Tumgik
#kötülük şablonu
seslimeram · 2 months
Text
Ümit!
Tumblr media
Ümidin delik deşik kılındığı bir zeminde geleceğin hali nice olacaktır ki! Şimdinin tam da şu anın mahvına tanık yazılırken bir aralıkta, bu güncellikte olmakta olanın yıkıcılığı belli bir yanda, tahakkümü öte yanda çıkagelirken ümidin tarumar olunmasından sonra sıradan insana ne kalır ki! Her şekilde ezber edilmiş bir yıkıcılık, tezgahta duraksamadan yeniden imal olunan nefret şablonu güncellenirken, ümidin delik deşik kılınmasına dair kimin ne kadar haberi vardır, farkındadır. Bitimsiz bir linç örgüsü üstünde, günbegün, anbean belli başlı ve hiç bitimsiz hedef kılma hallerinin ortasında nasıl bir ülkedeyiz bunun “korkunç” gerçekliğine ayabiliyor musunuz? Neredeyse anlık olarak değişkenlik gösteren bir cerahat hal / istemi üstünden iktidarın / yancısı olagelen faşist partinin tahayyülleri doğrultusunda ve ol kenarda oyuna dahil olmayı bekleyen malum ırkçı / pan-türkist çetelerin refakatinde ve onama hallerinde derin / kalıcı bir ümit kırımı söz konusu olur.
Hiç kimselere ve fakat en çok da gayri kabul addedilene yer bırakmayan bir cerahat tüm bu menzildeki ümidin kırımının da müsebbibidir. Yönelimi, önce inkar, sonra tahrifat ve tahribat, daha sonra da çürümenin esef çeşidini var ederek kuran / yönlendiren bir menzil ya da sahada olmakta olan cürmün doğrudan yıkımı var etmesidir. Umudun zerresinin hiç kılındığı bir zeminin gerçekliğidir mesel. Bir kere daha tözün, fikrin, zorbalıkla eylenenle ezilmesinin meseli karşımıza çıkartılır. Dört bir yanda sadece düşmanların olduğu sanrısı ile çıkagelen yepyeni neo-faşist akımların sunduğu perspektifte hayat “öteki” ilan edilene zor kılınır. Umudun paçavraya dönüştürülmesi gailesinde atılan her adım bir sonrasının da zeminini kurar. Kötülüğü norm bilenlerin elinde bu ülkedeki Kürdün de Ermeni’nin de, Süryani’nin, Yahudi ve Rum’un da hakları talan edilir. Onlar gibi Ezidiler, Mıhellemi ve Arapların yekunuyla, Keldani ve Kıptiler için de arasız / fasılasız bu önyargı şablonları devreye konulur. Mesel ezberleri yeniden bildirirken gündelik bir linç ihtiyacını karşılama, bunca burnu çamurda kalakalmış, dibine kadar her şekilde batağa saplanmış bir sahneyi perdeleyebilmek için hamleler var edilir. Kötülüğü bir kere serencam eyledik mi gerisi de çorap söküğü gibi gelecektir anlayışının elinde her gün birisinin hedefe alınıp köşeye kıstırıldığı bir “özgürlükler” ülkesi imal olunur.
Kınalıada’da yetmiş dört yaşındaki Garo Kaprielyan bir saldırıya hedef kılınır. Sokak ortasında basitçe bir uyarının yanıtını “küfürle” süslenmiş bir darp çabası ele alır. Ermeni’ye haddi yine bildirilmiştir. Sonrasının akıbetini Agos Gazetesinden aktaralım: “Garo Kaprielyan’ın kızı Lerna Kapriyelyan, saldırının ardından Facebook hesabından bir açıklama yayınladı. Kaprielyan, olayın bir nefret saldırısı olduğunu belirtti. Lerna Kapriyelyan şu ifadeleri kullandı:
“Babam Garo Kapriyelyan'a Kınalıada'da Seç Marketʼin işletmecisi tarafından uygulanan sözlü ve fiziksel şiddeti kınıyorum. Doğma büyüme adalı, toplumun sevilen, sayılan bireylerinden, 78 yaşındaki babam, esnafın kanun dışı kaldırım işgalinde olduğunu belirtip, belediyeden kaldırımların düzenlenmesi hususunda yardım istediği için sırtından saldırıya uğrayarak darp edildi, etnik kimliği üzerinden hakarete maruz kaldı ve tehdit edildi. Pek çok parti, sivil toplum örgütü, dernek, kurum ve kuruluşlardan market veya belediye binası önünde toplanıp protesto etme çağrısı geliyor, bizden izin isteniyor. Biz ailecek buna karşıyız. Adada arbede, halkla esnafın birbirine düşmesi, ayrımcılık ve gerginlik isteyeceğimiz son şey. Bizden ekmek yiyip geçinenlerin sergilediği derebeyi tavırlarına ve nefret söylemlerine verilebilecek en naif ve bize yakışan cevabın boykot olduğunu düşünüyoruz.”
Lerna Kapriyelyan şöyle devam etti:
“O market işletmecisinin gösterdiği tavır sadece babama değil. Kişisel bir husumetleri yok. Ben ise düne kadar 'Lerna Abla' diye etrafımda koşturdukları en iyi müşterilerindendim. İşgal ettiği alanlara söz edecek kim olursa olsun aynı tavrı göstereceklerini biliyoruz.”
Lerna Kapriyelyan “ Biz azınlıklar tarih boyunca yaşananlar sebebiyle ürkek güvercinler gibiyiz. Geçmiş olsun dileklerini ileten çoğu kişinin tavsiyesi 'Sakın şikayetçi olmayın, bunlardan korkulur' yönünde. Lakin unutmamak lazım ki, bu saldırı, ayrımcı, aşağılayıcı etnik köken söylemleri içermekle birlikte, etnik köken gözetmeden, kibar, edepli her adalı bireyin, kökeni ne olursa olsun maruz kalacağı durumdur. Bugün bu duruma tepkisiz kalındığında, yarın devamı gelecektir. Babamın kökenine edilen hakaret ise, gasp edilen alanla ilgili darp edilirken, şahsın içinden kopan, bastırılmış nefrettir” ifadelerini kullandı.
Lerna Kapriyelyan şöyle devam etti: “Unutmamak lazım ki, babam yerde kanlar içinde yatıp 'Polis çağırın' diye seslendiğinde, oradaki tüm esnaf birbirini kollayıp polisi aramamıştır. Polisi kırık parmağı, yarılmış dikiş atılan parmağı, yarılıp kanlar akan burnu yüzünden gözleri kısmi görür halde babam can havliyle kendi aramıştır. Esnaf sadece ambulansı arayıp polisi aramayarak 'Yaşamana izin veririz ama susup oturacaksın, hakkını aramana hayır' mesajı verip 78 yaşındaki yaşlı adama sahip çıkmamıştır. Farkında olunması gereken en önemli husus budur” dedi.
Lerna Kapriyelyan “Kadasetli patrik hazretlerimiz bizzat gelerek üzüntülerini dile getirdi. Sayın belediye başkanımız bizzat gelerek hem konunun takipçisi olacağını söyledi hem de marketin dışarıdan, sokaktan görülemeyen arka bahçe işgalini de gözleriyle gördü. Şimdi çok önemli bir soru geliyor akla. Bir holding ve toptan markanın bayii olan bu market, yarın işsiz kalıp indirim uyguladığında ne olacak? Veya göstermelik personel değişimi olursa ne olacak? Hepimiz koşarak alışverişe mi gideceğiz, omurgalı bir duruş sergilemeye devam mi edeceğiz? Seçimlerimiz kaderimizdir.”
Marketin avukatları: Irkçı saik yoktu
Seç Market’in sahibi Erdal Şara’nın avukatları Bedirhan Güven ve Nur Aslı Savcı, basında ve sosyal medyada çıkan haber ve paylaşımlara ilişkin Agos’a açıklama gönderdi. Avukatlar, saldırının ırkçı bir saikle gerçekleşmediğini ifade ederken, Şara’nın Ermeni kimliğine yönelik nefret söylemi sarf etmediğini belirttiler. Açıklama şöyle:
“Öncelikle ve özellikle belirtmek isteriz ki olay, yaygın basın ve sosyal medyaya yansıdığı şekilde gerçekleşmemiştir. Olaydan sonra gerek yargıya intikal etmiş olan dosya gerekse de Kınalıada'da yaptığımız araştırma ve incelemelerde bahse konu olayın adî bir vaka olduğu, ırkçı saikle gerçekleşen bir olay olmadığını ifade etmek isteriz. Her ne kadar tasvip etmesek de tartışmaya konu olay basit bir komşuluk ilişkisinden kaynaklı anlaşmazlıktır. Bu anlaşmazlık müvekkil şirketin işlettiği marketin yan binasında oturan Garo Kaprielyan isimli komşu ile şirket sahibi Erdal Şara arasında yaşanan basit bir tartışma olup olay günü kendileri hakkında sürekli belediyeye şikayette bulunan bina girişi ayrı olan komşusuna "Neden sürekli bizi şikayet ediyorsun başka marketler de aynı şekilde mal indiriyor, bizim işimizin doğası bu A 101 market de bu şekilde yanımızdaki market de bu şekilde." diyerek sitem etmiş ve istemsiz bir şekilde itmiştir, her iki eli dolu olan Garo Kaprielyan bu itme sonucu yere düşmüş ve yara almıştır.
Müvekkilim şirket, şirket sahibi ve çalışanlarını zan altında bırakarak yaşlı bir kimseyi darp ettikleri, küfür ve hakaret ettikleri komşu esnafın ise polisi aramadığı, ırkçılık yaptıkları, toplumu kin ve nefrete sürükledikleri yönündeki tüm iddialar asılsız olup olayı bu yöne sürüklemek tamamen iftiradır. Toplumu kamplaştırma ve ayrıştırma uğraşıdır. Bu uğraş beyhudedir. Özelde Kınalıada genelde tüm ülke sathında ırk, dil, din ve renk ayrımı yapmadan toplum bir arada yaşamakta olup Kınalıada mahallesi de bunun en güzel örneğini teşkil etmiş ve edecektir. İstem dışı gelişen bu olayda müvekkilin bir etnik grubu kast ederek küfür ettiği şeklindeki söylem tamamen gerçek dışıdır.
Olay günü olay yerinde olan tüm tanıklar böyle bir söylemin olmadığını beyan etmişlerdir.
Müvekkil, 2009 yılından beri kınalı adada işletmeci olarak sevilen sayılan bir esnaftır. Toplumun her kesimi ile diyalog içinde faaliyet yürütmektedir. Böyle bir olayla müvekkilim adının anılmasından dolayı üzüntü ve elem içindedir. Atılan bu iftiralar sonrası müvekkili ve iş yerini boykot etmeye yönelik çağrılar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, Anayasaya Çalışma hakkı ve hürriyetine ve meri mevzuata aykırıdır.”
“Özür dileriz”
Avukatlar açıklamaya şöyle devam etti: “Gerçekleşmesini istemediğimiz bu nahoş olaydan dolayı müvekkilim kendisinden yaşça büyük olan Garo Kaprielyan ve ailesinden ve tüm ada halkından özür dilemektedir. Müvekkilim, Garo Bey'e ırkçı saik güderek herhangi bir sözlü şiddet uygulamadığı gibi fiziksel şiddet de uygulamamıştır. Müvekkilin yaralama kastı yoktur, basına ve adliyeye yansıyan olay yerini gösterir kamera kayıtlarında görüldüğü üzere Garo Kaprielyan elindeki poşetler sebebiyle dengesini kaybederek düşmüş ve bu düşme sonucu yara almıştır ne müvekkil Erdal bey ne de hiçbir market çalışanı kendisine sonrasında bir eylemde bulunmamış aksine hemen müdahale ederek yerinden kaldırmışlar iş yerinden buz getirerek acil müdahalede bulunmuşlardır. Garo Kaprielyan'ın verdiği demeçler ile olay yerinde olmayıp görgü ve bilgisi olmayan kişilerin olayı çarpıtan anlatımları olayı farklı yöne çekmiş kendisine ırkçı söylemle küfür edildiğini belirtmiş buradan mağduriyet devşirmeye uğraşmış ve bazı kişiler ise işi hakarete ve boykota kadar götürmüşlerdir. Basına yansıyan fotoğraflarda görüleceği üzere tüm kolu sargılı bir şekilde fotoğraflar paylaşarak müvekkili zan altında bırakmış ve iddiayı aşan iftiralarından dolayı müvekkili zor duruma düşürerek böyle bir töhmet altında bırakmışlardır. Ancak müvekkilim atılan iftiradan dolayı yıllarca birlikte olduğu ve her türlü insani paylaşım ile komşuluk ilişkisi içinde olduğu komşularına karşı mahcup olmuş, itibar ile gelir kaybı yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir. Bu ırkçı iftirayı atan, yayan kişiler hakkında cezai ve hukuki şikayet ve talep haklarımızı saklı tutuyoruz. Ayrıca Seç Market markasına da bu iftira nedeniyle yapılan ticari saldırıyı kabul etmiyor, dava ve şikayet hakkımızı da saklı tutuyoruz.
Müvekkil böyle bir olayla anılmanın üzüntüsü içerisindedir atılan iftirayı kabul etmemekte bu hususta da dava ve şikayet hakkını saklı tutup maddi ve manevi zararının tazmini yoluna gidileceğini saygılarımızla bilvekale kamuoyuna bildiririz.”
Yaşanan ümit kırımının tüm yüzeyleri noktasına virgülüne yukarıdaki gibi birbirini teyit eder bir halden uzakta, olabildiğince yalın bir biçimde “inkarla”, “örtbas” etmeyi beraberinde getirir. “A. koyduğu Ermenisi” küfrü ile haklılığını bir insanı itekleyerek, öyle ya da böyle darp etmeyi kendine hak gören bir temsilin, bıçaksırtı bir halde yaşamaya devam eden Kınalıada’daki bir avuç Ermeni’ye yönelik gözdağı bir de böylesi bir tahayyülle var edilir. Malum ırkçı hizbin, daha sonrasında pıtrak gibi çoğalan tüm ol zafer-vatan-millet bilmem kimler partileri diye çıkagelen memleketinde “mültecilere ve gayrimüslimlere” yer olmadığını deklare eden sistem aparatı, kullanışlı “neo-naziler” için de boy göstermesi sahnelerinden birisi haline dönüştürülen bir sahnede “saldırı” öyle ya da böyle doğrudan bir müdahaleyle baş başa kalan “Ermeni’nin” halini de açığa düşürür. Her zamankinden açık bir biçimde müdahaleler, daha yeni bir eski belediye başkanı nam zatın 1914 nüfus sayımını projeksiyona baz alıp, veri setini güncelleyerek şu cümleyi kurabildiği bir zemindeyiz halen: “Şu an Türkiye de 15.554.847 Rum, Ermeni ve Yahudi var...” Kekremsi değil, laf kalabalığı değil doğrudan soy kodu fişlemelerinden sokaktaki ol ayrımcılığa, gündelik yaşamın ortasında şıp diye bitiveren bir nefret temsiliyetine ve daha yakın zamanlı Samatya’daki bir kadının canının alınmasından, askerde bir Nisan 24 günü “şakacıktan” katledilen Sevag Şahin Balıkçı’ya, pek çok kere tecrübe ettirildiğimiz o yıkıcılığın belki de en görünür yüzü, Ocak 19, 2007 Hrant Dink cinayetine benzeş ve bariz bir örnek kılınan bir tehdit / sindirme / yok etme ve en basitinden korkuyu diri tutma hallerinin ortasında kim nereye varabilecektir. Böyle bir ülkede hayatın ümidi söz konusu hiç edilebilir mi, kalır mı?
Tumblr media
Tek bir örnekte görülebileceği gibi, Armine Harutyunyan’a yapılan göndermeyle Ermeni’nin haddi bir kere daha bildirildiği var edilir. Ucundan kıyısından değil doğrudan Anadolu’nun bugün çorak, çukur, çürük bir zemine evriminin en son halkalarından birisi olagelen o nefret 1915’ten bu yana hiçbir hakkı tanzim etmiyor. Bu şerefli topraklarda Ermeni’nin zerre hakkı yoktur, bu topraklar Türkündür diye bahse giren kurucu temsilin var ettiği o ilk nokta atışı hedef almadan bu yana, her günün apayrı cerahate kurban edildiği bir menzil gerçekliğine kavuşturulur. Kin, nefret ve ayrımcılığın salt Ermeni’ye yönelik olduğunu varsayanlar için, sadece bu hali bildirdiğimizi ima edenler için, Bakur Kürdistan’ında yaşanan hak gasplarından, ol 2015 karanlığında var edilen kıyıcı günlerde günlerce buzdolaplarında saklanan insandan, sokak ortasında can veren sivillerin ta kendisinden, çoluk çocuğun terörist kılınabilmesinin yarattığı uçurumlardan örnekleri görebilecektir. Kendi hallerinde yaşayan Diril ailesinin başına getirilen yeterince kötülük değil midir misal. İstanbul’un çeperindeki Roman yurttaşların mahallesini haberleştirirken fuhuş / uyuşturucu ekseninden bunlar da böyle diye başlık atılabilen bir menzilde gerçeklikten kopuşun ol tiradı ne olacaktır, sahi kim hesabını verecektir! Tümüyle salt bir kimliği değil en başta o Türk’ün ta kendisine zararı dokunan, ona da bir yaşatan menzil bırakmayan bir sahnenin o utancı ne olacaktır. Günbegün dibine ta dibine çekildiğimiz karanlığın, cehennemin bir başka suretine dönüştürülen şu menzilin utanç dolu güncesini, kötülükle meshedilmiş tüm o kapkaranlık hallerini görmek, sorgulamak, yeter diyebilmek ne zamandır. Ümidin zerre-i miskali kalabildiyse şayet, insan için... insan.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: History Otherwise: Ottoman Socialist Hilmi and Ottoman Women’s Rights Defender Nuriye - Ahmet ÖĞÜT
Meramda Paylaşılan Haber
Kınalıada'daki Saldırı: Lerna Kapriyelyan ve Market Avukatlarından Açıklamalar
https://www.agos.com.tr/tr/yazi/30775/kinaliada-daki-saldiri-lerna-kapriyelyan-ve-market-avukatlarindan-aciklamalar
0 notes
seslimeram · 6 years
Text
Şiddet / Nefret / Kötülük
Tumblr media
Süreğen eksiltmelerin sofrasında bir Türkiye gerçekliği bina olunuyor. Her gün bir kez daha ama son kez değil bitimsiz bir irinle mesh ediliyor koca menzil. Var edilmiş olanın hali, gidilmek istenenin yönü içler acısıyken onca barizken olan biten hala güncellenmeye çalışılıyor hayata karşıtlık. Dile getirilen ve yapılandırılmaya çalışılanlar neden bir yerden ya da ülkeden değil de bariz bir çukurda tıkılı kaldığımızı göstere geliyor. Beşeri için iş bu coğrafyanın cehennemî hali mütemadiyen yineleniyor. Unutturulmaya yüz tutsa da bir ara var edilen, yeniden görünür kılınan ve illa ki yaşatılan bir deneyim kılınıyor bu bahis.
Geleceğin bir şimdi içerisinde dönüşümü ve mutlak, kati / kesintisiz çürütülmesi yaratılan cehennemi hali her yere taşıyor. İnsana değerin verilmediği bir saha laf değil bugünlerde hakikat kılınıyor. Tanzim satış kuyruklarından, iskeledeki kuyruklara, Marmaray’daki ol kaostan, adliyelerin tıka basa dolu olup hiçbir işlev barındırmamasına hep birlikte, daima bütünlüklü, devamlılığı olan bir şablonla yaşatan değil çürüten bir saha var edilmektedir.
Neoliberal politikaların pençesine rehin edilmiş bir ülkenin profilini görmek mümkündür. Süreğen eksiltmelerin bağında hayat hakkı telef edilmektedir. Hayatın behemehal her bir varlık / birey için yegane bir deneyim ve kişiye özgü olduğu unutturulur. Basitçe yap boz olmayan hayat mefhumu bir oradan bir burada saldırılarak derdest edilmeye çalışılır. Tüm o müştereklerimiz talan edilirken, bireylerin hak ve hukukları çöp kılınırken, yeni zümre ve cemaatler yaratılırken, eski devletin gelenekleri diriltilirken yaşatmazlık bahsi lafta değil doğrudan bir hakikat kılınır.  
Cerahatin varlığında irinle dolmuş bir sahadan sesleniyoruz; imdat! Alarm işareti, emare ve durumu çoktan aşılmış kritik yıkımların gündelik kırımların, anlık çökertme hallerinin güncelliğinde ilerliyoruz. İmdat meseli bunu bildirmek için bir ünlemeden süreğen kılınan ol devletli şablonu hayatlarımızı derdest ederken bir sonraki yıkım halini de gösterendir. Biteviye gittiğimiz yolu bildirmeye çalışıyoruz, avaz avaz. Lemkin, Foucault gibi devletle insan, makine, mekanizma gibi bir dolu başlıkta irdeleyip sorguladıkları biyopolitika edimi bu sahnenin her günündedir işte.
Tahakküm veçheleri sıradana / insana karşıtlığın menzilini belirler. Sıradan olanın kapana kıstırıldığı, bir zamanlar sıradan olduklarını unutanların gücü ele geçirdiklerinde var ettiklerinin her nasıl, her en için facia olduğunun kanıtlanmasıdır mesele. Çürüten, daimi bir yıkım hali içinde yeni Türkiye bina olunuyor. Gelenekselleştirilmiş kodlarla, yeniden ve yeniden var edilmiş olan cerahatin ortaklığında bir menzilde hayat istenci per perişan olunuyor, iyi de nereye kadar? Bir yap boz gibi dün öyle, bugün böyle oradan buraya bir de şuradan oraya kadar mütemadiyen yeni hamleler var edilirken ol sıradan için “hayat” salt sınavlardan ibaret bir mefhum kılınır.
Menzilin geleceği tüm bu şimdinin içerisinde o biyopolitik cerahatin hamlelerinin insafına terk olunur. Yaşayabilme gailesinin karşısına kurulmuş olan her set bir biçimde bu sınırlandırmayı beraberinde getirir. İnsancıl bir yaşam tahayyülü, müştereklerimizin bu sahada muhafazası, güvenli bir gelecek söz konusu ettirilmeyendir apaçık bir biçimde. Şimdi ve şu anın içerisinde geleceğin çürütülmesi bahsi hakikat kılınmaktadır. Süreğen ola gelen yıkımın sofrasında gelecek artık alenen tırpanlanandır.
Yaralarıyla bir başına koyulan insanlık gerçektir. Beşeri için onun namına atılan her yeni hamle, tahayyül bir biçimde yaşama eylemini gölgelemektedir. Muktedir kendisinden olmayana hep bu bahis üstünden güncellene gelen bir eylem bütünlüğüyle saldırmaktadır. Süreğen eksiltmelerin sofrasında Türkiye’nin yenisi, yeni gerçekliğini bina ediyor. Baş Amir tarafından suflesi verilen, İçişleri Bakanı sayesinde tescil olunan cerahat artık gündelik bir mesel kılınıyor. Yallah Kürdistan’a çıkışının hemen ardından inlerine giriyor, nefes aldırmıyoruz bahisleri gibi, siyasetin bir adap / edepten yoksunluğu faş olunur.
Amerika’nın Sesi’nden aktaralım: “Seçimin Kürtler için de beka sorunu olduğunu vurgulayan Erdoğan, ”Biz Kürt kardeşlerimizin ne Irak'ta, ne Suriye'de, ne de başka bir yerde, emperyalistlerin planlarına alet olmamaları için mücadele ediyoruz. Buna karşılık onlar ısrarla Kürt kardeşlerimize canlarını ve geleceklerini pazarlık aracı olarak kullanıyorlar. Biz işte bu oyunu bozuyoruz. Bu seçim en çok da Kürt kardeşlerimiz için beka meselesidir. Kürt kardeşlerimizin eskiden beri birçok sıkıntıları yok muydu? Ama Türkiye'de her etnik unsurun kendine göre bir sorunu vardı. Hepsini aştık. AK Parti döneminde kazanılan hak ve özgürlükler hiçbir dönemde oldu mu? Bu ülkede Kürt kardeşlerimin hakkını, hukukunu, kültürünü onurunu korumak için gerçekten devrim niteliğinde işler yapan, risk alan varsa, biz olduk” şeklinde konuştu.”
Kürd kardeşlerim bahsini açarken bir yandan da altı milyon civarından insanın oyunu alan bir siyasi partiyi hedef almaktan kaçınmaz baş amir. Çürümüşlüğün ortasında mezhebince ırkçılık daha iki gün önce edilen yallah sözü akıllardayken, Müjdat Can ile Fazıl Elçi’nin Evrensel’deki haberi çıkagelir. “Kim kimi nereye gönderiyor” diyen Atilla Bilen, böyle bir dilin tehlikeli olduğunu söyledi. Bilen, “Burası bizim ülkemiz ve hiçbir yere gitmiyoruz. Soyağacına bakıldığında biz Erdoğan’dan daha önce bu ülkedeydik. Bu ülkenin asıl sahibi biziz. Erdoğan işine gelmeyen hesaplar yapıyor, hesapları tutmayınca da birilerini dışarıya göndermekle tehdit ediyor. Böyle bir dava, böyle bir dünya yok. Bu söylemleri iyice köşeye sıkışmışlığa yormak lazım” dedi.
Yurttaşlardan Abdurrahman Kazar ise, Erdoğan’ın söylemlerine tepki göstererek, “Ben alnım açık, başım dik bir şekilde oyumu HDP’ye veriyorum” dedi.
Adil Enücür adlı yurttaş ise, Erdoğan’ın söylemine, “Bu memleket bizim istiyorsa Erdoğan kendisi gitsin. Burası bizim ülkemiz ve bu ülkede yaşamaya devam edeceğiz. HDP’liler bu halkın bu devletin bireyleridir. Erdoğan’ın bu söylemi yanlıştır. Bu ülkede Kürtler kendi haklarının mücadelesini veriyor ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Erdoğan’a en iyi cevabı 31 Mart’ta vereceğiz. Vicdanı olan herkesin de bu söylemleri görerek ona gereken cevabı vermesi gerekiyor” dedi.
Hacı Özdemir adlı yurttaş ise, “Bu ülke sadece Erdoğan’ın değildir. Bu ülke sadece HDP’lilerin de değil. Bu ülke Türklerin, Kürtlerin, Lazların, Ermenilerin, Çerkeslerin de ülkesidir. Bu ülke herkese yeterken birilerini bu ülkeden kovmak gibi söylemler kullanmak yanlıştır. Biz bu ülke için bedeller verdik” diye konuştu.”
Eksiltmelerin mütemadiyen güncellendiği bir sahada hayat istencinin yerle bir olunması haline seslenişler paylaşılarak dur denilir. Hiçbir fecaati kafi görmeyen devletli, kırımları ve kırılmaları yeniden var etmenin telaşesindedir. Biteviye kılınan, ortak icra olunanın bir musibetler toplamı olması artık daha da belirgindir. Sorumluların, sorumluluklarını bariz bir biçimde, bir kenara terk edip bildikleri en bezirgan en bet hallerle savundukları yerde, hayat istenci de açıktan yıkılmaktadır.
