#kötülük şablonu
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ümit!
Ümidin delik deşik kılındığı bir zeminde geleceğin hali nice olacaktır ki! Şimdinin tam da şu anın mahvına tanık yazılırken bir aralıkta, bu güncellikte olmakta olanın yıkıcılığı belli bir yanda, tahakkümü öte yanda çıkagelirken ümidin tarumar olunmasından sonra sıradan insana ne kalır ki! Her şekilde ezber edilmiş bir yıkıcılık, tezgahta duraksamadan yeniden imal olunan nefret şablonu güncellenirken, ümidin delik deşik kılınmasına dair kimin ne kadar haberi vardır, farkındadır. Bitimsiz bir linç örgüsü üstünde, günbegün, anbean belli başlı ve hiç bitimsiz hedef kılma hallerinin ortasında nasıl bir ülkedeyiz bunun “korkunç” gerçekliğine ayabiliyor musunuz? Neredeyse anlık olarak değişkenlik gösteren bir cerahat hal / istemi üstünden iktidarın / yancısı olagelen faşist partinin tahayyülleri doğrultusunda ve ol kenarda oyuna dahil olmayı bekleyen malum ırkçı / pan-türkist çetelerin refakatinde ve onama hallerinde derin / kalıcı bir ümit kırımı söz konusu olur.
Hiç kimselere ve fakat en çok da gayri kabul addedilene yer bırakmayan bir cerahat tüm bu menzildeki ümidin kırımının da müsebbibidir. Yönelimi, önce inkar, sonra tahrifat ve tahribat, daha sonra da çürümenin esef çeşidini var ederek kuran / yönlendiren bir menzil ya da sahada olmakta olan cürmün doğrudan yıkımı var etmesidir. Umudun zerresinin hiç kılındığı bir zeminin gerçekliğidir mesel. Bir kere daha tözün, fikrin, zorbalıkla eylenenle ezilmesinin meseli karşımıza çıkartılır. Dört bir yanda sadece düşmanların olduğu sanrısı ile çıkagelen yepyeni neo-faşist akımların sunduğu perspektifte hayat “öteki” ilan edilene zor kılınır. Umudun paçavraya dönüştürülmesi gailesinde atılan her adım bir sonrasının da zeminini kurar. Kötülüğü norm bilenlerin elinde bu ülkedeki Kürdün de Ermeni’nin de, Süryani’nin, Yahudi ve Rum’un da hakları talan edilir. Onlar gibi Ezidiler, Mıhellemi ve Arapların yekunuyla, Keldani ve Kıptiler için de arasız / fasılasız bu önyargı şablonları devreye konulur. Mesel ezberleri yeniden bildirirken gündelik bir linç ihtiyacını karşılama, bunca burnu çamurda kalakalmış, dibine kadar her şekilde batağa saplanmış bir sahneyi perdeleyebilmek için hamleler var edilir. Kötülüğü bir kere serencam eyledik mi gerisi de çorap söküğü gibi gelecektir anlayışının elinde her gün birisinin hedefe alınıp köşeye kıstırıldığı bir “özgürlükler” ülkesi imal olunur.
Kınalıada’da yetmiş dört yaşındaki Garo Kaprielyan bir saldırıya hedef kılınır. Sokak ortasında basitçe bir uyarının yanıtını “küfürle” süslenmiş bir darp çabası ele alır. Ermeni’ye haddi yine bildirilmiştir. Sonrasının akıbetini Agos Gazetesinden aktaralım: “Garo Kaprielyan’ın kızı Lerna Kapriyelyan, saldırının ardından Facebook hesabından bir açıklama yayınladı. Kaprielyan, olayın bir nefret saldırısı olduğunu belirtti. Lerna Kapriyelyan şu ifadeleri kullandı:
“Babam Garo Kapriyelyan'a Kınalıada'da Seç Marketʼin işletmecisi tarafından uygulanan sözlü ve fiziksel şiddeti kınıyorum. Doğma büyüme adalı, toplumun sevilen, sayılan bireylerinden, 78 yaşındaki babam, esnafın kanun dışı kaldırım işgalinde olduğunu belirtip, belediyeden kaldırımların düzenlenmesi hususunda yardım istediği için sırtından saldırıya uğrayarak darp edildi, etnik kimliği üzerinden hakarete maruz kaldı ve tehdit edildi. Pek çok parti, sivil toplum örgütü, dernek, kurum ve kuruluşlardan market veya belediye binası önünde toplanıp protesto etme çağrısı geliyor, bizden izin isteniyor. Biz ailecek buna karşıyız. Adada arbede, halkla esnafın birbirine düşmesi, ayrımcılık ve gerginlik isteyeceğimiz son şey. Bizden ekmek yiyip geçinenlerin sergilediği derebeyi tavırlarına ve nefret söylemlerine verilebilecek en naif ve bize yakışan cevabın boykot olduğunu düşünüyoruz.”
Lerna Kapriyelyan şöyle devam etti:
“O market işletmecisinin gösterdiği tavır sadece babama değil. Kişisel bir husumetleri yok. Ben ise düne kadar 'Lerna Abla' diye etrafımda koşturdukları en iyi müşterilerindendim. İşgal ettiği alanlara söz edecek kim olursa olsun aynı tavrı göstereceklerini biliyoruz.”
Lerna Kapriyelyan “ Biz azınlıklar tarih boyunca yaşananlar sebebiyle ürkek güvercinler gibiyiz. Geçmiş olsun dileklerini ileten çoğu kişinin tavsiyesi 'Sakın şikayetçi olmayın, bunlardan korkulur' yönünde. Lakin unutmamak lazım ki, bu saldırı, ayrımcı, aşağılayıcı etnik köken söylemleri içermekle birlikte, etnik köken gözetmeden, kibar, edepli her adalı bireyin, kökeni ne olursa olsun maruz kalacağı durumdur. Bugün bu duruma tepkisiz kalındığında, yarın devamı gelecektir. Babamın kökenine edilen hakaret ise, gasp edilen alanla ilgili darp edilirken, şahsın içinden kopan, bastırılmış nefrettir” ifadelerini kullandı.
Lerna Kapriyelyan şöyle devam etti: “Unutmamak lazım ki, babam yerde kanlar içinde yatıp 'Polis çağırın' diye seslendiğinde, oradaki tüm esnaf birbirini kollayıp polisi aramamıştır. Polisi kırık parmağı, yarılmış dikiş atılan parmağı, yarılıp kanlar akan burnu yüzünden gözleri kısmi görür halde babam can havliyle kendi aramıştır. Esnaf sadece ambulansı arayıp polisi aramayarak 'Yaşamana izin veririz ama susup oturacaksın, hakkını aramana hayır' mesajı verip 78 yaşındaki yaşlı adama sahip çıkmamıştır. Farkında olunması gereken en önemli husus budur” dedi.
Lerna Kapriyelyan “Kadasetli patrik hazretlerimiz bizzat gelerek üzüntülerini dile getirdi. Sayın belediye başkanımız bizzat gelerek hem konunun takipçisi olacağını söyledi hem de marketin dışarıdan, sokaktan görülemeyen arka bahçe işgalini de gözleriyle gördü. Şimdi çok önemli bir soru geliyor akla. Bir holding ve toptan markanın bayii olan bu market, yarın işsiz kalıp indirim uyguladığında ne olacak? Veya göstermelik personel değişimi olursa ne olacak? Hepimiz koşarak alışverişe mi gideceğiz, omurgalı bir duruş sergilemeye devam mi edeceğiz? Seçimlerimiz kaderimizdir.”
Marketin avukatları: Irkçı saik yoktu
Seç Market’in sahibi Erdal Şara’nın avukatları Bedirhan Güven ve Nur Aslı Savcı, basında ve sosyal medyada çıkan haber ve paylaşımlara ilişkin Agos’a açıklama gönderdi. Avukatlar, saldırının ırkçı bir saikle gerçekleşmediğini ifade ederken, Şara’nın Ermeni kimliğine yönelik nefret söylemi sarf etmediğini belirttiler. Açıklama şöyle:
“Öncelikle ve özellikle belirtmek isteriz ki olay, yaygın basın ve sosyal medyaya yansıdığı şekilde gerçekleşmemiştir. Olaydan sonra gerek yargıya intikal etmiş olan dosya gerekse de Kınalıada'da yaptığımız araştırma ve incelemelerde bahse konu olayın adî bir vaka olduğu, ırkçı saikle gerçekleşen bir olay olmadığını ifade etmek isteriz. Her ne kadar tasvip etmesek de tartışmaya konu olay basit bir komşuluk ilişkisinden kaynaklı anlaşmazlıktır. Bu anlaşmazlık müvekkil şirketin işlettiği marketin yan binasında oturan Garo Kaprielyan isimli komşu ile şirket sahibi Erdal Şara arasında yaşanan basit bir tartışma olup olay günü kendileri hakkında sürekli belediyeye şikayette bulunan bina girişi ayrı olan komşusuna "Neden sürekli bizi şikayet ediyorsun başka marketler de aynı şekilde mal indiriyor, bizim işimizin doğası bu A 101 market de bu şekilde yanımızdaki market de bu şekilde." diyerek sitem etmiş ve istemsiz bir şekilde itmiştir, her iki eli dolu olan Garo Kaprielyan bu itme sonucu yere düşmüş ve yara almıştır.
Müvekkilim şirket, şirket sahibi ve çalışanlarını zan altında bırakarak yaşlı bir kimseyi darp ettikleri, küfür ve hakaret ettikleri komşu esnafın ise polisi aramadığı, ırkçılık yaptıkları, toplumu kin ve nefrete sürükledikleri yönündeki tüm iddialar asılsız olup olayı bu yöne sürüklemek tamamen iftiradır. Toplumu kamplaştırma ve ayrıştırma uğraşıdır. Bu uğraş beyhudedir. Özelde Kınalıada genelde tüm ülke sathında ırk, dil, din ve renk ayrımı yapmadan toplum bir arada yaşamakta olup Kınalıada mahallesi de bunun en güzel örneğini teşkil etmiş ve edecektir. İstem dışı gelişen bu olayda müvekkilin bir etnik grubu kast ederek küfür ettiği şeklindeki söylem tamamen gerçek dışıdır.
Olay günü olay yerinde olan tüm tanıklar böyle bir söylemin olmadığını beyan etmişlerdir.
Müvekkil, 2009 yılından beri kınalı adada işletmeci olarak sevilen sayılan bir esnaftır. Toplumun her kesimi ile diyalog içinde faaliyet yürütmektedir. Böyle bir olayla müvekkilim adının anılmasından dolayı üzüntü ve elem içindedir. Atılan bu iftiralar sonrası müvekkili ve iş yerini boykot etmeye yönelik çağrılar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, Anayasaya Çalışma hakkı ve hürriyetine ve meri mevzuata aykırıdır.”
“Özür dileriz”
Avukatlar açıklamaya şöyle devam etti: “Gerçekleşmesini istemediğimiz bu nahoş olaydan dolayı müvekkilim kendisinden yaşça büyük olan Garo Kaprielyan ve ailesinden ve tüm ada halkından özür dilemektedir. Müvekkilim, Garo Bey'e ırkçı saik güderek herhangi bir sözlü şiddet uygulamadığı gibi fiziksel şiddet de uygulamamıştır. Müvekkilin yaralama kastı yoktur, basına ve adliyeye yansıyan olay yerini gösterir kamera kayıtlarında görüldüğü üzere Garo Kaprielyan elindeki poşetler sebebiyle dengesini kaybederek düşmüş ve bu düşme sonucu yara almıştır ne müvekkil Erdal bey ne de hiçbir market çalışanı kendisine sonrasında bir eylemde bulunmamış aksine hemen müdahale ederek yerinden kaldırmışlar iş yerinden buz getirerek acil müdahalede bulunmuşlardır. Garo Kaprielyan'ın verdiği demeçler ile olay yerinde olmayıp görgü ve bilgisi olmayan kişilerin olayı çarpıtan anlatımları olayı farklı yöne çekmiş kendisine ırkçı söylemle küfür edildiğini belirtmiş buradan mağduriyet devşirmeye uğraşmış ve bazı kişiler ise işi hakarete ve boykota kadar götürmüşlerdir. Basına yansıyan fotoğraflarda görüleceği üzere tüm kolu sargılı bir şekilde fotoğraflar paylaşarak müvekkili zan altında bırakmış ve iddiayı aşan iftiralarından dolayı müvekkili zor duruma düşürerek böyle bir töhmet altında bırakmışlardır. Ancak müvekkilim atılan iftiradan dolayı yıllarca birlikte olduğu ve her türlü insani paylaşım ile komşuluk ilişkisi içinde olduğu komşularına karşı mahcup olmuş, itibar ile gelir kaybı yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir. Bu ırkçı iftirayı atan, yayan kişiler hakkında cezai ve hukuki şikayet ve talep haklarımızı saklı tutuyoruz. Ayrıca Seç Market markasına da bu iftira nedeniyle yapılan ticari saldırıyı kabul etmiyor, dava ve şikayet hakkımızı da saklı tutuyoruz.
Müvekkil böyle bir olayla anılmanın üzüntüsü içerisindedir atılan iftirayı kabul etmemekte bu hususta da dava ve şikayet hakkını saklı tutup maddi ve manevi zararının tazmini yoluna gidileceğini saygılarımızla bilvekale kamuoyuna bildiririz.”
Yaşanan ümit kırımının tüm yüzeyleri noktasına virgülüne yukarıdaki gibi birbirini teyit eder bir halden uzakta, olabildiğince yalın bir biçimde “inkarla”, “örtbas” etmeyi beraberinde getirir. “A. koyduğu Ermenisi” küfrü ile haklılığını bir insanı itekleyerek, öyle ya da böyle darp etmeyi kendine hak gören bir temsilin, bıçaksırtı bir halde yaşamaya devam eden Kınalıada’daki bir avuç Ermeni’ye yönelik gözdağı bir de böylesi bir tahayyülle var edilir. Malum ırkçı hizbin, daha sonrasında pıtrak gibi çoğalan tüm ol zafer-vatan-millet bilmem kimler partileri diye çıkagelen memleketinde “mültecilere ve gayrimüslimlere” yer olmadığını deklare eden sistem aparatı, kullanışlı “neo-naziler” için de boy göstermesi sahnelerinden birisi haline dönüştürülen bir sahnede “saldırı” öyle ya da böyle doğrudan bir müdahaleyle baş başa kalan “Ermeni’nin” halini de açığa düşürür. Her zamankinden açık bir biçimde müdahaleler, daha yeni bir eski belediye başkanı nam zatın 1914 nüfus sayımını projeksiyona baz alıp, veri setini güncelleyerek şu cümleyi kurabildiği bir zemindeyiz halen: “Şu an Türkiye de 15.554.847 Rum, Ermeni ve Yahudi var...” Kekremsi değil, laf kalabalığı değil doğrudan soy kodu fişlemelerinden sokaktaki ol ayrımcılığa, gündelik yaşamın ortasında şıp diye bitiveren bir nefret temsiliyetine ve daha yakın zamanlı Samatya’daki bir kadının canının alınmasından, askerde bir Nisan 24 günü “şakacıktan” katledilen Sevag Şahin Balıkçı’ya, pek çok kere tecrübe ettirildiğimiz o yıkıcılığın belki de en görünür yüzü, Ocak 19, 2007 Hrant Dink cinayetine benzeş ve bariz bir örnek kılınan bir tehdit / sindirme / yok etme ve en basitinden korkuyu diri tutma hallerinin ortasında kim nereye varabilecektir. Böyle bir ülkede hayatın ümidi söz konusu hiç edilebilir mi, kalır mı?
Tek bir örnekte görülebileceği gibi, Armine Harutyunyan’a yapılan göndermeyle Ermeni’nin haddi bir kere daha bildirildiği var edilir. Ucundan kıyısından değil doğrudan Anadolu’nun bugün çorak, çukur, çürük bir zemine evriminin en son halkalarından birisi olagelen o nefret 1915’ten bu yana hiçbir hakkı tanzim etmiyor. Bu şerefli topraklarda Ermeni’nin zerre hakkı yoktur, bu topraklar Türkündür diye bahse giren kurucu temsilin var ettiği o ilk nokta atışı hedef almadan bu yana, her günün apayrı cerahate kurban edildiği bir menzil gerçekliğine kavuşturulur. Kin, nefret ve ayrımcılığın salt Ermeni’ye yönelik olduğunu varsayanlar için, sadece bu hali bildirdiğimizi ima edenler için, Bakur Kürdistan’ında yaşanan hak gasplarından, ol 2015 karanlığında var edilen kıyıcı günlerde günlerce buzdolaplarında saklanan insandan, sokak ortasında can veren sivillerin ta kendisinden, çoluk çocuğun terörist kılınabilmesinin yarattığı uçurumlardan örnekleri görebilecektir. Kendi hallerinde yaşayan Diril ailesinin başına getirilen yeterince kötülük değil midir misal. İstanbul’un çeperindeki Roman yurttaşların mahallesini haberleştirirken fuhuş / uyuşturucu ekseninden bunlar da böyle diye başlık atılabilen bir menzilde gerçeklikten kopuşun ol tiradı ne olacaktır, sahi kim hesabını verecektir! Tümüyle salt bir kimliği değil en başta o Türk’ün ta kendisine zararı dokunan, ona da bir yaşatan menzil bırakmayan bir sahnenin o utancı ne olacaktır. Günbegün dibine ta dibine çekildiğimiz karanlığın, cehennemin bir başka suretine dönüştürülen şu menzilin utanç dolu güncesini, kötülükle meshedilmiş tüm o kapkaranlık hallerini görmek, sorgulamak, yeter diyebilmek ne zamandır. Ümidin zerre-i miskali kalabildiyse şayet, insan için... insan.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: History Otherwise: Ottoman Socialist Hilmi and Ottoman Women’s Rights Defender Nuriye - Ahmet ÖĞÜT
Meramda Paylaşılan Haber
Kınalıada'daki Saldırı: Lerna Kapriyelyan ve Market Avukatlarından Açıklamalar
https://www.agos.com.tr/tr/yazi/30775/kinaliada-daki-saldiri-lerna-kapriyelyan-ve-market-avukatlarindan-aciklamalar
#meram#arzihal#mesel#başka türkiye vardır#cerahat#neo-faşist#ırkçılık#devlet nedir*#kötülük şablonu#cürüm#ayrımcılık#demokrasi#azınlıklar#ermeni olmak#kötü insanlar#siyasa#saldırı#garo kaprielyan#yol nereye?#ada#tahakküm#denetim#gözetim#yıldırı#insan101
0 notes
Text
Şiddet / Nefret / Kötülük
Süreğen eksiltmelerin sofrasında bir Türkiye gerçekliği bina olunuyor. Her gün bir kez daha ama son kez değil bitimsiz bir irinle mesh ediliyor koca menzil. Var edilmiş olanın hali, gidilmek istenenin yönü içler acısıyken onca barizken olan biten hala güncellenmeye çalışılıyor hayata karşıtlık. Dile getirilen ve yapılandırılmaya çalışılanlar neden bir yerden ya da ülkeden değil de bariz bir çukurda tıkılı kaldığımızı göstere geliyor. Beşeri için iş bu coğrafyanın cehennemî hali mütemadiyen yineleniyor. Unutturulmaya yüz tutsa da bir ara var edilen, yeniden görünür kılınan ve illa ki yaşatılan bir deneyim kılınıyor bu bahis.
Geleceğin bir şimdi içerisinde dönüşümü ve mutlak, kati / kesintisiz çürütülmesi yaratılan cehennemi hali her yere taşıyor. İnsana değerin verilmediği bir saha laf değil bugünlerde hakikat kılınıyor. Tanzim satış kuyruklarından, iskeledeki kuyruklara, Marmaray’daki ol kaostan, adliyelerin tıka basa dolu olup hiçbir işlev barındırmamasına hep birlikte, daima bütünlüklü, devamlılığı olan bir şablonla yaşatan değil çürüten bir saha var edilmektedir.
Neoliberal politikaların pençesine rehin edilmiş bir ülkenin profilini görmek mümkündür. Süreğen eksiltmelerin bağında hayat hakkı telef edilmektedir. Hayatın behemehal her bir varlık / birey için yegane bir deneyim ve kişiye özgü olduğu unutturulur. Basitçe yap boz olmayan hayat mefhumu bir oradan bir burada saldırılarak derdest edilmeye çalışılır. Tüm o müştereklerimiz talan edilirken, bireylerin hak ve hukukları çöp kılınırken, yeni zümre ve cemaatler yaratılırken, eski devletin gelenekleri diriltilirken yaşatmazlık bahsi lafta değil doğrudan bir hakikat kılınır.
Cerahatin varlığında irinle dolmuş bir sahadan sesleniyoruz; imdat! Alarm işareti, emare ve durumu çoktan aşılmış kritik yıkımların gündelik kırımların, anlık çökertme hallerinin güncelliğinde ilerliyoruz. İmdat meseli bunu bildirmek için bir ünlemeden süreğen kılınan ol devletli şablonu hayatlarımızı derdest ederken bir sonraki yıkım halini de gösterendir. Biteviye gittiğimiz yolu bildirmeye çalışıyoruz, avaz avaz. Lemkin, Foucault gibi devletle insan, makine, mekanizma gibi bir dolu başlıkta irdeleyip sorguladıkları biyopolitika edimi bu sahnenin her günündedir işte.
Tahakküm veçheleri sıradana / insana karşıtlığın menzilini belirler. Sıradan olanın kapana kıstırıldığı, bir zamanlar sıradan olduklarını unutanların gücü ele geçirdiklerinde var ettiklerinin her nasıl, her en için facia olduğunun kanıtlanmasıdır mesele. Çürüten, daimi bir yıkım hali içinde yeni Türkiye bina olunuyor. Gelenekselleştirilmiş kodlarla, yeniden ve yeniden var edilmiş olan cerahatin ortaklığında bir menzilde hayat istenci per perişan olunuyor, iyi de nereye kadar? Bir yap boz gibi dün öyle, bugün böyle oradan buraya bir de şuradan oraya kadar mütemadiyen yeni hamleler var edilirken ol sıradan için “hayat” salt sınavlardan ibaret bir mefhum kılınır.
Menzilin geleceği tüm bu şimdinin içerisinde o biyopolitik cerahatin hamlelerinin insafına terk olunur. Yaşayabilme gailesinin karşısına kurulmuş olan her set bir biçimde bu sınırlandırmayı beraberinde getirir. İnsancıl bir yaşam tahayyülü, müştereklerimizin bu sahada muhafazası, güvenli bir gelecek söz konusu ettirilmeyendir apaçık bir biçimde. Şimdi ve şu anın içerisinde geleceğin çürütülmesi bahsi hakikat kılınmaktadır. Süreğen ola gelen yıkımın sofrasında gelecek artık alenen tırpanlanandır.
Yaralarıyla bir başına koyulan insanlık gerçektir. Beşeri için onun namına atılan her yeni hamle, tahayyül bir biçimde yaşama eylemini gölgelemektedir. Muktedir kendisinden olmayana hep bu bahis üstünden güncellene gelen bir eylem bütünlüğüyle saldırmaktadır. Süreğen eksiltmelerin sofrasında Türkiye’nin yenisi, yeni gerçekliğini bina ediyor. Baş Amir tarafından suflesi verilen, İçişleri Bakanı sayesinde tescil olunan cerahat artık gündelik bir mesel kılınıyor. Yallah Kürdistan’a çıkışının hemen ardından inlerine giriyor, nefes aldırmıyoruz bahisleri gibi, siyasetin bir adap / edepten yoksunluğu faş olunur.
Amerika’nın Sesi’nden aktaralım: “Seçimin Kürtler için de beka sorunu olduğunu vurgulayan Erdoğan, ”Biz Kürt kardeşlerimizin ne Irak'ta, ne Suriye'de, ne de başka bir yerde, emperyalistlerin planlarına alet olmamaları için mücadele ediyoruz. Buna karşılık onlar ısrarla Kürt kardeşlerimize canlarını ve geleceklerini pazarlık aracı olarak kullanıyorlar. Biz işte bu oyunu bozuyoruz. Bu seçim en çok da Kürt kardeşlerimiz için beka meselesidir. Kürt kardeşlerimizin eskiden beri birçok sıkıntıları yok muydu? Ama Türkiye'de her etnik unsurun kendine göre bir sorunu vardı. Hepsini aştık. AK Parti döneminde kazanılan hak ve özgürlükler hiçbir dönemde oldu mu? Bu ülkede Kürt kardeşlerimin hakkını, hukukunu, kültürünü onurunu korumak için gerçekten devrim niteliğinde işler yapan, risk alan varsa, biz olduk” şeklinde konuştu.”
Kürd kardeşlerim bahsini açarken bir yandan da altı milyon civarından insanın oyunu alan bir siyasi partiyi hedef almaktan kaçınmaz baş amir. Çürümüşlüğün ortasında mezhebince ırkçılık daha iki gün önce edilen yallah sözü akıllardayken, Müjdat Can ile Fazıl Elçi’nin Evrensel’deki haberi çıkagelir. “Kim kimi nereye gönderiyor” diyen Atilla Bilen, böyle bir dilin tehlikeli olduğunu söyledi. Bilen, “Burası bizim ülkemiz ve hiçbir yere gitmiyoruz. Soyağacına bakıldığında biz Erdoğan’dan daha önce bu ülkedeydik. Bu ülkenin asıl sahibi biziz. Erdoğan işine gelmeyen hesaplar yapıyor, hesapları tutmayınca da birilerini dışarıya göndermekle tehdit ediyor. Böyle bir dava, böyle bir dünya yok. Bu söylemleri iyice köşeye sıkışmışlığa yormak lazım” dedi.
Yurttaşlardan Abdurrahman Kazar ise, Erdoğan’ın söylemlerine tepki göstererek, “Ben alnım açık, başım dik bir şekilde oyumu HDP’ye veriyorum” dedi.
Adil Enücür adlı yurttaş ise, Erdoğan’ın söylemine, “Bu memleket bizim istiyorsa Erdoğan kendisi gitsin. Burası bizim ülkemiz ve bu ülkede yaşamaya devam edeceğiz. HDP’liler bu halkın bu devletin bireyleridir. Erdoğan’ın bu söylemi yanlıştır. Bu ülkede Kürtler kendi haklarının mücadelesini veriyor ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Erdoğan’a en iyi cevabı 31 Mart’ta vereceğiz. Vicdanı olan herkesin de bu söylemleri görerek ona gereken cevabı vermesi gerekiyor” dedi.
Hacı Özdemir adlı yurttaş ise, “Bu ülke sadece Erdoğan’ın değildir. Bu ülke sadece HDP’lilerin de değil. Bu ülke Türklerin, Kürtlerin, Lazların, Ermenilerin, Çerkeslerin de ülkesidir. Bu ülke herkese yeterken birilerini bu ülkeden kovmak gibi söylemler kullanmak yanlıştır. Biz bu ülke için bedeller verdik” diye konuştu.”
Eksiltmelerin mütemadiyen güncellendiği bir sahada hayat istencinin yerle bir olunması haline seslenişler paylaşılarak dur denilir. Hiçbir fecaati kafi görmeyen devletli, kırımları ve kırılmaları yeniden var etmenin telaşesindedir. Biteviye kılınan, ortak icra olunanın bir musibetler toplamı olması artık daha da belirgindir. Sorumluların, sorumluluklarını bariz bir biçimde, bir kenara terk edip bildikleri en bezirgan en bet hallerle savundukları yerde, hayat istenci de açıktan yıkılmaktadır.
Dün, bugün ve yarın bu ahvalde işte bu düzeneğin devamlılığında bir ülkenin yönelimi giderek daha karanlığı göstere gelmektedir. Yaşamlar bağlar kopartıldıkça insani olan unutturuldukça, dehşet kanıksattırılıp, nefrete olur verildikçe menzil yaşatan değil artık tüketen kılındıkça bu bahis daha da kuvvetlenir. On yedinci yılındaki ol meşum iktidarın bugün onca açığına rağmen hala orada yöneten olmasının devamlılığı bu katran karasını güncelleyerek söz konusu olur.
Ses eden, sorgulayan kalmadıkça bir devamlılık halinde süreğen kılınan tahakküm halinin ve hamlelerin yekunu o iktidarı bugüne taşır. Düz anlam, bir cerahat sarmalının güncelliği söz konusudur. Her gün yeniden biçimlendirilen, uygun görülüp karar kılınan ve illa ki bir biçimde var edilen eylemlilik bu hali günceller. İçinde kalakaldığımız düzlemin yön ve istikamet olguları böyle parçalanır. Bir şimdiye mahkum, devletlinin hemen her tülrü itiraza feci bir şablonla, darbeciler geliyor diye yaygara yaparak karşıladığı yerde asıl olan çürümüş hayatlarımızın halidir.
Onlar kendilerini muhafaza ederken biz sıradan olanlar, bizlerin hali nice olacaktır her ne! Bir Türkiye gerçeği bina olunuyor. Her yanından sapır sapır dökülen bir menzilin “yeni” diye yutturulması güncelleniyor. Hayat bu profilde hiç kılınıyor, hiçleştiriliyor. Sıradanlar için, dün o, bu, şu bugün berikiler arasında seçilenler hedefe koyuluyor. İyi de yol her nereye! 8 Mart gecesi Amed’de HDP İl Binası’na polis saldırısı gerçekleştirilir. Bütün ol kardeş söyleminin nasıl kadük kılındığı, amir başka şey bildirirken, içişleri bakanının tam gaz nefret söylemini sürdürdüğü yerde, yasal bir hak olan “tecride” karşı ses etme, açlık grevi ile olanı biteni anlatmaya karşılık, darpla, vekillere doğrultulan silahlarla çıkagelir.
Artı Gerçek’ten artık gerçek kılınanı bir kez daha iliştirelim: Milletvekili Musa Farisoğulları konuşur: "Dün akşam 9 (saat 21:00) sıralarında binlerce güçle partimiz kuşatıldı, bütün ikazlarımıza rağmen, yasal siyasal bir kurum olan partimizi her gün elinizi kolunuzu sallayarak gelip basamazsınız. Bu hukuksuzluktur, bu kabul edilemez. Adeta bizi burada linç ettiler. Açık söylüyorum, açık ifade ediyorum; bizi katletmek için gelmişlerdi. Bunu bütün dünya kamuoyu bilmelidir. Bu kadar kin ve nefretle bir kitlesel katliam ile karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Artık kolluk kuvvetlerinin keyfi muamelesi gibi bir değerlendirmeyi kabul etmiyoruz. Bizi, bu halkın iradesiyle seçilen vekilleri, linç ettiler dün akşam. Burada parti yöneticilerimiz bütün herkes adeta bir katliam ile karşı karşıya kaldı. İçeri adeta bir Moğol istilası gibi açlık grevinde oturan eylemcileri bu kararlılığı gösteren arkadaşları yaka paça alıp götürdüler.
Şimdi böyle hukuksuzluk böyle adaletsizlik olur mu? Birileri de çıkıp bizi ülkemizden kovmaya çalışıyor. Sanki biz yeni gelmişiz, buranın sahibi değilmişiz gibi. Bir başkası da diyor ben talimat vermişim öldürmek de dahil. Şimdi böyle devlet böyle mekanizma olmaz. Kürt halkının kırımı kime ne fayda sağlar? Türk halkına hiçbir fayda sağlamıyor. Türk halkı bu yaklaşım içinde değil buna inanmıyoruz. Bizi böyle bir katliama tabii tutma yaklaşımları var. Bütün basın bunu bilmelidir. Dün gece uzun namlulu silahlarla partini içine girildi kar maskeliler, robokoplar. Böyle olmaz. ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Bu açıdan biz bu tutumu bu antidemokratik uygulamaları kınıyoruz. Bütün basın emekçileri bunu bütün dünya kamuoyuna duyurmalıdır. Bizim temel amacımız demokratik bir ülkeyi yaratmaktır. Bizim amacımız ayrımcılığı körüklemek değil, bizim amacımız birilerinin dediği gibi Türkiye’yi kamplara, bölgeler bölmek değil. Hepimizin tarihi bellidir. Nerede konuşuyorlarsa, bizi terörist ilan ediyorlar. Taleplerimiz için bu canlarımız için bu mücadelemiz. Bu yaklaşım ve tutumu kınıyoruz ve bu gözaltında olan arkadaşlarımız serbest bırakılmadığı sürece mücadelemiz ve direnişimiz devam edeceğiz. Direnişimiz devam edecek. Bu gayrı hukuki tutumu asla kabul etmiyoruz. Bu hukuksuzluktur, antidemokratik bir uygulamadır. Kürtlere karşı derin düşmanlığın ifadesidir.”
Hukukun guguk kılındığı, çoklarının özellikle de iktidarın dilinde yerleşmiş olan eşitiz ne de güzel birlikte ülkeyiz şablonunun nasıl da kof bir tanımlama olduğu meydana çıkandır. Bir asır öncesinin vahamet sarmalına yollanmak istenen ülke bu kadar barizdir. Ülke var mıdır, kalmış mıdır o da Musa Farisoğulları’nın değerlendirmesinden az ya da çok karşınıza çıkacaktır. Böylesi bir sığlığın sofrasında, bunca garabetlik var edilirken, çürüme artık kapı eşiğinden içeriye her gün boca edilirken, ırkçılık ve nefret şeklen bile değil sahiden hissedilerek var olsun diye dört dolanılırken, ötekiler, en başta da Kürd’ler nasıl inansın böylesi bir karanlıktan bir ehven çıkacağına, nasıl...
8 Mart Feminist Kadın Yürüyüşü ardından çıkagelen bir şayia ezan sesinin ıslıklarla birlikte protesto edildiği rivayetidir. Bu yukarıdaki Kürd nefretinin, ırkçılığının kadına yönelik bir şiddet sarmalı olarak güncellenmesi, o gece biber gazı, cop ve eğitilmiş (zorla alıkonulmuş) köpeklerle var edilmemiş gibi bir de dini kullanarak yapılır. Az aşağıdaki iki iri örnek bu menzilin halini gösterir. Bu bahislerin verdiği yolla kendilerine görev verildiğini zanneden bir avuç paramiliter pazar gecesi Taksim ve civarında “tekbirler” atarak, galeyana getirildikleri kitlelerin canını yakabilmek için provokasyon girişiminde bulunurlar. Baş Amir ve beraberindeki AKP-MHP şebekesi bu halleri tabi ki görmezden gelip, yangına benzin ile giden açıklamalarına devam etmektedir. İyi de ortada ezana ya da dini herhangi bir motife protesto gibi bir durum söz konusu değildir. Yalanların iktidarı, yalancılığın muktediri olan düzenin sahipleri kendi bildiklerini eylemeye devam ederler. Burası sahiden bir ülke midir? Can Soyer’in yazdığı birkaç satır, bu bahsin her nereye doğru yollandığını, ülkenin halini de ifşa eder: Komünistler camiyi ateşe verdi: Çorum Katliamı, “Aleviler Sünnilere karşı silahlandı”: Maraş Katliamı, “Aziz Nesin Müslümanlarla dalga geçiyor”: Sivas Katliamı, “Ezanı protesto ettiler”:...
“Akp sözcüsü Çelik Çomak Efendi! Bu yürüyüşü organize edenler ‘bizim kastımız yoktu’ diye açıklama yaptılar. Biz görüntüleri inceledik, kapsamlı bir sosyal medya araştırması da yaptırdım. Yürüyüşe katılıp da burada bulunanların daha sonra bu konuyla ilgili bahsettiğiniz tweetlerinin, açıklamalarını da analiz ettirdik. Bahsettiğiniz şekilde açıklama var. Onun dışında çok sayıda açıklamada da; kendilerinin ezanı protesto ettiklerini ve orada bulunurken de, burada ifade etmek istemediğim; ezanla da hesaplaşma içinde olduğuna dair, onları da incelediğinizde yürüyüş de bunu yaptık diyenlerin hesabını incelediğinizde böyle bir durum çıkıyor…
Orada bir ezan protestosu yapılmıştır. Yürüyüş komitesindeki şahıslar biz yapmadık diyorlar… Tabi ki vatandaşımız hassasiyet göstermektedir. Millet olma hassasiyetinin bir gereğidir. Ezan-ı Muhammedi konusunda milletimizin hassasiyeti onu millet yapan unsurların başında gelmektedir.”
Baş Amir Colemerg’te yaptığı mitingde konuşur: “İstanbul’un göbeğinde ezan düşmanlığı, ahlak düşmanlığı yapan edepsizlere Hakkari’nin artık yeter demesini bekliyorum. Ezanı yuhlayan, ıslıklayan, düdük sesiyle bastırmaya çalışan, edepsiz pankartlarıyla, sloganlarıyla saygısızlıkta sınır tanımayan o güruhun arkasında kim var? CHP. Kim var? HDP. Önce kendi değerlerimize saygı gösterilmesi gerekiyor. Ezanımıza, bayrağımıza saygı göstermeyene, kimse kusura bakmasın, biz saygı da duymayız fırsat da vermeyiz. Ezanlarımızın ebediyen okunmasına kimse engel olamayacaktır. Ezana düşmanlık eden bu ülkenin ve milletin tüm değerlerine de düşman demektir.”
