden (D4) proletaryası ile gloktokratik sanayi tekellerinin somut emek ilişkilerine tekabül eden (D5) proletaryası iki farklı somut sınıf durumuna da denk düşmektedir. Birinci durumda proletarya büyük oranda sanayi emek araçlarına bağımlı bir sınıf iken, ikinci durumda ise teknik emek türünün de ilerleyişine bağlı olarak bu dönemdeki proletarya aynı zamanda hızla protekleşmekte olan bir proletaryadır! Keza tümel emek araçları karşısındaki tikel göreli emeğin eski emek biçiminden ayrışarak adım adım kendi bağımsızlığını el etmesi durumu her yeni emek biçiminin de kaçınılmaz bir sonucudur. Bu temel bir emek yasasıdır. Ve bu yasa bugün elektronik emek türünün güncel durumu içinde geçerli olan bir yasadır. [2]
Zira Glokal-tekno-tekellerin ulus-üstü hakimiyetine dayanan Glokal-emperyalizm ile birlikte proletaryanın önemli katmanları da hem sanayiburglar hem de teknoburglar tarafından büyük oranda protekleşmek zorunda bırakılmaktadır. Bu durum tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte köylülüğün proleterleşmek zorunda bırakılmasına da benzetilebilir. Kaldı ki “somut emek durumunun somut tahlili” tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte elektriksel sanayi emeğinin mekanik tarım emeğini kendi içinde soğutmasında olduğu gibi, bu seferde elektronik teknik emek elektriksel sanayi emeğini kendi bünyesinde soğutma ve daha önceki emek türlerini de kendisine eklemleme genel eğilimini sergilemektedir. Tüm dünyada kapitalist ekonomilerin “sanayi ve teknoloji işbirliğine” dayalı olarak yeni baştan düzenlenmesi yönünde yapılan burjuva liberal propagandalar da yine bu süreçle bağlantılıdır. Hatta bu noktada devletler ve şirketler arasında yürütülen iş birliğinin meyveleri olarak çok sayıda ARGE projesinin ve özel araştırma kurumunun kurulması ve bu iş için binlerce bilim emekçisinin istihdam edilmesi de hiçte rastlantı değildir. Dolayısıyla; emekoloji’nin “glokalizm” kavramı ile ileri sürdüğü emperyalizmin yeni biçimi tüm bu süreçlere içkin olan “üst belirlenimsel” bir kavramdır. Kaldı ki; hakikati ortaya koyma manasında bu kavramın altına giren tüm yan başlıklar altında toplanan “alt belirlenimsellikler” ise bu kavramın canlı kıvrımları olma özelliğine de sahiptir. Kuşkusuz bu durum glokalizm kavramının bütünselliğine yapılan bir vurgudur.
Marksizm’in kökenine dair Marksistler arasındaki kısmen fikir birliğinin sağlandığı konulardan biri de Marksizm’in üç temel kaynaktan beslenerek doğduğu, geliştiği ve klasik biçimini bu temeller üzerinden olgunlaştırdığıdır. Bu temeller genel olarak klasik Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız ütopik sosyalizm olarak üç başlık altında incelenmektedir. Kuşkusuz ne Marx ne de Engels bu üç kaynağı olduğu gibi ele alıp ve bunları birbirlerine eklemleyerek kendi görüşlerini ortaya koymamışlardır. Bunun aksini iddia etmek hatalı bir varsayım olacağı gibi, bu yanlış tutum, Marx ve Engels’in yapmaya çalıştığı şeyi, yani kendilerinden önceki fikir akımlarını “kapsayarak aşma” çabalarını, dolayısıyla komünizmi bir bilim haline getirme çabalarını yok saymak anlamına gelecektir.
Kaldı ki Marx ve Engels’in Marksizm’i (bilim olmaya çalışan komünizmi) her ne kadar bu üç kaynaktan beslenerek büyümüş olsa da, onların Marksizm’i bu üç kaynağın basit bir toplamı ya da birbirine eklemlenmiş bir hali de değildir. Aksine; Marx ve Engels’in bilim olma yolunda ilerleyen çabaları bu üç kaynağında (ve diğer kaynaklarında) kıyasıya eleştirisi ve kapsanarak aşılması hedefini içermektedir. Lakin Marx ve Engels’in bu hedefine ne derece ulaştığı ve daha doğrusu komünizmi bir bilim haline getirecek yöntemi bulup bulamadıkları ise başka bir tartışmanın konusudur. Şimdi bu noktada Emekoloji’nin Marx ve Engels’in sanayi emeği üzerinde yükselen “yarı-bilimine” dönük eleştirilerine değinebiliriz. Ki bu eleştiriler aynı zamanda Marksizm’in kapsanarak aşılması, yol ve yöntem sorununda Marx ve Engels’in yapmış olduğu hataları ve eksikleri de ortaya koymayı hedeflemektedir. Ne yazık ki; sürekli olarak “değişim, değişim!” deyip Marksizm’de hiçbir şeyi değiştirmeden, Marksizm’de eksik ve hatalı yönleri ortaya koymadan “değiştiğini” iddia eden sözde Marksistler, Marksizm’in “bilimsel tinine” uygun düşmeyecek bir tarzda bu görevden kaçmayı bir maharet sanmaya devam etmektedirler!
Özellikle de Marx ve Engels’in yazdıklarından hareketle klasik Marksistler Hegel’in kendi diyalektik düşünce yöntemini idealist bir görüş üzerine oturttuğunu iddia ederler. Bu görüş kısmen doğru olmakla birlikte, eksik ve yanılsamalı bir görüştür. Zira Hegel felsefesi bir yanıyla hem idealist felsefeye hem de materyalist felsefeye kapı aralayan bir yönteme sahiptir. Dolayısıyla; bir ayağı materyalizm de bir ayağı idealizm de olan bir felsefe olarak Hegel felsefesi, daha doğru bir ifade ile Hegel’in mantık bilimi, insanın felsefe yapmasını sağlayan düşünce formlarının hem “idealist görünümlü olanlarını” hem de “materyalist görünümlü olanlarını” eş zamanlı ve görece karmaşık bir yapıda tasvir ettiği içindir ki; Hegel felsefesi hem kendi çağında hem de günümüzde “mistik eğilimleri olan”, “gizemli”, “anlaşılmaz zor” bir felsefe olarak algılana gelmiştir. Halbuki Hegel felsefesinin üzerindeki bu büyülü hava dağıldığında ve Hegel belirli mantık formları aracılığıyla sistemli olarak okunduğunda, Hegel’in felsefesinin diyalektik açıdan da hem materyalizme hem de idealizme kapı aralayan bir felsefe (mantık ve düşünme biçimi) olduğu anlaşılabilir. Zira Hegel; idealizmin “üçlü form yapısı” ile materyalizmin “üçlü form yapısını” bir araya getirerek kendi özgün diyalektik yöntemini, kavramlarını, kategorilerini, ayraçlarını vs. geliştirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla; bu 6’lı form yapısı Hegel nezlinde tarihsel düalizminde doruk noktası olma özelliğine sahip ola gelmiştir. [3]
Kaldı ki Marx’ın ve Engels’in Hegel felsefesinden salt “mutlak idealizmi” soyutlayarak “diyalektiği çekip çıkardığı” ve bunu da “materyalizm ile birleştirerek” yeni bir yöntem yarattığı tezi gerçekçi değildir. Marx ve Engels’in Hegel’den aldığı ve “ayakları üzerine oturttuğunu” iddia ettiği diyalektik yine Hegel’in “baş aşağı duran” diyalektiğidir. Başka bir deyişle, baş aşağı duran maymun ile ayakları üzerinde duran “maymun” yine aynı maymundur. Bunun önüne ya da arkasına “diyalektik” kavramı koyulduğu zaman ortaya “diyalektik materyalizm” diye bir bilimin çıkması da mümkün değildir. Gerçekte Marx ve Engels’in de böyle bir iddiası olmamakla birlikte; kökeni idealist felsefeye ve metafiziğe kadar uzanan diyalektik kavramının Marx ve Engels tarafından sahiplenilmesinin asıl nedeni ise diyalektik düşünme ve sorgulama yöntemlerinin Antik Yunan’dan bu yana her zaman “kullanışlı ve devrimci bir içkinliğe” sahip olması ve diyalektik tanımının sürekli değişip yenilenerek ilerlemesidir. Marx ve Engels’in bu kavramı seçmesinin asıl nedeni de buydu. Bu anlamda Marx ve Engels’in diyalektiği ne idealist ne de materyalist bir diyalektik olup, Marx ve Engels’in diyalektiği özü itibariyle yeri geldiği zaman kendi kendisini yadsıyan, kendi kendisini kapsayarak aşabilme potansiyeline ve praksisine sahip olan bir değişim ve hareket diyalektiğidir. Aynı zamanda Marx ve Engels’in diyalektiği kendi düşünsel kalıplarını da eleştirip mahkum edebilen bir diyalektik anlayış idi. Aslında Marx ve Engels hem materyalizme hem de idealizme karşı mücadele etmiş olsa da, yol ve yöntem sorununu çözememiş olmalarından dolayı ve Feuerbach’ın “doğacı materyalizminin” kısmen Hegel’in mistik kabuğunu da parçalamış olması hasebiyle, bir miktarda olsa çubuğu maddeciliğe kırmış olmaları da, onları asla köküne kadar materyalist yapmaya yetmez! [4]
Başka bir deyişle, Marx ve Engels bir taraftan materyalizmi bir taraftan diyalektiği birbirine eklemleyerek, tamamlanmış ve bitmiş bir yöntem geliştirmediler. Dolayısıyla, Marx ve Engels Hegel’in felsefi sisteminin sadece idealist görüşler açısından değil, materyalist görüşler açısından da eleştiriye tabi tutmuştur. En çokta görülmeyen yanlardan biride budur. Marx ve Engels’in Hegel felsefesini sadece idealistler görüşler açısından eleştiriye tuttuğu iddiası safsatadan ibarettir. Lakin bu safsatalar yıllarca dünya Marksist hareketi tarafından da kabul görmüştür. Ancak aynı Marksist hareket tarafından Marx ve Engels’in hem materyalizme hem de idealizme karşı çift yönlü olarak sürdürdüğü mücadele ise görülmek istenmemiştir. Yine benzer bir şekilde Marx ve Engels Feuerbach’ın salt doğa materyalizmine karşı mücadele etmemiş, ahlaki ve etik konularda olduğu gibi Feurbach’daki idealist ve burjuva yanılsamalara karşıda mücadele etmiştir. Başka bir deyişle, Marx ve Engels bir bütün olarak bakıldığı zaman ne Hegel’in idealist-materyalizmi ile ne de Feuerbach’ın materyalist-idealizmi ile uzlaşmamıştır. Lakin yol ve yöntem sorununun çözümü noktasında hem materyalizmi hem de idealizmi kapsayarak aşacak yeni bir bakış açısı geliştiremedikleri için, kendi yöntemlerini diyalektiğin kısmen maddeci bir yorumu üzerine inşa etme yoluna gitseler de, hiçbir zaman yol ve yöntem sorununu tamamlanmış ve bitmiş bir mesele olarak ele almamış ve ileride sürmemişlerdir. Marx ve Engels arasındaki yazışmalar (mektuplaşmalar) dikkatli bir şekilde incelendiğinde yol ve yöntem sorununun çözümü noktasında yaşadıkları sorunlar ve sıkıntılar rahatlıkla görülebilir. Ne yazık ki Marx ve Engels’in ömrü bu paradoksu çözemeden son bulmuştur.