Dün, bugün ve yarın bu ahvalde işte bu düzeneğin devamlılığında bir ülkenin yönelimi giderek daha karanlığı göstere gelmektedir. Yaşamlar bağlar kopartıldıkça insani olan unutturuldukça, dehşet kanıksattırılıp, nefrete olur verildikçe menzil yaşatan değil artık tüketen kılındıkça bu bahis daha da kuvvetlenir. On yedinci yılındaki ol meşum iktidarın bugün onca açığına rağmen hala orada yöneten olmasının devamlılığı bu katran karasını güncelleyerek söz konusu olur.
Ses eden, sorgulayan kalmadıkça bir devamlılık halinde süreğen kılınan tahakküm halinin ve hamlelerin yekunu o iktidarı bugüne taşır. Düz anlam, bir cerahat sarmalının güncelliği söz konusudur. Her gün yeniden biçimlendirilen, uygun görülüp karar kılınan ve illa ki bir biçimde var edilen eylemlilik bu hali günceller. İçinde kalakaldığımız düzlemin yön ve istikamet olguları böyle parçalanır. Bir şimdiye mahkum, devletlinin hemen her tülrü itiraza feci bir şablonla, darbeciler geliyor diye yaygara yaparak karşıladığı yerde asıl olan çürümüş hayatlarımızın halidir.
Tumblr media
Onlar kendilerini muhafaza ederken biz sıradan olanlar, bizlerin hali nice olacaktır her ne! Bir Türkiye gerçeği bina olunuyor. Her yanından sapır sapır dökülen bir menzilin “yeni” diye yutturulması güncelleniyor. Hayat bu profilde hiç kılınıyor, hiçleştiriliyor. Sıradanlar için, dün o, bu, şu bugün berikiler arasında seçilenler hedefe koyuluyor. İyi de yol her nereye! 8 Mart gecesi Amed’de HDP İl Binası’na polis saldırısı gerçekleştirilir. Bütün ol kardeş söyleminin nasıl kadük kılındığı, amir başka şey bildirirken, içişleri bakanının tam gaz nefret söylemini sürdürdüğü yerde, yasal bir hak olan “tecride” karşı ses etme, açlık grevi ile olanı biteni anlatmaya karşılık, darpla, vekillere doğrultulan silahlarla çıkagelir.
Artı Gerçek’ten artık gerçek kılınanı bir kez daha iliştirelim: Milletvekili Musa Farisoğulları konuşur: "Dün akşam 9 (saat 21:00) sıralarında binlerce güçle partimiz kuşatıldı, bütün ikazlarımıza rağmen, yasal siyasal bir kurum olan partimizi her gün elinizi kolunuzu sallayarak gelip basamazsınız. Bu hukuksuzluktur, bu kabul edilemez. Adeta bizi burada linç ettiler. Açık söylüyorum, açık ifade ediyorum; bizi katletmek için gelmişlerdi. Bunu bütün dünya kamuoyu bilmelidir. Bu kadar kin ve nefretle bir kitlesel katliam ile karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Artık kolluk kuvvetlerinin keyfi muamelesi gibi bir değerlendirmeyi kabul etmiyoruz. Bizi, bu halkın iradesiyle seçilen vekilleri, linç ettiler dün akşam. Burada parti yöneticilerimiz bütün herkes adeta bir katliam ile karşı karşıya kaldı. İçeri adeta bir Moğol istilası gibi açlık grevinde oturan eylemcileri bu kararlılığı gösteren arkadaşları yaka paça alıp götürdüler.
Şimdi böyle hukuksuzluk böyle adaletsizlik olur mu? Birileri de çıkıp bizi ülkemizden kovmaya çalışıyor. Sanki biz yeni gelmişiz, buranın sahibi değilmişiz gibi. Bir başkası da diyor ben talimat vermişim öldürmek de dahil. Şimdi böyle devlet böyle mekanizma olmaz. Kürt halkının kırımı kime ne fayda sağlar? Türk halkına hiçbir fayda sağlamıyor. Türk halkı bu yaklaşım içinde değil buna inanmıyoruz. Bizi böyle bir katliama tabii tutma yaklaşımları var. Bütün basın bunu bilmelidir. Dün gece uzun namlulu silahlarla partini içine girildi kar maskeliler, robokoplar. Böyle olmaz. ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Bu açıdan biz bu tutumu bu antidemokratik uygulamaları kınıyoruz. Bütün basın emekçileri bunu bütün dünya kamuoyuna duyurmalıdır. Bizim temel amacımız demokratik bir ülkeyi yaratmaktır. Bizim amacımız ayrımcılığı körüklemek değil, bizim amacımız birilerinin dediği gibi Türkiye’yi kamplara, bölgeler bölmek değil. Hepimizin tarihi bellidir. Nerede konuşuyorlarsa, bizi terörist ilan ediyorlar. Taleplerimiz için bu canlarımız için bu mücadelemiz. Bu yaklaşım ve tutumu kınıyoruz ve bu gözaltında olan arkadaşlarımız serbest bırakılmadığı sürece mücadelemiz ve direnişimiz devam edeceğiz. Direnişimiz devam edecek. Bu gayrı hukuki tutumu asla kabul etmiyoruz. Bu hukuksuzluktur, antidemokratik bir uygulamadır. Kürtlere karşı derin düşmanlığın ifadesidir.”    
Hukukun guguk kılındığı, çoklarının özellikle de iktidarın dilinde yerleşmiş olan eşitiz ne de güzel birlikte ülkeyiz şablonunun nasıl da kof bir tanımlama olduğu meydana çıkandır. Bir asır öncesinin vahamet sarmalına yollanmak istenen ülke bu kadar barizdir. Ülke var mıdır, kalmış mıdır o da Musa Farisoğulları’nın değerlendirmesinden az ya da çok karşınıza çıkacaktır. Böylesi bir sığlığın sofrasında, bunca garabetlik var edilirken, çürüme artık kapı eşiğinden içeriye her gün boca edilirken, ırkçılık ve nefret şeklen bile değil sahiden hissedilerek var olsun diye dört dolanılırken, ötekiler, en başta da Kürd’ler nasıl inansın böylesi bir karanlıktan bir ehven çıkacağına, nasıl...
8 Mart Feminist Kadın Yürüyüşü ardından çıkagelen bir şayia ezan sesinin ıslıklarla birlikte protesto edildiği rivayetidir. Bu yukarıdaki Kürd nefretinin, ırkçılığının kadına yönelik bir şiddet sarmalı olarak güncellenmesi, o gece biber gazı, cop ve eğitilmiş (zorla alıkonulmuş) köpeklerle var edilmemiş gibi bir de dini kullanarak yapılır. Az aşağıdaki iki iri örnek bu menzilin halini gösterir. Bu bahislerin verdiği yolla kendilerine görev verildiğini zanneden bir avuç paramiliter pazar gecesi Taksim ve civarında “tekbirler” atarak, galeyana getirildikleri kitlelerin canını yakabilmek için provokasyon girişiminde bulunurlar. Baş Amir ve beraberindeki AKP-MHP şebekesi bu halleri tabi ki görmezden gelip, yangına benzin ile giden açıklamalarına devam etmektedir. İyi de ortada ezana ya da dini herhangi bir motife protesto gibi bir durum söz konusu değildir. Yalanların iktidarı, yalancılığın muktediri olan düzenin sahipleri kendi bildiklerini eylemeye devam ederler. Burası sahiden bir ülke midir? Can Soyer’in yazdığı birkaç satır, bu bahsin her nereye doğru yollandığını, ülkenin halini de ifşa eder: Komünistler camiyi ateşe verdi: Çorum Katliamı, “Aleviler Sünnilere karşı silahlandı”: Maraş Katliamı, “Aziz Nesin Müslümanlarla dalga geçiyor”: Sivas Katliamı, “Ezanı protesto ettiler”:...
“Akp sözcüsü Çelik Çomak Efendi! Bu yürüyüşü organize edenler ‘bizim kastımız yoktu’ diye açıklama yaptılar. Biz görüntüleri inceledik, kapsamlı bir sosyal medya araştırması da yaptırdım. Yürüyüşe katılıp da burada bulunanların daha sonra bu konuyla ilgili bahsettiğiniz tweetlerinin, açıklamalarını da analiz ettirdik. Bahsettiğiniz şekilde açıklama var. Onun dışında çok sayıda açıklamada da; kendilerinin ezanı protesto ettiklerini ve orada bulunurken de, burada ifade etmek istemediğim; ezanla da hesaplaşma içinde olduğuna dair, onları da incelediğinizde yürüyüş de bunu yaptık diyenlerin hesabını incelediğinizde böyle bir durum çıkıyor…
Orada bir ezan protestosu yapılmıştır. Yürüyüş komitesindeki şahıslar biz yapmadık diyorlar… Tabi ki vatandaşımız hassasiyet göstermektedir. Millet olma hassasiyetinin bir gereğidir. Ezan-ı Muhammedi konusunda milletimizin hassasiyeti onu millet yapan unsurların başında gelmektedir.”
Baş Amir Colemerg’te yaptığı mitingde konuşur: “İstanbul’un göbeğinde ezan düşmanlığı, ahlak düşmanlığı yapan edepsizlere Hakkari’nin artık yeter demesini bekliyorum. Ezanı yuhlayan, ıslıklayan, düdük sesiyle bastırmaya çalışan, edepsiz pankartlarıyla, sloganlarıyla saygısızlıkta sınır tanımayan o güruhun arkasında kim var? CHP. Kim var? HDP. Önce kendi değerlerimize saygı gösterilmesi gerekiyor. Ezanımıza, bayrağımıza saygı göstermeyene, kimse kusura bakmasın, biz saygı da duymayız fırsat da vermeyiz. Ezanlarımızın ebediyen okunmasına kimse engel olamayacaktır. Ezana düşmanlık eden bu ülkenin ve milletin tüm değerlerine de düşman demektir.”
Din gibi bir mefhumu siyaset sahnesinde ayrımcılık için kullanır, toplumsal müşterekleri bir daha geri dönülmeyecek bir biçimde bozmaya kalkarsanız sonuç Pazar gecesindeki gibi kalkışmalar olur. Altı ve yedi Eylül'ü yaşadı bu topraklar. Daha kaç pogrom, daha kaç yürek çarpıntısı diye yaza durmuştuk Twitter’da. Bugün şu raddede, bu istikamette bir hayat emaresine yer bıraktırmamama hali ve çabası güncelleniyor. Dahası birkaç hafta önce Balat’taki Ermeni Kilisesi’nin kapısına yazılamalar yapılırken, bu topraklarda yaşam çabasına düşmüş olanlara gözdağı verilirken susanlar, olmayan bir protesto ediminden bile kendilerine pay çıkartıp, mağdurun alası öyle olunmaz böyle olunur yapıyorlar.
Cerahat keskinleştirilirken, kan aksın diye söze başlayanların günbegün yaptıkları şeyin adı bellidir, provokasyon. Geçmişi ve şimdisi bir kırımlar, katliamlar, pogrom sahnesi olan bir menzilde yaşama hiçbir zaman yer verilmeyecek midir? Dile getirilen ve yapılandırılmaya çalışılanlar neden bir yerden ya da ülkeden değil de bariz bir çukurda tıkılı kaldığımızı göstere geliyor. Beşeri için iş bu coğrafyanın cehennemî hali mütemadiyen yineleniyor. Unutturulmaya yüz tutsa da bir ara var edilen, yeniden görünür kılınan ve illa ki yaşatılan bir deneyim kılınıyor bu bahis. Çürümeyi var eden aklın, devlet ve yöneten katının var ettiği, yol verdiği şiddet / nefret / kötülük üçlüsü sabitken bu ülkede hayattan yana bahis açmayı imkansız kılıyor, anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller : Boris SVARTMAN v/ Shahidul News
1 note · View note
seslimeram · 6 years
Text
Nedir Yeni Ülke...
Tumblr media
Durağan değil tastamama süreğen kılınmış bir çürümenin varlığına şahitlik ediyoruz. Genel geçer değil doğrudan ve yalın, hemen hiç geleceğin bahsi olunmadan güncelliği sağlama alınan bir çürüme ile kuşatılıyoruz. Halin harap viraneliğini betimlemek için kelimelere artık hacet yoktur. Yaşadığımız her günün bilançosu bu meseli görünür kılandır. Yaşama edimine karşıt müdahaleler bu çürütme istencinin yönünü belirginleştiriyor. Hayat hakkı, insanlık hakkı, hak ve hukukun basit, yalın varlığı alenen yerle yeksan olunmaktadır. Yol nereyedir? Dün var edilen bugün güncellenen ve yarına devredilen yaralar bunca çok bu kadar sık iken hal nedir, yön nedir allasen?
Bütünleşik bir cerahat hali içindeyken her nasıl bir yön tayinine girişilebilir sahiden? Var edilmiş olan katran karası halin üstüne boca edilen ol kötülük süreğen bir çürüme halini güncellemekteyken sahiden yol nereyedir? Bugün yaşadığımız bu toprak parçası, onca cerahatin mirasçılığının yanında yenilerinin de tamamını yarına ulaştırma heveslilerinin nüfuzundadır / etkisindedir. Müesses nizamın dünü ile şimdisi bu bağlamda onca kavga dövüşe rağmen bütünleştirilendir ulu orta bir kez daha el sıkışandır.
Durağan değil süreğen olan çürüme o mutabakatla varlığına devam denilerek güne dahil olunur. Eski ülke, yeni denilenin omurgasındadır. Aynı gemi diye zikrolunan şablonu bu bariz ayrımcı, inkarcı ve zulmeden kümelerin birleşimi ile var edilen bir meseldir bir kez daha yineleyelim. Cerahat “vaat” olmaktan öteye taşınırken oluşturulan tüm o yıkım hali peyderpey çürümeyi bir icraat kabilinden halka paylaştırır. Yenisi elinden çıkma bu bahis bizatihi bir habis döngüdür. Yeni diye anılan eskinin birebir devamlılığına haiz kılınan bir fasit döngüdür. Sözün üstünü çizen, hayatta var olma gailesini parçalayan, engelleyen bir devinim meselidir anlatmak istediğimiz.
Durağan değil süreğen bir çürüme halinin her neye mahal verdiği artık kanıtlanmasına hiç hacet olmaksızın yaşanan gündedir. Gündelik dertlerin satır aralarına zerk edilmiş olan ol siyaset mühendisliği hayatlarımızı kesif kokuların yayıldığı bir çürümenin rehini kılmakta ve bunu sabitlemektedir. Bunca bariz ve bir o kadar kesintisiz bir biçimde yönelimi açıkta çürütme olan bir iklimin güncelliğidir sorun. Hayat janjanlı cümlelerin birbirine benzeş ol nutukların arasında lime lime olunandır. Bu menzildeki süreğen çürüme halini bildirenler vardır. Bir yaşam sahasının her neye dönüştüğünü örnekleyenler vardır. Biteviye kılınanı ol var edilmiş yıkıcı, öğütücü, sindirici hallerin bağrında nasıl bir menzilin yaratıldığına dair söz alanlar vardır.
Ahmet Şık, HDP İstanbul Milletvekilidir. Gazetecilik titrinin yanı sıra, sorguladığı hemen her meselde asıl meseli, sıradanın meramını bildiren bir insandır. Yargının bu menzilde her ne hale koyulduğunu göstermesi açısından 19 Şubat tarihli meclis konuşması da yine, yeniden bu minvalde değerlendirilmesi elzem olandır. Sesli Meram’da Ahmet Şık’ın iri puntolarla bildirdiğini aktaralım: “Günümüzün muktedirleri olan sizler, AKP adıyla yola çıktığınızda kendinizden olmayanların desteğini de almıştınız. O dönemin berbat hukukunun düzeltilerek çağdaşlarıyla eşit düzeye getirilip hukukun üstün olacağına olan inançla, hak etmediğiniz halde ülkenin demokratikleşmesi umudunun taşıyıcısı olarak sizleri görmek istediler. Sizlerden değillerdi ama sizleri de kendileri gibi, değişmesi gereken sistemin karşıtı olarak kodlayan bir liberal iyimserlik nedeniyle kandırılmaları zor olmadı.
Bu kandırılma ilişkisinde, kısa sürede iktidar ortağınız haline dönüşecek olan, şimdi FETÖ diye kodladığınız, bir dizi hukuksuzluğa birlikte imza attığınız suç ortağınız Gülen Cemaatinin katkısı da yadsınamaz. Cemaat sizi hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip, devleti tüm kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapan sizler, şimdi ise kandırıldığınıza” inanmamızı istiyorsunuz. Halbuki birlikte kandırmaya çalıştınız!
Tarihsel geçmişinizdeki husumetlere bakarak zoraki nikah diye tanımlayacağımız Cemaat ile olan birlikteliğiniz, mal paylaşımı nedeniyle 15 Temmuz kalkışmasına kadar uzanan çirkin bir boşanma süreciyle sonra erdi. 15 Temmuz sonrasında kadrolarının 1/3’ini ihraç edip bir çoğunu tutukladığınız yargıda, Cemaatten doğan boşluğu kendi kadrolarınızla doldurdunuz. Aslolan liyakat değil biat. Geçmişte Hocaefendi’ye secde edilirdi şimdi reis dediğiniz liderinize ediliyor. Bu yüzdendir ki, liyakatle sahip olunmayan makam ve mevkilerde oturanlar, var gücüyle adaletsizliğe tutunuyor. Hukuksuzluğa göz yumuyor. Hukuksuzluk üzerine kurulu bir düzenin suç ortağına dönüşüyor.
***
Doğrunun yanında duramıyor olabilirsiniz. Bir doğru da görmüyor olabilirsiniz. Fakat yanlışın, yalanın, riyanın yanında durmayın. Bilmelisiniz ki hakikati söylemenin gücü iktidara tapınmanın gücünden daha uzun sürer.
Siyasal tarih, hukuku nefretinin aracı haline getirerek yargı eliyle intikam almaya kalkışmayı diktatörlerin yöntemi olarak tarif ediyor. Güçlülerin hukukunun geçerli olduğu dikta rejimlerinde de adliyeler, adaleti yutan kara deliklere dönüşürler. Hal böyle iken güce sahip olanla, o güce biat edenlerin menfaatleri arasındaki dengenin toplamından da adalet çıkmaz.
Toplumun imkansız bütünlüğünü sağlayacak tek şey sıklıkla yaptığınız üzere sahte birlik/beraberlik söylemleri değil eşitlik, demokrasi ve barışla tesis edilmiş bir adaleti kalıcı ve yaygın kılmaktır. Bu da ancak hukukun üstünlüğüne inanan ve bu haliyle toplumun ona duyduğu inançtan beslenen en önemli güvence olan bir yargı ile olabilir.
Böyle gelmiş olabilir ama bilin ki böyle gitmez. Gitmemeli. Ancak mevcut tabloya bakarak ve bugün zulmedenlerin yarın nelerle karşılaşacağını öngörebilecek kadar deneyimimiz ve tarih bilgimize dayanarak söylüyoruz ki; her türlü hukuksuzluğunuzun örtüsü olan çoğunlukçuluğun verdiği yetkiyle böyle gitmesine karar verirseniz, bilin ki; hiç kimsenin garantisi yoktur. Reisiniz dahil sizin de.
Beni daha önce Cemaat’le birlikte Ergenekoncu diyerek tutuklatmıştınız. Son olarak da FETÖ’cü diyerek tutuklattınız. İstinaf Mahkemesi bugün, kendisi gibi tetikçilik görevi üstlenen ilk derece mahkemesini kararını onadı.
Bu karara diyeceğimi mahkemede söylemiştim tekrara gerek yok.
Ama yargının halini bir kez daha ortaya koyan bu karara söyleyeceğimizi, değişiklik yaparak Shakeaspeare’den bir alıntıyla bitireyim: “İn cin top oynuyor cehennemde/Tekmili birden yargıya doluşmuş iblislerin.”
Düzenin vaat olmaktan alıkoyduğu çürüme halinin her ne olduğu kendiliğinden ortaya dökülmektedir bir kez daha. Ahmet Şık satır satır bunu bildirir. Okumasını bilene, sahi ve yekten sorgulamasını bilene bir ülkede düzen diye, geçmişin karanlığının nasıl yükseltilip güncellendiğini örnekler, ifşa eder. Ahmet Şık’ın da bahsettiği gibi Cumhuriyet Gazetesi Davasında önemli bir gelişme söz konusu olur, Bianet’ten iliştirelim: “İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi (İstinaf), Cumhuriyet davasının kararını onadı. Karar uyarınca beş yıla kadar* hapis cezası almış olan Kadri Gürsel, Güray Öz, Musa Kart, Mustafa Kemal Güngör, Emre İper, Önder Çelik, Bülent Utku ve Hakan Kara’nın cezası kesinleşmiş oldu. Davada beş yılın üzerinde ağır hapis cezası alan Hikmet Çetinkaya, Orhan Erinç, Akın Atalay, Murat Sabuncu, Aydın Engin, Ahmet Kemal Aydoğdu ve Ahmet Şık’ın cezaları Yargıtay’da incelenebilecek.” (* Ceza Muhakemeleri Kanunu Madde 286/2-a: “İlk derece mahkemelerinden verilen beş yıl veya daha az hapis cezaları ile miktarı ne olursa olsun adlî para cezalarına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine dair bölge adliye mahkemesi kararları temyiz edilemez.)
Gazeteciliği suç addeden, sözü savunmayı imkansız bir mesel kılmaktan hiçbir an olsun geri durmayan muktedirin var ettiği yargının “yenisi” ol dünün devamlılığını sağlama alır. Bu kadardır bu ülkede yaşatma istenci. Bu kadarlıktır bu ülkede kelama ve kaleme sahip olma halinde, onu salt ve sadece sıradan için kullanma istencine verilen yanıt. Bir kez daha veyahut da binlerce kere tekrarlandığı gibi sözün üstü çizildiğinde geriye kocaman bir boşluk kalır. Bu memleket ol boşluklardan ibaret, salt o boşlukları göstere gelen bir menzil kılınmıştır.
Yukarıda isimleri yazılmış insanlarla (gazetecilerle) ortak meselleri paylaşmıyor ya da sözünüz ortak kılınmayabilir. Gel gelelim muktedirin istediği de o’dur. Birbirlerine karşıt, kin güden, nefret saçan kitleler yaratabilmek ve bunu da üstüne çöktüğü medyanın ana yollarından icra etmektir. Oysa Cumhuriyet Davası’nda da olduğu gibi gerçekte gün yüzü görmüş haberler, muktedirin çürüttüğü ülkeyi ifşa ettikçe, o çabanın da nafile olduğu ortaya çıkar. Çürütmenin evreleri her günü kapsamaktadır. Bu kadarı ile yenisi denilen menzilin nasıl da eski / eksik olduğu afaki kılınmaktadır. Sorgular mısınız?
Tumblr media
Doğrudan “çürütme” istencinin utanç vesikaları güncellenmeye devam olunandır. Osman Kavala ve beraberinde on beş ismin haklarında tanzim olunan Gezi Parkı iddianamesinin kadük ve basmakalıp satırları arasında bu çürütme halinin her nasıl devletçe, onun güdümündeki adalet makamınca savunulduğu bariz olur. Bir iddianame adı altında ithamnamenin bina olunması güncellenir. Memleket sathında sesini, sözünü hayattan yana kuranlara hakkın da hukukun da işlemediği bildirilir. İş İnsani Osman Kavala, Avukat Can Atalay, Gazeteci Can Dündar vs. isimlerle ortaya çıkan tablo Türkiye’nin cerahate olan teşviki mesaisinde kimlerin kurban seçildiğini örneklemektedir.
Biyopolitik tezahürün nişanesi olan çürütme gözdağı ve korkuyu öne sürerek güncellenir. AP ilerleme raporu bu acizlikler menzilininn tüm o demokrasi tahayyülünün neden, nasıl ve ne hakla çürütüldüğünü açıklayan bir metin olarak AP’de oylanır. Onun yayınlanmasından önceki ol oylama Türkiye devletinin AB macerasının da bir ihtimal sonuna işaret etmektedir. Hal budur. Türkiye sathı mahallinde yaşama düşürülen şerhlerin toplamı o çürütme halini bir kez daha bir raporda görünür kılmaktadır. Muktedirin kirli tezgahları bir yana sıradanın hali o meramla bildirilir. Geleceksizlik artık laf değil hakikattir.
Deutsche Welle Türkçe’den aktaralım: Türkiye'de uzun yıllardır sürdürdüğü sivil toplum faaliyetleri ile tanınan iş adamı Osman Kavala hakkında yürütülen soruşturma tamamlandı. 477 gündür iddianamesiz tutuklu olan Kavala hakkında savcılık tarafından hazırlanan iddianame mahkemeye gönderildi.
Cumhuriyet savcısı, Kavala'nın da aralarında olduğu 16 sanığın "Türkiye Cumhuriyet hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini engellemeye teşebbüs" ve "Gezi olaylarını finanse etmek" suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapsini istedi. Kavala için çeşitli suçlardan 3 bin 158 yıla kadar hapis cezası da talep edildi.  
İddianamede Osman Kavala'nın yanı sıra Can Dündar, Memet Ali Alabora, Ayşe Pınar Alabora, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, İnanç Ekmekçi, Mine Özerden, Şerafettin Can Atalay ve Tayfun Kahraman'ın isimleri yer alıyor.
Anadolu Ajansı,  657 sayfalık iddianamede Gezi Parkı olaylarının "bir kalkışma girişimi" olarak nitelendirildiğini duyurdu. İddianamede, 746 kişi müşteki, o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu kabine ise mağdur sıfatıyla yer aldı.
Anadolu Kültür A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Kavala'nın avukatları, 2018'de Osman Kavala'nın tutukluluğunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olduğu gerekçesiyle AİHM’e başvurmuştu. AİHM başvuruyu "hızlandırılmış prosedürle işleme koyarken, Ankara'dan tutuklama kararının 'siyasi' olduğuna dair iddialar hakkında savunma talep etmişti.”
Bu arada Uluslararası Af Örgütü Türkiye Bölümü, bir Acil Eylem hamlesi gerçekleştirir. “Uluslararası Af Örgütü Türkiye Strateji ve Araştırma Direktörü Andrew Gardner, şunları söyledi:
“Bu saçma iddialar, tarihi yeniden yazmayı ve Türkiye’nin önde gelen sivil toplum aktörlerini susturmayı hedefliyor. Bu aktörler, Türkiye’nin ciddi şekilde aksayan hukuk sistemi tarafından yargılanma olasılığıyla karşı karşıyalar.”
“On binlerce insanın devletin baskılarına karşı barışçıl olarak toplandığı Gezi Parkı protestolarının üzerinden neredeyse altı yıl geçti. Söz konusu iddianamenin mahkeme tarafından kabulü halinde, sanıklar ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılabilir.”
“Ağırlıklı olarak barışçıl protestolardan ve insanların temel haklarını kullanmasından ibaret olan Gezi protestoları, polisin keyfi ve istismar edici güç kullanımıyla karşı karşıya kalmıştı. Mahkemeler tarafından asıl yargılanması gereken, hiçbir suç işlemeyen 16 sivil toplum aktörü değil; insanların temel haklarını reddeden yetkililer ve barışçıl protestoculara karşı şiddet kullanan polisler olmalıdır.”
“Söz konusu suçlamalar düşürülmeli ve 16 aydır tutuklu bulunan Osman Kavala ile 4 aydır tutuklu bulunan Yiğit Aksakoğlu derhal serbest bırakılmalıdır.”