Din gibi bir mefhumu siyaset sahnesinde ayrımcılık için kullanır, toplumsal müşterekleri bir daha geri dönülmeyecek bir biçimde bozmaya kalkarsanız sonuç Pazar gecesindeki gibi kalkışmalar olur. Altı ve yedi Eylül'ü yaşadı bu topraklar. Daha kaç pogrom, daha kaç yürek çarpıntısı diye yaza durmuştuk Twitter’da. Bugün şu raddede, bu istikamette bir hayat emaresine yer bıraktırmamama hali ve çabası güncelleniyor. Dahası birkaç hafta önce Balat’taki Ermeni Kilisesi’nin kapısına yazılamalar yapılırken, bu topraklarda yaşam çabasına düşmüş olanlara gözdağı verilirken susanlar, olmayan bir protesto ediminden bile kendilerine pay çıkartıp, mağdurun alası öyle olunmaz böyle olunur yapıyorlar.
Cerahat keskinleştirilirken, kan aksın diye söze başlayanların günbegün yaptıkları şeyin adı bellidir, provokasyon. Geçmişi ve şimdisi bir kırımlar, katliamlar, pogrom sahnesi olan bir menzilde yaşama hiçbir zaman yer verilmeyecek midir? Dile getirilen ve yapılandırılmaya çalışılanlar neden bir yerden ya da ülkeden değil de bariz bir çukurda tıkılı kaldığımızı göstere geliyor. Beşeri için iş bu coğrafyanın cehennemî hali mütemadiyen yineleniyor. Unutturulmaya yüz tutsa da bir ara var edilen, yeniden görünür kılınan ve illa ki yaşatılan bir deneyim kılınıyor bu bahis. Çürümeyi var eden aklın, devlet ve yöneten katının var ettiği, yol verdiği şiddet / nefret / kötülük üçlüsü sabitken bu ülkede hayattan yana bahis açmayı imkansız kılıyor, anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller : Boris SVARTMAN v/ Shahidul News
#yıkım#şiddet#kötülük#nefret#siyaset#seçim#yaşam hakkı#düzen#ses#devlet dili#yıldırı#ahlaksızlık#ırkçılık#kürd sorunu#wan#abluka#barışa ne oldu#feminist#kadın hakları#cinayet#provokasyon#söz hakkı
1 note
·
View note
Text
Nedir Yeni Ülke...
Durağan değil tastamama süreğen kılınmış bir çürümenin varlığına şahitlik ediyoruz. Genel geçer değil doğrudan ve yalın, hemen hiç geleceğin bahsi olunmadan güncelliği sağlama alınan bir çürüme ile kuşatılıyoruz. Halin harap viraneliğini betimlemek için kelimelere artık hacet yoktur. Yaşadığımız her günün bilançosu bu meseli görünür kılandır. Yaşama edimine karşıt müdahaleler bu çürütme istencinin yönünü belirginleştiriyor. Hayat hakkı, insanlık hakkı, hak ve hukukun basit, yalın varlığı alenen yerle yeksan olunmaktadır. Yol nereyedir? Dün var edilen bugün güncellenen ve yarına devredilen yaralar bunca çok bu kadar sık iken hal nedir, yön nedir allasen?
Bütünleşik bir cerahat hali içindeyken her nasıl bir yön tayinine girişilebilir sahiden? Var edilmiş olan katran karası halin üstüne boca edilen ol kötülük süreğen bir çürüme halini güncellemekteyken sahiden yol nereyedir? Bugün yaşadığımız bu toprak parçası, onca cerahatin mirasçılığının yanında yenilerinin de tamamını yarına ulaştırma heveslilerinin nüfuzundadır / etkisindedir. Müesses nizamın dünü ile şimdisi bu bağlamda onca kavga dövüşe rağmen bütünleştirilendir ulu orta bir kez daha el sıkışandır.
Durağan değil süreğen olan çürüme o mutabakatla varlığına devam denilerek güne dahil olunur. Eski ülke, yeni denilenin omurgasındadır. Aynı gemi diye zikrolunan şablonu bu bariz ayrımcı, inkarcı ve zulmeden kümelerin birleşimi ile var edilen bir meseldir bir kez daha yineleyelim. Cerahat “vaat” olmaktan öteye taşınırken oluşturulan tüm o yıkım hali peyderpey çürümeyi bir icraat kabilinden halka paylaştırır. Yenisi elinden çıkma bu bahis bizatihi bir habis döngüdür. Yeni diye anılan eskinin birebir devamlılığına haiz kılınan bir fasit döngüdür. Sözün üstünü çizen, hayatta var olma gailesini parçalayan, engelleyen bir devinim meselidir anlatmak istediğimiz.
Durağan değil süreğen bir çürüme halinin her neye mahal verdiği artık kanıtlanmasına hiç hacet olmaksızın yaşanan gündedir. Gündelik dertlerin satır aralarına zerk edilmiş olan ol siyaset mühendisliği hayatlarımızı kesif kokuların yayıldığı bir çürümenin rehini kılmakta ve bunu sabitlemektedir. Bunca bariz ve bir o kadar kesintisiz bir biçimde yönelimi açıkta çürütme olan bir iklimin güncelliğidir sorun. Hayat janjanlı cümlelerin birbirine benzeş ol nutukların arasında lime lime olunandır. Bu menzildeki süreğen çürüme halini bildirenler vardır. Bir yaşam sahasının her neye dönüştüğünü örnekleyenler vardır. Biteviye kılınanı ol var edilmiş yıkıcı, öğütücü, sindirici hallerin bağrında nasıl bir menzilin yaratıldığına dair söz alanlar vardır.
Ahmet Şık, HDP İstanbul Milletvekilidir. Gazetecilik titrinin yanı sıra, sorguladığı hemen her meselde asıl meseli, sıradanın meramını bildiren bir insandır. Yargının bu menzilde her ne hale koyulduğunu göstermesi açısından 19 Şubat tarihli meclis konuşması da yine, yeniden bu minvalde değerlendirilmesi elzem olandır. Sesli Meram’da Ahmet Şık’ın iri puntolarla bildirdiğini aktaralım: “Günümüzün muktedirleri olan sizler, AKP adıyla yola çıktığınızda kendinizden olmayanların desteğini de almıştınız. O dönemin berbat hukukunun düzeltilerek çağdaşlarıyla eşit düzeye getirilip hukukun üstün olacağına olan inançla, hak etmediğiniz halde ülkenin demokratikleşmesi umudunun taşıyıcısı olarak sizleri görmek istediler. Sizlerden değillerdi ama sizleri de kendileri gibi, değişmesi gereken sistemin karşıtı olarak kodlayan bir liberal iyimserlik nedeniyle kandırılmaları zor olmadı.
Bu kandırılma ilişkisinde, kısa sürede iktidar ortağınız haline dönüşecek olan, şimdi FETÖ diye kodladığınız, bir dizi hukuksuzluğa birlikte imza attığınız suç ortağınız Gülen Cemaatinin katkısı da yadsınamaz. Cemaat sizi hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip, devleti tüm kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapan sizler, şimdi ise kandırıldığınıza” inanmamızı istiyorsunuz. Halbuki birlikte kandırmaya çalıştınız!
Tarihsel geçmişinizdeki husumetlere bakarak zoraki nikah diye tanımlayacağımız Cemaat ile olan birlikteliğiniz, mal paylaşımı nedeniyle 15 Temmuz kalkışmasına kadar uzanan çirkin bir boşanma süreciyle sonra erdi. 15 Temmuz sonrasında kadrolarının 1/3’ini ihraç edip bir çoğunu tutukladığınız yargıda, Cemaatten doğan boşluğu kendi kadrolarınızla doldurdunuz. Aslolan liyakat değil biat. Geçmişte Hocaefendi’ye secde edilirdi şimdi reis dediğiniz liderinize ediliyor. Bu yüzdendir ki, liyakatle sahip olunmayan makam ve mevkilerde oturanlar, var gücüyle adaletsizliğe tutunuyor. Hukuksuzluğa göz yumuyor. Hukuksuzluk üzerine kurulu bir düzenin suç ortağına dönüşüyor.
***
Doğrunun yanında duramıyor olabilirsiniz. Bir doğru da görmüyor olabilirsiniz. Fakat yanlışın, yalanın, riyanın yanında durmayın. Bilmelisiniz ki hakikati söylemenin gücü iktidara tapınmanın gücünden daha uzun sürer.
Siyasal tarih, hukuku nefretinin aracı haline getirerek yargı eliyle intikam almaya kalkışmayı diktatörlerin yöntemi olarak tarif ediyor. Güçlülerin hukukunun geçerli olduğu dikta rejimlerinde de adliyeler, adaleti yutan kara deliklere dönüşürler. Hal böyle iken güce sahip olanla, o güce biat edenlerin menfaatleri arasındaki dengenin toplamından da adalet çıkmaz.
Toplumun imkansız bütünlüğünü sağlayacak tek şey sıklıkla yaptığınız üzere sahte birlik/beraberlik söylemleri değil eşitlik, demokrasi ve barışla tesis edilmiş bir adaleti kalıcı ve yaygın kılmaktır. Bu da ancak hukukun üstünlüğüne inanan ve bu haliyle toplumun ona duyduğu inançtan beslenen en önemli güvence olan bir yargı ile olabilir.
Böyle gelmiş olabilir ama bilin ki böyle gitmez. Gitmemeli. Ancak mevcut tabloya bakarak ve bugün zulmedenlerin yarın nelerle karşılaşacağını öngörebilecek kadar deneyimimiz ve tarih bilgimize dayanarak söylüyoruz ki; her türlü hukuksuzluğunuzun örtüsü olan çoğunlukçuluğun verdiği yetkiyle böyle gitmesine karar verirseniz, bilin ki; hiç kimsenin garantisi yoktur. Reisiniz dahil sizin de.
Beni daha önce Cemaat’le birlikte Ergenekoncu diyerek tutuklatmıştınız. Son olarak da FETÖ’cü diyerek tutuklattınız. İstinaf Mahkemesi bugün, kendisi gibi tetikçilik görevi üstlenen ilk derece mahkemesini kararını onadı.
Bu karara diyeceğimi mahkemede söylemiştim tekrara gerek yok.
Ama yargının halini bir kez daha ortaya koyan bu karara söyleyeceğimizi, değişiklik yaparak Shakeaspeare’den bir alıntıyla bitireyim: “İn cin top oynuyor cehennemde/Tekmili birden yargıya doluşmuş iblislerin.”
Düzenin vaat olmaktan alıkoyduğu çürüme halinin her ne olduğu kendiliğinden ortaya dökülmektedir bir kez daha. Ahmet Şık satır satır bunu bildirir. Okumasını bilene, sahi ve yekten sorgulamasını bilene bir ülkede düzen diye, geçmişin karanlığının nasıl yükseltilip güncellendiğini örnekler, ifşa eder. Ahmet Şık’ın da bahsettiği gibi Cumhuriyet Gazetesi Davasında önemli bir gelişme söz konusu olur, Bianet’ten iliştirelim: “İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi (İstinaf), Cumhuriyet davasının kararını onadı. Karar uyarınca beş yıla kadar* hapis cezası almış olan Kadri Gürsel, Güray Öz, Musa Kart, Mustafa Kemal Güngör, Emre İper, Önder Çelik, Bülent Utku ve Hakan Kara’nın cezası kesinleşmiş oldu. Davada beş yılın üzerinde ağır hapis cezası alan Hikmet Çetinkaya, Orhan Erinç, Akın Atalay, Murat Sabuncu, Aydın Engin, Ahmet Kemal Aydoğdu ve Ahmet Şık’ın cezaları Yargıtay’da incelenebilecek.” (* Ceza Muhakemeleri Kanunu Madde 286/2-a: “İlk derece mahkemelerinden verilen beş yıl veya daha az hapis cezaları ile miktarı ne olursa olsun adlî para cezalarına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine dair bölge adliye mahkemesi kararları temyiz edilemez.)
Gazeteciliği suç addeden, sözü savunmayı imkansız bir mesel kılmaktan hiçbir an olsun geri durmayan muktedirin var ettiği yargının “yenisi” ol dünün devamlılığını sağlama alır. Bu kadardır bu ülkede yaşatma istenci. Bu kadarlıktır bu ülkede kelama ve kaleme sahip olma halinde, onu salt ve sadece sıradan için kullanma istencine verilen yanıt. Bir kez daha veyahut da binlerce kere tekrarlandığı gibi sözün üstü çizildiğinde geriye kocaman bir boşluk kalır. Bu memleket ol boşluklardan ibaret, salt o boşlukları göstere gelen bir menzil kılınmıştır.
Yukarıda isimleri yazılmış insanlarla (gazetecilerle) ortak meselleri paylaşmıyor ya da sözünüz ortak kılınmayabilir. Gel gelelim muktedirin istediği de o’dur. Birbirlerine karşıt, kin güden, nefret saçan kitleler yaratabilmek ve bunu da üstüne çöktüğü medyanın ana yollarından icra etmektir. Oysa Cumhuriyet Davası’nda da olduğu gibi gerçekte gün yüzü görmüş haberler, muktedirin çürüttüğü ülkeyi ifşa ettikçe, o çabanın da nafile olduğu ortaya çıkar. Çürütmenin evreleri her günü kapsamaktadır. Bu kadarı ile yenisi denilen menzilin nasıl da eski / eksik olduğu afaki kılınmaktadır. Sorgular mısınız?
Doğrudan “çürütme” istencinin utanç vesikaları güncellenmeye devam olunandır. Osman Kavala ve beraberinde on beş ismin haklarında tanzim olunan Gezi Parkı iddianamesinin kadük ve basmakalıp satırları arasında bu çürütme halinin her nasıl devletçe, onun güdümündeki adalet makamınca savunulduğu bariz olur. Bir iddianame adı altında ithamnamenin bina olunması güncellenir. Memleket sathında sesini, sözünü hayattan yana kuranlara hakkın da hukukun da işlemediği bildirilir. İş İnsani Osman Kavala, Avukat Can Atalay, Gazeteci Can Dündar vs. isimlerle ortaya çıkan tablo Türkiye’nin cerahate olan teşviki mesaisinde kimlerin kurban seçildiğini örneklemektedir.
Biyopolitik tezahürün nişanesi olan çürütme gözdağı ve korkuyu öne sürerek güncellenir. AP ilerleme raporu bu acizlikler menzilininn tüm o demokrasi tahayyülünün neden, nasıl ve ne hakla çürütüldüğünü açıklayan bir metin olarak AP’de oylanır. Onun yayınlanmasından önceki ol oylama Türkiye devletinin AB macerasının da bir ihtimal sonuna işaret etmektedir. Hal budur. Türkiye sathı mahallinde yaşama düşürülen şerhlerin toplamı o çürütme halini bir kez daha bir raporda görünür kılmaktadır. Muktedirin kirli tezgahları bir yana sıradanın hali o meramla bildirilir. Geleceksizlik artık laf değil hakikattir.
Deutsche Welle Türkçe’den aktaralım: Türkiye'de uzun yıllardır sürdürdüğü sivil toplum faaliyetleri ile tanınan iş adamı Osman Kavala hakkında yürütülen soruşturma tamamlandı. 477 gündür iddianamesiz tutuklu olan Kavala hakkında savcılık tarafından hazırlanan iddianame mahkemeye gönderildi.
Cumhuriyet savcısı, Kavala'nın da aralarında olduğu 16 sanığın "Türkiye Cumhuriyet hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini engellemeye teşebbüs" ve "Gezi olaylarını finanse etmek" suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapsini istedi. Kavala için çeşitli suçlardan 3 bin 158 yıla kadar hapis cezası da talep edildi.
İddianamede Osman Kavala'nın yanı sıra Can Dündar, Memet Ali Alabora, Ayşe Pınar Alabora, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, İnanç Ekmekçi, Mine Özerden, Şerafettin Can Atalay ve Tayfun Kahraman'ın isimleri yer alıyor.
Anadolu Ajansı, 657 sayfalık iddianamede Gezi Parkı olaylarının "bir kalkışma girişimi" olarak nitelendirildiğini duyurdu. İddianamede, 746 kişi müşteki, o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu kabine ise mağdur sıfatıyla yer aldı.
Anadolu Kültür A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Kavala'nın avukatları, 2018'de Osman Kavala'nın tutukluluğunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olduğu gerekçesiyle AİHM’e başvurmuştu. AİHM başvuruyu "hızlandırılmış prosedürle işleme koyarken, Ankara'dan tutuklama kararının 'siyasi' olduğuna dair iddialar hakkında savunma talep etmişti.”
Bu arada Uluslararası Af Örgütü Türkiye Bölümü, bir Acil Eylem hamlesi gerçekleştirir. “Uluslararası Af Örgütü Türkiye Strateji ve Araştırma Direktörü Andrew Gardner, şunları söyledi:
“Bu saçma iddialar, tarihi yeniden yazmayı ve Türkiye’nin önde gelen sivil toplum aktörlerini susturmayı hedefliyor. Bu aktörler, Türkiye’nin ciddi şekilde aksayan hukuk sistemi tarafından yargılanma olasılığıyla karşı karşıyalar.”
“On binlerce insanın devletin baskılarına karşı barışçıl olarak toplandığı Gezi Parkı protestolarının üzerinden neredeyse altı yıl geçti. Söz konusu iddianamenin mahkeme tarafından kabulü halinde, sanıklar ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılabilir.”
“Ağırlıklı olarak barışçıl protestolardan ve insanların temel haklarını kullanmasından ibaret olan Gezi protestoları, polisin keyfi ve istismar edici güç kullanımıyla karşı karşıya kalmıştı. Mahkemeler tarafından asıl yargılanması gereken, hiçbir suç işlemeyen 16 sivil toplum aktörü değil; insanların temel haklarını reddeden yetkililer ve barışçıl protestoculara karşı şiddet kullanan polisler olmalıdır.”
“Söz konusu suçlamalar düşürülmeli ve 16 aydır tutuklu bulunan Osman Kavala ile 4 aydır tutuklu bulunan Yiğit Aksakoğlu derhal serbest bırakılmalıdır.”
İç içe geçmiş yıkımlar. Birbirinin tamamlayıcısı olmaya devam eden çürütme istencinin her ne olduğu örnekleyen cürümler silsilesi. Nicesinde sanki daha önce yaşamıştık biz bunları derken bambaşka açılardan yakalanan sıradan olan halk. Müştereklerimiz çalınıp, yutuluyor. Ankara’da polis tacizine maruz kalan, Merve Demirel’in başına getirilmek istenen yıkım da o halin bir başka suretidir. En son memleketin içişleri bakanı olarak ismi geçen kötülükle dolu şahsiyeti tarafından da hedefe koyulur Merve Demirel. Düzenin vaat olmaktan alıkoyduğu çürümenin her neyi var ettiği ortadadır. Tetikçilik de diğer pek çok şiddet mefhumunda olduğu gibi devletin tekeline almak istediğidir.
Merve Demirel, Mezopotamya Ajansı’nda konuşur: “Emniyetin yaptığı açıklama ardından ailesinin hedef gösterilmesinden rahatsız olduğunu söyleyen Demirel, "Bu kabul edilemez bir durum. Bu ülkede içişleri bakanlığını yapan birinin böyle tehditler savurması, sağduyulu düşünmeyen insanlara büyük cesaret verir. Bu söylemlerle çok daha korkunç olayların önünü açıyorlar. Eğer kötü bir şey yaşanırsa bunu nasıl göğüsleyecekler, hesabını nasıl verecekler" diye sordu.
“Şu an tek derdim aileme, kardeşime söyledikleri şeyler yüzünden bir zarar gelebilir mi” diyen Demirel, yetkililerin yaptığı açıklamaların olayı bağlamından kopardığını söyledi. Demirel, “En son geldiğimiz noktada kendim ve ailem adına can güvenliğimizi düşünüyorum” dedi.
Artı Gerçek muhabiri Derya Okatan'ın kendisi ile yaptığı röportaj sonrası gözaltına alınmasına ilişkin de konuşan Demirel (daha sonra salı verilir Okatan) , "Gözaltına alındığını öğrenince gerçekten çok üzüldüm. Üstelik terör ile mücadele tarafından alındı. Biz meseleyi her zaman taciz üzerinden dillendirdik. Kadınlar üzerinden konuştuk. Meselenin terör ile hiç bir bağlantısı yok. Yaptıkları bütün açıklamalar bunu terörize etmeye çalıştıklarını gösteriyor" diye aktardı. Türkiye’de tacizin çok yaşanan bir durum olduğunu söyleyen Demirel, "Bu durum karşısında susmayın, annenize anlatın, babanıza anlatın, kadınlar olarak seslerinizi yükseltin denilen ve böyle politikalarla yürütülmeye çalışan bir ülkede kadının susmasını beklemek korkunç bir şey" diye konuştu. Endişeli olduğunu ama onurundan da vazgeçmeyeceğini söyleyen Demirel, Avukat Selçuk Kozağaçlı'nın "Yaşamın kendisi değildir kutsal olan, onurlu hasiyetli yaşamaktır kutsal olan" sözünü hatırlatarak, ekledi: "Biz de böyle yaşamak istediğimiz için maalesef bu üzücü olaylarla karşılaşıyoruz. Yaşam böyle kutsal olduğu içlin onurlu yaşamaktan vazgeçemeyeceğiz.”
Yaşadığımız her günün bilançosu olarak ol çürüme meselesi görünür kılınandır. Yaşama edimine karşıt müdahaleler bu çürütme istencinin yönünü belirginleştiriyor. Hayat hakkı, insanlık hakkı, hak ve hukukun basit, yalın varlığı alenen yerle yeksan olunmaktadır. Yol nereyedir? Bile isteye handiyse döke saça bir menzilde verili olan hakların, kuş kadardan da azalmış demokrasi tahayyülünün, söz söyleme hürriyetinin köküne kibrit suyu dökülmeye devam edilmektedir. Yıkım, yıldırı ve çürüme üçlüsüne rehin bir menzildeki hayat ne olur, her neye yarar yaşatmayan bir menzil sualimizdir. Biteviye kılınan şiddet, nefret ve tehditlerle o yaşam alaşağı edilirken nedir yeni ülke, nasıl bir şeydir hala aynı gemideyiz seslenişi, sualimizdir. Soruyor musunuz, yanıtları arıyor musunuz! Gözümüzün önünde cereyan eden bu yıldırı ikliminin sizleri de yaralayacağını, bir gün mutlakla bunu da deneyeceğini sahiden görmüyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Sadness & The Hand – Carlos LABRADOR – Saatchi Art
#arzihal#mesel#meram#söz hakkı#türkiye gerçeği#yıldırı#ahmet şık#hdp#adalet#fetö#akp rejimi#soluk alabiliyor musunuz?#gazetecilik suç değildir#cumhuriyet davası#tahakküm#tehdit döngüsü#su çürüdü#osman kavala#gezi başkaldırısı#müştereklerimiz#çabalamak#stk#anadolu kültür#demokrasi tahayyülü#devlet102#kadına yönelik şiddet#merve demirel#işkence insanlık suçudur#devlet suçları#kırım
1 note
·
View note
Text
Bir Ülke Kaç Kırım, Kaç Cinayet, Kaç Karanlıkla Sınanacaktır
Genel geçer değil hep var edildiği gibi delik deşik eden bir düzlemin ortasında olunduğu gerçekliğine uyanıyoruz. Her şekilde maraz çıkartanın muktedirin ta kendisi olduğunun altını çizdiğimiz bir günceyi yaşıyoruz. Artık laf / söz dinleyen, bir tersliğin ortasında bir o yana bir bu yana savrulurken bunları sorgulayacak kimseler kalmasın isteniyor. Belirli bir doğrultuda günbegün mot-a-mot ezberlerle yıkım tazeleniyor. Umudun yitimini eksik gedik olmadan var etmiş bir düzlemin yönetim katı artık aralıksız bir biçimde hayat hali o meselin ta kendisine saldırıyor her gün biraz daha, her gün bir parça daha. Apansız değil, hepten doğrudan var edilmiş olan kırılmalar, eksiltmeler, ön almalar ve nicesiyle birlikte bir cürüm şablonu güncelleniyor. Genel geçer olmayıp, delik deşik eden kalıcılık oralarda türetilmiş olan hamlelerle biçimlendiriliyor artık. Yeni ülke bu hallerle bina ediliyor eksik gediği böyle böyle tamamlana duruluyor.
Bütün paramparça edilirken, hayat imi ve hakkı da mahvedilmeye sevk olunuyor apaçık bir halde. Uzam delik deşik ederken hayatı muktedirin beklentisi halen yetersiz kalınmış bir yıkımı göstere geliyor. Erk, muktedir, iktidarı hiçbir kötülük kesmiyor. Dahası ortada bir imgelem haline dönüştürülmüş olan kötülük elle tutulur haldeyken dahi bütün bahisler masalmış gibi geçiştiriliyor. Baş Amir’den itibaren silsile halindeki bir cerahat savunması eksiksiz kılınıyor. Peyderpey karanlık dört bir yanı kuşatırken, yapılanlar kulislerde ortaya serilenlerle birlikte bir provadan ötesi olmadığını göstere geliyor. Cerahat dünden güne taşınırken, yol da yordam da, çaba da meram da her bir şey de üst üste istiflenmiş kötülüğün insafına terk edilir. Bu hallerin yekununda bir yeni ülke var edildiği zikredilir, oysa her şey düne aittir, dündedir!
Gazete Karınca’dan aktaralım: “Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanları Saliha Aydeniz ve Keskin Bayındır, sabah saatlerinde polisler tarafından baskın düzenlenen partinin Diyarbakır İl Örgütü binasını ziyaret etti. Burada basın toplantısı düzenleyen Aydeniz ve Bayındır, baskını kınadı.
Saliha Aydeniz partilerine yönelik baskıları “AKP-MHP’nin Kürt düşmanlığının devamı” olarak gördüklerini söyledi. Aydeniz, “Bunu siyasi bir operasyon olarak yorumluyoruz. Ancak bu saldırılar, iktidarın bitme aşamasına geldiğini de gösteriyor” dedi.
Aydeniz, baskının yakın zamanda yapacakları büyük kongreyle de alakalı olduğunu belirterek, şunları söyledi:
“Kongre çalışmalarımız tüm hızıyla sürüyordu. Çalışmalarımızdan baskılara karşı bizi geriletemediklerini gördüler. Baskınla bize bize mesaj vermek istediler. Ancak bu mesaj, bizi daha fazla çalışmalara asılmamıza ve Kürtlerin özgürlüğü için mücadele yürütmemize neden oluyor. Halk içine çıkamıyorlar. Ellerinde sadece saldırı kalmış. Sadece saldırmayı biliyorlar. Eşitlik ve özgürlükten anlamıyorlar.”
Aydeniz, baskın sırasında TJA bayraklarına el konulmasına da tepki göstererek, “Kadın çalışmalarını her yerde devam edeceğimizi belirtiyoruz. Bizi bitiremeyeceksiniz. Biten sizsiniz” dedi.
DBP İl Eşbaşkan Yardımcısı Mehmet Ali Altınkaynak da baskınla ilgili bilgi verdi. Altınkaynak, baskında binalarının didik didik arandığını belirterek, aylık ve günlük çıkarılan gazete ve dergilere el konulduğunu ifade etti. Altınkaynak, yaşamını yitirmiş parti çalışanlarının fotoğraflarının olduğu posterlere de el konulduğunu söyledi.”
Politik hürriyetin ayaklar altına alındığı, demokrasi mi bizde hası var denilirken ucubelik bir karmaşanın var edildiği dahası Kürd sorununun bir asırlık seyrüseferinde hiç olmadığı kadar afaki bir kırım istencinin yeniden bina edildiği örneklerle kuşatma sürdürülür iş bu menzilde. Daha öncesinde HDP binalarına yapılan baskınlar, İzmir’de Deniz Poyraz’ın katledilmesini var eden süreç, İstanbul’da parti binasını basıp son anda engellenebilen bir kırım tezahürünün benzeri alttan alta her fırsatta devletlinin tahayyülleri doğrultusunda bu sahnede var edilir. Düzen aralıksız zulmü bir hak olarak bildikçe, köşeye kıstırmak istediği sözü önce Kürd özgürlük hareketini darp ederek, sürekli sınayarak, aralıksız denek kılarak, saldırarak sindirme yoluna giderek günceller. Bir karanlıklar dehlizinde iyice dibe doğru koşar adım giden ülkenin gerçekliği bu bahiste çıkagelir, hala göremeyen var mıdır?
İlkay Evren’in Yeni Özgür Politika’daki haberinden aktaralım: “Kürdistan kentlerinde zırhlı araç cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Son olarak Şırnak'ın Cizre ilçesinde 24 Ocak’ta dershaneye gittiği sırada Cizre eski köprüsünde (Yafes Caddesi) sivil polislere ait Ranger tipi zırhlı aracın çarptığı 23 yaşındaki Abdulgaffar Dayan yaşamını yitirdi. Hastanedeki otopsi işlemleri ardından Dayan'ın cenazesi HDP İlçe Örgütü ve çok sayıda kişinin yanı sıra okul arkadaşlarının omuzlarında Cizre Asri Mezarlığı’na getirildi. Dayan'ın cenazesi yakılan ağıtlarla defnedildi.
Gazetemize konuşan Abdulgaffar Dayan'ın amcası Mehmet Sait Dayan, "Ford Ranger tipi zırhlı araç çarptıktan sonra görgü şahitlerini beyanlarına göre 50 metre çocuğu yerde sürüklemiş. Polisler, yaklaşık 45 dakika çocuğu orada o soğukta, o suyun içinde bekletmiş. Ambulans bahanesiyle bekletmişler. Halk tepki göstermiş, ‘bırakın özel araçla götürelim’ demişler ama polisler bırakmamış. Halk, 'siz çarptınız 45 dakikadır bırakmıyorsunuz biz de götürelim çocuğu öldürüyorsunuz bırakın hastaneye kaldıralım' demiş. Polis milleti orada dağıtmış. 45 dakika sonra ambulans gelmiş" dedi.
3 gün hastanede yaşam savaşı veren Dayan'ın iç kanama geçirdiğini anlatan amca Dayan, "Birinci gün ameliyata aldılar, ameliyata alırken iç kanama geçirmiş. İlk etapta sağ böbreğini almışlar, sonra karaciğer, akciğer, dalak hepsi parçalanmış zaten. Ameliyattan sonra yoğun bakıma aldılar. 2 gün yoğun bakımda kaldı. Üçüncü gün ne yaptıysak bir türlü bizi görüştürmediler. Durumunu öğrenmek için bile bizi içeri sokmadılar. Üçüncü gün doktor dışarı çıktı, ‘Abdulgaffar'ın kanaması tekrar başladı. Ameliyata almak zorundayız’ dedi. Biz de Cizre doktorları elverişli değil, imkanları kısıtlı, Diyarbakır, Antep, İstanbul, Ankara neresi olursa olsun oraya götürelim çocuğa bir şey olacak dedik. Doktor, 'hayır, biz sevk edemeyiz burada gerekli müdahaleyi yapacağız' dedi. Tekrar ameliyata aldılar 45 dakika sonra doktor dışarı çıktı, 'kalbi durdu ama tekrar geri döndürdük her şeye hazırlık olun' dedi. 2 buçuk saat sonra aynı doktor tekrar dışarı çıktı vefat etti diye bilgi verdi" diye konuştu.
Yetkililerin cenazeyi bilerek geç verdiğini söyleyen amca Dayan, "Saat 2’de vefat ettiği bilgisi verildi. Saat 6 buçuğa kadar bir türlü ne savcı geldi, ne de doktorlar rapor düzenledi. Halk tepki gösterdi. En son artık, 'defin işlemlerini, otopsi yapıyoruz' dediler. Otopsiye ne gerek var zaten her şey ortada siz kimin yaptığını biliyorsunuz, arabanın plakası, polisin bilgileri hepsi var. Zaten siz ameliyat ettiniz neyi otopsi yapacaksınız bu kadar halkı burada bekletiyorsunuz diye tepki gösterdik. Onların amaçları geç saatte işlemleri bitirmekti. Halkın tepkisini sindirmek için geç saatte cenazeyi verdiler. Bilerek cenazeyi akşama kadar vermediler. Cenazede de polis baskısı vardı. Biz halk olarak iki bin kişiye yakın oradaydık, 3 bin polis yığdılar. Her birimizin başına 2 polis diktiler mezarlıkta" dedi.
Geçmişteki zırhlı araç cinayetlerini hatırlatan amca Dayan sözlerini şöyle noktaladı: "Bu devletin bilinçli bir politikasıdır. Daha önce de benzer cinayetler oldu. İdil'de Miraç katledildi. Silopi’de iki çocuğu uykularındayken katlettiler. Bunlar Kürt olduğumuz için bu politikayı yürütüyorlar. Fakat bizi sindiremezler, biz onlara diz çökmeyeceğiz."
Yaşanan olaya ilişkin Şırnak Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Komisyonu, yazılı açıklama yaparak tepki gösterdi. Açıklamada, bölgede zırhlı araç çarpması sonucu gerçekleşen ölümlerin artarak devam etmesinin en büyük nedeninin "kolluğun" sahip olduğu cezasızlık güvencesi olduğu vurgulanırken, Türkiye'nin de tarafı olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme tarafı devletlere, çocukları savaş alanında dahi koruma sorumluluğunun yüklendiği hatırlatıldı. Açıklamanın devamında, cezasızlık zırhı önünde hiçbir kanun veya sözleşmenin duramadığına dikkat çekilerek şunlar kaydedildi: "Şırnak Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Merkezi olarak, Abdulgaffar Dayan'ın ölümü hakkında sürdürülecek tüm yargılama aşamalarının takipçisi olacağımızı ve sokaklar zırhlı araçlardan arındırılıncaya kadar mücadelemizin devam edeceğinin kamuoyuyla paylaşıyoruz."
Abdulgaffar Dayan'a çarpan aracın zırhlı aracı kayyum belediyesi üstlendi. Cizre Belediyesi twitter hesabı üzerinden yapılan açıklamada, aracın kayyum için güvenlik hizmetine tahsis edildiği kaydedildi. Kayyum tarafından yönetilen belediyenin resmi twitter hesabı üzerinden şu açıklama yapıldı: "24.01.2022. tarihinde sabah saat 8:35 sularında Yafes caddesinden Silopi caddesi istikametine Yafes köprüsü girişinde yoğun şekilde yağan yağmurun etkisiyle kayganlaşmış olan yolda yaralamalı trafik kazası meydana gelmiştir. Kazaya karışan araç Cizre Belediyesi adına kayıtlıdır. Belediyenin özel kalem ve güvenlik hizmetlerine tahsis edilmiş olan Ford Ranger marka bahse konu araç, bazı basın yayın organlarında ifade edildiği gibi zırhlı bir araç değildir, pikap tarzı bir hizmet aracıdır."
Olaydan sonra aracın, Cizre Belediyesi Kayyımı ve Kaymakamı Mehmet Tunç'un koruma aracı olduğu iddia edilmişti.”
Genel geçer değil hep var edildiği gibi delik deşik eden bir düzlemin ortasında olunduğu gerçekliğine uyanıyoruz. Her şekilde maraz çıkartanın muktedirin ta kendisi olduğunun altını çizdiğimiz bir günceyi yaşıyoruz. Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde kaza olarak bildirilen bu zırhlı araçlar kırımında canı çalınan kaçıncı insandır; Abdulgaffar Dayan! Genel geçer değil doğrudan hayat hakkının hiçe sayıldığı bir zeminde gün neyi getirir ol yıkımlardan gayri. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), son 4 yılda güvenlik güçlerine ve kamu kurumlarına ait araçların çarpması sonucu 9’u çocuk ve 1’i engelli olmak üzere toplam 18 kişinin öldüğünü açıklar. Çarpmalarda 14’ü çocuk olmak üzere 50 kişi de yaralandığı kaydedilir. Bütünüyle bir kırım ikliminin ortasına terk edilmiş hayat hakları un ufak olunmuş, aralıksız olarak şiddetin esiri / rehini görülen bir sahnenin varlığında o kayıpların akıbeti de Dayan gibi unutuşa sevk olunacak mıdır. Delik deşik eden düzlem diye bahsettiğimizin yıkıcılığını, etle tırnak gibi olunduğu söylenene karşı var edilmiş bu katliamcılığı her nasıl ifade edebilirsiniz ki başka! Acıdan geriye her ne kalır ki?
