#çürümeye isyan
Explore tagged Tumblr posts
Text
Çürük Meseli
Şüphesiz ki bir çürüme sathı mahallinde debelenip duruyor ülke. Neredeyse çorak, kuraklık sınırlarında bir hakikati yaşayan ülkede, hiçbir türlü yüz çevrilmeyecek kadar en kestirmeden afaki bir cürüm hattı bina ediliyor. Gündelik insan hakları mefhumunun artık aleni bir biçimde zehir edildiği, yerle yeksan olunduğu bir -ülke- gerçeğe dönüştürülüyor. Cürümler cürümleri kovalarken gündelik yaşam idesi, hayatta kalma gibi basit hallerin bir biçimde imkansıza koşulduğu güncellik var ediliyor. Ekonomik çökertmenin binbir türlü haline rehine bilinen bir yurttaşlık hakikat kılınıyor. El üstünde tutulan, üçer beşer maaşı bir kerede indirebilen, üstüne yıpranma parasından, emeklilik gibi bir hakkı elde ettiğinde ortaya serilen astronomik tazminat ve maaşlara uzanan bir primitif yağmacılık karşısında o sıradanın gündelik rızkı talan ediliyor. Bütün bu hanedanlık sürebilsin diye. Hazretleri, baş efendinin bir oyun, tezgah diye bildirdiği enflasyondan, piyasalardaki yıkıcılığa, her an her şeye çıkagelen zamansız zamlardan, sürekli yoksullaşan halktan bihaber kılınmış o zümreler, saray sultası, sünepe tipleri, kan emicileri, sermayenin menteşeleri, kullanışlı tuzlukları, insan demeye şahit lazım paraya tapar tipleri ve bir dolu şark kurnazı varken ol sıradanı kim fark edecektir ki?
Bütünüyle kesintisiz bir çürümeye cürümlerle rehin edilirken halk hayatın hakikatinden kim ne zaman bahis açabilecektir misal? Su kaldırmayacak bir çürüme sathı mahalli her anlamda dönüştürürken, daha geçen aldığınız ürünün bir sonraki hafta zamlandığı bir yer, bir uzamda neyin garantisi kalmıştır, yaşayabilmek için. Tekdüze sıradan bir hafta yeterli gelebilecek bir mutfak alışverişinin birkaç bin liraya tekabül ettiği bir düzlemde, bir maaş artı bir maaş kadar yükselmiş kiralar mesela ne zaman dert edilebilecektir sahiden? Kimin nasıl altından kalktığı ya da kalkamadığı şiddet dozu günbegün yükseltilen kavgalar, artık bir normale dönüştürülmüş silahlı çatışmalardan, evlere saldırılara, sokaktaki gasplara bir biçimde normatif yerle bir edilirken kim fark edecektir ki sıradanı? Misal en basitinden bir gereksinim kılınmış olagelen cep telefonunun, vakti zamanında bir cinayet sonrasında ele alınmış imei kaydını bugün bir vergilendirme / çöreklenme / haraç kapısına çevirmiş o aklın eylediği, öğrencilere kıyağımız olsun, 25.000 liraya telefon var saçmalığının her nasıl yerli üretim, vasat bile olmayacak kadar berbat ötesi bir teknolojik tahayyül olduğu daha henüz taslakken sökün eder. Böyle afaki bir biçimde çürüten, eksilten, yoksullaştıran ve yoksun bırakan bir zihni tezahürün karşısında hayatın ederi, anlamı her ne olacaktır ki sahiden?
İsmail Arı'nın Birgün Gazetesindeki haberidir: “Ekonomik kriz her geçen gün derinleşirken iktidar sadece “Sabredin” demekle yetiniyor. Her geçen gün yoksullaşan, kirasını ödemeyen yurttaşlar ise sesini duyurmaya çalışıyor.
Dün sabah saatlerinde (21 Ağustos) de Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın merkez binasının kapısına giden bir yurttaş, geçinemediğini belirterek isyan etti. BirGün’ün edindiği bilgilere göre 45-50 yaşlarındaki yurttaş, “Açım, geçinemiyorum, kiramı ödeyemiyorum. Ne yapayım, kendimi mi öldüreyim?” dedi.
Bakanlıkta görevli polisler “geçinemiyorum” diyen yurttaşı gözaltına alındı. Polisin darbederek ters kelepçe ile gözaltına aldığı yurttaşın akıbeti ise bilinmiyor.
Bakanlığın Görevi Yoksulluktan Kurtarmak
Öte yandan yurttaşın geçinemediği için kapısına gittiği Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın görevlerinden biri de “Aşırı yoksulluk sınırının altında kalanların sosyal yardım sistemine dâhil edilerek aşırı yoksulluktan kurtulmalarını sağlamak” olarak açıklanıyor.”
Sistematik bir yıkım halinin ortasında dönüp dolaşıp aynı / ayrı gayrı olmayan yıkımlara çıkıyor koca menzil. Yüzüncü yılında bir cumhuriyet olduğu zikredilirken, cumhurun her ne hallere rehin edildiği mesel olunmasın isteniyor. Açlık suskunlukla karşılanırken, konu ya da mesel her ne olursa olsun tek bir kerede “geçinememek” mesel edilmesin isteniyor. O Ankara’da çıkagelen tahayyül, bütünüyle memleket sathı mahallinde varılan eşiğin de korkunçluğunu imgeliyor. Sermayeye göz kırpıp, baş efendinin gazabından kurtulabildiği kadarıyla var edilen politik faiz arttırımı yanında gündelik olan yaşamsallık taşıya gelen tüm katma değer ihtiva eden ürünlere zamlara, dolaylı vergilere ve bankalardan elde edilmeye çalışılan nakit avanslara kadar pek çok şey yüksek faizlere rehin edilirken sahiden geçinememek dert edilmesin istenir. Bundan ala cehennem, bu kadar afaki karanlık bir zemin söz konusu edilebilir mi? Yoksunluğun, yoksullukla birlikte bir istikamet, doğrudan bir edim / tavır kılındığı yerde, sessizce var edilen isyanları kim, her nasıl fark edecektir sahiden?
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Marmara Üniversitesi yönetimi, yemekhane ücretlerine yaptığı yüzde 200 zammın ardından yurt ücretlerini de bin 500 liraya yükseltti. Üniversite yönetimi geçtiğimiz hafta yaptığı zamları yemekhane önüne astığı duyurular ve öğrencilere gönderdiği mail ile duyurdu. Evrensel'e konuşan Marmara Üniversitesi öğrencileri ise zamlara tepkili.
İktisat Fakültesi 3. Sınıf öğrencisi Hilal “KYK bursu alıyorum. Eğitim masraflarımı burs ve part time işlerden kazandığımla karşılıyorum. Dışarıda yemek pahalı olduğu için okul ya da yurtta yemek yiyordum. Ancak şimdi okul yemeğine de zam geldi. Bu şekilde geçinmemin imkanı yok. Mecbur çalıştığım gün sayısı artacak. Bu şartlar altında okula hiç öncelik veremeyeceğim” diye anlattı. Hilal merkezi bütçeden üniversite yönetimine aktarılan bütçenin nerelere harcandığını da öğrenmek istiyor.
"Cebimize Girenden Fazlasını İstiyorlar"
Ara sıra günlük işlerde çalışarak geçimini sürdürdüğünü anlatan İletişim Fakültesi Öğrencisi Eren ise “Yemek işini çoğunlukla yurt ve okulda hallediyorum ki cebimde çay içmeye param kalsın. Anlaşılan bu zamlardan sonra çaya da para kalmayacak. Çoğu arkadaşımın durumu da benimki gibi. Ayın ikinci yarısı cebimizde para kalmıyordu. Üzerine şimdi bir de okul yurduna zam geldi. KYK kredisi bin 250 lira; yurt ücretini bin 500 lira yaptılar. Gelen gideni karşılamıyor” dedi. Şu an ciddi belirsizlikler yaşadığını söyleyen Eren, “Okulu dondurabilirim, ya da part time işler de bulabilirim” ikileminde.
"Tepkilerle Kararı Geri Çektirmeliyiz"
İktisat fakültesi öğrencilerinden İlayda, “Çok fazla ekonomik problem yaşıyoruz. Okula gitmek ve okulda vakit geçirmek hayli maliyetli. Marmara en yüksek ödeneği alan okullardan biri. Bu nedenle bizden yemek başına 15 lira almasına gerek yok. Günde 2 öğün yemek yiyen bir öğrencinin KYK kredisinin yarısından fazlasını yemeğe gidecek. Yol, hijyen malzemeleri, kıyafet gibi başka giderlerimiz de var. Bir tişört 250 liradan başlıyor” ifadelerini kullandı.
Bu zamlar karşısında öğrencilerin nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini sorduğumuzda ise İlayda, “Biz bu zamlara hemen tepki göstermezsek cebimizden tüm paramızın yemeğe gitmesine alışacağız. Hemen tepki göstermeli ve üniversite yönetimine bu kararı geri çektirmeliyiz” dedi.”
Dümdüz, yalın bir fasit döngüye rehin ediliyor yaşamsal tüm haklar. Eğitimleri için kafa yorması gereken insanları daha en başta sınava tabi tutan bir zihniyetin, bir de maddiyatı öne sürerek kuruduğu tuzaklarla hayat iyice içinden çıkılmaz kılınıyor. Gündelik tek bir porsiyon yemeğin aşağı yukarı altmış ile doksan lira sınırlarına demirlediği bir bolluk ve bereket memleketinde, ellerine geçen üç kuruşla hayatta kalmaya çalışan milyonlarcası gibi, eğitim gören üniversiteli gençler de deneye tabi tutulur. Beslenme ve barınmanın en büyük / kalıcı ve nitelikli sorunları beraberinde getirdiği zaten tanıklıklarından, sadece ol Marmara Üniversitesinden değil genel anlamda tüm okullardan bariz kılınır. Zamlarla bir ve beraberce hayatta var olma isteminin de önüne setler bina edilir. İmkansızlıkların da birer imkan diye pazarlanabildiği bir zeminde, emeğin sömürüsü bir kere daha buradan da karşımıza çıkartılır. Kesintisiz bir girdap halinde, öğrenim dönemi boyunca öğrencilerin birer meta kılındığı, kasaya katkıları kadar, katabildikleriyle bir seviye yakalanan yerde hiçbir gelecek tahayyülüne yer var mıdır? Her şey bodoslamadan bunca kötürüm bir karanlığa rehin edilirken, ötesi var mıdır?
Su kaldırmayacak bir çürüme sathı mahallinde debelenip duruyor ülke. Dönüp dolaşıyor, konu, mesel, vaka her neyse yeniden ve yeniden bir örnek ve benzeş tahayyüllerle birlikte bir çürüme hakikate dönüştürülüyor. Ekonomik girdap, rakamları üç aşağı beş yukarı diye anons edince düzelen bir mefhum değil artık. Gündelik yaşam pratiklerini imkansız kılıp, aralıksız bir vergi / ödenek / harç / haraca bağlayan bir zihniyetin, yönetim katının elinde tıpkı demokrasi, tıpkı adalet gibi yaşamsal hakların gasp edilmesi de söz konusu ediliyor. Bir kereliğine değil, aralıksız bir biçimde her gün ama her gün yeniden kurgulanmış olanı türeterek, çoğaltarak bir çürüme aksettiriliyor. Tümden ve doğrudan hayat edimi yerle bir ediliyor. Duraksamak nedir bilmeden, madun siyasetin aktörleri, eline kan oturmuş tüm o sermayenin neferleri, medya şaklabanları, sokak şakşakçısı tiplemeler ve daha nicesiyle bir katran karanlığında çürüme hakikate dönüştürülüyor. Laf olsun diye değil artık anbean nitelikli bir kötülüğün esareti altında, zulüm var ediliyor. Aralıksız kılınmış olanın refakatinde hayat öyle eksik, böyle yarım kalmış dert edilmesin isteniyor. Kendine dahi yetemeyen bir devletin, düzenlemeler, iyileştirmeler, mücadeleler diye sayıklayıp durduğu şey bütün bu bezirganlık hal, çürüten toplam değil toplumun un ufak edilmesidir artık. Görünen köy kılavuz istemez. Eksiksiz bir çürümeye rehin edilmiş olagelen yerde hayat tamamen teferruat kılınandır. Bütünüyle toplumsal bir dönüşümün değil tastamam bir teslimiyetin vaaz olunduğu bir zeminde çürümenin içinde yolunu, yönünü kaybediyor bir ülke. Bir yurttan çok mezbahaya, öğütücüye, dönüşen yerde, hikaye her şeyi anlatıyor. Yaşıyoruz, tanığıyız.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Moe ZOYARI – Bloomberg
#hayat#hakikat#mesel#yara#ülke#türkiye gerçekliği#düzen#ahkam#politik#siyasa#biyopolitika#cerahat#kötülük#tahakküm#yoksunluk#geleceksizlik#acı#elem#kör karanlık#quo vadis#türkiye101#demokrasi#hayatta var olmak#gün#sözler#tanıklık#mahrumiyet#yoksulluk
0 notes
Text
Percy Bysshe Shelley (1792-1822 ) İngiliz yazınının ve Romantik Dönem'in en önemli şairlerinden biri. Eton'da eğitim gördü. 1811'de yazdığı "Ateizmin Gerekliliği" adlı makalesinden dolayı Oxford'dan atıldı, babası tarafından da reddedildi ve Londra'ya gitti. Orada Harriet Westbrook ile evlendi. İrlanda'da ayaklanmayı kışkırttı.Vikipedi
Percy Bysshe Shelley Sözleri-2: (1792-1822)
Eğitimli insan batıl inançlı olamaz. Percy Bysshe Shelley
Onu anlamak için o olmak gerekir. Percy Bysshe Shelley
Yalnızca inanmak isteyenleri inandırabilirler. Percy Bysshe Shelley
Her şey sadece algılandığı haliyle mevcuttur. Percy Bysshe Shelley
Aşinalığın pusu, varoluşumuzun büyüleyiciliğini gizler. Percy Bysshe Shelley
Eğer aklımız ermeyecekse neden anlamaya uğraşalım? Percy Bysshe Shelley
Halbuki inançsızlık tabiatı gereği ne günah ne sevap olabilir. Percy Bysshe Shelley
Yaşama aşinalığının pusu, varoluşumuzun büyüleyiciliğini gizler. Percy Bysshe Shelley
Ne var ki anlamadığı şeye önem atfetmek cahilin doğasında vardır. Percy Bysshe Shelley
İnsanın kibri güçlükler karşısında katılaşacak şekilde tasarlanmıştır. Percy Bysshe Shelley
Dünyada bütün dinler sorgulamayı yasaklar ve eleştirenleri istemez. Percy Bysshe Shelley
İnsan büyük tutkuları olan bir varlıktır, "hem önceye hem sonraya bakar." Percy Bysshe Shelley
Eğer doğayı bilmemek tanrıları doğurduysa, öğrenmek de onları öldürecektir. Percy Bysshe Shelley
Ona tapanlar dahi, hakkında bir fikir sahibi olmanın imkansız olduğunu kabul ederler. Percy Bysshe Shelley
Düşünsel sistemin en incelikli çıkarımlarının öngördüğü yaşam görüşü, bütünlülüktür. Percy Bysshe Shelley
İnsan yapımı bir Tanrı, kendini insanlara tanıtmak için elbette yine insanlara ihtiyaç duyacaktır. Percy Bysshe Shelley
Düşünce ve yaşam konusunda, her birimiz için durum, doğumdan önce de ölümden sonra da aynıdır. Percy Bysshe Shelley
Tanrı bir hipotezdir, bu nedenle de kanıtlanması gerekir. Kanıtlama yükümlülüğü, inananın omzundadır. Percy Bysshe Shelley
İnsan, tanrının adını sadece doğal ve bilinen sebeplerin oynadığı oyunu anlamamaya başladığında kullanır. Percy Bysshe Shelley
İnsanlar büyüdükçe bu yetenek genelede azalır ve mekanik ve alışkanlıkla hareket eden bireylere dönüşürler. Percy Bysshe Shelley
Özetle, insan, cehaletinin çözmesine mani olduğu bilinmeyen sebeplere, şaşırtıcı etkilere daima saygı duymuştur. Percy Bysshe Shelley
Düşünceler ve duygular, istemli veya istemsiz bir şekilde meydana gelir ve onları sözcükler aracılığıyla ifade ederiz. Percy Bysshe Shelley
Dünyanın kutsal bir güç tarafından yönetildiği kanıtlansa bile bundan ölümden sonra hayatın olduğu çıkarımı yapılamaz. Percy Bysshe Shelley
Gelin çocukluktaki hislerimizi hatırlayalım. Dünya ve kendimiz hakkında ne kadar da belirgin ve yoğun bir kavrayışımız vardı! Percy Bysshe Shelley
İnsan, şimdi var olduğunu bildiği kadar bir zamanlar var olmadığının da bilincindedir; o hâlde varoluşunun bir sebebi var demektir. Percy Bysshe Shelley
Çünkü ilkel zamanlarda yasaları koyanlar ve rehberlik edenler onlara bunu vazife kılmıştır. Tapın ve inanın, anlayamadığınız tanrılara. Percy Bysshe Shelley
Materyalizm, genç ve yüzeysel beyinleri bir hayli cezbeder . Müritlerin konuşmasına imkan tanır ve onları düşünmekten muhaf tutar. Percy Bysshe Shelley
Koca uluslar babalarının ve rahiplerinin tanrısına tapınmaya, sırf kulaktan dolma bilgiler(nesilden nesle aktarılan rivayetler) yüzünden devam eder. Percy Bysshe Shelley
Otorite, insanın tanrıya inanmasını ister. Bu tanrı, yalnızca onu biliyormuş gibi yapan ve dünyada onun adına bulunan birkaç adamın otoritesine dayanır. Percy Bysshe Shelley
İnsan; geçiciliğe ve çürümeye isyan eder. Yok olduğunu hayal edemez; hem gelecekte hem geçmişte yaşar; o anda neyse değil, olageldiği ve olacağı şeydir. Percy Bysshe Shelley
Otorite, alışkanlık, biat ve adet; inancın ve kanıtların yerini alır. Dizlerinin üzerine çöker ve dua ederler çünkü babaları onlara diz çökmeyi ve dua etmeyi öğretmiştir. Percy Bysshe Shelley
Çocukken gördüklerimizi ve hissettiklerimizi kendimizden ayırt etmek şimdiki gibi alışkanlık haline gelmemişti henüz. Sanki tümü tek bir kütle meydana getiriyor gibiyidi. Percy Bysshe Shelley
Daima çocuk kalan insanlar vardır. Hülyalı denebilecek bir durumdadırlar; adeta benlikleri çevrelerindeki evren sızıyor veya evren benlikliklerinin içinde emiliyor gibi hissederler. Percy Bysshe Shelley
İnsan, cehaletinin çözmesine mani olduğu bilinmeyen sebeplere, şaşırtıcı etkilere daima saygı duymuştur. Tabiatın molozlarının üzerine hayali bir kutsalın dev heykelini dikmiştir. Percy Bysshe Shelley
Tanrı, sonsuz, ölümsüz ve akıl ermezdir; cahil mantığının uydurabileceği her boş teyit kılıfına sığabilir. Ona tapınanlar dahi, hakkında bir fikir sahibi olmanın imkansız olduğunu kabul ederler. Percy Bysshe Shelley
Evrendeki tüm canlı ve cansız varlıkların ortak özelliği olan hep olduğumuz gibi kalma arzusu, ani ve daha önce yaşanmamış bir değişime maruz kalma çekincesi, ölümden sonrası fikrini doğuran üstü kapalı sebebin ta kendisidir. Percy Bysshe Shelley
Yalnızca istençli eylemleri kontrol edebiliriz; inanç ise istençsizce bir eylemdir. Zihin ya pasiftir ya da sırf istemsizce aktiftir. Buradan yola çıkarak tanrının varlığına dair dayanaklı bir ifadede bulunulamaz veyahut ifade tanrıyı kanıtlamaya yeterli değildir. Percy Bysshe Shelley
Bizim engin bilgeliğimize güvenin, çünkü biz kutsala dair sizden daha çok şey biliriz. Peki neden sizi takip edeyim? Çünkü tanrı böyle buyurdu, çünkü olurda direnecek olursan senin cezanı verecek. O halde sorgulanması gereken tanrının kendisi değil mi? Percy Bysshe Shelley
youtube
………………………………………. ╚► Facebook: https://www.facebook.com/olumsuzsozler ╚►Tumblr: https://olumsuzsozler.tumblr.com/search/Percy+Bysshe+Shelley+2 ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚►Sözler Gif: https://i.resmim.net/6k5Yn.gif Percy Bysshe Shelley 1. Videosu ╚► https://www.youtube.com/watch?v=ts2CGi2pLv0 ……………………………………….