Ancak Marx ve Engels sonrası ardılcı-marksizm “hazıra konmacı” bir mantıkla onların eserlerinde yer alan kimi bölümlerden de hareketle tümüyle tamamlanmış ve bitmiş bir “diyalektik materyalizm” tezini işlemeye devam etmiştir. Kuşaklar boyunca devam eden bu sürecin Marksist hareket üzerindeki etkilerini artık siz düşünün! Tıpkı bir din gibi, emme basma tulumba misali, Marx ve Engels’den yapılan alıntılar kanıt gösterilerek bilim hüviyetine sokulmak istenen diyalektik materyalizm söylemi; gelinen noktada sayısı dört beşi geçmeyen (karşıtların birliği, zıtların savaşımı, yadsınmanın yadsınması, olumsuzlamanın olumlaması vs. gibi) diyalektik ilkelerin karikatürize edilmiş bir haline dönüştürülmüş ve tarihin/toplumun hareket yasaları da bu temelde dar bir çerçeve içerisinde açıklanmaya çalışılmıştır. Örneğin, Fransız Komünist Partisi üyesi George Politzer’in fazlasıyla pozitivist/doğa bilimsel bir Marksizm tasavvuruna denk düşen meşhur “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabı bu karikatürize edilmiş sözde Marksizm’in “başyapıtlarından” biri olma özelliğine sahiptir. Bu kitabın tedrisatından geçmemiş Marksist kuşak neredeyse yok gibidir. Halbuki bu kitap bırakın Marksizm’i; gerçekte Feuerbach’ın “içkin materyalizminin” ters yüz edilmiş eklektik bir biçiminden başka da bir şey değildir.
Daha da ileriye girmek gerekirse; günümüz marksistleri kendilerine dürüstçe şu soruyu sormalıdırlar: ister doğanın doğası olsun ister emeğin doğası olsun her ikisinde de madde (materyalizm) ve düşünce (idealizm) biçiminde bir ayrım bulunmakta mıdır? Gerçek şu ki; ne doğanın doğasında ne de insan doğasında idealistlerin ya da materyalistlerin iddia ettiği gibi bir düşünce ve madde ikiliği ve düalizmi bulunmamaktadır. Dahası; düşünce derken ve madde derken ne kastedilmektedir? Şayet maddenin düşüncelerinden bahsedemeyeceksek, sadece insanın düşüncelerinden, insandan bahsediyoruz demektir. Maddenin, doğanın düşüncesi ve ruhu olmadığına göre, düşünceler sadece insana, emeğe, emeğin doğasına ait olabilir. Ki insanda sanılanın aksine doğaya ait değil, emeğe ait’dir. İnsanın dair-iyeti (tözü) doğa olsa da, o emeğe aittir, (özü) emeğe içkindir. İnsanın hakikati emeğin hakikatidir. İnsan hakikatini anlamanın yolu emeğin dünyasını, işleyişini, yapısını ve kurumlarını anlamaktan geçmektedir.
Hem materyalist düşünürler hem de idealist düşünürler doğa ile doğa, insan ile doğa arasına bir sınır çekmedikleri için ve büyük oranda doğa ile insanı yaklaşık eşit değil, özdeş gördükleri için; hem idealist düşünürlerin hem de materyalist düşünürlerin doğa ve insan tasavvuru da bu oranda gerçekçi değildir. Ne doğada ne de insanda düşünce/toplumsal düşünce ve madde/toplumsal varlık şeklinde bir bölünme söz konusu değildir. Dahası; materyalistlerin ve idealistlerin düşündüğünün tersine doğadaki madde ve insandaki düşünce ikili değil, dörtlü yapı içinde çalışmaktadır. Başka bir deyişle, doğadaki doğalojik maddeler ile doğanın bir nesne olarak emek tarafından başkalaşıma maruz bırakılması neticesinde ortaya çıkan emekolojik maddeler (misal, sanayi-ürünleri, teknik-ürünler vs.) ise birbirinden farklı şeylerdir. Örneğin, doğadaki doğalojik kendinde vahşi tavuk ile emeğin (teknolojinin) yetiştirdiği ve büyüttüğü emekolojik ve bilimsel tavuk bir ve aynı şey değildir. Dolayısıyla; doğalojik varlıklar ve emekolojik varlıklar doğalojikleşmiş-emekolojik varlıklar ve emekolojikleşmiş-doğalojik varlıklar olarak ikili değil, dörtlü form yapısı içinde ele alınmalıdır. Bu durumda düşünce-madde ya da madde-düşünce biçimindeki tarihsel düalizmin idealizm ve materyalizm biçimindeki görüngüleri de (düşünce kalıpları ve formları da) ancak bu dört formun bir araya gelmesi ve birlikte var olması ile ontolojik ve epistemolojik bir gerçekliğe dönüşebilmektedir. Başka bir deyişle, bu sayede arzı endam eden epistemoloji ve ontoloji insan bilimlerine ait olan emeğin ontolojisi ve epistemolojisidir. Kaldı ki; tüm bilme ve bilgi üretme süreçleri de emekle kristalize olan ontolojik ve epistemolojik süreçlerin bir neticesidir. İnsan dışında hiçbir hayvanın bugüne kadar kendine ve çevresine dair bilgi arayışında olduğu da görülmemiştir. İnsan dışında, emek kullanmayan hiçbir hayvanın kendine ve kendi varlığına dair soru sorduğu da görülmemiştir. İnsan dışında düşünebilen ve düşünce üretebilen tek bir hayvan bugüne kadar görülmemiştir. İnsan dışında düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili maymunlar, yunuslar vs. gibi hayvanlar üzerinde yapılan çalışmaların hemen hepsi “koşullanma yoluyla hayvanlara endekslenen davranışlar” olarak kalmaktan öteye geçememiştir.
Kısacası; idealizm biçimindeki her türden soyutlama esasında soyutun somut ile tersinden yadsınarak soyutun kanıtlanması iken, materyalizm biçimindeki her türden somutlama esasında somutun tersinden soyut ile yadsınarak somutun kanıtlanmasını iken, bu durumda ancak “idealizm ve materyalizm biçimindeki görüngülerin” tümü (dört form) bir arada hareket ettiği vakit bir düşünceden bir maddeden ve bunların bir arada var olma halinden bahsedilebilir. Kaldı ki; düşünceleşmiş-madde (Y1) olmadan bir maddeden (Y), maddeleşmiş-düşünce (X1) olmadan düşünceden (X) bahsedilemeyeceği gibi, emeğin doğasında da soyut düşünce ve somut madde ayrımına dayanan bir düalizmin olduğunu söylemekte asla mümkün değildir. [5]
Bir başka konuda İngiliz ekonomi politiğinin Marx ve Engels’in iktisadi görüşlerinin şekillenmesine olan etkisidir. Tıpkı klasik Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizminde olduğu gibi, Marx ve Engels İngiliz ekonomi politiğini de olduğu gibi Marksizm’in içine katmamışlardır. Marksizm üzerine çalışan herkesin de bildiği gibi ekonomi politik tarım emeği ve sanayi emeği ilişkilerini inceleyen bir burjuva “bilimi” olarak gelişmiştir. Dahası; Marx ve Engels’in üzerinde durduğu ekonomi politik esas olarak Marksist terminoloji ile konuşmak gerekir ise “kapitalist üretim tarzını ve kapitalist üretim ilişkilerini” araştırmaktaydı. Marx’ın felsefe ve hukuk alanından kısmen uzaklaşarak iktisadi alana yönelmesi de yine onların kapitalist ekonominin temel hareket (emek) yasalarını bulma arzusundan kaynaklanmıştır. Öte yandan, Marx 1840’lı yıllarda “Adalet Birliği” içerisindeyken Hegel ve Feuerbach üzerinden üst yapı kurumuna ilişkin çalışmalar yapmakta idi. Marx’ın erken dönem eserleri de bu şekilde oluşmuştu. Alman felsefesi üzerinden bilimsel açılım bulamadığı için Engels’le tanıştıktan sonra Marx İngiliz Ekonomi Politiği’ne, yani “alt yapıya” yöneldi. Lakin bu çalışmaların hiçbiri bilimsel bir metoda oturmadı. Marx ve Engels’in kapitalizmin alt yapısı ile ilgili planladıkları çalışma ise üçüncü cilt ile sınırlı kaldı. Dolayısıyla; Marksizm çalışması yarım kaldı. Her kim Marksizm tamamlanmış bir bilimdir diyorsa; Marx ve Engels’in yarım kalmış çalışmalarını da tamamlamakla, tıpkı Emekoloji’nin yaptığı gibi Marksizm’i bilim haline getirmekle mükelleftir.
İngiliz ekonomi politiği deyince akla gelen iki isim Adam Smith ve David Ricardo’dur. Bu iki isim kendi dönemlerinin sadece önde gelen ekonomistleri değil, aynı zamanda feodalizme ve tarım emeğine galebe çalan kapitalizmin ve sanayi emeğinin de (D2 ve D3) ideologları/burjuvazisinin de sözcüleridir. Doğal olarak her iki isimde feodalizm karşısında hızla güçlenmekte olan kapitalizmi burjuva-icatçı-emek güçleri açısından yorumluyor ve değerlendiriyordu. Bu noktada özellikle Ricardo’nun “toplumsal emek zaman” kavramı ile geliştirdiği görüşler üzerinde durmak gerekir. Zira Marx ve Engels’in asıl yapmaya çalıştığı şey salt kapitalizmin genel üretim biçiminin özelliklerini sıralamak olmayıp, zira bu noktada Smith ve Ricardo gibi pek çok burjuva ekonomisttin ortaya koymuş olduğu çalışmalar bulunmakla birlikte, onların asıl derdi kapitalist sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin üzerini örten sis perdesini (Marx ve Engels’in ifadesiyle mistifikasyona ve yabancılaşmaya neden olan etkenleri) açığa çıkarabilmekti. Çünkü burjuva ve proleter arasındaki çelişkinin her defasında burjuvazi lehine sonuçlanmasının asıl nedeni Marx ve Engels’e göre toplumsal emek zamanın toplumsal artık-emek-zaman tarafından emiliyor olmasıydı. Bu sayede kapitalist tıpkı bir vampir gibi proleterin kanını/emeğini dilim dilim kopararak, ona sadece yaşaması kadar yetecek bir ücret miktarı vermekte, toplumsal olarak üretilmiş olan artık-emek-zamanı ise cebe indirmekte ve böylece proleterin artık-değerini kendi kişisel sermayesi haline getirebilmekteydi. Kuşkusuz bu Marx ve Engels açısından önemli bir teorik devrimdi. Zira o güne kadar değerin oluşumu noktasında toplumsal kullanıcı emek güçlerinin payları daima icatçı emek güçlerinin hanesine yazılırken, ilk defa tarihte Marx ve Engels tarafından kapitalizmin burjuva ekonomistleri tarafından ortaya konulmayan bir yanı, proletaryanın kullanıcı emeğinin artık-değer biçiminde gasp edilmesi yoluyla elde edilen sanayi-sermayesinin sömürü ve mülksüzleştirmeye dayalı karakteri de ortaya konulabilmişti. Bu durum öte yandan Marx ve Engels’in proletaryanın şahsında tarihte ilk defa “ezilen sınıflar” adına bir tarih yazımı inşa etme çabasının da ilk dışavurumuydu. Aynı zamanda bu durum Marx ve Engels’in erken dönem çalışmalarından itibaren sürdürdüğü hak ve hukuk bilincine dayalı adalet arayışının da bir izdüşümüne tekabül ediyordu. Bu açıdan bakıldığında Marx ve Engels’in birer “ahlak filozofu” ve “etik filozofu” olduğunu söylemek hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Ricardo’da da olduğu haliyle “toplumsal emek zaman” kavramına gönderme yapa dursun, Marx ve Engels’in burada yaptığı ise, bu toplumsal emek zamana “artık-emek-zamanı” eklemek olmuştur. Başka bir deyişle, Marx ve Engels’in yaptığı şey bulmacanın bir eksik parçasını daha bulmaktı. Aynı şekilde bu durum Marx ve Engels’in gözünde proleterin kendi emeğine ve kendi emek ürününe yabancılaşması sonucunu doğururken (ki bu yabancılaşma olmasaydı sanayi-sermayesi de, burjuvazi de oluşamazdı), Marx ve Engels’in bu tek yönlü yabancılaşma teorisi, toplumsal kullanıcı emeğe ait bir yabancılaşma hali olup, bu yabancılaşmanın gerçekte kullanıcı emek dolayımı ile icatçı emeğinde kendisine yabancılaşması sonucunu doğurduğu da yeterince anlaşılamadığı ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de yine İngiliz ekonomi politiğinden alınan “değişmeyen sermaye” ve “değişken sermaye” kavramları da, sermayenin emeğin bir formu olduğu gerçeğini alt üst etmesi nedeniyle, sözde değişmeyen sermaye karşısında sözde değişken sermayenin göreli özerkliğini ve kurtuluşunu hedefleyen proletaryalist bir eğilimin gelişmesine de sebebiyet vermiştir. Dahası; proletaryadan da bağımsız olarak proletaryanizmin değişken sermayeye (emeğin kullanıcı formuna) dönük temel iddiası, yani yabancılaşmış emek formunun son bulması ile emeğin özgür bir komünist formunun ortaya çıkacağına dair iddialar, kökü din ve ahlak felsefesine kadar uzanan yabancılaşma kavramı eliyle de, “proletaryanın kurtuluşu tüm insanlığın kurtuluşudur” mitinin doğmasına neden olmuştur. Bu yüzden de burjuva düşünce yapısından tam manası ile kopamamış olan proletaryanizm, en başından beri nesnel volantarizm tarafından belirlenen öznel bir determizm üzerinde yükselirken, temel devrimci dokusunu da bu “metafizik zemin” üzerinden mayalayarak oluşturmuştur. Kuşkusuz bu metafizik zemin Marx ve Engels’in metafizik zemini olup onların temel sorunlara dair ana felsefi yaklaşımları ile bağlantılıdır. İşte bu Marx ve Engels’in tarihsel düalizmi aşamamasının neden olduğu bir metafizik zemindir! Kimse kusura bakmasın ama emekolojistler ne metafiziğin ne de materyalizmin koridorlarında yürümedikleri gibi, metafizik ve materyalist kavramları bile kabul etmemektedirler.