Dönüp dolaşıyor şu memleket bir kere daha her şeyin başladığı 1915’in karanlığından bir kesiti yeniden ve yeniden güncelliyor. Dönemin ittihat ve terraki zihniyetinin tezahürü olarak çıkagelen ve hemen hemen her alanda uygulana gelmiş olan tahakküm etme bugünün de hakikatinin bir parçası kılınıyor. Bakur Kürdistan’ında söz söyleyebilme hakkı elden çalınıyor. Siyaset deseniz, bir asır öncesinin benzeri bir kuşatma halinin tam da ortasında bir var çokça yok kılınıyor. Düz ovada siyasetin köşe bentleri kırılırken bir de devletlinin tahakkümü çıkageliyor. Can alıyor, can yakıyor, can yakılmasına müsamaha gösteriliyor. Cezasızlık artık bir normatif kılınırken, suçlular tespit edilip de bildirildiğinde dahi işlemeyen bir adalet mekanizması / figüratif sahnelemesi var ediliyor. Netice, dönüyoruz dolaşıyoruz, unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz çıkışına terk olunuyor. Cerahat böyle açıktayken, dahası dün Ermeni, Süryani, Rum başta olmak üzere hiçbir öteki addedilene bir hayat vermeyen / bırakmayan şu sahne bir asır sonra neden / ne hakla aynı karanlığı Kürd, Alevi, Ezidi halklarına yeniden var edebilir? Olayı abartmayın diye bildiren kolluk amiri, o genel müdürün varlığında bu ülkede bir tek iyi gün söz konusu edilebilir mi? Onca acının üstünden yükselen bir ülke kaç kere daha kırımlarla, cinayetlerle, kör karanlıkla sınanacaktır, daha kaç... Düşünür müydünüz? Bütünüyle delik deşik olunmuş bir hayat imgesinin ortasında hangi ülkeden bahis açabilir, hangi meramı eyleyebiliriz sahiden.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Gazete Duvar
#meram#arzihal#kör karanlık#bakur kürdistan#siyasa#tahakküm etme#düzen#süreğen yıkım#karanlık çağ#kötülük sarmalı#söz hakkı#dbp#kürd özgürlük hareketi#durum#demokrasi nedir?#devlet102#katran karası#devlet dersi#çocuklar ölmesin#abdulgaffar dayan#hayat hakkı#zırhlı araç#kırım#kıtal#kürd kırımı#cizir#mesele#yorum#anlık#günce
0 notes
Text
Nefret
Nefret, bildiğiniz kelimenin tüm karşılıklarından mülhem, dolu dolu bir nefret temsilini iş bu ülke denilen sahanın her gününde apayrı bir biçimde yaşıyoruz. Ambalaj değiştiriliyor gibi görünse de içeriğin her dem çürük bir arzu nesnesi olarak varlığı tescillenmiş bütün o nefret şablonundan mürekkep ülke gerçek kılınıyor. Cerahat birbiri ardına güncellenirken, yara ve yıkım artık dört bir yanı kuşatırken çalakalem nefret turnusolleri hayata düşürülen gölgeler çoğaltılıyor bizatihi devlet ve mahdumları ve aveneleri elleriyle birlikte topyekun cemaat! İmam neylerse cemaat pardon iktidarın iki ucundaki siyasal islamcı motif ile açık ve aleni faşizan güruh, kemalist eski türkiyeci, sözüm ona sosyal demokrat geçinip aslen kim daha fazla faşisti suna gelen ulusalcı kanat ve benzerleriyle bu nefret şablonu hemen her gün farklı bir biçimde güncellenir. Yıkım dört bir yanı kuşatmışken, hayatın alenen bu sahada heder edilmesine devam denilirken bütün bunları unutturabilmek için nefret hali, nefretten medet ummak var edilir.
Bir ülke formunu artık alenen zayi etmeye devam diyen, bütünüyle yıkım, talan ve bütün bütün bir çürüme istemi üstünden yükselen mevzide her gün apayrı bir nefret temsili var edilir. Kurumsallaştırılmış olanın var ettiği her türlü cerahat, yol verdiği hemen hemen her türden şiddet pratikleri için olur olmaz hedefler yeniden ve yeniden işlevsel kılınır. Bu coğrafyanın acılı kaderi / yazgısı olagelen ötekisini biçare koyma, hedef kılıp hemen her anlamda güvercin tedirginliğine rehin etme ve bütün bunların derleyicisi toparlayıcısı ola gelen ayrımcılığa her gün yepyeni hamlelerle yüklenilir. Bir yaşatan yer mefhumunu artık aleni bir biçimde hiç kılmak çabasına düşülendir. Bir yaşam bahsini sıradan herhangi ama herhangi bir kimlikten bir yurttaşın şu memlekette hayattaki varlığı, var olma çabasının ta kendisi bir kere daha alaşağı edilendir. Cürümler, kötülük ve bitimsiz nefretle birlikte bariz bir hayat istemi tarumar edilmiştir, dahası da var edilmek istenir. Dün Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi nefreti ve yönelimi, yakın zamanda da süren Alevi / Kürd nefretine en sonunda da Suriyeli, Afgan, Arap veya Dürzi, Türkmen ya da Ezidi kimliklerini de kapsar hale getirilir. Bunca vahametin ortasında bir tek iyi gün var edilemez oysa ki! Bu bilindiği halde inat ve ısrarla karanlık yeniden savunulur.
Biteviye bir cürümler sarmalı haline dönüşmüş menzilde, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın var ettiği bu vahim şablonun / yönelimin bariz bir tezahürüdür. BBC Türkçe’de yayınlanmış olan haber metninden aktaralım: “Önceki gün düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamaların ardından, Uluslararası Mülteci Hakları Derneği'nin yanı sıra birçok kişi Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
Başsavcılık, şikayetler üzerine Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan hakkında 'görevi kötüye kullanma' ile 'nefret ve ayrımcılık' suçlarından soruşturma başlattı.
Kentte yaşayan yabancı uyruklulara ve mültecilere su faturası ve vergide 10 kat zam yapacağını söylemesiyle tepki çeken Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan tavrında ısrar etmiş ve "Geri adım atmayacağım, fazlasını da yapacağım" demişti.
DHA'nın haberine göre, suç duyurusunda bulunanlar arasında yer alan avukat Aydın Egemen, Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı'na yaptığı suç duyurusunda şu ifadeleri kullandı:
"Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ederek, su gibi temel ihtiyaç maddesine ulaşma imkanının fiilen ortadan kaldırılarak, özellikle virüs döneminde insanların, çocukların hastalanmasına neden olabilecek bu durumdan vazgeçilmeli ve kamuoyundan özür de dilenmelidir."
"Koronavirüs ile maske-mesafe-temizlikten başka bir çaremizin olmadığı bu dönemde, suya ulaşma hakkının fiilen engellenmesi ile yabancı uyruklu kişilerin hijyen şartlarını sağlayamadıklarından virüse yakalanmaları, bu kişilere virüs bulaşması ve nihayetinde bizlere, bizlerin çocuklarının da bu virüsü taşımaları nedeniyle zarar görmemizin sonuçlarına kim katlanacaktır?"
"(...) Şüphelinin eylemleri, başta Anayasa, Türk Ceza Kanunu kapsamında suç teşkil eden, şüpheli yöneticinin bu sıfatı hasebiyle özellikle hassasiyet gösterecek yerde, su gibi temel bir ihtiyaç maddesini, kamu hizmetini '10 kat arttırmak' gibi, toplum karşısında yabancı uyrukluk kişileri hedef haline getirilen, bizlerin, çocuklarımızın yaşama hakkını açıkça ve yakın tehdit edecek sonuçlar yaratan suç teşkil eden eylemlerinden dolayı hakkında soruşturma başlatılarak cezalandırılmasını talep ediyorum."
Özcan, Pazartesi günü belediye binasındaki basın toplantısında, ''Yabancı uyruklu kim varsa abonemiz olan, su fiyatlarına, katı atık ücretlerine başta olmak üzere bazı ücretlerde 10 kat zam yapacağız. Gitsinler istiyoruz" demişti.
"Arkadaş, yardımı kesiyorsun gitmiyorlar. 'İş yeri ruhsatı vermiyorum' diyorsun gitmiyorlar. Biz yeni önlemler almaya karar verdik" ifadelerini kullanan Özcan, Bolu Belediye Başkanı olduktan sonra mültecilere belediye bütçesinden ayni ve nakdi yardımı kesmesiyle de tepki çekmişti.
Dünkü açıklamasında yabancı uyruklu kişilerin gitmelerini istediklerini söyleyen Özcan, "Gitsinler istiyoruz. Bu misafirlik uzadı. Benim elimde yetki yok ki zorla, zabıtayla şehrin dışına bırakıp koyayım. Bir ara sınırlar açıldığında biz otobüsleri ücretsiz yapıp insan gönderdik. Şimdi de göndermeye hazırız. Gönderelim gitsin." diye devam etmişti.
Daha sonra "Biliyorum ki bu açıklamamdan sonra birileri hakkımda suç duyurusunda bulunacak. Gene çıkıp birileri insan haklarından bahsedecek, bana 'faşist' diyecek. Hiç umurumda değil" sözlerini kullanan Özcan, Habertürk televizyonu yayınında da geri adım atmadı.
Mültecilerden toplumun rahatsız olduğunu ve göçmenlerin Türkiye'ye entegre olamadıklarını söyleyen Özcan, "Benim askerim orada şehit olacak, sokaktaki Suriyeli de akşama kadar gelene geçene bakacak!" ifadelerini kullandı.
Tanju Özcan, hukuka aykırı bir işlem yapmayı planlamadığını, yapacaklarının hukuka uygun olacağını ve kendi yaptırdığı anketlerde bu konuda halkın yüzde 85 desteğini aldığını iddia etti.
Tanju Özcan, evinde Afgan işçi çalıştırdığı yönündeki iddialara ise "Doğru değil, çalışanım Faslı bir Türkiye vatandaşıydı, 6 ay kadar sigortalı olarak çalıştı, hatta bununla ilgili müfettiş incelemesi de geçirdim" yanıtını verdi.
Bu arada, CHP de Özcan'ın yabancılarla ilgili sözlerinin kendisini bağladığını söyleyerek, Bolu Belediye Başkanı'nın sözleriyle araya mesafe koymaya çalıştı.
Özcan'ın sözlerine CHP milletvekili Mehmet Bekaroğlu da tepki gösterdi. Bekaroğlu Twitter hesabından yaptığı açıklamada "Bu düşünce anayasaya aykırı olduğu gibi vicdan ve insanlıkla bağdaşmaz. CHP, sosyal demokrat bir partidir, programında yabancı düşmanlığı yoktur, böyle nefret söylemi kokan bir girişimi asla kabul etmez" dedi.”
Bütünüyle irin akıtan, bununla yol / yön tayinine girişen bir tahayyül toplamıdır belediye başkanının cismani kıldığı. Alışılageldik ezberden mavallar yanına eklenmiş olan yepyeni tahayyüllerle bir başkaldırı var edilir. Sözüm ona sosyal demokratlık lafları havalarda bu sahada uçuşurken, baştaki cüretin kötülüğü, kötünün cüretine ortak olma çabası bir defa daha var edilir. Tanju Özcan’ın patavatsızca vazettiği her cümle bir kırılmaya davetiyedir. Bütünüyle bir toprak parçasında yaşam istemine koşullar getirmek, onu sınırlandırmaya her an hazır ve nazır olmak ve bitimsiz bir nefret sunumuyla birlikte bu ülkenin bir köprü, bir medeniyetler beşiği, halkların ortak imecesi falan olmadığı gün yüzüne kavuşturulur. O aklın, ana muhalefet partisinden çıkagelen zulmü onaylayan, insanları yaftalayan hemen her şekilde ayrıştıran çabanın muktedir ve avenesindeki pek çok örneğini daha önce görmüştük. Soruşturma açılacağı bahsinden ötesine gidilmeyen, insanların haymatlos hayatları sanki keyifleri için talep ettiğini sanarak ortaya atılan ve her defasında da seçmenim de bunu istiyor diyebilen bir kötülük varken “nefret” bahsini satır satır anlatmaya gerek yoktur. Böyle ülke mi olur, kalır, bırakılır?
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Konya’da daha önce Kürt oldukları için ırkçı saldırıya uğrayan Dedeoğulları ailesinden 7 kişi katledildi. Aile 11 Temmuz’da mahalledeki 60 kişilik ırkçı grubun saldırısına uğramıştı.
Merkez Meram ilçesi Hasanköy Mahallesi Özşahin Sokak'ta saat 18.50 sıralarında bir eve düzenlenen silahlı saldırıda 7 kişi yaşamını yitirdi. Polis çevrede geniş güvenlik önlemi alırken, olay sırasında bölgeden ayrıldığı üzerinde durulan bir aracın bulunması için tüm kentte çalışma başlatıldı.
Konya Valisi Vahdettin Özkan ile İl Emniyet Müdürü Engin Dinç de olay yerine gelerek incelemede bulundu.
Katliamın ardından, öldürülen 7 kişinin Meram’da daha önce saldırıya uğrayan Kürt aile olduğu ortaya çıktı. 24 yıldır bu mahallede yaşayan Dedeoğulları ailesi, son 15 yıldır komşuları ve komşularının ırkçı saldırısına uğruyordu. En son 11 Temmuz akşamı 60 kişilik grup tarafından taşlı, sopalı ve bıçaklı saldırı düzenlemişti. Saldırının olduğu akşam evde bulunan 4’ü kadın 7 kişi yaralanmıştı. Saldırının ardından tutuklanan 10 kişi tahliye edilmişti.
İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin de sosyal medya hesabından "Konya Meram’da 12 Temmuzda saldırıya uğrayan aile. Tutuklular tahliye edilmiş ve kendileri hakkında ‘koruma kararı’ verilmişti.. İşte, onlar daha önce saldırdıkları aileyi katletmişler. İHD olarak olayın takibindeydik. Çok üzgünüz." açıklamasını yaptı.
Artı TV’ye konuşan ailenin avukatı Abdurrahman Karabulut, “Daha 3 saat önce aile benim yanımdaydı. Davanın, soruşturmanın gidişatıyla ilgili bilgi alıyorlardı benden. Defalarca uyardık. Cezasızlık politikasının sonucu yeni saldırılara sebep olmaktadır. Biz devleti, yargıyı uyardık. Ama adeta, kasten bizimle dalga geçercesine her yeni tutuklama talebimize, yeni tahliyelerle karşılaştık ve maalesef böyle sonuç yaşandı. Aileye ilk saldırı Ramazan Bayramı'na bir gün kalanın akşamında olmuştu. 50-60 kişilik bir grubun saldırısı olmuştu. 7 kişi tutuklanmıştı. Daha sonra her hafta birer ikişer kişi serbest bırakılmıştı. Yeni tutuklamalar talep ederken maalesef her hafta birer ikişer kişi serbest bırakıldı. İki tutuklu kaldı. Bu sonucun oluşmasında en büyük payı olan yargının kendisidir” ifadelerini kullandı.”
11 Temmuz’da deneyimlenen vahşet, yerli ve milli adalet mekanizmasının konu Kürd halkı olduğundaki aceleciliği ile katil adaylarını salıvermesi ve yukarıda okuduğunuz gibi 30 Temmuz tarihinde 7 insanın katledildiği bir cinayet, kundaklama girişimine dönüştürülür. Cezasızlık politikalarının, sürekli sistemin başında duran zevatın hedef alıp, hedef gözeterek Kürd’ü düşman addetmesinin bir sonucu, bilmiyoruz kaçıncı kırımı olarak Meram’da Dedeoğullarından yedi insan katledilir. Saldırganlar aile fertlerinden Yaşar Dedeoğlu, Barış Dedeoğlu, Serpil Dedeoğlu, Serap Dedeoğlu, İpek Dedeoğlu, Metin Dedeoğlu ve Sibel Dedeoğlu’yu katletti. Bütünüyle nefret ediminin yükseltildiği bir zeminde bağır çağır bir cinayet silsilesi işlenir. Konya’nın Meram ilçesinde ortaya serilen şey Türk’ün misafirperverliği bahsinin de bilmiyoruz kaçıncı kez duvara çarpmış olmasıdır. Bilmiyoruz kaçıncı defa inkar edilen şeyin bir yıkımın ta kendisine dönüşümü güncel kılınmasıdır. Bilmiyoruz hangi çıkış için yeniden karanlığı harekete geçirilmesidir. Böyle afaki, bunca kin ve nefretle üstelik kısa süre sonra görsel kayıtlarına da ulaşılabilir olunan bir cinayet, bütün o nefret siyasetinin hazin sonucudur. Hesabı mahşere kalmasın!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Savaş GÜLER – AA – Euronews
#meram#arzihal#türkiye101#nefret siyaseti#karanlık çağ#kötülük sarmalı#direnç#şiddet#devlet şiddeti#ötekiler#başka türkiye vardır#yıldırı#bolu#tanju özcan#kör karanlık#faşizm#konya#ayrımcılık#katliam#cinayet#kürd kırımı#kürd sorunu#demokrasi#insan nedir#hayat#biyopolitika#cürümler#ötekileştirme#hayat ne olacak
0 notes
Text
Quo Tendimus?
Bariz bir biçimde dökülüyor menzil. Biteviye bir yıkım sahasının güncelliği her yerden şu sahayı kuşatırken var gücüyle muktedir nefretin harını yükseltiyor. Sanki çok normali var, kalmış gibi bir yeniden türetim şablonu ortaya konulurken ol ülke değil çürüten yerin hali, hakikati biçimlendiriliyor. Nefret bir biçimde sabit olunuyor. Kötülüğü, karanlığı dibinde türetilmiş olan fecaati sahipleniyor muktedir. Bir hafta boyunca var edilmiş hemen hemen on dokuz yıldır sürdürülen bir döngünün ta kendisi her şekilde yenilene gelendir. İnsanlar, yurttaş addedilenler, kimliksizler, kaçaklar ve daha bir çoğu, kadını, erkeği, lgbtiqaa+ ve daha fazlası bu istikamette o iktidar cerahatinin belirlediği hattın dışında kırmızı çizgilere denk gelmiş herkes o nefrete hedef kılınır.
Yeni ülke, yeniden var edilmiş devlet, güçlü ve büyük saha, şu ya da bu tanımlandırmanın varlığında ortaya serilen yegane şey çok daha kalıcı, çok daha derin izler bıraktıran belirli bir nefret hattıdır. Bütünüyle çürümedir vesselam mesel olunan, peşi sıra koşulan. Devleti yöneten katından bürokratına, yargısından medyasına her alanda tavrı bu bahsi “nefretin” kökenini görünür kılar. İktidarın birlik / beraberlik tahayyülünün her neye dönüştüğü, her nasıl bir şekillendirmeyi muhteviyatında barındırdığı, her ne yöne doğru koşulduğu artık afaki olan bir meseledir. Alttakilerin birbirlerini alaşağı ettikleri, birbirlerini tüm o dibini göremediğimiz kuyuda daha derine çekmenin yollarının arşınlandığı / tahayyül olunduğu bir saha gerçek kılınır. Birkaç satırlık nefret, birkaç satırda ortaya çıkagelen şiddet, bütün bütün savunulan kin, ayrımcılık ve ötekileştirme ile o yeni denilen bildiğimiz eskinin de ta kendisi varlığını sabitliyor.
Artık kesin ve kati olan yaşam edimi / eyleminin bile isteye dönüşümüdür. Bugünün yeni nam ülkesinin aynı geçmişin izlerinin üstünde yürüyen bitmek bilmez bir travma olarak şu yurt Türkündür bahsinden ötesini sindiremeyen cerahatli bakışın var ettikleridir işte ol mesele. Deutsche Welle Türkçe’nin haberinden aktaralım: “Pazar gecesi İstanbul Kadıköy'de bulunan Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin kapı duvarının üstüne çıkan üç kişi hakkında Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı açıklama yaptı. Açıklamada üç şüphelinin de, "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama" suçundan konutu terk etmemek şeklindeki adli kontrol tedbirinin uygulanması talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildiği belirtildi.
Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan gelen açıklamada "12 Temmuz 2021 günü saat 01.30 civarında Kadıköy'de bulunan Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin önüne araçla gelen şüphelilerden O.Y.'nin müzik yayını yapmak ve onunla beraber olan şüpheliler Y.E.U. ile Ö.F.A.'nın da kilisenin ön duvarına çıkıp oynamak suretiyle suç işlediklerinin ihbarı üzerine Cumhuriyet Başsavcılığımızca derhal soruşturma başlatılmış ve kimlikleri belirlenen şüpheliler aynı gün yakalanıp gözaltına alınmıştır" denildi. Hakimliğe çıkartılan üç kişinin serbest bırakıldığı öğrenildi.
Kadıköy'deki Khalkedon Meydanı'ndaki Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin duvarına çıkıp dans eden üç kişinin görüntüleri sosyal medyada büyük tepki çekmişti.
Söz konusu görüntülerde, kilisenin önündeki meydanda çalan müzik eşliğinde eğlenen kalabalık bir gruptan üç kişi kilisenin giriş kapısı üzerindeki duvara çıkıp dans ederken görülüyor.
Bu görüntüler sosyal medyada ibadethaneye "saygısızlık" yapıldığı ve "dini ve manevi değerlerin aşağılandığı" tepkisine neden olurken olaya, başta Türkiye'deki Ermeni toplumu olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden ve siyasetçilerden tepkiler yağdı.
x-x-x
DW Türkçe'ye değerlendirmelerde bulunan Surp Takavor Kilisesi üyesi, aktivist ve yazar Murad Mıhçı, polisin olaya müdahale etmemiş olmasına dikkat çekti. Mıhçı "Oradaki kaygı verici olaylardan birisi, o üç kişinin kapının önünde o dansları ederken, o kadar toplumun içinde birinin 'Arkadaşlar nereye çıktığınızın farkında mısınız?' demeyişi… Emniyet'in de bunu görüp, görmezden gelişi. Çünkü şikayetten dolayı, Emniyet'ten de gelmişler o saatte. Bunun hiçbir şekilde alkolle ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu tamamen zihniyetin göstergesidir." diye konuştu. Mıhçı, pandemi yasaklarının kalkmasından sonra Kadıköy'e çok farklı bir kitlenin geldiğine vurgu yaparak "Özellikle pandemi yasakları gevşetildikten sonra değişik yerlerden değişik kitlelerin, değişik plakalarla geldikleri söyleniyor; ve bunu görüyoruz" dedi. Kilisenin önündeki meydanda önceden basın açıklaması okunmasına bile izin verilmediğini söyleyen Mıhçı, "iki kişinin bile sesinin yükseltilme imkanını verilmediği bir yerde, böyle bir kalabalığa izin verilmesine" dikkat çekti. Mıhçı, benzer olayların hem Surp Takavor Kilisesi'nde hem de diğer Ermeni ve Rum kiliselerinde yaşandığını hatırlatırken, "Ben bunun tekil bir olay değil, bir zihniyetin ürünü olduğunu düşünüyorum" değerlendirmesini yapıyor.
Ancak DW Türkçe'ye konuşan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan, cezai yaptırımın tek başına çözüm olmayacağı kanaatinde. Danzikyan, "Şu an için daha derinlemesine, daha toplumsal, daha kültürel jestlerle sağlamak mümkün. Bu kişilerin yakalanması önemli bir şey. Ama hapse atılmalarının, bu konuyu çözeceğini düşünmüyorum" diyor ve söz konusu kişilerin doğrudan gidip kiliseyi hedef alma niyetleri olmadığı tahminde bulunuyor: "Yine bu Ermenilere ve azınlıklara yönelik nefret söyleminin ya da onları görmezden gelmenin bir parçası. Bu insanlar böyle bir şeyi bir camii önünde yapamazlar. Camiinin tepesine çıkamazlar. Akıllarından bile geçmez."
Yaşananları, birlikte yaşama bilincinin kaybolmasına bağlayan Danzikyan'a göre bu bilincin kaybolmasında Türkiye'deki iktidarların ve yaratılan toplumsal-siyasi kültürün payı var: "Bu ülkede yüzlerce yıldır birlikte yaşayan insanların, birlikte yaşama bilinci artık yok. Kalmadı. Birçok nedeni var bunun ama esas sorun şu ki bir bilinçsizlik var. Her türlü azınlık haline getirilmiş toplumun da bu ülkede bulunduğunu, yaşadığını, onların haklarının da en az kendi hakları kadar kıymetli ve değerli, onların ibadetlerinin de kendi ibadetleri kadar değerli olduğu algısı unutuldu artık. Bilinmiyor. Bu tabii siyasetten bağımsız bir şey değil. Siyasetin ürettiği nefret söyleminden bağımsız bir şey değil. Bütün bu nefret söyleminin sonucu olarak Ermeni, Rum ve Yahudileri bu ülkeyi terk etmesinden, göç etmesinden bağımsız bir şey değil. Her şey birbirine bağlı. Dolayısıyla sadece şuursuzluk deyip geçemiyorum, tüm iktidarların yıllar boyunca sürdürdüğü politikaların bir sonucu olarak görüyorum.”
Nefret siyasetinin günbegün var edilmiş olan cerahati yüceltmenin bir neticesi bir kere daha bu topraklarda yaşam mücadelesi vermeye devam eden bir halka saygısızlıkla bir ve beraber çıkagelir. 1915’ten 2021’e uzanan Ermeni kimliğini ötekileştirme, fırsat bulundu mu yok etmeye sevk etmelere doyulmayan bir menzilde dans tacizi işin bir başka boyutunu göstere gelir. Soykırımın pek çok evresi arasında dolaşıma devam ederken, bir de beyazını var etmenin, bir de bunu deneyelim diye ortak bir kültürel miras kalıtı, bir başka halk için inanılan dinin sembollerinden bir ibadethane piste dönüştürülür. Aşağıda kendilerini uyarmaya tenezzül edenler olmadığından, kayıt altına alındıklarından da açık bir biçimde bihaber olanlar eliyle bu taciz meydana getirilir. Mozaik değil mermer mermer diye sayıklanan bir milli ve yerli varyantın sunduğu şey daha büyük hayal kırıklarını var eder. Söz konusu Kadıköy’deki ibadethane tacizinin yanında, ahırdan, yeni yapılacak binalarda kullanılacak malzeme addetmeye, dönüşüm otomatiğe bağlanmış bir biçimde Anadolu’da artakalan tüm Hristiyan, Yahudi kimliklerinden insanların kalıtlarına karşı taarruz / saldırı / yok sayma kültürünün bir başka boyutu var edilir.
Medeniyetler beşiği olduğu zikredilen bir sahne için bundan daha büyük ayıp söz konusu edilebilir mi? Her şeyin palaspandıras sulandırıldığı / konuşturulmadığı bir yerde alelacele salı verilmiş olanların var ettiklerinin arkasında durmaya devam edenlerin arasında bir hayat tek bir ama tek bir iyi gün var edilebilir mi? Bir ülkeyi tek tipten mamul, tek bir kimliğin malı, hayatta yer bulabileceği bir zemine dönüştürme gayreti artık kabak tadı vermemiş midir? Elli binin çoktan altına düşmüş Ermeni, yirmi binlerin üstündeki Süryani, iki binlerdeki o Rum, birkaç on binleri ancak zorlayacak Yahudi ve diğerleri olarak anılanların hepsi ve her birine reva görülen şu mini pogrom / hiza çekmelerden illallah edilecek midir? Sahi ama sahiden de yüzleşilecek midir, bütün bu kötülük sarmalının nedenleri / sonuçları için bir kez olsun sahiden?
Sendika.org’tan aktaralım: “Esenyurt’taki Örnek Mahalle Temsilciliğinde görevli Sezer Öztürk’ün evinin duvarına ırkçı yazılamalar yapıldı. Sabah 08.30 sıralarında kahvaltılık almak üzere evden çıktığı esnada duvarındaki yazıyı fark ettiğini söyleyen Öztürk, duvarın fotoğrafını çekip, sanal medya hesabından paylaştığını, ardından da suç duyurusunda bulunmak üzere Kıraç Polis Merkezi’ne gittiğini söyledi.
Karakolda ifade verdikten sonra çıkıp arabasına bineceği sırada polislerin kendisini durdurup, ‘Amir ile görüşeceksin’ diyerek yeniden karakola çağrıldığını anlatan Öztürk şöyle konuştu: “Amir ile görüştük. Amir bana ‘bunları sosyal medyadan paylaşmışsın, onları sil’ dedi. Daha sonra ‘hepimiz kardeşiz, sen halkı kin ve nefrete teşvik ediyorsun böyle. Bu yaptığın doğru bir şey değil. Bunu silersen daha iyi olur, silmezsen senin hakkında halkı kin ve nefrete teşvikten işlem başlatmak durumunda kalırız’ dedi.”
Uzun yıllardır Kürtler ve Aleviler’e yönelik devam eden bir baskı ve zulüm politikası olduğunu söyleyen Öztürk, maruz kaldığı tehditlere “Seyyit Rıza, Koçgiri, Madımak vb. katliamları biliyoruz. Bu katliamlar devam ediyor. Bu yaşananlar da bu zihniyetin bir devamı” diyerek tepki gösterdi.”
Kadıköy’de yaratılan vahşetin bir başka benzeri Öztürk’e, kimliği hedef alınarak imal edilir. Nefreti sürekli güncelleyen, insanları daimi bir biçimde hizada tutmak için süreğen bir biçimde aynı ezberlerden medet umanların var ettiği yegane şey daha büyük / kalıcı ve hazin bir dehşettir. Düzen ötekisi olarak sandıklarına hiçbir yerde, hiçbir şartta bir hayat bahsi tanımayanlara zemin kılınandır. Şatafatlı cümlelerin yamacında, görkemli nutuklar arasında bir biçimde nefret sabitlenir. Böyle bir tanımla, bu kadar afaki ayrımcılıkla bir yol / yer / ülke / gün olur mu sahiden? Nefreti şiddetle körükleyerek bir ülke şablonu var edilse ne olur, her günü ülke olsa ne yazar, insanların hakları ellerinden çalındıktan sonra! Düşünüyor musunuz?
Yeni ülke, yeniden var edilmiş devlet, güçlü ve büyük saha, şu ya da bu tanımlandırmanın varlığında ortaya serilen yegane şey çok daha kalıcı, çok daha derin izler bıraktıran belirli bir nefret hattıdır. Her gün en az bir kimliğin nefrete kurban seçildiği, dönüp dolaşıp hep bir ağızdan lanetlendiğinin duyurulduğu yerde kim sahiden de güvendedir. Bunca açık ol nefret / ayrım / linç pratiklerinin kıyısında hangi söz manalı gelecektir ki karanlığın artık farkına varılabilsin? Bütünüyle karanlığına gömülmeye devam olunan, her yerinden irin fışkıran, hayatın ederinin de anlamının da paramparça olunduğu bir zeminde geleceğin ol eksende çizilmesinden daha büyük bahtsızlık söz konusu edilebilir mi? Bir asırdır varlığı söz konusu edilen gel gelelim hiçbir biçimde sabitlenememiş, yaşamda varlığı söz konusu dahi edilememiş demokrasi mefhumunun artakalan kısmını da bu şekilde çürüterek / nefret eksenine kurban ederek nasıl bir yarına varılacaktır, sorguluyor musunuz? Bu kadar yıkım / bunca afaki kin / böyle birbiri içerisinde süreğen kılınan nefret ve hiddet bırakalım yenisini bir ülke geriye koymaz / bırakmaz cidden umursuyor musunuz? Hey oralarda mısınız, konu komşunuz, selamlaştığınız, görüştüğünüz, bilmeden yanından ya da yolunda beraber geçtiğiniz insanların hayat haklarına / söz haklarına el konuluyor bu nefret sarmallarında, utanmıyor musunuz? Sahiden, hiç mi, asla mı? Quo Tendimus? (nereye gidiyoruz!)
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Desen – OHAN – Agos
#arzihal#meram#başka türkiye var#nefret söylemi#ayrımcılık#ırkçılık#ermeni kimliği#surp takavor#kadıköy#nefret#eylem#faşizm#kötülük sarmalı#karanlık çağ#cürüm#hak nedir?#insan101#adalet nerede?#yaralar#alevi#hdp#siyasa#kapı işaretleme#nefret suçu#araf#hayat ne olacak#quo vadis#düzen#yeni ülke#mesele
0 notes
Text
Nefret Sarmalı
Birbiri içerisine lehimlenmiş bir nefret sarmalı var ediliyor. Artık bir ülkeye dair inancın, ümidin bırakılmadığı yerde, nefretle, şiddet pratikleri ve faşizmin ta kendisiyle mürekkep bir yol / çıkışsız bir sahne bina ediliyor. Bir nefret kuşatması, bariz bir kötülük tahayyülün ötesinde hakikate kavuşturuluyor. Bir menzil, bir asırlık demokrasi tahayyül ve isteminin her nasıl boşa düşürülebileceği aralıksız örnekleniyor. Gümbürtü dahilinde yıkım hemen, hemen her yeri kapsarken / var olurken, onca uzun nutkun, bir dolu vaadin, sürpriz, müjde vs. nin ol boşa düşmüş, eksiltilmiş olanı unutturmak adına yinelendiği söz konusudur. Sağ aklın / milliyetçiliği nefrete bulamış bir arkaik faşizmin süre gittiği, güncellendiği uzamın var edilmesi kesintisizdir.
Cerahat artık lafta değildir. Her gün bir muktedir, kendisi, ortağı, yancısı, hancısı, yolcusu veya çıkar için peşinde olanı bu cerahat, cürüm ve suçla birlik olan nefret edimini arasız, fasılasız bu ülkenin yegane gündemi kılar. Nefret artık boyutunu geliştirmiş, bendini iyice aşmış, coşkuyla alkışlanan bir mesele dönüştürülmüştür. Meclis grup toplantılarında açık, aleni bir biçimde savunulan dehşet dolu bir ötekileştirme, muktedirden değilse karşıt, hiç ama hiç es geçilmeyen terörle iltisaklı bahisleri ve nicesiyle nefret kurumsallaştırılır. Açık bir biçimde yeni ülke diye çıkılan istikamet günbegün hayatlarımızın denek kılındığı belli bir biçimde kuralların yıkıma çıkartıldığı, dehşete dönüştürüldüğü bir deneyim halinin ta kendisi kılınır. Cerahat lafta konulmaz, peyderpey düzenlenmiş, yeniden imal edilmiş her defasında sahnenin bizatihi ortasında yükseltilen bir meseldir.
Onca asırlık diye böbürlenilen demokrasi şablonunun, buraya özgü bir dilin var edilmesi tahayyülünün hiç kılınması da böyle görünür kılınır. Sağcı söylemin, eylem pratiklerinin, siyasi çatıların var edildiği, bir tek müslüman, türk, muhafazakar, dar ya da geniş tanımı ile ne mutlu türküm diyene bahsine rehin edilmiş olan / bundan çıkar sağlayan dışındaki hiçbir akımın / kimliğin ve duruşun yaşamına gölge düşürülmeyen gün yoktur. En büyük kötülük aralıksız o nefret şablonu bu habitat üstünde daima o hatlara arka çıkılarak daimi bir biçimde sürekli olarak bir yol haritasına zemin bilerek, kılavuz kabul ederek yıkımın, yok etmenin, ölümün sözcülüğünde oluşturulur. Böyle bir toplamda bırak ülkeyi tek ama tek bir iyi gün var edilebilir mi? Bir cüretle savunulan nefretin, beraberindeki şiddet, açık aleni ırkçılığın yamacında bir iyi kalır mı, geriye konulur mu? Devletin gölgesinde hayat çarçur edilirken yol nereyedir?
Bianet’ten aktaralım: “Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında konuştu.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir il binasına silahlı saldırı düzenleyerek HDP’li Deniz Poyraz’ı öldüren Onur Gencer, eliyle Ülkücülerin “bozkurt” işaretini yaptığı fotoğraflarıyla gündeme gelmişti. Bahçeli buna daha önce tepki göstermişti.
Bugünkü konuşmasında da saldırıyla ilgili “Öldürülen Deniz Poyraz’ın kim olduğunu ben size söyleyeyim, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden milis işbirlikçisidir” iddiasında bulundu. Bahçeli’nin konuşmasından satırbaşları şöyle:
“AYM Genel Kurulu'nun HDP'nin kapatılması istemiyle açılan davanın ilkini reddedip ikincisini kabul etmesi bize göre hayırlı bir gelişme, adaletin tecelli açısından ümit verici bir tesellidir.
“HDP kapatılmalıdır, bu örgütün bölücü yöneticileri hakkında hukuk ve adalet tesirini mutlaka ve süratle göstermelidir.
“HDP'nin hukuk konusu olduğu bir dönemde, HDP İzmir İl binasına yapılan hunhar saldırı elbette şiddetli bir provokasyon, alçak bir komplo olarak değerlendirilmelidir.
“İzmir HDP il binasına yapılan saldırı süreci başka bir noktaya taşımıştır.”
“Saldırganın ifade tutanağı uyanık bir şuurla analiz edildiğinde, meczup olmadığı, tek başına hareket etmediği, bilinçli bir eylem içinde eyleme geçtiği hemen fark edilecektir.
“Lütfen dikkat buyurunuz, öyle bir gün seçilmiştir ki, binada tek bir HDP’li yönetici yoktur, hatta planlı bir toplantı da iptal edilmiştir. Tıpkı Ankara Gar patlamasında, tıpkı Suruç katliamında olduğu gibi, HDP’liler araziye uymuşlar, birdenbire kayıplara karışmışlardır.
“Olayın vuku bulduğu gün, ne hikmetse, çay servisi yapan asıl şahsın yerine yardım amacıyla kızı binaya gelmiştir.”