1 note
·
View note
Text
Acı eşiğine yıldırım düşer mi
Merhaba kuzen. Bir şeyler paylaşacam senle ama okuduktan sonra unut, anlaştık mı? Anlaştığımızı varsayıyorum ve yazmaya başlıyorum. Gerçi unutmasan da bir sike yaramayacak yazdıklarım. Çünkü bana göre yükümü hafiflettiğini düşündüğüm şeyler yazdığımı zannediyorum. Hani bubi tuzağı kitabında "cehennemde yanarken herhangi bir yere tutunmanın acını hafifileteceğini düşünmek..." diye devam eden bir cümle vardı ya, bu da onun gibi işte. Cehennemdeyim ve yazmak, yazarak paylaşmak acımı hafifletir gibi hissediyorum. Yalan da olsa inanacak bir şeyler bulmak zorunda insan. Ciddiyim moruk. İn aşağı anlatacam birazdan. Bir buçuk metreden yakın mesafede oturan beyaz önlüklü felaket tellalından "kendinizi en kötüsüne hazırlayın" cümlesini duydun mu hiç? Bir cümleyle dünyan yıkıldı mı lan senin? Sur ne ki o cümlenin yanında amına koyim! Bir insanın iş tecrübesi fiziksel olarak nasıl anlaşılır, bilir misin? Mesela bir kasap? Şişmandır değil mi? Peki ya berber? Ya da gözlüklü bir terzi? Üstte tırnak içine aldığım cümleyi söyleyen doktor o kadar geçti ki, hayatında hiç ölüm görmemiş gibiydi. Söylediği insan 70 yaşındaydı lan. Evet, o yaştaydı ve benim hayatımda ilk tanıştığım ölü olacaktı. Herkes ölüyor moruk. Her şey toprak olmaya mecbur. Yok olmaya, çürümeye ve çirkinleşmeye mecbur. Duyguların dahil. Somut ve soyutun sarıldığı, seviştiği tek nokta burası. Ölüm! Bazı insanlar, hatta benim gibi çoğu insan kupa bardağın kulpundan tutmak yerine sarmalayarak tutar içindekini içmek için. Eğer içindeki kaynar derecedeyse kulpundan tutar. Eli yanmasın diye. Bunu niye söyledim biliyor musun? Çünkü doktor "en kötüsüne hazırlayın kendinizi" dediğinde içimiz yanıyordu ama yine de sarmalayarak tutunuyorduk hayata, doktorun kurduğu cümlenin kırdığı kollarımızla. Elini yakacağını bile bile sobaya soktun mu hiç dirseğine kadar? Bu da öyle bir şeydi işte. İçimiz de cehennemdi, tutunduğumuz hayat da! Tam 8 sene moruk. 8 sene yaşattık babaannemi. Amcalarım, babam ve halalarım yaşattı annelerini. Sonra bir gün, İsrail'in suru üflemesi gibi, babam da telefondan üfledi kulağıma "babaanneni kaybettik" diye. Bir söz var ya "öğrenilen çaresizlik" diye, aynını yaşadım. Ne kadar hazır olursan ol, ne kadar prova yaparsan yap o an ruhunu tırnaklıyor bazı duygular. Bkz. Gözyaşı. Bazı insanlar kanayan yaralarını dudaklarıyla bantlar, emerek! O günden bir ay sora da dedem gitti. Bunlara rağmen babam bir gün ses etmedi. İsyan da etmedi. Öylece yaşamaya devam etti moruk. Acaba delirdi mi, diye çok kontrol ettim. Gülme orospu çocuğu! Adam sırf kardeşini kaybetti diye 6 paket sigara içiyordu günde. Gülme sikerim o ananı senin. Neyse. Gayet sağlıklıydı herif. Adam kabullenmiş oğlum. Ben kendim için düşünüyorum da, götü başı dağıtırdım herhalde. Sen de düşün amına koyim, saatte 240 km hızla giderken arabanın ön iki tekerinin patladığını ve o amına koduğumun arabasından sağ çıktığını! Yani diyorum ki; babam CIA ajanı olayını yanlış anlamış, ACI ajanı olmuş. Hehehe. Ne kadar komik, değil mi? Hadi el ele tutşup şükredelim. Bizden daha az nefret et tanrım. Lütfen. Telatabileri ve Hugo'ya küfreden çocuğu da alın aranıza. Ben diyorum ki, bu siktiğimin dünyasındaysan boşuna umut etme oğlum. Umut, bir kadını anal sekse ikna etmeye çalışırken "hiç acımayacak" demek kadar saçma bir şey. Çünkü birileri ölürken çok acıyor, birilerini yaşarken kaybetmek çok acıtıyor ve bunları bilerek yaşamaya devam etmek çok ama çok acıtıyor. En başta "Yalan da olsa inanacak bir şeyler bulmak zorunda insan" dedim ya kuzen, babamdan yola çıktım onu derken. Yoksa ölürdü. Kesin ölürdü. Ben de yaşıyorsam eğer şu an, o yalanın içinde ben de varım düşüncesiyledir işte. Anlıyor musun? Yani diyorum ki; Nietsche, "Tanrı öldü!" naraları atarken, birileri çıkıp "Asıl kahraman ölürse dizi biter akıllım" demeliydi. Sen de şöyle buyur son Zerdüşt, ayakta kalma. Mutlu veya mutsuz, her film biter. Ama her son, bir acı doğurur. Kıyametten sonra dünyayı en son terk eden götoğlanı, senin de şerefine! Bu kadar!
28.04.2020
2 notes
·
View notes
Video
youtube
- Gaybın Kuyusu -
Önce bir fırtına çıkageldi. Yaşadığı evi temelinden sökerek aldı ve arşa çıkardı. Sonrasında var gücüyle bir hınçla yere vurdu. Sonra bir iskambil kağıdı misali dağılıverdi masum güzel anıları, inancı, umudu. Kuru otlar kucak açtı onlara.. Toprağından yer verdi. Eskisi gibi değildi. Artık gördükleri de eskisi gibi değildi. Eski… Geçmiş… geride kalmıştı. Göğsünün en derinlerinde şarapnel parçaları dağıldı. Patlayan damarlardan akan kanlar bir nehir gibi aktı geçmiş denen o havuzda. Babil hala yerli yerinde ama enkaz halindeydi asırlardır. Asma bahçeleri de artık yoktu. O gözler mezar taşına, biriken toprak yığınına bakarken akşam ezanının okunmasına da az bir vakit kalmıştı. Sararan otlara baktı bir kaç da kurumuş ağaçlara… sonra ayağının dibinde bir çekirdek kabuğunu yuvasına götürmeye çalışan karıncaya.. Sonra “Herkes gitti. Bu evrende bir başıma kaldım” dedi. Umutsuzca toplu mezarlara baktı. Toprağın altında sadece sevdiklerinin değil çocukluğunun, masumiyetinin, inançlarının, umudunun da toprağın altında çürümeye terk edildiğini gördü. Aslında görmekten ziyade geç de olsa farkına varmıştı. Bir kaç damla gözyaşı döktü. Gelmeyecek o güzel günlerin, kaybettiklerinin birer itirafıydı sanki.. Kabulleniş ve çaresizlik. Yoksa ikisinin lügattaki karşılığı aynı mıydı? Eşanlamlı sözcüklerdi artık onun için. En azından sonu olmayacak olan yeni bir başlangıcı da yoktu artık.. Başını kaldırıp semaya baktı. Gözleri Tanrı'yı aradı.. Bir işaret vermesini bekledi biçare. Ve Tanrı yine sessizdi. Köşebucak saklanacak meçhuller aradı kendine ama her defasında yine mağlup oldu. Sanki gizli bir el kabullenişten kaçışını engeller gibiydi. Kendine çıkış bir yol aradı. Mecnun gibi dolaşırken Yusuf misali kuyuya düştü. Gaybın, hiçliğin kuyusuna. Hiç direnmedi. İsyan da etmedi. Sonra elleriyle şu yazıyı kazıdı; “Yerin üstünde zaten sesimi duyuramıyordum, kuyuda ölümü beklesem ne yazar ki��� 03.05.2020
3 notes
·
View notes
Text
Milli servet çürümeye terk edildi! CHP'nin elinde eriyen İETT araçlarının hali isyan ettirdi.
Milli servet çürümeye terk edildi! CHP’nin elinde eriyen İETT araçlarının hali isyan ettirdi.
CHP’li İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Mercedes’i yetersiz bularak otobüs bakım ihalesini milyarlarca lira karşılığında yandaşı CHP vekil Özgür Karabat’a vermişti. 2021 yılında İETT otobüslerinin 158.657 kere arıza yaptığı kayıtlara geçmişti. Sosyal medyada konuya ilişkin çok çarpıcı bir video ortaya çıktı. Videoda arıza yapmış ve yanmış onlarca İETT otobüsünün çürümeye terk edildiği…
View On WordPress
0 notes
Text
perdesi kapalı kırık camlar
Bizim oralarda iki katlı yaparlar evleri. Evvelden ağaçtan yapmışlar da sonradan betonarmeye çevirmişler bazı yerlerini. Tuğlalar köylere inince zaten insanlar artık birbirini daha az sevmeye başlamış oralarda da. Ben gitmeyeli bilmem kaç yıl oluyor şimdi oralara. Bazen trafiğin en yoğun olduğu saatlerde, hele de sağanak yağmur vurmuşsa sabahları ansızın aklıma geliyor çocukluğumun yağmurları. İşe gidince maruz kalacağım imaları düşünmektense gök gümbürdediğinde titreyen camları, sanki koskoca bir gülle düşmüş gibi sarsılan toprağı düşünmek daha az korkulu geliyor bana. “Oğlum Ömer,” diyorum, “sen de büyüdün adam diye sıraya girdin ya!” Hiç büyüyebileceğime inanmazdım, şimdi dönüp bakıyorum geriye, kaç yılı devirmişiz bile. Bazen şaşıp kalıyorum zamanın gerçekten de böylesine hızlı geçmesine. Bak bir yıl olmak üzere boşanalı, belki de benim sınavım da o diyordun, belki günahlarının bedelini bu kadına mahpus kalarak ödüyorsun. Bak kurtulalı aylar oluyor. Güzelliği başını döndürmüş, aklını başından almıştı. Aklın başına geldiğinde çoktan iş işten geçmişti. Asıl cehennemin daha yeni başlıyordu, sen tüm hayatını orada geçirdiğini sanırken hem de. Aklın yüreğini hiçbir zaman yakalayamamıştı da sonra olanlara ne demeli? Hayatına giren her kadın ya seni öldürecek ya da süründürecek anlaşılan. Bak geldin kaç yaşına hala da vaz geçmiyorsun. Vallahi pes. Hatta şey bile demeye başladım ben aslına bakarsan, keşke gençliğime dönebilsem. Gençlik demekle kast ettiğim babama isyan bayrağını çekip Kurtuluş’a taşındığım o zamanlar da değil, daha da eskisi. Ondan yıllar yıllar evvel hatta. Gözüm trafikte bir türlü ilerlemeyen dolmuşun buğulu camlarının ardında kırmızı ışıklardan ibaret olan Üsküdar’da, sırt çantam belimi adam akıllı ağrıtırken ağırlığımı bir sağ ayağıma bir sol ayağıma vererek bekleşirken o özlediğim günleri düşünüyorum. On beş on altı yaşlarımda, köyde geçirdiğim yaz günlerinin hasretini çekiyorum. Hem yıllar var ki gitmiyorum oraya, hem de yıllar var ki geçti gitti üzerinden. Yok mudur durdurmanın bir yolu şu zamanı? Daha o zamanlardan beridir fazla yürüdüğümde sağ ayağımın aksaması. Temmuz başında ekinler biçildikten sonra elime bir orak tutuştururdu dedem, biçerdöverin ardında bıraktığı başakları tarlanın bir ucundan o bir ucundan ben biçe biçe gelirdik. O ucu bucağı sarının çeşitli tonlarına bürünmüş tarlalardan dönerken hafiften topallamaya başlayınca eve varana kadar dedemin çok çalışmaktan çıkan kamburundan, aksamayan ayaklarından utanıp birkaç adım gerisinden yürürdüm. Bir elim omzuma geçirdiğim orağın sapında, diğeri elime bir yerlerden geçen ince dayağı toprak yolda sürüye sürüye varamazdım bir türlü eve. Kimsecikler de kalmadı artık oralarda nereden baksan, ya yıllar almış götürmüş ya da yollar insanları. Ben de dahil herkes savrulmuş bir yerlerine dünyanın. Nereden baksan saatler ötede en sevdiklerin dahi,neyse ki kıyametlerce değil henüz. Bazen şaşıp kalıyorum zamanın böylesine akıp geçmiş olmasına, şaşmamak mümkün mü hem? Üçlerle başlıyor yaşım artık, otuz üç, otuz dört, otuz beş, inanılır şey mi bu? Hala yaşadığıma da şaşıyorum bazen, bitmeyecek sandığım şeylerin bitmesine, unutamam dediğim şeyleri unutmuş olmama, olmayacak dediğim şeylerin olmasına… Ummadığım ne çok şey oldu öyle, sevinsem mi üzülsem mi bilmiyorum şimdi. Bir ev vardı bizimkinin yanında, biz küçükken epey kalabalıktı da sanki çil yavrusu gibi dağılıverdi bir anda ev ahalisi. Ne olduğunu bilmiyor kimse, yaşlanıp öldüler mi yoksa büyüyüp uçtular mı evden, yoksa her ikisi birden mi? Sık sık da girer çıkardık biz de oraya, şişman bir kadın salonda yemek pişirirdi, menemen ya da tavuk ciğeri olacak, emin değilim hangisi ama muhakkak ikisinden biri. Kokusu da sarardı bütün evi, içeri giren kokuyu hemen almasın da ne yapsın, aç değilse de acıkacak hemen. Ev yapımı mis gibi tepsi ekmeği de bizimkilerin aksine hep fazlaca kabarmış. Sahi neden söndü o ocak? Yıllar mı aldı yoksa yollar mı? Hangisi? O zamanlardan beridir eski evler daha bir ilgimi çeker, daha bir meraklanırım. Açık kapılardan kafamı uzatmamak için zor tutarım kendimi ne vakit eski bir evin önünden geçsem. Fakirliklerini görmekten daha çok korkarım azarlanmaktan, suçlanmaktansa. Yalnız bir ihtiyar görmekten, kocasız bir kadın ya da beteri anasız babasız fakir bir çocuk görmektense aklımın bir köşesinde gizemli, adım atılmaması gereken bir bölge olarak kalmasını yeğlerim. Şehrin eski fakir semtleri de belki de bu sebepten üzer beni, kim bilir. Ya da basittir, belkisizdir. Kapısına asma kilit vurulanları da ayrı bir üzer beni. Kimseler kalmamıştır geriye, yalnız bir ihtiyar, kocasız bir kadın, anasız babasız fakir çocuklar bile. Bazısı öyle bir ihtişamlı oluyor ki evlerin, çürümeye terk edilen güzelim ahşaplara bile kıyamıyorum, kafesi gibi pencereleri kaplayan parmaklıklardaki kurumuş sarmaşıkların terk edilmişliklerine üzülüyorum. Bazen bomboş oluyor camlar, hatta yalnızca çerçeveler, buram buram küf kokusu geliyor içeriden, bakasın da gelmiyor zaten boşluktan içeri. Boşluklardan içeriye bakmamayı kendi içimdeki boşluktan içeri düşünce öğrenmiştim zaten. Bazen tozlu, kırık camların ardında küçüklüğünün soluk sarı gece perdelerini görüyorsun, bin bir türlü hatıra tütüveriyor gözlerinin önünde. Bir perde de senin gözünün önünden gitmiyor ya hiç hani, senin gibilerin akıbetini merak ediyorsun o zaman. İçinde bir aile yaşayan bir evle boş evin arasındaki farktır perde aslında, olmadığında anlıyorsun. Yuvadan uçup gittikten sonra anlıyorsun kapalı perdelerin ne anlama geldiğini. Arkandan aralanmadığında fark ediyorsun yalnızlığını. Terk edilmiş evlerdeki kırık camların ardında yalnız başına salınan perdelere üzülüyorum, bir zamanlar onlar da gün yüzü görmüştü – terk edilmiş eski evler gün yüzü görmez. Terk edildiğinde anlıyorsun. Aslında tüm metruklara üzülüyorsun, sen de onlardan biri olduğunu fark ettiğinde.
#yazı#öykü#yazıblog#kalemimden#yollar#yıllar#pencereler#kırık#yıkılış#metruk#blog post#yorgunruhlarcemiyeti#yazılarım#yıkık#tumblr#öykülerim#like#follow#itsme#anonymous#inbox me#writing#türkçe#turkish#ziirvedecamasirasangenc#morbirbulut#hogwartsyerlisi
0 notes
Text
ANADOLU TURKLUGU VE ATATURK
Balkan Türkleri Karamanoğlu Beyliği Yörük Türkleridir. Moğollar 1222 yılında Orta Asya da Özbekistan ve Türkmenistan’ı işgal etmişti. Anadolu'da ise o zaman Anadolu Selçuklu Devleti bulunuyordu. Oğuzların Avşar boyuna ait olan Karamanoğlu Beyliği 1228 yılında Moğol baskısından dolayı Anadolu'ya göç etmişlerdir. Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarı Alaattin Keykubat, Karamanoğlu Beyliğini Karaman ilinin Toros dağlarının içinde bulunan Ermenek ilçesine yerleştirmiştir.