Kuşkusuz Marx ve Engels İngiliz ekonomi politiğini Ricardo üzerinden toplumsal kullanıcı emek lehine bükerek kapitalizm sorununu proletarya açısından ele almayı başarmış olsa da, onların bir burjuva bilimi olan ekonomi politiği kapsayarak aşmayı başardıkları ve kapitalizmin, daha doğrusu sanayi emeğinin tüm ana ve alt türlerinin arasındaki iş bölümü diyalektiğine bağlı olarak ortaya çıkan üretim, dolaşım, tüketim ve miras miktarı değerlerini tam bir netlik içinde ortaya koymuş olduklarını söylemek doğru olmadığı gibi, dürüstçe de olmayacaktır. Dolayısıyla; Marx ve Engels’in gözetiminde hazırlanmış olan Kapital serisi de genel olarak sanayi emeğinin feodalizme galebe çaldığı bir dönemde minoktokratik-emperyalist döneme geçme hazırlıkları içinde olan kapitalizmin öncü bir eleştirisi ve analizi olarak kalmıştır. Lakin bu durum hiç kuşku yok ki bir başyapıt olarak Kapital’in değerini azaltmamakta aksine gelecek kuşaklar açısından da Kapital, kapitalizm üzerine bundan sonra yapılacak çalışmalarda temel bir başvuru kaynağı olma özelliğini de sürdürecektir.
Marksizm’in tarihsel ve toplumsal bir sistem olarak sosyalizm ve komünizm hedefi, Marksizm’den öncede var olan bir görüştür. Dolayısıyla; sosyalist ve komünist görüşleri bir bilim haline getirmeye çalışan Marx ve Engels’in kendilerinden önceki sosyalistleri ve komünistleri ütopik sosyalistler ve ütopik komünistler olarak sınıflandırması ve tarif etmesi de elbette ki anlaşılabilir bir durumdur. Kaldı ki; Marx ve Engels tüm hayatları boyunca ütopik sosyalizm ve ütopik komünizm ile aralarına teorik ve pratik sınırlar çizmek için bilimsel bir savaşım yürütmüştür. Bu noktada Marx ve Engels’in ütopistlere yönelik eleştirileri çok yönlü olup, bu eleştirilerin bir ucu Saint Simon’dan Charles Fouriere’e, Robert Owen’dan Pierre Joseph Proudhon’a kadar uzanmaktadır. Bu da göstermektedir ki; Marx ve Engels’in Marksizm’i başında beri polemikler yoluyla gelişmiş olan bir Marksizm’dir. Dahası Marx ve Engels’in yazdıklarının neredeyse 3/2’si polemik eserlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla Marx ve Engels’in hem kendisinden önceki ütopistlere hem de kendi çağdaşlarına yönetmiş oldukları eleştirilerin nihai amacı sosyalizm ve komünizm kavramlarını ütopik kavramlar olmaktan çıkarıp pratik bir bilim olarak ayakları üzerine oturtma isteği ve çabasıdır.
İyi niyetli ama bilimsel gerçeklerden uzak görüşlere sahip olan ütopistlere dönük eleştirileri sayesinde Marx ve Engels, sosyalizm ve komünizm hedefi noktasında o dönem için çok daha gerçekçi bir teorik tablo ortaya koymayı da başarabilmiştir. Fakat bu olgular tek başına Marx ve Engels’in Fransız ütopik sosyalizminden/komünizminden tam manasıyla keskin bir kopuş sağlayabilmiş olduğunu da kanıtlamaz. Zira Marx ve Engels sosyalist ve komünist toplumların neye benzeyeceğine dair çok net ve açık tarifler yapmaktan bilerek kaçınmış olsalar da (keza ütopistlerin durumuna düşmek istenmiyorlardı), yine de sosyalizmin ve komünizmin tanımı noktasında Fransız ütopizminin kimi öğelerini de sürdürmekten geri durmamışlardır. Örneğin, (Gotha ve Erfurt programı’nın eleştirisinde de görüldüğü gibi) sosyalizme dair “herkese emeğine göre” ve komünizme dair “herkese ihtiyacına göre” ilkeleri bu tutumun bir göstergesidir. Marx ve Engels’in muğlak bir biçimde tanımlamış olduğu bu ilkeler zaman içinde Marksistler arasında sosyalist ve komünist toplumun niteliğine dair “değişmez mitsel doğrular” olarak kabul edilmiştir.
Halbuki Marx ve Engels’in bu noktada ki hatası sosyalist ve komünist toplum biçimlerinin emeğin hangi biçimi üzerinde yükselecek olduğunu net ve açık bir biçimde ortaya koymamış olmamalarında aranmalıdır. Zira bu muğlaklığın kaynağı, gelecekteki sosyalist ve komünist toplum biçimlerini, kapitalizmin kendisinden önce gelen köleci, feodal toplum biçimlerinden ne şekilde ayrıştırmak gerektiği sorusuna da yöntemsel bir cevap verememek kaynaklanmıştır. Keza gelecek toplum tasvirinin kendisi şu an içinde bulunduğumuz toplumun önceki biçimlerinin yöntemlerinde yatmakta idi. Dolayısıyla; her biri belirli bir ana emek türü üzerinde yükselmiş olan bütün bu toplum biçimlerinin niteliği, o toplumu var eden emek biçimleri ile açıklanmadığı için, sosyalist ve komünist toplum biçimlerinin niteliği ve karakteri de Marx ve Engels tarafından belli belirsiz bir şekilde bırakılmıştır. Dahası; Marx ve Engels hangi emek türünün hangi toplum türünü belirlediğini ortaya koymadığı için ve bunu da sistematik bir teorik çerçeve içinde yapmadığı için, “emeğe göre” ve “ihtiyaca göre” belirlenen toplum tipleri ve formasyonları da müphem bir biçimde kalmıştır. Kaldı ki; bugüne kadar ortaya çıkan toplum biçimlerinin hiçbirinde salt emeğe ve ihtiyaca göre şekillenmemiş tek bir toplumsal formasyon da yoktur. İnsanın var olduğu her toplumda ihtiyaçlar ve emek zaruridir. Yoksa zaten toplumsal formasyon toplum olmazdı.
Her toplum biçimi emekle kristalize olması nedeniyle; nasıl ki ilkel toplum toplayıcılık ile, nasıl ki köleci toplum avcılık ile, nasıl ki feodal toplum tarım ile, nasıl ki kapitalizm sanayi ile, kristalize olan ve ete kemiğe bürünen toplumlar ise, benzer şekilde sosyalizmde teknik emek türü ile, komünizmde bilim emek türü ile kristalize olan toplum tipleri ve formasyonlarıdır. Dolayısıyla, sosyalizmdeki “herkese emeğine göre” ilkesi ancak teknik emek ölçüsünde ele alınabilirken, komünizmde ise “herkese ihtiyacına göre” ilkesi ise ancak bilim emeğinin ölçüsü oranında ele alınabilir. Kaldı ki; ister köleci, ister feodal, ister kapitalist olsun tüm sınıflı toplum biçimlerinde emek araçları karşısındaki toplumsal kullanıcı, bireysel kullanıcı, bireysel icatçı ve toplumsal icatçı bölümlenmesi var olduğu müddetçe de, emek içi bölünmeler verili emek türleri arasındaki ihtiyaç ve gereksinimlere göre şekil almaya da devam etmiştir, edecektir, etmeye de mahkumdur.
İşte bu emek içi bölünmüşlük hali var olduğu için bütün bir iktisat tarihi soyut emekten somut emeğe, kafa emeğinden kol emeğine, kır emeğinden kent emeğine, üretken olan emekten üretken olmayan emeğe kadar uzanan “parçalanmış emek fenomenlerinin” bir bileşimi olarak ele alına gelmiştir. Halbuki ele alına bu parçalanmışlık “kategorik bir emek formasyonu”dur. Kategorik emek formasyonu ise kavramsal emek formasyonu içerisinde bulunan alt bir belirlenimdir; tali bir belirlenimdir. Bu bölünmüşlüğün ortadan kaldırılabilmesi bu bölünmüşlüğü sönümlendirecek yeni bir emek türünün ve bu emek türüne bağlı olarak ortaya çıkacak yeni bir tarihsel ve toplumsal sistemin ve yeni emek araçları sisteminin varlığını da zorunlu kılar. Nasıl ki toplayıcı emeğin ihtiyaçları ve gereksinimleri toplayıcı emeğin karakterini yansıtmış ise, daha sonrasında gelen av, tarım ve sanayi emek türleri de kendi ihtiyaçlarını ve gereksinimlerini ortaya çıkartmıştır. Başka bir deyişle, hiçbir emek türü ya da hiçbir toplum türü durduk yere ortaya çıkmadığı gibi, kendine özgü ihtiyaçları ve gereksinimleri de durduk yere gündeme gelmemiştir. Şayet sosyalizm ya da komünizm şansa veya hayale bırakılamayacağına göre, gerçek olan budur! Gerçek olan da zorunluluktan kaynaklanan ihtiyaçlar ve gereksinimlerdir.
Dolayısıyla; sosyalist ya da komünist bir toplumun ortaya çıkabilmesi de, bu toplum tiplerinin ortaya çıkış koşullarını sağlayacak olan emek türlerinin ihtiyaçları ve gereksinimleri ile mümkündür. Yeni bir tarihsel ve toplumsal sistem durduk yere ortaya çıkmaz. Ancak yeni bir sistem zorunluluktan dolayı ortaya çıkar. Kaldı ki; teknik emek türünün ihtiyaçları ve gereksinimlerinden bağımsız olarak sosyalist bir toplum biçimi ortaya çıkamayacağı gibi, bilim emek araçlarına dayanan ve bilim emeğinin üzerinde yükselen ihtiyaçlar ve gereksinimler var olmaksızın da komünist bir toplumda ortaya çıkamaz. Tarihin ve toplumun insan iradesi ile ortaya çıkan “hümanist bir yapı” olduğu yanılsaması; insan iradesini aşan bir emek diyalektiğinin var olduğunu görmemekten kaynaklanan bir yanılsamadır. Bu yüzden bu yanılsama toplumsal kullanıcılık, bireysel kullanıcılık, bireysel icatçılık, toplumsal icatçılık arasındaki bölünmüşlüğü de, sınıfsal farklılıklarında bu nedenle ortaya çıktığını görememekten, anlayamamaktan kaynaklandığı gibi, bu durum sınıf gerçeğinin “tümel tarihsel olgusunu” da kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Sınıflı toplumların tamamında sınıf var ama sınıfsız bir toplum modeli yok. Dahası bir sınıfın ilelebet var olacağına dair bir sınıf tanımı da yoktur. Gerçekte sınıf tanımı emeğin ana formlarına göre oturan tanımdır.