İç içe geçmiş yıkımlar. Birbirinin tamamlayıcısı olmaya devam eden çürütme istencinin her ne olduğu örnekleyen cürümler silsilesi. Nicesinde sanki daha önce yaşamıştık biz bunları derken bambaşka açılardan yakalanan sıradan olan halk. Müştereklerimiz çalınıp, yutuluyor. Ankara’da polis tacizine maruz kalan, Merve Demirel’in başına getirilmek istenen yıkım da o halin bir başka suretidir. En son memleketin içişleri bakanı olarak ismi geçen kötülükle dolu şahsiyeti tarafından da hedefe koyulur Merve Demirel. Düzenin vaat olmaktan alıkoyduğu çürümenin her neyi var ettiği ortadadır. Tetikçilik de diğer pek çok şiddet mefhumunda olduğu gibi devletin tekeline almak istediğidir.
Merve Demirel, Mezopotamya Ajansı’nda konuşur: “Emniyetin yaptığı açıklama ardından ailesinin hedef gösterilmesinden rahatsız olduğunu söyleyen Demirel, "Bu kabul edilemez bir durum. Bu ülkede içişleri bakanlığını yapan birinin böyle tehditler savurması, sağduyulu düşünmeyen insanlara büyük cesaret verir. Bu söylemlerle çok daha korkunç olayların önünü açıyorlar. Eğer kötü bir şey yaşanırsa bunu nasıl göğüsleyecekler, hesabını nasıl verecekler" diye sordu.
“Şu an tek derdim aileme, kardeşime söyledikleri şeyler yüzünden bir zarar gelebilir mi” diyen Demirel, yetkililerin yaptığı açıklamaların olayı bağlamından kopardığını söyledi. Demirel, “En son geldiğimiz noktada kendim ve ailem adına can güvenliğimizi düşünüyorum” dedi.
Artı Gerçek muhabiri Derya Okatan'ın kendisi ile yaptığı röportaj sonrası gözaltına alınmasına ilişkin de konuşan Demirel (daha sonra salı verilir Okatan) , "Gözaltına alındığını öğrenince gerçekten çok üzüldüm. Üstelik terör ile mücadele tarafından alındı. Biz meseleyi her zaman taciz üzerinden dillendirdik. Kadınlar üzerinden konuştuk. Meselenin terör ile hiç bir bağlantısı yok. Yaptıkları bütün açıklamalar bunu terörize etmeye çalıştıklarını gösteriyor" diye aktardı. Türkiye’de tacizin çok yaşanan bir durum olduğunu söyleyen Demirel, "Bu durum karşısında susmayın, annenize anlatın, babanıza anlatın, kadınlar olarak seslerinizi yükseltin denilen ve böyle politikalarla yürütülmeye çalışan bir ülkede kadının susmasını beklemek korkunç bir şey" diye konuştu. Endişeli olduğunu ama onurundan da vazgeçmeyeceğini söyleyen Demirel, Avukat Selçuk Kozağaçlı'nın  "Yaşamın kendisi değildir kutsal olan, onurlu hasiyetli yaşamaktır kutsal olan" sözünü hatırlatarak, ekledi: "Biz de böyle yaşamak istediğimiz için maalesef bu üzücü olaylarla karşılaşıyoruz. Yaşam böyle kutsal olduğu içlin onurlu yaşamaktan vazgeçemeyeceğiz.”
Yaşadığımız her günün bilançosu olarak ol çürüme meselesi görünür kılınandır. Yaşama edimine karşıt müdahaleler bu çürütme istencinin yönünü belirginleştiriyor. Hayat hakkı, insanlık hakkı, hak ve hukukun basit, yalın varlığı alenen yerle yeksan olunmaktadır. Yol nereyedir? Bile isteye handiyse döke saça bir menzilde verili olan hakların, kuş kadardan da azalmış demokrasi tahayyülünün, söz söyleme hürriyetinin köküne kibrit suyu dökülmeye devam edilmektedir. Yıkım, yıldırı ve çürüme üçlüsüne rehin bir menzildeki hayat ne olur, her neye yarar yaşatmayan bir menzil sualimizdir. Biteviye kılınan şiddet, nefret ve tehditlerle o yaşam alaşağı edilirken nedir yeni ülke, nasıl bir şeydir hala aynı gemideyiz seslenişi, sualimizdir. Soruyor musunuz, yanıtları arıyor musunuz! Gözümüzün önünde cereyan eden bu yıldırı ikliminin sizleri de yaralayacağını, bir gün mutlakla bunu da deneyeceğini sahiden görmüyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Sadness & The Hand – Carlos LABRADOR – Saatchi Art
1 note · View note
seslimeram · 3 years
Text
Bir Ülke Kaç Kırım, Kaç Cinayet, Kaç Karanlıkla Sınanacaktır
Tumblr media
Genel geçer değil hep var edildiği gibi delik deşik eden bir düzlemin ortasında olunduğu gerçekliğine uyanıyoruz. Her şekilde maraz çıkartanın muktedirin ta kendisi olduğunun altını çizdiğimiz bir günceyi yaşıyoruz. Artık laf / söz dinleyen, bir tersliğin ortasında bir o yana bir bu yana savrulurken bunları sorgulayacak kimseler kalmasın isteniyor. Belirli bir doğrultuda günbegün mot-a-mot ezberlerle yıkım tazeleniyor. Umudun yitimini eksik gedik olmadan var etmiş bir düzlemin yönetim katı artık aralıksız bir biçimde hayat hali o meselin ta kendisine saldırıyor her gün biraz daha, her gün bir parça daha. Apansız değil, hepten doğrudan var edilmiş olan kırılmalar, eksiltmeler, ön almalar ve nicesiyle birlikte bir cürüm şablonu güncelleniyor. Genel geçer olmayıp, delik deşik eden kalıcılık oralarda türetilmiş olan hamlelerle biçimlendiriliyor artık. Yeni ülke bu hallerle bina ediliyor eksik gediği böyle böyle tamamlana duruluyor.
Bütün paramparça edilirken, hayat imi ve hakkı da mahvedilmeye sevk olunuyor apaçık bir halde. Uzam delik deşik ederken hayatı muktedirin beklentisi halen yetersiz kalınmış bir yıkımı göstere geliyor. Erk, muktedir, iktidarı hiçbir kötülük kesmiyor. Dahası ortada bir imgelem haline dönüştürülmüş olan kötülük elle tutulur haldeyken dahi bütün bahisler masalmış gibi geçiştiriliyor. Baş Amir’den itibaren silsile halindeki bir cerahat savunması eksiksiz kılınıyor. Peyderpey karanlık dört bir yanı kuşatırken, yapılanlar kulislerde ortaya serilenlerle birlikte bir provadan ötesi olmadığını göstere geliyor. Cerahat dünden güne taşınırken, yol da yordam da, çaba da meram da her bir şey de üst üste istiflenmiş kötülüğün insafına terk edilir. Bu hallerin yekununda bir yeni ülke var edildiği zikredilir, oysa her şey düne aittir, dündedir!
Gazete Karınca’dan aktaralım: “Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanları Saliha Aydeniz ve Keskin Bayındır, sabah saatlerinde polisler tarafından baskın düzenlenen partinin Diyarbakır İl Örgütü binasını ziyaret etti. Burada basın toplantısı düzenleyen Aydeniz ve Bayındır, baskını kınadı.
Saliha Aydeniz partilerine yönelik baskıları “AKP-MHP’nin Kürt düşmanlığının devamı” olarak gördüklerini söyledi. Aydeniz, “Bunu siyasi bir operasyon olarak yorumluyoruz. Ancak bu saldırılar, iktidarın bitme aşamasına geldiğini de gösteriyor” dedi.
Aydeniz, baskının yakın zamanda yapacakları büyük kongreyle de alakalı olduğunu belirterek, şunları söyledi:
“Kongre çalışmalarımız tüm hızıyla sürüyordu. Çalışmalarımızdan baskılara karşı bizi geriletemediklerini gördüler. Baskınla bize bize mesaj vermek istediler. Ancak bu mesaj, bizi daha fazla çalışmalara asılmamıza ve Kürtlerin özgürlüğü için mücadele yürütmemize neden oluyor. Halk içine çıkamıyorlar. Ellerinde sadece saldırı kalmış. Sadece saldırmayı biliyorlar. Eşitlik ve özgürlükten anlamıyorlar.”
Aydeniz, baskın sırasında TJA bayraklarına el konulmasına da tepki göstererek, “Kadın çalışmalarını her yerde devam edeceğimizi belirtiyoruz. Bizi bitiremeyeceksiniz. Biten sizsiniz” dedi.
DBP İl Eşbaşkan Yardımcısı Mehmet Ali Altınkaynak da baskınla ilgili bilgi verdi. Altınkaynak, baskında binalarının didik didik arandığını belirterek, aylık ve günlük çıkarılan gazete ve dergilere el konulduğunu ifade etti. Altınkaynak, yaşamını yitirmiş parti çalışanlarının fotoğraflarının olduğu posterlere de el konulduğunu söyledi.”
Politik hürriyetin ayaklar altına alındığı, demokrasi mi bizde hası var denilirken ucubelik bir karmaşanın var edildiği dahası Kürd sorununun bir asırlık seyrüseferinde hiç olmadığı kadar afaki bir kırım istencinin yeniden bina edildiği örneklerle kuşatma sürdürülür iş bu menzilde. Daha öncesinde HDP binalarına yapılan baskınlar, İzmir’de Deniz Poyraz’ın katledilmesini var eden süreç, İstanbul’da parti binasını basıp son anda engellenebilen bir kırım tezahürünün benzeri alttan alta her fırsatta devletlinin tahayyülleri doğrultusunda bu sahnede var edilir. Düzen aralıksız zulmü bir hak olarak bildikçe, köşeye kıstırmak istediği sözü önce Kürd özgürlük hareketini darp ederek, sürekli sınayarak, aralıksız denek kılarak, saldırarak sindirme yoluna giderek günceller. Bir karanlıklar dehlizinde iyice dibe doğru koşar adım giden ülkenin gerçekliği bu bahiste çıkagelir, hala göremeyen var mıdır?
İlkay Evren’in Yeni Özgür Politika’daki haberinden aktaralım: “Kürdistan kentlerinde zırhlı araç cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Son olarak Şırnak'ın Cizre ilçesinde 24 Ocak’ta dershaneye gittiği sırada Cizre eski köprüsünde (Yafes Caddesi) sivil polislere ait Ranger tipi zırhlı aracın çarptığı 23 yaşındaki Abdulgaffar Dayan yaşamını yitirdi. Hastanedeki otopsi işlemleri ardından Dayan'ın cenazesi HDP İlçe Örgütü ve çok sayıda kişinin yanı sıra okul arkadaşlarının omuzlarında Cizre Asri Mezarlığı’na getirildi. Dayan'ın cenazesi yakılan ağıtlarla defnedildi.
Gazetemize konuşan Abdulgaffar Dayan'ın amcası Mehmet Sait Dayan, "Ford Ranger tipi zırhlı araç çarptıktan sonra görgü şahitlerini beyanlarına göre 50 metre çocuğu yerde sürüklemiş. Polisler, yaklaşık 45 dakika çocuğu orada o soğukta, o suyun içinde bekletmiş. Ambulans bahanesiyle bekletmişler. Halk tepki göstermiş, ‘bırakın özel araçla götürelim’ demişler ama polisler bırakmamış. Halk, 'siz çarptınız 45 dakikadır bırakmıyorsunuz biz de götürelim çocuğu öldürüyorsunuz bırakın hastaneye kaldıralım' demiş. Polis milleti orada dağıtmış. 45 dakika sonra ambulans gelmiş" dedi.
3 gün hastanede yaşam savaşı veren Dayan'ın iç kanama geçirdiğini anlatan amca Dayan, "Birinci gün ameliyata aldılar, ameliyata alırken iç kanama geçirmiş. İlk etapta sağ böbreğini almışlar, sonra karaciğer, akciğer, dalak hepsi parçalanmış zaten. Ameliyattan sonra yoğun bakıma aldılar. 2 gün yoğun bakımda kaldı. Üçüncü gün ne yaptıysak bir türlü bizi görüştürmediler. Durumunu öğrenmek için bile bizi içeri sokmadılar. Üçüncü gün doktor dışarı çıktı, ‘Abdulgaffar'ın kanaması tekrar başladı. Ameliyata almak zorundayız’ dedi. Biz de Cizre doktorları elverişli değil, imkanları kısıtlı, Diyarbakır, Antep, İstanbul, Ankara neresi olursa olsun oraya götürelim çocuğa bir şey olacak dedik. Doktor, 'hayır, biz sevk edemeyiz burada gerekli müdahaleyi yapacağız' dedi. Tekrar ameliyata aldılar 45 dakika sonra doktor dışarı çıktı, 'kalbi durdu ama tekrar geri döndürdük her şeye hazırlık olun' dedi. 2 buçuk saat sonra aynı doktor tekrar dışarı çıktı vefat etti diye bilgi verdi" diye konuştu.
Yetkililerin cenazeyi bilerek geç verdiğini söyleyen amca Dayan, "Saat 2’de vefat ettiği bilgisi verildi. Saat 6 buçuğa kadar bir türlü ne savcı geldi, ne de doktorlar rapor düzenledi. Halk tepki gösterdi. En son artık, 'defin işlemlerini, otopsi yapıyoruz' dediler. Otopsiye ne gerek var zaten her şey ortada siz kimin yaptığını biliyorsunuz, arabanın plakası, polisin bilgileri hepsi var. Zaten siz ameliyat ettiniz neyi otopsi yapacaksınız bu kadar halkı burada bekletiyorsunuz diye tepki gösterdik. Onların amaçları geç saatte işlemleri bitirmekti. Halkın tepkisini sindirmek için geç saatte cenazeyi verdiler. Bilerek cenazeyi akşama kadar vermediler. Cenazede de polis baskısı vardı. Biz halk olarak iki bin kişiye yakın oradaydık, 3 bin polis yığdılar. Her birimizin başına 2 polis diktiler mezarlıkta" dedi.
Geçmişteki zırhlı araç cinayetlerini hatırlatan amca Dayan sözlerini şöyle noktaladı: "Bu devletin bilinçli bir politikasıdır. Daha önce de benzer cinayetler oldu. İdil'de Miraç katledildi. Silopi’de iki çocuğu uykularındayken katlettiler. Bunlar Kürt olduğumuz için bu politikayı yürütüyorlar. Fakat bizi sindiremezler, biz onlara diz çökmeyeceğiz."
Yaşanan olaya ilişkin Şırnak Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Komisyonu, yazılı açıklama yaparak tepki gösterdi. Açıklamada, bölgede zırhlı araç çarpması sonucu gerçekleşen ölümlerin artarak devam etmesinin en büyük nedeninin "kolluğun" sahip olduğu cezasızlık güvencesi olduğu vurgulanırken, Türkiye'nin de tarafı olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme tarafı devletlere, çocukları savaş alanında dahi koruma sorumluluğunun yüklendiği hatırlatıldı. Açıklamanın devamında, cezasızlık zırhı önünde hiçbir kanun veya sözleşmenin duramadığına dikkat çekilerek şunlar kaydedildi: "Şırnak Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Merkezi olarak, Abdulgaffar Dayan'ın ölümü hakkında sürdürülecek tüm yargılama aşamalarının takipçisi olacağımızı ve sokaklar zırhlı araçlardan arındırılıncaya kadar mücadelemizin devam edeceğinin kamuoyuyla paylaşıyoruz."
Abdulgaffar Dayan'a çarpan aracın zırhlı aracı kayyum belediyesi üstlendi. Cizre Belediyesi twitter hesabı üzerinden yapılan açıklamada, aracın kayyum için güvenlik hizmetine tahsis edildiği kaydedildi. Kayyum tarafından yönetilen belediyenin resmi twitter hesabı üzerinden şu açıklama yapıldı: "24.01.2022. tarihinde sabah saat 8:35 sularında Yafes caddesinden Silopi caddesi istikametine Yafes köprüsü girişinde yoğun şekilde yağan yağmurun etkisiyle kayganlaşmış olan yolda yaralamalı trafik kazası meydana gelmiştir. Kazaya karışan araç Cizre Belediyesi adına kayıtlıdır. Belediyenin özel kalem ve güvenlik hizmetlerine tahsis edilmiş olan Ford Ranger marka bahse konu araç, bazı basın yayın organlarında ifade edildiği gibi zırhlı bir araç değildir, pikap tarzı bir hizmet aracıdır."
Olaydan sonra aracın, Cizre Belediyesi Kayyımı ve Kaymakamı Mehmet Tunç'un koruma aracı olduğu iddia edilmişti.”
Genel geçer değil hep var edildiği gibi delik deşik eden bir düzlemin ortasında olunduğu gerçekliğine uyanıyoruz. Her şekilde maraz çıkartanın muktedirin ta kendisi olduğunun altını çizdiğimiz bir günceyi yaşıyoruz. Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde kaza olarak bildirilen bu zırhlı araçlar kırımında canı çalınan kaçıncı insandır; Abdulgaffar Dayan! Genel geçer değil doğrudan hayat hakkının hiçe sayıldığı bir zeminde gün neyi getirir ol yıkımlardan gayri. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), son 4 yılda güvenlik güçlerine ve kamu kurumlarına ait araçların çarpması sonucu 9’u çocuk ve 1’i engelli olmak üzere toplam 18 kişinin öldüğünü açıklar. Çarpmalarda 14’ü çocuk olmak üzere 50 kişi de yaralandığı kaydedilir. Bütünüyle bir kırım ikliminin ortasına terk edilmiş hayat hakları un ufak olunmuş, aralıksız olarak şiddetin esiri / rehini görülen bir sahnenin varlığında o kayıpların akıbeti de Dayan gibi unutuşa sevk olunacak mıdır. Delik deşik eden düzlem diye bahsettiğimizin yıkıcılığını, etle tırnak gibi olunduğu söylenene karşı var edilmiş bu katliamcılığı her nasıl ifade edebilirsiniz ki başka! Acıdan geriye her ne kalır ki?
Dönüp dolaşıyor şu memleket bir kere daha her şeyin başladığı 1915’in karanlığından bir kesiti yeniden ve yeniden güncelliyor. Dönemin ittihat ve terraki zihniyetinin tezahürü olarak çıkagelen ve hemen hemen her alanda uygulana gelmiş olan tahakküm etme bugünün de hakikatinin bir parçası kılınıyor. Bakur Kürdistan’ında söz söyleyebilme hakkı elden çalınıyor. Siyaset deseniz, bir asır öncesinin benzeri bir kuşatma halinin tam da ortasında bir var çokça yok kılınıyor. Düz ovada siyasetin köşe bentleri kırılırken bir de devletlinin tahakkümü çıkageliyor. Can alıyor, can yakıyor, can yakılmasına müsamaha gösteriliyor. Cezasızlık artık bir normatif kılınırken, suçlular tespit edilip de bildirildiğinde dahi işlemeyen bir adalet mekanizması / figüratif sahnelemesi var ediliyor. Netice, dönüyoruz dolaşıyoruz, unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz çıkışına terk olunuyor. Cerahat böyle açıktayken, dahası dün Ermeni, Süryani, Rum başta olmak üzere hiçbir öteki addedilene bir hayat vermeyen / bırakmayan şu sahne bir asır sonra neden / ne hakla aynı karanlığı Kürd, Alevi, Ezidi halklarına yeniden var edebilir? Olayı abartmayın diye bildiren kolluk amiri, o genel müdürün varlığında bu ülkede bir tek iyi gün söz konusu edilebilir mi? Onca acının üstünden yükselen bir ülke kaç kere daha kırımlarla, cinayetlerle, kör karanlıkla sınanacaktır, daha kaç... Düşünür müydünüz? Bütünüyle delik deşik olunmuş bir hayat imgesinin ortasında hangi ülkeden bahis açabilir, hangi meramı eyleyebiliriz sahiden.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Gazete Duvar
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Nefret
Tumblr media
Nefret, bildiğiniz kelimenin tüm karşılıklarından mülhem, dolu dolu bir nefret temsilini iş bu ülke denilen sahanın her gününde apayrı bir biçimde yaşıyoruz. Ambalaj değiştiriliyor gibi görünse de içeriğin her dem çürük bir arzu nesnesi olarak varlığı tescillenmiş bütün o nefret şablonundan mürekkep ülke gerçek kılınıyor. Cerahat birbiri ardına güncellenirken, yara ve yıkım artık dört bir yanı kuşatırken çalakalem nefret turnusolleri hayata düşürülen gölgeler çoğaltılıyor bizatihi devlet ve mahdumları ve aveneleri elleriyle birlikte topyekun cemaat! İmam neylerse cemaat pardon iktidarın iki ucundaki siyasal islamcı motif ile açık ve aleni faşizan güruh, kemalist eski türkiyeci, sözüm ona sosyal demokrat geçinip aslen kim daha fazla faşisti suna gelen ulusalcı kanat ve benzerleriyle bu nefret şablonu hemen her gün farklı bir biçimde güncellenir. Yıkım dört bir yanı kuşatmışken, hayatın alenen bu sahada heder edilmesine devam denilirken bütün bunları unutturabilmek için nefret hali, nefretten medet ummak var edilir.
Bir ülke formunu artık alenen zayi etmeye devam diyen, bütünüyle yıkım, talan ve bütün bütün bir çürüme istemi üstünden yükselen mevzide her gün apayrı bir nefret temsili var edilir. Kurumsallaştırılmış olanın var ettiği her türlü cerahat, yol verdiği hemen hemen her türden şiddet pratikleri için olur olmaz hedefler yeniden ve yeniden işlevsel kılınır. Bu coğrafyanın acılı kaderi / yazgısı olagelen ötekisini biçare koyma, hedef kılıp hemen her anlamda güvercin tedirginliğine rehin etme ve bütün bunların derleyicisi toparlayıcısı ola gelen ayrımcılığa her gün yepyeni hamlelerle yüklenilir. Bir yaşatan yer mefhumunu artık aleni bir biçimde hiç kılmak çabasına düşülendir. Bir yaşam bahsini sıradan herhangi ama herhangi bir kimlikten bir yurttaşın şu memlekette hayattaki varlığı, var olma çabasının ta kendisi bir kere daha alaşağı edilendir. Cürümler, kötülük ve bitimsiz nefretle birlikte bariz bir hayat istemi tarumar edilmiştir, dahası da var edilmek istenir. Dün Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi nefreti ve yönelimi, yakın zamanda da süren Alevi / Kürd nefretine en sonunda da Suriyeli, Afgan, Arap veya Dürzi, Türkmen ya da Ezidi kimliklerini de kapsar hale getirilir. Bunca vahametin ortasında bir tek iyi gün var edilemez oysa ki! Bu bilindiği halde inat ve ısrarla karanlık yeniden savunulur.
Biteviye bir cürümler sarmalı haline dönüşmüş menzilde, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın var ettiği bu vahim şablonun / yönelimin bariz bir tezahürüdür. BBC Türkçe’de yayınlanmış olan haber metninden aktaralım: “Önceki gün düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamaların ardından, Uluslararası Mülteci Hakları Derneği'nin yanı sıra birçok kişi Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
Başsavcılık, şikayetler üzerine Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan hakkında 'görevi kötüye kullanma' ile 'nefret ve ayrımcılık' suçlarından soruşturma başlattı.
Kentte yaşayan yabancı uyruklulara ve mültecilere su faturası ve vergide 10 kat zam yapacağını söylemesiyle tepki çeken Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan tavrında ısrar etmiş ve "Geri adım atmayacağım, fazlasını da yapacağım" demişti.
DHA'nın haberine göre, suç duyurusunda bulunanlar arasında yer alan avukat Aydın Egemen, Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı'na yaptığı suç duyurusunda şu ifadeleri kullandı:
"Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ederek, su gibi temel ihtiyaç maddesine ulaşma imkanının fiilen ortadan kaldırılarak, özellikle virüs döneminde insanların, çocukların hastalanmasına neden olabilecek bu durumdan vazgeçilmeli ve kamuoyundan özür de dilenmelidir."
"Koronavirüs ile maske-mesafe-temizlikten başka bir çaremizin olmadığı bu dönemde, suya ulaşma hakkının fiilen engellenmesi ile yabancı uyruklu kişilerin hijyen şartlarını sağlayamadıklarından virüse yakalanmaları, bu kişilere virüs bulaşması ve nihayetinde bizlere, bizlerin çocuklarının da bu virüsü taşımaları nedeniyle zarar görmemizin sonuçlarına kim katlanacaktır?"
"(...) Şüphelinin eylemleri, başta Anayasa, Türk Ceza Kanunu kapsamında suç teşkil eden, şüpheli yöneticinin bu sıfatı hasebiyle özellikle hassasiyet gösterecek yerde, su gibi temel bir ihtiyaç maddesini, kamu hizmetini '10 kat arttırmak' gibi, toplum karşısında yabancı uyrukluk kişileri hedef haline getirilen, bizlerin, çocuklarımızın yaşama hakkını açıkça ve yakın tehdit edecek sonuçlar yaratan suç teşkil eden eylemlerinden dolayı hakkında soruşturma başlatılarak cezalandırılmasını talep ediyorum."
Özcan, Pazartesi günü belediye binasındaki basın toplantısında, ''Yabancı uyruklu kim varsa abonemiz olan, su fiyatlarına, katı atık ücretlerine başta olmak üzere bazı ücretlerde 10 kat zam yapacağız. Gitsinler istiyoruz" demişti.
"Arkadaş, yardımı kesiyorsun gitmiyorlar. 'İş yeri ruhsatı vermiyorum' diyorsun gitmiyorlar. Biz yeni önlemler almaya karar verdik" ifadelerini kullanan Özcan, Bolu Belediye Başkanı olduktan sonra mültecilere belediye bütçesinden ayni ve nakdi yardımı kesmesiyle de tepki çekmişti.
Dünkü açıklamasında yabancı uyruklu kişilerin gitmelerini istediklerini söyleyen Özcan, "Gitsinler istiyoruz. Bu misafirlik uzadı. Benim elimde yetki yok ki zorla, zabıtayla şehrin dışına bırakıp koyayım. Bir ara sınırlar açıldığında biz otobüsleri ücretsiz yapıp insan gönderdik. Şimdi de göndermeye hazırız. Gönderelim gitsin." diye devam etmişti.
Daha sonra "Biliyorum ki bu açıklamamdan sonra birileri hakkımda suç duyurusunda bulunacak. Gene çıkıp birileri insan haklarından bahsedecek, bana 'faşist' diyecek. Hiç umurumda değil" sözlerini kullanan Özcan, Habertürk televizyonu yayınında da geri adım atmadı.
Mültecilerden toplumun rahatsız olduğunu ve göçmenlerin Türkiye'ye entegre olamadıklarını söyleyen Özcan, "Benim askerim orada şehit olacak, sokaktaki Suriyeli de akşama kadar gelene geçene bakacak!" ifadelerini kullandı.
Tanju Özcan, hukuka aykırı bir işlem yapmayı planlamadığını, yapacaklarının hukuka uygun olacağını ve kendi yaptırdığı anketlerde bu konuda halkın yüzde 85 desteğini aldığını iddia etti.
Tanju Özcan, evinde Afgan işçi çalıştırdığı yönündeki iddialara ise "Doğru değil, çalışanım Faslı bir Türkiye vatandaşıydı, 6 ay kadar sigortalı olarak çalıştı, hatta bununla ilgili müfettiş incelemesi de geçirdim" yanıtını verdi.
Bu arada, CHP de Özcan'ın yabancılarla ilgili sözlerinin kendisini bağladığını söyleyerek, Bolu Belediye Başkanı'nın sözleriyle araya mesafe koymaya çalıştı.