1242 yılında Moğollar Anadolu'ya ulaşmış ve Anadolu Selçuklu Devleti’ni savaşta yenilgiye uğratarak zayıflatmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayınca Anadolu’daki Türkler beylikler haline gelmiştir. Bu beylikler;
1. Karamanoğlu Beyliği
2. Kadir Burhanettin Beyliği
3. Eşrefoğulları Beyliği
4. Aydınoğulları Beyliği
5. İnançoğulları Beyliği
6. Alaiye Beyliği
7. Tacettinoğulları Beyliği
8. Çobanoğulları Beyliği
9. Dulkadiroğlu Beyliği
10. Ramazanoğulları Beyliğidir.
Osmanlı Beyliği 1289 – 1300 yıllarında Eskişehir Sögüt'te kurulmuştur.
Selçuklu Devleti 1300 yılında sona ermiştir.
Osmanlılar, Bizans toprağı olan Bilecik ve Bursa'yı alarak batı yönünde ilerlemeye devam etti. Daha sonra geriye dönerek Anadolu’daki Karamanoğlu Beyliği dışındaki Beylikleri teker teker savaşarak topraklarına katmıştır.
Anadolu’da en kuvvetli beylik olan Karamanoğlu Beyliğini topraklarına katmak için aralıklı olarak 100 yıl savaşmıştır. 1277 yılında Karamanoğlu Beyliği, Moğollar ve Selçuklular savaş yaparak onları yenmiştir. Karamanoğlu Beyliği Konya’yı alarak Türkçe’nin Anadolu’ya yerleşmesini sağlamıştır. Çünkü o yıllarda Anadolu’da devlet, din, ilim ve sanat alanlarında Farsça ve Arapça gibi dillerin hakimiyeti vardı. Karamanoğlu Beyi Mehmet Bey, beylik sınırları içerisinde Anadolu’da Türkçeden başka dil konuşulmaması yönünde ünlü fermanını yayınlamıştır.
Osmanlılar, kurulduğu 1299 yılından 1365 yılına kadar Balkanlarda pek çok yeri fethetmiştir. Yıllar içerisinde akınlar ve savaşlarda elde edilen zaferler ile ülke sınırları sürekli olarak genişletilmiştir. Balkanlar ile Anadolu toprakları arasında yer alan İstanbul, Bizans’ın hâkimiyetindeydi. Fatih Sultan Mehmet dehası sayesinde 1453 yılında güçlü surları ile ünlü İstanbul’u fethetmiş, böylece Hz. Muhammed’in vasiyetini gerçekleştirmiş, cihan şehrini Osmanlı’ya kazandırmış ve devletini daha da güçlendirmiştir.
Bilim, kültür ve eğitime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmet, zeki ve yetenekli oğlu Cem Sultan’ı, Konya Valisi olarak Karamanoğlu topraklarına göndermiştir. Karamanoğlu Beyliğinin bir daha kurulmaması ve buradaki halkın Osmanlı’ya karşı isyan hareketi başlatmaması için Türkmen ve yörükler Balkanlarda fethedilen bugünkü Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’ya yerleştirilmiştir. Böylece Balkanlardaki Türk nüfusunun artması sağlanmıştır. Yüzyıllar içerisinde Türk ve Müslüman nüfus Balkanların pek çok yerinde çoğunluk haline gelmiştir.
16. yüzyılda tarih sahnesine çıkan ve hızla büyüyen Rus Çarlığı, Panistlavist politikaları ve sıcak denizlere inme hedefiyle Osmanlı Devleti’ne saldırmış, 1877-78 yıllarında yaşanan ve 93 Harbi olarak bilinen savaşta II. Abdülhamit ve Tuna Vilayeti Ordu Komutanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa’nın kötü yönetimi nedeniyle Osmanlı büyük bir bozguna uğramıştır. O tarihe kadar Vidin Komutanı olarak görev yapan Gazi Osman Paşa’nın düşman ordularını durdurma hedefiyle Plevne’de, Gazi Muhtar Ahmet Paşa’nın Erzurum’da verdiği destansı mücadele savaşın seyrini değiştirememiştir. 93 Harbi sonunda Ruslar, Bulgar milisleri birlikte İstanbul Yeşilköy’e kadar ulaşmıştır. Rus ordusunun önünde 1 milyon 200 bin Türk İstanbul’a ulaşmak için göç etmiştir. Göç yollarında 400 bin Türk yollarda soğuktan ve açlıktan ölmüştür. Berlin antlaşmasıyla Ruslar geri çekilmiş ve Bulgaristan’ın yarısına muhtariyet verilmiştir.
Bu büyük savaş Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da parçalanma ve yıkılma sürecini hızlandırmıştır. Savaştaki mağlubiyetin ardından II. Abdülhamit, meşrutiyet dönemine son vermiş ve 33 yıl süren hükümdarlığı boyunca Osmanlı Devleti, bugünkü Türkiye sınırlarının iki katı büyüklüğünde toprak kaybetmiştir.
Sultan Abdülaziz zamanında dış borçlarla kurulan İngiltere’den sonra Dünya’nın ikinci büyük filosu olan Osmanlı donanması, bahriyelilerin kendisine darbe yapmasından korkan II. Abdülhamit tarafından Haliç’te çürümeye terk edilmiş ve bu sebeple Mısır ve Trablusgarp savunulamaz hale gelmiştir. Osmanlı’nın Kuzey Afrika’da yaşadığı kayıplar, Ege Denizi’ndeki 12 adaların İtalya’ya teslim edilmesi Osmanlı’nın güçsüzlüğünü ortaya çıkarmış, bunun sonucunda Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlı’ya saldırmıştır. Türkler Kösedağ Savaşı’ndan sonra ilk kez kendisininkinden daha küçük bir orduya karşı savaş kaybetmiştir. Bu savaşta büyük kayıplar verilmiş, Balkanlar’dan Trakya ve Anadolu’ya kitlesel göçler yaşanmıştır. Osmanlı’ya karşı savaşı kazanan Balkan ülkelerinin, elde ettikleri toprakları paylaşamamaları üzerine II. Balkan Savaşı patlak vermiş ve bunu fırsat bilen Enver Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Kırklareli ve Edirne’yi geri almıştır.
1914-18 yılları arasında yaşanan I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin, Mondros ve Sevr Antlaşması sonucu başkenti de dâhil olmak üzere işgal edilmiş ve bağımsızlığını kaybetmiştir.
Çanakkale Savaşı’nda yaşadığı yüzyılın dâhisi olarak tarih sahnesine çıkan Mustafa Kemal Atatürk, büyük çoğunluğu Rumelili olan silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919’da Milli Mücadeleyi başlatmış, kurtuluş savaşı kazanılmış ve bu büyük zafer Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla taçlandırılmıştır. Türk milleti makus talihini Atatürk’ün önderliğinde yenmiştir.
Yurdumuzun kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türk tarihinin en büyük çağdaşlaşma mücadelesinin mimarı Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk, Karamanoğlu Yörük Türklerinden olan bir ailenin evladı olarak Selanik’te dünyaya gelmiştir. Dedesi Hafız Ahmet Efendi Karamanoğlu Beyliğinden, Yunanistan’nın Manastır vilayeti Kocacık Nahiyesine yerleşen yörüklerdendir. Annesi ise Aydınoğulları yörüklerindendir.
Cumhuriyet döneminde 1938,1950,1968, 1972, 1978,1989 yılları arasında bir milyondan fazla Türk, Trakya ve Anadolu’ya gelmiştir. Halen milyonlarca Türk Balkanlarda yaşamaktadır. Balkan Türklerinin büyük bölümünün kökeni Karamanoğlu Beyliğinin yörük Türkleridir. Bununla beraber Balkanlarda, Osmanlı’nın fethinden önce oraya gidip yerleşen Türkmenler ve Kırım’ın kaybedilmesinden sonra güneye göç eden Tatarlar da bulunmaktadır.
0 notes
Text
Normali Kaldı Mı Memleketin...
Bir karanlık tahayyülün ortasına demirlemiş, bugünü dününden beter, şimdisi yarınına hiç ışık tutamayacak kadar zifiri bir kötülüğün esiri olagelen yerde hayat mefhumu çürümeye devam ediyor. Her şeyin lafta kaldığı bir ülkenin hakikati bir yandayken bir de “bitimsiz” kötürüm halin, kötülük teşebbüsünün muteber / kimlik kılınmasının yarası çıkageliyor. Bir biçimde bütünüyle hayat mahvedilirken oluşturulmuş ikliminin bekası sağlama alınmaya çalışılırken her şey birbirine giriyor. Bir karanlık tahayyülün güncelliği yaşatılanların ol yekunu cürmün,cerahatin, cehennem özentiliğinin her türden suretiyle biçimlendiriliyor. Hayat mefhumu doğrudan müdahalelerle birlikte yaşanması imkansız bir deneyimin ta kendisine dönüştürülüyor. Sorgusuz, sualsiz biat kültürünün ekseninde, her şeyin ama her bir şeyin yağmalandığı bir düzlemde kırıntılarla hayatta kalınır iması ve beklentisiyle tüm müştereklerimiz bu obez / doymak bilmeyen iktidar tahayyülüne peşkeş çekiliyor arasız, hiç fasılasız. Bir cehennemi halin ortasına ülke terk ediliyor daha öncesinden görülen var edilen yaşatılanları aşan pratiklerle birlikte.
Aralıksız iki haftaya yakındır Maraş Pazarcık ve Elbistan eksenli iki büyük depremin ardı sıra yaşatılanlar bu bahsi tastamam özetliyor. Haddizatında büyük ülke, yeni yüzyıl, güçlü devlet vesaire anlamlar atfedilirken daha hiçbir şeyin var edilemediği, her şeyin karanlığa rehin olunduğu bir güncellik binlerce yurttaşın canına mal olur. Desteksiz değil, doğrudan bir afetin ardından ilk yirmi dört saatin heder, ikinci yirmi dört saatin göz ardı ederek açık bir biçimde talan edildiği yerde insan canının soğukta yok edilmesi söz konusu kılınır. Bir afet sonrasında denkliği, yeterliliği ile insanlarına umut olması, enkaz altından kaldırması gereken bir devletin gölgesinin değdiği yerlerde yıkım, hiç gitmediği zeminlerde ise avaz avaz imdat sesinin duyulmadığı bir katliam gerçek kılınır. Bütünüyle yaşam akdinin nasıl feshedildiği artık kesintisizdir. Kanıtları günbegün ana akım medyanın yayınlarında arada görülen / duyulan / bildirilmeye çalışılan seslenişlerin satır aralarındadır.
Bir katran karanlığına demirlemiş ülkenin gerçekliği kesintisiz kılınırken, sağlık emekçisi bir kadının canhıraş telaşede duyurmaya çalıştığı yıkımın halidir, perişanlıktır mesele az biraz. “Habertürk canlı yayınına girerek tepki gösteren sağlık çalışanının AKP'li hesaplarca 'HDP üyesi olduğu' iddia edilmişti. Anestezi Teknisyeni Büşra A.'nın 1998 Adıyaman doğumlu olduğu, adli sicil ve arşiv kaydı olmadığı, hiçbir siyasi partiye üyeliği bulunmadığı ortaya çıktı.” Cumhurbaşkanı gelsin de halimizi görsün demenin makama, şahsa hakaret olarak görüldüğü / bildirildiği zeminde olan bitenin nasıl bir fasit döngü, var edilmiş şeyin her nasıl bir fecaat olduğuna dair bir isyan dahi sorgusuz sualsiz kabul olunmaz. İlla bir maraz, bir kötülük aranır. Oysa soğuktan donan, kendiliğinden var edile gelen tüm hayatların hiçe sayıldığı, bir tane vekilin onca zaman gelmediği, yöneticinin gelmediği bir menzilde sahipsiz kılınan hayatlar için meramı anlamak zor muydu? Bu kolonların altında hepimizin, tüm Türkiye’nin, yönetenlerin kanı var, uyan artık Türkiye! Lafzının her neresidir rencide edici olan, olabilen. Deprem sonrası yaraları kurutmak bir yana onları kalıcı yaralara dönüştürmek, kanatmak çabasına düşülürken hangi karanlıktan çıkış söz konusu edilebilir ki?
Gazete Duvar’dan iliştirelim: “Halkların Demokratik Partisi (HDP), 7.7 büyüklüğündeki ilk depreminin merkez üssü olan Maraş'ın Pazarcık’taki Hasankoca Köyü’nde kurulan Kriz Koordinasyon Merkezi’ne 'kayyım' atama girişiminde bulunulduğunu açıkladı.
HDP'lilerin yardım toplamak ve dağıtmak amacıyla kullandığı Köy Evi'ne Kaymakam Mustafa Hamit Kıyıcı, jandarma ile birlikte müdahale etti. Aynı zamanda taziye evi olarak kullanılan binada yardım çalışmalarını organize eden bir kişi kaymakamın buraya "kayyım atadığını" bildirdiğini söyledi. Kaymakam Kıyıcı, "Devlette hiyerarşi olmazsa olmaz. Doğru ya da yanlışla ilgili bir şey demiyorum ama el koyma yetkimiz var" diye konuştu.
HDP’nin resmi Twitter hesabından yapılan açıklamada, "Pazarcık 10 gündür dayanışma ile ayakta duruyor. Dondurucu soğukta, zor koşullarda yardıma koşan insanlar kimi rahatsız eder? Elbette iktidarı! Pazarcık Hasankoca Köyü'nde kurulan Kriz Koordinasyon Merkezi'ne kayyım atanarak dayanışma malzemelerine el konulmak isteniyor!” dendi.
Kriz Koordinasyon Merkezi yetkilileri de yaptıkları açıklamada, “Bugün Pazarcık Kaymakamı geldi ve buraya kayyum atadığını söyledi. Yani 10 gündür hiçbir yerde olmayan kaymakam ve askerleri bugün buraya gelerek, dediler ki, siz artık dayanışma göstermeyeceksiniz. Bu ülkede en zor zamanda birbirine kavuşması yasak. Bu ülkede tek bir şey serbest; ölmek. Çok kolay ölebilirsiniz. Özgürsünüz. Devlet bu konuda sizi güvence veriyor. Ama yaşayamazsınız. Yaşamak kayyum konusudur. Bugün burada kayyum size ölümün fetvasını vermiştir. Öldüremediklerimizi depremde burada soğuktan, açlıktan öldüreceğiz, diyor” ifadelerini kullandı.
HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, yaşananlara ilişkin Diyarbakır'da açıklama yaptı.
Buldan, partisinin Pazarcık’taki yardım çalışmalarının engellenmesine tepki göstererek, “Yardımları engellemek haddinize değil, halkımız için seferber olmaya devam edeceğiz” dedi.
HDP’nin yardım kampanyasının durdurulmak istendiğine işaret eden Buldan, “Depremin başından beri özellikle ilk günlerde ortada olmayanlar, hiç bir şekilde halkımıza yardım götürmeyenler, şimdi yapılan çalışmaları yapılan yardımları engellemek ama aynı zamanda HDP’nin yardım kampanyasını durdurmak için girişim başlattılar. İktidara seslenmek istiyorum. Bu bir akıl tutulmasıdır, insanlar açlıktan, soğuktan, depremden, büyük bir felaket yaşarken bu yapılan yardımları engellemek hiç kimsenin haddine değildir, hiç kimsenin hakkı da yoktur. Biz ne pahasına olursa olsun bizlere ulaştırılan bütün yardımları, malzemeleri halkımıza ulaştırmak için büyük bir mücadele vereceğiz. Bu yapılan baskının engellemenin buraya kayyım atamanın hiç bir şekilde izahı yoktur. Bütün kamuoyuna buradan seslenmek istiyorum. Bundan sonra bu tür girişimlerin devam edeceği kaygısı taşıyoruz. Yapılan bütün yardımların engelleneceği kaygısını yaşıyoruz. İktidar ilk gün kamuoyuna verdiği algı ile yeni bir süreç başlatmak istiyor. Bunu da bizim yaptığımız çalışmalar üzerinden kendisine mal eden bir yerden HDP’nin, STK’nın, başka partilerin yaptığı yardımları engelleyerek sanki bu yardımları kendisi yapıyormuş gibi yapmasına asla izin vermeyeceğiz” diye konuştu.
‘İlk Gün Olmayan Asker, Şimdi Yardımları Engelliyor’
Buldan devamla şunları söyledi: “Aldığımız bilgiye göre şu an oraya kolluk gitmiş, askerler yerleşmi��. Depremin ilk iki günü kolluğun, hükümetin, askerin ortada yoktu. Şimdi bakıyoruz, yardım malzemelerini engellemek için askerlerin kolluğun mülki amirlerin oraya gittiğine tanık oluyoruz. Bu kabul edilebilir bir durum değildir. HDP olarak bütün illerden depremzedelere ulaştırılmaya çalışılan malzemelere her türlü engel başından beri çıkarıldı. Bugün son noktada artık o depoyu basarak ‘buraya biz yerleşeceğiz, bizim emrimizdeki insanlarla birlikte çalışırsanız çalışırsınız, yoksa sizi gözaltına alırız’ demelerini asla kabul etmiyoruz. Özellikle Siirt ve Batman’dan gelen içerisinde odun kömür ve yakacak olan TIR’ları engellemesi ve AFAD’ın bunlara el koymasını asla kabul etmiyoruz. Antep’e giden TIR’lar AFAD tarafından durdurulmuş ve biraz önce aldığımız bilgiye göre AFAD’ın aynı zihniyetle aynı amaçla bu yardımlara el koyduğunun haberini alıyoruz.
'Halkımızı Soğuğa, Açlığa Terk Etmeyeceğiz'
Şimdi bunları, bu algıyı değiştirmek için bu malzemelere el koyup sanki kendiniz bu malzemeleri toplamış gibi insanlara dağıtmak istiyorsunuz. Ama buna izin vermeyeceğiz HDP buna izin vermeyecek. Sizin bu algınızı, anlayışınızı yerle bir edeceğiz. Böyle bir anlayış nerede görülmüş. Yardıma muhtaç insanlara giden malzemelere el koymak hangi anlayışa ve vicdana sığar. AKP hükümeti ve ortağı ile birlikte ortada görünmeyen yok olan hiç bir şekilde yardım eli uzatmayan bu partilere sesleniyorum. Bari bırakın yardım eden partiler, STK’lar, gönüllüler bu insanların yanında olsun. Bu yaraları birlikte saralım. Ama siz buna müsaade etmiyorsunuz. Açık söylüyoruz, biz yardımlarımızı halkımıza ulaştıracağız, ne pahasına olursa olsun onları hiç bir şekilde soğuğa, açlığa terk etmeyeceğiz. Doğal afetlerde zarar görmesine izin vermeyeceğiz.”