Her şeyden önce komünist bir toplumun var olabilmesi için; öncelikli olarak sınıfların birbirinde iç içe geçerek sönümlenmesi gerekmektedir. Bu da ancak bilim emeği ile mümkündür. Daha doğrusu; toplumsal kullanıcılık bireysel icatçılık içinde sönümlenmedikçe, toplumsal icatçılık bireysel kullanıcılık içinde sönümlenmedikçe; her türden “soyut” ve “somut” emek formu bilim emeğinin içinde kristalize olarak toplumsal icatçılık sistemine dayalı yeni bir toplum tipi ve formasyonu ortaya çıkarmadığı sürece komünizm ham bir hayalcilikten ve ütopizmden başka da bir şey değildir. Fakat bunu gerçekleştirmek yine insan türünün elindedir. Sınıfların varlığını devam ettirende insan olduğuna göre; insan insana yaraşır bir biçimde emeğin emek üzerinde tahakküm kurmadığı bir dünyayı da pekala kurabilir. Lakin bunun yolu da insanın tümel emek araçları karşısındaki tikel “yabancılaşma” halinin yaratılabilmesinden geçmektedir. Daha basit bir şekilde anlatmak gerekir ise; tüm toplumun bilim emeği ürettiği ve bilim emeği tükettiği bir toplumda tüm toplum “icatçılara” dönüşeceği için toplumsal sınıfların varlığı da artık gereksiz bir hale gelecektir. Komünizm ancak zorunluluklar sonucunda ortaya çıkabilir. İnsanın öznel iradesi bu mesafeye ulaşmakta ancak yol gösterici olabilir. Bu yüzden bilimsel komünistlerin asıl vazifesi kitlelere devrimci bir perspektif sunmaktır. Dolayısıyla; bilimin ve aklın yolu emeğin yolu ve emeğin diyalektiğinden geçmektedir. Komünizme giden başkaca bir yol icat edilmemiştir.
Bugün asıl sorun Marksizm’i Marx ve Engels’in bile hayal edemeyeceği bir noktaya getirmektir. Kuşkusuz Marx ve Engels’te en çok bunu isterdi. İşte yaşayan ve nefes alan Marksizm budur! Marksist ve Leninist teoriyi Marx’ın, Engels’in Lenin’in hayal bile edemeyeceği boyutlara getirmek elzem ve ivedi bir durumdur. Marksizm’in koşullarla birlikte değiştiğini söyleyenler, değişen Marksizm’in değişen yönlerini gösterip ispatlamakla mükelleftir. Bugün bunu yapan tek akım Emekoloji’dir. Lakin bugün dahi “Marksizm değişimin pratik teorisidir” diyenler, emme basma tulumba gibi eski metinlere biat edip, yalnızca kafa sallayıp yan gelip yatmaya devam ediyorlar. Ve bunu yaparken de hiç utanmıyorlar. Bırakın Marksizm’in üç kaynağını, değil üç, üzerine sorgulamadıktan, düşünmedikten sonra Marksizm’in üç yüz otuz üç kaynağı olsa ne yazar! Emekoloji yalnızca bu üç kaynağı değil, Marksizm’in tüm kaynaklarını enine boyuna sorgulamakta, Marksizm’in koşullarla birlikte değişen yönlerini tespit etmekte, bütün bunları ise yeni bir kalıp ve yeni bir yöntem temelinde herkesin gözü önünde ulu orta yapmaya devam etmektedir.
Asıl yapılması gereken Marksizm bu üç kaynağını (ve diğer kaynakları) alıp değiştirip, yenileyip, yanlışlardan arındırıp yepyeni bir yapı oluşturmaktır. Marx ve Engels’in de asıl yapmaya çalıştığı şey buydu. Ne yazık ki onların tarihsel koşulları yeni bir yapının inşasına girişmeye yetmedi. Lakin onlar asla bu iş bitti, buraya kadar da demediler. Ölüm döşeklerine kadar bu savaşımın, bu değişimin motoru olmaya çalıştılar. Ölümlerini bile bu azimle karşıladılar. Onların başlattığı ve Lenin ve diğerlerinin devam ettirdiği bu yol emeğin bilimsel yoludur. Onların emekleri ve azimleri sayesinde Emekoloji bilimsel bir yönteme ve çalışan disipline dönüşebildi. Ve hala da dönüşüm süreci devam ediyor.
Arkaya dönüp bakıldığında hiç kuşkusuz emekolojstlerin devasa bir külliyatı, dağlar kadar hazineyi süze süze yeni bir yapının inşasına girişmeleri sanıldığı gibi hiçte kolay olmadı. Küsenlerin, darılanların, olmaz böyle şey diyenlerin eksik olmadığı bu süreçte, eski yapı bozula bozula tümden yok olup, yeni yapı bugün ki yeni biçimini aldı. Ve hala da biçim almaya devam ediyor. Başka türlü olması da mümkün değildi. Lakin bilimsel değişimin rüzgarları politik ve örgütsel kıyılara anca yeni yeni vurmaya başladı. Deniz bitti, kara gözüktü! Emekoloji gemisi kıyıya yanaşma rotasında yolundan sapmadan ilerleyişini sürdürmeye devam ediyor. Artık kendisine yeni bir liman inşa ediyor; öyle eski limanlara yanaşıp da demir atacak gibide hiç gözükmüyor.
Dipnotlar
[1] Buradan hareketle her çağın içkinliğine yönelik “ayrı bir Marksizm’in de” olduğunu iddia edebiliriz. Şöyle ki; Marksizm öncesi “köleci dönem Marksizm’i” ve “feodal dönem Marksizm’i” olarak iki tarihsel döneme ayrıştırabiliriz. Marx buna “ilkel sosyalizm” ve “ilkel komünizm” ile ilgili olarak Marksizm öncesi sosyalizme ve komünizme atıfta bulunarak işaret etmiştir. Marx sınıflı toplumlar oluştuğundan itibaren “sınıfsız toplum özlemini ve onun hareketini” ütopik sosyalizm ve ütopik komünizm olarak Marksizm’e dahil etmiştir. Marx “bizden öncede komünizm fikri vardı. Komünizm fikrini biz icat etmedik” derken tam da bunu kastediyordu. Marksizm öncesi ütopik Marksizm olmasaydı; Marksizm’de olmazdı.
[2] Tümel emek araçları (tümel emek zaman miktarları) karşısındaki tikel göreli emeğin (tikel artık emek zaman miktarlarının) eski emek biçiminden (tarihsel emek zaman miras miktarlarından) ayrışarak adım adım kendi bağımsızlığını ilan etmesi durumu, her yeni emek biçiminin de (tikel toplumsal yeni emek zaman miktarlarının) kaçınılmaz bir sonucudur. Buyurun size emekolojik “artık-emek-değer” teorisinin çok kısa bir özeti.
[3] Lenin Hegel felsefesi üzerine yaptığı kişisel çalışmalarda bu gerçeği kısmen de olsa teşhis etmiş olsa da, yol ve yöntem sorununda bu konuyu bir sonuca bağlayacak sistematik ölçekte bir metodoloji de ortaya koyamamıştır. Lenin “Felsefe Defterleri”nde şunları söylemektedir: "Eğer yanılmıyorsam, burada Hegel'in ulaştığı sonuçlarda çok miktarda mistisizm ve boş bilgiçlik var. Ama temel fikir dahice: evrensel, çok yanlı, her şeyin her şeyle yaşayan ilişkisi ve bu bağlantının insan kavramında yansıması -materyalist bir biçimde başının üzerinde duran Hegel. Bu kavram, öylesine parlatılmış, parçalanmış, esnek, hareketli, göreli, karşılıklı olarak bağlantılı, karşıtlığı içinde birleşmiş olmalı ki dünyayı kucaklayabilsin. Hegel ve Marx'ın eserinin devamı, insan düşüncesinin tarihinin, bilimin ve teknolojinin diyalektik işlenmesini içermeli." Kısacası, Lenin’in bu yorumları yapmasının temel nedeni metodolojik açıdan Marksizm’in henüz bir bilim olmadığına ilişkin ön kabulünden kaynaklanmaktadır. Lenin’in bu ön kabulü Marx ve Engels’in Marksizm’inin tarihsel sınırlarından kaynaklanmaktaydı.
[4] Karl Marx Kapital’in Almanca İkinci Baskısına yazdığı ön sözde şöyle der: “Diyalektiğin Hegel'in elinde maruz kaldığı gizemlileştirme, onun genel hareket biçimlerini kapsamlı ve bilinçli bir şekilde ilk önce Hegel'in ortaya koymuş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde gölgeleyemez. Hegel'de diyalektik baş aşağı durur. Gizemsel kabuğun içindeki rasyonel özü bulmak için tersine çevrilmesi gerekir. Gizemleştirilmiş biçimi ile diyalektik var olanı yüceltir göründüğü için Alman modası olmuştu. Oysa rasyonel biçimi ile diyalektik, burjuvazi ve onun doktriner sözcüleri için rezil ve iğrenç bir şeydir çünkü; diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda, onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir.” Marx Hegel’deki diyalektiği bu şekilde yorumlar. Lakin Hegel’deki diyalektik böyle midir? Yoksa Marx’ta ki diyalektik gerçekte gerçek midir? Gerçekte; “Hegel diyalektiği” ile “Marx diyalektiğinin” Marx yorumu iki farklı “diyalektik düzlemin” iki farklı kümenin ortak öğeleri ile ortak olmayan öğelerinin birlikte yorumlanmasıdır. Dolayısıyla; iki farklı diyalektik düzlemin varlığının ön kabulü iki farklı diyalektik kavramının değişik tarzda yorumlanmasıdır. Yani Marx burada Hegel diyalektiğini kabul ederken onu kendi diyalektiği içerisinde yorumlamaktadır. Gerçekte Hegel diyalektiği ise ondan önceki filozofların diyalektik anlayışlarının tümelinin özümsenerek kendi diyalektik anlayışının içinde mistik olarak gizlenmesi anlayışıdır. Aslında Hegel’e “usta bir hırsız” dersek abartmışta olmayız! Keza antik Yunan’dan beri diyalektik ve onun içeriği, ister materyalizm içinde, isterse idealizm içinde, yorumlanırsa yorumlansın özünde hiç değişmemiştir.