“Cinayete kurban giden Deniz Poyraz’ın masada yarım bıraktığı kağıt bardaktan içtiği çay ile yediği domates ve zeytin, kısa süre içinde Türkiye aleyhtarlarının propaganda görseli olarak kullanılmıştır.
“Katilin ise bozkurt işareti yapan ve silah tutan halini resmeden fotoğrafları sanki bir yerlerde hazırda bekletiliyormuş gibi anında servis edilmiştir.
“Altını kalın bir şekilde çizerek soruyorum; bu katil gerçekte kimdir? HTS kayıtları çıkarılmış mıdır? Bağ ve bağlantıları kimleri ve nereleri işaret etmektedir?
“Provokasyonun içinde derin PKK’nın, yabancı istihbarat örgütlerinin, kiralık taşeronların parmağı var mıdır?
“HDP’yi masumlaştırıp partimizi, Cumhur İttifakı’nı ve Türk devletini suçlamak üzerine bina edilen bu cinayetin önü arkası, sağı solu, altı üstü sonuna kadar araştırılmalıdır.
“Kim ne biliyorsa, kimin elinde ne belge ne bilgi varsa emniyet güçlerine ve adli makamlara teslim etmek durumundadır.”
“Öldürülen Deniz Poyraz’ın kim olduğunu ben size söyleyeyim, PKK’nın kırsal katılım sorumlusu, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden halkanın içinde yer alan milis işbirlikçidir. “Milis işbirlikçi, köy, kasaba ve şehirlerde yalnız ve sahipsiz görülen kişileri terör örgütüne devşirmek için çalışan, örgütün hain eylemlerine yardım ve yataklık yapan terörist demektir.
“Bu milis işbirlikçinin babası ise duyan herkesi şok eden açıklamalarda bulunmuş, bir nevi canlı bomba gibi patlamıştır. ‘Deniz benim Deniz’im değil, Kürdistan’ın Denizi’dir. Biz dağlarda direnen aslanlara borçluyuz. Şu anda düşmanın tank ve toplarının önünde direniyorlar. Biz ne kadar bedel de versek halen onlara borçluyuz. Allah gerillaya güç kuvvet versin, mertebelerini yükseltsin.’ Herkesi ikaz ediyorum, hiç kimse, “ne yapsın acısı var, ne dediğini bilmiyor,” saptırmasına heves etmesin.
“Böylesi bir bahaneye de sarılmasın. İzmir’in göbeğinde bir PKK’lı arayıp da bulamayacağı bir propaganda imkanı yakalamış, bunu da şerefsizce kullanmıştır.”
Devlet nam bahçesiz var ettiği her cümleyle o inkar edilen nefreti topyekun sahiplenen bir sureti görünür kılar. Nasıl olsa iktidarın gizli / örtük değil açık ve bariz ortağı olduğunun da bilinciyle, baş amirin müsaadesi ve olur vermesinin de gazıyla birlikte akla seza bahis ve ithamlar gün yüzü bulur. Deniz Poyraz’ın ardından çıkagelen ol nifak tohumu demeç topaçlamasının ederi de yekunu da bir boşluktur. Yaraları kanatmaktan gayrısına hiç ama hiçbir zaman çaba sarf etmeyen bu ülke bizim sadece bizim diyenlerin, Türk dışındaki hiç ama hiçbir kimliği tanımayan, anlamaya çaba sarf etmeyen bir cerahatin ta kendisi nefreti yeniden kurgusuna dahil eder. İyi de böylesine pespaye bir halde, bunca afaki bir cürümle yol ve rota çizen kendileriyken, gerilla ya da milis toplayıcısı olmadığı afakiyken Deniz Poyraz’ın bunca lafazanlık, bu kadar bet bir facia sarmalı içinde ya tutarsa denilerek var edilmiş kötülük dolu ithamlar neyi var edecektir, koca bir boşluk, kanatılan bir yaradan da gayri! Biteviye kurulan nefret temsilinden, bir ortak akla, bir tek an olsun kaybedilenin ol yasına varılabilir mi, böyle bir ülke olur mu? Böyle bir ülke gibi, bu kadar ezber kodlarla, biteviye bir cani tarafından katledilmiş bir kadına şu sözlerle mukabele edilebilir mi? Ne yani, nedir!
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım. Naci Kaya’nın haberidir: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir İl Örgütü’ne yönelik 17 Haziran’da gerçekleştirdiği saldırıda parti çalışanı Deniz Poyraz’ı katleden Onur Gencer, olayın üzerinden 24 saat dahi geçmeden “tasarlayarak öldürmek” suçlamasıyla tutuklandı. Gencer’in hızlıca tutuklanması ve olay yeri incelemesinde parti odalarından birindeki kurşun izinin fark edilmemesi soruşturmanın yüzeysel yapıldığı eleştirilerini de beraberinde getirdi.
HDP ve Poyraz’ın avukatları, soruşturmanın etkin bir şekilde yürütülmesi talebiyle 21 Haziran’da 38 maddeden oluşan 10 sayfalık dilekçeyi savcılığa sundu. Olay yeri incelemesinin eksik yapıldığına dair ajansımız tarafından yapılan haber sonrası hareket geçen savcılık ise, hem kurşun izinin bulunması hem de mermi çekirdeğine ilişkin araştırma yapılmasını istedi. İnceleme sonucu mermi çekirdeğinin bulunduğu öğrenildi.
Soruşturmayı yakından takip eden HDP Genel Merkez Hukuk Komisyonu avukatlarından Türkan Aslan, soruşturmadaki eksiklikler ve savcılığa yaptıkları başvuruya ilişkin konuştu.
HDP’nin bulunduğu Tezol İşhanı ve parti binasındaki olay yeri incelemesinde delil toplama işlemenin eksik yapıldığını ifade eden Av. Aslan, “Katil zanlısı kendi ifadesinde 8 katlı binanın bütün katlarına çıktığını ve katlardaki dairlerin kapılarını çaldığını söylüyor. Yani bu arada katlar arasında dolaştığı kesin. Bina içinde iz bırakma ihtimali, suç delili bırakmış olma ihtimali olasıdır. Ama olay yeri inceleme ekipleri binayı incelenmedi. Eğer bütün katlar üzerinde bir inceleme yapılmış olsaydı deliller daha sağlıklı toplanırdı” dedi. Mermi çekirdeğinin günler sonra bulunmasının dahi detaylı bir soruşturma yapılmadığına işaret olduğunu söyleyen Aslan, “Olayda, zanlıyla ilişkili şahısların olma ihtimalı atlanmaması gereken bir ihtimal. Yine, kendisiyle birlikte getirdiği suç delillerini saklama ihtimali de var ortada. Binanın ortak kullanımına açık yerleri ve diğer dairelerinde ayrıntılı bir inceleme yapılmadığı için bu soruların aydınlatılması da zorlaşıyor” diye kaydetti.
Poyraz’ın, öldürülmeden önce işkenceye maruz kalma ihtimalinin yüksek olduğunun aktaran Aslan, Poyraz’ın kafası ve her iki bacağına sıkılmış 3 kurşuna işaret etti. Aslan, “Olay yeri incelemesi sırasında Adli Tıp Uzmanı kafasında o an tanımlanması zor olan bir başka yaradan bahsetti. Muayene yapan uzman bu tespitte bulundu. Kafatasındaki yaranın silah yaralaması dışında düşmeye ya da vurmaya bağlı olmayacağı kanaatindeyiz. Yani sağ veya öldürüldükten sonra Deniz’e işkence edildiğini düşünüyoruz” dedi.
Aslan, kafadaki yaralanmayı sordukları adli tip uzmanı doktorların, yara izinin kesici bir aletle yapılma ihtimalinin olduğunu kendilerine aktardıklarını ifade etti. Bunu, otopsi raporuyla birlikte öğrenebileceklerini kaydeden Aslan, “Bunun yanında Poyraz’ın vücudunun değişik yerlerinde hasar var. Bunların hepsi bir araya geldiğinde silahla öldürerek, bırakılmış bir olay olmadığını düşünüyoruz. Bu nedenle Poyraz’a işkence yapıldığı kanaatindeyiz” diye belirtti.
Katilin beyanları ve üst aramasına ilişkin hazırlanan tutanaklarda yer alan 2 bıçağın da işkence iddiasını güçlendirdiğine dikkati çeken Aslan, bıçaklar üzerinde DNA testinin yapılmasını istedi. Aslan, katilin bıçakları saldırıda kullanma ihtimalinin yüksek olduğunu vurguladı. Aslan, “Yaralanma kesici aletle yapılmışsa DAİŞ veya benzeri örgütlerin saldırı şekline işaret eder. Yani bu durumda zanlının Minbiç’te sadece bir sağlık görevlisi olarak bulunmadığı, orada başka bir amaçla bulunduğu ve orada edindiği tecrübeleri Deniz’in üzerinden kullanmaya çalıştığı ortaya çıkıyor” dedi.
Katilin saldırısı sırasında kullandığı çantaya dair de tutanak tutulmadığını aktaran Aslan, “Çantanın içindeki materyallere ilişkin tutulmuş bir tutanak görmedim. Üst arama tutanağı var. Ancak çantadan çıkan materyallere ilişkin çıkan bir tutanağı görmediğim için tutanağın tutulmamış olabileceğini söylüyoruz. Buradan da çantanın envanterinin yapılmadığını sonucu ortaya çıkıyor” şeklinde konuştu.
Tespit ettikleri yeni bulgulara ilişkin bugün tekrardan savcılığa yazılı dilekçe vereceklerini söyleyen Aslan, şöyle devam etti: “Bu taleplerimiz çerçevesinde bir araştırma yapılırsa olaydaki görünür fail değil, arkasındaki ilişkileri de bir bütün olarak ortaya çıkabilir. Türkiye toplumu gerçek faillerin ortaya çıkarılmasını bekliyor. O anlamda soruşturma savcılığının çok titiz davranarak, ivedi bir şekilde talep ettiğimiz konu başlıklarında araştırma yapmasını bekliyoruz.”
Bahçesi bahar yüzü görmeyesi Devlet’in açık ettiği, yaftalamak için kırk yalana sarılıp durduğu bir genç kadının hayat hakkının elinden her nasıl çalındığına dair şüpheler ve o işkence iddiaları ulu orta durmaktadır. Gerilla / milis, örgütlenme sorumlusu, PKK’nin o ya da şusu diye tanımlandırılmaya çalışılanın, yasal bir partinin, meşru bir siyaset çatısı olan yerden seslenen bir temsilin hayat hakkının yerle bir edilmesinin utancı karşımıza çıkartılır. İzmir’in orta yerinde ol işkencenin zamanında 7 Haziran – 1 Kasım 2015 arası Türkiye’sinde var edilmiş olan karanlığın da bir başka suretidir. Evre, evre katman ve kat üstüne yol alındığı söylenen bir zeminde meşruiyet, Kürd siyasetinin öznelerinin elinden bir kez daha kanla sözü çalmak var edilendir. Katil alelacele içeri alınırken, geriye yanıtı verilmesi gereken sorular bırakılandır. Geride kocaman bir yara, Poyraz ailesine verilmesi gereken “neden” sorusuna, “ne hakla” bahsine dair bir karanlık kalmıştır. Sahiden kim ama kim verecektir hesabını! İktidarı ayrı, yancı muhalefeti ayrı, medyası ayrı, kantarı bile çalınmış adalet makamı, hakimi, savcısı apayrı sıvamışken, devlet dersinde katledilen bir kadının hesabı ne olacaktır, sahi ama sahiden?
Birbiri içerisine lehimlenmiş laflar ve eylemlerle bir nefret sarmalı var ediliyor. Artık bir ülkeye dair inancın, ümidin bırakılmadığı yerde, nefretle, şiddet pratikleri ve faşizmin ta kendisiyle mürekkep bir yol / çıkışsız bir sahne bina ediliyor. İçinde kalakaldığımız anın, zaman diliminin orta yerinde kandan hala medet uman dil, iktidarın bekası adına yinelenip duruyor. Türkiye’nin üçüncü büyük siyasi aktörü, muhalefet ibaresinin belki de ender doğrudan karşılığını var eden bir temsil, bir kez daha kanla kuşatılıyor. Dışarıyı bir içeri, içeriyi de dışarıdan da beter bir sarmal yapmış bir menzilde, kaybedilecek daha bir asır var mıdır? Çeteleşmiş, terör olgusunu kendi etki sahanlığından var etmeye, onca yalan, riya ve cürüm ile sürdüren bir menzilin daha kaybedebileceği bir asır var mıdır? Deniz Poyraz’ın hesabı ne olacak, katledilmesinin üstü daha nereye kadar örtbas edilip durulacaktır, kim verecek hesabını! Bir müşterek hayat imini savunmak için, ipin ucunun çoktandır kaçtığı bir hayat muhafazasının daha da beter hallere konulmaması için, kaybın son halkası olan Deniz Poyraz’ın hesabı ne olacaktır? Bu gümbürtüde, bütün şu siyasetin pejmürde hallerinde, medyanın karartmasında, kulağını kapayanlara karşı yüksek sesle bir kere daha ne olacaktır, kim verecektir bir cinayetin hesabını? Sahiden ama sahiden. Bu nefret sarmalından çıkışın başka bir yolu yoktur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Deniz Poyraz Anmasından – Zeynep KURAY – ANF
#meram#arzihal#cürüm#demokrasi#kürd sorunu#deniz poyraz#katil kim?#kürd özgürlük hareketi#yaşam#hayat hakkı#sözcükler#biyopolitika#cerahat#yeni ülke#bahçesiz devlet#faşist#karanlık çağ#yıkım#yıldırı#anlam#kadın cinayeti#kötülük sarmalı#nefret#ayrımcılık#ırkçılığahayır#anarşizan#devlet101#terör#kötülük#kesit
0 notes
Text
Denetim, Gözetim Ve Kuşatma...
Denetim, gözetim ve kuşatma üçlüsünün kesintisiz bir devamlılık halinde güncellendiği, biyopolitik cürüm sarmalının merkezindeyiz. İsmi yeni düşünü, hamlesi eskinin ta kendisi olan menzilde hayatın her ne hallere koyulduğunun farkında bu sahnedeyiz. Ev artık lafın gelişi belki ama onun bile tarumar olunmasına göz yumulan bir güzergahtayız. Çukurumuz baki, yıkım sahici, var edilen karanlık gerçekliğin ta kendisi olarak biçimlendiriliyor.
Biyopolitik cürüm sarmalının uluorta var edilmesi bütünleşik bu hazan halini de belirgin kılmaktadır. Yolun izin belirsiz bir safhaya hapsedilmesi gerçekliğini muhafaza etmektedir. Düzen diye anılanın ortasında icraat diye sunduğu bütün bu pespayelik halidir. Her birimizin hayatına dokunan onu hiç etmeye ant içen bir cerahat kümesi bugün a’dan z’ye ol ülkeyi ki aslında ol çukuru derin bir vahamete taşımaktadır. Güncel siyasal parametrelerin pragmatist sunumundan sonra çıkagelen istimlak hayatın dönüşümünü koşulsuz bir kör karanlığa rehin etmektedir.
Bugün bu ahvalde yol nereye sorusu artık unutturulandır. Bugün bu menzil unutuş bahsinin ta kendisidir. Bugün bir menzil meseli lafı bile ettirilmeyendir. Denetim, gözetim ve tahakküm üçlüsünün ardışık, peyderpey saldırısı bu menzilin her gününün halini de aleni bir basitlikle örneklemektedir. O Yeni Türkiye artık bu bahistedir. Yeni diye ad verilen, yapılan ve kurulan şey bir tek cürümle hemhal olunan bir sahadır. İsim aynı, yıkım aynı, vahamet, çiğlik ve kötülük aynıdır aynı dünündür ama ismi yenidir, yerseniz. İlkeler yerine ilkelliğin önceliği atanan, sağlanan yer midir yeni?
Demokrasi yerine otokrasiyi kalıcılaştıran, oy, seçim, sandık denilirken daha referandumda çalınan oyların hesabını vermeden, seçim görmeden; başkanlık rüyasında kendine güzergah belirleyen muktediriyle o yer midir yeni? Bir yazıdan terör örgütü üyesi, bir eyleme katılan için terör faaliyetinde bulunan, sırf ismi cismi geçtiği için bir yerde bir sahnede, bunun için bile linç çabalarının güncellendiği, vatan haini aranmaktan vatanın çoktan unutulduğu alan mıdır yeni? Sırf öteki olduğu için yargıların yaftaların gündelik kılınan nefretin imal edildiği yer midir yeni?
Doksan dört yılda demokrasi ediminin tek satır bile güncellenemediği mamafih yıkımın, yok etmenin ve dolaylı / dolaysız rehineliğin tavsiye olunduğu sahne midir yeni? Kimdir, hangisidir yeni yeni yeni Türkiye? Akademisyen ve yazar Fikret Başkaya 27 Kasım günü gözaltına alınır. Emniyette verdiği ifadenin ardından Başkaya serbest bırakılır. Avukat Levent Kanat, Başkaya’nın “8 Kasım 2016 tarihli kurucusu olduğu ol Özgür Üniversite’nin internet sitesinde yayınlanan, Asıl Terör Devlet Terörüdür başlıklı yazısı kapsamında yapılan ihbar sonucunda gözaltına alındığını açıklar.
Başkaya’nın evine yapılmış olan baskında 1991 yılında kaleme aldığı “Paradigmanın İflası” kitabıyla, bilgisayar ve telefonuna da el konulur. Bu mudur, fikre tahammül etmeyen yer midir ol yeni ülke? Ortada bir gizlilik kararı olduğu duyurulmasına karşı aralarında Kürd siyasetçi Seydi Fırat ile birlikte dokuz kişinin daha gözaltında olduğu bildirilir. Bu bahis ortadayken Anadolu Ajansı; PKK’ye maddi yardım ve yataklık, sosyal medyada örgüt propagandası yapmak suçlamalarıyla hemhal gözaltında olduklarını duyurur. Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla 1999 yılında Türkiye’ye gelen Birinci Barış Grubu üyesi Seydi Fırat, HDP üyeleri Medeni Karadağ, Sadık Yıldız, Sinan Çiftçi, Nezir Karaman, Fatma Kınalı, Hande Kaya, Celal Demir gözaltına alınır. Halle gidişat yine demokrasi terktir.
Denetim, gözetim ve kuşatma üçlüsü kesintisiz bir dönüşüm için arasız ve fasılasız güncellendiği yerde o biyopolitik tahakküm cerahatiyle birlikte işlevselleştirilir. O hal ile yeni Türkiye imal olunur. Basitçe değil, doğrudan, kesintisiz olan gözdağı Ankara’dan, Bakur Kürdistan’ına, oradan Afrin’e ve işgal olunmuş Kuzey Suriye topraklarından Amed’in ortasına kadar afakidir. Bu sahada icra olunanlarla bütünleşiktir. Biyopolitik cürüm sarmalının devamlılığı sırf bu icra edilenlerle bile belirgindir.
Tükenişin abecesi devletin ol tahayyülünün ve gerçek kılmak istediği hamlelerin rotasında bariz kılınandır. Savaşın gümbürtüsü yeniden var edilirken, ekonomik çöküş, köle ticareti, insan kaçakçılığı, hırsızlık vb. pek çok vahamete yenileri eklenerek güncellenmektedir. Biyopolitik şablon bu bahsin temelidir. Bugün bu yerde MESS’in toplu iş sözleşmeleri için “işçilerin talepleri kabul edilemez” açıklamasının yapıldığı bir sahnedir. Evrensel Gazetesi’nde işçilerin tepkileri paylaşılır.
“Eşini arayıp kombiyi kapat dediğini çocuklarının isteklerini karşılayamamanın burukluğunu yaşadığını anlatan Ford İşçisi “kendileri yokluk nedir bilmezler, vergi de vermezler, zorluğu işçiye yıkarlar” der. Bosch işçileri de iğneden ipliğe yapılan zamlara dikkat çekerek, ekonomik sıkıntıdan bahis açarlar. Üyesi oldukları Türk-Metal Sendikasının yöneticilerinin ücret artışı beklentisini düşürme çabası içine girdiğini dile getiren Bosch İşçileri “O yüzden bu sorunu çözecek olan bizleriz. İstediklerimizi kabul ettirecek bir mücadeleye girmeliyiz” çağrısını yaparlar. Ford İşçisi de “Komiteler kurmalı birleşerek hareket etmeliyiz. TİS taslağını MESS’e kabul ettiremezsek geriye dönüşü olmayan kayıplara uğrarız” der.
Emeğin karşılığının asla güncellenmediği dahası hep geriletildiği bir saha salt bu örnekte değildir, artık memleket denilen bu çukurun tek gerçekliğidir. TESS gibi yapılar, devletlinin ta kendisi biraz daha sıkacaksınız bahisleri ile toplu sözleşmelerde çıkarken, yıkıma mahkumiyeti reçete ederler. Bir tek bu bahiste bile her nasıl bir yerde olduğumuz gerçekliğe kavuşmaktadır, bu mudur yeni? Denetim, gözetim ve ol tahakküm hamlelerinin kıyısında bir cerahat güncellenmektedir. Her şeye, hemen her şekilde kasteden bir akılla hayat tırpanlanır. Tek bir aykırı söz duyulmasın, bahsi bile açılmasın çünkü yıkım vardır, yıkım süreğendir.
Nuran Vayiç Aksu ve Cemil Aksu ‘sosyal medya paylaşımları’ öne sürülerek tutuklanırlar. Cumhuriyet Gazetesi’nden Zehra Özdilek’in haberidir. Kırk günü aşkın süredir tutukludur iki insan. Tutukluluğa yaptıkları son itiraz da reddedilir. “Arev, annesini ve babasını çoğu zaman kalın bir camın arkasında görüyor. Anne ve babasının yokluğunu aratmamak için Arev’i mutlu etmeye çalışan teyze Tülay Vayiç, “Arev, şimdiye kadar hiç ağlamadı. En son kapalı görüşte camın arkasında annesini görünce gözleri doldu, yanakları kızardı ‘özledim ne zaman çıkacaksın’ diye sordu” diyor.
Teyze Vayiç, Arev’in mutluluğu için elinden geleni yaptığını anlatıyor. Arev’in dirayetli bir çocuk olduğunu, bugüne kadar hiç ağlamadığını söylüyor. Ancak, çocuk, son 10 gündür sürekli özledim demeye, annesinin, babasının ne zaman çıkacağını sormaya başlamış. Teyze Vayiç, “Bazen okula gitmek istemiyor. Arada onu kendi evlerine götürüyorum, bir iki gün beraber orada kalıyoruz. Evleri şu an boş. Annesinin, babasının eşyalarını, kendi oyuncaklarını görünce biraz mutlu oluyor. Kendi evime getiriyorum yine morali bozuluyor” diyor.
Vayiç, Arev’in moralinin bozulduğu son kapalı görüşü ise şöyle anlatıyor: “Camın arkasında annesine dokunamadığı için üzüldü. Ben ne kadar çabalasam da onun anne ve babasına ihtiyacı var. Ben sadece Arev için onların çıkmasını istiyorum. Onu üzgün görünce ben de üzülüyorum. Arev’i hem annesinden hem bababasından yoksun bırakıyorlar. Tek dileğim bir an önce Nurcan ve Cemil’e yapılan bu hukuksuzluğun son bulması.” Bütünleşik mahvın sembolik değil artık uluorta icrası söz konusudur. Bir çocuğu anne, babasından ayrı koyma çabasının nasıl işleme konulduğu bile buranın halen dününde yaşayan bir menzil olduğunu imler en kestirmeden.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2018 yılında geçerli olacak yeni asgari ücreti belirlemek üzere ilk toplantısını Cuma günü yapar. Asgari ücret 133 Liralık asgari geçim indirimi ile birlikte net 1404 Lira uygulanmaktadır. Denetim, gözetim ve tahakküm şablonu üstünde yükseltilen yıkım bir de emek sömürüsü ile çıkagelir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun ilk toplantısında şöyle konuştu: “İşçi ve işverenden fedakarlık bekliyoruz. Son 15 yılda asgari ücreti 7,5 kattan fazla artırdık. İşçimizi piyasa koşulları karşısında korumuş olduk. Bu salı itibariyla onaylanan Torba Yasa ile birlikte asgari ücretlilerin vergi dilimi kayıplarını telafi etmiş olduk.”
Hayat bu çukurda açıkta ve doğrudan yağmalanmaktadır. Bakanın söylediği fedakarlık meseli zaten sıradanın yaşamını kapsayan tek edimdir. Yağma, talan ve hırsızlığın, zorbalık ve kötülüğün at başı gittiği sahneyi kanıksatmaya çalışan bir menzilde bir de asgari ücretten fedakarlık beklenmektedir bu mudur o matah yeni ülke? Yolsuzluk dosyalarının birinin bahsi konuşulmadan bir diğerinin gündeme dahil olduğu yerde, çürütmek sıradana tek vaat olarak bildirilir. Cürümler coğrafyasında aleni yaşatılan bu kötülük imidir. Cürümler coğrafyasında betlik ve fenalığın ardından koşulmasıdır mesel olan.
Evin içi de dışı da artık devletin nefsine rehin edilmektedir. Cürüm budur. Sur ile Dayanışma Platformu, Sur’daki yasakların ikinci yılında İnsan Hakları Derneği’nin İstanbul Şubesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirir. Basın açıklamasını Sur'la Dayanışma Platformu Gönüllüsü Prof. Dr. Ayşe Erzan yapar. “Sur’un kültürel, ekonomik, demografik yıkımına dur diyelim!" diyen Erzan, "9 Mart 2016’da operasyonlar ve çatışmaların bitmesinden hemen sonra dozerler ve kepçelerle başlatılan yıkım Cevat Paşa, Dabanoğlu, Fatih Paşa, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahallesi olmak üzere 6 mahallede taş taş üzerine bırakmadı. Yok edilen mahallelerden göçe zorlanan 34 bin insanın pek çoğu evlerinden eşyalarını bile alamadan çıktılar. Mahallelere hala girilemiyor" der.
“Göç ettirme, insansızlaştırma ve yıkım sürecinde, 2012'de "riskli alan" ilan edilmiş olan Suriçi'nin yüzde 90'ının 21 Mart 2016'da verilen Bakanlar Kurulu kararı ile kamulaştırmaya tabii tutulduğu söyleyen Erzan, "Bunun ardından, kentsel dönüşüm adı altında Alipaşa mahallesi sakinlerinin yüzde 80'i evlerini terk etmeye zorlandılar. Şu anda Alipaşa'nın büyük bir bölümü yerle bir edilmiş durumdadır. Yıkım ise halen devam ediyor. Böylelikle, Suriçi'nde topyekun bir mülksüzleştirme operasyonu gerçekleştirilmiş oldu. Sur’da bu yaşananlar, zorla tahliyeler ve yıkımlar vasıtasıyla, Türkiye’nin uluslararası insan hakları sözleşmeleri gereği taşıdığı yükümlülükleri ve kendi anayasası doğrultusunda garanti altına alınmış olan konut hakkını ihlal etmiş olduğu anlamına gelmektedir" diye kaydetti.”
Mezopotamya Ajansı’nda yer alan haberin satırlarından bu ülkeden artakalanın ne olduğu da karşımıza çıkmaktadır. Önce abluka şimdi de ol Kentsel dönüşüm mavrasıyla birlikte yok edilen bir bellektir. Bir bellek kadar, yaşama istencinin essiz halidir. Sistematik şiddet bir şablon olmaktan çıkartılıp iki koca yılda bir geçmişi alaşağı edip hayatı çürütmektedir, iyi de nereye kadar? Denetim, gözetim ve tahakküm üçlüsünün birlikte işlenmesi ile kurulan yeni ülke aslında kesin ve kati bir kırım menzilidir.
Sözlük anlamlarının tümünü kapsayan bir cerahat dünyasından mülhem ülke var edilendir. Sur Belgeseli Kolektifi, İstanbul'un Şişli ilçesinde bulunan Cemil Candaş Kültür Merkezi'nde Pazar günü gösterimi planlanan 'Sûr: Ax û Welat' adlı belgesel, polisin engellemesi üzerine iptal edilir. Sur Belgesel Kolektifi tarafından konuya ilişkin yapılan açıklama şudur; “7 bin yıllık kadim kentin tarihi mirasını, bu mirasın acımasızca yok edilişini işleyen ve zorunlu göç sürecinin göç etmek zorunda kalan aileler, bireyler üzerinde nasıl bir etki bıraktığı, hatıralarında, hafızalarında nasıl yaralar açtığını konu edinen Sûr: Ax û Welat belgeselinin gösterimi Sur��da devam eden ablukanın 2. Yıl dönümünde engellenmiştir.
Gösterimin yapılacağı Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi, Emniyet güçleri tarafında baskı altına alınmış, gösterime izin vermemeleri için uyarılmış, aksi takdirde gösterim günü salona polislerin yerleştirileceği tehdidinde bulunulmuştur.” Cürümlerin üstünde yükselmeye devam diyen menzilin ortaya çıkarttığı şey bariz bir yok etme düzenidir. Denetim, gözetim ve tahakküm 2 Aralık 2015’ten bu yana arası bir sonu getirilmeyen Sûr ablukasında manidar bir biçimde hayatı yerle bir ederek gerçekten de gerçek kılınır. Bütün mesele bunu dört bir yana, bu memleketin her bir karışına yaymaktır. Geçmişi ile gününü yıkımda buluşturan, cürüm hemhal menzil hepimizin geleceğini “ipotek” altına alıp, yağmalamaktadır... Kesin olan budur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görsel - Sarkis Zabunyan (Սարգիս Զաբունյան) v/ Widewalls
#türkiye#gerçek#başka türkiye var#yaşamak#yıkım#bakur kürdistan#biyopolitika#demokrasi#devlet nedir#fikret başkaya#metal işçisi#emek#sendika#asgari ücret#türkiye gerçeği#amed#sur#iki yıl#abluka#kötülük#mesel#söz hakkı#yara#politikmeram
2 notes
·
View notes
Text
Hal Midir, Yön Müdür, Yol Mudur?
Nefret söyleminin üstünde yükselen, attığı her adımda bir kez daha insanlığın cürümler eliyle yerle yeksan edilmesini güncelleyen bir menzildeyiz. Yıkımı öylesine değil dosdoğru hayatın orta yerinde yükselten bir bunu önceleyen sahanın yaşam edimine ettiği hunharlıkların tanığı olmaya devam ediyoruz. Nefretin üstünde ilerleyen bunu bir siyasi argüman olarak işlevsellik kazandıran ülkenin ettiği ol cenderenin farkındayız. Her gün birimizden birisini hedefe koyan, cana kast eden, bunu gizli saklı olmadan güncelleyen, yaranın ortasında soluk alıyoruz.
Korku her yeri kuşatsın diye edilmedik kötülüğün bırakılmadığı düzlemde nefretten hep el bulunarak dayanak bellendi bu bahsin derdindeyiz. Nefretin muktedir olandan, onun sözünden çıkmayan yancılarından ve bu bahisleri rant için kullanan zavallılara ait bir mesel olmadığı yaşanan her gün bariz kılınan gerçeklik can yakıcıdır. Yaygınlaştırılan söylem cürümleri kanıksatma edimi ve hamlesidir açıkça. Hayatın muktedir doğruları dışında bir anlamı barındırmadığı bu hal ve şu biteviye güncellenen zûl ile cerahatli söylem ve eylemlerle bütünleştirilmektedir.
Nefret o mesel, sadece Hrant Dink Vakfı tarafından medya taraması sonucunda oluşturulan “Medyada Nefret Söylemi Mayıs – Ağustos 2017” başlıklı rapordaki özetin özeti memleket hali ile bile bariz kılınandır. Nefretin nasıl güncellendiği satır aralarındaki verilen mesajlarda, manşetlere taşınmış nefreti görünür kılan yaftalar ile birlikte var edilmektedir. Çürüten ülke açıktır. 2017 yılı Mayıs – Haziran – Temmuz – Ağustos aylarını kapsayan dört aylık döneminde ulusal, etnik ve dini grupları hedef alan 1.910 köşe yazısı ve haber tespit edilir.
“62 yayında, birden fazla gruba yönelik farklı kategorilerde nefret söylemi üretildiği için bu yazılar ele aldıkları grup/kategori sayısı kadar (birden fazla defa) incelenmiş oldu ve 1.972 yazıya ulaşıldı. İncelenen tüm yazılarda 48 farklı grup hakkında 2.466 adet nefret söylemi içeriği bulundu.” Rapora göre, nefret söyleminin yoğunlaştığı gündem maddeleri ise şu şekildedir: “-15 Mayıs 2017, Türkiye ve Almanya arasında başlayan diplomatik kriz -5 Haziran 2017, Körfez ülkelerinin Katar ile yaşadığı diplomatik kriz -27 Haziran 2017, Hollanda Temyiz Mahkemesi’nin Srebrenitsa Katliamı’na dair kararı -28 Haziran 2017, Cenevre’de düzenlenen Kıbrıs konferansı -Temmuz, İsrail-Filistin çatışmaları -3 Temmuz 2017, Türkiye ve Yunanistan arasında başlayan ‘gemi krizi’ -11 Temmuz 2017, Srebrenitsa Katliamı’nın yıl dönümü -Ağustos, Myanmar’da Arakanlı Müslümanlara yönelik saldırılar -30 Ağustos 2017 Zafer Bayramı” Yahudiler; özellikle Temmuz ayından sonra artan İsrail-Filistin çatışmalarını ve Mescid-i Aksa’da yaşanan gerginlikleri konu alan haberlerde bir toplum olarak şiddetle özdeşleştirilir ve düşmanlaştırılır.
Suriyeli Mülteciler, yağma, gasp, hırsızlık, taciz ve cinayet gibi mesellerle özdeş kılınır. Yunanlılar, geçmişte yaşananlar ile örnekler bağdaşık kılınarak ol gemi krizi ile hedefe konulur. Ermeniler, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ihtilafa dair haber ve yorumlarda hedef gösterilir. PKK ve ASALA ile beraber anılır, terörle özdeşleştirilir. Raporda satır satır örnekler, birbirini tamamlayan bir cerahat sarmalının nasıl uygun adım hal ve gidişatla bütünleştirildiği ifşa edilir. Nefretten mülhem ülke burasıdır.
Bir bahis olmaktan öteye taşınan nefret temsili bugünün menzilinde siyasanın başat omurgasıdır. Her şeye hemen her şekilde, hemen her an taarruz eden devletlinin, muktedirin attığı adımlar bu bahsin şu yeri ne hale dönüştürdüğünü örnekler. Bunca cerahatle bir menzili inşası sürdürülür. Yıkımın açık ve doğrudan güncellenmesi bu bahiste çıkagelen bir tahayyüldür. Hakikat çürük bir fasit yapı, ol döngüyü yeni ülke diye hepimize yutturulmaya çalışıldığını gösterir. Bütünleşik yıkım hep buradadır.
Nefretin gündelik bir tahlil olarak düzenlenmesi Hrant Dink Vakfı dönemsel yazını ol raporunun kayıtlarındaki bilgiler ışığında son kertede barizdir. Hayat hakkını hiç etmek onu bir başka kimlik / öteki için de eşit ve adil olmasına kulak tıkamak, bu nefret söylemi kurgusu ve yapılandırmasını her güne içkin kılıyor. Tahayyül edilen ile gerçekliği sağlanan çürümenin en karanlık, en pis noktaların sağlamasını oluşturuyor. Devletin siyaseti sıradan olanın sözünü zehirliyor. Bugünün ülkesi o nefret temsilini yüz koca yıldan uzunca bir zamandır savunanlar, kollayanların insafına terk ediliyor. Mamafih tek bir itirazın bile kale alınmaması bu yarayı şu nefret sembolleştirmesini artık anlık bir yıkıma dönüştürüyor
Yolun, izandan uzak tavırların o kör karanlık ekseninde dün şimdinin kılınıyor. Dün yaşatılan kötülük, yaratılan cerahat şu anı, şimdinin omurgasını oluşturuyor. Geleceğin nihayetinde o geçmişin karanlığına sapkın bağları güncelleniyor. Nefretin düpedüz bir düşün, bir hayat tavrı, bir siyaset öğesi ve gündelik bir hiza bildirici kılınması bu çürüten düzeni gerçek kılıyor. Devletlinin şablonu bütün kahırların, bütün kötülüklerin, bütün bedbinliklerin toplamı olan bir mefhuma dönüşüyor. Sadece nefret ile kotarılan bir menzil geleceksiz, çürük, eksik, gedik ve yarım yamalak bir çukurdan ötesi olmayan yeri imliyor.
Atatürk Havalimanı'nda 28 Haziran 2016 tarihinde terör örgütü IŞİD'in gerçekleştirdiği, kırk altı kişinin yaşamını yitirdiği terör saldırısına ilişkin davanın üçüncü duruşmasında cumhuriyet savcısı altı sanığın tahliyesini istedi. Şikayetçi Hasan Cambaz, "Sanıkları rabbime havale ediyorum. Kahrı perişan olsunlar. Burada evladını kaybedenler var. Onlar geri dönecekler mi? Nasıl rahat oturuyorlar? Duruşmalara da katılmak istemiyorum. Şerefsizlerin suratını da görmek istemiyorum" dedi. 6 sanık hakkında tahliye kararı verildi. Kısacık bir haber metni, ajanslara düşen pek nadir eksiği olmayan bir haber.