Bir karanlığın ortasına demirliyor memleket. Tümüyle var edilmiş olan şeyin bir yıkımın en olmadık tezahürlerini bünyesinde barındıran, sürekli güncellenen bir mefhum olduğu bugün şu raddede daha da belirgin kılınıyor. Yolun, yordamın mahvedildiği, hayatın tüm anlam ve muhteviyatının yağmalandığı bir zeminde dahi düşmanlık Halkların Demokratik Partisine yönlendirilmekten eksik kalınmıyor. Yardımların gasp edilmesine teşne olabilecek kadar nasıl kötü olunabilir ki sahiden? Bütünüyle, doğrudan bir yaşam akdinin yıkıma terk edildiği yerde, o felaket sonrasında kurulmak istenen dayanışma köprülerine de dinamit koyarak, engelleyerek, gasp edip, hedef kılarak bir kere daha yara konuşulmasın istenir. İyi de bu hallerin yekununda Türkiye’nin karanlığı daha da belirgin olurken nereye kadar riya, daha nereye kadar eza, kötülük ve yıldırı!
Bile isteye bir kötülüğün nasıl yükseltildiği, kalıcılaştırıldığı zemin karşı karşıya bırakılan / terk edildiğimizdir bir kere daha. On dört koca gün geçtikten sonra, ekranlardan şatafatlı bolca atmalı tutmalı yardım görünümlü pastadan pay kapma / biz de partiliyiz çıkışlarının var edilebildiği, akp için bir kamuoyu yoklamasına dönüştürülen o katran karası geceyi de hesaba kattığımızda, kaç kere daha yıkım var edilebilir ki bu sathı mahalde? Her şeyin lafta kaldığı bir ülkenin hakikati bir yandayken bir de “bitimsiz” kötürüm halin, kötülük teşebbüsünün muteber kılınmasının yarası çıkageliyor hala ve hala. Dönüşümsüz, hemen hiç düzelmeyecek olanın sadece depremle değil, onun karşısında kağıttan kale kılınmış olan evlerden, buna müsaade gösterenlerden bugün yönetim katının imar aflarına çokça bahsi dahi açılmayan hamlelerle hep tekrar olunan bir gerçekliktir mesele. Yıkım halinin ortasında evlerinde kalakalan canları için teşebbüs edenlere, o yok, bu yok diyerek burun kıvıranların var ettikleri iki utancı da şuraya ekleyelim: “Hatay’da kaybettiğimiz kuzenlerimize önce saatlerce kimse gitmedi. Sonra afad geldi kepçe yoktu afad gitti. Sonra kepçe geldi afad yok diye müdahale edemediler. Böyle köşe kapmaca oynandı. Anne baba ve çocuk, kaybettik. Geride 25 yaşında gencecik kızları kaldı tek başına.” “Sanki eve tesisatçı gelmiş de tornavida ister gibi biz buraya giremeyiz kepçe lazım diyorlar. Sokak sokak arayıp kepçe bulup getiriyoruz bu sefer ekip yok diyorlar. O yok bu yok neye geldiniz ağam o zaman ben nerden bulucam sana iş makinasını” Bir cehennemi tahayyüle terk ediliyor ülke bir kere daha. Değil on dört gün, değil bir ay, kaç sınama, kaç zaman sonra bu hallerin farkına varılacaktır? Böyle bir toplamla, bu kadar afaki bir nefret, o kadar yalın bir ötekileştirme, acının bile süreyle karşılandığı, beklendiği, sonrasında da tastamam unutturulmasına çalışılan bir zeminde neyin normaline dönülecektir, Normali hiç kalmış mıdır, şu sahnenin! Soruyor musunuz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: EPA / EFE – Shutterstock via BBC News
#türkiye nereye!#arzihal#meram#yorum#anlam#sesler#gözyaşı#ağıt#anadolu#deprem#yıkım#söz hakkı#cerahat#devlet102#kolluk şiddeti#sarmal#hdp#kürd özgürlük hareketi#mücadele#siyasa#politik#hayat akarken#çözümsüzlük#kuşatma#mahvediş#cehennem#anlık#yıldırı#başka memleket#simsiyah
1 note
·
View note
Text
Balkan Türkleri Karamanoğlu Beyliği Yörük Türkleridir. Moğollar 1222 yılında Orta Asya da Özbekistan ve Türkmenistan’ı işgal etmişti. Anadolu'da ise o zaman Anadolu Selçuklu Devleti bulunuyordu. Oğuzların Avşar boyuna ait olan Karamanoğlu Beyliği 1228 yılında Moğol baskısından dolayı Anadolu'ya göç etmişlerdir. Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarı Alaattin Keykubat, Karamanoğlu Beyliğini Karaman ilinin Toros dağlarının içinde bulunan Ermenek ilçesine yerleştirmiştir.
1242 yılında Moğollar Anadolu'ya ulaşmış ve Anadolu Selçuklu Devleti’ni savaşta yenilgiye uğratarak zayıflatmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayınca Anadolu’daki Türkler beylikler haline gelmiştir. Bu beylikler;
1. Karamanoğlu Beyliği
2. Kadir Burhanettin Beyliği
3. Eşrefoğulları Beyliği
4. Aydınoğulları Beyliği
5. İnançoğulları Beyliği
6. Alaiye Beyliği
7. Tacettinoğulları Beyliği
8. Çobanoğulları Beyliği
9. Dulkadiroğlu Beyliği
10. Ramazanoğulları Beyliğidir.
Osmanlı Beyliği 1289 – 1300 yıllarında Eskişehir Sögüt'te kurulmuştur.
Selçuklu Devleti 1300 yılında sona ermiştir.
Osmanlılar, Bizans toprağı olan Bilecik ve Bursa'yı alarak batı yönünde ilerlemeye devam etti. Daha sonra geriye dönerek Anadolu’daki Karamanoğlu Beyliği dışındaki Beylikleri teker teker savaşarak topraklarına katmıştır.
Anadolu’da en kuvvetli beylik olan Karamanoğlu Beyliğini topraklarına katmak için aralıklı olarak 100 yıl savaşmıştır. 1277 yılında Karamanoğlu Beyliği, Moğollar ve Selçuklular savaş yaparak onları yenmiştir. Karamanoğlu Beyliği Konya’yı alarak Türkçe’nin Anadolu’ya yerleşmesini sağlamıştır. Çünkü o yıllarda Anadolu’da devlet, din, ilim ve sanat alanlarında Farsça ve Arapça gibi dillerin hakimiyeti vardı. Karamanoğlu Beyi Mehmet Bey, beylik sınırları içerisinde Anadolu’da Türkçeden başka dil konuşulmaması yönünde ünlü fermanını yayınlamıştır.
Osmanlılar, kurulduğu 1299 yılından 1365 yılına kadar Balkanlarda pek çok yeri fethetmiştir. Yıllar içerisinde akınlar ve savaşlarda elde edilen zaferler ile ülke sınırları sürekli olarak genişletilmiştir. Balkanlar ile Anadolu toprakları arasında yer alan İstanbul, Bizans’ın hâkimiyetindeydi. Fatih Sultan Mehmet dehası sayesinde 1453 yılında güçlü surları ile ünlü İstanbul’u fethetmiş, böylece Hz. Muhammed’in vasiyetini gerçekleştirmiş, cihan şehrini Osmanlı’ya kazandırmış ve devletini daha da güçlendirmiştir.
Bilim, kültür ve eğitime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmet, zeki ve yetenekli oğlu Cem Sultan’ı, Konya Valisi olarak Karamanoğlu topraklarına göndermiştir. Karamanoğlu Beyliğinin bir daha kurulmaması ve buradaki halkın Osmanlı’ya karşı isyan hareketi başlatmaması için Türkmen ve yörükler Balkanlarda fethedilen bugünkü Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’ya yerleştirilmiştir. Böylece Balkanlardaki Türk nüfusunun artması sağlanmıştır. Yüzyıllar içerisinde Türk ve Müslüman nüfus Balkanların pek çok yerinde çoğunluk haline gelmiştir.
16. yüzyılda tarih sahnesine çıkan ve hızla büyüyen Rus Çarlığı, Panistlavist politikaları ve sıcak denizlere inme hedefiyle Osmanlı Devleti’ne saldırmış, 1877-78 yıllarında yaşanan ve 93 Harbi olarak bilinen savaşta II. Abdülhamit ve Tuna Vilayeti Ordu Komutanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa’nın kötü yönetimi nedeniyle Osmanlı büyük bir bozguna uğramıştır. O tarihe kadar Vidin Komutanı olarak görev yapan Gazi Osman Paşa’nın düşman ordularını durdurma hedefiyle Plevne’de, Gazi Muhtar Ahmet Paşa’nın Erzurum’da verdiği destansı mücadele savaşın seyrini değiştirememiştir. 93 Harbi sonunda Ruslar, Bulgar milisleri birlikte İstanbul Yeşilköy’e kadar ulaşmıştır. Rus ordusunun önünde 1 milyon 200 bin Türk İstanbul’a ulaşmak için göç etmiştir. Göç yollarında 400 bin Türk yollarda soğuktan ve açlıktan ölmüştür. Berlin antlaşmasıyla Ruslar geri çekilmiş ve Bulgaristan’ın yarısına muhtariyet verilmiştir.
Bu büyük savaş Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da parçalanma ve yıkılma sürecini hızlandırmıştır. Savaştaki mağlubiyetin ardından II. Abdülhamit, meşrutiyet dönemine son vermiş ve 33 yıl süren hükümdarlığı boyunca Osmanlı Devleti, bugünkü Türkiye sınırlarının iki katı büyüklüğünde toprak kaybetmiştir.
Sultan Abdülaziz zamanında dış borçlarla kurulan İngiltere’den sonra Dünya’nın ikinci büyük filosu olan Osmanlı donanması, bahriyelilerin kendisine darbe yapmasından korkan II. Abdülhamit tarafından Haliç’te çürümeye terk edilmiş ve bu sebeple Mısır ve Trablusgarp savunulamaz hale gelmiştir. Osmanlı’nın Kuzey Afrika’da yaşadığı kayıplar, Ege Denizi’ndeki 12 adaların İtalya’ya teslim edilmesi Osmanlı’nın güçsüzlüğünü ortaya çıkarmış, bunun sonucunda Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlı’ya saldırmıştır. Türkler Kösedağ Savaşı’ndan sonra ilk kez kendisininkinden daha küçük bir orduya karşı savaş kaybetmiştir. Bu savaşta büyük kayıplar verilmiş, Balkanlar’dan Trakya ve Anadolu’ya kitlesel göçler yaşanmıştır. Osmanlı’ya karşı savaşı kazanan Balkan ülkelerinin, elde ettikleri toprakları paylaşamamaları üzerine II. Balkan Savaşı patlak vermiş ve bunu fırsat bilen Enver Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Kırklareli ve Edirne’yi geri almıştır.
1914-18 yılları arasında yaşanan I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin, Mondros ve Sevr Antlaşması sonucu başkenti de dâhil olmak üzere işgal edilmiş ve bağımsızlığını kaybetmiştir.
Çanakkale Savaşı’nda yaşadığı yüzyılın dâhisi olarak tarih sahnesine çıkan Mustafa Kemal Atatürk, büyük çoğunluğu Rumelili olan silah arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919’da Milli Mücadeleyi başlatmış, kurtuluş savaşı kazanılmış ve bu büyük zafer Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla taçlandırılmıştır. Türk milleti makus talihini Atatürk’ün önderliğinde yenmiştir.
Yurdumuzun kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türk tarihinin en büyük çağdaşlaşma mücadelesinin mimarı Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk, Karamanoğlu Yörük Türklerinden olan bir ailenin evladı olarak Selanik’te dünyaya gelmiştir. Dedesi Hafız Ahmet Efendi Karamanoğlu Beyliğinden, Yunanistan’nın Manastır vilayeti Kocacık Nahiyesine yerleşen yörüklerdendir. Annesi ise Aydınoğulları yörüklerindendir.
Cumhuriyet döneminde 1938,1950,1968, 1972, 1978,1989 yılları arasında bir milyondan fazla Türk, Trakya ve Anadolu’ya gelmiştir. Halen milyonlarca Türk Balkanlarda yaşamaktadır. Balkan Türklerinin büyük bölümünün kökeni Karamanoğlu Beyliğinin yörük Türkleridir. Bununla beraber Balkanlarda, Osmanlı’nın fethinden önce oraya gidip yerleşen Türkmenler ve Kırım’ın kaybedilmesinden sonra güneye göç eden Tatarlar da bulunmaktadır.
0 notes
Text
Neden?
Neden ben ? Neden seven ben isyan eden ben ha? Büyük bir günahmı işledim acaba ? Kime ne yaptım ki lan ben ben karıncalar incinmesin diye yolun diğer tarafından geçen bir adamdım ne yaptım ben neden ben çekiyorum bu acıları hak edecek ne yaptım hayata her zaman 10/0 geriden devam ettim ben ben hep bir çıkmazı yaşadım hep bir hüsran hep bir sorun hep bir çaresizlik neden ben ha? Ben sevdim lan herkesi hiç bir kötülük ummadım kimseden ama herkes beni sikmeye çalıştı ve hayatıma kötü yaralar bıraktılar bu yaralarım kanıyor an be an daha da derinleşerek çürümeye başladı ruhum korkmuyorum artık ölmekten korkmuyorum düşmekten en dipte olan bir insan neden korksun ki zaten düşmüş bir insan bi kere daha düşse nolur ki yaşamışım bu bataklığın en karanlık en boktan derinliklerinde ölmeden ayakta kalabilmişim daha ne yapabilir bu hayat bana acımı 😂 acı hissetmiyorum artık aldığım acılar beni tatmin etmeye başladı artık acı hissetmiyorum ben acılar benim yemeğim oldu yemeden yaşayamaz bir hal aldı benliğim .
0 notes
Text
Gaybın Kuyusu
https://www.youtube.com/watch?v=l9cVN4ZqNIM
Önce bir fırtına çıkageldi. Evi temelinden aldı arşa çıkardı. Sonrasında var gücüyle bir hınçla yere vurdu. Sonra bir iskambil kağıdı misali dağılıverdi masum güzel anıları, inancı, umudu. Kuru otlar kucak açtı onlara.. Toprağından yer verdi. Eskisi gibi değildi. Artık gördükleri de eskisi gibi değildi. Eski... Geçmiş... geride kalmıştı. Göğsünün en derinlerinde şarapnel parçaları dağıldı. Patlayan damarlardan akan kanlar bir nehir gibi aktı geçmiş denen o havuzda. Babil hala yerli yerinde ama enkaz halindeydi asırlardır. Asma bahçeleri de artık yoktu. O gözler mezar taşına, biriken toprak yığınına bakarken akşam ezanının okunmasına da az bir vakit kalmıştı. Sararan otlara baktı bir kaç da kurumuş ağaçlara... sonra ayağının dibinde bir çekirdek kabuğunu yuvasına götürmeye çalışan karıncaya.. Sonra "Herkes gitti. Bu evrende bir başıma kaldım" dedi. Umutsuzca toplu mezarlara baktı. Toprağın altında sadece sevdiklerinin değil çocukluğunun, masumiyetinin, inançlarının, umudunun da toprağın altında çürümeye terk edildiğini gördü. Aslında görmekten ziyade geç de olsa farkına varmıştı. Bir kaç damla gözyaşı döktü. Gelmeyecek o güzel günlerin, kaybettiklerinin birer itirafıydı sanki.. Kabulleniş ve çaresizlik. Yoksa ikisinin lügattaki karşılığı aynı mıydı? Eşanlamlı sözcüklerdi artık onun için. En azından sonu olmayacak olan yeni bir başlangıcı da yoktu artık.. Başını kaldırıp semaya baktı. Gözleri Tanrı'yı aradı.. Bir işaret vermesini bekledi biçare. Ve Tanrı yine sessizdi. Köşebucak saklanacak meçhuller aradı kendine ama her defasında yine mağlup oldu. Sanki gizli bir el kabullenişten kaçışını engeller gibiydi. Kendine çıkış bir yol aradı. Mecnun gibi dolaşırken Yusuf misali kuyuya düştü. Gaybın, hiçliğin kuyusuna. Hiç direnmedi. İsyan da etmedi. Sonra elleriyle şu yazıyı kazıdı; "Yerin üstünde zaten sesimi duyuramıyordum, kuyuda ölümü beklesem ne yazar ki" 03.05.2020
0 notes
Text
Devrim Sözleri, Devrim İle İlgili Sözler
Sayfa İçeriği: Devrim İle İlgili Güzel Sözler, Devrim İle İlgili Anlamlı ve Özlü Sözler, Devrim İle İlgili Ünlü Sözleri, Devrim İle İlgili Söylenmiş Sözler, Devrim İle İlgili Kısa ve Uzun Sözler, Devrim İle İlgili Mahir Çayan Sözleri, Devrim İle İlgili Yılmaz Güney Sözleri, Devrim İle İlgili Deniz Gezmiş Sözleri, Devrimci Sözleri, Devrimci Sözler
Devrim herkes için güçtür. Fedakarlık ve ıstırap olmadan başarılamaz. Glenn Meade Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir. Noam Chomsky Politik devrim , sosyal devrimin zorunlu bir aşamasıdır. Mahir Çayan Her devrim, bir yeni bilgi teorisidir. Yalçın Küçük Devrim ne denli genişse, varsaydığı savaş payı da o denli büyüktür. Albert Camus Kağıttan bir gemidir devrim. Kim bilir kaç yunus görmüş, kaç (D)deniz (G)gezmiş. Sunay Akın Bir devrim yaratmak kolaydır,ama bir milletin ruhunu değiştirmek gerçekten de zordur. Gustave Le Bon Diktatörlük, devrimi korumak için kurulmaz, devrim diktatörlük kurmak için yapılır. David Icke Kibir devrim yarattı;özgürlük sadece bahanedir. Gustave Le Bon Hayatını devrim için veren insanların yoldaşlığı sıcak ve samimidir. Jack London İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır. KarI Marx İnsan gerçek dostlarını felaket anında tanır.Yenilgi yılları, iyi bir okuldur. Lenin Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa asıl sorun onu değiştirmektir. Karl Marx Devrimlerimizin asıl amacı, ülkemizi çağdaş uygar düzeye yükseltmektir. Bu gerçeği kabul etmeyen kafaları tarumar etmek zorunludur. Atatürk Bir ulusun dünya üzerindeki sırasını belirleyenin hükümet sistemleri değil, bireyin kişisel çabaları toplamı olduğunu keşfeden bir halk hızla önemli bir gelişme gösterecektir. Gustave Le Bon Bir devrim her ne kadar rasyonel olsa da, devrimi hazırlarken ortaya çıkan amaçlar, duygulara dönüşmediği sürece kalabalık devrimden etkilenmeyecektir. Gustave Le Bon Çok öğretici ve çok gülünç bir görünüm ile karşı karşıyayız.Burjuva liberal fahişeler, devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlar. Lenin Cinayete tanıklık edince tarafsız olamazsın. Durdurmak istemezsen taraf tutmuş olursun. Lenin Din, baskı altındaki ezilen yaratığın iç çekişidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz durumun ruhu olduğu gibi halkın da afyonudur. Karl Max Dünyadaki her şey hareket halindedir…Yaşam değişir, üretici güçler büyür,eski ilişkiler çöker. Karl Marx Örgütü, örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar veya yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir. Mahir Çayan Devrim, bir şiddet olayıdır!Devrim, şiddet ile gelir; bu devrim bir süre sonra yarattığı toplumsal olaylar ile yeni bir sürece; evrim sürecine dönüşür. Uğur Mumcu Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için savaş marşıdır. Che Guevara Bir insanın hayatında asıl devrim yapan hedef; zihinsel hedef değil, kalbin hedefidir. Muhammed Bozdağ Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin. Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi. Che Guevara Elveda yoldaşlar, hepiniz, elveda işçi kardeşlerim! Hayat güzel olacak, nefret, sefalet kalmayacak, halkın hakkı kutsal olacak! Ama her şeyi göze alıp kavga vermek, ölenler gibi zafer için her şeyi feda edebilmek gerek. Maurice Lacazette Devrim, bir akıldan bir diğer akıl düzenine geçiş sürecidir; bu nedenle de bütün devrimler bir terör ve aynı anlama gelmek üzere diktatorya dönemi yaşıyorlar. Diktatorya, aklı, daha önceki hazırlıklarından özgürleştirmek için zorunlu oluyor. Bu da bir insanın aklından çıkmıyor ve tarihin mantığı getiriyor. Yalçın Küçük Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar. Yılmaz Güney Sorunun esası şudur: Ya devrim yolunu seçeceğiz ya da bu düzenin baskılarına, haksızlıklarına boğun eğerek, şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz.Bu çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir. Yılmaz Güney Her türlü otorite ve hiyerarşi sorgulanmalı ve bunların meşruiyeti ispatlanmalıdır. Meşruiyetini ispatlayamayan her türlü otorite gayrimeşrudur ve devrilmelidir. Noam Chomsky Fethetmek zorunda olduğu sadece yeni bir dünya değildi, yeni dünya ile boy ölçüşebilecek olan insanlara kendisini feda etmesi gerekmektedir. Karl Marx Küba Devrimi ve Viet Kong bize gösterdiler: bunu yapmak olanaklıdır; kapitalist yayılmanın dev boyutlardaki teknik ve ekonomik gücüne karşı direnebilecek ve bu gücü caydırabilecek bir ahlak, bir irade ve bir inanç vardır. Herbert Marcuse Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur. Karl Marx Devrimin kanunu, mevcut kanunların üzerindedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız devrim bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki devirlerde de böyle olacaktır. Atatürk Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları. Karl Marx Biz bir inkılap yaptık. Buna devam ediyoruz… Memleketin birçok yerleri, bilererek veya bilmeyerek isyan etti. Âsîleri cezalandırdık. Şimdiye kadar yaptıklarımız ondan sonra yerleşebilmiştir. Biliyorsunuz ki, Fransa Büyük İnkılâbı hemen hemen yüzyıl devam etmiştir. Üç yılda esaslı bir inkılâbın bitebileceğini fark etmek hatâ olur.Hocaların memnun edelim, İslâm âlimlerini memnun edelim, herkesi memnun edelim dersek biz, maksadı sağlamış olamayız. İdare-i maslahatçılar esaslı inkılâp yapamaz. Bugünkü sefâlet ve rezâlet içinde esâsen kimseyi memnun etmeye imkân yoktur.Yurt imar edildiği gün, millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur. Atatürk
0 notes
Text
Faşizm Bir Kötülük Meselesidir
Düzenin bir pejmürdelikler toplamı kılınması bugün yeniden teyit olunandır. Biteviye bir biçimde beşerinin tam da karşısında, o’nun hak ve hukukunun alaşağı olunduğu bir mesel, mefhum olarak bir ülke yönetimi bina olunandır. Bugün şu raddede bunca yaşanmışlıktan sonra gördüğümüz şey bütün o biyopolitik mefhumun toplamındaki utanç alenidir. Düzen kendi evlatlarını yok sayandır. Düzen bu topraklarda var edilmek istenen müştereklerin en azılı katillerinin çatısı kılınandır. Düzen diye anılagelen topyekun bir düzensizlik halinin, hemen her durumda / hemen her yerde ve her şekilde sıradana karşıt bir yöntem ya da yol kılınmasının meselidir.