[5] Nasıl ki öznesiz bir nesne ve nesnellik tarifi olamayacağı gibi, nesnesiz bir özne ve öznellik tarifi de yapılamaz. Soyut emek ve somut emek, kafa emeği ve kol emeği, kır emeği ve kent emeği, üretken olan emek ve üretken olmayan emek vs. biçiminde yapılan düalist ayrımlar sanayi emeğinin türdeş ayrımları olup, sanayi emeğinin ve mantığının izlerini taşıyan bu ayrımlar, kabaca 17. Yüzyıl’dan itibaren önde gelen İngiliz ekonomi politikçileri tarafından geliştirilmiş kavramlar olup, burjuvazinin icatçı emeği ile proletaryanın kullanıcı emeği arasında da görüldüğü gibi, özellikle de icatçı emeğin, yani soyut sofistike emeğin kol gücüne dayalı “somut emek” karşısındaki üstünlüğünü meşru kılmaya dönük ideolojik bir işleve de sahip olmuştur. Sonuçta; kapitalizm altında her şey gibi bilimde ideolojiktir. Dolayısıyla; soyut emek ve somut emek gibi kavramsallaştırmaları ideolojiden tamamen bağımsızlaşmış salt ekonomik ilişkileri yansıtan iktisadi-kavramlar olarak görme yanılsaması büyük bir hatadır. Aslında bir yanıyla da bu kavramlar; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde sanayi emeğinin icatçı-emek güçlerinin hem eski feodal güçler hem de yeni proleter güçler karşısındaki ideolojik üstünlüğünün İngiliz ekonomi politiği eliyle taçlandırılması işlevini de görmüştür. Halbuki emeğin “doğasında” böyle bir ayrım bulunmadığı gibi; somut, soyutlaşmış-somut, soyut, somutlaşmış-somut biçimindeki çevrimsel emek diyalektiği var olmadığı sürece “nesnesiz” ya da “öznesiz” bir emekten bahsetmekte söz konusu bile olamaz. Gerçekte ise insanın hem öznesi hem de nesnesi emektir; insanın hem tarihsel hem de toplumsal ilerleyişi ancak emek türlerinin diyalektik değişim, gelişim ve dönüşüm biçimlerinin incelenmesi ile anlaşılabilir.
22.02.2023
Serhat Nigiz
6 notes · View notes
draqe · 2 years ago
Text
aşkım marksizm leninizm maoizm diyorum onlar ne ya ben sadece sensizim diyor kdkdkdksjj
6 notes · View notes
hetesiya · 2 years ago
Text
Zapatizm’in Poetiği ve Estetiği: Marcos’un Vedası
Alessandro Zagato, Çeviri: Derya Yılmaz
Tumblr media
"Granjas integrales zapatistas", Beatriz Aurora, 1997.
EZLN 1983’te yeraltında, 6 kişilik bir grup olarak kuruldu: Meksika’nın farklı yerlerinden Lacandon Ormanı’na giden, üçü melez üçü yerli, beş erkek ve bir kadından oluşuyordu. Önce, bölgedeki yerli halkı bir gerilla ordusunda örgütleme amacıyla askerî bir kamp kurdular, bu gerilla ordusu ilerleyen yıllarda düzenli orduyu yenerek Meksika’da devrim yapabilirdi. Başta 1960’larla 1970’lerin Latin Amerika devrimci hareketlerinin tipik ideolojisinin etkisinin altında olan grup, Marksist-Leninist bir sosyalizm inşası anlayışına bağlıydı.
İlk ağızdan aktarılanlara göre,[1] daha bu ilk aşamalarda ve yeraltında yaşamanın getirdiği zorluklara rağmen, EZLN’de çok güçlü bir sanatsal ifade eğilimi vardı. “Her Pazartesi günü kültürel etkinlikler düzenliyorduk: ‘kültür birimi’ dediğimiz bir grupla toplanıyor, şiirler, şarkılar okuyor, tiyatro oyunları canlandırıyorduk”. Askerî eğitim rutini çerçevesinde fiziksel antrenman yapılıyor, Kuzey Amerika ile Meksika ordularının strateji kitapları okunup tartışılıyordu; ama Cervantes, Juan Gelman, Shakespeare, Miguel Hernandez, Brecht gibi yazarların eserleri de hep birlikte okunuyordu. EZLN’nin resmî bildirilerinin kendine özgü üslubunda bunların büyük etkisi görülecekti.
Ancak, Zapatizm’in politik/estetik benzersizliğini belirleyen tek etken, küçük bir grup devrimcinin eğilimleri değildi; Chiapas’ın o bölgesinde yaşayan Maya yerlilerinin kozmolojisiyle ve kadim formlarıyla yaşadıkları karşılaşmaydı. Bu karşılaşma, kelimenin gerçek anlamıyla bir olay, “süblim bir hadise”ydi,[2] başlangıçtaki planı altüst edip beklenmedik olanakların önünü açan, böylece yeni bir öznelliğin biçimlenmesini sağlayan güçlü bir sarsıntıydı. “O aşamada,” diye anlatıyor Marcos, “EZLN, oraya gittiğimizde tasavvur ettiğimiz şey olmaktan çıktı. Yerli topluluklar bizi yenmişti, ve bu yenilginin sonucunda EZLN katlanarak büyümeye, bambaşka bir şeye dönüşmeye başladı”. Başka bir metinde[3] Marcos daha da kesin ifadeler kullanıyordu: “Gerçek anlamda bir yeniden eğitim, yeniden biçimlenme sürecinin sancısını çektik. Yerliler bizi adeta silahsız bırakmıştı. Sanki bizi oluşturan, parçamız olan, sahip olduğumuzun farkında bile olmadığımız her şeyi –Marksizm, Leninizm, sosyalizm, kent kültürü, şiir, edebiyat– sökmüşlerdi. Bizi önce silahsız bırakmış, sonra yeniden, ama bambaşka bir tarzda, silahlandırmışlardı.”
Gerillalar, yerli topluluklarla politik bir diyalog kurabilmek için öznel yatkınlıklarını büyük ölçüde yeniden oluşturmak zorunda kaldılar. Değişimin aktörü olarak tanımlanan belli bir grup insanda “bilinç” yaratıp politik değişim yolunun gösterildiği endoktrinasyon ve üye devşirme gibi alışıldık stratejileri bir yana bırakmaları gerekti. EZLN’nin yerli topluluklarla karşılaşması, bu stratejilerin tam tersiydi; iki tarafı da karşılıklılık ve alışveriş yolları keşfetmeye sevk eden sürtüşmelerle biçimlenmişti. “Politik tasavvurumuzun, yerli topluluklarınkiyle çatıştığını ve bu doğrultuda değiştiğini seziyorduk. Bu durum, EZLN’nin, bir gerilla birimi olarak son derece yoğun olan kültürel hayatı üzerinde de etkili oldu.”[4]
Bu karşılıklı dönüşüm sürecinin, hem dilin kullanımı hem de tercüme eylemi üzerinde bazı etkileri olduğunu da kaydetmek gerekiyor. Yerli dilleri, çok canlı bir sözlü geleneğe dayanır ve gerçekliği son derece şiirsel unsurlarla betimler. Bu, yerlilerin İspanyolca’yı temellük etme biçimlerine de yansımıştır: Bu dil, kinayeli imgeler ve metaforlarla doludur. Yerli kozmolojilerini tercüme etmek söz konusu olduğunda, kelimeler yetersiz kalır. Örneğin, 1910’da Meksika Devrimi’nin kıvılcımını çakan ve EZLN’nin de sahiplendiği “Toprak ve Özgürlük” çağrısının, Nahuatl dilinde çok daha geniş bir manası vardır: Toprak (tlali) kavramı aynı zamanda doğa, yeryüzü ve komünal yaşam fikirlerini de içerir. ¡Tierra y Libertad! sloganının, toprağı bir üretim aracından ibaret görmeyen Meksika yerli halkları arasında bu kadar büyük yankı uyandırmasının nedeni de budur.
Bu dil aynı zamanda, İspanyol sömürgeciliğine direnişi de bünyesine katan son derecede zengin bir görsel dili içerir. Örneğin, “İspanyol conquistador’lar, isyancıları hemen seçebilmek için Chiapas ve Guatemala halklarını köylerinin işareti olan ayırt edici giysiler giymeye zorladıklarında, yerli kadınlar buna direnmek için olağanüstü güzellikte huipil’ler işlemişlerdir”.[5]
Zapatist görsel dili, Maya geleneğine ait unsurlarla ve bu geleneğin devrimci projeyle karşılaşmasından doğan sembollerle doludur. Örneğin kar maskesi, hızla bir kimlik ve birlik sembolü haline gelmiştir. Maske, hem kadim direnişi hem de ölümün varlığını canlandırır: Zapatistlerin sık sık tekrarladıkları gibi, “yaşamak için ölmemiz gerektiği” gerçeğini ifade eder. Maske aynı zamanda, Jacques Rancière’in “duyulurun paylaşımı” dediği şeyin altüst edilmesini de içerir: belirli bir toplumsal-tarihsel durumda algının, düşüncenin ve eylemin koşullarını belirleyen rejim. Zapatistler, adlandırılmak ve tanınmak için yüzlerini kapatır, gizlenmek içinse maskelerini çıkarırlar.
Maya kozmolojisiyle yaşanan karşılaşma, müralizm gibi daha geleneksel sanatsal ifade biçimlerinde, anonim Zapatist köylü sanatçılarının resimlerinde, Beatriz Aurora’nın eserlerinde de görülür. Beatriz Aurora, 1990’ların ortalarından beri Zapatistlerle çok yakın ilişki içinde olan bir sanatçı. Resimleri, Zapatizm’in görsel estetiğini keşfetme çabaları olarak görülebilir. Bunlar aynı zamanda dışardaki insanları Zapatistlerin politikası, talepleri ve tarihleriyle buluşturan birer geçit işlevi görüyor.
Geçen yıl Aurora’yla yaptığım bir söyleşide, eserlerindeki hangi unsurların Zapatistlerin hayal ettiği “başka dünya”yla ilişkili olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bütün motifler. Mesela, kullandığım renkler her an her yerde mevcut – en başta da kadim formlara dayanarak kendi tasarladıkları kıyafetlerde. Zapatist toplulukları, muazzam çeşitlilikte canlı unsurun birlikte var olduğu mekânlar: her yaştan Zapatist, yeni hasat edilmiş mısırlar, gitar çalan gençler, güneşte kuruyan kakao ve kahve. Her şey, gür bir bitki örtüsünün içine gömülmüş. Her türden evcil hayvan etrafta geziniyor. Bütün bu unsurlar, bir yaşam-orkestrası gibi, armonik bir hareket ve seda yaratıyor.”[6]
Başka bir yerde de vurguladığım gibi,[7] Beatriz Aurora’nın resimlerinin birçoğunun baskın özelliği, perpektifin yokluğu (veya tam gelişmemiş halde bulunması). Bu özellik, ressamın, kompozisyondaki her öğeye eşit konum kazandırma amacını yansıtıyor. Aurora’nın kendine özgü renk kullanımı ve temel formlardan yararlanması, eserlerine naif bir hava vererek, çocukluğa dönme çağrısını, dünya karşısında ve barındırdığı imkânlar karşısında duyulan büyülenmeyi yansıtıyor.
“Yaşam orkestrası” deyişi Zapatistlerin politik süreçlerini çok iyi tarif ediyor, çünkü şirketlerin sömürü ve yıkımlarının yol açtığı ölümün karşısına yaşamı çıkarıyor ve sıradan insanların gündelik hayatıyla organik bir bağı var. Güney Afrikalı bir gecekondu hareketi üyesinin ifadeleriyle, “bu, insanlara yakın ve onlar için gerçek olanın politikası”,[8] ideolojiye karşı olmasa da, önceden var olan bir teoriden yola çıkmıyor, veya işe ayrı bir alandan başlamıyor, somut bir duruma içkin bir bakış açısıyla insanların ne dediğinden ve ne yaptığından hareket ediyor.
Bu yaklaşım, yenilikçi eşitlik ve toplumsal adalet anlayışlarıyla deney yapan benzersiz bir politika türünün gelişmesini sağladı; son derece yerelleşmiş bir ölçekte olmakla birlikte, 20. yüzyıldaki girişimlerin başarısızlıklarını aşan bir politika bu. 1990’ların ortalarından beri bu deneyler, hareketin başta önüne koyduğu zafer ve devlet iktidarını ele geçirme hedeflerinin yerini alarak, Zapatist toplumunu biçimlendiren eşitlikçi formlarda belirginleşti: bağımsız Juntas de Buen Gobierno (iyi hükümet kurulları), sağlık hizmeti sistemi (özerk olarak yönetilen klinik ve hastaneler), eğitim sistemi ve kolektif biçimde örgütlenmiş üretim sistemi.