Özcan'ın sözlerine CHP milletvekili Mehmet Bekaroğlu da tepki gösterdi. Bekaroğlu Twitter hesabından yaptığı açıklamada "Bu düşünce anayasaya aykırı olduğu gibi vicdan ve insanlıkla bağdaşmaz. CHP, sosyal demokrat bir partidir, programında yabancı düşmanlığı yoktur, böyle nefret söylemi kokan bir girişimi asla kabul etmez" dedi.”
Bütünüyle irin akıtan, bununla yol / yön tayinine girişen bir tahayyül toplamıdır belediye başkanının cismani kıldığı. Alışılageldik ezberden mavallar yanına eklenmiş olan yepyeni tahayyüllerle bir başkaldırı var edilir. Sözüm ona sosyal demokratlık lafları havalarda bu sahada uçuşurken, baştaki cüretin kötülüğü, kötünün cüretine ortak olma çabası bir defa daha var edilir. Tanju Özcan’ın patavatsızca vazettiği her cümle bir kırılmaya davetiyedir. Bütünüyle bir toprak parçasında yaşam istemine koşullar getirmek, onu sınırlandırmaya her an hazır ve nazır olmak ve bitimsiz bir nefret sunumuyla birlikte bu ülkenin bir köprü, bir medeniyetler beşiği, halkların ortak imecesi falan olmadığı gün yüzüne kavuşturulur. O aklın, ana muhalefet partisinden çıkagelen zulmü onaylayan, insanları yaftalayan hemen her şekilde ayrıştıran çabanın muktedir ve avenesindeki pek çok örneğini daha önce görmüştük. Soruşturma açılacağı bahsinden ötesine gidilmeyen, insanların haymatlos hayatları sanki keyifleri için talep ettiğini sanarak ortaya atılan ve her defasında da seçmenim de bunu istiyor diyebilen bir kötülük varken “nefret” bahsini satır satır anlatmaya gerek yoktur. Böyle ülke mi olur, kalır, bırakılır?
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Konya’da daha önce Kürt oldukları için ırkçı saldırıya uğrayan Dedeoğulları ailesinden 7 kişi katledildi. Aile 11 Temmuz’da mahalledeki 60 kişilik ırkçı grubun saldırısına uğramıştı.
Merkez Meram ilçesi Hasanköy Mahallesi Özşahin Sokak'ta saat 18.50 sıralarında bir eve düzenlenen silahlı saldırıda 7 kişi yaşamını yitirdi. Polis çevrede geniş güvenlik önlemi alırken, olay sırasında bölgeden ayrıldığı üzerinde durulan bir aracın bulunması için tüm kentte çalışma başlatıldı.
Konya Valisi Vahdettin Özkan ile İl Emniyet Müdürü Engin Dinç de olay yerine gelerek incelemede bulundu.
Katliamın ardından, öldürülen 7 kişinin Meram’da daha önce saldırıya uğrayan Kürt aile olduğu ortaya çıktı. 24 yıldır bu mahallede yaşayan Dedeoğulları ailesi, son 15 yıldır komşuları ve komşularının ırkçı saldırısına uğruyordu. En son 11 Temmuz akşamı 60 kişilik grup tarafından taşlı, sopalı ve bıçaklı saldırı düzenlemişti. Saldırının olduğu akşam evde bulunan 4’ü kadın 7 kişi yaralanmıştı. Saldırının ardından tutuklanan 10 kişi tahliye edilmişti.
İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin de sosyal medya hesabından "Konya Meram’da 12 Temmuzda saldırıya uğrayan aile. Tutuklular tahliye edilmiş ve kendileri hakkında ‘koruma kararı’ verilmişti.. İşte, onlar daha önce saldırdıkları aileyi katletmişler. İHD olarak olayın takibindeydik. Çok üzgünüz." açıklamasını yaptı.
Artı TV’ye konuşan ailenin avukatı Abdurrahman Karabulut, “Daha 3 saat önce aile benim yanımdaydı. Davanın, soruşturmanın gidişatıyla ilgili bilgi alıyorlardı benden. Defalarca uyardık. Cezasızlık politikasının sonucu yeni saldırılara sebep olmaktadır. Biz devleti, yargıyı uyardık. Ama adeta, kasten bizimle dalga geçercesine her yeni tutuklama talebimize, yeni tahliyelerle karşılaştık ve maalesef böyle sonuç yaşandı. Aileye ilk saldırı Ramazan Bayramı'na bir gün kalanın akşamında olmuştu. 50-60 kişilik bir grubun saldırısı olmuştu. 7 kişi tutuklanmıştı. Daha sonra her hafta birer ikişer kişi serbest bırakılmıştı. Yeni tutuklamalar talep ederken maalesef her hafta birer ikişer kişi serbest bırakıldı. İki tutuklu kaldı. Bu sonucun oluşmasında en büyük payı olan yargının kendisidir” ifadelerini kullandı.”
11 Temmuz’da deneyimlenen vahşet, yerli ve milli adalet mekanizmasının konu Kürd halkı olduğundaki aceleciliği ile katil adaylarını salıvermesi ve yukarıda okuduğunuz gibi 30 Temmuz tarihinde 7 insanın katledildiği bir cinayet, kundaklama girişimine dönüştürülür. Cezasızlık politikalarının, sürekli sistemin başında duran zevatın hedef alıp, hedef gözeterek Kürd’ü düşman addetmesinin bir sonucu, bilmiyoruz kaçıncı kırımı olarak Meram’da Dedeoğullarından yedi insan katledilir. Saldırganlar aile fertlerinden Yaşar Dedeoğlu, Barış Dedeoğlu, Serpil Dedeoğlu, Serap Dedeoğlu, İpek Dedeoğlu, Metin Dedeoğlu ve Sibel Dedeoğlu’yu katletti. Bütünüyle nefret ediminin yükseltildiği bir zeminde bağır çağır bir cinayet silsilesi işlenir. Konya’nın Meram ilçesinde ortaya serilen şey Türk’ün misafirperverliği bahsinin de bilmiyoruz kaçıncı kez duvara çarpmış olmasıdır. Bilmiyoruz kaçıncı defa inkar edilen şeyin bir yıkımın ta kendisine dönüşümü güncel kılınmasıdır. Bilmiyoruz hangi çıkış için yeniden karanlığı harekete geçirilmesidir. Böyle afaki, bunca kin ve nefretle üstelik kısa süre sonra görsel kayıtlarına da ulaşılabilir olunan bir cinayet, bütün o nefret siyasetinin hazin sonucudur. Hesabı mahşere kalmasın!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Savaş GÜLER – AA – Euronews
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Quo Tendimus?
Tumblr media
Bariz bir biçimde dökülüyor menzil. Biteviye bir yıkım sahasının güncelliği her yerden şu sahayı kuşatırken var gücüyle muktedir nefretin harını yükseltiyor. Sanki çok normali var, kalmış gibi bir yeniden türetim şablonu ortaya konulurken ol ülke değil çürüten yerin hali, hakikati biçimlendiriliyor. Nefret bir biçimde sabit olunuyor. Kötülüğü, karanlığı dibinde türetilmiş olan fecaati sahipleniyor muktedir. Bir hafta boyunca var edilmiş hemen hemen on dokuz yıldır sürdürülen bir döngünün ta kendisi her şekilde yenilene gelendir. İnsanlar, yurttaş addedilenler, kimliksizler, kaçaklar ve daha bir çoğu, kadını, erkeği, lgbtiqaa+ ve daha fazlası bu istikamette o iktidar cerahatinin belirlediği hattın dışında kırmızı çizgilere denk gelmiş herkes o nefrete hedef kılınır.
Yeni ülke, yeniden var edilmiş devlet, güçlü ve büyük saha, şu ya da bu tanımlandırmanın varlığında ortaya serilen yegane şey çok daha kalıcı, çok daha derin izler bıraktıran belirli bir nefret hattıdır. Bütünüyle çürümedir vesselam mesel olunan, peşi sıra koşulan. Devleti yöneten katından bürokratına, yargısından medyasına her alanda tavrı bu bahsi “nefretin” kökenini görünür kılar. İktidarın birlik / beraberlik tahayyülünün her neye dönüştüğü, her nasıl bir şekillendirmeyi muhteviyatında barındırdığı, her ne yöne doğru koşulduğu artık afaki olan bir meseledir. Alttakilerin birbirlerini alaşağı ettikleri, birbirlerini tüm o dibini göremediğimiz kuyuda daha derine çekmenin yollarının arşınlandığı / tahayyül olunduğu bir saha gerçek kılınır. Birkaç satırlık nefret, birkaç satırda ortaya çıkagelen şiddet, bütün bütün savunulan kin, ayrımcılık ve ötekileştirme ile o yeni denilen bildiğimiz eskinin de ta kendisi varlığını sabitliyor.
Artık kesin ve kati olan yaşam edimi / eyleminin bile isteye dönüşümüdür. Bugünün yeni nam ülkesinin aynı geçmişin izlerinin üstünde yürüyen bitmek bilmez bir travma olarak şu yurt Türkündür bahsinden ötesini sindiremeyen cerahatli bakışın var ettikleridir işte ol mesele. Deutsche Welle Türkçe’nin haberinden aktaralım: “Pazar gecesi İstanbul Kadıköy'de bulunan Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin kapı duvarının üstüne çıkan üç kişi hakkında Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı açıklama yaptı. Açıklamada üç şüphelinin de, "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama" suçundan konutu terk etmemek şeklindeki adli kontrol tedbirinin uygulanması talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildiği belirtildi.
Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan gelen açıklamada "12 Temmuz 2021 günü saat 01.30 civarında Kadıköy'de bulunan Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin önüne araçla gelen şüphelilerden O.Y.'nin müzik yayını yapmak ve onunla beraber olan şüpheliler Y.E.U. ile Ö.F.A.'nın da kilisenin ön duvarına çıkıp oynamak suretiyle suç işlediklerinin ihbarı üzerine Cumhuriyet Başsavcılığımızca derhal soruşturma başlatılmış ve kimlikleri belirlenen şüpheliler aynı gün yakalanıp gözaltına alınmıştır" denildi. Hakimliğe çıkartılan üç kişinin serbest bırakıldığı öğrenildi.
Kadıköy'deki Khalkedon Meydanı'ndaki Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin duvarına çıkıp dans eden üç kişinin görüntüleri sosyal medyada büyük tepki çekmişti.
Söz konusu görüntülerde, kilisenin önündeki meydanda çalan müzik eşliğinde eğlenen kalabalık bir gruptan üç kişi kilisenin giriş kapısı üzerindeki duvara çıkıp dans ederken görülüyor.
Bu görüntüler sosyal medyada ibadethaneye "saygısızlık" yapıldığı ve "dini ve manevi değerlerin aşağılandığı" tepkisine neden olurken olaya, başta Türkiye'deki Ermeni toplumu olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden ve siyasetçilerden tepkiler yağdı.
x-x-x
DW Türkçe'ye değerlendirmelerde bulunan Surp Takavor Kilisesi üyesi, aktivist ve yazar Murad Mıhçı, polisin olaya müdahale etmemiş olmasına dikkat çekti. Mıhçı "Oradaki kaygı verici olaylardan birisi, o üç kişinin kapının önünde o dansları ederken, o kadar toplumun içinde birinin 'Arkadaşlar nereye çıktığınızın farkında mısınız?' demeyişi… Emniyet'in de bunu görüp, görmezden gelişi. Çünkü şikayetten dolayı, Emniyet'ten de gelmişler o saatte. Bunun hiçbir şekilde alkolle ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu tamamen zihniyetin göstergesidir." diye konuştu. Mıhçı, pandemi yasaklarının kalkmasından sonra Kadıköy'e çok farklı bir kitlenin geldiğine vurgu yaparak "Özellikle pandemi yasakları gevşetildikten sonra değişik yerlerden değişik kitlelerin, değişik plakalarla geldikleri söyleniyor; ve bunu görüyoruz" dedi. Kilisenin önündeki meydanda önceden basın açıklaması okunmasına bile izin verilmediğini söyleyen Mıhçı, "iki kişinin bile sesinin yükseltilme imkanını verilmediği bir yerde, böyle bir kalabalığa izin verilmesine" dikkat çekti. Mıhçı, benzer olayların hem Surp Takavor Kilisesi'nde hem de diğer Ermeni ve Rum kiliselerinde yaşandığını hatırlatırken, "Ben bunun tekil bir olay değil, bir zihniyetin ürünü olduğunu düşünüyorum" değerlendirmesini yapıyor.
Ancak DW Türkçe'ye konuşan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan, cezai yaptırımın tek başına çözüm olmayacağı kanaatinde. Danzikyan, "Şu an için daha derinlemesine, daha toplumsal, daha kültürel jestlerle sağlamak mümkün. Bu kişilerin yakalanması önemli bir şey. Ama hapse atılmalarının, bu konuyu çözeceğini düşünmüyorum" diyor ve söz konusu kişilerin doğrudan gidip kiliseyi hedef alma niyetleri olmadığı tahminde bulunuyor: "Yine bu Ermenilere ve azınlıklara yönelik nefret söyleminin ya da onları görmezden gelmenin bir parçası. Bu insanlar böyle bir şeyi bir camii önünde yapamazlar. Camiinin tepesine çıkamazlar. Akıllarından bile geçmez."
Yaşananları, birlikte yaşama bilincinin kaybolmasına bağlayan Danzikyan'a göre bu bilincin kaybolmasında Türkiye'deki iktidarların ve yaratılan toplumsal-siyasi kültürün payı var: "Bu ülkede yüzlerce yıldır birlikte yaşayan insanların, birlikte yaşama bilinci artık yok. Kalmadı. Birçok nedeni var bunun ama esas sorun şu ki bir bilinçsizlik var. Her türlü azınlık haline getirilmiş toplumun da bu ülkede bulunduğunu, yaşadığını, onların haklarının da en az kendi hakları kadar kıymetli ve değerli, onların ibadetlerinin de kendi ibadetleri kadar değerli olduğu algısı unutuldu artık. Bilinmiyor. Bu tabii siyasetten bağımsız bir şey değil. Siyasetin ürettiği nefret söyleminden bağımsız bir şey değil. Bütün bu nefret söyleminin sonucu olarak Ermeni, Rum ve Yahudileri bu ülkeyi terk etmesinden, göç etmesinden bağımsız bir şey değil. Her şey birbirine bağlı. Dolayısıyla sadece şuursuzluk deyip geçemiyorum, tüm iktidarların yıllar boyunca sürdürdüğü politikaların bir sonucu olarak görüyorum.”
Nefret siyasetinin günbegün var edilmiş olan cerahati yüceltmenin bir neticesi bir kere daha bu topraklarda yaşam mücadelesi vermeye devam eden bir halka saygısızlıkla bir ve beraber çıkagelir. 1915’ten 2021’e uzanan Ermeni kimliğini ötekileştirme, fırsat bulundu mu yok etmeye sevk etmelere doyulmayan bir menzilde dans tacizi işin bir başka boyutunu göstere gelir. Soykırımın pek çok evresi arasında dolaşıma devam ederken, bir de beyazını var etmenin, bir de bunu deneyelim diye ortak bir kültürel miras kalıtı, bir başka halk için inanılan dinin sembollerinden bir ibadethane piste dönüştürülür. Aşağıda kendilerini uyarmaya tenezzül edenler olmadığından, kayıt altına alındıklarından da açık bir biçimde bihaber olanlar eliyle bu taciz meydana getirilir. Mozaik değil mermer mermer diye sayıklanan bir milli ve yerli varyantın sunduğu şey daha b��yük hayal kırıklarını var eder. Söz konusu Kadıköy’deki ibadethane tacizinin yanında, ahırdan, yeni yapılacak binalarda kullanılacak malzeme addetmeye, dönüşüm otomatiğe bağlanmış bir biçimde Anadolu’da artakalan tüm Hristiyan, Yahudi kimliklerinden insanların kalıtlarına karşı taarruz / saldırı / yok sayma kültürünün bir başka boyutu var edilir.
Medeniyetler beşiği olduğu zikredilen bir sahne için bundan daha büyük ayıp söz konusu edilebilir mi? Her şeyin palaspandıras sulandırıldığı / konuşturulmadığı bir yerde alelacele salı verilmiş olanların var ettiklerinin arkasında durmaya devam edenlerin arasında bir hayat tek bir ama tek bir iyi gün var edilebilir mi? Bir ülkeyi tek tipten mamul, tek bir kimliğin malı, hayatta yer bulabileceği bir zemine dönüştürme gayreti artık kabak tadı vermemiş midir? Elli binin çoktan altına düşmüş Ermeni, yirmi binlerin üstündeki Süryani, iki binlerdeki o Rum, birkaç on binleri ancak zorlayacak Yahudi ve diğerleri olarak anılanların hepsi ve her birine reva görülen şu mini pogrom / hiza çekmelerden illallah edilecek midir? Sahi ama sahiden de yüzleşilecek midir, bütün bu kötülük sarmalının nedenleri / sonuçları için bir kez olsun sahiden?
Sendika.org’tan aktaralım: “Esenyurt’taki Örnek Mahalle Temsilciliğinde görevli Sezer Öztürk’ün evinin duvarına ırkçı yazılamalar yapıldı. Sabah 08.30 sıralarında kahvaltılık almak üzere evden çıktığı esnada duvarındaki yazıyı fark ettiğini söyleyen Öztürk, duvarın fotoğrafını çekip, sanal medya hesabından paylaştığını, ardından da suç duyurusunda bulunmak üzere Kıraç Polis Merkezi’ne gittiğini söyledi.
Karakolda ifade verdikten sonra çıkıp arabasına bineceği sırada polislerin kendisini durdurup, ‘Amir ile görüşeceksin’ diyerek yeniden karakola çağrıldığını anlatan Öztürk şöyle konuştu: “Amir ile görüştük. Amir bana ‘bunları sosyal medyadan paylaşmışsın, onları sil’ dedi. Daha sonra ‘hepimiz kardeşiz, sen halkı kin ve nefrete teşvik ediyorsun böyle. Bu yaptığın doğru bir şey değil. Bunu silersen daha iyi olur, silmezsen senin hakkında halkı kin ve nefrete teşvikten işlem başlatmak durumunda kalırız’ dedi.”
Uzun yıllardır Kürtler ve Aleviler’e yönelik devam eden bir baskı ve zulüm politikası olduğunu söyleyen Öztürk, maruz kaldığı tehditlere “Seyyit Rıza, Koçgiri, Madımak vb. katliamları biliyoruz. Bu katliamlar devam ediyor. Bu yaşananlar da bu zihniyetin bir devamı” diyerek tepki gösterdi.”
Kadıköy’de yaratılan vahşetin bir başka benzeri Öztürk’e, kimliği hedef alınarak imal edilir. Nefreti sürekli güncelleyen, insanları daimi bir biçimde hizada tutmak için süreğen bir biçimde aynı ezberlerden medet umanların var ettiği yegane şey daha büyük / kalıcı ve hazin bir dehşettir. Düzen ötekisi olarak sandıklarına hiçbir yerde, hiçbir şartta bir hayat bahsi tanımayanlara zemin kılınandır. Şatafatlı cümlelerin yamacında, görkemli nutuklar arasında bir biçimde nefret sabitlenir. Böyle bir tanımla, bu kadar afaki ayrımcılıkla bir yol / yer / ülke / gün olur mu sahiden? Nefreti şiddetle körükleyerek bir ülke şablonu var edilse ne olur, her günü ülke olsa ne yazar, insanların hakları ellerinden çalındıktan sonra! Düşünüyor musunuz?
Yeni ülke, yeniden var edilmiş devlet, güçlü ve büyük saha, şu ya da bu tanımlandırmanın varlığında ortaya serilen yegane şey çok daha kalıcı, çok daha derin izler bıraktıran belirli bir nefret hattıdır. Her gün en az bir kimliğin nefrete kurban seçildiği, dönüp dolaşıp hep bir ağızdan lanetlendiğinin duyurulduğu yerde kim sahiden de güvendedir. Bunca açık ol nefret / ayrım / linç pratiklerinin kıyısında hangi söz manalı gelecektir ki karanlığın artık farkına varılabilsin? Bütünüyle karanlığına gömülmeye devam olunan, her yerinden irin fışkıran, hayatın ederinin de anlamının da paramparça olunduğu bir zeminde geleceğin ol eksende çizilmesinden daha büyük bahtsızlık söz konusu edilebilir mi? Bir asırdır varlığı söz konusu edilen gel gelelim hiçbir biçimde sabitlenememiş, yaşamda varlığı söz konusu dahi edilememiş demokrasi mefhumunun artakalan kısmını da bu şekilde çürüterek / nefret eksenine kurban ederek nasıl bir yarına varılacaktır, sorguluyor musunuz? Bu kadar yıkım / bunca afaki kin / böyle birbiri içerisinde süreğen kılınan nefret ve hiddet bırakalım yenisini bir ülke geriye koymaz / bırakmaz cidden umursuyor musunuz? Hey oralarda mısınız, konu komşunuz, selamlaştığınız, görüştüğünüz, bilmeden yanından ya da yolunda beraber geçtiğiniz insanların hayat haklarına / söz haklarına el konuluyor bu nefret sarmallarında, utanmıyor musunuz? Sahiden, hiç mi, asla mı? Quo Tendimus? (nereye gidiyoruz!)
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Desen – OHAN – Agos
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Nefret Sarmalı
Tumblr media
Birbiri içerisine lehimlenmiş bir nefret sarmalı var ediliyor. Artık bir ülkeye dair inancın, ümidin bırakılmadığı yerde, nefretle, şiddet pratikleri ve faşizmin ta kendisiyle mürekkep bir yol / çıkışsız bir sahne bina ediliyor. Bir nefret kuşatması, bariz bir kötülük tahayyülün ötesinde hakikate kavuşturuluyor. Bir menzil, bir asırlık demokrasi tahayyül ve isteminin her nasıl boşa düşürülebileceği aralıksız örnekleniyor. Gümbürtü dahilinde yıkım hemen, hemen her yeri kapsarken / var olurken, onca uzun nutkun, bir dolu vaadin, sürpriz, müjde vs. nin ol boşa düşmüş, eksiltilmiş olanı unutturmak adına yinelendiği söz konusudur. Sağ aklın / milliyetçiliği nefrete bulamış bir arkaik faşizmin süre gittiği, güncellendiği uzamın var edilmesi kesintisizdir.
Cerahat artık lafta değildir. Her gün bir muktedir, kendisi, ortağı, yancısı, hancısı, yolcusu veya çıkar için peşinde olanı bu cerahat, cürüm ve suçla birlik olan nefret edimini arasız, fasılasız bu ülkenin yegane gündemi kılar. Nefret artık boyutunu geliştirmiş, bendini iyice aşmış, coşkuyla alkışlanan bir mesele dönüştürülmüştür. Meclis grup toplantılarında açık, aleni bir biçimde savunulan dehşet dolu bir ötekileştirme, muktedirden değilse karşıt, hiç ama hiç es geçilmeyen terörle iltisaklı bahisleri ve nicesiyle nefret kurumsallaştırılır. Açık bir biçimde yeni ülke diye çıkılan istikamet günbegün hayatlarımızın denek kılındığı belli bir biçimde kuralların yıkıma çıkartıldığı, dehşete dönüştürüldüğü bir deneyim halinin ta kendisi kılınır. Cerahat lafta konulmaz, peyderpey düzenlenmiş, yeniden imal edilmiş her defasında sahnenin bizatihi ortasında yükseltilen bir meseldir.
Onca asırlık diye böbürlenilen demokrasi şablonunun, buraya özgü bir dilin var edilmesi tahayyülünün hiç kılınması da böyle görünür kılınır. Sağcı söylemin, eylem pratiklerinin, siyasi çatıların var edildiği, bir tek müslüman, türk, muhafazakar, dar ya da geniş tanımı ile ne mutlu türküm diyene bahsine rehin edilmiş olan / bundan çıkar sağlayan dışındaki hiçbir akımın / kimliğin ve duruşun yaşamına gölge düşürülmeyen gün yoktur. En büyük kötülük aralıksız o nefret şablonu bu habitat üstünde daima o hatlara arka çıkılarak daimi bir biçimde sürekli olarak bir yol haritasına zemin bilerek, kılavuz kabul ederek yıkımın, yok etmenin, ölümün sözcülüğünde oluşturulur. Böyle bir toplamda bırak ülkeyi tek ama tek bir iyi gün var edilebilir mi? Bir cüretle savunulan nefretin, beraberindeki şiddet, açık aleni ırkçılığın yamacında bir iyi kalır mı, geriye konulur mu? Devletin gölgesinde hayat çarçur edilirken yol nereyedir?
Bianet’ten aktaralım: “Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında konuştu.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir il binasına silahlı saldırı düzenleyerek HDP’li Deniz Poyraz’ı öldüren Onur Gencer, eliyle Ülkücülerin “bozkurt” işaretini yaptığı fotoğraflarıyla gündeme gelmişti. Bahçeli buna daha önce tepki göstermişti.
Bugünkü konuşmasında da saldırıyla ilgili “Öldürülen Deniz Poyraz’ın kim olduğunu ben size söyleyeyim, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden milis işbirlikçisidir” iddiasında bulundu. Bahçeli’nin konuşmasından satırbaşları şöyle:
“AYM Genel Kurulu'nun HDP'nin kapatılması istemiyle açılan davanın ilkini reddedip ikincisini kabul etmesi bize göre hayırlı bir gelişme, adaletin tecelli açısından ümit verici bir tesellidir.
“HDP kapatılmalıdır, bu örgütün bölücü yöneticileri hakkında hukuk ve adalet tesirini mutlaka ve süratle göstermelidir.
“HDP'nin hukuk konusu olduğu bir dönemde, HDP İzmir İl binasına yapılan hunhar saldırı elbette şiddetli bir provokasyon, alçak bir komplo olarak değerlendirilmelidir.
“İzmir HDP il binasına yapılan saldırı süreci başka bir noktaya taşımıştır.”
“Saldırganın ifade tutanağı uyanık bir şuurla analiz edildiğinde, meczup olmadığı, tek başına hareket etmediği, bilinçli bir eylem içinde eyleme geçtiği hemen fark edilecektir.
“Lütfen dikkat buyurunuz, öyle bir gün seçilmiştir ki, binada tek bir HDP’li yönetici yoktur, hatta planlı bir toplantı da iptal edilmiştir. Tıpkı Ankara Gar patlamasında, tıpkı Suruç katliamında olduğu gibi, HDP’liler araziye uymuşlar, birdenbire kayıplara karışmışlardır.
“Olayın vuku bulduğu gün, ne hikmetse, çay servisi yapan asıl şahsın yerine yardım amacıyla kızı binaya gelmiştir.”
“Cinayete kurban giden Deniz Poyraz’ın masada yarım bıraktığı kağıt bardaktan içtiği çay ile yediği domates ve zeytin, kısa süre içinde Türkiye aleyhtarlarının propaganda görseli olarak kullanılmıştır.
“Katilin ise bozkurt işareti yapan ve silah tutan halini resmeden fotoğrafları sanki bir yerlerde hazırda bekletiliyormuş gibi anında servis edilmiştir.
“Altını kalın bir şekilde çizerek soruyorum; bu katil gerçekte kimdir? HTS kayıtları çıkarılmış mıdır? Bağ ve bağlantıları kimleri ve nereleri işaret etmektedir?
“Provokasyonun içinde derin PKK’nın, yabancı istihbarat örgütlerinin, kiralık taşeronların parmağı var mıdır?