İçinde kalakaldığımız coğrafyada bütün etapları alaşağı edip, başlangıcının da gerisine düşen menzil alenidir. Yönetmek bir yana o hayatı içinde çıkılmaz kılmak gerçekliğine tam ve eksiksiz kavuşturulandır. Denetim, gözetim ve tahakküm üçlüsünün refakatinde silme nefret, daimi ayrımcılık, hiç kesintisiz tehdit döngüsüyle / bunlardan el alarak bir şey imal edilir. O şeyin adı maalesef düzen değildir. Denetim, gözetim ve tahakkümün her bir türlüsü ile başat oyunların var edildiği temelinde devlet eliyle kurumsallaştırılması gayretinin süreğen halinde ali kıran baş kesen bir yapım ortaya çıkartılır. Böylesinde bir yeni değil, bir ülke değil, bariz bir ayrıştırma kompleksi hakikat kılınır.
Mamafih ülkenin yaşamla bağlarının kopartılması da buradan itibaren biçimlendirilir. Hiç kimsenin ama özellikle de sıradan olanın hakkının, her ne kimlikten olursa olsun geriye bırakılmadığı / var edilmeyeceği muştulandır. Handiyse tüm yaralar bilahare kanatılandır. İktidar olanın kendi nüfuzunu öncelediği, imtiyazlar sağladığı zamanlar olur. Bugünlerde de bu bahisler yaygınlaştırılıp “durmak yok, yola devam” diyen zevatın ortak paydası olarak biçimlendirilir. Düzenin bariz bir eğreltilik hali olduğu gözlerde kaçırılmak istenir. Böylesine bir çürüme, ranttan payını kapma ile suskunlaştırma sağlama alınmak istenir. Memleketin ali kıran baş kesenler sahası kılınmasının, muktedirin kendi doğrusuna göre bir ülke imalinin kesintisizliği çürümeyi örtbas etmez. Koku dört bir yandan yayılandır.
Düzen diye anılan, bariz bir karanlığın yinele geldiği, eksik gedik bırakılmadan cerahatin yükseltildiği bir mefhumun / meselin ta kendisidir artık. Geleceğin mütemadiyen “şimdi” içerisinde yıkımı daim kılınandır. Kalıcı, eksiksiz ve süreğen bir halde daimiliği sağlama alınmış olan devletli karanlığından mülhem kılınan yer bugün bir gerçekliktir. Düzenin var ettiği şey böylesine bir kırım / kıtal, fecaat ve facia döngüsüdür. Aslolan, geçmiş diye anılan bir şimdi içerisinde güncelliğinin sağlanmasıdır. Demokrasi mefhumu paramparça olunurken güncel kılınmak istenen tehdit mekanizmaları ile ülke denilenin devinimi tüm o öngörüyü de kapsayan bir çürümeyle mas olunur.
Düzenin bariz bir pejmürdelikler toplamı olduğunun kanıtı yaşadığımız şu güncelliktedir. Baş Amir bu topraklarda muktedir olmanın yolunu açan / var eden hemen türden devletli izanının / izinin takipçiliğini yapmaktadır. Devlet hala devletliliğini muhafaza ederken ol geçmişin derinleri, sonrasında ortaya çıkan Kemalist hizipçilik gibi bugün de siyasal olan İslamcılığı kendine ortak / öncekilerle hemhal kılarak bir yön tayinine girişilir. Devlet hal ve gidişatta Türkiye sahanlığında sıradanın sözünün erişmediği bir yalıtılmışlık halidir. Devlet hali hazırda biyopolitik cerahati var edenlere ev sahibi olan bir çatıdır. Bugün yeni denilenin her nasıl eskinin bir devamlılığı olduğunu bildirmek artık abestir. Yaşatılanların yekunu kafidir.
Yaşamın gölgelenmesi kesintisiz kılınandır. Cerahat güncellendikçe var edilen karanlığa yeni eklemeler duraksanmadan bina olunur. Eksikliler cumhuriyeti olarak sabit kılınmış bir menzilde olanca yıkıma yenileri hiç vakit sektirmeden yenileme gayreti bugün hakikat kılınır. Düzenin güncelliği, kötülüğü nasıl yeniden değerlendirebileceği ile orantılı olarak şekillendirilir. İçinde kalakaldığımız düzlem bu hale rehin bırakılandır. Bir asırdan uzun bir zamandır yinelene gelen demokrasi deneyimini yok etme istenci kesintisiz bir hale kavuşur. Düzenin güncelliği bunun aynasıdır. Bir yaşam menzilini ondan alıkonulmasına mahal veren bir yere dönüştürmek gerçek kılınır. Demokrasi gibi sıradanın / müştereki olan bir mefhumun yerle bir edilmesindeki cüret hayatı zehir eder. Bu kadarla her nasıl bir yeni var edilebilir!
Dünün ezberciliğinden ayrışmayan, bugünü tek değişmez gerçeği olarak devleti atayan onu kutsayan bir zihniyet toplamının neresi yenidir. AKP ve onunla hemhal olan tüm ol siyasi aktörlerin var ettiği 19 Mayıs 2019’da Samsun’da verdikleri resim bu bahislerin de bir özetidir. Özetin özeti bir ülkede yaşam istencine karşıtlığın her nasıl güncel kılındığı bahsidir. Yaşadığımız toprak parçasında yönetim katının hayatın yıkımından ötesini vaat etmediği gerçekliğe kavuşturulur. Rehin alınmış siyasi bir düzlem dahilinde sıradanın her neredeyse hiç duyulmayan sesi, baskılamalar, gözdağı bahisleri, sokaklar taşırılmış olan ol işkenceler ve dahasıyla bir Türkiye portresi 19 Mayıs’da kurulan platformda tek bir kare resimle çıkagelir. Cerahat ülküsüne dört elle tutunan, teslimyetçiliği “devlete” zeval gelmesin diye açıklayabilen, eril akılla, şiddet dilinden başkasını bilmeyenlerin ortaklaşa kurduğu şey yeni değildir!
Hakikat her anlamda eğilip bükülürken, tahrifat artık burnumuzun ucunda icra olunur. Bu sahadaki yaşam istenci alenen alaşağı edilendir. Böylesinden bir ülkenin var edilebileceği gerçekliği aşılanmaya çalışılır. Bı kadarıyla bunca bariz bir yıkım haline devam olunur. O 19 Mayıs günü devletin her yüzeyinden siyasinin verdiği sözüm ona birliktelik pozunun iş bu sınırlarda bir asırdır aynı maval olduğu afakidir. O geçmişle benzeş, birörnektir. Aleni olarak yıldırının sofrasında ilerleyen menzil böylesine kendini ifşa ederek yola devam demektedir bunun her neresi yenidir? Silme yıldırı, topyekun dışlama, her bir ötekinin haklarına saldırının, hak gasbının devletçe var edildiği bir düzlemde, adaletin a’sı demokrasi meselinin d’si bırakılmayandır. Orada verilmiş olan resim bu utançları görünür kılan bir vesikadır!
Sivilleştiğini söyleyen cumhuriyet, iktidarının yolunu açmış olan vesayetçiliğe son sözleri ve ikrarlarının zayi kılınması kesintisizdir. Düzenin yenisi dünü ile birlikte eyleyen bir toplamdır. Baş Amir’in oyun kurucu olduğu bir düzlemde güncellene gelen şey salt siyasi bir dönüşüm değildir artık. Mutlak iktidarla birlikte otuzların Türkiye’sine gerisin geriye varmanın tahayyüldür. Düzenin uzak ara bir pejmürdelikler toplamı olması kesintisiz kılınır. Cerahatin şu menzilde var edilmiş olan düzen denilenin demokrasi ile olagelen açmazları kesintisizleştiriliyor. Baş Amir’in suna geldiği ülke portföyü çetrefilli bir halde kötülüğü yüceltiyor.
Düzen bu topraklarda hayatiyetin önünde yükseltilen bir cerahatin ta kendisi olarak güncelleniyor. Gelecek bir şimdi içinde böyle böyle hiç ediliyor. Düzen yerle yeksan edenlerin çatısıdır. Demokrasi, eşitlik, adalet, hürriyet gibi tahayyüllerin yerle bir kılınmasına devam olunandır. Bütün, bariz, kesintisiz, doğrudan ve engellemelere hiç denk getirilmeden bir yıkım var edilmektedir. Bunu bariz kılan örnekler şu aşağıdaki gibi haberlerde, yaşama düşürülen gölgelerde karşımıza çıkartılandır. Ne ki hiçbiri diğerinden bağımsız olmayan bir cerahat kültünün şu menzili alaşağı etmesi kesintisizken sessizlik sabit olunandır.
Mezopotamya Ajansı’na bağlanalım: “Roboski Katliamı'nda kardeşi ve birçok yakınını kaybeden, tutuklu HDP eski Milletvekili Ferhat Encu'nun kardeşi Veli Encu, "örgüt üyesi olmak" iddiasıyla tutuklandı. Yaşadıklarına isyan eden anne Halime Encu, "Veli kalmıştı elimde, onu da aldılar. Hangisine üzüleceğimi bilmiyorum" dedi. Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde, 28 Aralık 2011 tarihinde savaş uçakları bombardımanı sonucu 34 kişinin hayatını kaybettiği katliamda kardeşi Serhat ile birçok yakınını kaybeden Veli Encu, önceki gün Kumçatı Belediyesi eski Eşbaşkanı Mehmet Demir'inde aralarında bulunduğu 3 kişiyle birlikte tutuklandı. “Tanık” beyanları gerekçe gösterilerek, "örgüt üyesi olmak" iddiasıyla tutuklanan Encu ve beraberindekiler, Şırnak T Tipi Kapalı Cezaevi'ne gönderildi.”
“Encu'nun tutuklanmasıyla birlikte 2 çocuğu tutuklu duruma düşen ve bir çocuğunu da katliamda kaybeden anne Halime Encu, adet sistemine isyan etti. "Bu devletin ne adaleti var ne de hukuku" diye tepkisini dile getiren anne Encu, Veli'nin iftiralar sonucunda tutuklandığını söyledi. Katliamda kaybettiği Serhat ile 2 yılı aşkın bir süredir tutuklu olan milletvekili oğlu Ferhat'ın durumuna dikkat çeken anne Encu, "Ferhat barış istediği için tutuklandı. Veli'ye de iftira attılar. Bunu kabul etmiyoruz. Bu ne hukuki ne de vicdani bir karardır" diye konuştu.
"Veli kalmıştı elimde, onu da aldılar" diye devam eden anne Encu, "Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bir oğlumu katlettiler. İkisi tutuklu. Bu zulümdür. Bu zulmü sonlandırsınlar. Veli'yi tutuklamaya hakları yoktu" dedi. Söz konusu duruma ilişkin kamuoyunun sessiz kalmamasını isteyen anne Encu, şöyle devam etti: "Artık hangisine üzüleceğimi bilmiyorum. Hangi birine kahrolacağımı bilmiyorum. Bu durumu artık kaldıramıyorum. Çocuklarımı serbest bıraksınlar. Veli'nin çocukları dünden beri, 'babamız nerde' diye soruyor. Bu zulme vicdanlı hiçbir insan sessiz kalmamalı."”
Sessizlik artık dört başta var edilen bir devletli sembolüdür. Onca insanın “cani bir biçimde” yıkımı / yok edilmesi karşısında unutursak kalbimiz kurusun lafları boyuna yazılıp çizilirken sekiz yıl sonra ulaşılan menzil bir can kırığından ötesi değilken yeni yıkımlar da kayıtsızlıkla karşılanır. Halime Encu’nun çığlığı bunun içindir, buna dair bir tahayyüldür. Var ettikleri ülkede, kendilerine benzetemedikleri herkesin hayat hakkını ayaklar altına almak üstüne titrenendir. İyi de her nereye kadar!
O sırada Roboski’den kilometrelerce ötede meclis çalışmaları sırasında bir vekilin ortaya serdiği cühela cüreti, kötülüğü benimserken var ettiği korkunç tezahür meselenin büyüklüğünü ifşa eder. Artı Gerçek’e bağlanalım: “Dersim Belediyesi'nin tabela kararı Meclis'te tartışma yarattı. TBMM Genel Kurulu, MHP Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Taytak'ın gündem dışı konuşmasıyla başladı. Taytak, 'Dersim tabelası' kararı alanları tehdit etti, seçimlere çok sayıda partinin girmesini de "Çok partili seçimler yoluyla ortaya çıkan seçmen iradesinin istismarındayız" diyerek eleştirdi. "Tunceli'nin TKP'li Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu'nun Tunceli Belediyesinin adını 'Dersim' olarak değiştirme kararı üzerine söz almış bulunmaktayım" diyen Taytak, Dersim Belediye Başkanı Mehmet Fatih Maçoğlu'nu, Dersim Katliamını hatırlatarak tehdit etti.
Taytak, şu ifadeleri kullandı: "Popülizme yenik düşerek bazı çevrelere şirin gözükmek için geçmişi karıştırmaya çalışanların sonu, geçmişte dedelerinin başına gelenlerden çok farklı olmayacaktır. Kendi hayal aleminde Türk devletine başkaldırdığını düşünenlere er ya da geç devletin tunç eli tanıtılacaktır."
CHP'yi de hedef alan Taytak, "Bizim şaşırdığımız esas mesele de Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu konu kapsamında sessiz kalışıdır. CHP seçimlerde ittifak yaptığı HDP'yi küstürmekten mi korkuyor? 'Ne Dersim'i kardeşim, burası Tunceli'dir' diye niye söyleyemiyorsunuz" diye konuştu.
"Tunceli ifadesinin yerine Dersim yazılmasıyla ilgili karar yok hükmündedir; ayaklarımızın altındadır, gereği de mutlaka yapılmalıdır" diyen Taytak, Türkiye'de 'Dersim' ismiyle anılan bir vilayet olmadığını söyledi. Taytak, "Ne yapacağız? Seçildi diyerek komünist şarlatanlığa göz mü yumacağız" ifadesini kullandı.
CHP Hatay Milletvekili Serkan Topal'ın "Sayın Vekilim, size yazılan metni okuyamıyorsunuz" sözleri üzerine CHP ve MHP'li vekiller arasında sözlü tartışma yaşandı. Meclis Başkan Vekili Celal Adan'ın uyarısı üzerine konuşmasını sürdüren MHP'li Taytak, çok partili seçim sistemini de eleştirdi: "Çok partili seçimler yoluyla ortaya çıkan seçmen iradesinin istismarındayız."