Gerektiği(!) gibi davranan devletlinin, nefretinin nasıl simgeleştiğinin de aynası. IŞID gibi hamisi olunmaktan kaçınılmayan çetelerin kanlı kırımlarına göz yummak, davalarını savsaklamak, bu bahsin bir tamamlayıcısıdır. “Silivri'de bulunan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davaya bakan mahkeme heyeti, tutuklu sanıklar Mahmut Tezin, Harun İçoğlu, Doğan Değerli, Faruk Yazıd, Gulmakhmad Salımov ve Ahmed Bin Hamed'in haklarında yurt dışına çıkış yasağı konularak, tahliye edilmelerine karar verdi. Duruşma 18 Ocak'a ertelendi.” İki satır bazen ol meselin, şu satırlar boyunca anlatmaya çalıştığımız meramın da tamamını birden kesintisiz ifşa eder. Bugünün ülkesi, dünün karanlığından zerre uzak kalmayan, bunu düşünemeyen bir menzildir.
Her gün birimizden birini bariz bir hedef yapan, canına kast eden, bunu gizli saklı olmadan güncelleyen, yaranın ortasında soluk alıyoruz. Soluk aldığımız yanılsaması ile kendimizi hep, her gün avutuyoruz. Bir yaşam istencinin tüketilmesi anlıktır. Türkiye’de yaşam hakkı arasız, kesintisiz talan edilendir. Cerahat öylesine sık, yıkım öylesine pektir ki hayatın yağmalanması göz ardı edilir. Gümbürtüde yaşatılanlar sadece belirli bir odağı değil neredeyse muktedir dışı olan herkesi kapsayan bir çürütmedir. Bunca bariz var edilen şey bizatihi bu istençtir.
‘Hayat’ hakkından gelinen, söz üstü çizilen, ses paramparça kılınandır. Dört yanda nefretin turnusolü olan yapımlar, eylemler güncellenirken cürüm sabitlenendir. Gündelik hayat artık karanlığın gölgesinin düştüğü, devletlinin insafında yağmaya rehin ne başı ne sonu rahat bırakılan bir hal toplamıdır. Yaşamlarımız hava durumundaki değil sahiden parçalı bulutlu gel gelelim ardılı ol fırtınalara rehin kılınandır. Gelecek tahayyülü bunca bariz çürütülen bir meseledir. Çağın sesi, söylemi o geçmiş olduğu zikredilenin yeniden imalidir. Hayatlarımıza göz koyan muktedir artık her yerdedir.
Biçimlenen her eylem var edilen her edim, manipüle edilen her şey hala ve hala hayata karşıttır. Umudun çürütülmesi sahicidir. Gözünün içine baka baka yalana dört elle sarılmak afakidir. Düzen devam etsin de her nasıl ederse etsin diye “cerahat” mefhumu üstüne titrenendir. Nefret tüm bunların birleştiği bir simyadır. Nefret hayatın karşıtı olan her ne varsa buna yol, güzergah kılınan bir bağlaçtır. Bu toplum artık dününde değildir on altı yılda güncel kılınan geriye alınamayacak bir cerahate rehinelik, bu katıksız kötülüğe teslimiyettir.
Çürüten o ülke felsefik, edebi ya da en hafif ibare bile olsa mübalağa değil yeni Türkiye’nin en bariz ve görünür yüzüdür. Konu her ne olursa olsun var edilen şey bu karanlıktır. Devletlinin dünü yenisinde güncellenirken bir yarını bırakmamak için şimdi her fecaati güncellemektedir. Tüm o nefretle açtığı zemin artık derin bir fay kırığıdır her an zangır zangır titreyen. X ya da Y ya da Z, tüm toplum katmanlarını zehirleyen onları birbirine karşıt ve kötü diye bildiren, cürüm istikameti bu nefret şablonunda var edilmektedir. 1915 ile 1990’ların, 1919 ile 1922’nin, 1937 ile 1993’ün, 1955 ile 1964’ün, 1894 ile 2011’in aynı düzlemde kılınması bu cerahat halini bet, kötü olanın ta kendisini ifşa eder. Hal midir, yön müdür, yol mudur?
Kesintisiz kılınan cerahat sarmalında hayattan geriye bir şey kalmış mıdır tüm kötülük coğrafyasında. İtiraz etmenin ol bahsin bile izinin kazınmaya çalışıldığı yerde çürümek nedir sahiden? Hak arama çabasının da köküne kibrit suyu, onlar terörist yaftasıyla beraber güncellenirken, çürümek ülke denilen tüm bu sahada neye tekabül etmektedir? Devletin nefretinin o yol verdiği yıkımdan haberdar ettiği için 18 aydır tutsak olan gazeteci Nedim Türfent’in yargılandığı davanın dördüncü duruşması gerçekleştirilir.
Yalan beyanların ortalığa saçılmasına, işkence iddialarının ayyuka çıkmasına, devletin şiddetinin nasıl güncellendiği artık kare kare bilinmesine rağmen Türfent’in tutsaklığı devam ettirilir. “Nedim Türfent beyanların yalan olduğunu söyledi. Twitter’da JİTEM isimli hesaptan defalarca tehdit edildiğini belirten Türfent, “Kamuoyu baskısı olmasaydı ben şu an burada olmayabilirdim. Beni gözaltına alan polisler seni en az 20 yıl içeride tutacak dosya hazırladık, kolay kolay çıkamazsın dediler. Dinlenen tanıkların hepsi bunu belirttiler. Tanıkların polis ifadeleri noktası, virgülüne kadar aynı. Zorla alınan tanık ifadeleri tutmayınca önce yeni tanık ifadelerine, sonra gizli tanık ifadesine başvurdular. Kimse gazeteciyi terörist olarak niteleyemez. Gazetecilik suç değildir.” der Nedim Türfent.
“18 tanık mahkeme karşısında ifadelerinin işkence altında alındığını beyan etti. Savcı ya ifadeleri dinlemedi ya da siyasi saiklerle mütalaa veriyor. Yaptığımız suçsa bir genelge yayınlansın ve gazetecilik yapmak suçtur denilsin” diye konuşur. Avukat Karataş da “Keşke savcı mütalaasını ilk duruşmada verseymiş, çünkü emniyetteki ifadeler dışında hiçbir şeyi dikkate almamış” der. Abluka altına alınmış bir kentin ortasında yaşatılan vahşetten haberdar etmek, bitmeyen, uzunca bir sürede güncelliğini muhafaza edecek olan savaş / yıkım gayretinin nasıl temellendirildiğini bildirmek suç addedilir.
Bunca yıkımı var edip ondan sonra da düzen bunu gerektiriyor, barış bir mühlet daha buzdolabında kalacak söylemleri yinelenirken, ya Kürd, ya Kürdistan ya da HDP – DTK üyeleri gibi pek çok yerde kısıtlanan, kıstırılmaya çalışılan şey yeniden Türfent’in davasında da kendini belirgin kılar. Bu ülkede hayat bahsi artık eğrelti bir meseldir. Bunca nefretin ortası aslında bir ülkeyi değil dipsiz bir çukuru göstermektedir.
Eski HDP Wan Milletvekili Aysel Tuğluk'un annesi Xatun Tuğluk'un cenazesindeki ırkçı saldırı ile ilgili olarak 19 sanığın, "inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engellemek" ve "toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu'na muhalefet" suçlarından 9'ar yıla kadar hapis talebiyle yargılanmasına devam edilir. Gölbaşı 2. Asliye Ceza Mahkemesindeki duruşmaya 19 sanık ve avukatları ile müşteki Aysel Tuğluk'un avukatları katıldı. Tanıklardan dördünün beyanlarını dinleyen mahkeme, duruşmayı 5 Ocak'a erteler. Ellerinde tespihler, yaptıklarından hala emin, burası Ermeni toprağı değil lafını sakız edip sündürmüş, zavallı hallerini bir kadının yasına saldırma cüretini / icrasını yaparak örtbas etmeye çalışanların sırtları sıvanmaya devam olunur. Bunca açık nefret düzeninde bir hayat nerededir, varsa da o yer bir çukurda ne kadar hakkaniyetlidir?
Sadece işlerini istedikleri için edilmedik hakaret, işitmedikleri yafta, görmedikleri hakaret hiç geriye bırakılmayan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın iki yüz elli günü geride bırakmış ol açlık grevinin kıyısında haklarındaki davanın dördüncü duruşması gerçekleştirilir. Hakkaniyet meselinin çürütülmesi bir kez daha ortada güncellenir. “Nuriye Gülmen'in tutukluluk halinin devamına, Semih Özakça'nın adli kontrol talebinin reddine, Acun Karadağ'ın her hafta Cumartesi günü 09.00 ile 17.00 arasında imza atmak şeklinde adli kontrolüne karar verildi.” Nuriye Gülmen olan biteni, gözetim altında tutulduğu odadan aksettirmeye çalışır.
“9 Kasım 2016’da, beni Yüksel’de o eyleme götüren şey, Nuriye Gülmen’in kişisel tarihi, bu adalet açlığı ile dolu. Onca haklılığıma, boyun eğmezliğime, kendimi savunma yeteneğime karşılık kendimi orada görmek istedim. Bu örgütün bu hale gelmesinde darbe teşebbüsünde bulunmasında AKP iktidarı en büyük sorumludur. Bu yüzden beni işten atamaz. Ondan hesap soruyorum. Bu faşizm karşısında hesap soruyorum. Bu meşruluktan korktu AKP iktidarı. Bu meşruluktan herkesi Yüksel’e davet ettik. Bu kadar haklı olmasak bedenimizi eritebilir miyiz? Ama ne yaptılar bizi örgüt üyesi ilan ettiler savaş açtılar.”
KHK ile ihraç edildikten sonra bir çok dava açtığını, birçok kuruma dilekçeler verdiğini dile getiren Gülmen, “Görevime iade edilirim diye bekliyordum. Ancak olmadı. Son çare olarak sokağa çıktım. Biz haklı olduğumuz için oradayız. Bütün yolları tükettik. Biz işimizi geri istiyoruz” dedi. Yüksel direnişi ve açlık grevinin AKP’nin kanun hükmünde kararnamelerinin meşruluğunu sorgulanmasını, yitirilmesini sağladığını vurgulayan Gülmen, “Eskiden haksız yere insanlar işten atılıyor, bu yüksek sesle söylenmiyordu” dedi.
Gülmen, oturma eyleminin açlık grevine dönmesinin nedenini ise “Taş duydu, beton duydu üzerine bastığımız asfalt duydu ancak talebimizi iktidar duymadı. Bunun üzerine Semih’le açlık grevi kararı aldık” dedi. Bu aşamadan sonra örgüt üyeliği ile suçlandıklarını vurgulayan Gülmen, “Açlık grevi kararını bir örgüte mal etmeyin. Bu örgüt açlık grevi yapıyor, bunlar da açlık grevi yapıyor. O halde bunlar da örgüt üyesi anlayışı olmaz. Açlık grevini bir örgüte mal etmek cehalettir. Açlık grevi çok kadim bir gelenektir. Bizi açlık grevine iten şey koşullardı, bize dayatılandı, talebimizin karşılanmamasıydı” diye konuştu. Terörist yaftasının bunca açık bir biçimde kullanıldığı yerde Gülmen’de, Özakça’da, Karadağ ve direnen her insan da aynı şeyden bahsetmektedir şu ajansa düşen metinden zerre uzaklaşmadan.
Bir; açlık grevi, ölüm çabası değildir. İki; görülmek ve anlaşılmak için başka bir yöntem bırakmayan menzilde ancak bu eylem ses getirebilecektir. Bu bahislerin etrafında dava ileriye ötelenir. Yıkım buradayken, nefret koşulsuz şartsız güncel bir mesele ve edim kılınırken yarın her ne olacaktır? Gülmen gibi hayatta, bunca sınandıktan bir o kadar yaftadan sonra bahsettiği gibi hesap sorma vakti gelecek midir? Taşın, betonun, asfaltın duyduğunu muktedir olanın hiç vakitsiz duymasının vakti gelmemiş midir? Bütün bu katran karanlığından sonra soralım bir kez daha; tutturulan istikamet, varılmak istenen odak; şu nefret sarmalı; hal midir, yön müdür, yol mudur?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller – Ruben GRIGORIAN – From Art Odyssey
#meram#arzihal#türkiye gerçeği#mesele#politikmeram#biyopolitika#iktidar#nefret söylemi#hrant dink vakfı#araştırma#azınlıklar#ışid#çete#devlet101#yıkım#kör karanlık#nuriyevesemihyaşasın#nuriye gülmen#semih özakça#khk#darbe#xatun tuğluk#dava#müdahil#yaşama uğraşı
1 note
·
View note
Text
Yıkım Sabit, Yara Sabit, Çürüme Sabit! Yol Nereye!
Birbiriyle benzeşen, birörnek aralıksız yeniden ve yeniden imal edilen biyopolitik denklemin asal öğesi kılınan yalan ve riyanın güncelliğindeyiz. Devletin tahayyülü olarak çıkagelen bu cürüm ekseninin biteviye kılındığı bir sahnedir. Devletten hepimize pay edilen bir şablona itiş kakış sıkıştırılmış olan cenderenin ta kendisidir. Yalan ve riyanın yolunda yürüyen bununla bir hayat imgesini kotaran ve buna göre yön belirleyen menzil hakikattir. Doksan dört yıllık edim, cumhuriyet olarak tanımlanan şey artık bir tabela nüvesi kılınmasının sacayakları bu bahisler ile tamamlanandır.
Yitirilenin yerine konumlandırılan şey bütünlüklü bir tahakküm döngüsü o fasit dairedir. Bu sarmalda şu karanlıkta var edilen yegane şey biteviye bu histerik mahvetme döngüsüdür. Yalan ve riyadan el alınarak hayat dönüştürülmektedir. Muktedirin fecaatle halen savunduğu, önemseyip bir de güncellediği şey bu ikili ile bir memleketi yeniden imal etmektir kesin ve kesintisiz olarak. Sahnedeki bir oyun değildir hayata kastın gerçekten gerçek imalidir işte bir kez daha. Yalan ve riyanın ekseninde kurulan her cümle başka bir ataleti imlemektedir.
Bugün bu sahanlıkta yaşatılan karanlık döngünün lalettayin ya da mübalağa olmadığı aleni bir hakikattir. Ol mesel, tahayyül ve eylem artık hayata kesintisiz dokunan ‘devletliyi’ ifşa ediyor. Eylemlere karar verip, düzenlemek biçimlendirilirken zor olanın yolu da açılmış olur. Bu ülke yaşama zerre-i miskal değer vermeyenlerin eline rehin edilendir. Düzen sağdan soldan güncel kıldığı hamleleriyle, orta yerde bu cürüm halini güne dahil eder. Türkiye Cumhuriyeti ol nam tabelanın sağından solundan bina olunan her manevra bütün bu denklemi ortaya sermektedir. Yalan ve riyanın hegemonyası kesintisizleştirilendir.
Bir geçmiş tahayyülünün mirasçısı olup, bununla yön belirleyen, o karanlığı hala inkar edilen her şeyin yeniden imalidir söz konusu olan. Karanlığın belki de en dip derinlerdeki suretinin var edildiği o uzun geçmişin nihai finali 1915’ten, 1923’e kadarki yıkımla biçimlendirilmiştir. Dört milyon civarında gayri-müslümün, zamana yayılarak iş bu menzilde kurban edilmelerinin var ettiği dehşettir mesele. Yalan ve ol riyanın yeni ülkeyi kuruyoruz söyleminin nasıl bağnaz faşizan bir milli kimlik yarattığı, ülke diye bir cehennemî sahnenin önde gidenini biçimlendirdiği ortaya çıkandır.
Karanlığın üstüne eklenmiş olan her çaba, her tahayyül bu geçmeyen geçmişi yeniden var etmektedir. O günler, zamanlarda geçiştirmek fiili henüz icat olunmadığından düzen bunu gerektiriyordu. Sürgün ve kıtale tabi tuttuk, öldürmedik diye savunulan şey hayatların istimlak edilmesidir. Yalan ve riya ile nefretin birleştiği / bütünleştiği bir düzlemde hayatın kanla boğulması güncellenendir. Kara yılların dahilinde, tahayyülden gerçeğe dönüştürülmüş olan katran karanlığı bugünün menzili içerisinde de var edilendir.
Çürütmeyi gerçekten gerçek kılmak süreğen bir tahayyül ve eylem olarak Yeni Türkiye’de de öncelikli kılınandır. Muktedirin cerahatli eylemleri, attığı hemen her adım bunun için bir başlangıçtır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Faşist Diktatördür diyen CHP Parti Sözcüsü Bülent Tezcan hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılır. Evrensel Gazetesi’ne konuşan Tezcan, hükümet sözcüsü Bozdağ’ın “Böyle bir şey olmaz, Türkiye demokrasi, özgürlükler ülkesi” sözlerine atıf yaparak, bir siyasi ifadeyi savcı kanalıyla soruşturmak hangi rejimdir? Savcı Bozdağ’ı tekzip etti” diye konuşur.
Tahakkümün zıvanadan çıkmış halini güncelleyen, 15 Temmuz sonrası kurulan yeni düzenek olağanüstü hal ediminin getirdikleriyle bu bahse konu faşizan karanlık zaten bir hakikattir. Başlı başına ‘yeni’ diye dünü takip eden bir düzen imal olunandır. Yönetenlerin, o, bu, şu olması sistemin faşizm ile hemhalliğini değiştirmemektedir. Faşist diktatörlük meseli bir uzamın hallerini bildirmenin yolunda atılmış tüm adımlara göndermedir. Birbiriyle benzeşen, birörnek aralıksız yeniden ve yeniden imal olunan biyopolitik denklemin asal öğesi kılınan yalan ve riyanın sofrasında nihai olarak faşizm boyut kazanır ve güncellenendir.
Tümden güncellenip yenilenen, duraksamadan işlevselleştirilen bir tahakküm nüvesi değildir sadece bütün bu karabasan döngüdür. Faşizmin nüktedan değil doğrudan bu sathı mahalde güncelliği bütün bu meramı da özetlemektedir artık işaretlere gerek olmaksızın. Faşizm bu ülkenin yönetim şablonu olarak kullanıla gelendir. Hak gasplarının tavan yaptığı bir dönemde adına torba denilen yasa paketleriyle düzenlenmek istenen işte bu bahsin ta kendisidir.
Hak gasplarının ardışık kılındığı cürümlerin bütünleşik ol hal ve imalinin olduğu yerde tahakküm kesintisizdir. Birbiriyle hemhal kılınan birörnek olarak şekillendirilen biyopolitik denklemin asal öğeleri yalan ve riya bu menzildeki talanın da esaslı yönünü belirlemektedir. Cerahat uzakta, ötede değil tam da menzilin ortasındadır. Çürümenin nihai bir rota kılınması günceldir. Ağır, baskı rejimi koşullarında yaşıyoruz. Devletin temsilini oluşturan, yalan ve riya ile kötülük bir gelecek tahayyülünü hiç ediyor. Hiddet ve kör nefretin birlikteliği bu bahsin yekten tamamlayıcısıdır.
Birbiri üstüne kurulan, konumlandırılan işte bu yeni devletin şablonu hayatı sıradana dar etme gailesi ile imal edilendir. Bugün yaşatıldığımız çukurun ne ilk ne de sonuncu olduğu bunca afakiyken asıl mesel, esaslı dert yeknesak faşizm arzusudur. İdam isteriz histerisinin ulaştığı boyut, mahkemelerde yargılamadan çok daha önce verilmiş olan karar ve hükümlerin, MİT tarafından beyan olunan ithamlarla atılan adımlara 4 dörtlük bir cinayet sahnede işlenmektedir.
Gever’de var edilen abluka, sokağa çıkma yasakları döneminde yaptığı haberler nedeniyle on yedi ay önce tutuklanan, kapatılmış Dicle Haber Ajansı muhabiri Nedim Türfent hakkında 22.5 yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın dördüncü duruşmasında tanıklar Emniyet’te alınan ifadelerin baskı, işkence altında alındığını bildirirler. “Türk’ün gücünü göreceksiniz” nam rezaletin belgeleyicisi olan Nedim Türfent’in hedefe koyulması gümbürtüde unutturulmak istenendir. Gerçekten, hakikatten bahsetmek işte bu ülkede halen suç addedilendir. Gerçekliğin kaydını düşmek bağnazca suç addedilendir işte bu menzilde.
İçişleri Bakanlığı malum kayıt için soruşturma açıldığını bildirirken, gazeteci ol Türfent’in deyimiyle bu olayı açığa çıkarttığından dolayı, intikam için kendisi rehin alınır bu dava açılır. İddianamede tanık ifadelerinin tamamı çökünce, bu defasında da gizli tanık bahsi ön plana çekilir. Böylesine bariz bir kırım iklimi gerçek ilan edilir. Türfent’in tutukluluğuna devam olunur. Memleketi yönetenlerin insanına yabancılaşması, onu artık mahpus kılınacak birer öğe addetmesi ve gerçekliği ile ifşa olandır yeni denilen o eski Türkiye.
Kaseti evirip, çevirip bir kez daha başa saralım. Cürüm hemhal, cühela cüretiyle bariz ve birörnek kırımlar ile tahakkümün altına imza atılan, yalan ve riyanın düze çıktığı / kuşattığı bir yerdeyiz. Sızma belgelerin, gizli tanıkların, olmayan kayıtların, bylock diye bir programdan bihaber olarak ol müzik aplikasyonu içerisinde o sistemin sunucularına yönlendirilen insanların, sesinin, sözleri ve tahayyüllerinin üstünün çizilip, bu nefret sarmalına rehin edildiği ülke gerçekliğindeyiz hal ve gidişat bunu bariz kılandır.
Yalan ve riyanın ikliminde bir hayat ibaresi kalmasın diye her şeyin paldır küldür yinelendiği bir sahnedeyiz. Devletin hepimize pay ettiği şey bu bedbin hal toplamında çürümektir vesselam. Doksan dört yıllık devinim nihayetinde kendi çeperindeki o ötekinin hayatına kasıtla güncellenendir. Prof. Ayşe Buğra, eşi İnsan hakları savuncusu Osman Kavala’nın tutuklanma kararına ilişkin yaptığı açıklamada faş olandır yeni düzen.
“Tutuklama kararıyla yitirdiğimiz şey Osman Kavala’nın özgürlüğü değil, aynı zamanda demokrasi, barış ve hukukun üstülüğüne dair umutlarımızdır.” Geçmiş değil halen süreğen bir tahayyülle hayat paramparça kılınmaktadır, halimiz perişanlıktır. Yalan ve riyanın güncelliği için dört koldan ol eksik gedik, düşük, düşkün olan demokrasi, özgürlük, adalet şablonu imhaya çalışılmaktadır. Cerahat güncellenendir. Yıkım, yok etme ve tahakküm ve zulüm üçlüsü ile güncellenmektedir. Menzil artık hayatın değil tüketen bir döngünün döl yatağıdır.
Halkların Demokratik Partisi’nden on vekil tutsak edilirken, beş insanın vekilliği düşürülür. CHP’den Berberoğlu’da bu gözdağı hal ve gidişatına tutsak edilendir. Belediyelere başkanlar yerine erkçi kayyımlar atanırken Bakur Kürdistan’ında, İstanbul ve Ankara’nın dahil olduğu pek çok yerde başkanlar istifa ettirilir. En son moda demokrasi seçilmişleri kapı dışarı ederek imal edilendir. Tahakküm bu sahnede tüm o yalan ve riyanın refakatinde güncellenendir. Artakalan hayatın gasp edilmesidir. Artakalan o çürütmenin lanetine rehin bir düzlemdir, bariz ve doğrudan nihai olan, kalıcılaştırılan bu yargı ve tahayyüldür.
İçimize,ta dibimize kadar kurulmuş olan şey bu katran karanlığı bizatihi tüm o bahsin nesnelliğidir. Didaktik görünen söylem bütününde, eylem toplamında doğrudan açık bir yıkım şekillendirilmektedir. Hayat hakkında feragat etmiş, çoktan düzene rehin olmuş ve artık kendi sesini bile işitemeyen sıfırlar, birler olarak yaşama tahayyülü gerçek kılınmaktadır. Kesintisiz ve doğrudan rehin alınmış bünyelere daha derin korkuları salarak, göstererek tüm o nihai yıkım şablonu bir hakikat kılınmaya devam olunandır. Geleceğin Türkiye’si değil dünün devamı olan bir meczup sahne var edilmektedir, gram el titremeksizin, saniye de olsa bizler ne yapıyoruz denilmeden, gümbürtüde, alelacele.
Doğrudan tek adamın ülküsü, ülkesi, tahayyülü için memleket yangın yerine dönüştürülmektedir. Bariz olan bir seçim, seçenek, değişim ya da ötesi değildir artık anlık tükeniştir. En son yapılan TEOG bahsi yerine kurulmaya çalışılan ol sınavsız düzen, parası ve imkanı olanlar için özel okulları adres bildirirken, parasız sıradanları kapının ucundaki çürütmeyi önceleyen kurumlara pespayeleşmiş tabela okullara rehin kılmayı amaç edinir. Bunlar kadar afaki, bu kadar hakikaten var edilmeye çalışılan bir karanlık açıktan ve göstere göstere imal edilmemiştir.
On beş yılda varılan menzil, son 15 Temmuz darbesinin hala yanıt verilmeyen halleri, düşeşleri, piştileri bir yana katledilen insanların ardından meseli vatan millet sakarya ile geçiştiren tüm o dizginlerinden boşalmış faşizm kutsaması ile bir ülke değil bir çukurda olduğumuz afaki olur. Yalan ve riyanın düzleminde çürüten habis ur direnişi ve sözüne sahip çıkmayı imkansız kılmaktadır burası mıdır o yeni diye anılacak ülke, sahiden! Türkün Türk’e kara propagandasının bitmediği bir yer midir o yeni!
Medz Yeghern’i sindiren, Sayfo’yu sindiren, Küçük Asya Felaketini sindiren, 1919’tan 1923’e kadarki yıkımı sindiren, orayı sindirip bu mesellerin kanla yıkanmış bir toprağı içine sindiren yer midir, halen yüzleşmemiş o yer midir yeni! 1937’deki Dersim’de icra olunan yıkımı sindiren, kırımlarla geleceğini tam da bugün anılan faşizan döngünün menzilini daha milli şef İnönü’nün kurduğu menzildeki ol tek millet, tek devlet şiarını sindirmekten çok daha evvel kanıksamış bir menzil midir bunca zaman sonra kendini yeniden var eden!
Rum mübadelesini, Septemvriana 1955’i, 20 Dolar 20 Kilo 1964’ü birbirine bağlayarak güncellenmiş bir menzilde yalan ve riyanın yol verdiği kara yıkımı önemsemeden yoluna devam diyen bir yer midir, yüzleşmeden şu günlerde devamlılık mıdır yeni! Altmış’ı, yetmiş’i, seksenin on iki eylülünü, en sonuncusu ağır olan yıkımı ta ki ol on beş Temmuz’da var edileni, yıkımı hep yıkımı sindirmiş bir yerde hayat necidir? Sivas’ı, ol Maraş’ı, bir daha Sivas’ı, tüm o doksanlardaki Bakur Kürdistan’ında cereyan etmiş kıtali, hep anılacak olan Roboski’yi, ablukanın soluk bile aldırmadığı Sur’u kanıksamış bir menzilin tüm bu yalan ve riyanın var ettiği biyopolitik çürümeyi fark etmesine daha kaç vardır?
Yeni denilip durulan, yeniden var edilmek istenen bir çorap söküğü gibi ardı gelecek olan çürütmeyken sahi neyin ne zaman farkına varacak bu millet, şu millet, o millet! Tek vatan, millet, din, dil ve ötesi ya ahlak, ya vicdan, ya sorumluluk ne olacak! Deli saçması argümanların gündem edilip durulduğu oysa yalan ve riya ile güncellenmiş bir sistemin ortasında yağmanın kesintisizliği bu menzilde hakikatken sahiden bir yarın meseline varabilmek söz konusudur mudur? Anlıyor musunuz?
Amir konuşur: “Ağızlarını her açtıklarında batılılıktan, modernlikten, çağdaşlıktan söz edenlere soralım bakalım. Dünya çapında hangi eserleri ortaya koyabilmişler? Örneğin dünya çapında bir opera sanatçısı, bir aktör, bir gitarist yetiştirebilmişler mi? nasıl bir uçak, telefon, işletim sistemi ortaya çıkartamamışsak, kültür ve sanat alanında aynı başarısızlığı ne yazık ki yaşadık. Bu bir ortam, iklim, zihniyet meseledir. İklim çorak olunca, bir taraf kavrulurken bir taraf yeşermiyor. Aslında hedef doğruydu, yöntemler yanlış olunca hedefe ulaşılamadı.”
Bay Erdoğan’ın AKM’nin yenilenmesi ile ilgili konuştuğu söylevinde değindiği şu latent cümleler, fasit bir döngünün ortasında onca ağır yıkımı başkası var etmiş gibi sahiden rahatlıkla sindirilip alkışlanırken, bu memleketin memleketlikten çıktığı artık bariz değil midir, sahiden değil midir? Cerahate kol kanat geren, yıkımla yön belirleyen, yalan ve riyayı yeniden ve yine yeniden uygun adım bir menzil inşa etmek için kullanan bir sathı mahalde ne tepki verdirecek, ne ses ettirecektir, sessizliği, sinmeyi çoktan kanıksamışlara, ah! Bunca hazin yaradan sonra o tanımlanacak hayat neyi kapsar, nasıl tasvir edilebilecektir, nasıl? Hiç düşündünüz mü?
Vahim olan tüm bu kötülük yinelene gelirken bir haber düşer iki satırlık, “Êlih'in Korik Mahallesi'nde özel aracıyla arkadaşına araba sürmesini öğreten “ismi ve rütbesi öğrenilemeyen bir asker”, 5 yaşındaki Burak İlhan isimli çocuğa çarptı. Burak'ın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olayla ilgili soruşturma başlatıldı.” Yalan, riya, kötülük, yıkım, çürüme, dönüşsüz bir yok etme daha ne çok şey, bir çocuk daha katledilmişken sahiden düşünüyor musunuz, yol nereye?
Beşindeki Burak İlhan kaçıncı kurbandı, Bakur Kürdistan’ında? Medeniyet teorileri, terörle mücadele ol hayata şekil verme, şunu güvenli bunu konforlu kılma, batıya kafa tutma, onu yapma bunu var etme cüreti yinelenirken yıkım sabit, yara sabit, çürüme sabit! Yol Nereye!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller – Paintings by Cesar BIOJO
#mesele#söz hakkı#arzihal#cürüm cumhuriyeti#yerle yeksan#alaşağı#hayat meseli#faşizm#diktatör#gever#nedim türfent#gazetecilik suç değildir#osman kavala#hdp#chp#vekiller#teog#milli eğitim#türkiye gerçeği#yeni ama eski#çürüme#cürüm#yol nereye#biyopolitika#sözcükler#fragmanlar
1 note
·
View note
Text
Virüs
Kendi karanlığını mütemadiyen bir virüs gibi yaygınlaştıran ol muktedirin elinde rehin bilinen denekleriz. Hiçbirimizin hayallerinin esamisinin dahi okunmadığı bir şablon içerisinde bir ol yana bir bu yana savruluyoruz. Çürümek düne dair, düne ait bir mesele değildir halen, tam da şimdinin yıkım şablonu olarak güncellenendir. Hayat bu tahakküm döngüsünde “paramparça” olunuyor. Karanlık bir mübalağa değildir, hayatın demirbaşı kılınırken söz heder ediliyor. Bir gelecek tahlili değil iş bu menzilin şimdisinde o virüs gibi kılınan karanlık her şekilde yıkımı bildiriyor.
Kendi karanlığını bir istikbal nüvesi olarak filizlendiren zır zır cehalet, silme kötülük, daim nefret döngüsü bu hayatın hakkaniyetini biçimsizce eksiltiyor. Çürümeyi bir tavır olarak savunan o mekanizma, sıradan olana yaşam hakkı bırakmıyor. Kesin doğrudan ve çapaksız pir u pak diye anılan tekillik şablonu “azınlığı” öyle anılan her ötekisini hedefe koyuyor. Bariz ve doğrudan muhalife taarruz olağanlaştırılıyor. Karanlığın salt imge olarak değil açık cürüm hali cisimleşip kalıcılaştırılandır. Bu sahanın yaşamla ilintisi yağmalanmış, geriye bir şey kalmasın diye çaba ise güncellenendir. Yaygın olan karanlık tüm bu habis döngü bunu “gerçek kılmaya” çalışan erkânı muktediri ifşa etmektedir.
Her günümüz bir can kırığı, bir sınavın zorlu sahnesi, bir imdat çığlığı ile donatılmış bir karşılaşmadır. Her günümüz yine, yeni, yeniden kurulan bir anlam kayması, sesli, sessiz sözcüklerin idam edildiği bir menzildir. Her günün bir öncesinden de ağır karanlık kılındığı yerdir gerçek. Her günün bir kez daha zehirli nefret söylemine hedef kılınanlara yani hepimize dar edilen bir güncellik olduğu açıktadır. -Nefes alma hakkımız bile ipoteklidir artık. Söz hakkımız iyice yağmalanmış olandır. Dün olduğu gibi gün günümüz gibi gelecek de talan olunandır.
Karanlığı bir virüs gibi yaygınlaştıran devletli mekanizması kendi sınırlarından güne, zaman dilimi ayarlamasından, karar hükmünde kararnamelere vb. pek çok değişkenle bir ve beraber olarak var edilmektedir. Hayatın açıkça kâbusa dönüşümü kesintisiz kılınandır. Yaşama edimi, uğraşından çok bir çürütme halinin farklı evreleri arşınlanmaktadır. Biçem doğrudan sıradana karşıtlık üzerinden güncellenmektedir. Amir zatın cümlelerinde yer bulan hümanizm, içerideki yıkımı “örtbas etme” gailesindendir. Nasıl olsa soracak hiç kimse dışarılarda bırakılmadığı için, demokrasinin çürütülmesi kesintisiz bir eylem kılınır. Tahayyülden hakikate dönüşen şimdi, bu menzilde bir noksanlaştırma edimidir.
Demokrasi bu bahiste belki en önce çürütülen edimdir. İnsan haklarının paçavraya dönüştürüldüğü, hakkın hukukun yerine gıybet ve töhmetin birlikte güncellendiği saha “gerçek” kılınır. Böyle bir dünyada yaşamak istenmez. Lakin o dünyanın temelleri burada atılmaktadır, bu sözü eyleyen gibi ve nicesi tarafından. Yol nereyedir? Bir hiciv, sloganımsı bir tahayyül yahut da “çalakalem” bir yazı, meram, o, bu, şu değildir iş bu menzilde hayat bir virüs gibi devletin karanlığınca zapt edilirken yol sahiden de nereyedir?
Hayatın üstüne çökmüş olan karanlığın mihmandarı olan isimlerden birisi olarak ol mihmandarlardan oluk oluk kan akıtacağız diye buyuran mafyözün, yargılandığı davada ettiği bu bahisler birer kesin delildir. “Kişisel internet sitesindeki yazdığı yazıda, "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalayan akademisyenleri tehdit ettiği gerekçesiyle yargılanan ve hakkında, "Tehdit" ve "Suç işlemeye tahrik" suçlarından 11 yıla kadar hapsi istenen organize suç örgütü lideri Sedat Peker ifade verdi. Peker, 'Oluk, oluk kan akıtacağız' tehdidinin ifade özgürlüğü olduğunu savundu.”
Eleştiri anlamında yazıldığı söylenen ne ki tam da memleketin şu halini imleyen, astık, kestik oldubitti denklemine denk gelecek bir şablon imal olunandır iş bu sathı mahalde bir kez daha. Peker devletlinin dilini kullanan bir aktördür. Siyasetin ortasına bina edilmiş nefret şablonunun, yeri geldiğinde memleketi yetmiş üç milletten birliktelik diye sayanların paldır küldür bu hain, şu terörist, öteki ayrılıkçı diye coştuğu zeminin ortaya açıkça serdiği nefretten nemalanandır. Cürümler artık bu satıh dahilinde yegane sahip çıkılandır. Hiç ama hiçbir biçimde hesabı verilmeyecek olunduğuna kani kılındığından memleketin idaresini biçimlendiren bir akıldır Peker tarafından savunulan. Cürümler böylesine açıktayken bu hayat şu dünyada yaşamak meseli nasıl söz konusu olabilir ki, amirin dediği gibi?