“HDP’yi masumlaştırıp partimizi, Cumhur İttifakı’nı ve Türk devletini suçlamak üzerine bina edilen bu cinayetin önü arkası, sağı solu, altı üstü sonuna kadar araştırılmalıdır.
“Kim ne biliyorsa, kimin elinde ne belge ne bilgi varsa emniyet güçlerine ve adli makamlara teslim etmek durumundadır.”
“Öldürülen Deniz Poyraz’ın kim olduğunu ben size söyleyeyim, PKK’nın kırsal katılım sorumlusu, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden halkanın içinde yer alan milis işbirlikçidir. “Milis işbirlikçi, köy, kasaba ve şehirlerde yalnız ve sahipsiz görülen kişileri terör örgütüne devşirmek için çalışan, örgütün hain eylemlerine yardım ve yataklık yapan terörist demektir.
“Bu milis işbirlikçinin babası ise duyan herkesi şok eden açıklamalarda bulunmuş, bir nevi canlı bomba gibi patlamıştır. ‘Deniz benim Deniz’im değil, Kürdistan’ın Denizi’dir. Biz dağlarda direnen aslanlara borçluyuz. Şu anda düşmanın tank ve toplarının önünde direniyorlar. Biz ne kadar bedel de versek halen onlara borçluyuz. Allah gerillaya güç kuvvet versin, mertebelerini yükseltsin.’ Herkesi ikaz ediyorum, hiç kimse, “ne yapsın acısı var, ne dediğini bilmiyor,” saptırmasına heves etmesin.
“Böylesi bir bahaneye de sarılmasın. İzmir’in göbeğinde bir PKK’lı arayıp da bulamayacağı bir propaganda imkanı yakalamış, bunu da şerefsizce kullanmıştır.”
Devlet nam bahçesiz var ettiği her cümleyle o inkar edilen nefreti topyekun sahiplenen bir sureti görünür kılar. Nasıl olsa iktidarın gizli / örtük değil açık ve bariz ortağı olduğunun da bilinciyle, baş amirin müsaadesi ve olur vermesinin de gazıyla birlikte akla seza bahis ve ithamlar gün yüzü bulur. Deniz Poyraz’ın ardından çıkagelen ol nifak tohumu demeç topaçlamasının ederi de yekunu da bir boşluktur. Yaraları kanatmaktan gayrısına hiç ama hiçbir zaman çaba sarf etmeyen bu ülke bizim sadece bizim diyenlerin, Türk dışındaki hiç ama hiçbir kimliği tanımayan, anlamaya çaba sarf etmeyen bir cerahatin ta kendisi nefreti yeniden kurgusuna dahil eder. İyi de böylesine pespaye bir halde, bunca afaki bir cürümle yol ve rota çizen kendileriyken, gerilla ya da milis toplayıcısı olmadığı afakiyken Deniz Poyraz’ın bunca lafazanlık, bu kadar bet bir facia sarmalı içinde ya tutarsa denilerek var edilmiş kötülük dolu ithamlar neyi var edecektir, koca bir boşluk, kanatılan bir yaradan da gayri! Biteviye kurulan nefret temsilinden, bir ortak akla, bir tek an olsun kaybedilenin ol yasına varılabilir mi, böyle bir ülke olur mu? Böyle bir ülke gibi, bu kadar ezber kodlarla, biteviye bir cani tarafından katledilmiş bir kadına şu sözlerle mukabele edilebilir mi? Ne yani, nedir!
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım. Naci Kaya’nın haberidir: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir İl Örgütü’ne yönelik 17 Haziran’da gerçekleştirdiği saldırıda parti çalışanı Deniz Poyraz’ı katleden Onur Gencer, olayın üzerinden 24 saat dahi geçmeden “tasarlayarak öldürmek” suçlamasıyla tutuklandı. Gencer’in hızlıca tutuklanması ve olay yeri incelemesinde parti odalarından birindeki kurşun izinin fark edilmemesi soruşturmanın yüzeysel yapıldığı eleştirilerini de beraberinde getirdi.
HDP ve Poyraz’ın avukatları, soruşturmanın etkin bir şekilde yürütülmesi talebiyle 21 Haziran’da 38 maddeden oluşan 10 sayfalık dilekçeyi savcılığa sundu. Olay yeri incelemesinin eksik yapıldığına dair ajansımız tarafından yapılan haber sonrası hareket geçen savcılık ise, hem kurşun izinin bulunması hem de mermi çekirdeğine ilişkin araştırma yapılmasını istedi. İnceleme sonucu mermi çekirdeğinin bulunduğu öğrenildi.
Soruşturmayı yakından takip eden HDP Genel Merkez Hukuk Komisyonu avukatlarından Türkan Aslan, soruşturmadaki eksiklikler ve savcılığa yaptıkları başvuruya ilişkin konuştu.
HDP’nin bulunduğu Tezol İşhanı ve parti binasındaki olay yeri incelemesinde delil toplama işlemenin eksik yapıldığını ifade eden Av. Aslan, “Katil zanlısı kendi ifadesinde 8 katlı binanın bütün katlarına çıktığını ve katlardaki dairlerin kapılarını çaldığını söylüyor. Yani bu arada katlar arasında dolaştığı kesin. Bina içinde iz bırakma ihtimali, suç delili bırakmış olma ihtimali olasıdır. Ama olay yeri inceleme ekipleri binayı incelenmedi. Eğer bütün katlar üzerinde bir inceleme yapılmış olsaydı deliller daha sağlıklı toplanırdı” dedi. Mermi çekirdeğinin günler sonra bulunmasının dahi detaylı bir soruşturma yapılmadığına işaret olduğunu söyleyen Aslan, “Olayda, zanlıyla ilişkili şahısların olma ihtimalı atlanmaması gereken bir ihtimal. Yine, kendisiyle birlikte getirdiği suç delillerini saklama ihtimali de var ortada. Binanın ortak kullanımına açık yerleri ve diğer dairelerinde ayrıntılı bir inceleme yapılmadığı için bu soruların aydınlatılması da zorlaşıyor” diye kaydetti.
Poyraz’ın, öldürülmeden önce işkenceye maruz kalma ihtimalinin yüksek olduğunun aktaran Aslan, Poyraz’ın kafası ve her iki bacağına sıkılmış 3 kurşuna işaret etti. Aslan, “Olay yeri incelemesi sırasında Adli Tıp Uzmanı kafasında o an tanımlanması zor olan bir başka yaradan bahsetti. Muayene yapan uzman bu tespitte bulundu. Kafatasındaki yaranın silah yaralaması dışında düşmeye ya da vurmaya bağlı olmayacağı kanaatindeyiz. Yani sağ veya öldürüldükten sonra Deniz’e işkence edildiğini düşünüyoruz” dedi.
Aslan, kafadaki yaralanmayı sordukları adli tip uzmanı doktorların, yara izinin kesici bir aletle yapılma ihtimalinin olduğunu kendilerine aktardıklarını ifade etti. Bunu, otopsi raporuyla birlikte öğrenebileceklerini kaydeden Aslan, “Bunun yanında Poyraz’ın vücudunun değişik yerlerinde hasar var. Bunların hepsi bir araya geldiğinde silahla öldürerek, bırakılmış bir olay olmadığını düşünüyoruz. Bu nedenle Poyraz’a işkence yapıldığı kanaatindeyiz” diye belirtti.
Katilin beyanları ve üst aramasına ilişkin hazırlanan tutanaklarda yer alan 2 bıçağın da işkence iddiasını güçlendirdiğine dikkati çeken Aslan, bıçaklar üzerinde DNA testinin yapılmasını istedi. Aslan, katilin bıçakları saldırıda kullanma ihtimalinin yüksek olduğunu vurguladı. Aslan, “Yaralanma kesici aletle yapılmışsa DAİŞ veya benzeri örgütlerin saldırı şekline işaret eder. Yani bu durumda zanlının Minbiç’te sadece bir sağlık görevlisi olarak bulunmadığı, orada başka bir amaçla bulunduğu ve orada edindiği tecrübeleri Deniz’in üzerinden kullanmaya çalıştığı ortaya çıkıyor” dedi.
Katilin saldırısı sırasında kullandığı çantaya dair de tutanak tutulmadığını aktaran Aslan, “Çantanın içindeki materyallere ilişkin tutulmuş bir tutanak görmedim. Üst arama tutanağı var. Ancak çantadan çıkan materyallere ilişkin çıkan bir tutanağı görmediğim için tutanağın tutulmamış olabileceğini söylüyoruz. Buradan da çantanın envanterinin yapılmadığını sonucu ortaya çıkıyor” şeklinde konuştu.
Tespit ettikleri yeni bulgulara ilişkin bugün tekrardan savcılığa yazılı dilekçe vereceklerini söyleyen Aslan, şöyle devam etti: “Bu taleplerimiz çerçevesinde bir araştırma yapılırsa olaydaki görünür fail değil, arkasındaki ilişkileri de bir bütün olarak ortaya çıkabilir. Türkiye toplumu gerçek faillerin ortaya çıkarılmasını bekliyor. O anlamda soruşturma savcılığının çok titiz davranarak, ivedi bir şekilde talep ettiğimiz konu başlıklarında araştırma yapmasını bekliyoruz.”
Bahçesi bahar yüzü görmeyesi Devlet’in açık ettiği, yaftalamak için kırk yalana sarılıp durduğu bir genç kadının hayat hakkının elinden her nasıl çalındığına dair şüpheler ve o işkence iddiaları ulu orta durmaktadır. Gerilla / milis, örgütlenme sorumlusu, PKK’nin o ya da şusu diye tanımlandırılmaya çalışılanın, yasal bir partinin, meşru bir siyaset çatısı olan yerden seslenen bir temsilin hayat hakkının yerle bir edilmesinin utancı karşımıza çıkartılır. İzmir’in orta yerinde ol işkencenin zamanında 7 Haziran – 1 Kasım 2015 arası Türkiye’sinde var edilmiş olan karanlığın da bir başka suretidir. Evre, evre katman ve kat üstüne yol alındığı söylenen bir zeminde meşruiyet, Kürd siyasetinin öznelerinin elinden bir kez daha kanla sözü çalmak var edilendir. Katil alelacele içeri alınırken, geriye yanıtı verilmesi gereken sorular bırakılandır. Geride kocaman bir yara, Poyraz ailesine verilmesi gereken “neden” sorusuna, “ne hakla” bahsine dair bir karanlık kalmıştır. Sahiden kim ama kim verecektir hesabını! İktidarı ayrı, yancı muhalefeti ayrı, medyası ayrı, kantarı bile çalınmış adalet makamı, hakimi, savcısı apayrı sıvamışken, devlet dersinde katledilen bir kadının hesabı ne olacaktır, sahi ama sahiden?
Birbiri içerisine lehimlenmiş laflar ve eylemlerle bir nefret sarmalı var ediliyor. Artık bir ülkeye dair inancın, ümidin bırakılmadığı yerde, nefretle, şiddet pratikleri ve faşizmin ta kendisiyle mürekkep bir yol / çıkışsız bir sahne bina ediliyor. İçinde kalakaldığımız anın, zaman diliminin orta yerinde kandan hala medet uman dil, iktidarın bekası adına yinelenip duruyor. Türkiye’nin üçüncü büyük siyasi aktörü, muhalefet ibaresinin belki de ender doğrudan karşılığını var eden bir temsil, bir kez daha kanla kuşatılıyor. Dışarıyı bir içeri, içeriyi de dışarıdan da beter bir sarmal yapmış bir menzilde, kaybedilecek daha bir asır var mıdır? Çeteleşmiş, terör olgusunu kendi etki sahanlığından var etmeye, onca yalan, riya ve cürüm ile sürdüren bir menzilin daha kaybedebileceği bir asır var mıdır? Deniz Poyraz’ın hesabı ne olacak, katledilmesinin üstü daha nereye kadar örtbas edilip durulacaktır, kim verecek hesabını! Bir müşterek hayat imini savunmak için, ipin ucunun çoktandır kaçtığı bir hayat muhafazasının daha da beter hallere konulmaması için, kaybın son halkası olan Deniz Poyraz’ın hesabı ne olacaktır? Bu gümbürtüde, bütün şu siyasetin pejmürde hallerinde, medyanın karartmasında, kulağını kapayanlara karşı yüksek sesle bir kere daha ne olacaktır, kim verecektir bir cinayetin hesabını? Sahiden ama sahiden. Bu nefret sarmalından çıkışın başka bir yolu yoktur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Deniz Poyraz Anmasından – Zeynep KURAY – ANF
0 notes
seslimeram · 6 years
Text
Kuşatma Meseli
Tumblr media
Sözün tükenişine tanıklık yaptığımız bir menzilden bildiriyoruz. Belirgin bir sondan, karanlık, dibine kadar göçmenin ta kendisinden bahsetmiyoruz, mütemadiyen gerileyen, eksiksiz olarak yağmalanan bir tahayyülden dem vuruyoruz. Yaşamın var edildiği sathı mahalde duraksamak nedir bilmeden çürütmenin her neye yol verdiğini bildirmeye çalışıyoruz. Sözün sesin kıymeti harbiyesinin tükenişine tanığız. Genel geçer değil bile isteye tekmili birden bir yok etme hali, istikametinin güncesinde sözün nihayetlendirilmesidir bildirmeye çalıştığımız.
Su çürüdü, tuz koktu, kesif bir koku dört yanı kapsarken bunu bildirmeye yarayan söz çalındı, paramparça kılındı. Kendi ekseninde, tahayyül ettiği, sınırlarında var etmeye izin verdiğiyle bir düzlem bina eden muktedirin yenisi, yeni ülkesi bunca bariz bir hazanı barındırır. Denetim ve tahakküm, süreğen kılınan kısıtlama hali bir mübalağa değildir. Müesses nizamın o yahut da busu, dünü ve şimdisi ve olası yarını ol tahakküm ve yıldırının rehinidir. Sözün naçar hale koyulması bunca kesintisizdir. Üç yüz altmış beş gün ve altı saatlik döngü bu menzilde tüm o hayat istencinin eksiksiz gediksiz lağvını ihtiva eder.
Biyopolitik tezahür ve varılmak istenen yurt bahsi bu komplike lağvı barındırandır. Söz aleni çürütülendir, ses çalınandır, anlam zayi, öz tahrip, hayat meselsiz, düpedüz bir fasit döngünün ta kendisi kılınandır. Cerahatin eylediği ülke şablonu bir laf değildir. Artık sağlı ve sollu her bir yerden güncellene gelen tehditle, yıldırıyla ve bilince sabit kılınmış şablonlarla muktedirin oyuncağı kılınır. Sıradanın ne sesi, ne sözü ne de hayattaki duruşunun pek bir anlamı vardır ya da bırakılmıştır. Ya içindedir devletli kümesinin, ya da dışında, dışlananlardandır her durum ve halükarda. Basitçe, her durumda kendisi olan, sıradanın sözü yıkıma rehin edilendir.
Muktedirin kümesinde, kapsamında olmayanlar, görülmeyenler için her gün yeni bir sınavdır. Sözün, sesin, soluğun ve yaşama istencinin sınavıdır bu bahis. Devletin gölgesinin değdiği yer ve zamanda hayatın rutini imkansızdır. Cümlelere kan sıçratılmıştır. Nefretten doğan bütün ol linç erimleriyle donatılmış ve hiç kesintisiz kılınırken hayata kasıt sahiden yol, yordam, yönle ülke hali gerçekten karanlıktır. Bu sınırda var edilmiş olan kötülüğün kesintisizliğinde alenen ortaya çıkandır karanlık! Cerahate kol kanat geren muktedir ol hayatı her ne pahasına olursa olsun kendi namına göre dönüştürme gailesine devam diyenlerin kurduğu çatıdır. Böylesine bir şablonun ta kendisinde bir ülke var edildiği yumurtlanmaktadır. Ortada olan, olup bitenin ta kendisi ise daha derin bir karanlıktır.
Sözün tükenişinin bir gün, bir an, bir süreliğine değil aralıksız bir devamlılık barındırması açığa çıkmaktadır. Yeni ülke halen dündedir. Dün halen güncellenen bir meseldir. Bariz bir şimdi yoktur, hiçbir zaman bir sonra olmayacaktır. Tahakkümün güncelliği bu cerahat sarmalı ülkenin yönünü / yolunu bildirir. Yapılacak, konumlandırılacak ve dahi sorgulanacak her şey o muktedir nazarında bir düşman eylem planı olarak görülür. Sözün hiçleştirilmesi o muktedir algısı ve payandası kılınan medyadan yaygınlaştırılan tahayyüllerle birlikte süreğen kılınandır.
Orwell’in 1984’ünden, Zamyatin’in Biz’ine güncelliği sağlama alınan denetim toplumunun o karanlık mefhumla güncellenen sahnenin imali artık gizli saklı değildir. Canlı yayınlanandır. Canlı canlı bir ülke mefhumu ve sıradan imgesi, seslenişi ve sözcükleri yağmalanandır. Yeni ülke bariz bir biçimde o kurguların hakikatinde düze çıkartılan / güncellenen bir edimdir. Tehdit, yıldırı, mütemadiyen kılınan düşman edimi ve tavırlarıyla, süreğen korku faktörüyle bu menzil bir kuşatma bahçesi kılınır.
Cerahatin enikonu öne çıkartıldığı yerde hak da yoktur, hukuk da, adalet de, eşitlik mefhumları da yoktur. Hiçliğin ortasında tahayyüllerin çürütülmesi, hayatın sınırlandırılması ve tüm bu üslup dahilinde eğrelti bir ülke günceldir. Yaralarımız artık gizlenmesi imkansız kılınan aleni ve doğrudandır. Yara olarak andıklarımız çürütmeye devam diyen düzenin bizlere pay ettiğinin yekunudur. Acı, ağu ve eksiltme bilahare ve mütemadiyen çürüme hali dahilinde güncellemelerin sonucudur ol mesele, yara!
Bütün bir ülkenin yaşamdan alıkonulmasının evreleri o aralıktadır. Sözün tükenişi onca var edilen cerahatin yıkıcılığı ile tanımlandırılır. Bugünümüz bir dünündür, halen dünde, geçip gittiği söylenendedir. Umudu yirmi dört saatliğine bile barındırtmayan bir menzilin var ettiği hazanın bizatihi kendisidir yara! Müesses nizamın ülke diye bildirdiği cerahatli sahanın güncellediği vakanın ta kendisidir artık yara! Biteviye, dönüp dolaşıp her aynı sığ sulara gömülen, içine doğru itildiğinin farkında bile olmayanların güç, iktidar, makam ve tabi ki para için her şeyi çürütmeleridir yara! Nefes alacak derman bırakmayanların her gün bir başka yönden saldıranların, tehditleriyle birlikte bir fasit döngünün imaline devam diyebilmelerinin sonrasındaki felakettir yara!
Senenin henüz birinci haftasında var edilenler bu halleri örnekler. Kesintisiz kılınmış olan cüreti, ortada peyda ettikleriyle yaşamın dönüşümü kesintisiz bir yıkımı var etmektedir. İyi de yol nereye? Cerahatin var ettiği şiddet mefhumu, her güne daha fazla tehdit ve tahakküm enstrümanları ile yaşamın yerle yeksan olunması güncellenendir. Cerahat artık yanı başımızdadır. Bir ülkeye varma hali, istenci lağvedilendir. Yaşatmama gailesi bariz bir kavram değil artık bu sınırlarda kanıtlanmış bir teoridir, henüz anti-tezi bile düşünmek bir yana tahayyül dahi edilmemiş. Biyopolitika bu süreğen tekinsiz deney sistematiğinin ta kendisidir.
Çankaya Üniversitesi bünyesindeki Hukuk Fakültesi İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Ana Bilim Dalı’nda araştırma görevlisi olan Ceren Damar Şenel’in başına getirilen kırım, onu bu hayattan kopartan cürmün ta kendisidir anlattığımız bahsin her neye dönüştürüldüğünü can yakıcı bir biçimde ifşa edecek olan. Gazetelere yansıyan, sosyal medyada yankılanan bir kadın cinayetidir. Yaşatmakla zorları bulunanların var ettiği kötülük artık nasıl alenen can yaktığının vesikasıdır, Şenel’in başına getirilen.
“Ceren Damar Şenel, 2 Ocak 2019 günü sabah gözetmen olarak girdiği sınavda Hukuk Fakültesi 4’üncü sınıf öğrencisi Hasan İsmail Hikmet’in kopya çektiğini tespit etti. Bunun üzerine Hikmet’in sınav kağıdını alan Şenel, öğrenci hakkında soruşturma başlattı. Akşam saatlerinde emekli polis babasının tabancasıyla Ceren Damar Şenel’in odasını basan Hasan İsmail Hikmet, araştırma görevlisini vücudunun çeşitli yerlerinden bıçakladı, ardından tabancayla vurdu. Ağır yaralanan Şenel, sağlık ekiplerinin müdahalesine rağmen olay yerinde yaşamını yitirdi. Havaya ateş açarak okuldan kaçan Hikmet ise polis ekipleri tarafından kısa sürede yakalanıp gözaltına alındı.”
“İsimlerinin gizli kalması koşuluyla BBC Türkçe'ye konuşan öğrenciler üniversite yönetimini, bazı "imtiyazlı" öğrenci gruplarının "zorbalık" içeren davranışlarına karşı herhangi bir yaptırımda bulunmamakla suçluyor.
Çankaya Üniversitesi'nden geçen yıl mezun olan ve adının açıklanmasını istemeyen bir öğrenci, öğrenim hayatı boyunca düzenlemek istedikleri pek çok panel ve söyleşinin ülkücü gruplar tarafından yöneltilen tehditlerle iptal edildiğini anlatıyor:
"8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde İKD'li (İlerici Kadınlar Derneği) kadınları ve CHP'li Şenal Sarıhan'ı okula davet etmiştik. Bazı öğrenciler rektörlüğe gitmiş ve 'Etkinlik olur da okula komünistler gelirse' etkinliği basacaklarını söylemişler. Bunun üzerine bizim etkinliğimiz engellendi ama bunu söyleyen öğrencilerle ilgili hiçbir şey yapılmadı.
"Gezi Parkı'ndan sonra Berkin Elvan'ın ölümü ve 10 Ekim Gar Katliamı sonrası gibi her eylem yaptığımızda bu öğrenci ülkücü faşist gruplar çeşitli tehditlerde bulunuyorlardı. Kampüste bir teşkilat masaları vardı, çünkü en çok ülkücünün barındığı yer Hukuk Fakültesi.
"Bir keresinde de KAOS GL'den bir avukat davet ettik, etkinliğimizin başlığını da 'LGBTİ Hakları' koyduk. Yine aynı öğrenciler bizi tehdit edip 'Okula travesti getiremezsiniz' dedi. Okul etkinliğimizin adını 'Toplumsal Cinsiyet' olarak değiştirdi, bu öğrencilere hiçbir yaptırım yapılmadı."
Kendilerine başka öğrenciler tarafından yapılan zorbalığın defalarca görmezden gelindiğini söyleyen öğrenciler, okul yönetiminin bu konuda her zaman zafiyeti olduğunu öne sürüyor.”
Ceren Damar Şenel’i salt kopya çektirmediği için değil içeriye sürekli taarruz ettirilen tüm o linç, nefret ve bitimsiz yıkım istenci katletmiştir. Bir insanın canının alınmasını bir yirmi dört saat konuşup hemen ardından susulan ülkede, kadın cinayetlerinin nasıl planlı bir yapım olduğu bahsidir işte yara. Bir büyük cümle amacını taşımamaktadır anlatmaya çalıştığımız. Muktedirin on yedi yıllık iktidarında hayatı her anlamda nasıl eksilttiğinin de nişanesidir mesele. Bu yıkımlara çanak tutarak, yol vererek, örtbas ederek bu hallerin tüm o küçük kıyametlerin varlığı sağlama alınmaktadır. Ateş ise düştüğü yeri yakar.
Ceren Damar Şenel'in eşi Levent Şenel tarafından zikredilen meramdır o ateş. Cenaze töreninde hayatın hiç umulmadık anlarda, tahmin edilemeyecek acılar yaşatabildiğini söyler Şenel. T24’den alıntılayalım: Şenel, "Hayat bunu kimi zaman 30 yaşında, kimi zaman 50, kimi zaman 60 yaşında yaşatıyor. Ben bu acıyı 28 yaşında yaşadım. Bu olay bana bir şey gösterdi. Ceren her zaman doğru bildiğini yapan, kurallara uyan, işini dört dörtlük yapmaya çalışan bir insandı. Hiçbir zaman kimseye iftira atmazdı. Hiçbir zaman kimse hakkında kötü konuşmazdı. İşini iyi yapmaya çalışan kıymetli bir bilim insanıydı. Çok büyük bir acımız var" ifadelerini kullandı.
Şenel, şunları kaydetti: "Benim genç arkadaşlarımdan küçük bir istirhamım var. Arkadaşlar, bunu söylemek benim haddime düşmez ama iyi bir hukukçu, iyi bir mühendis, iyi bir doktor değil iyi bir insan olmaya çalışın. En önemlisi bu. İnsanları sevin ve hiçbir zaman kötülüğe kötülükle cevap vermeyin. Bu olayla da inşallah bu ülkede pek çok konuda bir duyarlılık, farkındalık oluşacaktır."
Sözün tükenişine tanıklık ettiğimiz bir güncellikte yaşamaya çalışıyoruz bunu halen var sayıyoruz. Dün, bugün, şimdi ve şu an ve olası gelecek bu dönüşüm içerisinde tükenişe mahkum olunandır. Devletlinin tahayyülü kendi bendini aşmış kötülüğe arka çıkışlarla bina olunandır. Bir yol, bir yön, bir uzam bırakılmamıştır. Yeni yıl takviminin ilk bir haftasında hayat her ne hallere dönüşmekte, zulüm her ne anlama gelmektedir o bahisler açıktadır. Su çürütülmüş, tuz kokmuş, söz tükenişe mahkum kılınmıştır. Bir hayat istencinin enikonu yerle bir edilmesindeki o alelacelecilik, her güne sığdırılan kırımlarla bir menzilin yaşamla bağları kopartılır, budur yara!
Tumblr media
Bir menzilin yıkımının yerine ikame olunmak istenenin cüreti, pespayeliğin dozu günden güne arttırılan şiddet mefhumundan çıkagelir. Şenel gibi aynı hafta içerisinde en az dört kadının canı çalınmıştır. Artık bu kadarlık, böylesini bildiren ve var eden bir menzil vardır. Yaşama hakkının yıkımı, ucu açık bırakılmış bir tehdit döngüsü süreğen güncelliği için çalışılandır. Daha fazlasını merak edenler için, şu küçük kıyametlerin ardından tüm o kadınların seslerini işitmenizi salık verebiliriz. Bir hayat mefhumunu yıkım, ardından çıka gelen devletli şablonunda hayat ne demektir, neden mühimdir sorgusuna düşmek isteyenler, aslında memlekette ne oldu / ne bitiyor diye görmek isteyenlere o seslenişler tüm açık yarayı bildirir.
Bir başka seslenişi Mezopotamya Ajansı’ndan duyuralım: “PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın üzerindeki tecridin kaldırılması istemiyle 61 gündür tutuklu bulunduğu cezaevinde açlık grevini sürdüren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Hakkari Milletvekili Leyla Güven, yolculuk yapmaya sağlığı el vermediği için taziyesine katılamadığı annesi Cevriye Güven için bir mektup kaleme aldı.