Taytak, şöyle devam etti:"Millete şirin gözükmek için bedava buğday, organik nohut diye yola çıkanlar devletin vilayetinin ismini değiştiremeyeceklerdir. Ana dilimiz olan Türkçenin yanında başka dillerde yazışmalar yapmaya kalkanlar, yukarıda belirttiğimiz gibi devletin tunç elini bir an evvel görmelidirler. Herkesin haddini bilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kanunlarına uyması gerektiğini ifade ediyorum."”
Sırtları sıvazlanmaktan ötesine çoktan geçip, semirmeleri için her şeyin reva görüldüğü bir Türkiye gerçekliği karşımıza çıkartılır. Soykırımın cümle içinde kullanılmasına bile kıl olanlar bile isteye o karanlığı bu topraklarda yeniden var edebileceklerini muştularlar. Hayat hakkını çalabilmek, hayattan eksiltmenin her ne menem bir mesel olduğu açıkça gözardı edip yıkımı öncelerler. Böylesinden bir ülke, bu kadarıyla bir saha var edilebilir mi?
Cerahat güncellendikçe var edilen karanlığa yeni eklemeler kesintisiz kılınıyor. Nasılsa hiç kimselere baş amir dışında hiç kimselere hesap verilmeyeceği için en olmadık mesel, tavır ve yaptırımlar uygulansın isteniyor. Ötekisinin salt sesi değil canı da çalınsın istenip talep olunuyor. Memleket soykırım sathı mahallî, hâlâ bu akıllar ileri sürülebiliyor. Yazık ettiler memlekete, hâlâ kan diye bağırıp çağırıyorlar. Faşizm önceleyin kötücül bir meseledir. Faşizm bir kötülük meselidir. Gördüğümüz, anlaşılır kılmaya çalıştığımız şey o cerahat ekseninin her nasıl yinelene geldiğidir. Bunca pervasızca bir orada bir burada var edilenin yıkımdan ötesi olmadığı, yıkımdan başkasını var etmediği bugünün yeni yeni yeni diye anılanının nasıl da dünün ta kendisi olduğu ifşa olunur. Cerahatten destek alıp bir ülke var edilebilir mi? Sahiden de böylesinden bir memleket bina olunur mu, dert bir değil ki, hangisini önceleyelim, hangisini izah edelim. Görmüyor musunuz, memleketiniz çürütüyor, çukurlaşıyor, kötülüğün kol gezdiği bir saha kılınıyor. Soruyor musunuz, yol her nereye!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller – Cenaze ve Cumartesi - Zehra DOĞAN
#meram#anlam#yorum#türkiye gerçeği#tahayyül#faşizm#devlet nedir?#yıkım#yıldırı#söz hakkı#çürüme#tahakküm#kürd#insan hakları#roboski#dersim#militarizm#çürümeye isyan#nihai anlam#yeni ülke#biyopoltika#felsefe#yok etme#arzihal#anlatım#bozbulanıkfelsefe#sospol#güncel
0 notes
Text
Soruyor Musunuz...
Bir yerlere, bir zamana, bir mefhumun haddizatında şu ülkenin hakikatine dair bir şeyleri iş işten geçmeden yazmaya çalışıyoruz. Yazarlık değil meselimiz, mesleğimiz ta içine düşürüldüğümüz karanlıktaki insanlık haklarının gasbının her ne olduğunu imleyecek bir mektup bırakıyoruz ortalık yere. Üstümüze yük edilenleri, pek bize sorulmasa da yaratılan dehşetengiz hali üstümüze vazife olmadan sahiden can yaktığı için kaydını düşmeye çalışıyoruz, name eyliyoruz. Ol cerahatin ülkesinde yükselene, ırkçılığın hemen hemen her türden ayrımcılığın birlikteliği ve rehberliğinde düzenlenen faşizm doktrinlerini bir asır öncesinden bugünlere taşımaya çabalayan, ileri, çağdaş ve muasır kelamını zikrederken daima tersine doğru koşar adım ilerleyen bir güzergahta yaşamanın hallerine hisleniyoruz. Muktedir bu ülkenin celladıdır onu bildiriyoruz.
Her şeyin gümbürtüye konulduğu bir uzamda insani olanın unutturulması haline seslenip duruyoruz kendi sesimizi de hiçbir surette unutmamak için. Geleceğin ülkesini değil bir şimdiyi bile kuramıyor, kurtaramıyor kılınmamızın derdiyle dilleniyoruz. Hayatlarımızın bütün bu pejmürdeliklerin ulu orta eylendiği bir düzlemin var ettiği karanlıkta yıkımın her neye tekabül ettiğini bildirmeye çalışıyoruz. Bir memleket kurtarma seremonisinin tüm ol ezber edilmiş laf cambazlıklarını değil hayatın sayelerinde her neye dönüştüğünden bahis açmaya çalışıyoruz.
Önümüz ardımız sağımız ve solumuz cerahatin kuşatması altında, geleceğin zayi edilmesi bir lafza değil tam da yaşadıklarımızla sabit olunandır. Kötülüğün memleketin bir yanında ve yöresindeki halinden öteki yanına kadar bütün sathı mahalli kapsaması kesintisizken her nedir hayat, ne haldedir? Cerahatin bir ülkede sahip çıkılan yegane mefhum kılınması, konumlandırılması bütün bu hayat bahsinin çürütülmesini sürekli kılar. Varlığı, kesin, kati ve kasıtlı olarak sabit kılınmış sabıklık ile hayatlarımızı tarumar etmeye devam etmektedir muktedir.
Bir yere, bir zaman, bir döneme ait olamayacak kadar bütünlükteki bir yıkımın güncesidir bildirdiğimiz. Hayat hakkımızı heder edenlerin, bir yerde delik deşik ettikleri şey haktır ol hukuktur bunu bildiriyoruz. Cerahatin iş bu menzilde var edilmiş tahakküm nesnelliğinin her neye mahal verdiğini artık sezmiyoruz yahut da zannetmiyoruz bizatihi onun “içinde” yaşamaktayız. Bir Türkiye gerçekliği bina olunurken bunun bir tahayyül değil hakikatin ta kendisi kılınmasının evrelerinde dolanıyoruz. İçimiz dışımız o saldırganlığa maruz, terk ediliyor.
Dört bir yanımız devletlinin kendi şiddet eksenini aralıksız bir biçimde güncellemesinden ibaret kılan, deney sahasının binasının yıkımlarına teslim / rehin ediliyor. Baş Amir ve bir biçimde tüm ol ittifaklarının şusunun busunun var ettiği, imaline devam dediği şey yeni bir ülke pratiği değildir. Çürümenin istencinde, yönünü, etikleri, sonuçtaki zayiatı çok daha derin kılınacak bir mefhumu öncelemektedir. Türkiye bir zamanlar yaşatan bir saha, ülke, yerdi. Bugün ulaşılan düzlem hayatın bizatihi Türk için de imkansıza yakın bırakılan bir mefhum olduğu gerçekliği karşımıza çıkmaktadır. Baş Amir’in yeni dediği o ülke hali bir karanlığın asır sonrasında mot-a-mot yeniden imalidir.
Müştereklerimiz meselinin ayaklar altına alındığı, onca zamanın nobran ve kıyıcı iktidar güncelliği bugünlerin özetini bildiriyor. Biteviye kılınan cerahatin ulaştığı yeni ülke bariz bir şablonu değil çürümenin gerçekliğini göstere geliyor. Kendi başına buyruk bir erkanın var ettiği yeni ülke hali çürümeyi pik kılar. Hayat hakkının ayaklar altına alındığı, cürmün laf ola beri gele değil doğrudan bariz bir kıyımı var ettiği bir düzlemde yenilemeli, bir kez daha hayat ne haldedir?
Hemen her şekilde cerahatin 1-0 önceliğinde pervasızca her tülü hinliğin karıştırıldığı bir deney devam olunuyor. Yaralarımız haddizatında açıktadır hala. Yaralandığımız şeyleri var edenlerin sözleri ekranları kapsayandır hala. Yaralanışın her nasıl bir devamlılık hali olduğu ortadadır. Erk, muktedir, iktidar için cerahat meseli sürekli güncellemesi yapılan, eklemeler, çıkartmalarla bir devamlılığa kavuşturulması öncelikli ilan edilmiş bir meseli bildirir. Yaşadığımızı var saydığımız bu sahnede daha bu bahisleri açarken çürüyoruz hep birlikte.
Her gün, dört bir yandan kuşatan dehşetin birlikteliğinde, o tezgahlara rehin edilirken bir yandan eziliyor, bir yandan eksiltiliyoruz. Yarın her ne getirecektir tahayyülünü düşünme gailesi bile imkansız kılınıyor. Bir memleketin hali ne olacak, nasıl kurtulacak meselesini aşan bir mefhum, kocaman bir belirsizlik hepimizi sarmalıyor. Geçinemiyoruz bahsini her açtığımızda hırpalanıyor, geleceğimiz çalınıyor derken hedef kılınıyoruz. Seçim meselini aşar aşmaz çıkagelen tahakkümün pervasızlığından dem vurduğumuzda hain, ortada hiçbir makul gerekçe yokken sınırın öte yakasından, sınırın içine insanların öldürüldüğü o kör karanlık yeniden bina edilirken barıştan nereye kadar kaçılır sorusunu sorarken buluyoruz kendimizi. Aldığımız yanıt terörist diye ortaya çıkartılan bir devlet tezahürünü aşmayan, kadük bir bildirimdir. Böylesi bir yerde o yokken, şu yokken, beriki yokken işin özü hayata yer konulmazken nasıl bir hayattan bahis açılabilir, her nasıl?
Ötekisi, ötesi için dışlanan bir kesimi oluşturuyorsa, çember muktedir dışındaki kesimleri her gün daha da darlarken, her şekilde bir kırımda bir başkasına yol alan menzilin farkına varıyor musunuz? Toplumsal bir dönüşümün yerine artık kavruk, nobran, yıkımla hemhal kötülüğün zehrinin güncelendiği bir yerde yaşam nedir, bunu sorguluyoruz, duyuramıyor, anlaşılmıyoruz, işitilmiyoruz! Sürekli üstümüze, üstümüze boca edilenlerin yekunda hayat meselini çürüttüğünü anlaşılır kılamıyoruz. Hemen hemen her yerde vuku bulan ol cerahatli halin var ettikleri ile yüzleşiyoruz.
Önümüz, ardımız, sağımız ve solumuz, karanlık ve karanlığa rehin kılınıyor. Bir yerlere, belirli bir zaman mefhumuna değil ülke denilenin vardığı yıkıma dair kalem oynatıyoruz. Tahakkümü var eden, cerahati bir biçimde bu toplumun mayasına karıştırılmasını sağlaya duranların elinde iş bu yerde yaşamın kesintisiz bir biçimde çürütülmesi gerçekten gerçek kılınır. Hayatlarımızın ahli gündelik olarak karşımıza çıkartılan vaka diye geçiştirilmeye devam olunan, müdahalelerdedir.
Her müdahale bir başka yıkıma zemin oluşturur. Her yıkım artık eksiltilmeyen bir çürüme halinin odaklarında yol alan ülkeyi imler. Bir zaman aralığında değil hüccetten bir toplam dahilinde bir sahnenin göçertilmesi kesintisiz kılınır. Vardığımız, gördüğümüz ve anlaşılır kılmak istediğimiz mesel budur. Tümden, bariz ve bütünleşik bir fasit döngüdür mesele.
“TSK'nin Afrin'e yönelik "Zeytin Dalı Operasyonu" sırasında, "Savaş bir halk sağlığı sorunudur" başlıklı bildiri yayınlayan ve bu sebeple "terör örgütü propagandası yapmak", "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçlamalarıyla haklarında dava açılan 11 Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi üyesi doktorların yargılandığı davada karar çıktı.
"Terör örgütü propagandası yapmak", "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçlamalarıyla yargılanan TTB 2016-2018 dönemi Merkez Konseyi üyesi 10 kişiye 1 yıl 8 ay hapis cezası verildi. Bir kişi ise 3 yıl 3 ay 22 gün hapis cezasına çarptırıldı.” Türk Tabipler Birliği üyelerinin başlarına getirilenler bu menzilde olmakta olanı da ifşa etmeye açık bir meseldir. Bu ülkenin barışmakla ilgili sorunları vardır. Devletin tahakkümü ve var ettiği çürüme barış tahayyülünü de hiç kılmaya teşnedir. Onu güdümünde verilmiş olan karar adil değil, hakkaniyetli değil, doğru değil dosdoğru bir engizisyon sistematiğinin ta kendisidir. Yıl 2019’dur, yer yeni ülkedir!
Bianet’ten aktaralım: “1 yıl 8 ay hapis cezası alan kişilerin isimleri şöyle: Mehmet Raşit Tükel, Sinan Adıyaman, Ayfer Horasan, Bülent Nazım Yılmaz, Dursun Yaşar Ulutaş, Funda Barlık Obuz, Mehmet Sezai Berber, Mustafa Tamer Gören, Selma Göngür, Şeyhmuz Gökalp. Hande Arpat'a ise 3 yıl 3 ay 22 gün hapis cezası verildi. Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını reddeden hekimlerin cezaları ertelenmedi. Karar istinafa gidecek.”
“Mütalaaya karşı ilk savunmayı yapan TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel, "Savaş bir halk sağlığı sorunudur" başlıklı açıklamanın ülkenin bulunduğu duruma dikkat çektiğini söyledi: "Çoğu sağlık sorunu bireyin etkisi altında olmadan ekonomik, toplumsal nedenlerle gerçekleşir. Hekimler olarak en temel görevimiz hiçbir ayrım gözetmeksizin insanların sağlıklarıyla ilgilenmektir. TTB kurulduğu güden bu yana savaşa karşı çıkmakta, halk sağlığı sorunu oluşturacak her türlü şeyin ortadan kaldırılmasını önemsemektedir"
Prof. Dr. Taner Gören ise savunmasında savcının savunmalar alınmadan hazırladığı mütalaaya tepki gösterdi: "Daha önceki duruşmalarda verdiğimiz sayfalarca savunmalarımızın ardından savcı bu savunmalarımızı dikkate almadan önceden hazır ettiği mütalaasını vererek cezalandırılmamızı önermiştir. Yanlış hukuk sistemine rağmen bu davadan ceza alırsak savaşa karşı durduğum için gurur duyacağım." Dr. Selma Güngör ise savunmasında "Savaşın yarattığı kötülükler için barış istenir" ifadelerini kullanarak açıklamayı insanlık, yaşam ve barış için yaptıklarını ifade etti.”
Var edilmiş ülke gerçekliğinin her nasıl pejmürde bir bahis kılındığı, siyasetin sığ olan ol pragmatist yansısının her nasıl bu ülkede hayattan yana tavır alanların karşısına çıkartılıp bir suskunlaştırma aparatına dönüştürüldüğü meydana çıkartılır. Karar ertelemesiz verilir. Barış İçin Akademisyenler’de olduğu gibi Türk Tabipler Birliği üyelerinin ses ettiği bir biçimde bu ülkede ötekisinin de yaşam hakkına karşıtlığın, onun çalınabilirliğine karşı bir dur demektir. Bunu çok iyi anlayan muktedirin, işine gelmediği için hazır yeniden savaş naraları atıp, durup durup İdlib’ten Bakur Kürdistan’ına, Azez’den İran sınırına kadarlık olan bölgenin dört bir yanındaki suçlarının sorgulanmasının önüne geçmek istenmektedir. Adalet makamı diye bir devrin tescilli onaylayıcısı kalan, hukukun ayaklar altına alındığı yerde Çocuklar Ölmesin bahsi de şu yukarıdaki hınçtan nasibini alır. Ayşe Öğretmen’in tutsaklığı devam etmektedir. Sekiz aylık bebeği Deren’den ayrı koyulur.
Evrensel’den aktaralım: CHP Hatay Milletvekili Serkan Topal, “Çocuklar ölmesin” dediği için 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan Ayşe Çelik'i cezaevinde ziyaret ettiğini açıklayarak, Ayşe Öğretmenin kendisine “Çocuklar ölmesin” demeye devam edeceğini aktardığını söyledi. Ayşe Çelik'e ilişkin izlenimlerini paylaşan Topal, “Görüştüğümde, morali iyiydi, sağlığı yerindeydi. Herkese de selamları da vardı. 'Ben yine çocuklar ölmesin' demeye devam edeceğim. 'Çocuklar ölmesin' dediğim için beni mahkum edenler utansın. Ben de bunu söylüyorum" ifadesini kullandı.
Yaptığı görüşmede, öğretmen Ayşe Çelik'in kendi el yazısıyla yazdığı notu ve Nazım Hikmet'in bir şiirini paylaşan Topal, Çelik'in notundaki şu ifadeleri paylaştı: "Nazım Hikmet'in dediği gibi, Eğer hak haksızlıktan yüce / Sevgi nefretten üstün / Aydınlık karanlıktan güçlüyse / Çaresi yok usta biz kazanacağız / Çocuklar ölmesin diyenler kazanacak.” Topal son olarak şunları söyledi: “Tarih onu yazacaktır, ama ona ceza yazanları asla affetmeyecektir. Kara leke olarak yazacaktır onu. Umarım adalet en kısa sürede yerini bulur ve Ayşe Öğretmen 8 aylık bebeğine bir an önce kavuşur.”
Bir yerlere, bir zamana, bir mefhumun haddizatında şu ülkenin hakikatine dair bir şeyleri iş işten geçmeden yazmaya çalışıyoruz. Yazarlık değil meselimiz, mesleğimiz ta içine düşürüldüğümüz karanlıktaki insanlık haklarının gasbının her ne olduğunu imleyecek bir mektup bırakıyoruz ortalık yere. Ayşe Çelik hakkını savunduğu için tutsak. Hayatların her ne kadar önemli olduğunu bildirdiği için tutsak edilen nice insandan bir diğeri. Halimiz, böylesine perişanlık ile hemhal, ahvalimiz yıkımların donattığı bir menzili göstere gelirken her şey yolundaymış gibi yapamıyoruz. “Benim çocuğum ölüyor” diye haykıran annenin kolunu kırmaya çalışırlar bir yerde. İstanbul’un orta yerinde plastik mermi, oyun malzemesi gibi kullanılır kadınların üstünde. Barışmak tahayyülünü toptan rafa kaldırmış bir menzilde olduğumuz hatırlatılır anbean.
“Taksim’de Antikapitalist Müslümanların düzenlemek istediği ‘Yeryüzü Sofrası’na izin vermeyen polis, ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık’ın da aralarında olduğu bazı kişileri darp etti, baygınlık geçirenler oldu. İstanbul Taksim’de Ramazan dolayısıyla kurulan ‘Yeryüzü Sofrası’na polis müdahale etti. İftar saatinde düzenlenen saldırıda ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık darp edildi, baygınlık geçirdi. Antikapitalist Müslümanlar’ın açıklamasına göre polis müdahalesinde İhsan Eliaçık’ın yanı sıra baygınlık geçirenler de oldu, en az üç kişi gözaltına alındı.”