Hayatın üstüne indirilen karanlık dur durak nedir bilmeden sıradana kastın bir tezahürü olarak güncellenir. Yaşamın çürütülmesi gailesi bir eylem gibi gerçekten gerçek kılınması taahhüt edilen bir vaat gibi anlık güncellenmektedir. Hayat muktedirin elinin altındaki bir oyuncak bellenendir. Muktedirin oyuncağı kılınırken çürütme artık anlık olagelen bir hakikattir. Hayat paramparça kılınırken, devletin bekası, düzeni onu var eden isimleri öne sürülüp yıkım var edilmektedir. Büyükada Davası olarak anılan, yazılan, çizilen düzenin insan hakları aktivistlerine yönelik olan zırcahil saldırganlığı bahsinden bariz kılınandır işte bu hal, şu mesele.
Ötekisinin hem sesini hem sözünü kesmeye çalışan muktedirin komplosu bu defa sökmez. Üç ay civarındaki tutsaklığın ardından tüm hak savunucuları serbest bırakılır. Cem Küçük gibi midesi olmayanların bu iddianame ile tabi ki olmaz diye dövündükleri şey tüm bu bahisteki gibi yaygın kılınmak istenen korkudur. Sinek küçüktür. Kopartılan gümbürtü ise pektir. Yıkım ve çürüme istenci sabit kılınandır. Cerahatin ülkesi bu ülkü çevresinde a, b, c değil tüm düzen siyasetçileri, partileri medya organları ve kanaat isimleriyle birlikte varlığı kalıcı kılınmak istenendir. Çürüten ülke bu kadar barizdir.
Çürüten ülke vahim olan itiraf edilirken dahi alkış tutulan bir menzildir. Birbiri ardına yinelenen cürüm sabitlenirken yaptık oldu diye cümleler kurulurken salt ve hiç kesintisiz karanlık bina olunmaktadır. Artık günyüzü yoktur. Artık hiçbir çıkış söz konusu değildir. Artık devletlinin tahayyülü dışından bir hayat bahsi yoktur. Müştereklerimiz çalınırken sıradana kasıt güncellenirken gün tıpkı dün kılınırken o karanlık her yerde her zamankinden ağır bir hakikat olarak var edilendir. Bu ülkede hayat bahsi tükenmiş böylesi bildirilmiştir. Bu ülkede eşitlik, adalet ve özgürlük verili olduğu bildirilen her şey yağmalanandır.
Bir sürü haline indirgenip durmadan işkenceye tâbi kılınan yer gerçektir yegane gerçek. Köylerin basıldığı evlerin ateşe verildiği yer bir gerçekliktir. Olağanüstü halin devlete değil de bu halka doğrudan taarruz için ve adına yinelendiği menzildir gerçekten gerçek. Yıkımın yanında icra olunan yağmadır gerçek. Yağmayla beraber bitimsiz bir kötülük imalidir gerçek. Hakikatin kör karanlık olduğu buna her yerde her şekilde çalışıldığının açığa çıktığı haldir gerçek. Tümden, bariz ve doğrudan kesintisiz cürüm eksenli bir toprağın imal edilmesidir gerçek.
Yıkımın adıyla anılan, tek adamın ülküsü doğrultusunda hayata dair her şeyin çürütülmesi gayretine sahne olan yerdir gerçek. Wan’ın Özalp ilçesine bağlı Mollatopuz köyüne 26 Ekim sabah saatlerinde baskın yapan Jandarma Özel Harekat (JÖH) “içerde terörist var” diyerek ev sahibinden cam ve kapıları açmasını istedi. Ardından eve gaz bombası attı. Çıkan yangında ev tamamen kül olurken, yapılan aramalarda kimse bulunamadı. Sabahın erken saatlerinde “ihbar olduğu” gerekçesiyle Van'ın Özalp ilçesine bağlı Mollatopuz köyünün etrafını saran Jandarma Özel Harekat (JÖH) anons yaparak köylülerin evlerini boşaltmasını istedi. Anons üzerine köylüler evlerinden çıkmaya hazırlandığı sırada, JÖH üyeleri bir eve gaz bombası attı. Evde yangın çıktı. Köylülerin müdahale edemediği yangında bir ev tamamen kül oldu.”
“Evi yanan Erdem Candemir, askerlerin tanklarla köyü bastığını belirterek olayı şöyle anlattı: "Askerler 'ihbar var' diyerek sabah saat 10.00'da köyümüze geldiler. Araçlarından inmediler. Araçtan bize bağırarak 'köylüler gitsin sadece ev sahibi kalsın' dediler. Köylüler oradan ayrıldı. Benden kapının anahtarını istediler. Biz de evin kapısını açtık. Evin tüm camlarını açmamızı istediler. Amcamın kızı ve muhtar eve girerek tüm camları açtı. Ben onlara; 'haftaya kardeşimin düğünü var. Yeni eşyaları evimizin içerisinde. onlara zarar gelmesin onları dışarıya çıkaralım' dedim. Askerler de bize 'Bir şey olmaz, içeriye gaz bombası atacağız' dediler. Daha sonra evin içerisine 3 adet gaz bombası attılar. Ev yanmaya başlayınca, askerler geriye çekildi. O sırada biz de eve müdahale edemedik ve ev tamamen yandı. İtfaiye geldi ama askerler hala evin yanında duruyorlar."”
“İsmail Candemir’e ait evin askerler tarafından yakılması üzerine evi söndürmeye çalışan Candemir’in annesi Halime Candemir (83) kalp krizi geçirdi. İlçe Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alınan Candemir anjiyo oldu. Dün saat 10.00 sıralarında Candemir'in evini 15 panzer ile saran 150’yi aşkın asker, evi içindeki eşyalarla birlikte yaktı. Kanepe, çeyiz bohçası, mutfak eşyaları ve 3 Kuran-ı Kerim'in de yandığı evden geriye sadece duvarlar kaldı. Bugün birçok mahalleden yurttaşlar Candemir ailesine “geçmiş olsun” ziyaretinde bulunmak üzere mahalleye geldi.”
“Askerlerin “Ateşi söndürmeye gideni öldürürüz” dediğini anlatan Candemir, 83 yaşındaki annesi Halime Candemir’in dayanamayıp ateşi söndürmeye giderken dumandan etkilendiğini ve kalp krizi geçirdiğini söyledi.” Mezopotamya Ajansı’nın haberi olan biteni doğrudan anlatmaktadır, başka örneğe hacet bile bıraktırmayandır. Doksanların cerahatli köy yakmalarının bugün artık olağan bir “ihbar var” o köyde “terörist var” seslenişlerinin hemen ardından ev yakmanın mubah addedildiği bir iklim, bir menzil hayat ibaresini çoktan yitirmiştir.
Yazılmayan, çizilmeyen dahası bahsini açmanın o konuda kelam etmenin bile sınırlandırıldığı bir güncelliktir gerçekten gerçek. Wan’ın Özalp’i ile sınırlı kalmayan bir karanlık döngüdür tekrar olunan. Cürüm artık gizlenmeden, ablukanın en yoğun olduğu dönemden bu günlere kadar biteviye kılınandır. Candemir Ailesi’nin evinin yakılması bu bahsin bir diğer tamamlayıcısıdır.
Sêrt’in Çal Mahallesinde polis panzeri eliyle katledilmiş olan Felek Batur’un ezilmesi bir başka örnektir. Tek başına yeterli gelmeyen her bir yıkım tahayyülü bu ülkede anlık bir güncellemeye tabi tutulur. İnsan Hakları Derneği’nin İzmir Şubesi panzer ile ezilen, katledilen, ölümün kıyısında yaşatılan insanların durumuna ait bir meramı paylaşır. “İHD İzmir Şubesi Yöneticisi Ahmet Çiçek, zırhlı araçların karıştığı olaylarda yaşanan can kayıplarının araştırılmasını istedi. Olağanüstü Hal (OHAL) nedeniyle benzer olayların artmasının muhtemel olduğunu kaydeden Çiçek, zırhlı araçların karıştığı olaylarda şu ana kadar 34 kişinin yaralandığı, 23 kişinin yaşamını yitirdiğinin tespit edildiğini, benzer şekilde zırhlı araçlardan açılan ateş sonucu da 6 kişinin yaşamını yitirdiğini aktardı.”
Kendi karanlığını mütemadiyen bir virüs gibi yaygınlaştıran ol muktedirin elinde rehin bilinen denekleriz. Hiçbirimizin hayallerinin esamesinin dahi okunmadığı bir şablon içerisinde bir ol yana bir bu yana savruluyoruz. Sayılar, sayılamayanlar, sayılması gerekenler, kendi yaşlarında oyun oynamaları gerekirken bu kirli savaş güncesinde yok edilen hayatlar, yaşını başını almış ama hayat nedir bundan hep muaf tutulmuş insanlara yapılan işkenceler, ev yakmalar, köyleri basmalar, dağlık arazide olan herkesi terörist bildirmeler, sokak ortasında çırılçıplak aramalar, gözaltılar, ardı sıra güncellenen bir tekerrür. Fasit döngünün orta yeri artık faşist bir devlettir. Bir bunu bildirendir.
Olağanüstü Hal ile ortaya çıkan cerahatli menzil, kovuşturma, soruşturma, adil yargı ve sairin üstünün çizilmesi bu bahsi bir kere daha hakikat kılmaktadır. Bu ülkenin doksan dört yıllık ol geçmişinin barındırdığı, bugün güncellediği, yarına ulaştırmak istediği bu cürüm hemhal halin ta kendisidir. “Artvin’in Hopa İlçesi’nde 19 Ekim’de evi basıldıktan sona gözaltına alınan Nurcan Vayiç ve bu durumu protesto etmek için aynı gün Hopa’da düzenlenen basın açıklaması sırasında gözaltına alınan Efrahim Vayiç ile 25 Ekim’de ifade vermek için Artvin Savcılığı’na giden Cemil Aksu, sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek, tutuklanır. Nurcan ve Cemil’in tutuklanması ile, 7 yaşındaki çocukları Arev mağdur edilir.
Yıkımın nasıl bir devinimle güncellendiği afakidir. Yıkımın her neye dönüştüğü artık gerçekten yalındır. Bu ülkede yaşamın çürütülüp, yerle yeksan edilmesi “basit” bir mesele değildir. Karanlığını virüs gibi yaygınlaştıran menzilin devletlisi bugün hayat hakkımızı yerle bir edendir. Şu yukarıda yer bulan her vakıa bunun bir kanıtıdır. İşitiyor musunuz, sorguluyor musunuz, yaşamı sahiden de önemsiyor musunuz? Şu yukarıdaki her satır bir biçimde çürüten ve hiç eden menzilin gayri resmi suretidir, görüyor musunuz? Dününü şu anda yarın için zemin eyleyen, onu bir hayat bahsini burada yok ettirmemek için kullanan yer yeni midir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller – Barthélémy TOGUO's Human Bust Stamp Sculptures Create An Urban Requiem - Designboom
#memleket#virüs#başka türkiye var#biyopolitik#düşman edebiyatı#yıkım#karanlık çağ#döngü#faşizm#türkiye gerçeği#bakur kürdistan#panzer ölümleri#felek batur#wan#özalp#jöh#kuşatma#işkence#bu suça ortak olmayacağız#barış için akademisyenler#mafyöz#hes#artvin#muhalefet#direniş#yaşama uğraşı#sorular#devlet102#arzihal#metinler
1 note
·
View note
Text
Hayatın Abecesi
Çürümenin güncelendiği iş bu menzilde hayatın abecesi ne muğlak ne gizli, doğrudan ve yalın bir biçimde yıkım için şekillendirilmektedir. Cerahat ülküsüne dört elle sarılıp, bir bu bahis ile yön tayini yapan devletli için hayat “iğfal” edilmesi elzem bildirilendir. Bu ülkede hayat hakkı talan edilen, yaşama gayreti paramparça kılınandır, zerresi geriye bırakılmamaya çalışılandır o deneyim sabit kılınandır. Bu ülkede zalimlik, alkış kıyamet bir icraat diye cakası satılandır. Bu ülkede biyopolitik olan çürüme hayatın olağan akışı olarak değerlendirilendir. Bu ülkede aklın ve fikrin mütemadiyen tüketilmesi güncel kılınandır.
Bu ülkede, bir ülke demeye şahit için lazım olan her ne varsa bu yerilip, yutulandır. Hayatın abecesi üstünde tepinilendir. Mesele sadece bunlar değildir. Bütün bunlardan mülhem bir toplam ile bir ülkenin yeni diye savunulup, durmak yok yola devam seçeneğinin ön plana çekilmesidir sabit olunan. Yıkımın, talanın, yalan ile riyanın iş biriliğiyle, tahakkümle hep ama hep daha fazla tehditle hayatın abecesi yıkımındır. Bir ülke belirli bir şablon olmaktan ötede yaşam sahasının yerle yeksan edilmesi artık alenidir. Bir ülke bir yer, bir saha, bir mesken değil bir çürüten kuyu, çürük kokusunun yayıldığı bir çukurun ta kendisidir mesele.
Yapay değil doğrudan ve direkt olarak bu yıkım edimi iş bu yerde, dört bir yanda sabit kılınır. Karanlık çağın dünya genelini mahveden döngüsü bir de -biyopolitik kırım ilavesiyle bu sınırlarda günbegün yeniden yapılandırılandır. Çürümeyi bir mizansen olmaktan alıkoyarak bu bahsi ‘güncelliğin’ merkezinde her gün bir sınav olarak kuran, var eden ülkenin meselidir hayatın abecesinin yağmalara rehin edilmesi. Bay Erdoğan’ın öncülüğündeki o Yeni Türkiye şablonu beraberindeki tüm fecaatleri birer ikişer hayatta var ederek bu yeri yaşamdan kopartmaktadır.
Çürümenin uluorta var edildiği, bir tek bunun kanıksatılmaya çalışıldığı yerde yaşanan her gün bir başka eksiltme gayretidir. Bir tahakküm döngüsü güncellenirken hemen hemen tüm icra olunanlar, dile getirilenler, kural yahut da nizam olarak tanımı yapılanlar bu çürütme halini tam ve eksiksiz kılma tahayyülüdür. A’dan Z’ye kadar belirgin olan kötülük ile hiza icadıdır. Restler, tehditler, oluşturulan savaş güncesi, barışı yerle yeksan etme gayreti bir mutlak istikamet olarak tam teslimiyet gayretiyle yeni ülke hayatın ol abecesini derdest, eksik, gedik ve yarım yamalak kılmaktadır. Hayatın abecesi devletlinin eliyle ‘cürüm’ hemhal olarak güncellenmektedir.
Biteviye sağlı sollu söz dalaşları yinelenirken salvolar siyaset sahnesinden hayatın merkezine konumlandırılır. Biteviye bir çürütme, aralıksız bir mahvetme döngüsü icra olunandır. Belagatin peşinden, elinde tuzluk hızlı hızlı hıyara koşar gibi gibi bir ülke ne acıdır ki gerçekten gerçektir. Düşüncenin karşısında yükseltilmiş olan cerahat bu ülkede -nefes alma hakkını geriye bırakmayandır. Kendini daim tekrardan var eden düzen aşağı yukarı bir asırdır benzeş, uzlaşma barındırmayan ol müştereklerimizi yerle yeksan eden bir mefhumdur. Mesele doğrudan ve kesintisiz bunca açıktır, alenidir. Mesele bir asırdan uzunca bir süredir ‘yaşamak’ bahsini bir mümkün olmayan kılmaktır.
Cerahatin yükseltildiği yerde ortaya çıkan şey bizatihi bu bahistir. Cerahatin günbegün yinelenebilir kılındığı menzilde olan tam da ol bahistir. ABD ile yaşanan vize krizi tartışmaları devam ederken, sınırın ötesine harekat güncellenip İdlib’in içlerine doğru işgal devreye konulmuşken, Ankara’nın Yüksel Caddesi’ndeki direnişe saldırı, Ankara Numune Hastanesi’nde tutulan Nuriye Gülmen’in sesi olma nöbetine planlı şiddetin, gözaltı ediminin güncellenmesi devamlılıktır. Sahiden sahici kılınan şey bu mahvetme, içerik ve sonuç olarak hep daha fenasıdır.
Polis, “İşimi Geri İstiyorum” eyleminde yurttaşlara biber gazıyla sert müdahale eder. HTKP Genel Başkanı Erkan Baş ile birlikte üç yüz otuz yedi gün boyunca direnmiş olan Veli Saçılık’a biber gazı ve plastik mermi ile müdahalede bulunulur. Bir müdahaledir ki, Veli Saçılık’ın tanımı, küçücük ekranlardan yansıyan görüntülerle bariz bir işkence tezgahı Ankara’nın ortasında gerçek kılınır. O insanların emek mücadeleleri, işleri için yola çıktıkları çoktan unutturulup terörist damgası vurulmaya çalışıldıkça toplumun sesini kısma gayreti güncellendikçe, işkence de bariz kılınır. Artık hesap verilecek kimseler olmadığı için yıkım göz önündedir. Hayatın abecesinin çalınması meseli salt bu bahisten bile ortadadır.
Köy baskınları, yıkımlar, kuşatma ve abluka gayreti hem içi, hem yanı ve yöresini mahvetme gayreti bütün, doğrudan ve kesintisiz hayatın düzayak çalınması güncellenendir. Bakur Kürdistan’ında var edilen, varlığı kesintisiz kılınan şet bu kasıt halidir. Hayatın abecesi yerle yeksan edilirken işkence artık menzilin olağan güncelliği adddedilir. Yıkım sıradanlaştırılır. Düşmanla olan mücadele bile bir düzen / nizam varken bu bahiste o sınırlar çoktan alaşağı edilir.
Orman yangınları, kent yıkımları, köy ablukaları ve nicesi Batı’da seçerek ve özenle kör bir inatla yaftalayarak yapılanlar, doğunun Bakur Kürdistanı’nda alın yazısı bildirilir. Ankara’da, İstanbul’da yapılan her hamle özenli bir taarruzun tamamlayıcısıyken Bakur Kürdistan’ında yaşatılan yüz yıllık bir tahakkü nüvesidir. Soluksuz ve hiç aralıksız bir mahvın retoriği güncellenmektedir. Soluksuz, kesin, kati bir çürütmedir imal olunan. Gel gelelim hayat doğuda da batıda da hep aynı her dem benzeş, bir örnek bir kötülüğün insafına terk edilmiştir.
Burası yıkım sahası, burası talanın membası, kötülüğün filizlendiği bir sahne olarak güncellenendir. Devletiyle, sermayesiyle, yönlendirilmiş kitlesiyle her günü bet / fena kılınan yerdir işte mesele. Burası cürümlerin icraat denilerek yutturulmaya hala sabık bir inatla devam denildiği bir menzildir. Burası yaşamın, yaşama ediminin kökünün kurutulması için her günün bir başka yıkımla donatıldığı bir çukurdur. Burası hayatın pamuk ipliğinde yaşatılmasına müsamaha gösterilmeyen bir cerahatin rehini bilinendir.
Burası köylünün terörist, işçinin terörist, ırgatın terörist, amelenin terörist, akademisyenin, yazarın, vekilin terörist, yaz, çiz bir daha yaz hep aynı bağnaz tutumla elekten geçmeyen herkesin terörist ilan olunduğu bir yerdir burası. Hala bir yer midir, hala bir yurt mudur bu muammadır. Dış mihrak benzetmesi, oyunlar, kumpasların vs. baş elemanları denilerek sıradanın hem sesi, hem sözü paramparça kılınandır. Memleket böylesi bir düzen içerisinde tam teşekküllü faşizm ile kuşatılandır. Olan biten budur.
Her sözün, her edimin ve eylemin boğuntuya konulduğu bir tek bu bahsin hakikat kılınmaya çalışıldığı menzildir var edilen. Burası bir zamanlar yaşatandır ol bahis artık tükenendir. Bir zamanlar hayat, yaşama ediminin peşinde sıradan olanın kelamının her yeri donattığı ve dönüştürdüğü yerde bugün çürüme almış başını gitmiştir. Devletlinin ol her kademeden en üstteki zat-ı muhtereme kadar var ettiği bu habis döngüdür. Yıkım artık tek ve yegane istikamet bildirilendir.
“Şemzinan’da sivil bir araca karakoldan açıldığı belirtilen ateş sonucu Çetin Başer’in hayatını kaybettiği, Kerimhan Zerender’in ağır yaralandığı olaya dair, aile ile yaralı kurtulan Zerender’den farklı, Hakkari Valiliği’nden farklı açıklamalar geldi. Zerender, “Karakol yakınında her zamanki yerden döndük. Askerlerin bağırışlarını duydum, sonra arabaya ateş ettiler” derken, Valilik açıklamasında ise araca “dur ihtarına” uymadığın için ateş edildiği, olayda yaşamını yitiren Başer’in o sırada meydana gelen trafik kazası sonucu yaşamını yitirdiği savunuldu.”
Gazete Karınca’nın paylaştığı haber metnindeki gibi hayatın lime lime edilmesi bunca alenidir. “Şemzinan’dan Gever yönüne giderken karakol yakınından, daha önce de dönüş yaptığımız yerden geri döndük. Döndüğümüz esnada askerlerin bağırışlarını duydum. Sonra da arabaya ateş ettiler. Ateş ettiklerinde seyir halindeydik. Çetin’in vücuduna kurşunların isabet etmesi üzerine kaza yaptık. Sonrasını hatırlamıyorum” diye konuşur yaralı Kerimhan Zerender. Hayatın abecesinin çalınması açık ve yalın bir halde yaşamın kökünün kurutulması bunca afakidir.
Bakur Kürdistan’ındaki işgal artık zamandan bağımsız ve süreğen bir meseldir. Kaza bile başka türlü aksettirilerek olayların üstü örtülmeye her zamankinden daha derli toplu olarak saldırılmaktadır. Yıkım bu eşiğin tam ve eksiksiz yegane gerçekliğidir. “Gever’in toplam nüfusu 600 olan iki köyüne bine yakın asker ve korucunun konuşlandırıldığı bildirilir. Bedlis’te ise merkez ile Güroymak ve Mutki ilçelerindeki toplam 27 köy ve bağlı 7 mezrada sokağa çıkma yasağı ilan edildiği Valilikçe duyuruldu. Colemerg’in Gever ilçesinde iki köye yaklaşık bin asker ve korucunun konuşlandırıldığı öğrenildi. Bine yakın asker ve korucunun yerleştirildiği iki köyün nüfusu ise neredeyse bu rakamın yarısı.”
Mezopotamya Ajansı’nın aktardığına göre ilçeye 20 kilometre uzaklıkta bulunan Serindere köyü 400 nüfuslu, Yukarı Güveç köyü ise yalnızca 200 nüfuslu. Ajansın haberinde, köylere giren asker ve korucuların 4 gündür zırhlı araçlar ile köylerde konuşlandığı, yine bu köylere bağlı kimi noktalara da özel harekat timlerinin yerleştirildiği belirtiliyor. Ayrıca haberde köylülerin aktarımlarına da yer veriliyor. Köylüler, çobanların askerlerce gözaltına alındığını, köye girip çıkanların Genel Bilgi Taramasından (GBT) geçirildiğini ve baskılar yüzünden bazı ailelerin köylerden göç ettiği bilgisini veriyor.
“Öte yandan Bitlis’te de kent merkezi ile Güroymak ve Mutki ilçelerindeki 27 köy ve 7 mezra ile mahallede sokağa çıkma yasağı ilan edildi.” Kısacık cümle parçalarının arasından bin dokuz yüz on beşin farklı tezahürleri bir kere daha gözümüzün içine bakıla bakıla icra edilmektedir. “Adıyaman Kahta Sulh Ceza Hâkimliği, aralarında Gazeteci-Yazar Fehim Taştekin’in "Rojava/Kürtlerin Zamanı" adlı kitabının da yer aldığı 3 kitap hakkında toplatma kararı verdi. Kararda, kitaplar için "terör örgütü niteliği taşıdığı değerlendirilen" ifadesi kullanıldı.
Karar, Kahta Cumhuriyet Savcılığı’nın 2 Ekim 2017 tarihli talebi üzerine alındı. Kararda, Faysal Dağlı’nın 1994’te Belge Yayınları’ndan basılan “Birakuji (Kürtlerin İç Savaşı)” kitabı, Aytekin Gezici’nin Tutku Yayınları’ndan basılan “Kürt Tarihi” isimli kitabı ile Fehim Taştekin’in 2016’da İletişim Yayınları’ndan çıkan “Rojava Kürtlerin Zamanı” isimli kitaplarına satış yasağı konulmasını ve toplatılmasını öngörüyor.” Tanık olmak, tanıklığı kayıt altına almak yasaklanandır. Toplatılmak istenen bir görüş olduğu kadar bu ülkede yeniden kitapların imhaya sevk edilebilmesi bile başlı başına düşündürücüdür hala ve hala.
Birbirini takip eden bir karanlık döngünün imali salt bu bahislerde değildir işte o meseller sürekli güncellenirken, Idlib’e operasyondan bariz kılınır. Bir gece ansızın gelebiliriz gibi faşist geçmişin hiç yitirilmeyen şablon cümlesini bu gece geldik ile tamamlayan bir lideri vardır. Hayatın abecesinin yağmalanması böylesine kesin, kati, kısıtlanmamış bir yağmalama, yerle bir etme güncelliği ile sağlanmaktadır. Hayatta umuda yer yoktur artık.
Dün olduğu gibi, dün var edilmiş halin devamlılığı için yine yeni ve yeniden mahvetme bir döngü halinde artık bir ülke bile olmayan bu çukurda güncellenmektedir. Hiçbir zaman geriye alınamayacak olan, geri kurtarılamayacak olan cürüm istencine rehin menzil vardır. Hayatın “ahı” ise sonsuzdur. Hayata düşülen şerhler onun abecesini çürütmektedir. Kendiliğinden var edilmiş olanın karşısında yükseltilen cerahatli kurgu hayatlarımızın mahvının da belgeleyicisi olarak kayda düşmektedir.
Bugün müştereklerimiz talan ediliyor. Bugün hayat dediğimiz edimin yapı taşları birer, ikişer az ya da çok taarruzla yerle yeksan ediliyor. Bugün PKK’li diye öne sürülen inşaat işçilerinin hayat haklarının çalındığı bir menzildeyiz. Bugün, Bakur Kürdistan’ında en kestirmeden açık, aleni bir soykırım hamlesinin nasıl zamana yayıldığının tanıklarıyız. Bugün hâlen, Muş E Tipi Kapalı Cezaevi'nde 7 ayı aşkın süredir tutuklu bulunan 75 yaşındaki Sisê Bingöl’ün, yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen ev hapsi talebine cevap verilmediği bir gerçeklikle sınanıyoruz. Ol mesellerin bir başı bir sonu yok. Bu talanın bir sonu yok. Bu yıkımın muktedir de dahil hiçbir faydası yok. Gel gelelim gören yok, duyan yok, anlasa da düzeltemeye teşne olan yok. Sözün çürütülmesi hakikattir.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görsel – Negatifler – Fotoğraflar 1990 ve Kayıp Gölgeler – Vahap AVŞAR v/ Özlem YILDIRIM Makaleler Blog’undan
#hayat#çürüme#siyasa#menzil#memleket#devlet 102#düşünce#vize#akıl#kırım#karanlık çağ#başka türkiye var#veli saçılık#ankara#direniş#bakur kürdistan#muğla#işkence#colemerg#doksanlar#1915#kitap yasakları#yıkım demokrasisi#çürüten menzil#hayat hakkı#insanlık suçu#arzihal
1 note
·
View note
Text
Kuşatma Meseli
Sözün tükenişine tanıklık yaptığımız bir menzilden bildiriyoruz. Belirgin bir sondan, karanlık, dibine kadar göçmenin ta kendisinden bahsetmiyoruz, mütemadiyen gerileyen, eksiksiz olarak yağmalanan bir tahayyülden dem vuruyoruz. Yaşamın var edildiği sathı mahalde duraksamak nedir bilmeden çürütmenin her neye yol verdiğini bildirmeye çalışıyoruz. Sözün sesin kıymeti harbiyesinin tükenişine tanığız. Genel geçer değil bile isteye tekmili birden bir yok etme hali, istikametinin güncesinde sözün nihayetlendirilmesidir bildirmeye çalıştığımız.
Su çürüdü, tuz koktu, kesif bir koku dört yanı kapsarken bunu bildirmeye yarayan söz çalındı, paramparça kılındı. Kendi ekseninde, tahayyül ettiği, sınırlarında var etmeye izin verdiğiyle bir düzlem bina eden muktedirin yenisi, yeni ülkesi bunca bariz bir hazanı barındırır. Denetim ve tahakküm, süreğen kılınan kısıtlama hali bir mübalağa değildir. Müesses nizamın o yahut da busu, dünü ve şimdisi ve olası yarını ol tahakküm ve yıldırının rehinidir. Sözün naçar hale koyulması bunca kesintisizdir. Üç yüz altmış beş gün ve altı saatlik döngü bu menzilde tüm o hayat istencinin eksiksiz gediksiz lağvını ihtiva eder.
Biyopolitik tezahür ve varılmak istenen yurt bahsi bu komplike lağvı barındırandır. Söz aleni çürütülendir, ses çalınandır, anlam zayi, öz tahrip, hayat meselsiz, düpedüz bir fasit döngünün ta kendisi kılınandır. Cerahatin eylediği ülke şablonu bir laf değildir. Artık sağlı ve sollu her bir yerden güncellene gelen tehditle, yıldırıyla ve bilince sabit kılınmış şablonlarla muktedirin oyuncağı kılınır. Sıradanın ne sesi, ne sözü ne de hayattaki duruşunun pek bir anlamı vardır ya da bırakılmıştır. Ya içindedir devletli kümesinin, ya da dışında, dışlananlardandır her durum ve halükarda. Basitçe, her durumda kendisi olan, sıradanın sözü yıkıma rehin edilendir.
Muktedirin kümesinde, kapsamında olmayanlar, görülmeyenler için her gün yeni bir sınavdır. Sözün, sesin, soluğun ve yaşama istencinin sınavıdır bu bahis. Devletin gölgesinin değdiği yer ve zamanda hayatın rutini imkansızdır. Cümlelere kan sıçratılmıştır. Nefretten doğan bütün ol linç erimleriyle donatılmış ve hiç kesintisiz kılınırken hayata kasıt sahiden yol, yordam, yönle ülke hali gerçekten karanlıktır. Bu sınırda var edilmiş olan kötülüğün kesintisizliğinde alenen ortaya çıkandır karanlık! Cerahate kol kanat geren muktedir ol hayatı her ne pahasına olursa olsun kendi namına göre dönüştürme gailesine devam diyenlerin kurduğu çatıdır. Böylesine bir şablonun ta kendisinde bir ülke var edildiği yumurtlanmaktadır. Ortada olan, olup bitenin ta kendisi ise daha derin bir karanlıktır.
Sözün tükenişinin bir gün, bir an, bir süreliğine değil aralıksız bir devamlılık barındırması açığa çıkmaktadır. Yeni ülke halen dündedir. Dün halen güncellenen bir meseldir. Bariz bir şimdi yoktur, hiçbir zaman bir sonra olmayacaktır. Tahakkümün güncelliği bu cerahat sarmalı ülkenin yönünü / yolunu bildirir. Yapılacak, konumlandırılacak ve dahi sorgulanacak her şey o muktedir nazarında bir düşman eylem planı olarak görülür. Sözün hiçleştirilmesi o muktedir algısı ve payandası kılınan medyadan yaygınlaştırılan tahayyüllerle birlikte süreğen kılınandır.
Orwell’in 1984’ünden, Zamyatin’in Biz’ine güncelliği sağlama alınan denetim toplumunun o karanlık mefhumla güncellenen sahnenin imali artık gizli saklı değildir. Canlı yayınlanandır. Canlı canlı bir ülke mefhumu ve sıradan imgesi, seslenişi ve sözcükleri yağmalanandır. Yeni ülke bariz bir biçimde o kurguların hakikatinde düze çıkartılan / güncellenen bir edimdir. Tehdit, yıldırı, mütemadiyen kılınan düşman edimi ve tavırlarıyla, süreğen korku faktörüyle bu menzil bir kuşatma bahçesi kılınır.
Cerahatin enikonu öne çıkartıldığı yerde hak da yoktur, hukuk da, adalet de, eşitlik mefhumları da yoktur. Hiçliğin ortasında tahayyüllerin çürütülmesi, hayatın sınırlandırılması ve tüm bu üslup dahilinde eğrelti bir ülke günceldir. Yaralarımız artık gizlenmesi imkansız kılınan aleni ve doğrudandır. Yara olarak andıklarımız çürütmeye devam diyen düzenin bizlere pay ettiğinin yekunudur. Acı, ağu ve eksiltme bilahare ve mütemadiyen çürüme hali dahilinde güncellemelerin sonucudur ol mesele, yara!
Bütün bir ülkenin yaşamdan alıkonulmasının evreleri o aralıktadır. Sözün tükenişi onca var edilen cerahatin yıkıcılığı ile tanımlandırılır. Bugünümüz bir dünündür, halen dünde, geçip gittiği söylenendedir. Umudu yirmi dört saatliğine bile barındırtmayan bir menzilin var ettiği hazanın bizatihi kendisidir yara! Müesses nizamın ülke diye bildirdiği cerahatli sahanın güncellediği vakanın ta kendisidir artık yara! Biteviye, dönüp dolaşıp her aynı sığ sulara gömülen, içine doğru itildiğinin farkında bile olmayanların güç, iktidar, makam ve tabi ki para için her şeyi çürütmeleridir yara! Nefes alacak derman bırakmayanların her gün bir başka yönden saldıranların, tehditleriyle birlikte bir fasit döngünün imaline devam diyebilmelerinin sonrasındaki felakettir yara!
Senenin henüz birinci haftasında var edilenler bu halleri örnekler. Kesintisiz kılınmış olan cüreti, ortada peyda ettikleriyle yaşamın dönüşümü kesintisiz bir yıkımı var etmektedir. İyi de yol nereye? Cerahatin var ettiği şiddet mefhumu, her güne daha fazla tehdit ve tahakküm enstrümanları ile yaşamın yerle yeksan olunması güncellenendir. Cerahat artık yanı başımızdadır. Bir ülkeye varma hali, istenci lağvedilendir. Yaşatmama gailesi bariz bir kavram değil artık bu sınırlarda kanıtlanmış bir teoridir, henüz anti-tezi bile düşünmek bir yana tahayyül dahi edilmemiş. Biyopolitika bu süreğen tekinsiz deney sistematiğinin ta kendisidir.
Çankaya Üniversitesi bünyesindeki Hukuk Fakültesi İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Ana Bilim Dalı’nda araştırma görevlisi olan Ceren Damar Şenel’in başına getirilen kırım, onu bu hayattan kopartan cürmün ta kendisidir anlattığımız bahsin her neye dönüştürüldüğünü can yakıcı bir biçimde ifşa edecek olan. Gazetelere yansıyan, sosyal medyada yankılanan bir kadın cinayetidir. Yaşatmakla zorları bulunanların var ettiği kötülük artık nasıl alenen can yaktığının vesikasıdır, Şenel’in başına getirilen.
“Ceren Damar Şenel, 2 Ocak 2019 günü sabah gözetmen olarak girdiği sınavda Hukuk Fakültesi 4’üncü sınıf öğrencisi Hasan İsmail Hikmet’in kopya çektiğini tespit etti. Bunun üzerine Hikmet’in sınav kağıdını alan Şenel, öğrenci hakkında soruşturma başlattı. Akşam saatlerinde emekli polis babasının tabancasıyla Ceren Damar Şenel’in odasını basan Hasan İsmail Hikmet, araştırma görevlisini vücudunun çeşitli yerlerinden bıçakladı, ardından tabancayla vurdu. Ağır yaralanan Şenel, sağlık ekiplerinin müdahalesine rağmen olay yerinde yaşamını yitirdi. Havaya ateş açarak okuldan kaçan Hikmet ise polis ekipleri tarafından kısa sürede yakalanıp gözaltına alındı.”
“İsimlerinin gizli kalması koşuluyla BBC Türkçe'ye konuşan öğrenciler üniversite yönetimini, bazı "imtiyazlı" öğrenci gruplarının "zorbalık" içeren davranışlarına karşı herhangi bir yaptırımda bulunmamakla suçluyor.
Çankaya Üniversitesi'nden geçen yıl mezun olan ve adının açıklanmasını istemeyen bir öğrenci, öğrenim hayatı boyunca düzenlemek istedikleri pek çok panel ve söyleşinin ülkücü gruplar tarafından yöneltilen tehditlerle iptal edildiğini anlatıyor:
"8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde İKD'li (İlerici Kadınlar Derneği) kadınları ve CHP'li Şenal Sarıhan'ı okula davet etmiştik. Bazı öğrenciler rektörlüğe gitmiş ve 'Etkinlik olur da okula komünistler gelirse' etkinliği basacaklarını söylemişler. Bunun üzerine bizim etkinliğimiz engellendi ama bunu söyleyen öğrencilerle ilgili hiçbir şey yapılmadı.