Tumblr media
Subcomandante Marcos, La Realidad’da, 2014
22-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Zapatist hareketin beş politik merkezinden biri olan La Realidad’da, Galeano adıyla bilinen Zapatist eylemci José Luis Solís López’in anma törenlerine katıldım. Galeano, geniş çaplı bir kontrgerilla stratejisinin parçası olarak, federal hükümetin üyeleri tarafından yönetilip finanse edilen CIOAC-H adlı paramiliter örgüt  tarafından birkaç hafta önce öldürülmüştü. Burada bu olayın ayrıntılarına girmeyeceğim; anma törenleri sırasında, Subcomandante Marcos’un kamu önüne son kez çıktığı konuşmasına odaklanacağım. Bu önemli figürün veda sözlerini sarf ettiği bu bildiri, her zamanki gibi son derece derin, şiirsel, dolayısıyla farklı okumalara açıktı.
Malum, Marcos son yirmi yıldır EZLN’nin en çok göz önünde olan sözcüsüydü, öyle ki uluslararası çapta bir ikon haline gelmişti. Ayaklanmanın ilk günlerinde, EZLN’nin sözcülüğünü üstlendiği zamandan beri tanıyoruz onu, ve yıllar içinde bu sözcülük rolünü yorumlama biçiminde ciddi bir değişim olduğunu biliyoruz. Ayrıca kendisinin, ilk aşamalardan itibaren EZLN’nin askerî liderlerinden biri olduğunu da biliyoruz.
Marcos karakterinin biraz abartılı ve teatral olduğu, kamu önündeki görüntüsünün de bir hayli performatif olduğu hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Örneğin Žižek,[9] Marcos’u “Subcomediante” diye adlandırarak, devrimci yaklaşımla bağdaştıramadığı bu tavrı eleştiriyordu. Fakat EZLN’nin birden, bir anma töreni sırasında, bu figürden kurtulmaya karar vermesi, büyük şaşkınlık yarattı. Her şeyden önce bu, “alışıldık” iktidar ve devrim mantığına aykırıydı. Devlet, bozguncu bir örgütü dağıtmak istediğinde, ilk hamlesi liderinden kurtulmak olmuyor muydu? Neden Zapatistler, kendilerine dünya çapında ün kazandıran, bu kadar ilgi çekmiş sembollerden birini ortadan kaldırma gereği duymuştu?
EZLN aylardır Marcos’un ağır hasta olduğu söylentilerini yayıyordu. Ana-akım medya, hastalığının niteliğini bile tartışmaya başlamıştı. Hatta bazıları, aslında EZLN’nin lider kadroları arasında anlaşmazlıklar olduğunu ima ediyordu. Marcos 24 Mayıs günü, La Realidad’da, Galeano anısına düzenlenen geçit töreninde bir atlı asker birliğine öncülük etti. Ama geceleyin, “bunlar, varlığım son bulmadan önce kamu önünde sarf ettiğim son sözler olacak” dediği bildirisini okumaya başladığında, seyirciler arasına endişeli bir sessizlik yayıldı.[10]
Marcos konuşmasına, EZLN’nin son yirmi yıldır geçirdiği değişim sürecindeki farklı boyutları ele alarak devam etti; ona göre bu değişimleri anlayabilenlerin sayısı çok azdı. Değişimin unsurlarından biri sınıftı: “aydınlanmış orta sınıftan, yerli köylüye geçiş”; bir diğeri ırktı: “melez liderliğinden, yerli liderliğine geçiş”. Ama değişimin bir unsuru da, düşünceydi: “devrimci öncülük anlayışından, itaat ederek yönetme anlayışına; yukardan iktidarı ele geçirme hedefinden, aşağıdan iktidar yaratma hedefine; uzmanlaşmış politikadan, gündelik politikaya; liderlerden halka; toplumsal cinsiyete dayalı marjinalleşmeden, kadınların katılımına; ötekini küçümsemeden, farklılığın kutsanmasına” geçilmişti.[11]
Bu analizin sonunda Marcos şunu soruyordu: Meksika’da entelektüeller, politikacılar ve eylemciler de dahil olmak üzere birçok insan, tarihi halkın yaptığını kabul etmekle birlikte, “uzmanların” bulunmadığı bir halk yönetimi karşısında neden bu kadar korkuya kapılıyordu? “Halk yönettiğinde, insanlar kendi atacakları adımlara kendileri karar verdiklerinde, [neden bu insanlar] bu kadar dehşete düşüyorlar”dı?[12]
Marcos, bu sorulara cevap bulmak için, 1 Ocak 1994’te EZLN’nin Chiapas’ın kentlerine indiği ve adımlarıyla dünyayı yerinden oynattığı isyana döndü. İlerleyen günlerde isyancılar ortada bir tuhaflık olduğunu fark etmeye başlamışlardı: “dışardaki insanlar bizi görmüyordu”.[13] Zapatistler, sivil toplumun, isyanlarının gerçek niteliğini anlayamadıklarını sezmişlerdi. “Yerlilere hep tepeden bakmaya alıştıklarından, bize bakmak için başlarını yukarı kaldırmadılar. Bizi hep aşağılanmış halde görmeye alıştıklarından, onurlu isyanımızı anlayamadılar. Bakışları sadece, kar maskesi giymiş vaziyette gördükleri, yani göremedikleri, bir meleze [Marcos’a] odaklandı.”[14]
Bu, Marcos’un açıkladığına göre, hareketin tarihi içinde “Marcos figürünün inşasının” başlangıcıydı. Bu inşanın gerekçeleri ortadaydı: ırkçılık, 500 yıllık sömürü ve aşağılanma, ayrıca politik öncülük anlayışı, insanları birkaç bin yerlinin nelere kadir olabileceğini görmekten alıkoymuştu. Bu insanlara, solun bazı kesimleri de dahildi, çünkü “sol, en çok da devrimci olma iddiasındaki sol da ırkçılıktan nasibini almıştır.”[15]
Hareket, bu görünürlük sorununa çare olarak, yerli isyanı ile toplum arasında –yani, birbiriyle bağdaşmayan iki kozmoloji arasında– sembolik bir dolayım aracı işlevi görecek estetik bir yaratıma başvurdu.
Marcos karakterini illa tanımlamam gerekiyorsa, hiç tereddütsüz, onun renkli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Daha iyi anlayasınız diye şöyle de diyebilirim: Marcos, Bağımsız-Olmayan-Medya’ydı.[16]
Bu ifadeler çok önemli, çünkü “Marcos’un inşası”ndaki estetik-politik anlama dair bir (öz)eleştiri içeriyor. Marcos, bir mecra olarak imajının bağımsız olmadığını söylemekle, bu imajın iktidar alanına ait olduğu, o alana sızmak için kurgulanmış olduğu gerçeğine göndermede bulunmuştu.
Guy Debord’un izinden giderek, Marcos imajının “gösteri nitelikli” olduğunu, çünkü imajların yapısal bir ayırma, dolayımlama ve etkisizleştirme işlevi gördüğü soyut bir üretim ve toplumsal ilişki rejiminin parçası olduğunu iddia edebiliriz. Debord Gösteri Toplumu kitabında imajların toplumsal ilişkileri düzenleme biçimi sonucunda bireylerin üretim, ihtiyaç, duygulanım, arzu vb. gibi alanlarda kendi varlık koşullarının gerçekliğinden koparıldığını öne sürer. İmajlar insanları, bir soyutlaşma sürecine iter; bu süreçler, Tiqqun’un “kamusallık” diye nitelediği gayri şahsi bir ortak duyu içerisinde gerçekleşir. Kamusallık yoluyla “liberal devlet, nüfusun temelindeki geçirimsizliğe şeffaflık verir” ve böylece onu daha etkili biçimde yönetir.[17]
Dediğim gibi, Marcos figürü, Zapatist isyanı ile toplum arasında köprü kurmak üzere kamusallık alanına yansıtılmıştı. Zapatistlerin politik süreçlerini, daha alışıldık ve kolaylıkla algılanan bir devrimci imgeleme uygun düşen bir estetik çerçeveye yerleştirme ihtiyacının sonucuydu: ırksal ve sınıfsal hiyerarşileri yeniden ürettiği için de (beyaz, eğitimli bir lider), cazip bulunan bir çerçeveydi bu. Fakat bu imaj, hareketin gerçeğinden koparılmış bir soyutlamanın ürünüydü. Marcos’un inşası, isyana bir ölçüde ihanet ediyordu, çünkü onun hem niteliği hem de kompozisyonu konusunda yalan söylüyordu. Yıllar geçtikçe Marcos figürü, kamusallık alanında neredeyse kendi başına bir varlık kazandı, medya tarafından temellük edildi ve gösteri niteliğine büründürüldü, bunun sonucunda da kısmen depolitize oldu.
1851 tarihli bir metinde Fransız bir işçi, büyük sanatçıların (ve sosyalist propagandanın) işçi figürünü temsil ettikleri kalıplaşmış tasvirleri eleştirir: “Döküm işçilerinin sert duruşu, hayranlık verici bazı çalışmalara konu olmuştur. Flaman ve Hollanda okulları, bu duruşun bir  Rembrandt veya bir Van Ostade’nin elinde nasıl iyi sonuçlar yaratabileceğini gösterdi. Ama bizler, bu hayranlık verici eserlere model olan işçilerin, çok genç bir yaşta görme yetilerini kaybettikleri gerçeğini aklımızdan çıkaramıyoruz, ve bu gerçek, o büyük ustaların eserlerine bakmaktan aldığımız zevkin kaçmasına sebep oluyor”.[18] Yani, döküm işçisinin estetik soyutlaması, fabrika koşullarındaki sefaletin üzerini örter. Öte yandan, Rancière şöyle der: “Ressamların, işçilerin yüzlerinde tasvir ettiği heybetli, erkeksi şiirsellik, işçilerin sefaletini örten bir maske değildir basitçe. Bir hayalden vazgeçmenin karşılığında ödenen bedeldir: imajlar dünyasında başka bir yere sahip olma hayalidir bu”.[19] Propaganda veya “kamusallık” adına üretilen imaj, temsil edilen özne (işçi, veya devrimci yerli köylü) üzerinde gizemleştirici ve baskıcı bir etki yaratır, çünkü onu belli bir duruma, veya imajlar dünyasında belirli bir yere tayin ederek, özgür olmasını engeller. “İşçiyi ona ayrılmış yerde tutmak için”, der Rancière, “gerçek hayattaki hiyerarşinin, imgelemsel bir hiyerarşideki kopyasının da olması gerekir […]”.[20]
Bu işçi temsilleri gibi, “Devrimci Marcos” figürü de Zapatist hareketin gerçekliğini (ırk, sınıf ve yapı bakımından) gizemleştirir, ama aynı zamanda Zapatist isyancılara imajlar dünyasında belirli bir yer tayin eder. Marcos’un vedası, bu dinamiği altüst etme hamlesi olarak görülebilir. Uruguaylı sosyolog Raùl Zibechi, bu etkileyici hamleyle birlikte “Zapatistlerin çıtayı muazzam yükseltiğini, bugüne dek hiçbir politik gücün erişemediği bir yere çıktıklarını” öne sürüyor.[21] Gerçekten de Zapatizm’in politik meydan okuması, Marcos’un estetik olarak temsil ettiği askerî liderlik düzeyinde değil, özerkliğin inşasında hayata geçiyor: iktidarın tabandan yaratılmasında, herkes için ve herkesle bağı olan gündelik politikada.
Kaynak: Alessandro Zagato’nun Poetics and Aesthetics in Zapatismo: The Farewell of Subcomandante Marcos başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[2] Deleuze, Difference and Repetition (New York: Columbia University Press, 1994).
[3] Yvon Le Bot, El sueño zapatista. Entrevistas con el Subcomandante Marcos, el mayor Moisés y el comandante Tacho, del Ejercito Zapatista de Liberación Nacional (México: Plaza & Janés, 1997) s. 123.
[4] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[5] Kadın giysileri. Jeff Conant, A Poetics of Resistance: The Revolutionary Public Relations of the Zapatista Insurgency, 2010.
[6] GIAP, “Entrevista a Beatriz Aurora”, Rufiàn Revista, 17, 2014 s. 67.