Annesinin vefatından sonra taziyesine katılması yönünde izin verilen, ancak açlık grevinden dolayı yaşadığı sağlık sorunlarından annesinin taziyesine katılamayan DTK Eşbaşkanı Güven'in mektubu şu şekilde:
"Canım Annem;
Zor zamanlarında, acılarla kıvranırken yanında olamadım. Elin tutup başucunda oturup sesini son bir kez dinleyemedim. Böylesi yarım ayrılıklar çok zor. Belki bir evlat için bunlar en son yapılması gereken görevlerdir; ama bana nasip olamadı. Ne acı ki babamın vefatını da Amed zindanındayken öğrenmiş, onun da son demlerinde yanında olamamıştım. O zaman bu duruma ne kadar üzüldüğünü hatırlıyorum.
Anne, beni her zaman diğer çocuklarından ayrı tutar ve severdin. Belki son çocuk olmamın avantajıydı. Ya da sana çok benzediğimdendi. Haksızlığa asla boyun eğmezdin, asiydin. Doğru bildiğini söylemekten çekinmez, kadınlara dayatılan birçok tabuyu aşmayı daha o zamanlarda başarmıştın. Köyden ayrıldıktan sonra seni bana anlatan o kadar çok insan oldu ki. Bir gün yaşlı bir amca, 'Kızım ben size yıllar önce çobanlık yaptım. Senin annen gibi bir insan göremedim.' dedi. Herkes senden gördükleri insanlığı anlatıyordu. Her zaman herkesi kendisi gibi görmeyi, insan olmanın verdiği değeri hissettirirdin.
Evet, senin duruşunda asalet ve bilgelik vardı. İnsana umut, azim veren yanın güçlüydü. Bana barış, adalet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, saygı, emek, fedakârlık, hoşgörü, bilgelik nedir deseler anam derim. Hatırlıyorum, babam siyasi görüş ve tercihlerimize kızınca 'Senin çocukların kominist olmuş' derdi. Sen de 'Hacı komünizm nedir biliyor musun?' deyince babam kızar ve çeker giderdi. Babama saatlerce dil döker, haklılığımızı anlattırdın. Sen, 'Benim çocuklarım bir şey yapıyorlarsa doğrudur' derdin. Bize insan olmayı öğretin. Bu gün uğruna mücadele ettiğimiz değerler, sizin değerlerinizdir. Anne! Bir halk yok sayılıyor. Birileri, 'Ya bizim size biçtiğimiz elbiseyi giyeceksiniz ya da çıplak kalacaksınız' diyorlar. İşte bu kadim halk, Kürt halkı bu anlayışa karşı yıllardır direniyor. Sen zaten biliyorsun canım annem! Her bir araya geldiğimizde uzun uzun konuşurdun. Yine kaygılanırdı anne yüreği! Kaygılanmakta haklıydın. Çünkü bizler konuştuk cesaretle mücadele etmeyi seçtik. Tüm bunlar için hedef gösterildik ve binlerce kişi tutuklandık. Evet, tutuklandık, fakat ölümü bedel olarak verenler oldu. Linç edilerek, panzerlerin arkasından sürüklenerek, gece evinde uyuyan mahsum çocukların ölümü gibi ölümlerle ölmek de vardı. Kürt'e düşen pay, ölümdür, yaşam değildir. Coğrafyanın kader olması böyle bir şey anne...!
Milyonlarca insanın irademdir dediği, her gün bedenini onun özgürlüğü için seve seve verenlerin olduğu zamanları yaşıyoruz. Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, bu topraklara kalıcı barışın ve özgürlüğün gelmesi için açlık grevindeyim. Sanırım sana söylenmedi, ama beni çok fazla hissettiğini biliyorum. Sana anlatma fırsatım ve zamanım olsaydı, bana canı gönülden hak vereceğine hiç şüphem olmazdı. Anne! Tecrit bir insanlık suçudur, savaş bir insanlık suçudur. Bunların artık olmaması için direniyorum. Haksızlıklara karşı direnmeyi sen öğrettin, boyun eğmemeyi, cesur olmayı, doğru konuşmayı ve yapmayı senden öğrendim. Senin öğrettiklerinin hepsi çok kıymetli bunu bil anne! Sen de tüm Kürdistan anneleri gibi çok acı çektin, ama bir gün bile of demedin. Analığın kutsallığını sizler sayesinde anladık.
Canım Annem; Sana ve tüm annelere layık olmak için direnmeye, mücadele etmeye devam edeceğim. Mekânın cennet olsun, ışıklar içinde uyu, canım annem!”
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Fatma Kurtulan, gündeme dair Meclis’te basın toplantısı düzenledi. Kurtulan, konuşmasına açlık grevinde olan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven'in durumuna dikkat çekerek başladı. Leyla Güven'in seçilmiş olmasına rağmen tutukluluğunun devam ettiğini belirten Kurtulan, "Leyla Güven'in bir talebi var. Bunu her yerde söylemeye çalışıyoruz. Ancak yetkililerin bu konudaki duyarsızlığı devam ediyor. Güven, yasal bir talebi ortaya koyuyor. Türkiye adına hassas bir noktadan ele alıyor” dedi.
Daha önceden açlık grevlerinin Güven ile sınırlı kalınmayacağı uyarısında bulunduklarını belirten Kurtulan, “Şu an 28 cezaevinde 104 kişi cezaevlerinde açlık grevlerinde. ‘Leyla’nın talebi talebimizdir’ diyorlar. Avrupa’da,  Hewler’de de grevler devam ediyor. Güven'in talebi hukukidir. Leyla Güven haklıdır. Tüm Türkiye’nin geleceği için bu talebin karşılanması gerekmektedir” ifadesinde bulundu.
Sözün sesin kıymeti harbiyesinin tükenişine tanığız. Genel geçer değil bile isteye tekmili birden bir yok etme hali, iş bu istikametinin güncesinde sözün nihayetlendirilmesidir bildirmeye çalıştığımız. Var edilen karanlık, süreğen güncelliğine çabalanılan cerahatle tüm o biyopolitik şablonla / sınırlandırma ve çitleme ile hayatın hakkından gelinmesi gibi, sözün de üstünün çizilmesi güncellenendir. Böyle bir yerin varlığı kesintisizleştirildikten sonra oluşacak krater hepimizi yutacak bir karanlığın ta kendisi olacaktır. Eminiz ve son kararımız!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Darkness Light Darkness – Gizem BAYIKSEL – Behance
0 notes
seslimeram · 6 years
Text
Fecaat Meseli
Tumblr media
Fecaat mefhumunun biteviye bir yıkımı beraberinde var ettiği bu sahada onun artık demirbaş kılındığı günlerden geçiyoruz. Geleceğimiz bir şimdi içerisinde aralıksız on yedi yıl içerisinde var edilen, düzenlenen, geliştirilen bir yeni ülke şablonuna rehin ediliyor, denek kılınıyor. İş bu sahada şimdilik hedeflenen iki bin yirmi üçe kadar devamlılığı en az beş yıl daha sağlama alınmak istenen mefhum bu cürümler sahnesini var ediyor. Gelecek bir şimdinin dahlinde tüm o tükenişin kıyısına taşınırken oluşturulan kötülük, var edilen şiddetle hiç aralıksız olan tüm o linç döngüsü ile muktedir olmayan, onunla hemhal olmayı kabul etmeyenler hedef kılınıyor.
Fecaatin üstüne eklenmiş olan her yeni hamlede yeniden var edilmiş olan her cürümde bu saha yaşamdan alıkonulmaktadır. Yazıklanmak kafi değil, çürüme salt bir yere, yöne değildir. Her günün bir evvelinden ağır cürümlere rehin olunduğu yerde ah, vah kar etmez. Fecaat hiç aralıksız kılınırken oluşturulan cerahatli halin yekunu hepimize ağır bedel kılınır. Biyopolitik düş kırımının üstünde yükselen ismi yeni yıkımı eskiden el almış yerde feci olan bu yer, iş bu sahanın yaşamla bağlarının kopartılmasıdır.
Fecaat artık bir ülke bahsinin gözden çıkartılmasıdır. Fecaat artık erk, muktedir, iktidar gibi onun yolunda kendini heder eden, feda ettiğini en olmadık şeyleri ön yargılı var edenlerin imecesi ile biçimlendirilendir. Çürütmenin düzeyi afakidir. Fecaat mefhumunun güncelliğinde bir ülke değil bir çukura yedeklenmektedir yeni ülke. Fecaat kök salmış olan nefretin, hiddetin ve tahakkümün birlikteliğinde can yakmaların normal addedilmesidir. Bunca zamanda, bir o kadar anlatımda karşılaştığımız, ısrarla zikretmeye çalıştığımız yeninin ta kendisi bu fecaatin de haddizatında mihmandarları eliyle kotarılır. Burası bir ülke midir, sahiden!
İçten içe çürütmenin kol gezdiği, bariz ve tekinsiz bir yıkımın bina olunduğu menzilde varlığı tescillenmiş olan yaraların peşlerinin bırakılmasıdır ülke sorgusunu beraberinde getiren. Birin ve bütünün yıkıldığı, yerle bir edilen hayat hakkının üstünde bir de tepinilmeye devam edilen bir yerin her yanı ülke olsa ne yazacaktır, sahiden. Fecaatin her neyi var ettiği artık alenen ol meclis komisyonlarındaki bütçe görüşmelerindeki tavırlardan, en son sağlık ile ilgili düzenin tesisine yönelik torba yasa görüşmelerindeki nihai kavga döğüşle çıkagelen bir meseldir.
Serpil Kemalbay’ın HDP Genel Merkezi sosyal medya hesaplarından yansımış demeçleri olan biteni bildirmeye kafidir. “Sağlık Komisyonu'nda HDP’yi şiddetle ilişkilendiren AKP’li vekillere Milletvekilimiz Serpil Kemalbay cevap verdi: Faşist diktatörlüğü siz kurdunuz. IŞİD’i siz beslediniz, Ankara ve Suruç katliamlarını siz yaptınız. Afrin’e işgale siz gittiniz…” Bir şirket aklı ile yönetilen dehşet sarmalının varlığıdır ortaya serilen. Dününü yinelerken yoksunluğu her gün bir kademe daha arttıran cerahatin menzili inşa olunurken sıradana hayat hakkı bırakılmamaktadır. HDP’nin terörün bir parçası kılınması gailesi o iki arada bir derede, muktedirin cümlelerine sıkıştırılır. Sağlığın konuşulduğu zikrolunan bir komisyon toplantısını bile isteye cürüm sahnesi kılmaktır fecaat. Yıkım ortadayken suçu örtbas etmek için en olmaz, en kondurulmaz denilenlerden medet umulmasıdır fecaat.
Gördüğümüz, anladığımız, sorguladığımız şey bu bahislerle meydana çıkandır, fecaat ol’dur. Bugün bir yaşam şablonu yerine bariz bir tüketme çehresine dönüşümü ol fecaatin halini bildirmektedir. Yol nereyedir? Bir düzlemin çukur kılınması gailesi devamlılıktır, bu ülke tek istikamettir. Fecaatin uzamında her birimizin, vekilinden emekçisine hakları açıkta lağvedilen bir meseldir. Birbirini duymayan, birbirini önemsemeyen, mütemadiyen birbirlerini alt etme çabasına düşenlerden mülhem ülkede yol karanlıktır.  
Artı Gerçek’ten alıntılayalım: “Sağlık alanında bazı düzenlemelerin öngörüldüğü torba yasa teklifinin ihraç edilen hekimlerin çalışmasını engellemesini öngören maddesi TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu'nda kabul edilmişti. Madde üzerine tartışmalar 11 saat sürerken, milletvekilleri arasında gerginlik çıkmıştı. Onaylanan 5. Madde ile ilgili muhalefet partilerinin grup başkanvekilleri Mecli Başkanı Binali Yıldırım ile görüşmüştü. Büyük tartışmalara neden olan ‘Sağlıkla ilgili bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi’ndeki 5’inci maddenin komisyonda yeniden görüşüleceği öğrenildi.”
“Tasarının 5. Maddesi şöyledir: Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değendirilerek kamu görevinden çıkarılan veya güvenlik soruşturması sonucuna göre kamu görevine alınmayan tabipler ve diş tabiplerinin meslek icralarına ilişkin kurallar getirilmektedir. Bunların sadece sosyal güvenlik kuruluşu ile sözleşmesi bulunmayan sağlık kuruluşlarında veya muayenehanede çalışabileceği ve düzenledikleri raporların yargı kararlarına idari ilmelere esas alınmayacağı öngörülmektedir. Ayrıca devlet hizmet yükümlüsü olanların birinci grup ilçe merkezleri için belirlenen devlet hizmeti süresi kadar müddetle mesleklerin icra edemeyecekleri belirtilmektedir.”
Yasa denilenin bizatihi sıradana karşıtlık olarak kurulmasının örneği yeniden, paldır küldür bir hengamede sabaha karşı geçirildiği söylenen kanun teklifi ile biçimlendirilir. Fecaat tüm ol yıkımın kıyısında dururken bir kez daha görüşülecek belirteci kullanılarak yola devam edilmesi halidir. KESK Kocaeli Şubeler Platformu, faks eylemi gerçekleştirir. Olağanüstü Hal İnceleme Komisyonunun etkin ve denetlenebilir bir hukuk yolu olmadığını hatırlatan Karstarlı, "İhraçlara ilişkin başvuruları ele alması ve sonuçlandırması dosya yoğunluğundan ötürü yılları bulmakta, mağduriyet sürelerini uzatan bir hale bürünmektedir. Komisyonca itirazları hakkında olumlu karar verilen kişilere bile tam bir onarım ve tazminat garantisi yoktur" diye konuştu.
Komisyona başvuru yapan başvurucuların dosyalarının hangi aşamada olduğuna ve içeriğine dair karar açıklanana kadar herhangi bir bilgi alınamadığının altını çizen Karstarlı, "Bu anlamıyla OHAL İnceleme Komisyonunun karar vermiş olduğu dosyalar da dâhil olmak üzere hiçbir aşamada açık ve şeffaf bir faaliyet yürütmemektedir. Bu gerekçelerle, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonunun lağvedilerek, ihraç tüm kamu emekçilerinin görevlerine iadesi ile sosyal, ekonomik ve özlük haklarının tam tazmini için Cumhurbaşkanlığının ilgili yasal süreci başlatması gerekmektedir" dedi. Yolun her nasıl karanlık kılındığı artık düzenin yaptıklarıyla bariz olandır. Görünen şey hayat hakkının hiçleştirilmesi, sağlığından edilmesi, söz hakkının zayi olunması ve en sonunda ekmeğine kadar uzanan bir kuşatma / çitleme çaba ve gayretkeşliğidir.
Tumblr media
“TSK’nin Afrin’e yönelik operasyonuna karşı gösterdiği tepki, yaptığı açıklamalar ve Demokratik Toplum Kongresinin (DTK) çalışmaları nedeniyle 31 Ocak’ta tutuklanan Hakların Demokratik Partisi (HDP) Hakkari Milletvekili Leyla Güven hakkında açılan davanın üçüncü duruşması Diyarbakır 9’uncu Ağır Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmaya HDP milletvekili Selçuk Mızraklı, Ayşe Acar Başaran, Dersim Dağ, İmam Taşçıer, DTK Eş Başkanı Berdan Öztürk katılırken; gözlemci olarak katılmak isteyen Danimarka Sosyal Demokrat Milletvekili Lars Arslan Rasmussen adliyeye alınmadı.
Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde bulunan Güven, bu sabah elleri kelepçelenerek ring aracıyla adliyeye getirilmek istendi. Güven, kelepçe uygulamasını kabul etmediği için adliyeye getirilmeyerek duruşmaya SEGBİS aracılığı ile bağlandı.
Leyla Güven, Afrin'e yapılan operasyona işgal dediği için tutuklandığını belirterek “Rojava'ya yapılacak operasyona işgal derim. İsrail’in Filistin işgaline de işgal dedim” dedi. Enis Berberoğlu'nun tahliye edilmesine dikkat çekerek konuşmasına devam eden Güven, aynı suçlamalarla yargılananlar bırakıldı. Yargı Kürtlere düşman hukuku işletmiştir. Ben tahliyemi istemiyorum. Siyasi akıl ne zaman tahliyemizi isterse o zaman tahliye oluruz. Belki bu son duruşmamız olacak. Süresiz, dönüşümsüz açlık grevine giriyorum” dedi.
Fecaatin istikameti bir cendere olarak düzenlenmiş bu ülke şablonunda tüm o demokratik hakkın, vekil seçiminin bile önüne kurulan tuzaklarla bütünleşik bir edimdir. Leyla Güven sayıları birkaç binle ifade olunan bir cenahın, rehin alınmış on milletvekilinden birisidir. Bugünün, bu günde var edilen ülkenin yönelimi / yöntemi olarak kalıcı kıldığı, buna çalıştığı cerahatten payına düşeni alandır. Gelecek orasıdır. Gelecek bu bahislerde güncellenen zapturapt altına alınıp, hakkın hukukun hiç kılındığı, eylemsellikle yerle yeksan olunduğu bir halle bina edilendir.
Cürüm ülkesinin yeni diye anılası o halleri eksiltmez. Bugün yaşadığımızı var saydığımız bu düzlem bir ülke formunu kaybediyorsa tüm o hamlelerin sayesindedir. Ülke denilip çürük bir mefhum düpedüz yıkıcı bir toprak parçası kılmak artık kesintisizdir. Bunun her neresi yenidir, yenilenmiş bir ülke tahayyülüdür. Fecaat bir boyunduruk gibi sınırın içinde her yeri kapsarken, bununla bir gelecek tahayyülüdür sorun, mesel, yara...
Tükenişi boyunduruğu altında ilerleyen, cerahati makul bir edim gören / anlayan / uygulayan menzilin var ettiği haller toplamıdır sorun, mesel / yara. Cürüm ülkesinin bariz bir yeni olarak bildirimi, uygulanan her şiddet mefhumunun bu yapının geleceği için konumlandırıldığı bilinip zikredilirken yapılandırılan yıkım gözardı edilendir. İçerisi ya da dışarısı, dış olarak görülenin bizatihi iç kılınması her kimlikten yurttaş yahut da kendisini hala öyle varsayanlar için tehdit oluşturmasıdır sorun / mesel / yara.
Bugün bir dünde yaşam var edilirken, bugün bir dün imali kesintisizken çürümenin bu sahnedeki varlığı kalıcılaştırılandır. Bunca açıktan sorun / yara / mesel üretilen hemen her türden şiddet / tahakküm ve linç eyleminde çıkagelir. Bir çürütme hali hikaye değil tamamen tersine her anı apayrı yıkımlarla bina edilendir. Bir daha yineleyelim bu çürük temellerle hangi yeni ülke var edilebilir!
Gazete Karınca’dan alıntılayalım: “Ankara’da Cuma günü sabah saatlerinde ev baskınları düzenlendi. Ev baskınlarında Ankara Üniversitesi’nden Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen akademisyen Dr. Cenk Yiğiter, gözaltına alındı. Yiğiter’in dışında bazı üniversite öğrencilerinin de gözaltına alındığı aktarıldı. Cenk Yiğiter’in avukatı Erkan Çiftçi, müvekkili ile yaptığı görüşmenin ardından gazetemize yaptığı açıklamada, dosyada kısıtlılık kararı olduğunu belirtti. Avukat Çiftçi, Yiğiter’in “Kendisiyle birlikte en az yedi kişinin gözaltına alındığını” aktardığını söyledi. Cenk Yiğiter’e ‘örgüt adına faaliyette bulunma’ suçlaması yöneltildiği de öğrenildi.
Cenk Yiğiter, Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildirisine imza attıktan sonra Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilmişti. İhracı sonrası sınava girerek üniversitede öğrenci olmaya hak kazanan Yiğiter için Ankara Üniversitesi Rektörlüğü yönetmelik değişikliği yapmış ve Yiğiter’in öğrenciliğine engel olmuştu. Yiğiter, son olarak 4 Ekim’de son duruşması görülen davada “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiasıyla 1 yıl 5 ay 15 gün hapis cezası almış, mahkeme hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı da vermemişti.”
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Diyarbakır Barosu'nun, öldürülen Baro Başkanı Tahir Elçi’yi anmak ve faillerinin bulunması için düzenlediği anma etkinliğinin “içeriğine” Diyarbakır Valiliği'nden uyarı geldi. Diyarbakır Adliyesi önünde düzenlenen eylem öncesi polis yetkilileri, Diyarbakır Valiliğinin, kurulan Tahir Elçi İnsan Hakları Kürsüsü ile eylem için alınan izinin konusu dışına çıktığına yönelik uyarısını sözlü olarak Baro Başkanı Cihan Aydın’a bildirdi. Emniyet yetkilileri, gerekli izinler için baronun Diyarbakır Valiliği nezdinde görüşmeler yapmasını istedi.
Emniyet yetkililerinin uyarısının ardından Tahir Elçi için düzenlenen eylemin 149’uncusu gerçekleştirildi. Burada konuşan Diyarbakır Baro Başkanı Cihan Aydın, Elçi cinayetinde 3 yıla yaklaştıkları ve soruşturmada bir ilerleme olmadığını belirterek, “Size bu konuda, üzülerek söylüyoruz ki, söyleyebileceğimiz yeni bir şey yok. Elimizden geleni geçmiş dönemde yaptık, bugün de yapmaya devam ediyoruz. Bu soruşturmanın selamete ulaşması için, faillerin bulunması için, katillerin bulunması için elimizden geleni yapıyoruz” dedi.”
Demokrat Haber’den aktaralım: “Tarsus T Tipi Kadın Kapalı Cezaevi'nde tutulan 85 yaşındaki Sise Bingöl 2 Kasım'da sağlık kuruluna hem hastalığı ile ilgili son durumların tetkiki hem de cezaevinde kalmaya elverişli olup olmadığı ile ilgili rapor çıkarılmasıyla ilişkin Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılmıştı. 8 gün boyunca hastanede tedavi edilen Bingöl’ün sağlık durumunun kötü olmasına rağmen bugün öğlen saatlerinde hastaneden taburcu edilip Tarsus T Tipi Kadın Kapalı Cezaevi'ne gönderildiği öğrenildi. Bingöl'ün 8 günlük hastane tedavisinde akciğer ve kemikten parça alındığı ve alınan parçalarla ilgili 2 hafta sonra raporun çıkacağı öğrenildi. Bingöl’ün avukatı Gülşen Özbek, çıkacak yeni sağlık kurulu raporuyla tekrar tahliye talebinde bulunacaklarını söylemişti.”
Haberler birbiri ardı sıra çıkagelir. Birbiri ardı sıra dökümünü yapmaya çalıştığımız yerin her neye dönüştüğü zaten kendiliğinden bildirilmektedir. Geleceğin tam da şimdi içerisinde kesif bir çürümeye rehineliği sabit olunandır. Hak, hukuk talan olunurken, adalet bahsi de gözler önünde yağmalanmaktadır. Fecaat bütün bu hallerin toplamından ibaret bir mefhumdur artık. Yara, sorun ve mesel yerli yerinde dururken hepimizin hayatını yıkmaya ant içenlerin düzeni, düzen diye kotardıkları şey daha büyük iç kıyıcı hamlelere rehindir. Geleceği çalınmış olan bir menzilin her neye evrileceği muhakkak ki açıktır.
Fecaat bariz ve doğrudan bir yaranın varlığı kalıcı kılma çabasıdır. Güncellenen ülke halinin o tek kalemde var ettiği şey bu içten içe yarayı kanatmaktır. Bildiğimiz, anlatmaya çalıştığımız her mesel bunun bağlacı, devamlılığı ve soy kütüğünden bir bahistir. Bedeller sıradanın hanesine yazılmaya devam olunmaktadır. Gelecek bahsinin tükenişi o fecaatin varlığının hemen hiç kesintisizliği bu hali, şuradaki iki satırı da özetlemektedir. Gerçekliğin yıkımı bu sahnede güncellenirken, sıradan yalnızlaştırılırken, izole edilip kuşatılırken ne olacaktır halimiz / haliniz / halleriniz!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2018
Görseller - Istanbul Exploding – 01 ve Istanbul Kupluce – 01 - Murat Germen “Muta-Morphosis” Projesinden...
0 notes
seslimeram · 6 years
Text
Haliniz Nicedir Sorar Mısınız?
Tumblr media
Bir düzlemin alenî, biteviye bir fasit döngüye mahkum edilerek, yenilenme edimi güncellenip durulurken “çürütülmesi” sahicidir. Hayatlarımıza zerk edilen her devletli eylemi ve edimi ile bu çürüme hali kanıksattırılmaya çalışılmaktadır. Vahamet, bunca yıkım bir o kadar teyakkuz halinde güncellenirken çürüme ol muktedir elinden ve dilinden her şeyin bir “tevatür” olduğu yanılgısına ikiletmeksizin biat istencidir. Çürümenin dört yanı kapsaması güncelken bunların yekununu bir biçimde örtbas etme istencinin vardığı haldir vahamet. Bariz bir hayat imgesinin tahayyül olmaktan alıkonulmasına kayıtsızlıktır o vahamet.
Bunca vurdulu, kırdılı eylenip bir o kadar sessiz ve derinden güncellenen biyopolitik cerahatin menzil diye var ettiği şey o çürütme kuyusudur. Kesin ve kesintisiz olanla güncel kılınan iş bu çukurun sabit olunmasını göstere gelinir. Muktedir tüm imkanlarıyla bu düzlemde hayatı bariz bir hiç kılmaktadır. Gaile budur. Bir düzlemin yenilenmesi adı altında toptancı bir tahayyül ile eskinin ta kendisi kılınmasıdır mesele. Vaat olmaktan alıkonulup hakkaniyete taşınanlar ile bu menzil bir çürüme sahası kılınır. Muktedir olanın tahayyülü ve eylem planının varmak istediği odak o’dur. Kesintisiz kılınan cerahat üçüncü havalimanı şantiyesinden, memleketin artık her yanını kuşatan beton orman alanlarına, temellendirilip güncellenen adaletsizlik mefhumundan ol hürriyet kavramının yerle bir olunmasına devamlılıktır. Çürütmek o’dur.
Bariz bir halde adaletin kefesinin çalındığı, özgürlük bahsi zikredilirken onun tekme tokat hile ve hurdayla, onca riyayla birlikte bir sonraki sekans dahilinde paramparça kılınan yerin meseli olandır çürütmek. Toplumu tasarlamak, yeni ülke tahayyülünü nihai kılmak için eldeki hemen tüm imkanları seferber edip, geleceği yok edilmiş bir yerin imalidir bizatihi çürütmek. Büyük bir ülke şablonu kesilip biçilirken, onun sınırlarını sağlayan azınlığın dışındaki hemen hemen herkesin hedefe koyulmasıdır mesel olunan çürütme. Erk, muktedir, iktidar kendi halini tüm o güncelliği sağlama alınmış olan tahakküm istencini artık kesintisiz bir cendere kılarken ardılı sıra icra ettikleriyle o döngüde hayatı çürütmektedir, kesin olan bahislerden birisi şu zamanda budur.
Yenilenme tahayyülü hala zikredilirken, var olan yakıcı geçmişin muhafazası tamamen gerçek kılınır. Oluşturulan, düzenlenen ve yeniden kullanıma, dolaşıma dahil edilen cerahatli bir akıl, ol aklın şablonudur. Bu hal, şu istikamette oluşturulan her yeni gün bir başlangıcı değil tersine bir çöküşü imlemektedir. Çürüme behemehal bu düzlemin tek değil belki de doğrudan varlığı kanıksatılmaya çalışılan en vahim eylemidir. Devletli yurttaşını gözden çıkarttıkça var edilen zulüm döngüsü de yenilenmeye devam olunmaktadır. Biyopolitik cerahat o bahistir.