Bütün bu patavatsız kırım iklimi güncellenirken, hırsızlığın alasını yapagelmiş olan bir medyum / sahip / muktedirin en yeni hamlesi çıkagelir. İstanbul seçimleri gasbedilir. Evrensel’den aktaralım: “Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 31 Mart'ta yapılan Mahalli İdareler Genel Seçimlerinin ardından İstanbul seçim sonuçlarıyla ilgili AKP’nin olağanüstü itirazını oy çokluğuyla kabul etti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi 23 Haziran Pazar günü yeniden yapılacak.
Kurul, 4 üyeye karşı 7 üyenin oy çokluğuyla itirazı kabul ederek, seçimin yenilenmesini kararlaştırdı.İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi 23 Haziran Pazar günü yeniden yapılacak.
AKP'nin YSK Temsilcisi Recep Özel, karar sonrası açıklama yaptı. Özel YSK'nin iptal kararının gerekçesini şöyle açıkladı: Kurul, 22 sayım döküm cetvelinin boş ve imzasız olduğu bir de sandık kurulu başkan ve üyelerinin kamu görevlilerinden seçilmemesini gerekçe göstererek seçimlerin yenilenmesine karar verdi.
Özel ayrıca "Mazbata iptali kararı da çıktı. Yeniden, kanuna uygun bir şekilde yapılacak. Siyasi partiler, aynı adaylarla seçime gidebilirler, ölüm ve istifa halinde adaylarını değiştirebilirler" dedi. Özel, "Talebimizin bu noktada haklılığı Yüksek Seçim Kurulunun bu kararıyla teyit edilmiş oldu. Milletin hakemliğine gidiyoruz. Milletin hakemliğinden kimse korkmasın" dedi. AKP'nin YSK Temsilcisi Recep Özel seçimlerin yenilenmesini ilk olarak sosyal medya hesabından, "İstanbul seçimleri yenileniyor. Hayırlı olsun" notuyla duyurmuştu.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu yaptığı ilk açıklamada, "Her şey çok güzel olacak. Hiç umudunuzu yitirmeyin, asla. Birileri hata yapacak, çok kötü işlere karışacak ama biz hep beraber umudu taşıyacağız" dedi.” Zaytung: Son Dakika - Sadi Güven: 'Arkadaşlar AK Parti benim müşterim değil. Patronum…'
Böylesine bir çürümüşlüğün içerisinde bir hayat emaresi aramaya çalışıyoruz. Elimizdeki tek hak olan itiraz etme tahayyülü çalınıyor. Elimizde Gezi Başkaldırısı’ndan bu yana kala kalmış olan mücadele istencinin, müştereklerimiz için ses edebilme hürriyetinin önü alınıyor. Konu her ne olursa olsun, mevzu devletin şimdiki sahibi olduğunu ilan edenlere denk getirildiğinde alarm zilleri çalıyor. Darbe, Kürdistan’da analara saldırarak, durup durup askerlerin katledildiği karanlık senaryolarla biçimlendirilyor. PKK bir muhatap alınıp, bir öteki kılınıyor. Kürd’ün hakkı oralarda asırdır çalınıyor ne PKK’si sahiden.
Dönüyoruz bu yana, bir asır önce Ermeni başta olmak üzere Gayri-Müslim vatandaşların haklarını talan eden, onları sürgüne, yıkıma, soykırıma uğratan bir aklın tezahürü İstanbul gibi bir metropol içinde demokrasi mücadelesi veremezsiniz bahsine sıkıştırıp insanlara saldırıyor. Hak yiyenler, oruçlarını açmak isteyen muhaliflere saldırıyor. Demokrasi bahsini toptan darbelerle yerle bir etmiş yerde değilmişiz gibi, dünün mağduru bir insan olduğunu zikreden zat, kendi darbesini kendi elleriyle yönlendirerek, oyunu kurarak var ediyor. İçine doğru çöküşü güncelleniyor memleket denilenin. Bir menzildeki hayat hakkı talan ediliyor. Bir menzilde demokrasi istenci sıfırlanıyor. Bir yerde bir kez daha 1915’in karanlığı sabitleniyor. Sahiden sorguluyor musunuz, bunca hazan içerisinde nefes alabiliyor musunuz? Endişeleniyor musunuz, kaygı duyuyor musunuz, dün, o, bu ve şuydu bugün hedef sizsiniz sahiden soruyor musunuz!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller – Durak – Burak CİRİTCİ – Behance
#türkiye gerçeği#türk tabipler birliği#barışı savunmak#barışmak#barış için akademisyenler#söz hakkı#mesel#yüzleşme#çürümeye isyan#ayşe çelik#çocuklar ölmesin#antikapitalist#ihsan eliaçık#gözaltı#yıldırı#cerahat#memleket#tükeniş sarmalı#hırsız var#ysk#seçim#tahakküm#sözcükler#arzihal#güncel#devlet102#biyopolitika#hayat istenci#sesler
0 notes
Text
Endişe Meseli
Biçimlendirilmiş olan yeni ülke tahayyülünün sıradana karşıtlıkla birlikte var edildiği bir düzlemin içerisindeyiz. Hayat akışına yapılan müdahalelerin, birer biyopolitik tezahürün ötesine çoktan geçtiğine tanık olduğumuz bir zamanın içindeyiz. Velev ki, şöyle ki, değil doğrudan ve hemen hiç kesintisiz olarak devlet denilenin var ettiği kırımların, kırılmaların ortasında sıradanın her nasıl bir başına bırakıldığının ayırtındayız. Sıradana anbean artık hiç hayat bırakılmayan, bariz bir meydan okumanın her gün güncellendiği bir sahnedeyiz.
Görünür kılınan, var edilen, düzenlenen ve güncellenen her yeni edim / eylem / kanun vs. ile devlet denilenin bir mekanizma kılınıp sıradana karşıt hali tescil olunandır. Sabık aklın sabitlemeye çalıştığı şey gücün dehşetli karanlığına teslim olma halini yaygınlaştırmaktır. Demokrasi mefhumu yıkılırken, su şimdi çürümüşken, onu var eden insan / beşeri temsili de imkansıza yollanmaktadır. Devlet insanın kurdudur. Hayat bu bahisler ile hiç kılınır. Birörnek, benzeş, süreğen aynılıkla var olunan yer katran karası çukur olur.
Dipsizliğine yollandığımız yer, sahne, içine çekildiğimiz karanlık lafta değildir. Bir ülke tahayyülünün hiçleştirilmesi artık kesintisizdir. Yaşatan yerin yahut da yurt tahayyülünün altının boşaltılması artık anlık güncellenen bir tavırla var edilmektedir. Bir ülke ölçeğinde sahanın yaşamla olan ilintisinin kopartılması gailesi kesintisiz var edilendir. Baş amir ve şürekasının kurduğu her cümle ve seçim sathı mahallindeki her eylem bu hali günceller.
İçine tıkılı kaldığımız cerahat sarmalının ta kendisi artık hakikattir. Yol nereyedir sorgusu boşa düşürülendir. Yol çoktandır çıkmazdır, karanlıktır. Yönse belirsizdir. Yıkım süreğen bir mesel kabilinden hayat bahsinin tam da merkezindedir bugün. Biçimlendirilmiş olanın değersizlikler toplamına beleşe verilmiş insan / o’nun hakları olduğu devamlılıktır. Yıkım var edilirken böylesi bir çürütme istenci olağan karşılanması beklentilenendir.
Gezi Parkı eylemlerine ilişkin soruşturmada hazırlanan iddianame İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi (ACM) tarafından kabul edildi. 489 gündür tutuklu bulunan Osman Kavala ve 16 Kasım 2018'de gözaltına alınıp tutuklanan Yiğit Aksakoğlu ve soruşturmada ismi geçen 16 kişi hakkında hazırlanan iddianame 20 Şubat'ta tamamlanmıştı.
657 sayfadan oluşan iddianamede şüphelilere 10 ayrı suçlama yöneltilmiş, gazeteci ve yazar Can Dündar ve oyuncu Memet Ali Alabora'nın da aralarında bulunduğu 16 şüpheli hakkında da yakalama kararı çıkarılmıştı. İddianamede kişiler hakkında ayrı ayrı süreli hapis cezası istendi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamenin hazırlandığı bilgisini verdiği 20 Şubat'taki toplantıda tüm isimlere ağırlaştırılmış müebbet istendiğini söylemişti.
Haklarında "hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlaması yapılan diğer isimler şöyle: Anadolu Kültür A.Ş Yönetim Kurulu Üyesi Ali Hakan Altınay, Mimar Mücella Yapıcı, oyuncu Ayşe Pınar Alabora, sinemacı ve gazeteci Çiğdem Mater Utku, Açık Toplum Vakfı Türkiye Temsilcisi Gökçe Yılmaz, yazar Handan Meltem Arıkan, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Koordinatörü Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, İnanç Ekmekçi, Sinemacı, yönetmen yardımcısı ve reklamcı Mine Özerden, avukat Can Atalay, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini yapan akademisyen Tayfun Kahraman ve Anadolu Kültür A.Ş Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Terakki Vakfı Okulları Yönetim Kurulu Üyesi Yiğit Ali Ekmekçi.
“Savcı Gezi Eylemleri’nin OTPOR (Direniş) adlı örgütünün desteğiyle kurgulandığı; Occupy hareketinin teorisyenlerinden olduğu belirtiği Gene Sharp’ın “Sivil Başkaldırı” yönteminin kullanıldığını iddia ediyor.
OTPOR 1998-2004 yılları arasında Sırbistan'da Slobodan Milošević rejimine karşı pasif direniş eylemi gerçekleştiren bir gençlik hareketi. Slobodan Miloseviç'in devrilmesine neden olan halk hareketinin bileşenlerinden birisi.
Savcı OTPOR'un CANVAS (Centrefor Applied Nonviolent Action and Strategies - Uygulamalı Şiddet İçermeyen Eylem ve Stratejiler Merkezi) adlı bir biriminin Gezi eylemcileriyle bağlantıda olduğu iddia ediliyor.
İddianame'de ayrıca Sharp’ın yazdığı “Diktatörlükten Demokrasiye” isimli kitapta yer alan 198 maddelik eylem faaliyetleri iddianamede tek tek sıralayarak Gezi Eylemleri’yle paralellik kurulmaya çalışılıyor.
Eylem biçimleri "Evde kalmak", "Partner ile sevişmemek"
Bu maddelerden bazıları çok ilginç.
32. Memurlar ile Alay Etmek (Gezi olayları sırasında birçok eylemci tarafından görevli memurlar ile alay edici el kol hareketleri ve sloganlar atmıştır)
57. Lysistratik Eylemsizlik (Ör: Partner ile Sevişmeme)
63. Sosyal İtaatsizlik (Gezi parkında sözde komün hayatı kurulmak istenilmiştir.)
65. Evde Kalmak (Memet Ali ALABORA başta olmak üzere Mi Minör ile bağlantılı olan kişilerin birçoğu olaylar sırasında bir süre evden çıkmamışlardır.)
68. Sığınma (Olaylar sırasında göstericiler tüm uyarılara rağmen dağılmaları sonucunda yapılan müdahale sonucunda DİSK binasına, Dolmabahçe Camiine ve Divan Otele sığınmışlardır.)
70. Protesto Göçü (ör: hicret) (Memet Ali ALABORA başta olmak üzere Mi Minör ile bağlantılı olan kişilerin birçoğu İngiltere'de yaşıyorlar.)
94. Uluslararası Satıcı Ambargoları (Gezi olaylarında Türkiye'ye Biber Gazı ile ilgili Ambargo yapılması yönünde çalışmaların olduğu)”
Taksim Dayanışması’nın Twitter hesabından yaptığı açıklama şöyledir:
“Gezi Direnişi toplum, kent ve demokrasi tarihimizin en parlak ve onurlu sayfalarından olmasına rağmen, ısrarla itham edilerek karalanmaya, dile getirilen temel hak talepleri suç unsuru gibi gösterilmeye, barışçıl direnişin tarihsel ve meşru gerçekliği çarpıtılmaya çalışılmaktadır.
“2013'ten beri sistemli şekilde sürdürülen algı dayatmalarına toplum ve kamuoyu tarafından itibar edilmediği gibi, Gezi Direnişinin demokratik hak ve ifade özgürlüğü çerçevesinde son derece meşru ve anayasal bir zeminde gerçekleştiği verilen yargı kararlarıyla da tescil edilmiştir.”
“Gezi Direnişi konusunda yalanlar ve çarpıtmalarla, odağı saptırılarak kurgulandığı çok açık bir algı dayatmasıyla bir kez daha karşı karşıyayız.
“Bu sistemli karalama ve kirletme gayretleri ile Gezi’nin onurlu tarihi, yeniden ve yalanlarla yazılmak istenmekte, haksızlığa, adaletsizliğe, keyfiliğe, dayatma ve baskılara karşı ortak geleceğimize umut olmaya çalışan tüm demokratik güçler susturulmaya, baskılanmaya çalışılmaktadır.
“Bu kötü niyetli kampanyayı tüm kirliliğine rağmen apaçık görüyor ve kesinlikle reddediyoruz.
“Tarihsel gerçekliği çarpıtma gayretiyle, tarafsızlığı çoktan tartışmalı hale gelmiş kurum ve kişilerin sipariş senaryolarıyla, ilk günkü gibi arkasında olduğumuz demokratik hak ve taleplerimizin karalanmasına izin vermeyeceğiz.
“Gezi Direnişini suçla, terörle, darbeyle anılan bir eyleme dönüştürmenize izin vermeyeceğiz. #HepimizGezideydik”
Gezi Parkı İddianamesi olarak ortaya serilen ve satır satır saçmalıklarla bu sahada ne suç değildir ki sorusuna yanıt veren bir kurguyla toplumsal muhalefet toptan sonlandırılmak istenmektedir. Cerahatin sıradana karşıtlıkla güncellenen mefhumun meseli bunca açıktır. Birbirine zincirleme bağlanmış tahayyüller, mış / miş vs. ile dinleme kayıtları ve dahası özel hayata yerleştirilen tepegözler ile hayatın yerle yeksan kılınması güncellene gelendir.
Gezi bir başkaldırıdır. Düzenin var ettiği çürümeye hayatın her anlamda kuşatılması haline karşı bir ses verme edimiydi. Gel gelelim önderi, lideri, itekleyicisi, yönelimi var olmuş bir mesel değildi. Geçmişten bu yana süre giden devlet aklına karşı bir ses etme çabasıydı, değil ki devleti yıkmak! Sıradana hayatın ihtimal olarak dahi bırakılmamasına isyan, direniş, sorgu bu ülkede suç addedilebilmektedir. Sorgulama gailesine yanıt ise şu yukarıda okuduğunuz gibi müebbet hapis istenciyle çıkagelir. Yıllarca sürdürülecek bir haksızlığın dehşetengiz karanlığını daim kılacak bir dönemecin eşiğinde sormalıyız bir kez daha nedir ki suç!
Görünen, bildirilen ve mütemadiyen aralıksız olarak duyurulmaya çalışılan, bir biçimde sınırlandırılmaya gayret edilen şey ses edebilme hakkını bariz tüketmektir. Devlet, devletli ve şürekasının var ettiği yıldırı / terör / terörist gibi yaftaları sabit kılmak, hak arama çabasını sonsuz bir fasit döngü içinde yok etme gailesinin görünür kıldığı şey iş bu çürüme halidir. Suçun ne olduğu asla konuşulmayandır. Konuşmayan, sorgulamayan, sual dahi etmeyen bir yeri inşa etmek insanları bu panoptikon düzlemde riayet eden personalar kılmak gailesi dönüp dolaşıp Gezi Direnişini adaletin (devletin adaletinin) pençesine düşürmektedir. Çoktan hükümlerin verildiği, suç yaratma süreçlerinden başkaca bir şey olmayan o habis kurgudan adalet gelir mi?
Osman Kavala ve beraberinde on beş insana karşı işlenen tezgahla yaratılmak istenen sıuç akisinin her ne olduğu daha önceki devletin teşebbüslerinden, Özgür Basına yönelik saldırılardan, rehin alınan insanlara kadar örneklendirilebilir. Bakür Kürdistan’ındaki ablukadan, köyüne savaş iklimin kazınmasını protesto ederken katledilen Medeni Yıldırım’a, sokak ortasında canı çalınan Berkin Elvan’dan, Gezi’de katledilmiş olan tüm insanlara karşı adaletsizliğin varlığından meramımız anlaşılacaktır.
Gizemsiz, bütünleşik bir müesses nizam şablonu güncellenendir. Her ses, sorgu, sual, söz suç olarak ilintilenmeye çabalanılandır. Gerçeğin eğilip büküldüğü yerde hayat istencinin her ne hale koyulduğu şimdi daha da belirgindir. Bugün varılan yeni ülke bu halin devamı olandır. Biçimlendirilen menzil dününü şimdiye taşıyandır. Cerahat öylesine çoğaltılandır ki Gezi Direnişi için en olmayacak isimlerin yan yana devlete karşı iş çevirdikleri masalı yüzlerce sayfalık iddianame kılınır. Cerahat o kadar sık yeniden var edilir ki Süleyman Soylu gibi ağzı, gönlü ve eylemliliği dünün kötülüğünü sahiplenen insanların cümleleri ve yönlendirmeleri ile bir menzil yaşatılmaz kılınır.
Gezi bir gösterendir. Gezi Direnişi bir bildirendir. Bunca zaman sonra hala muktedir olan, onunla yol alanlar için mideye oturması sorgulamaların doğrudanlığıdır. Sonuçları ve tabi ki çözümleri kendileri var eden kitlelerden korkulmaya hala devam edilmektedir. Yıkımın ve yıldırının ufuktan hiçbir zaman çekilmediği bir yerde, handiyse ezilip geçilmek istenen insanların var ettiği en kudretli seslenişlerdendir. Direniş hükümleri, devletin gölgesinin hiç değmediği bir ülkenin imali için atılan tohumlara kasıt, 17-25 Aralık, 15 Temmuz Darbe teşebbüsü gibi nice karanlık güncelleme çabası ile aynı potaya konma gailesi ile var edilir. Bir ülkede hayat hakkı hiç var edilebilecek midir? Bu kadar kepazelikle bir menzile varılabilecek midir, endişeliyiz!
Gezi Direnişi ve sonrasında günbegün arttırılan tahakkümün, biyopolitik yıkımın her ne olduğu Bakur Kürdistan’ındaki abluka günlerinde katledilen yüzlerce insandan, hemen her türden devlet şiddetinin var edildiği sahnelemelerden, en son 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nde İstiklal Caddesi’nde yaratılan kaostan anlayabilmek mümkündür. Hayata tüm cüretiyle saldıran muktedir gerçektir. Gezi sırasında anılan / söylenen / sorgulanan ve ciddi ciddi ilk defa bu ülke sahanlığında görünür kılınan devletli şiddetinin açtığı yaralar artık kesintisizdir. Ne burada yazılanlar bunu sonlandıracaktır, ne de var edilmiş olan kara kapkaranlık menzil halinin bizlere uyarı olduğunu geniş kesimler umursayacaktır. Tuz koktu, su çürüdü...