[7] Natalia Arcos ve Alessandro Zagato, “Diálogo n°1: Notas sobre estética y política en el movimiento zapatista” Rufiàn Revista, 17, s. 21
[8]  S’bu Zikide, “The high cost of the right to the city”. Abahlali Official Website, 25 Mayıs 2009 http://www.abahlali.org/taxonomy/term/1093
[9] Slavoj Žižek, “Resistance Is Surrender”, London Review of Books, 29, 22: 7. Resistance is Surrender
[10]  EZLN, “Entre la Luz y La Sombra”, Enlace Zapatista, 25 Mayıs 2014 http://enlacezapatista.ezln.org.mx/2014/05/25/entre-la-luz-y-la-sombra/ İngilizce çevirisi için bkz. Between Light and Shadow
[11] A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] A.g.e.
[14] A.g.e.
[15] A.g.e.
[16] A.g.e.
[17] Tiqqun, Introduction to Civil War (Los Angeles: Semiotexte, 2010).
[18] Jacques Rancière, The Nights of Labour: The Workers’ Dream in Nineteenth Century France (Philadelphia: Temple University Press, 1989) s. 5 .
[19] A.g.e.
[20] A.g.e.
[21] Raùl Zibechi, “The Death Of SupMarcos. A Blow to Revolutionary Pride”, Dorset Chiapas Solidarity, 20 Haziran 2014 https://dorsetchiapassolidarity.wordpress.com/2014/06/20/the-death-of-supmarcos-a-blow-to-revolutionary-pride/
5 notes · View notes
vernaastal · 1 year ago
Text
Marksizm,Leninizm,Sensizim!
@yabanmersinliyogurt
3 notes · View notes
katastrofologia · 2 months ago
Text
başta türkiye komünistleri olmak üzere tüm dünya komünistleri yoldaş mao zedong'un şahsında marksizme leninizme yönelen modern revizyonist troçkist kırması menşevik alaşımlı yeni oportünist cepheyi de yerle bir edecektir yaşasın marks engels lenin stalin ve mao yoldaşların ışıklı yolu
0 notes
1234567ttttttttttt · 4 months ago
Video
youtube
Co łączyło leninizm i faszyzm? Marksistowska przeszłość Mussoliniego i l...
0 notes
pusulaforumcom · 1 year ago
Text
Abdullah Öcalan Kaç Yaşında, Nereli? Biyografisi? İmralı Cezaevi Nerede? Nasıl Gidilir!
https://pusulaforum.com/konu/abdullah-oecalan-kac-yasinda-nereli-biyografisi.721/
https://pusulablog.com/abdullah-ocalan-kac-yasinda-nereli-hayati-ve-imrali-cezaevi-nerede/
Tumblr media
Öcalan'ın düşünceleri, Marksizm-Leninizm temelli olup, zaman içinde demokratik konfederalizm gibi yeni ideolojik yaklaşımları benimsemesine yol açtı. Özellikle hapiste geçirdiği yıllarda yazdığı kitaplar ve bildirilerle bu düşüncelerini kamuoyuyla paylaştı.
#Öcalankaçyaşında #Öcalanınyaşı #Öcalannereli #imralıCezaevinerede
0 notes
cinaraslan · 3 years ago
Text
📗1972 - Kızıldere Olayı: Mahir Çayan ile dokuz arkadaşı, Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde saklandıkları evde öldürüldü. Üç İngiliz de aynı evde ölü bulundu. Olaydan sadece Ertuğrul Kürkçü sağ olarak kurtuldu.📌
1972 - Ahmet Atasoy, Marksist-Leninist devrimci önder ve THKP-C Devrimci (d. 1946)
1972 - Cihan Alptekin, Türk devrimci ve THKO kurucularından (d. 1947)
1972 - Ertan Saruhan, Türk öğretmen ve THKP-C'li eylemci (d. 1942)
1972 - Mahir Çayan, Türk devrimci ve THKP-C önderlerinden (d. 1946)
✊🏻 KAHROLSUN AMERİKAN EMPERYALİZMİ KAHROLSUN FAŞİZM, YAŞASIN İŞÇİLER KÖYLÜLER ✊🏻✊🏻✊🏻
Tumblr media
2 notes · View notes
russiansoulvintage · 5 years ago
Photo
Tumblr media
This painting from 1980s called "All flowers to Lenin" 😂 @etsy #custompropaganda #leninizm #etsyshops #vintageshop #vintagepostcard (at Illinois Railway Museum) https://www.instagram.com/p/B9Ad6xin5h8/?igshid=1m7e1q1wic67r
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years ago
Text
"Kapitalizme Geri Dönüş Mümkün Mü?" Tartışması Üzerine Emekolojik Notlar
Tumblr media
Bir dünya sistemi olarak dünyanın her yerinde sosyalizme geçilmediği müddetçe sosyalizm mümkün değildir tezi saçma olduğu kadar, tarihsel ve toplumsal emek yasalarına da aykırı bir önermedir. Basit bir soruyla başlayalım; feodalizmden kapitalizme geçişte kapitalizm bir anda dünya sistemine dönüşerek ve her yerde kapitalizm egemen bir sistem haline gelerek mi kapitalizm olmuştur? Her şeyden önce kapitalizm derken emek türünden bağımsız olarak bir kapitalizm ve toplum biçimi tarif edemeyeceğimize göre; sanayi emeği ve sanayi emek türü olmadan da bir kapitalizmden ve kapitalist toplum biçiminden de bahsedemeyiz!
Sanayi emeği en başta tarım emeği içinde nicel ve çekinik bir konumlanış içindeydi. Başka bir deyişle, feodalizm içindeki sanayi emeğinin D1 (nicel sanayi emeğinin değişim biçimi), D2 (nicel sanayi emeğinin gelişim biçimi), D3 (nicel sanayi emeğinin dönüşüm biçimi) türleri var olmasaydı; her biri birer sanayi emek aracı olan Hint çırçırı, dıştan patlamalı motorlar, içten patlamalı motorlar sırasıyla ortaya çıkmış olmasaydı; feodalizmden kapitalizme doğru bir kopuş süreci de asla gerçekleşemezdi. Diğer bir deyişle, şayet tarihsel ve toplumsal bir sistem olarak minimal-kapitalizm var olmasaydı; bugün içinde yaşadığımız glokal-kapitalizm de var olamazdı.
Kapitalizm en başlarda bir dünya sistemi değildi. Aksine kapitalizm en başlarda feodalizm içinde küçücük bir adacık konumundaydı. Nasıl ki sanayi pazarları zamanla tarım pazarlarını kendi içinde eriterek ulusal sanayi pazarlarını yarattı ise, zaman içinde sanayi-kar yaratan sanayi ürünleri de tarım-kar yaratan tarım ürünlerine kıyasla daha yüksek kar oranları yaratmaya başladı. Dolayısıyla; kapitalizm minimal-kapitalist iktidarlaşma sürecinde feodalizm içinde kısmen nicel bir konumdayken, kapitalizm glokal-kapitalist iktidarlaşma süreci ile birlikte nitel konumunu daha da güçlendirerek ulusal-emperyalizmler biçiminden ulus-üstü bölgesel emperyalizmler biçimindeki yeni bir evreye girdi.
Bugün dahi kapitalizmin tam manasıyla global bir sistem olduğu da söylenemez. Zira global bir sistem glokal bir dünya devletini ve glokal bir dünya pazarını zorunlu kıldığı için, kapitalizmin ulusal ve uluslararası sınırlardan bağımsız olarak hareket eden bir sisteme dönüştüğü de iddia edilemez. Kısacası; ortada global bir dünya devleti ve global bir dünya pazarı olmaması nedeniyle; günümüz kapitalizmi için asıl belirleyici olan glokalizm içindeki globalizm (nitelin içindeki nicel) olgusudur. Diğer bir deyişle, tek tek ulusal emperyalist tekellerin ulusal ve uluslararası hareketi tarafından değil, ulus-üstü tekellerin bölgesel ve uluslararası hareketi tarafından belirlenen glokal-emperyalizm çağında; glokalizmden bağımsız bir globalizm tanımının yapılabilmesi de mümkün değildir.
Sosyalizm sorununa dönecek olursak; adı üzerinde minimal-sosyalizm minimal ölçekteki bir sosyalizmdir. Glokal-sosyalizm ise glokal ölçekte bir sosyalizmdir. Global-sosyalizm ise global bir dünya sistemine dönüşmüş olan sosyalizmdir. Dolayısıyla; yıllardır proletaryalist akımlar arasında süre giden "Tek ülkede sosyalizm mi? Dünya Devrimi mi?" tartışması ekseriyetle oksimoron bir tartışmadır. Bu tartışma esasında meleklerin cinsiyetini tartışmak kadar da saçma bir tartışmadır! Zira bir ülkede devrim olabilir ve devrimin gerçekleştiği bu ülkedeki sosyalizm uygulamaları ne kadar zayıf sosyalizm uygulamaları olsa da, temelde bütün bu uygulamalarda minimal sosyalizm uygulamalarıdır. Bu minimal sosyalizm uygulamaları sosyalizm uygulamaları değildir demek (emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğine dayanan) tarihsel ve toplum değişim, gelişim ve dönüşüm yasalarını bilmemek manasına gelmektedir.
Bir dizi yerel, yeresel ve bölgesel mücadeleler sonucunda bu minimal sosyalizm zaman içerisinde glokal bir sosyalizme de dönüşebilir. Ya da devrimler hiçbir zaman düz bir çizgide ilerlemediği için devrim iç ya da dış etkenlerden ve tehditlerden dolayı yenilgiye uğrayabilir ve sosyalist iktidarlar ortadan kalkabilir. Bu durumda biz bu yenilgiye sosyalizmin yenilgisi mi diyeceğiz? Böyle saçma kanıt mı olur? Ya da biz bu sisteme glokal sosyalist olmayan bir sistem mi diyeceğiz? Bu bas baya sosyalizmdir ama biri minimal ölçekte bir sosyalizm iken, diğeri ise glokal ölçekte bir sosyalizmdir. Her iki durumda da devrimler başarılı olabileceği gibi pek çok nedenden dolayı devrimler yenilgiye de başarısızlığa da uğrayabilir. Öte yandan, dünya ölçeğinde bir sisteme dönüşmüş sosyalizm ise adı üzerinde global-sosyalizmdir. Bu evrede teknik/elektronik emek türü ve pazarları sanayi/elektriksel emek türünü ve pazarlarını kendi içinde soğutarak ve sönümlendirerek protekyanın bayrağı altında dünya ölçeğinde birleşik ve denetimli bir sosyalist ekonomik yapı inşa edebilecek bir noktaya da ulaşmış demektir.
Bir tarihsel/toplumsal sistemden başka bir tarihsel/toplumsal sisteme geçişte; o sistemin genel emek biçimi (GEB) ile eski emek biçimi (EEB) arasındaki iş bölümü ilişkileri, genel emek biçimi (GEB) ile yeni emek biçimi (YEB) arasındaki iş bölümü ilişkileri, o tarihsel/toplumsal sistemin alt evresi ile üst evresi, o sistemin minimal, glokal ve global koordinatları vs. yok sayılarak yapılan sallama sosyalizm tanımları hiçbir zaman bilimsel sosyalist/komünist tanımlar olamaz. Emekolojik yol ve yöntem bu konuda diğer proletaryalist akımlardan kesin çizgilerle ayrışmaktadır.