Biyopolitik olanın tanımdan, tahayyülden hakikate dönüşümü artık yaşatıldığımız güncededir. Biçimlendirilen ve sabit olunan cerahat yaşantılarımızı delik deşik kılandır. Lemke’nin tüm o tezlerinden aparan bir ülkenin güncelliği bütün bu çürümeyi ifşa etmekte, halimizi de açıktan bildirmektedir. Müşterek olanın yerle bir edilmesi, ardından çıkagelen her bir tahakküm hali, nüvesi, bu çukurda çürümeyi güncellemektedir. İyi de yol her nereyedir?
Urfa’da iki komşu aile arasında yaşanan ve ölümle sonuçlanan olay, Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılara dönüştü. Saldırıların ardından Urfalılara sağduyu çağrısı yapan Vali Abdullah Erin, Suriyelileri ise “Misafirliğin gereğini bilin” diyerek üstü kapalı tehdit etti. Urfa Eyyübiye’de 27 Eylül akşam saatlerinde başlayan olaylar sonucunda Mahmut Dağ ve Mesut Dağ adlı iki kardeş hayatını kaybederken, üç kişi de yaralandı. Sendika.Org’un ulaştığı yerel kaynaklar, Dağ ailesinin, Urfa’nın en büyük Arap aşireti olan Bini İcil’e mensup olduğunu kaydetti.29 Eylül’de kentin birçok bölgesinde sokağa çıkan yüzlerce kişi ırkçı sloganlarla Suriyelilere ait işyerlerinin camlarını kırarak, tahrip etti. Bazı esnaflar, saldırılardan korunmak için dükkan camlarına “Vallahi billahi Suriyeli değil Urfalıyız” yazısı astı. Olaydan iki gün sonra “Bini İcil Kanaat Önderleri” imzasıyla yapılan açıklamada “Aşiret olarak geçmişten günümüze kadar devletimizin yanında yer aldık ve almaya devam edeceğiz. Yaşanacak olan bu konu ile ilgili tüm eylemlerin aşiretimizle ilgisinin olmayacağını kamuoyuna duyururuz” denildi.
Sendika.org’dan alıntılayalım: “Kentteki olayların tırmanması üzerine yerli nüfusu teskin etme çabasına girişen Urfa Valiliği, 2018 yılı içerisinde 639 Suriyeli hakkında sınırdışı işlemi yapıldığını açıkladı. 29 Eylül’de kaymakamlar, belediye başkanları, meslek ve sivil toplum kuruluşları ile muhtarlarla bir araya gelen Vali Abdullah Erin, Urfalılara sağduyu çağrısı yaparken; 30 Eylül’de Suriyeli kanaat önderleri, alimler ve STK başkanları ile yapılan toplantıda Suriyelileri “Misafirliğin gereğini bilin” diyerek üstü kapalı tehdit etti. Vali Erin ayrıca, sosyal medya hesaplarından “halkı kin ve nefrete teşvik ettiği” için aralarında Suriyelilerin de bulunduğu 20 kişinin gözaltına alındığını belirterek “herkesin kendine çekidüzen vermesi gerektiğini” söyledi. Erin, Suriyelilerin rahatsız verdiklerini belirtip şöyle konuşur: “Parklarda ve sokaklarda gelişigüzel vakit geçirmelerinden giyim kuşamlarına, nargile tüttürmelerinden yüksek sesle müzik dinlemelerine kadar Suriyelilerin tepki çeken birçok davranış ve tutumunu değiştirmesi gerek…”
Kesin olan bir şey varsa o da yaşam hakkına vurulmak istenen ketin artık gizliden değil de ol meselle alakası olmasa da ötekilerin üzerine bunca bariz yıkılması ile çıkagelir. Suriye’lilerin bu topraklardaki ikametinin karşısında durmak için neden yaratmaya ihtiyacı olmadan, onlar kendi bildikleri gibi yaşıyorlar bahsinden bir veçhe yaratarak onu yeniden 1955’in karanlığına entegre etmek bu ülkede sahici kılınır. Çürümek bütün bunlar değilse her nedir, her nerededir? Nasıl bir istikamette ilerletildiği bu ülkenin artık aleniyete kavuşmaktadır. Erkan-ı devletlinin, muktedir kılınanın kurmaya çalıştığı her cümleden sonra çıkagelen tezatlıklar, biteviye arasız, neredeyse fasılasız tükettirilen hayat bahisleriyle birlikte bir menzilin çürümesi sağlama alınır.  
Tumblr media
Trajik bir halin gündem bile kılınmadığı şu yerde olan biten hemen her şey tüm o tehcir aklını hayatta her nasıl şimdide var edildiğini imlemektedir. Cüretle biçim verilerek, sürekli gözler önünde eylense de olan biteni duymadım, görmedim, bilmiyorum üçlüsü ile geçiştiren yapım ol kötülük bu sahada yeniden değerlendirilir. Biteviye bir hınçla, süreğen bir nefretle düşman yaratmaktan kaçınmayan, özenle arayıp bularak, hiç olmadı var ederek o hal süreğen kılınır. Burasının cerahat menzili kılınması bunca kesintisiz hakikattir. Halen, asarız, keseriz illa ki ol tükürüğümüzle boğarız, bu ülke bizim sadece biz Türklerin seslenişlerinin işlevsel kılınması bu ülke denilen sahnenin çukurluğunu tescillemektedir. Düzenin düzü, iktidarın tahayyülü bu girift haller toplamından bir menzili var etmektir, hal o’dur. Teyakkuz halinde cühela cüretini bu istikamette hiza bildiren olarak konumlandırmak hala güncellenendir. Vahim olan hemen her şeyin yinelenebilirliği, bu istikametin hınca rehineliği meseli açacaktır, görünen şey artık o bahistedir.
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP) Batman Milletvekili Feleknas Uca’nın DAİŞ saldırısı sonrası Türkiye’deki Midyat Kampı’na yerleştirilen Êzidîlerin yaşadığı sorunlara dair önergesi Meclis’in “keyfi” iade gerekçesine takıldı.
Uca, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yanıtlaması istemiyle Ağustos ayında verdiği soru önergesinde Mardin’in Midyat ilçesindeki AFAD kampında yaşananlara dair ziyaret taleplerinin Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından reddedildiğini anımsatarak, hem bu engeli hem de kampta yaşanan sorunları gündeme getirdi. Soylu’nun yanıtlaması istemiyle 6 farklı soru soran Uca’nın “Êzidîlerin, katliama uğradığı tarihte yeni bir sürgünle yüz yüze getirilmesi bilinçli midir?” sorusu, Meclis Başkanlığı’nca önergenin iadesine gerekçe olarak gösterildi.
Meclis Başkanı Binali Yıldırım’ın imzasıyla gönderilen iade gerekçesinde “Kişisel görüş ileri sürülmeksizin; kişilik ve özel yaşama ilişkin konuları içermeyen bir önerge ile açık ve belli konular hakkında bilgi istenilmekten ibarettir. İlgili önergenin (4) numaralı sorusu mezkûr İçtüzük hükümleri çerçevesinde değerlendirilmiştir. Söz konusu soru çıkarıldığı veya İçtüzük hükümlerine uygun olarak yeniden düzenlendiği takdirde önerge işleme alınabilecektir” denildi.
Feleknas Uca, soru önergesini verdiği dönemde Midyat’taki kampta bulunan Êzidîlerin Hatay, Kilis ve Maraş’taki kamplara götürüleceği gündeme gelmişti.
Göz önünde tanımlanmayan hayatlar, değeri toptan yerle bir olunan yaşamlar, hiçbir zaman ol kıymeti bildirilmeyen kimlikler, üstüne bina edilen yıkım, yok etme, derdest kılma gayretinin ulaştığı merhale çürümeyi örneklemektedir. Biteviye, yalın ve kesintisiz olan şey tahakkümle, biyopolitik olanın eş kurgusudur. Bir gerçekliğe ulaştırılmış olan öteki kimliğinin artık alelade değil bile isteye ölçüle biçile imali bu biyopolitik olanın yapımını da güncellemektedir. İyi de yol nereyedir?
Riha’nın Pirsus ilçesinde 14 Haziran günü AKP Urfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız'ın yakınları tarafından öldürülen Hacı Esvet Şenyaşar ve çocukları Celal ile Adil Şenyaşar'ın tutuklu kardeşleri Fadıl Şenyaşar Mezopotamya Ajansı’na bir mektup ulaştırır. Fadıl Şenyaşar, mektubunda "Aileme sahip çıkın" çağrısı yapar.
Alıntılayalım: “Çıkan olaylarda vekil Yıldız'ın ağabeyi Mehmet Şah Yıldız'ı öldürdüğü iddiasıyla yaralı kaldırıldığı hastaneden 17 Haziran'da taburcu edilip "cinayet" suçlamasıyla tutuklanan Şenyaşar, haksızlığa uğradıklarını belirtti.
Elazığ 2 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde tek kişilik hücrede tutulan Fadıl Şenyaşar, mektubunda şu ifadelere yer verdi: “Benim sürekli aklım ailemde. Sizlerden tek ricam onları yalnız bırakmayın. Allah bize verdiği acıyı kimseye vermesin. Haksızlığa uğradık. Hukuk açısından görülmemiş haksızlık gördük.” Yaşamın biteviye zehirlenmesi artık bir mübalağa değildir. Bile isteye her şeyin kitabına, kılıfına uydurularak yapılandırıldığı bir cürüm sarmalı yeniden ve yeniden hayatın merkezine konumlandırılmaktadır. Şenyaşar’ın seslendirdiği hal o çürüme istencinin her ne kadar daha süreceği, insanların sevdiklerine daha hangi cezaların ve ağır yıkımların reva görüleceğinin sorgulanmasını bildirir.
Gazete Karınca’dan alıntılayalım: “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı Devrimci Yapı, İnşaat ve Yol İşçileri Sendikası (Dev Yapı-İş) Genel Başkanı Özgür Karabulut, dün akşam İstanbul Beşiktaş’ta bulunan DİSK Genel Merkezi önünde gözaltına alınmıştı. Cuma günü sabah saatlerinde Gaziosmanpaşa Adliyesi’ne getirilen Karabulut’un savcılıkta ifadesi alındı. Savcı, 3. Havalimanı’nda inşaat işçilerinin yaptığı eylemde yaptığı konuşmadan dolayı Karabulut’un tutuklamasını istedi. Mahkemeye sevk edilen Dev Yapı-İş Genel Başkanı Özgür Karabulut hakkında tutuklama kararı verildi. Karabulut, “Görevi yaptırmamak için direnme”, “İş ve çalışma hürriyetinin ihlali”, “Kamu malına zarar verme” ve “Toplantı ve yürüyüşlere silah veya 23. maddede belirtilen aletlerle katılma” gerekçesiyle tutuklandı.”
Karabulut’un tutuklanmasının ardından bir açıklama yapan Dev Yapı-İş, “Özgür Başkan inşaat işçilerinin köleliğe karşı verdiği mücadelenin en ön safında yer aldığı için tutuklandı. Bu karar siyasidir. Hukuk kurallarının işlemediğini bir kez daha göstermiştir. Genel Başkanımız, inşaat iş sendikasının yöneticileri ve tutuklu tüm inşaat işçisi arkadaşlarımız serbest kalana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz.” dedi.
Yapımı devam eden 3. Havalimanı’nda iş cinayetlerinin durdurulması ve kötü çalışma koşullarının iyileştirmesi için yaptıkları eylemler nedeniyle gece yarısı operasyonuyla yüzlerce işçi gözaltına alınmış, 24’ü tutuklanmıştı. Geçtiğimiz hafta üç, Çarşamba günü de bir işçi tutuklanmıştı. Tutuklu işçi sayısı 28’e yükselirken, tutukluluğa yapılan itirazlar da reddedilmişti. Son olarak Perşembe günü gözaltına alınan sekiz işçiden altısı daha tutuklanmıştı. Böylece tutuklanan işçi sayısı 34’e yükselmişti.
Bir düzlemin alenî, biteviye bir fasit döngüye mahkum edilerek, yenilenme edimi güncellenip durulurken “çürütülmesi” sahicidir. Hayatlarımıza zerk edilen her devletli eylemi ve edimi ile bu çürüme hali kanıksattırılmaya çalışılmaktadır. Hayatlarımıza değmiş olan tahakküm ögesi o aralıkta sıklıkla kullanıla gelen şiddet ve zorbalıkla birlikte bir menzilde yaşam hakkı alenen talan olunmakta, çürütülmesi sabit kılınmaktadır. Tümden bütünleşik ve birbirinden bağımsız gibi görünen, bilinen her şeyin birbiri içerisine lehimlenmiş olan sonuç kısımları bu bahislerin birer tez değil hakikat olduğunu imlemektedir. Bir düzlemin “gerçek zamanlı” olarak biteviye çürütülmesi halinin güncelliğidir mesel olunması gereken. Farkında mısınız?
Yitirilen, zayi edilen ve bir kez daha yinelemeli yerine konulamayacak kadar derin ayrıştırma, bir dolu tahakkümün evrelerine yem edilmiş olan şey sıradanın hayatıdır. Kesintisiz, aralıksız, bir biçimde sonsuz bir döngü olarak yaşama karşıtlık artık bu toprakların ümidini de çürüterek yok etmeye sevk etmektedir, umursuyor musunuz? Bildirdiğimiz meseller başkalarının başına getirilenlerden ibaret değildir. O başkası denilenlerin yerine bir gün kendimizin de olabileceği hakikati üzerinden birer bildirimdir. Burada, şu satırlar boyunca zerk ettiğimiz kelimelerin tek bir amaç doğrultusunda yer aldığını bildirip, kenara çekilelim. Ayaklarınızın altından çalınan şey bir toprak parçasındaki yaşama umududur. Bu kadar afaki, bir o kadar kesin ve kati ilanen tebliğ olunan şey bu hale rehin bir toplumu, ondan artakalan bir cenahı yaratmaktır. Sorgular mısınız, haliniz nicedir sorar mısınız?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2018
Görseller – Insomnia & Monsters In The Dark By Natalia DREPINA v/ Deviantart
0 notes
seslimeram · 6 years
Text
Neresi Hayattır
Tumblr media
Bir tahayyül olmaktan ötede, ülkede demirbaş mefhumu kılınmış cerahatle hayat ediminin bir hiç kılınması gerçekten gerçek kılınır. Düşünemeyen, soramayan, sorgulamayan olan bitenler için onlar üzerine tek bir an olsun hiçbir kelamın olunmadığı / eklenmediği cerahat sarmalında hayat tükettirilendir. Suskunlaştırılan, menzildeki hayatı var edenlerin ipleri çekilmeye devam edilmektedir, bu bahistir cerahat! Devletli ve onun gibi muktedir / gücünü öne süren yapım ve replikalar bu halin bütün bu habis döngünün tüm o sıradan karşısında varlığını kesintisiz kılar. Biçimlendirilerek yeniden yorumlanan, yorumlanarak “hayatın” orta yerinde icrasına girişilen hemen her hamle bu biyopolitik cerahati var eder.
Hayatın değersizleştirilmesi, müştereklerimizin enikonu cürümlere boğulması ve sonu hiç gelmeyen tahakkümle bu bahis, bir imge / bir imaj değil tastamam kalıt kılınır. Sabitlenen, sabık kılınan, yeniden güncellenen hemen her hamle bütün bu bariz düş kırımı iklimini de güncellemektedir. Hayat bu sahanlıkta yerle birdir. Hayat bu menzilde var edilen cürümlerin birer eylem planı dahilinde güncelliğinde tam ve kesintisiz olarak çitlenendir. Bay E ve efradı, Bay D ve faşist partisi, kısaca sahnenin önünde yer alan her muktedirin, bütün büyük titrler, makamların koltuklarında onu işgal edenler sıradanın olanı hayat imini yerle bir etmektedir.
Biyopolitik cerahatin nüfuzu böyle böyle çoğaltılmaktadır. “Biyopolitik” olanın şablonu böyle böyle çıkartılmaktadır. Kurumsal, yazılmış olanların gerçekliği bu döngüden çıkagelen her bir bahis ile bu ülke denilen sahada gerçek kılınır. Yol her nereyedir sahiden? Yarını tüketilmiş ol yerin varlığının kesintisizleştirilmesi artık devletlinin eylemlerinin sonucu olarak her birimiz için tek paydaştır. Biyopolitik cerahatin şeklinin şemailinin her ne olduğu Taksim’in ortasında insanlara biber gazı, plastik mermiyle saldırılırken var edilen şiddet mefhumu ile çıkagelendir. Düpedüz ulu orta her şeyi, her sorguyu, her eylemi, her suali nefretle algılayan, böylesini hala inatla mücadele olarak gören zihniyetin, özel, yeni, güçlü ülke diye çıkartageldiği kabustur ol cerahati içinde sürekli kılan bir kabus.
Geçmişi çalıp, geleceği örseleyen menzilin türettiği her şey, şu satırlar boyunca anlatmak için didindiğimiz her mesele bizatihi bu ülkenin şimdiki sahiplerini de ilgilendirmektedir. Ol cüret ile kotarılan cerahat hepimizin hayatında onarılamayacak yaraları var etmektedir. Tükenişin o kesintisiz çürümenin varlığının biteviye güncellenmesi meselleri gibi nice ara bağlaçla birlikte hayatın sıradanın elinden çalınması bahsidir mesel ettiğimiz. İşin kısası, sözün özü yaşatmama konusunda derin bir problemi bulunan bir toprağın halini ifşa etmektedir, fazla söze ne hacet!
Mezopotamya Ajansı’ndan Beritan Altan’ın haberidir. “65 yaşındaki Koçer Özdal, 4 yıl önce hiçbir delil olmadan gözaltına alındı, tutuklandı ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırıldı. Cezaevinde kanser hastalığına yakalanan Özdal’ın tedavisi geciktirildi. Kanserin tüm vücudunu sardığı Özdal, bir hafta önce yoğun bakımda yatağa kelepçelenip Türk güçleri gözetiminde tutuldu. “Bana su bile vermiyorlar, beni bu zalimlerin elinden çıkarın” dedikten iki gün sonra bilinci kapandı, dün (Pazartesi günü) de hayatını kaybetti.
Samsun Bafra Cezaevi’nde tedavi edilmek üzere 19 Temmuz’da Ankara Numune Hastanesi’ne getirilen Koçer Özdal (65), “yer olmadığı” gerekçesiyle 13 Ağustos’a kadar söz konusu hastanenin mahkum koğuşunda kaldı. Özdal’ın eşi Sultan Özdal ve kızı Süheyla Özdal, Gemlik’ten Ankara’ya gelerek 20 ve 21 Ağustos’ta önce doktorla, ardından savcılık izniyle yoğun bakımda olan Özdal ile görüştü. Özdal’ın eşi Sultan Özdal, eşinin durumunun çok kötü olmasına rağmen yatağa kelepçeli tedavi edildiğini, görüşmeyi askerler eşliğinde gerçekleştirdiklerini belirtti.
Doktoru, vücudunun tükendiğini, ameliyat olamayacağını; karaciğer, akciğer, kemiklere kadar yayılan problemden dolayı yoğun bakımda olduğunu aktardı. 20 ve 21 Ağustos’ta görüşebilen ve doktordan bilgi alabilen aile, savcılıktan daha sonraki günlerde görüş izni alamadığından görüşemedi. Savcının ‘Doktordan durumunun kötü olduğunu belirten yazı getirin izin vereyim’ demesi üzerine, aile 24 Ağustos’ta bölüm doktorundan durumunu anlatan bir rapor aldı, ancak akşam görüş izni alınarak görebildi. Son gördüğünde ise bilinci tamamen kapalı olduğunu, hiçbir sese tepki vermediğini aktardı. Koçer Özdal’ın rapordaki karara göre durumu şöyleydi: “Mesane kanseri, akut böbrek yetmezliği, solunum yetmezliği, dolaşım yetmezliği tanılarıyla yoğun bakım ünitesinde tedavi görmektedir ve 22 Ağustos 2018 tarihinden itibaren de solunum makinesine bağlı olarak izlenmektedir. Hastanın bilinci kapalı ve hayati tehlikesi mevcuttur.”
Özdal’ın eşi Sultan Özdal, yaptığı görüşmeyi şöyle anlattı: “’Koçer senin durumun nasıl?’ diye sordum önce sesini çıkarmadı. Sonra ben yine sorunca ‘rahatsızım’ dedi. Seni bunlar tedavi etmiyor mu? diye sorduğumda ise ‘bilmiyorum’ dedi. Yemek, su veriyorlar mı diye sorduğumda da sadece ‘bilmiyorum’ dedi ve bizden su istedi. Koçer, ‘Ciğerlerim susuzluktan parçalandı bunlar bana su vermiyor’ dedi. Ona su verdik. İki asker bizimle odaya girmişti. Koçer onlara bakıyordu ve onlar yüzünden rahat konuşamıyordu. Biz ona su verdik. Biraz rahatladı. Kim bilir kaç gündür su vermiyorlardı.”
Eşine bakım yapılmadığının gözle görülebilir bir şey olduğunu dile getiren Özdal, eşinin yarı baygın halde sayıkladıklarını şöyle aktardı: “Başarabiliyorsanız beni buradan çıkarın. Bakın halim nedir, beni bağlamışlar. Çıkarabiliyorsanız beni çıkarın buradan. Beni bu zalimlerin elinden çıkarın. Beni bu zalimlerin elinden alıp, götürün. Bunlar zalimdir. Bunlar da ne din var ne iman.” Eşinin “Oy dayê, oy bavo” sayıklamalarıyla kendinden geçtiğini belirten Özdal, bunun üzerine dışarı çıktıklarını söyledi. Bilinci kapalı olmasına rağmen yatağa kelepçelenmiş olan Özdal’ın hayat hakkı elinden çalınır. Geçtiğimiz Pazartesi günü can verir Özdal.
Cürümler, bir cüret olarak kurumsallaştırılan işkence, hayat hakkının mahvedilmesi gailesiyle birlikte nicesi bütün / doğrudan ve kesintisiz olanı bildirir. Bu ülkede yıllar sonra yeniden o kara günler var edilmektedir.
Gazete Karınca’nın haberidir: “Cezaevinde yakalandığı hastalık nedeniyle kaldırıldığı Ankara Numune Hastanesi’nde elleri ve ayakları kelepçeli bir şekilde yaşamını yitiren Koçer Özdal’ın cenazesi Muş’un Varto ilçesine bağlı Boylu köyünde toprağa verildi. Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) vekillerin ve cenazeye katılmak isteyen yurttaşların Yenimahalle köyü girişinde asker ve polisler tarafından durdurularak cenazeye katılmalarının engellenmesi nedeniyle, cenaze törenine sadece Özdal’ın ailesi ve birkaç yakını katılabildi. Mezopotamya Haber Ajansı’nın haberinde defin töreninin ardından taziye çadırı kurulmaması için askerlerin aileye baskı yaptığı belirtildi. Sabah saatlerinden itibaren arama noktasında bekletilen HDP’li milletvekilleri ve yurttaşların da taziyeye katılmalarına izin verilmedi. Kararın “Valilik talimatı” olduğunu söyleyen jandarma ve HDP’liler arasında sık sık tartışmalar yaşandı. Yaşanan uzun süreli tartışmaların ardından farklı kentlerden cenazeye katılmak için gelen Özdal’ın bazı akrabalarına izin verilirken, HDP’liler ise ilçe merkezine döndü.”
Bir tahayyül olmaktan ötede hayatın demirbaş mefhumu kılınan cerahatle -hayat- ediminin bir hiç kılınması gerçekten gerçek kılınandır. Yaşatılanlar bunun gerçekliğini bildirmektedir kati bir biçimde. Yaşamı çalınmış olanın hayatını, onun toprağa gitmesine bile kötülük ile mukabele ederek, can çalmayı mubah addederek bir ülke var edilir. Çürütmenin kesintisizliği, var edilen cerahatin kötülüğü biçimsiz değil doğrudan ve kesintisiz Koçer Özdal’a uygun görülenlerin karanlığından ifşa olur. Hayat meseli, cerahate boğdurulandır.
Hayat hakkının tarumar olunmasıdır güncellene gelen. Bir kez daha ama son kez değil, ne de tek atımlık olan bu biyopolitik taarruz bahsi hakikat kılınmaktadır, budur yeni ülke! Çürümeyi güncelleyen bunu bir biçimde norm / normatif bir değer kılan / addeden her yapımla yeni ülke ol eskisini var eder. Bunlarla birlikte kotarılan cerahatin ta kendisi bu sınırda yaşam eylemini berhava etmektedir. Görünen ve yaşatılanlar bunun kanıtıdır. Biçimlendirilen ve ahkamdan bu sahada öteye / eyleme geçilen şey yaşamın yerle yeksan olunmasıdır. AKP Sözcüsü konuşur. Cumartesi Anneleri’nin direnişlerine aklınca bir yafta olarak “terör” propagandasını iliştirme, yapıştırma çabasına düşer.
Evrensel’den alıntılayalım: “Bunlar tarafından o alan bu şekilde ele geçirilmiştir. Bunların annelerin acısını istismar ederek terör propagandası yapmasına, birtakım faaliyetler içerisine girmesine bundan sonra müsaade edilmeyecektir. O alan bundan sonra böyle bir iş için kullanılmayacaktır. Anneler ya da başkaları, evladıyla ilgili kaygı duyanlara hepimizin kapısı her zaman açıktır. Bundan sonra İstiklal Caddesi gibi yerlerde bu tür eylemlere izin verilmeyecektir. Açık ve net söylüyorum, valiliğin belli olarak ortaya koyduğu yerler haricinde bu tip eylemlere müsaade edilmeyecektir. Bu tip yerlerde eylem yapmak isteyen AK Parti bile olsa müsaade edilmeyecektir. Valiliğin gösterdiği yerde bunlar yapılacaktır, bu düzeni sağlamak durumundayız. Yapılan iş annelere ve annelerin acılarına karşı yapılan bir iş değildir. Anneleri ve annelerin acılarını mahkum etmeye çalışan, kıskaca almaya çalışan terör gruplarına karşı yapılan bir iştir. Dolayısıyla bütün o annelere, evladının yasını tutan annelere bir kere daha hürmetlerimizi sunuyoruz ama bu son yapılan meselenin bu annelere karşı bir tutum gibi gösterilmesini kesinlikle kabul etmiyoruz.”
Cürümleri var eden, bu cürümleri güncelleyen, onlarla birlikte bir geçmişi bugüne taşımaktan bir an olsun tereddüt etmeyen cerahatli dille kurulan cümlelerle böylesi bir şey midir yeniden yeni kılınan / bildirilen. Çürüme istencinin ortalıkta artık saklanamaz kılındığı bir menzildeki ol Çelik beyanlarının satır aralarında sıkıştırılmış olan nefret dilini, acıya ortak olmanın bile bu menzilde terör sempatizanı kılınmaya kafi gelmesi de düşündürücü değil midir? Dününde, dün olan muktedirin algısındaki eğreltilik, eğrilik düpedüz bugüne taşınırken sahiden de her nereye varılmıştır bir fasit döngüden gayri.