"Gezi Parkı'ndan sonra Berkin Elvan'ın ölümü ve 10 Ekim Gar Katliamı sonrası gibi her eylem yaptığımızda bu öğrenci ülkücü faşist gruplar çeşitli tehditlerde bulunuyorlardı. Kampüste bir teşkilat masaları vardı, çünkü en çok ülkücünün barındığı yer Hukuk Fakültesi.
"Bir keresinde de KAOS GL'den bir avukat davet ettik, etkinliğimizin başlığını da 'LGBTİ Hakları' koyduk. Yine aynı öğrenciler bizi tehdit edip 'Okula travesti getiremezsiniz' dedi. Okul etkinliğimizin adını 'Toplumsal Cinsiyet' olarak değiştirdi, bu öğrencilere hiçbir yaptırım yapılmadı."
Kendilerine başka öğrenciler tarafından yapılan zorbalığın defalarca görmezden gelindiğini söyleyen öğrenciler, okul yönetiminin bu konuda her zaman zafiyeti olduğunu öne sürüyor.”
Ceren Damar Şenel’i salt kopya çektirmediği için değil içeriye sürekli taarruz ettirilen tüm o linç, nefret ve bitimsiz yıkım istenci katletmiştir. Bir insanın canının alınmasını bir yirmi dört saat konuşup hemen ardından susulan ülkede, kadın cinayetlerinin nasıl planlı bir yapım olduğu bahsidir işte yara. Bir büyük cümle amacını taşımamaktadır anlatmaya çalıştığımız. Muktedirin on yedi yıllık iktidarında hayatı her anlamda nasıl eksilttiğinin de nişanesidir mesele. Bu yıkımlara çanak tutarak, yol vererek, örtbas ederek bu hallerin tüm o küçük kıyametlerin varlığı sağlama alınmaktadır. Ateş ise düştüğü yeri yakar.
Ceren Damar Şenel'in eşi Levent Şenel tarafından zikredilen meramdır o ateş. Cenaze töreninde hayatın hiç umulmadık anlarda, tahmin edilemeyecek acılar yaşatabildiğini söyler Şenel. T24’den alıntılayalım: Şenel, "Hayat bunu kimi zaman 30 yaşında, kimi zaman 50, kimi zaman 60 yaşında yaşatıyor. Ben bu acıyı 28 yaşında yaşadım. Bu olay bana bir şey gösterdi. Ceren her zaman doğru bildiğini yapan, kurallara uyan, işini dört dörtlük yapmaya çalışan bir insandı. Hiçbir zaman kimseye iftira atmazdı. Hiçbir zaman kimse hakkında kötü konuşmazdı. İşini iyi yapmaya çalışan kıymetli bir bilim insanıydı. Çok büyük bir acımız var" ifadelerini kullandı.
Şenel, şunları kaydetti: "Benim genç arkadaşlarımdan küçük bir istirhamım var. Arkadaşlar, bunu söylemek benim haddime düşmez ama iyi bir hukukçu, iyi bir mühendis, iyi bir doktor değil iyi bir insan olmaya çalışın. En önemlisi bu. İnsanları sevin ve hiçbir zaman kötülüğe kötülükle cevap vermeyin. Bu olayla da inşallah bu ülkede pek çok konuda bir duyarlılık, farkındalık oluşacaktır."
Sözün tükenişine tanıklık ettiğimiz bir güncellikte yaşamaya çalışıyoruz bunu halen var sayıyoruz. Dün, bugün, şimdi ve şu an ve olası gelecek bu dönüşüm içerisinde tükenişe mahkum olunandır. Devletlinin tahayyülü kendi bendini aşmış kötülüğe arka çıkışlarla bina olunandır. Bir yol, bir yön, bir uzam bırakılmamıştır. Yeni yıl takviminin ilk bir haftasında hayat her ne hallere dönüşmekte, zulüm her ne anlama gelmektedir o bahisler açıktadır. Su çürütülmüş, tuz kokmuş, söz tükenişe mahkum kılınmıştır. Bir hayat istencinin enikonu yerle bir edilmesindeki o alelacelecilik, her güne sığdırılan kırımlarla bir menzilin yaşamla bağları kopartılır, budur yara!
Bir menzilin yıkımının yerine ikame olunmak istenenin cüreti, pespayeliğin dozu günden güne arttırılan şiddet mefhumundan çıkagelir. Şenel gibi aynı hafta içerisinde en az dört kadının canı çalınmıştır. Artık bu kadarlık, böylesini bildiren ve var eden bir menzil vardır. Yaşama hakkının yıkımı, ucu açık bırakılmış bir tehdit döngüsü süreğen güncelliği için çalışılandır. Daha fazlasını merak edenler için, şu küçük kıyametlerin ardından tüm o kadınların seslerini işitmenizi salık verebiliriz. Bir hayat mefhumunu yıkım, ardından çıka gelen devletli şablonunda hayat ne demektir, neden mühimdir sorgusuna düşmek isteyenler, aslında memlekette ne oldu / ne bitiyor diye görmek isteyenlere o seslenişler tüm açık yarayı bildirir.
Bir başka seslenişi Mezopotamya Ajansı’ndan duyuralım: “PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın üzerindeki tecridin kaldırılması istemiyle 61 gündür tutuklu bulunduğu cezaevinde açlık grevini sürdüren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Hakkari Milletvekili Leyla Güven, yolculuk yapmaya sağlığı el vermediği için taziyesine katılamadığı annesi Cevriye Güven için bir mektup kaleme aldı.
Annesinin vefatından sonra taziyesine katılması yönünde izin verilen, ancak açlık grevinden dolayı yaşadığı sağlık sorunlarından annesinin taziyesine katılamayan DTK Eşbaşkanı Güven'in mektubu şu şekilde:
"Canım Annem;
Zor zamanlarında, acılarla kıvranırken yanında olamadım. Elin tutup başucunda oturup sesini son bir kez dinleyemedim. Böylesi yarım ayrılıklar çok zor. Belki bir evlat için bunlar en son yapılması gereken görevlerdir; ama bana nasip olamadı. Ne acı ki babamın vefatını da Amed zindanındayken öğrenmiş, onun da son demlerinde yanında olamamıştım. O zaman bu duruma ne kadar üzüldüğünü hatırlıyorum.
Anne, beni her zaman diğer çocuklarından ayrı tutar ve severdin. Belki son çocuk olmamın avantajıydı. Ya da sana çok benzediğimdendi. Haksızlığa asla boyun eğmezdin, asiydin. Doğru bildiğini söylemekten çekinmez, kadınlara dayatılan birçok tabuyu aşmayı daha o zamanlarda başarmıştın. Köyden ayrıldıktan sonra seni bana anlatan o kadar çok insan oldu ki. Bir gün yaşlı bir amca, 'Kızım ben size yıllar önce çobanlık yaptım. Senin annen gibi bir insan göremedim.' dedi. Herkes senden gördükleri insanlığı anlatıyordu. Her zaman herkesi kendisi gibi görmeyi, insan olmanın verdiği değeri hissettirirdin.
Evet, senin duruşunda asalet ve bilgelik vardı. İnsana umut, azim veren yanın güçlüydü. Bana barış, adalet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, saygı, emek, fedakârlık, hoşgörü, bilgelik nedir deseler anam derim. Hatırlıyorum, babam siyasi görüş ve tercihlerimize kızınca 'Senin çocukların kominist olmuş' derdi. Sen de 'Hacı komünizm nedir biliyor musun?' deyince babam kızar ve çeker giderdi. Babama saatlerce dil döker, haklılığımızı anlattırdın. Sen, 'Benim çocuklarım bir şey yapıyorlarsa doğrudur' derdin. Bize insan olmayı öğretin. Bu gün uğruna mücadele ettiğimiz değerler, sizin değerlerinizdir. Anne! Bir halk yok sayılıyor. Birileri, 'Ya bizim size biçtiğimiz elbiseyi giyeceksiniz ya da çıplak kalacaksınız' diyorlar. İşte bu kadim halk, Kürt halkı bu anlayışa karşı yıllardır direniyor. Sen zaten biliyorsun canım annem! Her bir araya geldiğimizde uzun uzun konuşurdun. Yine kaygılanırdı anne yüreği! Kaygılanmakta haklıydın. Çünkü bizler konuştuk cesaretle mücadele etmeyi seçtik. Tüm bunlar için hedef gösterildik ve binlerce kişi tutuklandık. Evet, tutuklandık, fakat ölümü bedel olarak verenler oldu. Linç edilerek, panzerlerin arkasından sürüklenerek, gece evinde uyuyan mahsum çocukların ölümü gibi ölümlerle ölmek de vardı. Kürt'e düşen pay, ölümdür, yaşam değildir. Coğrafyanın kader olması böyle bir şey anne...!
Milyonlarca insanın irademdir dediği, her gün bedenini onun özgürlüğü için seve seve verenlerin olduğu zamanları yaşıyoruz. Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, bu topraklara kalıcı barışın ve özgürlüğün gelmesi için açlık grevindeyim. Sanırım sana söylenmedi, ama beni çok fazla hissettiğini biliyorum. Sana anlatma fırsatım ve zamanım olsaydı, bana canı gönülden hak vereceğine hiç şüphem olmazdı. Anne! Tecrit bir insanlık suçudur, savaş bir insanlık suçudur. Bunların artık olmaması için direniyorum. Haksızlıklara karşı direnmeyi sen öğrettin, boyun eğmemeyi, cesur olmayı, doğru konuşmayı ve yapmayı senden öğrendim. Senin öğrettiklerinin hepsi çok kıymetli bunu bil anne! Sen de tüm Kürdistan anneleri gibi çok acı çektin, ama bir gün bile of demedin. Analığın kutsallığını sizler sayesinde anladık.
Canım Annem; Sana ve tüm annelere layık olmak için direnmeye, mücadele etmeye devam edeceğim. Mekânın cennet olsun, ışıklar içinde uyu, canım annem!”
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Fatma Kurtulan, gündeme dair Meclis’te basın toplantısı düzenledi. Kurtulan, konuşmasına açlık grevinde olan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven'in durumuna dikkat çekerek başladı. Leyla Güven'in seçilmiş olmasına rağmen tutukluluğunun devam ettiğini belirten Kurtulan, "Leyla Güven'in bir talebi var. Bunu her yerde söylemeye çalışıyoruz. Ancak yetkililerin bu konudaki duyarsızlığı devam ediyor. Güven, yasal bir talebi ortaya koyuyor. Türkiye adına hassas bir noktadan ele alıyor” dedi.
Daha önceden açlık grevlerinin Güven ile sınırlı kalınmayacağı uyarısında bulunduklarını belirten Kurtulan, “Şu an 28 cezaevinde 104 kişi cezaevlerinde açlık grevlerinde. ‘Leyla’nın talebi talebimizdir’ diyorlar. Avrupa’da, Hewler’de de grevler devam ediyor. Güven'in talebi hukukidir. Leyla Güven haklıdır. Tüm Türkiye’nin geleceği için bu talebin karşılanması gerekmektedir” ifadesinde bulundu.
Sözün sesin kıymeti harbiyesinin tükenişine tanığız. Genel geçer değil bile isteye tekmili birden bir yok etme hali, iş bu istikametinin güncesinde sözün nihayetlendirilmesidir bildirmeye çalıştığımız. Var edilen karanlık, süreğen güncelliğine çabalanılan cerahatle tüm o biyopolitik şablonla / sınırlandırma ve çitleme ile hayatın hakkından gelinmesi gibi, sözün de üstünün çizilmesi güncellenendir. Böyle bir yerin varlığı kesintisizleştirildikten sonra oluşacak krater hepimizi yutacak bir karanlığın ta kendisi olacaktır. Eminiz ve son kararımız!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Darkness Light Darkness – Gizem BAYIKSEL – Behance
#devlet#yıldırı#biyoiktidar#çürütme#kuşatma#mesel#yara#vicdan#kırım#yeni yıl#kadın cinayetleri#ceren damar şenel#çankaya#akademi#yıkım#zorbalık#cinayet#keskin#yeni türkiye#başka türkiye var#leyla güven#açlık grevi#mektup#yazınsal#kelam#söz hakkı#insanlık
0 notes
Text
Hayat Sadece Yıkımındır
Zehre bulanmış bir güç istenci hayatın sınırlarını alaşağı ediyor. Her günü açıkça yıkan / kıran / sınırlayan ülkenin erki, muktediri, iktidarı bir de zehirleyerek günü dün kılıyor. Belagatin, ol pejmürdeliğin, fecaatin, fenalığın, betliğin kötülük neferliği aralıksız olarak bir yön belirleyici ilan olunuyor. Memlekette cürüm, çürüttükçe güncellenen, tüm o ‘tehdit addedilene’ hayat dar edildikçe güncellenen bir meseleye dönüştürülüyor şimdi. Zehretmek, noksan bırakmak devlet tahayyülünün tamamlayıcısı kılınıyor. Hiddet ve linç ile oluşturulan kuşatmanın -nihai sonucu elde etme cüretiyle koca sahanlık zulmün zehrine rehin ediliyor.
Uzak, öte bir mesel değil yakın tarihin son on beş yılının tahlili özgürlük, eşitlik, demokrasi ilaveten adalet mefhumunun boşa çıkartıldığı bir uzamı imliyor. Her şey açıktan çok daha kötüsünü var etmek çok daha fenasını bir an evvelinden gerçek kılmak adına biçimlendiriliyor burada. Uzamın dünündeki yıkımı ve her fecaatiyle şimdinin bu aceleci hali zehir edilen hayatlarımızı imliyor. Memleketteki esasen soru baki kalmaya devam ediyor, o yol nereye?
Zehre bulanıp gücün en belagatle tahakkümün süreğen nefretin dümen suyunda yol alan bir yerde hayat nedir, her necidir, aslında ‘istikamet’ neresidir? Birörnek cerahat düpedüz yalın / kesintisiz çürümeyi dört yanda gündelikleştirirken bir yarın söz konusu mudur umut yitirilmişken üstelik. Zehre lebalep gömülmüş olan yerde şu topraklarda nefretin simyasının her gün yeni evreleri arşınlanmaktayken üstelik. Muktedirden, bürokrata, danışmandan, sığ söylemlerin esiri olmuş akademisyen, gazeteci, avukat ve yazara ve sanatçıya bütünleşik bir hedef alma hali güncellenendir. Zehir imal olunan şablondur iş bu istikamet dâhilinde.
Zehir ol devlete rehin olmuş, aklını çoktan rehin etmiş olanların her şeyin üstünü çizme gayretleriyle karşılaştığımızdır. Nefreti bir simyaya dönüştürmek, hiddet ile linç çağrılarında yol almak teşebbüs değildir artık a’dan z’ye güncellenen bir meseldir. Zehre iyice bulanmış bir güç istenci için her gün yeniden faaliyete geçmektedir bugünün yeni ülkesi. Dün olanı bugüne taşımak konusunda bir sıkıntı taşımayan cerahat yüklü menzil az ya da çok, sık ya da pek hep ama her gün yepyeni bir vahameti işlevsel kılmaktadır. Zehir gündelikleştirilen, kol da kırılır yen de taşar, yıkım faal zulüm olduğu gibi günceldir. Mesele memleketin bir tek şablona sıkıştırılması buna sıkış tepiş bütünleştirilmesidir.
Geleceksizlik bahsi bu imlenenlerle ‘meşruiyet’ kazandırılandır. Türkiye hukukun da adaletin de özgürlüğün de, demokrasi meseli ve mefhumunun da ayaklar altına alınarak çiğnendiği bir düzlemdir. Var edilen hakikatse dört bir yana saçılan suç halinde, bir çürütme refakatinde ortaya çıkan utanç vesikasıdır artık. Yeni ve güçlü denilirken, eski ve zalim olanın güncellenmesi söz konusu edilmektedir. İktidarın ses ve sözü salt bu bahsi güncelleyebilmek gailesi olarak yeniden, yeniden imal edilmektedir işte. Henüz bir şimdinin varlığı söz konusu edilmeyendir. Henüz bir yetti artık çığlığının imlenerek ve bütün bütün bildirilerek görünmesi söz konusu edilmeyendir. Henüz bir yıkım şemasının ol katran karanlığının farkında olanların sayısı nicelik olarak azdır, pek azdır.
Görünen köy, sözü yerle yeksan eden cürüm ekseni kendi zehrini her gün gündelikleştirirken yapılanlarla bildirir, bunu görünür kılmaktadır. Erk, muktedir ve iktidarın tahayyülü dönüşü olmayacak bir mahvın sabık bir sonuç olarak varlığını kanıksatmaktır. Bugün yaşadığımız coğrafyanın içinde belirli, bariz bir biçimde istikamet diye çıkartılan, bildirilen ve yapılmaya çalışılan şey bu nesnelliktir kesintisiz olarak. Çürütmek laf ola beri gele bir mesele değil layığı ile var edilmek istenenin ta kendisidir.
Muktedirin nefreti, Bakur Kürdistan’ından Ankara’ya, Efrin kantonuna yapılmaya çalışılan saldırıdan içteki öteki avına, fabrika direnişlerini kırmaktan ilmiği her gün biraz daha sıkma çabasına bütünleşiktir. Memleket değildir önemsenen, o zehrin ortasına rehin edilip, hiç ama hiçbir biçimde ses edemeyecek bir menzili inşa etmektir tarafgir olunan. Mesellerin aleni tanımı burada barizleşendir. Seçilerek, her şey yokuşa sürülerek, sadece belirli bir zümreden o da bin bir türlü hinlikle memlekete buyur edilen Suriye’li mültecilere gösterilen hakaretamiz o kelimenin tam karşılığı nefretle cisimleşendir işte memleketin zehre dönüştürdüğü menzil, yer ve an.
Bu ülkede istenmedikleri yüzlerine zikredilen, il il, mahalle mahalle dışlanan yeniden o nefretin objesi haline dönüştürülen, yabancı addedilen insanlara verilmeyen değerdir zehirden ne anlamamız gerektiğini ortaya çıkartan. Kendi memleketini paylaşmaya hiç yanaşmayan ol menzilin tek varisi, dâhili varsa o da söz konusu ırkın sahipleridir diye avaza tutuşan, ülkenin başat yayınlarından birisi olduğunu zikreden medyanın demir-leşi bu ülke bunlarındır köşesini taşımaya devam ederken, bangır bangır propagandaya devam derken yaşatılanlardır mesele.
O yer uzak değildir, aralıksız kentlerin yerle bir edildiği, Bakur Kürdistan’ındaki gibi bir savaşın orta yerinde Kürdler nasıl göz ardı ediliyorsa Batı Türkiye’de de ol Suriye’den “göçmüş” olan “Sünni İslam” koduna haiz olanların “hayat hakları” öyle göz önünde lime lime edilmektedir. Nefreti bir temsiliyet olarak savunanların çıkarımları olan düzen bozuyorlar, kötü kokuyorlar, hırsızlık yapıyorlar, memlekette bir onlar eksikti, hainlere bir grup daha eklendi gibi binlerce, binlerce yeni argüman / tehdit ile tabandan, en üste kadar bu bağnazca tasavvur, o zehirlemeyi imlemektedir.
İçişleri Bakanlığı mecburi bir açıklama gereği duyar bütün bu yağma, yıkım ve ol kör karanlığın zehrini taşımak isteyenlerin linç isteklerine bir ikaz olarak, yapılanların nasıl da cürüm / suç olduğunu bildirmektedir devletin en pespaye zamanlarının ortasında kısaca bir özet geçilir hakikat imlenir kestirmeden, yalın ve açıkça. “Suriyeli misafirlerimizin suç işleme ve suça karışma oranları, elimizdeki verilerle karşılaştırıldığında, kamuoyuna yansıtılan verilerle örtüşmemekte, rakamlar bunun tam tersini göstermektedir.”
“Suriyelilerin Türkiye’de işlenen toplam suçlara oranı Türkiye’deki toplam nüfusları göz önünde bulundurulduğunda ülkemiz genel suçlarına göre oldukça azdır. Suriyelilerin karıştıkları olayların Türkiye’deki toplam asayiş olaylarına oranı 2014-2017 arasında yıllık ortalama %1,32’dir. Bu olayların önemli bir kısmı kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan kaynaklanan olaylardır. Ayrıca 2017’de Suriyelilerin karıştıkları suç olaylarında, nüfuslarındaki artışa rağmen bir önceki yılın ilk 6 ayına oranla %5’lik bir azalma olmuştur”
Bir gerginlik çıkartmaya her zaman teşne olan, yıkımı gelecek için ele alanların, yeni ülkede müesses nizam olarak kodlanmışların öteki, açık bir biçimde yabancı addettiği kendisinin bir benzerine / insana / karşıtlığını imlemektedir işte tüm bu yaşananlar. Suriyeliler sınır dışı edilsin o aralıkta sosyal medyanın / sanal agoranın en demirbaş gündem maddesi olarak yerini muhafaza etmektedir. İçişleri Bakanlığının yaptığı o açıklama bile kimileri için kâfi değildir. Çünkü suç ötekisi için en kolay yaftadır.
Yaşamanın bunca zora koşulduğu bir yerde, mülteci olanların kendileri gibi olduğundan hiçbir surette tek bir an olsun anlamayan, anlasa da işine gelmeyen, bunu hiçbir surette kabullenmeyen ülkenin sahiplerinin nefreti dört yanı kuşatır. Zehir denilen şey dün o bu şu içindir, bugün Kürd’edir o Alevi’ye, Ermeni ve sairedir. Bugün imkân ve olanaklar değerlendirilerek Suriye’den göçmüş olan insanların yekûnunadır. Zehir dün 1915 karanlığını imal edendir. Zehir dünün karanlığını var edendir. Zehir henüz, hala güncellenen bir tahayyüldür, istikamettir, biçimdir işte.
Cürüm birbiri peşi sıra güncellenirken, dizilirken, hayatta hakikat kılınırken vahamet, bunun biteviye kılınmasıdır artık. Memleket denilen yerde Ermeni, Rum, Süryani, Nesturî ve Arap Hristiyan, Pontos ve Hemşinliler kazınmıştır. Hayat paramparça bir tablonun hazanına, rehin edilendir / öylesi kılınandır. Oraların, o aralığın kanlı, heder ettiren, yok eden şablonu Dersim’e, Sivas’a, Maraş’a taşınmıştır. Dahası ikinci yılını henüz doldurmuş olan Bakur Kürdistan’ındaki “etnik kırım” gayretinde o “çökertme planlarının” güncelliğinde var edilendir.
Cürüm dün Sepastiya, Erzerom, Mazgerd, Daron’da, Sinop, Trapezun, Smyrna’dadır. Bugün Amed’de, Wan, Bedlis, Colemerg ve Şirnex’tedir. Pek fazla sesi işitilmese de Ankara’ın göbeğindedir. Bir de mülteci kılınmış olan Suriyelilerin hayatlarında bir gölge gibi yinelenendir. Hal midir, istikamet midir, tekerrür müdür? Hiddet ve linç söyleminin güzergâhları değiştirilmezken, var edilen ‘kötülük’ her neyin nesidir bir adaletsizlik şablonundan gayrı. Zehir, gündelik bir tasarım / düzenleme / tahakküm nesnelliğine dönüştürülendir. Açılan yaralar her ne olacaktır bir ağudan gayrı.
Onca yolu, sıkıntıyı sırf yaşama tutunmak için çeken özenle hayatları didik didik edilmesine rağmen hala üzerlerine şüpheler yönlendirilen Suriyelilere yönelik kinden gayrısı söz konusu mudur? Kendi toprakları olarak andıkları evlerinde Kürd’lerin başına getirilenler, en son Merdin’deki Süryani mülklerinin gasp edilmesindeki muğlaklık, ol Ermeni izlerinin artık toptan kazınması için hamle etmeler, Ayasofya’da eda edilen Ezan ile Rumlara gizli gözdağı ve nicesiyle 1915 nerededir, yanıt meydandadır. Her nereden başlar nereye kadar güncellenmektedir. Zehir tüm bu bahsin belirgin kılanıdır. Öteki, yabancı, el addedileni kendi toprağında sahiden dışlanmış addedilenler böylesi bir kısır döngü sayesinde, o eylenenlerle var edilmektedir.
Adalet, eşitlik, özgürlük, hak, hukuk ve adalet bunların çatısı olagelen ‘demokrasi’ nereden başlamaktadır. O bahis her ne haldedir. “Zehir” bir devletli tahayyülü olarak hayatın bu en elzem tahayyüllerini boğandır. Türkiye’yi bildiren resim / özet geçen görüntü / apaçık sunan kare bu bahislerdedir. Türkiye’nin çetrefilli değil basbayağı doğrudan her ne halde olduğu şu yıkım gayretinin ortası sağını ve solunu donatan zehir ile görebilmek mümkündür. Cürümler deryasında hayat hakkı, ol nefes alma çabası 1915’ten bu yana yağmalanandır.
Türkiye’yi görünür kılan, meseli açık, alenen ortaya seren insanlık hakkı meselindeki pespayelik halidir. 1915’in karanlığına varan o yirmi beş senelik süreçte olduğu gibi, son on beş yıllık dönemin var ettiği / hakikat kıldığı şey bu çürümeyi yinelemektir. Artık on binlerin etkilendiği kent iğfalleri / ablukalar otuz saniyelik haber metinlerindedir. Yüz binlerin hayat koşullarının yerle bir edilmesi tek satırlık metinlerle geçiştirilendir. Milyonların esareti, köy adlarının değişiminden ana dilde eğitime müdahaleler ile çıkagelendir. İnfazların ne başı ne sonu vardır.
Sûr, Colemerg, Gever, Farqin, Silopiya ve o Cizir bunun en belirgin rotasıdır. Görünen o hicap duyulası menzil ortalardadır. “-Türkiye’nin Güneydoğu’sunda İnsanlığa Karşı Suçlar ve Savaş Suçları 2015-2016 ve Mağdurların Adalete Erişimi” adıyla düzenlediği uluslararası konferansı Den Haag Evrensel Adalet Enstitüsü’nde gerçekleştirilir. Cizir olaylarının tanıklarından görevden alınan “Cizre Belediyesi Eş Başkanı” Leyla İmret’in tanıklığıdır. Sokağa çıkma yasaklarının başladığı ilk günden itibaren insanların yaşadığı durumu anlatan İmret, hiç kimsenin bu denli bir vahşetin yaşanacağını tahmin edemediğini ve beklemediğini söyledi.
Cizre tanıklarından eski Belediye çalışanı Metin Fındık da herkesin gözü önünde yaşanan bu vahşetten sonra “insani değerler” dedikleri değerlere inançlarının kalmadığını belirterek, “Ama şimdi burada bu kadar insanı bir arada görmek biraz da olsa bizi umutlandırdı. İnanmak istiyoruz. Bu insanların bir şekilde hesap vereceğine inanmak istiyoruz. Çünkü Cizre rüyaları görüyoruz” diye konuşur. Yahut da hiçbir surette anılmayan ve görülmeyen kapalı mekanlardaki devletli tahayyülündedir o ülke.
Tarsus T Tipi Kadın Cezaevi’ndeki işkenceden faş olandır. Bianet’den Ayça Söylemez’in kaleme aldığı haber metninde ortaya dökülenler, İnsan Hakları Derneği’nin yaptığı görüşmeler ve akabinde yazılan raporun detaylarındadır o yeni ülke, dünün aynısı olan karanlık saha. Tarsus, T Tipi Kadın Cezaevi’nde mahpus edilenlerin sözcüklerine bırakalım, her şeyi orası çok daha net belirginleştirecektir. Tutuklu Evin Şahin: “21 Haziran’da Tarsus C Tipi’nden nakil amacıyla cezaevinden çıkarıldık. Fadime Demir isimli mahpus arkadaşımız kolundaki saati X-Ray cihazından geçirdikten sonra jandarmalar saati kendisine iade etmedi. Arkadaşımız itiraz etti, itiraz tartışmaya dönüşünce beş asker Demir’i sürükleyerek ite kalka saçlarından tutup ring arabasına bindirmeye çalıştı. “Ring aracının içinde sürekli bize cinsiyetçi küfürler, hakaretler etmeye başladılar. Askerler ‘Sizi burada öldürürsek kimsenin ruhu bile duymaz’ diye tehdit etti.”
Hükümlü hasta mahpus Yıldız Gemicioğlu: “Tarsus T Tipi Cezaevine 21 Haziran’da getirildim. Wernicke Korsakoff hastasıyım. Şu anda tek başıma hayatımı idame ettirecek bir durumda değilim. Koğuştaki arkadaşların yardımları ile yaşamımı sürdürüyorum. Bu yeni cezaevindeki koğuşa götürülürken infaz koruma memurları A. ve D. koluma girip koğuşa götürmeye çalıştılar. Kolumu tutarken sıkmaya başladılar, itiraz edince de itmeye, vücudumu sıkmaya başladılar. “Koğuşa geldikten sonra koğuşta su olmadığını söyledik, ‘Gökten yağmur yağsa size bir damla su vermeyeceğiz’ dediler. “Bu yeni cezaevinde yemekler çok az veriliyor. Sular kirli ve sağlıksız o yüzden içemiyoruz. Tüm malzemelerimiz alındığı için bir iki parça elbise ancak bize verdiler.” Yıkım anlıktır.
Hayata kasıt kesintisiz bir meseldir bu sahada. Zehir artık dört bir yanı kuşatan devletin tek vaadidir hala. İstanbul'da, İnsan Hakları Savunucularının Korunması Programı kapsamında toplantılar yapmak için Büyükada'da bir araya gelen farklı insan hakları örgütlerinin temsilcileri, aktivistler Çarşamba günü kaldıkları otelde topluca gözaltına alındı. Gözaltına alınan 10 aktivist 5 ayrı karakola götürülür. “BBC Türkçe'ye bilgi veren İnsan Hakları Derneği'nden adının açıklanmasını istemeyen bir yetkili, avukatların karakollara giderek aktivistlerle görüşmeye başladığını söyledi. İHD yetkilisi, avukatların aktardıkları bilgilere göre insan hakları savunucularının "silahlı terör örgütü üyeliğiyle" suçlandığını belirtti.
Londra merkezli insan hakları kuruluşu Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) için soruşturmayı takip eden Avukat Benan Molu da gözaltına alınan insan hakları savunucularının "silahlı terör örgütüne üyelikle" suçlandığını aktardı. Benan Molu, bu kişilerin aileleriyle iletişim kurma haklarının 24 saat boyunca kullandırılmadığını da söyledi. Yaşananların Türkiye'de insan hakları açısından endişe verici olduğunu belirten Molu, gözaltı süresi 7 güne uzatıldığını ve dosyada gizlilik kararı olduğu için başka bir bilgi edinemediklerini belirtti.”
Evleri basılan gazeteci, yazar, ol siyasetçi ya da işçi veya akademisyenin o gözaltı ve işkence cenderelerinin meydana çıkarttığı surettir Yeni Türkiye’nin özeti. Var edilmeye, güncelliği muhafaza “altına alınmaya”, daimi kılınmaya çalışılan şey sabık bir tekerrürdür. İnsanlık karşıtı her ne varsa buna müdahillik, onu savunmaktır yinelenen. Türetilen, güncellenen birörnek savunulan, yinelenen şey bu hayatı zehir eden tahayyüldür. Hayat inatla berhava olunandır. Hayat çanına ot tıkanmaya çalışılandır. Hayat sadece yıkımındır.
Bir memlekete varmak için müesses nizam kodlarına haiz olan yeni ülkeyi kurgulayabilmek, kurabilmek için cendere kesintisiz kılınan ol zehir etme sürekliliğidir. Olan biten budur. Biteviye bir kurgudan hakikate dönüştürülen şey cürüm eksenidir. Cürümlerin o, bu ya da şuna denk gelmesi değildir. Artık herkesin bir kobay olarak addedildiği, buna çalışıldığı bir uzamın varlığıdır mesele. Cürüm, aktivistlerin gözaltına alınıp derdest edilmeleri, Ankara’nın ortasında insanlara zulmetmeyi matah addeden aklın insanların evlerini basma, gözaltı teşebbüsleri ve nicesiyle, artık unutturulduğu zikredilen 1915 karanlığı güncellenmektedir.
Adalet Yürüyüşüne neden olan sebepler halen güncellenmektedir. Erkanın ol muktedirin tahayyülü ile kabak tadı verdiği zikredilen adalet bu ülkede 1915’in sınırlarında kaybedilmiştir. 1915’in karanlığını imal eden zehir, bugün yeniden ‘yeni ülke’yi yakmaktadır. 1915’in yüzüncü yılında yaşanan kırılma artık kesintisiz bir biçimde yeni ülke şablonuna denk düşmeyenlere reva görülmektedir. Bu kaçıncı hedef almak, bu kaçıncı kırım girişimi, bu daha kaçıncı insanlık hakkının ayaklar altına alınmasıdır. Bu kaçıncı...
Cumhurbaşkanı Erdoğan G20 zirvesinin ardından yaptığı basın toplantısında şu cümleleri kurar. Erdoğan (Selahattin Demirtaş ile ilgili soru üzerine) "Teröristleri cezaevlerinden bırakma yetkisi bizde değildir. Söylediğiniz kişi bir teröristtir. Öyle bir teröristtir ki, bütün Kürt kardeşlerimi sokağa döküp, 53 Kürt kardeşimi öldürten bir teröristtir. Bunlar bizim arkamızda PKK var, YPG var diye meydan okuyan kişilerdir." ifadelerini kullanır.
TCK 216 olarak geçen, halkı kin ve düşmanlığa sevk etme gayretinde olunmasının nadide bir örneğidir, tek satırlık meram. Ortaya çıkan hazan 1915’in nasıl günbegün yinelendiğini, yeniden ve yine var edildiğini ortaya çıkartmaktadır. Terörist kimdir yazılanlar kadar yaşananlarda belirgindir. Terörist iminin bunca rahatça, “seni başkan yaptırmayacağız” cüretini kullanana yönlendirilip, onun hakkından gelmek için tutsak etmeye devam denilmesini işaret etmektir, eksiksiz çürük yalnızca çürük ülke. Bu kaçıncı hedef almak, bu kaçıncı kırım girişimi, bu daha kaçıncı insanlık hakkının ayaklar altına alınmasıdır. Bu kaçıncı...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller – From The Performance “1000 Gestalten” – Matthias SCHRADER – The Associated Press - Picture 1 / 2
#biyopolitik#sözcükler#yaşama çabası#zehir#devlet 102#çürütme#sistematik şiddet#geleceksizlik#hukuk#adalet#özgürlük#eşitlik#mesele#mültecihakları#yaşamak#1915#işkence#soykırım#hayat meseli#çocuklar#siyasa#sensin terörist#arzihal
1 note
·
View note
Text
Çürümenin Yarını Yoktur
Kendi vasatını aşamayan, olduğu gibi dibe batmaya devam eden / devam diyen bir menzil hal ve gidişatı her gün daha bariz bir biçimde görünür kılan, devletin kuşatmasında imlemektedir. Denetim, gözetim ve tahakküm yepyeni boyutlar kazandıkça, hacim verilen değerler sıradanın sözüne karşıtlık olarak işlendikçe, bilendikçe bu kuşatma hali de sabitlenmektedir. -Doğrudan sonuca giden, bir o bahsi önemseyen ülkede vaatler toptan çürütendir. Ezber olunan şablonlar, seslenişler ve eylemlerle birlikte sıradan hayatın “tükenişi” bariz kılınmaktadır.
Bu dünya fani denilirken, her an ve her yerden yapılanlarla onca güncellenenle sahnenin, yıkımlarla hemhal halini örneklenmektedir. Cerahat artık basit bir mesel değil Bakur Kürdistan’ındaki yurttaştan, Batı’daki kenar çeperde hayatına tutunan, emekçi, göçmen ya da üçüncü cins vs. herkesi / her yeri kapsayandır. Cürüm kesintisiz kılınırken güncellik yıkım ile var edilendir. Ülke değil de bir mezbaha artık sahicidir. Vasatın iktidarı çürüterek, kıyarak var olur. Sıradan olan ile aykırı zannedilenlerin burada aynı yasalarla “cürme” yem edilmesi kesintisizdir.
Biyopolitika tam da bu meselden ötede kurulan bir şablondur, çatıdır. Kesinti barındırmayan bir süreklilik halinde dönüştürülen bir mahvetme retoriğidir hala. Kendi vasatını yenilenip, normatif olarak imleyen ülkede çürüme sabit, gidilen istikamet ise bunu kanıtlayan bir tahayyüldür enikonu. Tahayyül olunandan varılmak istenen gerçekliğe cürümlerin deryasıdır yeni yeni ve yeni diye bildirilen. Manşete taşınan, kısacık hep çok kısacık cümlelerle imlenen hayat hakkının hiçleştirilmesidir. Hakkı ayaklar altına alıp cürümlere boğun eğdirme bir devamlılık haline getirildikçe vahamet kesintisiz kılınmaktadır.
Halin perişanlığı mahpus edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya hala yapılmaktan zerre-i miskal tereddüt edilmeyen işkenceden barizdir. Ankara’daki Yüksel Caddesinde bir avuç insanın gösterdiği dirayeti derdest etme gailesinde imlenendir bu. Bakur Kürdistan’ındaki yıkımı normatif haline dönüştürerek çıkagelendir yara. Fabrika direnişlerini baştan yok sayıp, olağanüstü hali öne sürerek boğarak imal olunandır. Vatan denilen yeri dört bir yanda sabık bir tahayyülle cendere altına alıp, sadece ol bildiğini okurken dünkü ortağı ile yüzleşmek yerine sıradana saldırarak işlenendir mesele.