Şu da var ki; Sovyetler Birliği'nin ilişkin olarak bu ülkenin hiçbir şekilde sosyalist olmadığına dair ortaya atılmış olan iddialar da esasında tutarsız iddialardır. Zira Sovyetler Birliği tüm yanlışlarına rağmen sosyalist bir ülke idi. Lakin bu sosyalizm gerçekte proletaryan bir sosyalizm idi. Başka bir deyişle, Sovyet sosyalizmi kapitalizmin gelip gelebileceği en ileri sosyal-kapitalizm formu idi. Dolayısıyla; Sovyet minimal sosyalizmi işsizlik ve yoksulluk gibi sorunların çözülmesi, herkese kar amacı gütmeyen sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri, bilime ve akla dayalı ilerleme vs. gibi pek çok sosyal ve ekonomik atılımı gerçekleştirmişse de, hatta Batı kapitalizmi Sovyet modelini dahi taklit etmek zorunda kalmışsa da, Sovyet sosyalizmi temsiliyetizme ve memuriyetizme yenilmekten de kurtulamamıştır. Keza Sovyet sosyalizmi üç bacaklı kapitalist temsiliyetist ve memuriyetist devlet ve toplum modelini aşamadığı için proletaryan temsiliyetizm ve memuriyetizmin yolu da kapitalizmin yolu olmaktan öteye de geçememiştir.
Kaldı ki; proletaryanizmin en başından beri kapitalizmi var eden ve onun gerçek varlık zeminini oluşturan temsiliyetizmi ve memuriyetizmi aşabilecek bir perspektifi de yoktu; hiç olmadı. Koskoca devrimci iktidarların burjuvaziye tek kurşun dahi atmadan yıkılabileceği ne yazık ki proletaryalistlerin bile aklının ucundan geçmedi! Sovyetler Birliği'nde ve diğer temsiliyetist/memuriyetist proletaryanizm deneyimlerinde yenilen sosyalizm ve komünizm ideali değil, proletaryalist-devrimci taktikler ve stratejiler olmuştur. Ne yazık ki proletaryalist akımlar bu gerçeği saklamanın kendilerince teorik bir yolunu/kılıfını bulmuşlar! Bu yüzdendir ki; proletaryalist akımlar arasında "kapitalizme geri dönüş mümkün mü?" tartışması dönem dönem temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp servis edilmektedir.
Proletaryalist akımlar çıkıp açıklama cesareti gösteremedikleri için bu işte her zaman olduğu gibi protekyan devrimcilere düşmektedir. Maalesef ki; proletaryaya (sanayi emek araçlarının toplumsal kullanıcı sınıfına) rağmen proletaryan efendicilik (kızıl parti/devlet/memur kastçılığı) yaparak sosyalizm kurma hayalleri başından beri bir ütopyadan başka da bir şey değildi. Hatta bu proletarya-cı-lık proletaryadan da bağımsız olarak proletar-yan-cılık haline dönüşerek proletaryaya “yancı olmaktan” öteye geçemeyen kendiliğindenci ve tepkisel bir hareket olarak kalmıştır.
Aslında Lenin bu sorunun kısmen de olsa farkındaydı. Ama Lenin’in de temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı denetimist bir çözümü olmadığı için, o daha hayattayken Rus ulusal bürokratizminin (ki Rus burjuvazisi devrimle iktidardan düşmüş olsa da, onun temsil eden asıl güç memuriyetizm idi) Sovyet devletini nasıl adım adım içten ele geçirdiğini kendi gözleri ile gördü. Lenin'in son çırpınışları olan "işçi denetimizmi" de partinin ve devletin zamanla temsiliyetist ve memuriyetist kastların otokratik diktatörlüğüne dönüşmesini engelleyemeye yetmedi, yetmesi de mümkün değildi.
Proletaryanın hiçte böyle bir tarihsel misyonu yok iken, proletaryaya kaldırabileceğinden fazla yük verip her defasında kapitalizmin önüne ata ata dünya ölçeğinde sosyalist/komünist hareketlerin itibarının ve güvenilirliğinin yerlerde sürünmesine neden olanlarda yine proletaryalist akımlar olmuştur. Halbuki proletaryadan sosyalizmi kurmasını beklemek bir erkeğin çocuk doğurmasını beklemek kadar saçmadır! Proletarya kapitalizmi yıkabilir ama sosyalizmi kuramaz. Proletarya ancak protekyanın ideolojik ve politik önderliği altında kapitalizme karşı yıkıcı devrimci sınıf rolünü oynayabilir. Proletaryanın kapitalizmden sosyalizme geçişte ki asıl fonksiyonu da budur. Bu temel emek/sınıf yasası anlaşılamadığı için proletaryaya rağmen proletarya için proletaryan temsiliyetizm ve memuriyetizm yoluyla sosyalizme ulaşılabileceği yanılsamasına düşülmüştür.
Kuşkusuz gelinen noktada proletaryan-marksizm'in emek türleri ve emek araçları karşındaki verili konumlanışlara göre oluşan toplumsal sınıf kategorileri ve tabakalarına dair genel teorileri de bütünüyle çökmüş durumdadır. Bu gerçeğin farkında olan proletaryalistler tıpkı dinden çıkarsa her şeyini kaybedecekmiş gibi hisseden bir mümin misali proletaryan imanlarına daha da çok sarılma ihtiyacı duyarak gerçekte tutucu ve doğmatik bir psişizm sergilemeye de devam etmektedirler. Bu da beraberinde proletaryalist saflardaki ideolojik gerilemenin ve politik-örgütsel duraksamanın daha da belirgin bir hale gelmesi sonucunu doğurmaktadır.
Sonuç olarak; yenilen ve başarısız olan sosyalizm ve komünizm ideali değil, asıl yenilen ve başarısız olan o ideali hakkıyla taşımayı, ilerletmeyi ve gelecek kuşaklara taşımayı başaramayan proletaryalistlerdir! Bu yüzden tükenme sendromu içine girmiş, emek gerçekliğinden kopmuş, dünün dünyasında yaşayan proletaryalistler ile günümüz yeni nesil protekyan komünistlerin bilimsel, ideolojik ve politik konularda birbirine taban tabana zıt yaklaşımlara sahip olması da kaçınılmazdır. Dolayısıyla; bu farklılığın üstünün kapatılması değil, aksine kalın çizgiler ile altının çizilmesi bir elzemdir.
Bir meseleye ilişkin olarak iki çizginin de aynı anda haklı olması mümkün değildir. Gerçek tektir. Doğru tektir. Gerçek devrimci çizgi, doğru devrimci çizgidir!
15.06.2023
Serhat Nigiz
0 notes
lahistoria-meabsolvera · 7 years ago
Photo
Tumblr media
‪“Ben bir Marksist-Leninistim ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım.”‬ ‪Fidel Castro ‬
76 notes · View notes
destana-min · 5 years ago
Photo
"Long live the fully independent Turkey... Long live Marxism Leninism... Long live the unity of the Kurdish and Turkish People! Long live the workers, the villagers! Doom, imperialism"
-Deniz Gezmiş (1947-1972) , a turkish revolutionist
[Got hanged at the tender age of 25]
Tumblr media
Doğum günün kutlu olsun Deniz Gezmiş.
241 notes · View notes
red-womans · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Leninizm nedir?
15 notes · View notes
hzrinan · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Her ne ad altında olursa olsun #sağcılık #solculuk #milliyetçilik #muhafazakarlık #marksizm #leninizm #komunizm v s #etnik #ayrımcılık #federasyon #eyalet #sistemi #yeni #osmanlıcılık #düşüncesine #sahip #çıkmak #sempati #duymak #kapitalizm ve #emperyalizm e #hizmet #etmekle #vatana #millete ihanet etmekle eşdeğerdir. #Saygı #duyulamaz. #Empati #kurulamaz Takip edeceğimiz tek yol, #tarikat #eşsizdevletadamıebedibaşkomutangazimareşalmustafakemalatatürk ün #yolu ve "en doğru ve en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır." " "Dünyada herşey için; medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir" sözlerini içselleştirerek, yaşam tarzımız haline getirmektedir. Gerisi #lafügüzaf... #hızırinan #hizirinan #hızır #inan #hizir #cengizözakıncı (Ankara, Turkey) https://www.instagram.com/p/Bv1H838Afsw/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=8d59wz2ntr9b
0 notes
genc-hkp · 8 years ago
Text
Devrimler Kartalı Lenin Usta Ölümsüzdür!
Tumblr media
Bugün, kendini ve hayatını İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesine adamış ve bunu tarihte ilk kez Şanlı Ekim Devrimi ile taçlandırmış olan Lenin Usta’nın ölüm yıldönümü. 22 Nisan 1870’te doğan Lenin Usta, bundan 91 yıl önce, 21 Ocak 1924’te ömrünü adadığı işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesini kazandıktan 4 yıl sonra hayatını kaybetti.
Marks ve Engels ustaları en iyi şekilde anlamış olan Lenin Usta onların öğretilerini pratiğe geçirerek, Rusya’daki Kapitalist-Emperyalist düzeni alaşağı ederek Sosyalizmi kurdu. Emperyalizmin en iğrenç taraflarını görmüş ve göstermiş olan Lenin Usta ülkesine Sosyalizmi getirerek, ezilen Dünya Halklarına birer umut ışığı olmuştur.
Lenin Usta bizlere çok büyük bir teorik ve pratik hazine bırakmıştır. “Devrimci teori olmaksızın devrimci pratik olamaz” diyen Lenin Usta Kapitalizmin artık sonlarına gelindiğini ve onun ileri aşaması olan Emperyalizmin eşitsiz düzenini bizlere açıklamış ve insanlığın tek kurtuluşunun Sosyalizmde olabileceğini göstermiştir.
Bizler Marks, Engels, Lenin Ustaların teorik ve pratik mücadelelerini bizlere gösterdikleri yoldan devam ettiriyoruz. Eninde sonunda dünyanın en haklı ve meşru mücadelesi olan işçi sınıfı mücadelesini başarıya ulaştıracağız! 21.01.2015
İşçi Sınıfının Büyük Önderi Lenin Usta Ölümsüzdür!
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!
11 notes · View notes
cinaraslan · 3 years ago
Text
Tumblr media
1993 - Veli Yılmaz, THKO üyesi ve Halkın Kurtuluşu gazetesi Yazı İşleri Müdürü (d. 1950)
Veli Yılmaz dünyada en uzun süreli hapis cezasına çarptırılan gazeteci unvanına sahiptir.
Veli Yılmaz 1950 yılında Giresun'un Şebinkarahisar ilçesinde doğdu. Eğitimini aynı ilçede tamamlayan Yılmaz, lise öğrencisiyken yazdığı bir komposizyondan dolayı "sosyalist fikirleri savunduğu" gerekçesiyle, bir hafta süreyle okuldan uzaklaştırıldı. 1970 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi'ni kazandı. Fakat üniversite yaşamı kısa sürdü. Türkiye'de 68 Kuşağı'nın içinde yer alan Yılmaz, birinci sınıftayken siyasi faaliyetleri nedeniyle tutuklandı ve 2,5 yıl askeri cezaevinde kaldı. Ardından geçen sürede Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun (THKO) kuruluşunda yer aldı. Şubat 1976'da Halkın Kurtuluşu gazetesinde çalışmaya başladı. Mayıs 1977'de THKO'nun fikirsel olarak bölünme yaşadığı dönemde Gökalp Eren, Mehmet Asal, Ercan Öztürk, Semih Orcan gibi THKO mensuplarıyla birlikte hareket etti.
12 Eylül Darbesi sonrası Kasım 1980'de tutuklandı ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi üyeliği ve "Halkın Kurtuluşu Gazetesi sorumlu yazı işleri müdürü" sıfatıyla yargılandı
Dönemin mahkemelerince Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesini 75 kez ihlalden 588 yıl 9 ay, 159. maddesini 141 kez ihlalden 147 yıl, 311 ve 312. maddelerini 25 kez ihlalden 12 yıl 9 ay olmak üzere hükmedildiği toplam 748 yıl 6 ay cezası Askerî Yargıtay 1. Dairesi'nce onaylanarak kesinleşti.
Nisan 1991'de tahliye oldu. Cezaevindeyken de sürekli yazarı olduğu Özgürlük Dünyası, Gerçek ve Evrensel Kültür dergilerine katkıları devam etti. Bu dönemde Evrensel Basım Yayın'da çalıştı.
Yılmaz Evrensel gazetesinin kuruluşunda da yer almıştır
2 notes · View notes