Af Örgütü bir acil eylem çağrısında bulunur, Çelik’in yaptırmayacağız bahsine karşılık bu ülke denilen sahnede hiç değilse acıların anılmasına dair bir çıkış gerçek kılınır: “UAÖ, İçişleri Bakanı’nın her hafta düzenlenen protestonun gelecekte yasaklanabileceğine ilişkin 27 Ağustos’ta yaptığı açıklamalardan kaygı duyuyor. Zorla kaybedilenlerin yakınları ve 25 Ağustos’taki protestoya katılmak için toplanan diğer tüm kişiler hem iç hukukun hem de uluslararası insan hakları hukukunun güvencesi altında olan ifade özgürlüğü ve barışçıl toplanma haklarını barışçıl bir biçimde kullanıyordu. UAÖ, yetkililere, protestoya katılanlar da dahil olmak üzere herkesin ifade özgürlüğü ve barışçıl toplanma hakkının, 1 Eylül’de yapılması planlanan bir sonraki protestoda ve ondan sonraki protestolarda korunması ve bu haklara saygı gösterilmesini güvence altına alma çağrısında bulunuyor. UAÖ, 1 Eylül Cumartesi günü gerçekleştirilmesi planlanan protestoya gözlemcilerini gönderecek.”
Tumblr media
“701. haftamızda kayıp yakınları olarak her cumartesi olduğu gibi yine Galatasaray’da olacağız. Gözaltında kaybedilen son insanımızın akıbeti açıklanıp, ailesine teslim edilene kadar, tüm failler yargı önüne çıkarılıp cezalandırılıncaya kadar kayıplarımızı aramaktan ve adalet talep etmekten asla vazgeçmeyeceğiz.” Cumartesi Anneleri/İnsanları, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon, 701. haftada da Galatasaray Meydanı’nda olacaklarını duyurdu.
Beyza Kural’ın Bianet’teki haberinden aktaralım: Maside Ocak, Galatasaray Meydanı’nda mücadelelerinin nasıl başladığını şöyle anlattı: “Bizler devletin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınarak kaybedilenlerin anneleri, babaları, eşleri, evlatları, kardeşleri ve insan hakları savunucuları olarak 27 Mayıs 1995 tarihinde kayıplarımızı istiyoruz diyerek Galatasaray’a çıktık.”
“Galatasaray’a çıktık çünkü: bizim yakınlarımız gibi başka insanlar da evinden, işinden, okulundan, sokaktan, herkesin gözü önünde, gözaltına alınıyordu.”
“Galatasaray’a çıktık çünkü: yakınlarımızın gözaltına alındığına ve gözaltındayken görüldüğüne dair görgü tanıkları olmasına rağmen, bütün resmi makamlar "Bizde yok! Biz almadık!" cevabını veriyordu. Savcılar "Türk polisi işkence yapmaz. İnsan kaybetmez!" diyerek dosyalarımızı soruşturma dahi başlatmadan kapatıp, yakınlarını arayan biz aileler için hak aramanın bütün yollarını tıkıyordu. Kayıplarımıza ve adalete ulaşamamanın bir sonucu olarak, aramızdan ayrılan Kiraz Şahin’in deyimiyle ‘Galatasaray’ı kendimize mekan ettik.”
Ocak, 699 hafta boyunca şu dört talebi tekrarladıklarını hatırlattı:
* Gözaltında kaybedilenlerin akıbeti açıklansın.
* Gözaltında kaybetme suçunun faillerini koruyan cezasızlığa son verilsin; ceza adaleti sağlansın. * Bir daha hiç kimse gözaltında kaybedilmesin.
* Türkiye, imzalamaktan kaçındığı Birleşmiş Milletler Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’yi imzalasın, onaylasın ve uygulasın!
“700 haftadır Galatasaray’da dile getirdiğimiz bu talepler; demokratik toplumun temel değerlerine, Türkiye’nin anayasal normlarına ve uluslararası hukuk kurallarına dayanan meşru haklarımızdır.”
Cumartesi (dün) günü yapılması planlanan Cumartesi Anneleri’nin 701. hafta buluşmasına bu sefer de 1 Eylül Barış Günü’nde İstiklal Caddesi’nin handiyse tamamı abluka altına alınarak her bir sokağı açık bir gözetim evine, polis tacizine rehin edilerek, eril devletin hemen hemen her türden faşizan akımın nefret ekicileri tarafından kuşatılarak / çitlenerek yasak hali güncel kılınır. Meydan engellenmiştir, Galatasaray’a ulaşmak zor kılınmış, ara sokaklar artık insanlar için gözaltına alınmadan dolaşabilecekleri birkaç küme dışında neredeyse ablukanın dibine kadar gerçek kılınmış haliyle memleketin de özetini bildirir. Cumartesi Anneleri, İnsan Hakları Savucunuları, İHD İstanbul Şubesi’nden başlayarak Büyükparmakkapı Sokağı’na kadar yürürler. Uzun müzakereler sonucunda basın açıklaması, devletin saldırgan tutumunun gözetiminde, gözaltısız, gazsız, bombasız, plastik mermisiz gerçekleştirilir. Evrensel’den aktaralım:
Bu haftaki basın açıklamasını gözaltında katledilen Hasan Ocak'ın kız kardeşi Maside Ocak okudu. “701.haftadır gözaltında kaydedilen sevdiklerimizi arıyor ve kaybedenlerden hesap soruyoruz" diyen Ocak, "701 haftadır kayıplarımızın akıbetini akıbeti açıklamadığı için, mezar yerleri gizlendiği için suçlular bilinmelerine rağmen cezalandırılmadıkları için Galatasaray’dayız. 701. haftadır hak talep edenlere yönelmiş her türden şiddeti bertaraf etmekle ve adaleti sağlamakla görevli olan devletin, kendi yarattığı inkar, baskı ve şiddet ortamında hukuka, hakikate ve adalete ulaşamadığımız için Galatasaray’dayız. 701 haftadır eksilemeyen yasımız, bitmeyen bekleyişimiz, tükenmeyen umudunuz, solmayan karanfillerimizle meydanlardayız. Mehmet Ertak’ın akıbeti açıklayıncaya ve onu kaybedenler evrensel hukuka uygun yargılanıncaya kadar bu dosya bizim için kapanmayacak. Bu dosyanın avukatı da Mehmet Ertak gibi kaybedildi ve 143 haftadır dosyasında hiçbir ilerleme yok” denildi. Ocak son olarak Ertak ve Elçi için adalet istemekten vazgeçmeyeceklerini vurguladı.”
Ülkede demirbaş kılınan cerahat karşısında insanların söz haklarından gayri hiçbir şey geriye bırakılmamıştır. Onca mücadeleyi, terörle ilintileme gayreti, herkesi hain görme çabasının her nasıl yasa saldırıya dönüştüğü daha bir hafta öncesinden barizken yeniden bu kurgu sahneye bir biçimde konulur. Anlatılan, bildirilen, sunulan ve hesabı sorulan hemen her şeye kayıtsız kalmaya devam eden devletlinin kapı / duvar hali, o kolluk kuvveti denenin artık paramiliter sınıfına terfisinin icrasıyla bir ülkede cerahat yaşama musallat edilmeye devam eder. Sahiden hikaye böyle mi sürecektir, her şey en çok da yası, acıyı, ağrıyı ayaklar altına almaya biteviye devam diyen bir sistemle hayat ne hale dönüşür, düşünüyor musunuz?
Biçimlendirilen yeni ülke şablonuna uymayan / buna dahil görülmeyenler için bir ülkenin artık hiç kılınması sizleri endişelendirmiyor mu? Yarını, tıpkı dünündeki gibi devlet gölgesine boğdurmak bir habis alışkanlık kılınırken, olan biten sadece Galatasaray ile Taksim arasındaki bir bölgede, sırf seçilmiş insanlara karşı değil hepimize, her yerdeyken bunun idrakine varıyor musunuz? Bay E ve şürekası, kurduğu yeni düzen ve ötesinin insanlık mefhumu ile yollarını ayırmaya olanca hızıyla devam ettiği bir düzlemde soralım, bu mudur hakkınız Ey Türkiye’li. Yası, acıyı, sızıyı, kırılganlığı, şiddetin her türlüsünün artık ayrıştırılmaz kılındığı bir sahneyi siz bu memleket bizim size ne diyenler sizler içinize sindirebiliyor musunuz? Cerahate ‘rehin’ olmuş menzilin neresi ülkedir, hepsi sizin olsa, devletin gölgesi bunca baskınken o’nun neresi hayattır!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2018
Görseller – Ümit BEKTAŞ – Reuters
0 notes
seslimeram · 6 years
Text
Karanlığın Bir Sonu Var Mıdır!
Tumblr media
İç içe geçiyor bütün kelimeler. Anlamların paramparça edildiği, bedenlerin; yeni diye tanınan, bildirilen yeri var edenlerce çürümeye terk edildiği, alenen sözün gözden çıkartıldığı menzilde bir çürüme istikameti açıktan tutturuluyor. Bir koca asırda var edilen şeyin devamlılığı açıktan sürekliliği sağlama alınır. Artık harflerin hepsi de birbirine lehimli, olup bitenler yaşatılanların güncesinde var edilen tek bir kelimeye sığıyor; Yeter!
Cerahatin peyderpey kılındığı yerde var edilen iklimdir mesele. Hala, koşar adım şu yaşatılan mesellerdeki kötülükler bütün kelimeleri buluşturan / bütünleyendir. Cerahat bu ülkede bir istikamet belirleyici olarak atanmıştır. Yeter! Kendi döngüsünü baştan, en baştan sıradana karşıtlıkla kuran, demokrasi mi o zaten fazlasıyla var burada diye çemkiren aklın ettiği fecaatedir o kelime yeter. Bir kurgu değil hakikat kılınan bir boyunduruk sarmalıdır. Sırf bunun için bile “yeter” kelamı /seslenişi kafidir.
İç içe geçiyor bütün kelamlar artık. Türetilen, var edilen, varlığı kutsanan cerahatin menzilinde her şey gibi kelimelerin anlamları da boşa çıkartılıyor. Gümbürtüde yaşamak yerle yeksan ediliyor. Bugün yaşanan düzlemin karanlığı bir hız örtbas edilmeye çalışılıyor. Bütünün yıkım ile bina edildiği bir yerde çürüme göz ardı ediliyor hâlâ. Çürüme hakkında hiç ama hiçbir bahis açılamıyor bir türlü. Muktedirin yeni ülkesi yeni tabuları var ediyor. Bir tahakküm nesnelliği bina olunurken Bay E’nin savunduğu ülke bu cürümlerle var ediliyor.
Çiller, Ağar, Soylu hatta Akşener, alttan alta yükseltilen af çıksın denilen Çakıcı gibi figürler ve nice piyonla ol insanlık düşmanlarıyla bir menzil güncellenir. Sahici olan burasıdır. Yeter, buna karşıttır hali hazırda. Bütün kelimeler kalıcı karanlığa rehin edilmek istenendir. Hayatın aleni karabasan döngüye rehineliği barizdir. Karanlık behemehal karşılığı işte bu sahada var edilenlerin özetleyicisidir. Çürümenin ardışık bir icraat olarak yinelendiği yerde söz hakkı çalınmaktadır.
Soylu, Amed Barosunu hedefe alır. Kelimlerin ardılı sıra bir kez daha çıkagelen karanlık meramındadır. “-Şunu da ifade edeyim o kadar alçakça değerlendirmeler yapılıyor ki, şimdi dün Diyarbakır'da Diyarbakır Ticaret Sanayi de dâhil olmak üzere Diyarbakır Barosu zaten Diyarbakır Barosu PKK'ye müzahir bir Baro'dur. Çok açık ve net söylüyorum PKK'ye müzahir bir Barodur. Bütün eylemlerimizde olaylarımızda hukuka dahil olan bütün olaylarımızda PKK sesini çıkarmadığı zaman Diyarbakır Barosu sesini çıkartır.” Pirsus’ta yaşatılan AKP vahşetinin üstünden çıkagelen ol söz öbeğinde, İçişleri Bakanı koltuğunu işgal eden zat, hayat hakkının “savunma” makamına saldırmaktan kendini geri koymaz. Cürümler, yerle bir edilmiş kelimelerin sofrasında bunca bariz ve bir o kadar yara veren olarak güncellenen bir meseldir. Yeni Türkiye artık bunlarla bir bu kadarı ile var edilendir.
Amed (Diyarbakır) Barosu açıklama yapar:
Diyarbakır Barosu, hak, hukuk ve toplumsal meselelerde üyelerinin cesur ve fedakâr mücadelesiyle ödediği ağır bedeller neticesinde edindiği bu müstesna ve görkemli duruşuyla, geçmişte olduğu gibi bugün de tehdit eden bu dile boyun eğmeyecek ve sessiz kalmayacaktır.
Sn. Süleyman Soylu!
Bizleri bu şekilde jitemvari bir tarzla hedef gösterdiğinizin farkındayız. Sevgili Baro Başkanımız Tahir Elçi’yi katleden bu anlayışa karşı bize düşen de onun verdiği bu cevabı sizlere hatırlatmaktır. “Jitemci ağababalarınız ve generallerinize boyun eğmedim sizden mi korkacağım” Biz de korkmuyoruz…
Sn. Süleyman Soylu, iddialarınızın arkasındaysanız sizi gereğini yapmaya davet ediyoruz. Diyarbakır Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri olarak Diyarbakır Barosu Adli Yardım Hizmet Binasında terörle mücadele ekiplerinizi ve savcılarınızı bekliyoruz.
Tahir Elçi’yi aldığınız yerdeyiz…
Süleyman Soylu’nun TRT ekranlarından bahsettiği dehşetin ne olduğunu iyi bilen bir makam olarak Amed Barosu anladıkları dilden yanıtı bildirir. Düzenin vahametle, kötülükle birlikte ol yan yana hallerinin ulaştığı seviye kendisinden olmayan herkesi terörist ilan etme cüreti bariz bir yıkımı çağırmaktadır. Amed Barosu ve onlar gibi bir avuç kesim, bariz bir ülkenin belirsiz sayıdaki insanı, kurumu hep birlikte mücadele etmektedir, edecektir, ediyor. Soylu’nun anlam kaymalarının, kelime çorbalarının arasında hayata kastın var edildiğini görmek için şu hayatta var edilen cerahat tek başına yeterlidir.
Soylu’nun sabık bir akıl yürütme ile birbirine bağladığı / buluşturduğu meram eylediği bahis cürümlerdir. Baro elindeki imkansızlıkların, söz hakkı hiçbir şekilde önemsenmese de doğru olanı bildirip hayatı savunmaya devam etmektedir. Bir metnin satır aralarından görünenler bu ülkede yaratılan yaratılan dehşeti de özetlemektedir. Bakanın bahsindeki yıldırı ve riya, hedef alma ve tehdit bu sınırlarda siyasetin ol omurgası kılınandır. Cerahat budur.
Doksanların kara, kapkaranlığını o Baronun sözcülerinden olan faili meşhur bir cinayete kurban ettirilen Avukat Tahir Elçi’nin canına kasteden bir aklı yeniden üretmenin şablonu ol Soylu’nun beyanlarının sathı mahallini özetlemektedir. Vaat olunan ve yaşatılan bir özet değildir, çürümenin kötülükle hemhal bir düzenin bina olunmasının yapı taşlarıdır. Soylu, Çiller, Ağar ve diğerlerinin eliyle zikredilen / yapılan budur.
Bay E dünün devleti ile el sıkışırken, kendi fundamentalist mizacı ve yapısını da birleştirerek bir yol tutturmuştur. Atılan her adım bunun fasarya değil basbayağı açık bir tehdit olduğunu göstermektedir. Tekçi söylem şu hedef alma güncesi bunun içindir.  Soylu gibi doksanların mimli şahsiyetlerinden, ismini ansanız başınıza iş açacaklarını açıktan dile getirdikleri Ağar Ağabeyleri, mafyöz kontenjanından Peker’lerin cirit attığı bir coğrafyayı mümkünler sınırına taşımak çabasına düşülendir. Düşündürücü olan bir menzilin daha kaç kez yıkım güncesini yeniden var edeceğidir.
Daha kaç kez 1915’in karanlığına demirleme gayretine düşülecektir? Daha kaç kez 1937-8’in yıkımına, bu toprakların kanla sulanmasının nasıl ötekisine nefret / kin kusularak imal edildiği ortadayken yeniden, yeniden tahayyülden bir hakikate evrilecektir? AKP'nin Bolu Basın Danışmanı Gökhan Aydın’ın sosyal medya hesabından atıldığı öne sürülen mesaj vardır; daha kaç kez o yollara sapılacaktır bir ülke denilen şu sahnede? “AK Parti’li zina veledi olmaz… AK Parti’nin oyunun bir yerlere kaydığı algısı yapanlar, 24 Haziran’daki kaymaya karşı dikkatli olun. Reise oy atıp, vekillikte AK Parti dışında başka bir yere oy atacak kadar babası meçhul zina veledi bir AK Parti’li henüz mevcut değil…” Pesayelik mi, sadece cürüm için çabalanmak mı, tehdidin düz ayak kılınması mı, hangisini bir diğerinden ayırasınız! Kelimeler birbirlerine karışıyor.
Cümleler kurulurken, cürümler arka planda işlemeye, yeniden var edilmeye devam olunuyor, üstelik iktidarın yancısı bile olunsa aksi düşünüldüğünde hakkınıza düşen teslim olunuyor. Bu kadar cerahat, bu açık, bu fena, bu bet, bu kötülük numunesi sahnede her neye yol verecektir? Korkuların güncellendiği bir yerde, onlardan medet umarak bir ülke bina olunur, bunun neresi yenidir? Bir daimiliğe kavuşturulmak istenen şey cerahattir. Yıkımın her ne olduğu her neye çalışıldığı eski Başbakan Tansu Çilleri’in AKP Mitingine katılıp sonrasında açtığı bahislerle görünür kılınır. Çillerin savunduğu örtbas etmeye hala çalıştığı şey bir kırım döngüsüdür.
İktidar medyasından A. Selvi’ye konuşur ol Çiller: “Çiller’e, sosyal medyadan yöneltilen eleştirileri hatırlattım. “Korku refleksi olmasa bu kadar tepki olmazdı. Doğruları söylememden rahatsız olanlar olabilir” karşılığını verdi. 90’lı yıllara döndü. “Yaptığım her şey doğruydu demiyorum. Çok gençtik, çok idealisttik, birçok şeyi kısa zaman içinde yapmak isterken karşımda çok geniş bir cephe buldum. Çok yoğun yıpratma kampanyaları ile karşı karşıya kaldım” diye konuştu. Son olarak, seçimlere ilişkin tahminini sordum. “Kafalar karışık. Yeni bir sistem, taraflar çok karıştı. Tahmin yapabilmek zor. Seçim sonrası yönetimin nasıl oluşacağını anlayan yok. Çok bilinmeyenli bir seçime giriliyor. Tahmini zor bir ortamdayız” karşılığını verdi.”
Tumblr media
Çürümeyi güncelliyor bu ülke. Dehşetin tanımına yeni eklemeler yapıyor bu ülke. Bir ülke ki çukur halini örtbas edemiyor artık. Gençtik, idealisttik gibi mugalata argümanlarla var edilmiş o doksanların karanlığını hala inkar etme süreğen kılınır Çiller tarafından. Dönemin yıkımı bir tahayyül değil bariz bir hakikatken, halen verilmemiş hesaplar ortadayken bunların öncesi, en önemlisi de olmuş bitmiş olarak değerlendirilmesi söz konusu edilir. Bu utançları anlamlı bir karşılıkla sunabilecek bir kelime yok...
Pirsus kırımına ait görüntüler yayınlanır. Mezopotamya Ajansı’ndan alıntılayalım. “Urfa’nın Suruç ilçesinde AKP Milletvekili ve Adayı İbrahim Halil Yıldız’ın yakınları tarafından öldürülen esnaf Esvet Şenyaşar ve çocukları Adil Şenyaşar ile Celal Şenyaşar’ın aile ve avukatlarına verilmeyen otopsi raporlarına Mezopotamya Ajansı ulaştı. Kanuna göre, ölen kişinin yakını veya avukatı otopsi raporunu istemesi durumunda dosyada kısıtlama dahi olsa verilmesi gerekirken, olayın yaşandığı 14 Haziran’dan bir gün sonra HDP Antep Milletvekili Mahmut Toğrul ve Şenyaşar ailesinin avukatı, otopsi raporlarını almak için görevli savcıyla uzun görüşmeler yaptı, ancak raporları alamadı. 14 Haziran günü Suruç’tan Antep’teki 25 Aralık Devlet Hastanesi’ne getirilip tedavi altına alınan Celal ve Adil Şenyaşar kardeşler hastanede yaşamlarını yitirdikten sonra saat 21.00 sıralarında Antep Adli Tıp Kurumu’na götürüldü, adli tıp ekibi aileden hiç kimseye haber vermeden otopsi işlemlerini yaptı.”
Celal Şenya��ar’ın vücuduna 6 adet farklı çaplarda ateşli silah mermi çekirdeği isabet ettiğini tespit eden adli tıp ekibi, vücuda isabet eden mermilerden ilk isabet eden mermi çekirdeğinin öldürücü nitelikte olduğunu, diğerlerinin ise öldürücü nitelikte olmadığını belirledi. Raporda vücuda isabet eden tüm mermilerin giriş deliklerinin incelenmesi sonucu, mermilerin bitişik atış mesafesi dışından yapılmış olduğu ancak elbiseli bölgeye isabet etmiş olduklarından kesin atış mesafesi tayini için elbiselerinin kriminal fiziki incelemesi gerektiği tespit edildi.
Celal Şenyaşar’ın ardından kardeşi Adil Şenyaşar’ın otopsisine geçen ekiplerin harici muayenesinde, vücudun 14 bölgeden kesici, delici alet ve sert cisimlerle darp edildiği belirlendi. 14 bölgenin büyük bir kısmında ciddi yaraların olduğunu belirleyen ekipler, raporda Şenyaşar’ın aşırı darba maruz kaldığını belirtti.
Esvet Şenyaşar’ın yeğeni Osman Ali Şenyaşar kimlik tanığı olarak huzura alınıp kimlik tespiti yapıldıktan sonra yeğen Şenyaşar'ın dışarıya çıkarılıp otopsiye başlandığı belirtildi. Harici muayenede, baba Şenyaşar’ın vücudunun 7 hayati bölgesinden kesici aletlerle büyük çapta yaralar oluşturularak yaralandığı ve 7 ciddi yaranın yanı sıra vücutta 23 noktada öldürücü nitelikte olmayan yaranın olduğu tespit edildi.” Bunca açık ve bariz bir katliamın bile karşılığı ya da adalet önünde hesap verilmesinin bile engellendiği menzilde kelimeler her neye yarar, sahiden!
Riha’da yapılan mitingde konuşur Bay E. “Erdoğan Suruç’taki kavgada yaşamını yitirenlerin tamamı için rahmet diledi. Erdoğan daha önceki konuşmalarında esnafları PKK'li olmakla suçlamıştı. Erdoğan şu ifadeleri kullandı: Geçtiğimiz günlerde Suruç’ta yaşanan elim hadisede hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Ve milletvekilimize ve ölenlerin yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir hukuk devletidir. Hadise güvenlik güçlerimiz ve savcılığımız tarafından ayrıca soruşturuluyor. Her şey ortaya çıkartılacak ve suçlular adalet önünde hesap verecektir.” Evrensel Gazetesi’nde yer bulan haber metnindeki gibi çürümeyi güncelleyen, onu yeniden biçimlediren ve koca bir kentin orta yerinde var edilmiş cinayeti bir öyle / bir böyle anarak, sunarak geçiştirmektedir. Bay E v bahsettiği adalet tecellisinin her ne olduğu daha önce, Hrant Dink “Milli Mutabakat” Cinayeti, Soma Maden Cinayeti, Roboski Katliamı, iki seneyi aşan Bakur Kürdistan’ı ablukasında görmek mümkündür. Bütün kelimeler birbirine dolanıyor... Yıkım tek hakikat, Yeter!
Soylu, Çiller yahut da Bay E gibi nevi şahıslarına münhasır cümlelerin, ide ve tahayyüllerin peşinde değil doğrudan ve kalıcı kırımın ol devletli geleneğinin devamında rol alan oyunculardır. Yeni Dünya Düzeni, Neoliberalizm gümbürtüsünde atılan her adım bir başka cerahatin yenilenmesi, güncellenmesidir. Daha bu topraklar kaç kez 90’ların beyaz toros markasıyla örtüşen suçlarını, 80’lerin ortasında var edilmiş devlet düşmanı / teröristler argümanı ile memleketin tek tipleştirilmesini yaşayacaktır. Daha da gerilere gidelim 1964, 20 dolar, 20 kilo, 1955 pogromu, 1937-8 Dersim Tertelesi, 1923 ve geriye doğru 1915’in derin karanlığına kadarki sürede var edilen cerahatli soykırım sürekliliğini kaç kez daha yeniden ve yeniden imal edecektir bu ülke!
Dehşetli devlet mekanizmasını güncelleme gayreti her gün sabit olunurken hayat nedir her ne demektir? Sayıştay Raporlarındaki detay olarak geçilen iç edilmiş, belgelenmemiş harcamalar bahsinden, Patates / Soğan rakamlarına, yükseldikçe coşan enflasyondan bitimsiz savaş iklimi dahilinde yapılanlara gerçekten hayat ne haldedir? Bir sandık / oy bahsi dışında bu ülkede ol demokrasi tahayyülü hiç ama hiçbir zaman işlevselleşmiş / varlığı görünür kılınmış mıdır bu ülkede şu mahalde.
Tehditlerin havalarda uçuştuğu, Bay Yıldırım’ın (Son Mohikan!) Atatürk yaşasaydı bugünün o CHP’lilerine hayat hakkı tanımazdı betimlemesinden, ODTÜ’de 2 öğrenciye 'örgüt üyeliği', 'örgüt propagandası', 'cumhurbaşkanına hakaret', 'askeri teşkilatları aşağılama' suçlamalarıyla soruşturma açılmasına bir cürüm düzeni şekillendirilmektedir. Bir oy verme, sandık bahsinin tam da ötesine geçilmiş bir hayat memat meselesi dururken ortada yarın ne olacaktır! Yarınlar nasıl şekillendirilecektir? Bugünümüz bir çukuru, dipsiz bir karanlığı ve kesintisiz bir yıkımı bildirirken yarın bu enkazın altından kalkabilecek miyiz, o dermanı bulabilecek miyiz sahiden, sahiden!
Bütünlüklü bir çürümenin var edildiği yerde salt Bay E ve AKP iktidarının gitmesi, düşmesi değildir mesele başlı başına bu ülkede var ettikleri cerahatli halin, kanıksanmış kötülüğün ol yıkımına dur diyebilmektir sorun! Gerçekten bugünümüz bir çukurun ta kendisini bildirirken öyle ya da böyle, sıradanın sözü duyulabilecek midir? Eleştiri şerhleri nihayet fark edilecek midir? Yıkımın kıyısına götürülüp, oralarda karanlığın dipsizliğinde dolaştırılıp durulurken bu ülkede yaşam, oralarda geri dönebilmeyi başarabilecek miyiz? Karanlığın bir sonu var mıdır, olabilir mi, sahiden, sahiden, sahiden! Kelimelerin kurduğu karmaşık düzenekte bir sesleniş kalıyor geriye; YETER!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2018
Görseller – Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüsü’nden Grafiti Çalışmaları v/ Listelist
0 notes