Vasat çizgisini olduğu gibi muhafaza edip cürümleri peyderpey kıldıkça zorun / yıkımın / ezmenin karşılığını, her yere taşıyarak bir çürütme hasıl olmaktadır. Çürütmek -yenidir. Cürümleri güncel bir mesel haline dönüştürmek yenidir. Cürümlere dayanarak gelecek tasarlamak yenidir. Hayat hala eskidedir, o bilinmeyen, anılmayan öteki Türkiye sahiciyken yaşamak hala eskidir. Biyopolitik tehdidin, kanlı / kansız bunca çok çeşitlendirilmesi bahsi yenidir. Yeni olmayan tek şey bütün bu bahsin sahiplerinin, dünden gelmiş yengiler tatmış mağdur olmuş, bugün onu sahiplenmiş halleridir.
Yeni olarak addedilmeyecek tek şey vahametin savunulmasındaki istençtir. Dünü nasıl mutlak bir yıkımla hemhal olduysa bu ülke, şimdisi, şu anını ve yarınını da benzeş kılmaya teşnedir halen. Kendi vasatını yeni cürümler işleyerek muhafaza etmek isteyen ülke, yer sahicidir. Birörnek kılınmış cerahat nüfuz ettirildikçe dört bir yana / hemen her bir güne o basit / basmakalıp olanın yıkımı bir kez daha var edilmektedir. Mutlak olansa bu çürütme eksenidir. Mutlak ilan edilen bir fasit döngünün ta kendisidir, bariz.
Faşizan aklın dünden de sık el altında tutulan yol / yöntem diye benimsenmesi ile çıkagelendir vasatlığın ülkesi. Mütemadiyen, zor ve zorbalığa hami olunan, cühela cüretiyle imal olunan cendereler ve fazlası ile bir menzil yenilenmemektedir. Dününde, dününden ayrışık olmayacak bir çürümeye rehin edilendir. Bu menzil, toptan çürük geçmişine zamkla tutturulmaktadır işte. Her gün daha da bariz kılınan bir cürüm eksenini kurgu değil her anıyla güncellenen bir mesel olarak var etmektir. İnsanlığın üstünün çizildiği var edilen katran karası belagatin öncelendiği yerdir işte var edilen.
Bakur Kürdistan’ı bu bahsin bir yansısıdır. Ankara’daki Yüksel Caddesi bir örneğidir. Tutsak edilmiş olan İnsan Hakları Anıtı bu bahsin özetidir. LBGTİ+ / Trans Onur Yürüyüşlerinin her birisinin yasaklandıktan sonraki hallerinde varlığı kanıtlanandır ol cendereler. Merdin’de ipotek, rehin, göz önünde yağma edilen Süryani varlıkları hali bir başka tescildir işte. Ezber edilmiş ol tepkimelerin ötesine geçmiş olan hilkat garipliğidir bahsin ta kendisi kanıtlanan gerçeklik. Cürümler dört bir yanı kuşatırken kutsanan devlet yaşamımızı yağmalamaktadır. Yağmalanan hayatın kıyısında söz biçare koyulmaktadır. Tükenen söz kadar bu kati kayıtsızlık halidir.
Kayıtsızlık ve bir o kadar da sessizlik, nüfusunu arttırırken ülkeden geriye koca bir ağıt ağu çukuru kalmaktadır. Bütün belagatin birbirini takip ettiği yinelene geldiği “kara çukur” imal olunmaktadır. Cürüm bunun yansısı, var edilen çukur bunun belirleyicisidir. Ezberlenmiş şablonlar ezber bozduracak olan yıkım ve kıyametleri bina etmektedir. Erk, muktedir, iktidar kastını işlevselleştirendir işte. Danıştay On dördüncü dairesi Silopiya’daki sokağa çıkma yasakları ve kent ablukasından sonra “ağır hasar gören binaların” yıkımına onay verir.
Silopiya, Barbaros, Başak, Cudi, Karşıyaka, Nuh, Yenişehir, Yeşiltepe, Şehit Harun Bey mahalleleri riskli alan ilan edilerek, böylesi alanların dönüştürülmesi maddesi öne sürülerek yıkım kararı verilir. Bu bahse yapılan itiraz aylar sonra karara bağlanır. Kararı Dihaber’e değerlendiren avukat Nuray Özdoğan “Silopi’ye hiçbir zaman keşif için gidilmedi. Hukuk adına utanç verici. Danıştay kamu düzeninin bozulduğu alanda koşulların da değiştiğini, keşfe ihtiyaç kalmadığını belirtmiştir. Koşullar değiştiyse karar şüpheli hale gelmiştir. Değişen koşullar aslen siyasi koşullardır. Yargı aslında korku çemberini kıramamaktadır.”
Düzenin bekası için hayatın / sıradan olanın yaşamı un ufak olunmaktadır. Gaile daima bu bahis içindir. Amed’in Lice ilçesinde ‘bahçesini sularken’ askerler tarafından vurulan ve geçtiğimiz Pazartesi günü ikinci kez gözaltına alınan ol Osman Yalavuz’un başına getirilenlerdedir bu kendi vasatını yeniden imal eden kötülük / karanlık. Lice’ye bağlı Beşişte köyünde yaşayan Osman Yalavuz askerin kendini vurması sonrası, ikinci kez gözaltına alınır. Gece geç saatlerde Lice Jandarma Komutanlığı’na götürülür. Sağlığı tehlikedeyken, bakıma ihtiyaç duyarken bir insan hem gözaltına alınır hem de tecrit edilir Dihaber’de öğrendiğimiz o iki satırlık haberden sonra.
Var edilen varlığı kutsananın dayattığı yegane şey bu karanlık fasit döngüdür. Devlet kendini dünüyle hemhal kılarken hangi fecaat varsa bunu yeniden imal edip karşımıza çıkartmaktadır. Silopiya’da Lice’ye ulaşan bu bahistir. Terörle mücadele değil sınır içindeki insanları ayrıştırma, deportizasyon, tehcir ve yıldırıdır güncellenen. Cürümler ile yön bulan / yol aldığını sayan ülke yeniden karanlığın onca kötülüğüyle hakikat kılınmaktadır işte. Amed’in Lice ilçesinde, 2013 yılında Kalekol yapımına karşı “protestoda” askerin açtığı ateş sonucu yaşamını yitiren Medeni Yıldırım’ın ardından, dört yılda ortada var edilen adaletsizlik halidir yekûnda halimizi bildirecek olan.
Annesi Fahriye Gündüz Yıldırım Dihaber’e konuşur. “Medeni’yi vuran belli, emri veren belli, ama ortada ne bir suçlu ne bir ceza var. Bunun bir anne için ne kadar zor bir durum olduğunu biliyor musunuz? Ben her gün bu adaletsizliğe isyan ediyorum. Artık sadece Medeni için de üzülmüyorum. Her gün o kadar haksızlık oluyor ki tahmin edemezsiniz.” Oğlunun katledildiği Lice’nin dört sene sonraki hali, bugünkü abluka içinde çekilenleri de bildirir Anne, Yıldırım. “Lice’de her gün insanlar katlediliyor. Beş kişiye zırhlı araç çarpıyor eziyor. Ne diyorlar “kaza”. Kim buna inanacak. Biz buna inanmıyoruz. Katiller ceza alacak mı hayır? Ama her şeye rağmen biz katliamın peşini bırakmayacağız. Sur yıkılıyor adalet var mı? Bunlar Medeni katledildikten sonra oldu.”
Adalet meselinin, en elzem halini, yapılan adalet yürüyüşüne katılma gayretini ve ol adalet mefhumunun her gün hayatın ortasında nasıl da yapayalnız durduğunu bildirir Fahriye Gündüz Yıldırım. Adalet Yürüyüşü, Lice için, Sur İçin, Medeni, tutsaklar için olmalı Bu yürüyüş amacına ulaşırsa Medeni için de adalet gelir” der. Kendi vasatını aşamayan denklik değil çürütmenin yolunda ilerleyen menzil bugünün ülkesini ifşa etmektedir. Adalet arayışının bile, terör faaliyeti olarak cisimleştirildiği bir tek böylesinin anıldığı, yürüyenlerin çoktandır açıkça tehdit edildiği, en üsttekinin ol lütuf benzetmesinin, en alttaki “mesaj alanların” kurşun ile taşla mesaj verdiği bir menzildir vasatın iktidarı, dünden de aşağıya düşmekte olan ülke.
Adalet kolayca zikredilip henüz bir hiç olarak anılırken, yaşatılmazken, eşitlik, özgürlük gibi mesellerin adlarının yavaş yavaş unutturulduğu bir menzil hakikattir. AKP Sözcüsü, Ünal’ın parti görüşü olarak yansıttığıdır. “-Mesele adalet değildir” der Ünal. Birörnek hep basmakalıp devletlû şablonu, kendi dününü, tam da şimdinin odağı nihayetinde merkezi kılmaktadır. Cerahatin nobranlığı uzak öte değil şimdi, şu anda var edilmektedir. Yaraları hiç kesintisiz kılmak, on beş yıllık bu iktidar deneyiminin üzerine -yeni yıkımlara- yelken açmak tüm adalet çağrılarına kulak kapatarak söz konusu edilmektedir.
Salt bir siyaset oyunu değil topyekûn hayatın / sıradan olanın sözünün üstünün çizilmesi “gayreti” karşısında her ne yapılacaktır burasıdır en kilit mesele. Tabuların yeni tabularla birleştirildiği, güncellendiği yerde hayat bunca bariz bir biçimde kuşatılırken söz neye yarayacaktır. Dimağı sarsan, derinden etkileyen, her gün açmazların karşısında, daha da dışlanan ezen, heder eden iklime karşı – vasatın iktidarına karşı hayatın sesi her nerededir?
“AKPM Genel Kurulunda” parlamento üyesi AKP vekillerce açtırılan terörizm tartışması sırasında, terörizm ile isyanın benzeş olmayacağını imleyen Ertuğrul Kürkçü’ün bahsindedir şu vasatlar ülkesinde yıkımın birörnek hali. Hayatın sesi her ne haldedir? Sesini çıkartanı terörist ilan eden, ötekileştiren ol yaftaları aşması için hesaba çeken, köşede bucakta nefreti güncelleyen menzilde hayat nedir, her ne haldedir? Hakkın tanzimini bile esirgeyen, hiddeti bir normatif haline dönüştüren yer, mesken, toprak hala bir vatan mıdır?
Köşeleri keskinleştirilmiş bir çürütme istencinin ortası, yanı, kenarı yok, bir ucu bucağı yokken bunca badireden sonra nasıl bir uzama ulaşılacaktır merak ediyor musunuz? Yazar Özgür Mumcu’nın Adalet Yürüyüşü için kaleme aldığı tweet karşısında çirkefliğin değil sadece nefretin, kötülüğün cisimleştirildiği, Uğur Mumcu’nun ol katledildiği günden bir kareyi, baban da sıcağı severdi cümlesiyle türetilen bir menzilde hayat bahsi necidir?
Köşeleri keskinlikten öte bıçak sırtı kılınmış, nefretten gayrisini bilmeyen hep daha kötüsünün yoluna yürümeyi matah addeden bir menzilde vasatın bir mesafe değil tam da güncel bir sorun olduğu ortadadır. Cürümlere rehin edilmiş / bilinmiş olansa ol hayat hakkıdır. Cürümlerin insafına terk edilmiş olan sıradanın sesidir, sözüdür, yaşama iradesidir bir daha bu sınırlarda hiç kesintisiz bir defa daha. Cürümlerin yıkımı güncelleyebildiği noktada yeniden ol cerahatin üstüne titreyen bunu güncelleyen bir menzildir mesele. Vasatın iktidarı salt dünün ol anın değil, dünden bugüne taşınmış olan içkin bir nefreti barizleştirmektedir. Ötekisine hayatı hiç etmek dar etmek, yok etmek birbirini takip eden bir süreklilik olarak yinelene gelmektedir.
Kendi vasatını aşamayan, olduğu gibi dibe batmaya devam eden / devam diyen bir menzil hal ve gidişatı her gün daha açık bir biçimde görünür kılan, devletin kuşatmasında imlenmektedir. Cürmün bir sınırlandırma olmasının yanı sıra, hayatı vasatın odağına terk-i diyar etmenin hali de karşılaştığımızdır. Özgür Gazeteciler İnisiyatifi (ÖGİ), Haziran ayında gazetecilere yönelik yaşanan hak ihlalleri raporunu İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır ( Amed ) Şubesi'nde düzenlediği toplantıyla açıklar. Rapora göre, 5 gazeteci gözaltına alındı. 4 gazeteci tutuklandı. 24 gazeteci hakkında dava açıldı. 10 gazeteci cezalandırıldı.
Bunlardan 9 gazeteciye 33 yıl 9 ay 37 gün hapis cezası ve 1 gazeteciye ise 300 gün kamu alanda çalışma cezası verildi. Ülkeyi bildiren onu görünür kılan yegane şablonlardan birisidir. Haber alma hakkının paramparça kılınması. Cürüm, gazetecilerin derdest edilmesiyle başlar, onları terörist olarak yaftalamalara yol vererek güncellenir. Oysa memleketin terörist ibaresini layığıyla taşıyanları ekranlardadır. Ekranlardan her gün öteye beriye gözdağı, susun ikazları ve bitimsiz tehditlerini yinelemekten imtina etmeyenlerdir. Ekranlardan, sanal ağa cirit attıkları her yerde nefreti kutsayarak günceli pespaye bir sığlığa rehin edenlerdir. Budur bizatihi vasatın ta kendisi.
Yabancı / öteki / ötesi o uzayıp giden listenin ta kendisi örneklenene gerek kalmadan da burnumuzun ucundadır. Tekil anlamda hedef gözetmenin, geçtiğimiz haftalarda Koçyiğit’ten, Soylu’ya, Kuzu’dan, Avcı’ya kadarki görünürlüğüne bir meczup Tezcan’ın cümlesi kafi gelecektir. Kılıçdaroğlu tarafından başlatılmış olan Adalet Yürüyüşü finaline dair haberin altına iliştirdiği yorumdadır ol mesele. “Şunu 9 Temmuz'a kadar öldürmeseler de ne diyecek duysak. Sonra dediği eylemlere başlasalar ve işin sonuna doğru gelsek yavaş yavaş.” Cürmü yeniden var etmek, vasatın kör, katran karası örneğini yinelemek bu kadarcık cümleden hedef gözetiminden barizleşmektedir işte.
Sinan Oğan isimli eski vekilin, HDP’li Ahmet Türk’ü hedef aldığı mesajı buna bir başka kati örnektir: “Ahmet Türk çok hasta olduğu için aracı olunup hapisten salıverilmemiş miydi? Bu sıcakta yürüyecek kadar iyiyse neden aracı olundu?” Vasatın iktidarı her yerdeyken yıkımı ve pejmürdeliği artık siyasa sahnesinin dört yanından gündelik olanın sınırlarına taşmaktadır. Enikonu kötülüğün vücut bulmuş halini dillendirmektedir Oğan.
Cerahati güncelleyebildikçe, vahameti önemsedikçe bir menzildeki hakikati, o yıkımın ta kendisiyle yüzleşmeyi ötelemeyi aralıksız kılmak çabası güncellenendir. İktidarından muhalefetin müesses nizama dahil olmuş aktörlerine birbirini tamamlayan şey bir fasit döngüdür, faşizan bir döngüdür. Bitimsiz halde bir faşizan / muhafazakarlık bahsi güncellenmektedir. Söz nerededir bunca badireden sonrası orası muallaktadır. Hayatın vasata kurban edilmesi meramın özüdür.
Yaşadığımız yerdeki ol hal, hepimizi geleceğinden etmektedir, bilelim, bilmek isteyenlere iletelim. Çürümenin yarını yoktur. Her şey şu anda tüketilmektedir. Sabahına hatırlanmayacak yaraların değil “ömürlük” mesellerin sofrasında çürütülen, vasata inatla rehin edilen, çalınan, yıkımına imkan sağlanan hayat, müşterek bahistir. Bilelim. Göz önünde işkencenin, cinayetin, birbiri peşi sıra nefretin sivriltildiği yerde vasatın ta kendisi, daha derin bir bataklıktır. İçine ta en dibine doğru yollandığımız şey çürüten bir bataklıktır. Bilelim, bildirelim, bilmek isteyene bir kez daha yineleyelim.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller – Within Reach ve Surveillant - André PILLAY – v/Saatchi Art
#politikmeram#söz hakkı#çürütme#vasat#memleket#başka türkiye var#cürüm#nuriyevesemihyaşasın#silopiya#lice#osman yalavuz#medeni yıldırım#kalekol#gazetecilik suç değildir#yurttaş gazeteciliği#sesler#sözcükler#fragmanlar#mesel#türkiye gerçeği#yıkım güncesi#barışmak
1 note
·
View note
Text
Hayatı Savunmak
Tahakküm veçhelerinin birbiri peşi sıra öncelendiği bir karanlıktayız bu menzilde. Düzen diye çıkartılanın dünle hemhal olan karanlığı sahiplendiği yerde yeni bizzat o eskinin izleri üstünde yükseliyor yine yeniden. Yıkımı var etmek; bir eylemden, gaileden, tahayyülden öte yapılmak isteneni imliyor. Bir ülkeye değil bir çukura noksansız ulaşmak istencinin karşılığında tüm bu, şimdiyi kapsayan otoriterleşmeye bulunan kılıfın “anayasal bir hak” gibi gösteriminden bariz olandır artık mesele. Tahakküm bitimsiz bir heyuladan çok daha hakiki olan, düş kırımlarımın temsilidir.
Tenkit mekanizmalarının aralıksız güncellendiği yerde cürümler, her gün başka bir zemheri karanlığa rehin etmektedir sıradanı. Cühela cüretiyle kotarılmış tehdit üstüne eklenen her hamle bu bitimsiz tahakküm eksenini imal etmektedir. Güncelliğimiz bu bahsin ta kendisi ile kol kola yapılandırılandır. Sıradanı sınırlandırmak dehşetengiz bir belirsizlik sarmalı içinde rehin kılmak kesintisiz hakikattir. Düpedüz bariz kılınan ol mahvın retoriğidir iş bu sahanlıkta hemen her gün güncellenen tek sabit, şimdi budur. Tahakkümle tehdidin boyunduruğuna rehin olmak, onunla hemhal olup çürüye çürüye yaşam bir kılınmakta güncellenmektedir şimdilerde bu sahanlıkta. Tahakkümün veçheleri doğrudan sıradana kasıt hamlelerinin refakatinde “bina” olunmaktadır.
Erk, muktedir, iktidar çatısı o hali süreğen kılan, eksiksiz bir öğütücü hamleler toplamıyla bu günü var etmektedir. Üzerine kan sıçratılmamış edim, parçalanmamış tahayyül, eksiltilmemiş meram hiç bırakılmamıştır. Bir ülke değil bir mezbeleliktir günden güne anbean yinelenen, kalıcılaştırılan. Tehdit mekanizmalarının yinelenme sıklığı, gözdağı meseli hep bu bahis içindir. Karanlığa bağışıklık arttırıldıkça çok daha koyusu zifiri bir körlük, daim sağırlık mutlak ve tekilliğin tahakkümüne rehinelik biçimlendirilmektedir. Dünden yarına güncelliğini korumaya çalıştıkları şey bu kötülük düzenine teslim olunacağı imidir.
Kötülüğün, dipsiz açık bir karanlık olarak varlığının bir piyango gibi herkese pay edilmesi kesintisiz kılınmaktadır iş bu menzilde. Karanlığa bağışıklık sağlandıkça daha fena / beter / kötünün yolu ve yönünün de gerçek kılınması teoriden -pratiğe dönüştürülmektedir. Yeni ülke tam anlamıyla bu bahistedir. Mutlak, kesin ve kati kayıtsızlık bina olunurken o cerahatle, vahametle, yıkımla hepsinden bir parça ihtiva eden karanlıkla güçlü, büyük, yeni diye sayıklanan ülkenin en baş demirbaş öğesi kılınır.
Uluorta icra edilen, güncellenen düş kırımının eksikliklerini tamamlamaktır. Sistem ne kadar bozulursa bozulsun, ötekisi olarak anılan, atananlar ( halklar ) var oldukça bu fasit daire güncellene gelecektir, getirilmektedir. Nihai hedef ise kendi ırkına bile karşılığı imlemektedir. Erk, muktedir, iktidardan yana değilse o insan bu ülkede Türk bile olsa bu tırpan güncesindeki hizalardan hiza bildirilen karanlık döngüden o payını alacaktır hal budur. Yıkım sürekli olarak güncellenirken bundan bihaber kılmaksa artık kesintisizdir. Yıkımlarla burun buruna, dip dibe yaşanırken olup bitenden hiç ama hiçbir biçimde bahis açılmayan ol ülke sahicidir.
Ekranlarda yer edinen tahayyül alenen karşılıksız bir tozpembe tahlildir. Kadrajın hemen ötesi ise yıkımın suretini sessiz ve derinden imlemektedir. Cerahatin kapsamı buradaki ol koşulsuz / şartsız biat tahayyülü, beraberindeki eylemler, tam teşekküllü teslimiyet ülkesini kalıcılaştırma gayretidir, hep bunun içindir. Kesintisiz olarak sıradana bildirilen istikamet odur.
Tahakküm ve tehdidin güncellenebilirliği bütün bu denetim / gözetim / tenkit şablonlarının bir “hakikat” kılınmasıyla nihayetinde “büyük birader” ülkesini var etmek için biçimlendirilmektedir artık. İstikrar güçlü ve sağlam ülkeyi değil tekil anlamıyla müşterekleri katledip, çürüten nihai olarak sınırlandıran bir ülkeyi kotarmak gayretine düşülendir. İnsan hakkının alenen alaşağı edildiği menzilde hala sürdürülen o kavramı toptan / topyekûn imha etmektir.
Sandık bahsi, anayasa düzenlemesi illa ki çağrı yapılıp durulan başkanlık ediminin kıyısında çözülmeye çalışılan yüzyıl sonra eşitlik, adalet ve özgürlük bahislerini bir kez daha boşa çıkartmaktır. Dün yapılandırılmış olanlar tüm bu coğrafyada yeterince eksiltmeye mahal vermemiş, dört milyon civarlarında insanın yaşamı, istikbalini etkilememiş gibi bunu yeniden bir gözdağına temel eylemek güncellenmektedir işte tüm açıklığıyla. Biyopolitik cerahatin izleri üstünden ilerleyen “yeni” ülke söyleminin bizatihi ol geçmişin katran karasıyla hemhal hali buradadır, hala buradadır.
-Osmanlı Ocakları 1453 Derneği başkanı Emin Canpolat Cumhurbaşkanı Erdoğan için "hazır kıta askerler" olduklarını dile getirdiği demecinden de bu barizleşmektedir bir kez daha. “Biri bayrak, biri vatan, biri de Recep Tayyip Erdoğan'dır. Bu üç kırmızıçizgimiz için hazır kıta askeriz.” Kesintisiz bir lincin saplantılı bir geçmişin yüzleşilmemiş suretleri dururken yine yeni ve yeniden aynı bağnazlığı, bir taraftarlık değil kin güderliği savunmak güncellenendir. İki satırdan çok daha fazlasını dile getirir Canpolat. Dünden devralınan kök faşizan geleneğin isimlere, makamlara ve mevkilere olan teslimiyetin daha referandum güncesi başlamadan güncellenmesidir mesele.
Henüz karar verilememiş olan belirsizlik güncesi içerisinde gözdağını yinelemek kesintisiz kılınmaktadır o menzilden bir kez daha. Hayata vurulan ketlerin ne başı, ne ortası, ne sonu gelmektedir. Aleni, göstere göstere eylenen yıkımın yolunu açmaktır bir kez daha. Özgürlük, eşitlik, adalet, hukuk ve ötesinde / yanı sıra yaşama kasıt şekillendirilmektedir. Artık kimsenin konuşmadığı Bakur Kürdistan’ında yaşatılan zalimanelik, hendeklere! karşı oluşturulan yok etme, çöktürme planı vesaire adlandırmalarla icrasına düşülenlerin, batıya ulaşmış hali bu gizli tehdittir. Abluka’nın ardından o yıkım güncesinden sonrasının esareti halen günceldir.
Şirnex’te, 14 Mart-14 Kasım 2016 tarihleri arasında ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında kentin yüzde 70’i, tank ve toplarla ardından da kepçelerle yıkıldı. Yıkımın büyük bölümü tamamlandıktan sonra kente, kaldırılan sokağa çıkma yasağının ardından gelen yurttaşlar, evleri ve mahallelerinin yerine moloz yığınlarıyla karşılaşmıştı. Kentte 6 bin 40 konutun yıkıldığı belirtilirken, bölgenin “riskli alan” ilan edilmesinden kaynaklı yurttaşların kendi arazilerine konut yapmaları engellendi.
Şırnak Valisi Ali İhsan Su’nun geçtiğimiz günlerde mahalle muhtarlarıyla “kentsel dönüşüme” ilişkin toplantı aldığı belirtildi. Vali Su’nun toplantıda referandumda “evet” oyu vermeyen mahallelerde ev yapılmayacağını söylediği iddia edildi. Dihaber’in paylaştığı haber bütün bu döngünün, şu yukarıdaki satırlar boyunca anlattığımızın da istikametini imlemekten öteye taşımaktadır. Yıkım süreğen kılınırken, bir evete hayatın dönüşümü bile rehin alınmakta bu uluorta dillendirilmektedir.
Mübalağa olmayan ötekileştirme, yaşanan sıkıntıların muhatabı olan başta Kürdler olmak üzere, Alevi, Ezidi karşıtlığının, geçmişin Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudilerine yönelik yapılanların bir devamlılığı olarak işlevselleştirilmektedir. Tahakküm ile tehdidin yan yana hali yine yeniden bu ülkenin gününü, dünden devralınmış olanla birlikte hiç kesintisiz olarak güncellemektedir. Yeni diye anılan ülke hala dünündür. Dünün ülkesinin hali yeniden bu sınırlarda var edilerek bir istikametin ta kendisi olarak işlenmektedir. Bedenin, ses ve sözün taşıyıcı olan sıradan insanın bir “personaya” dönüşümü için eldeki imkanların dibine kadar zorlanması güncellenendir.
Karanlığa bağışıklık sağlandıkça daha fena / beter / kötünün yolu ve yönünün gerçek kılınması sağlama alınmaya çalışılır. Mutlak, kati ve kesin, teslimiyet bina olunurken özgürlük, eşitlik ve adalet edimleri alenen, toptan çürümeye terk edilmektedir. Cerahatin kapsamı güncellenirken bütün ol şablon insanlığın haklarından mahrum bırakılması gayretini örneklemektedir. Devletin tahayyülü bu bahisten ileri gelendir. Gerçek kılınmasının yolu ve yordamının sağlama alınmaya çalışıldığı mesele o çürütme istencidir. Devletin varlığı, bekası için hakla hukukun çürütülmesi böylesi bir çabayla güncellene gelmektedir. Memleket değil adıyla sanıyla bir toplama kampı haline rehin, ses edenin canına kasıt da dahil zıvanadan çıkılan bir yarın imalidir tahakküm veçheleri ile çıkagelen.
Özgürlük meseli yerle bir edilirken Freedom House raporuna sirayet etmiş haliyle ol basamakları üçer beşer atlayıp dibe yollanan bir menzil bina edilir. “Türkiye, ABD merkezli düşünce kuruluşu Freedom House'un açıkladığı Dünyada Özgürlükler Raporu'nda, 2016 yılında özgürlüklerin en çok gerilediği ülke oldu. Toplam 195 ülkenin ele alındığı, 'Popülistler ve Otokratlar: Küresel Demokrasiye Çifte Tehdit' başlıklı raporda son 10 yılda Türkiye, Orta Afrika Cumhuriyeti'nin ardından Gambiya ile özgürlüğün en şiddetli düştüğü ülkelerden olur.”
Olağanüstü Hal güncelliğinde çıkagelen dünün zalimliğinden hala feyiz alan, bunu ileri demokrasi pratiği için ol çatının ardından türeten bir tahayyüldür. -Gerçeğin yıkımı buradadır. Olağanüstü hal devlete yönelik olarak temellendirildiği zikredilen bir eylemken bugün toptan, sıradanın sözüne, her gün, öteki olarak anılana kasıt adına, rehin edebilmek için kullanılan bir ara yüzden ötesini imlememektedir. Gerçekten gerçeğin çürüten, eksilten/ süründüren yıldırısı sahiplenilen eylemlerle birlikte güncellenendir. Çekincesiz olarak, dünden hep bugüne taşınan müşterek bahsin yerle yeksan edilmesi gayretidir. Mutlak teslimiyetle kati ve kesin riayet için her günün fenalıklarla boğulması artık sahicidir.
Bir gün kadar süreye başka bir menzilin belki bir hafta, belki bir aylık yarasının var edilmesidir artık yinelene gelen. Ama ve fakatsız gerçek kılınan, var edilenlerin yekununda kaybettirilmiş bir özgürlük şablonu, imi kadar hayatın esası ilhamı ve yaşanabilirliğidir zedelenmek istenen. İnsanlık onurunun, verili, çoğunlukla tırnakla kazına kazına kazanılmış hakların lime lime edilmesidir güncellene gelen. Her hakkını arayan için el altında tutulan “terörist” iminin nasıl geniş bir yaftaya dönüştürüldüğüdür mesele iş bu menzilde.
Düzayak ezber edilmiş cümleler arasına sıkıştırılan vurun / kırın / dökün / ezin gibi nice tahayyül ile eylemselliğin birbirini tamamladığı menzildir anlatmaya çalıştığımız. Cürüm bu menzilde hep var edilirken bir gelecek nişanesi kazınmaktadır. Terörist olarak anılanların o perspektife dahil edilenlerin hayatlarından çalınan her gün, her an bir kez daha bu sabık eylem çatısının istikametini, ol madun siyasetin yekpareliğini bildirmektedir. İnsan hakları nerededir bu soru bile yanıtı faili meçhul koyulandır? Karar hükmünde kararnamelerle işlerinden atılan, mesleklerinden edilen insanların uzamında insanın hakları nerede başlamaktadır?
Sınırsız olanın tehdit, tahakküm ve rehinelik olarak bina olunduğu bir menzilde ekmeğin çalınmasındaki tüm ol çabanın utancıdır güncellene gelen. Utançlarından zerrece gücenmeyen bir menzilin güncel kılınması çabasıdır devam edilen, budur bunca açıktan inatla çürütme – sindirme ve yok etme çabasıdır ol insan hakları meselinde sıraların en dibine yollanmamızı açık eden. Gözaltındaki işkence iddialarının artık kıyısından köşesinden bile haberdar olunamadığı bir menzildir işte o bahis. Mersin’de olduğu gibi insanların canına kastın artık sıradan addedildiği yıkımlarla hep birlikte güncellenendir Freedom House’un yazdıklarından / bahsettiklerinden çok daha vahim olan.
Bir siyasi pragmatizm örneği olarak bu memleketin paramiliter, kabadayı / mafya üçlüsü içinde adı sıkça geçenin evet videosunda görünendir ol mesele. Tehditlerine devam etmekten bir an olsun geri durmayan bir kötünün simasından çıkandır bütün bu anlatmaya çalıştığımız. Geçtiğimiz Cuma günü İstanbul’da mafyöz’ün tehdit savurduğu Barış İçin Akademisyenlerin duruşması görülür. Oluk oluk kan akıtacağız cümlesinin zikredildiği bir menzilde var edilenin karşılığında bir tek söz haklarını savunduklarını bildiren isimler yeterli gelecektir, bu ülkedeki hali imleyecek olan.
Gençay Gürsoy, Şebnem Korur Fincancı, Beyza Üstün, Yücel Demirer, Adem Yeşilyurt ve sayamadığımız nicesinin barış tahayyülünü yüksek sesle dillendirmelerine karşıtlıktır mesele. Kan her daim bu ülkenin yönetenlerinin, yol verdiklerinin ellerinin altında tuttukları, gözdağı niyetine insanların / sıradan olanların üzerine saldığı bir edimken var edilip güncellenen karanlıktır. Cansu Pişkin’in Evrensel’deki haberinden alıntılayalım; “Barış İçin Akademisyenleri tehdit eden suç örgütü lideri S.P. hakkında açılan davanın ilk duruşması Kartal'daki Anadolu Adliyesi 20. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Sanık S.P.'nin katılmadığı duruşmada akademisyenler, maddi ve manevi zarar gördüklerini dile getirerek, söz konusu tehdidin toplumu hedef aldığını savundu.”
Eski başbakan yardımcısı, AKP Ankara milletvekili Akdoğan’ın kaleme aldığı makaleden ibretlik bir tümcedir bütündeki, olması için halen çabalanılan karanlığı imleyecek olan. "-15 Temmuz’da darbe yapamayanlar, Nisan’daki referandumda ‘hayır’ çıkararak bir darbe vurmak isteyecekler. Erdoğan düşmanları ‘hayır’dan çok şey murad ediyorlar. " Karanlığın, rezil kepaze bir memleket tahayyülünü güncellemekten bir an olsun geri kalmayacak olan bir aklın meydan okuması yeniden sahnelendir. Demokrasi, özgürlük ve eşitlik edimlerinin çürütüldüğü, yerle yeksan edildiği yerde gözdağından “medet” ummak gerçek kılınmaktadır.
Tükenişin basamaklarında da gerilemeye devam eden ülke odur bu kadar açıktır. Spontane değil rastgele hiç değil hep hesaplı kitaplı olan cerahatin kalıcılığı sağlama alınandır. İyi de nereye kadar, bir zamanların çokça zikredilen tahliliyle tosun nereye koşuyor! -Düzce'de iki kişi tabancalı fotoğraflarını sosyal medyadan paylaşarak, "Başkanlık sistemine 'hayır' diyenleri tıpkı 15 Temmuz gibi sokaklarda bekliyor olacağız" diye yazmakta hiçbir sakınca görmezken, gözaltından hemen sonra iki öğrenci salıverilirken o yol her nedir, nereye doğru ilerlemektir, karanlıktan gayri, bileniniz var mıdır?
Masallar okunmaya şimdi de devam edilirken, bütün bu tahakküm / tehdit döngüsünün mesajı yaşamı unutturmaktır. Açık bir biçimde yıkımı kanıksamaktır. 1909 yılında Giligya / Kilikya; Adana’da gerçekleştirilmiş olan kırım sırasında bir tanıklık bahsine sıkıştırılandır yıkım halini anlaşılır kılacak olan. Zabel Yesayan’ın Yıkıntılar Arasında kitabının içinde ailesini yitiren bir kadının gördüklerindedir ol bahis. Oğlu Karabet ile sığındıkları köy muhtarı Ağzı Kanlı(!!) Mehmet Ağa’nın evinin kuşatılması sırasında işittikleridir, masallar okunurken asıl istikameti bildirecek olan.
“Sultanımızın suçu neydi? Kötülüğü neredeydi ki alaşağı ettiniz? Yerine Hürriyeti koydunuz. Sizin gâvur Hürriyetiniz?. Çünkü Hürriyet İslam değil, İslam olamaz!” “Sizin yüzünüzden evimizi ateşe vermeye gelmişler. Uğursuz varlığınız ne zaman kalkacak çatımızın altından? Kendi kendinize def olup gidin, başınızın çaresine bakın, başkalarına da bela olmayın” Şu içinde kalakaldığımız menzilin halini anlatan bir söz edimidir şu yukarıdaki ki satır. Yüz sekiz yıl öncesinden bildirilen bir meramın nasıl hala aynı durumda olduğumuzu bildirmesinin sahici korkunçluğudur mesele.
Sıradanı sınırlandırıp, dehşetengiz bir belirsizlik sarmalının içerisinde rehin kılmak kesintisiz hakikattir. Düpedüz bariz kılınan mahvın retoriğidir bu sahanlıkta hemen her gün güncellenen tek sabit, şimdi budur. Dönüp dolaşıp yeniden aynı “körlüğe” saplanmak söz konusu edilmek istenirken hayatı savunmak ne zaman akla düşecektir? Onca yaranın üstüne yenilerini ekleme konusunda hiçbir zaman dersini almamış bu kötücül mekanizma karşısında insanı hatırlamaya ve onu muhafaza etmeye daha çok var mıdır? 1909’dan 2017’ye “geldiğimiz” halde daha çok var mıdır?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görsel - JR, View Of The Exhibition Women Are Heroes In 2009 Phnom Penh v/ The Red List
#politikmeram#arzihal#dönüşüm#insanhakları#başka türkiye var#zabel yesayan#yıkıntılar arasında#freedom house#insanlık#devlet 102#ötekileştirme#tahakküm#tehdit#yıkım güncesi#anlam#siyasa#mesele
1 note
·
View note