İstiklal Caddesi kapatılır. Memleketin yegane ses verme sahalarından birisi olan, anayasal bir hak olarak tanzim edilmiş, toplanma, yürüyüş gerçekleştirme, protesto haklarının nasıl ayaklar altına alındığı 8 Mart gecesine damgasını vurur. Birgün’den aktaralım: “Polisin İstiklal Caddesi’ni kapatma kararına rağmen Fransız Kültür Merkezi önünde toplanmaya başlayan binlerce kadınlar, “Yaşasın kadın dayanışması”, “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa”, “İtaat etmiyoruz, yılmıyoruz”, “Sokakları da meydanları da terk etmiyoruz”, “İnadına isyan, inadına özgürlük” sloganlarını attı.
DHA’nın aktardığına göre, emniyet yetkilileri, İstiklal Caddesi’nde bu akşam herhangi bir etkinliğe müsaade edilmeyeceği, etkinlik yapmak isteyenlerin İstiklal Caddesi’nin bir alt sokağına yönlendirileceğini bildirdi.”
“8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü için Taksim’de Fransız Kültür Merkezi’nin önünde toplanan binlerce kadının İstiklal Caddesi’nden Tünel’e yürümesine izin vermeyen polis, kadınlara plastik mermi ve biber gazıyla saldırdı. Kadınlar polis saldırısına karşı, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganlarıyla yanıt verdi.”
Aynı günün akşam saatlerinde Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit uygulamaları ve elden bir biçimde hala kaçırılmaya çalışılan, artık adı anılmasın istenen barış için direnen insanların var ettiği Açlık Grevi eylemlerinden bir başkası olan Amed, HDP İl Binası’ndaki eyleme polis saldırısı gerçekleştirilir. Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Aralarında HDP milletvekillerinin de bulunduğu 10 kişinin açlık grevi eylemini sürdürdüğü Diyarbakır il binası polis baskınına uğradı. Polis içeride kurulan barikatı yıkmaya çalışıyor.
PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle Halkların Demokratik Partisi (HDP) Diyarbakır İl Binası’nda sürdürülen açlık grevi eylemi ikinci kez polis baskınına uğradı.
Milletvekili Dersim Dağ, Tayip Temel, Murat Sarısaç ile parti üyesi Salih Cansever, İsmet Yıldız, Sevican Yaşar, Salih Tekin, Bilal Özgezer, Abdulhalik Kurt ve Yusuf Ataş’ın başlattığı eylem devam ediyor.
İl binası Çevik Kuvvet Polisleri ve zırhlı araçlarla abluka altına alınmış durumda. Parti binasına içeriden kurulan barikattan dolayı içeriye giremeyen polis, kapıyı kırmaya çalışıyor.
HDP milletvekillerinden Ebru Günay, Musa Farisoğulları, Remziye Tosun, Selçuk Mızrak’lı Semra Güzel ve Pero Dündür il binası önünde nöbet eylemine geçmiş durumda. Polis, basın çalışanlarını il binasına yaklaştırmıyor. Açlık grevinin başladığı 3 Mart’ta da polis baskın düzenleyerek 5 kişiyi gözaltına almıştı. Binanın Dış kapısını kırar polis ve içeriye girer. Van milletvekili Tayip Temel ve Murat Sarıç’ı darp eden polis, 7 kişiyi gözaltına alır.”
Birkaç gün önce emri ben verdim diye bağırıp çağıran İçişleri Bakanı’nın yeniden sahneye koyduğu şey tam da Gezi’den bu yana süre giden hınç halinin her nasıl sıradana kasıt olduğunu bildirmektedir. Düzenin demokrasi, eşitlik, adalet vesair insanlık meselleri ve asıl olması elzem müşterek bahislere karşı şiddetle mukabele etmesi halimizin perişanlığını da imlemektedir.
Bugün bir ülkeden bahis açabilmenin artık abesle iştigal olduğu bir sahnedeyiz. Bugün insanların özgürce fikirlerini bildirebildikleri bir yerden hallice uzaktayız. Bugün erkan dışında kalan herkesin bir biçimde sınırlandırıldığı bir güzergahtayız. Hedef 2023 denilip durulurken, seçim gümbürtüsü bir yandan şekillendirilirken asıl istikametin 1915 karanlığı olduğu bir kere daha teyit olunuyor. Çürümenin kıyısında bunca yıkımın bir o kadar şiddet, şiddet, şiddet abecesi ve yıldırıyla hareket eden bir yönetimle başkaca bir yön, başkaca bir gün var edilemez. Bunlar sizi sahiden de endişelendirmiyor mu?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller - Today's Life And War – Gohar DASHTI – Official
#ötekilerin türkiye'si#bir başka hakikat#yaşama gailesi#gezi başkaldırısı#sessizlik#çürümeye isyan#kalıtlar#zamansız meram#arzihal#devlet şiddeti#terör devleti#anlamak#sorgulama#8 mart#emekçi kadınlar günü#yıldırı#amed#hdp#siyasa#terör nedir#kötülük#gerileme dönemi#yaşamak
0 notes
Text
Bu Mu Normalleşmek
Doğrularını zayi etmiş, bütünüyle yıkımın, yalan ve yanlışın, riyanın üstünde yükselen bir ülke hakikati var ediliyor. Yaşatan, yaşam veren, muteber, müşterek bir hayat iminin saha ve sahnesi olması gereken vatan imi artık yerle bir ediliyor. Bir biçimde hiç kılınıyor. Bu sahada bütün paramparça olunurken insani olanın artık geçersiz kılındığı zorbalığın aleni bir biçimde devletleşmiş haline devam olunuyor. Bir saha kuşatılıyor. Bir sahada yaşama tahayyülü talan ediliyor. Bir gündelik, günlük, genel geçer mesele değil doğrudan hak ile hukuk ve adaletin üstünde tepinen bir devletli figürü bu sahadaki yaşam istencini alaşağı ediyor. Her günü apayrı fecaatler ile hem hal yer hakikat oluyor. Bir mizansen yahut da kurgu değil doğrudan, yetkin ve kesintisiz bir kırım bağı gerçekliğe kavuşturuluyor. Ol yaşatan, yaşam var eden bir im yok artık. Böyle bir meselesi de yok artık bu sahanın. Bu kadar afaki bir çürümenin olduğu yerde söze gerek duymuyor muktedir, ezip, biçiyor.
Oluşturduğu yeni ülke, başkanlık sistemi, hedef 2023 vesaire tanımlamalarla birlikte bariz bir biçimde bir sahanın yaşamla olan bağlarının kopartılması güncel kılınıyor. Her hamle, her söz, her eylem ve baş amirden silsile halinde ötekilerine uzanan bir devamlılık içinde memleket yaşatan olma özelliğini zayi ediyor. Kocaman cümlelere, anlam paslaşmalarına, zihin okumalara, felsefik demeçlere ihtiyaç kalmaksızın olan bitenin bir cürümler toplamı olduğu kendiliğinden görünür kılınıyor. Cerahat, cürüm, cühela cüreti üçlemesi ile ortaya saçılan her eylem / edim / im sonucu yeniden sıradana bedel kılınıyor. Bir ülkenin yenisi, dününün birebir örneği / takipçisinden nasıl türetilebilir? Bir ülkenin demokrasi, eşitlik ve adalet pratiklerinde bunca sınıfta çakan haline rağmen, hala ve hala nasıl aynı zorbalıklara bel bağlayabilir? Böylesine afaki kılınmış olan cerahat imgesinin, cürümlere her yerde sahip çıkan zümrenin var ettiği eşil nereye taşıyacaktır bu sahadaki hayat imgesini, açık ve yalın bir biçimde nereye!
Doğruların doğrudan çalındığı, yerine ikame edilenlerin birer safsata ile hayal gücünün sınırlarını zorlayacak kadar abuklukların hakikat ilan edilmesinden meydana gelen bir yer gözler önündedir. Muktedirin on dokuzuncu yılındaki iktidar perspektifinin suna geldiği o katran karanlığından mülhem, salt ve sadece kendi doğrularından mülhem bir yerdir, yer kalabildiyse şayet. Yol nereye sorgusuna düşülmesine mahal verilmeden gündemin hemen her anına bambaşka yıkımları var ederek, günbegün, anbean her dem bir şeyleri alt üst ederek bir dönüşüm sağlama alınır. İdam tartışmaları, Yunanistan’a adı konulmayacak bir savaş açma hevesi, ekonomide uçuyoruz kaçıyoruz nidaları, şahlandığı söylenen ülke imi vesairi bu dönüşümde eşikleri bildirir. Pandemiyi bırakalım kontrol altına almayı her bir yurttaşı kendi başının çaresine bakmasına yollayan bir devlet aklı vardır. Sermayenin o elinde kan bulaşmış olanın sözünü dinleyip, ölmeye rehin, covid19 olma ihtimalinin hep canlı kaldığı bir zemine mahkumiyet var edilirken, büyük ülke masalları koftur!
Ölümler yaşanırken, sayılar gizleyebilmek için kırk bir taklanın atıldığı, her gün maniple edilmiş rakamların sergilendiği bir zemin doğrularını zaten yitirmiştir. Toplu karantinalar ve sokağa çıkma yasakları ve nispeten değil kalıcı bir virüs sönümlenmesine yol açmak, o maddi imkansızlıklarla baş başa bırakılan yurttaşa haklarını vermekten kaçınan bir büyük ülke olur mu? Yanıtını aşağı yukarı altı aydır her gün yaşayarak görüyoruz. Hepimiz için birer diyet kılınmış, vergilendirmeler, giderek bir hak gasbı üstünden yağmalanmaya hala ve hala çalışılan sosyal güvenlik / sigorta ve emeklilik tahayyüllerine yapışıp kalmış bariz saldırganlık ve iç etme istencinin rutininde bu menzilin nasıl yanlışlara saptığını görmek olasıdır. Bunların yanında ekonomik çöküş halinden, notu her gün kırılan bir sermaye yapılması imkansız addedilen ülke ilanından, sokaklarında güvencesizliğin artık ulu orta konuşulmasının dahi imkansız konulduğu bir sahnede işsizliğin yüzde otuzların üstündeki gerçekliğine, devlet yalanlarıyla, bu sahnedeki yaşamaya tutunanlar de kendi doğrularıyla mücadelesine devam eder. Bu kadar keskin bir ayrım pandemi güncesinde artık sabitimiz olur.
Bir çökertme hamlesinin birisi bitmeden bir başkasının var edildiği sahnenin hazan sureti meselemizdir. Devri iktidarın, dününde var edilmiş olanlardan hiçbir farkının olmadığı hiç ama hiçbir biçimde ayrı kalamadığını kanıtlayan örnekler arasında bir ülkedeki yaşam pratikleri alt üst olunmaktadır. Bu kadar kolayca yalanlarla güncelliği sağlama alınmış bir profilde, atılan her adım, var edilen her eylem, sonucu kestirilmeden sallanan her cümleyi bir kez olsun fark ettiğinizde yaşamın nasıl bir biçareliğe rehin olunduğu daha da afaki bir biçimde karşımıza çıkacaktır. Dindar Karataş’ın Mezopotamya Ajansı’ndaki haberidir.
“Başta Diyarbakır ve Van olmak üzere bölgenin birçok kentinde koronavirüs (Kovid-19) vakalarında artış sürüyor. Yaşamını yitirenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Geçtiğimiz günlerde Van'ı ziyaret eden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bölge illerinin sağlık müdürleri, saha koordinatörleri, kamu hastaneleri başkanları, halk sağlığı başkanları ve hastane başhekimleriyle yaptığı değerlendirme toplantısında, Bitlis, Muş, Hakkari ve Van'da hasta sayılarının neredeyse iki katına çıktığını açıkladı. Van-Hakkari Tabip Odası da Bakan Koca ile görüşmek için randevu talebinde bulundu. Ancak Koca, Tabip Odası ile görüşmeden kentten ayrıldı.
Van-Hakkari Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Doktor Hüseyin Yaviç, uzun süredir hem Van’da hem de ülke açısından eleştirdikleri tablonun Sağlık Bakanı Koca’nın Van ziyaretinde teyit ettiğini söyledi. Kentteki Kovid-19 tablosunun yapılan açıklamaların aksine çok daha farklı olduğuna dikkat çeken Yaviç, ülke genelinde de verilen sahadaki verilerle uyumlu olmadığını belirtti.
Bakan Koca'nın Kovid-19 ile ilgili tablonun çok karamsar olduğunu ortaya koyduğunu ifade eden Yaviç, "Bizler de kendisiyle görüşmek isterdik. En azından bir sivil tolum kuruluşu olarak bizleri de bu görüşme ve toplantılarına dâhil edip, en azından bir sivil toplum kuruluşundan yerelin sağlık sorunları ile ilgili bilgiler almasını talep ederdik. Vaka son dönemde gerçekten çok arttı. Özellikle normalleşme adımlarının atılması ve kısıtlamaların kaldırılmasıyla birlikte artış oldu. Ki artık bu sayıları tartışmanın da bir anlamı kalmadı. Bu tablo kabul edilir bir noktaya geldi. Daha çok tedavi edici politikaların öne çıkarılması gerekiyor. Kovid-19 ile ilgili genel anlamda tedavi edici politikalar olduğu, önleyici politikalar olmadığı öne çıkıyor” dedi.
Salgının koruyucu ve önleyici sağlık hizmetleriyle önlenebileceğini belirten Yaviç, pozitif vakaların erken dönemde tespit edilmesi, uygun şekilde izolasyonların sağlanması ve tedavi süreçlerinin yürütülmesi gerektiğinin altını çizdi. Mevcut politikalarla pandeminin önlenmesinin mümkün olmadığını vurgulayan Yaviç, “Sorumluluğu sadece topluma yükleyen tedbirler almışsanız, bu süreç önüne geçilebilir bir süreç olmaktan çıkar. Elbette ki insanların tedbirlere uyması ve dikkatli olması gerekir. Toplumu destekleyici, toplumsal spekülasyonun azalmasını sağlayan politikalar uygulanmadığı sürece, pandeminin önlenmesi de imkansız hale gelir” diye konuştu.
Van’da günlük vaka sayısının 300-400 civarında olduğunu aktaran Yaviç, “Bu sürecin toplumla şeffaf bir şekilde paylaşılması gerekir. Toplum, salgının ciddiyetini anlayabilmesi için aynı şekilde sağlık boyutuyla ne durumda olduğumuzu bilmesi gerekiyor. Sağlık kurumlarımızın yoğun bakımları neredeyse tamamen dolu vaziyette. Kovid için ayrılan servislerin yüzde 70’lerde doluluk oranına sahip olduğunu biliyoruz. Mevcut tablonun iki olumsuz yansıması olacak. Sağlık çalışanlarının çok yoğun koşullarda çalışması, sayılarının yetersiz olması, uzun bir süredir izinlerini kullanamayışları, sosyal desteklerden mahrum bırakılması, sağlık çalışanlarında bir tükenmişliğe ve özelikle çalışma performanslarında bir düşüşe neden olacaktır. Yine bazı illerde istifalar gerçekleşti ve ilerleyen dönemlerde bu tarz yönelimler de olabilir. Pandeminin bu yoğunluğuyla devam etmesi halinde, ertelenen sağlık hizmetleri konusunda toplumun ciddi sıkıntılar yaşaması kaçınılmazdır” diye uyardı.
1 Haziran’da normalleşme adımlarıyla kaldırılan kısıtlamaların yeniden uygulanması gerektiğinin altını çizen Yaviç, şunları söyledi: “Toplumsal sirkülasyonu azaltacak genel bir politika ortaya konulmadan, sadece toplumdan tedbirlere uymasını beklemek yanlıştır. Maske takmasını beklemek çözüm getirecek bir yaklaşım değildir. Sağlık Bakanlığı’ndan yerellerin koşullarına vakıf olan sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içine girmesini, şeffaf bir şekilde sürecin yürütülmesini bekliyoruz. Pandemi ile bu şekilde mücadele edilmesi halinde, önümüzdeki kış mevsiminde salgının sonuçlarının çok daha ağır olmasını ön görüyoruz. Bunun önüne geçmek için de gerçekçi önlemlerin alınması gerekiyor.”
Gölgesi üstümüze düşürülmüş bir pandemi sürecinin orta yerinde hala yalan ve riyayla, küçücük ülkelerin rakamlarına benzeş vaka sayıları, kayıplar bildirerek, resmi sunumun takvim bilgisi dışındaki her şeyinin tahrif edildiği artık ortaya çıkmış bir ülke halinin tam da kendisidir doğruların yitirildiği menzil. Yıkımdan ön almak yerine, var edilmiş olan tüm o normalleşme hallerine inatla devam diyerek bir menzilin, kurgu değil hakikaten de çürümesinin / yaşamların altının oyulmasının zemini bir kez daha yoklanır. İstanbul’dan ve Ankara’dan seçim kaybedildiği için alınmak istenen hınçla dahi bağlantılanan bariz bir nefret simyasında yol da yön de karanlığa kesintisiz ulaştırılır. Bakur Kürdistan’ından her bir bildirimde, her bir vaka patlamasının sonrasında Batı Türkiye’nin sessizliğini de bu hal ve tavra eklediğimizde, bir cerahat sofrasında, asgari sağlık hizmetlerinin de, insani ölçülerde bir gelecek kaygısından sıyrılmanın da tükenişi yaşama monte edilir. Tabi ki bunun adına yaşamak denilebilirse!
Gazete Karınca’dan iliştirelim: “Yeni tip Corona virüsünün yol açtığı Covid-19 pandemisinin dünya çapında tarihi bir yoksullaşmaya neden olduğu ifade edildi.
Birleşmiş Milletler’in (BM) raporuna göre pandemi, 1929 Ekonomik Bunalımı’ndan bu yana yaşanan en büyük ekonomik durgunluğu tetikledi.
Bu kırılmanın sonucu olarak dünya çapında 176 milyon insanın yoksullaşma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor.
DW Türkçe’de yer alan habere göre mevcut durumdan daha da karanlık bir tabloya işaret eden BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Olivier De Schutter, “krizin yoksulluk üzerindeki en kötü etkilerinin ise henüz tecrübe edilmediğini” söylüyor.
Raporda yoksulluk sınırı günlük 3,2 dolardan hesaplandı.
Pandemi sürecince 113 ülke toplam 589 milyar dolarlık sosyal yardım paketlerini devreye sokmuş olsa da, bu yardımlardan çok sayıda insanın faydalanamadığı kaydediliyor.
Ayrıca mevcut önlemlerin kısa vadeli ve yetersiz olduğuna dikkat çeken De Schutter, bu nedenle de çok sayıda kişinin yardımlara ulaşamadığını belirtiyor.
De Schutter, uluslararası topluma yardım paketlerini en yoksullara yönelik olarak güçlendirmeleri çağrısı yapıyor.
BM’nin raporuna göre durumu en kritik olanlar ise kayıtdışı çalışanlar. De Schutter, dünya çapında sayıları 2 milyarı bulan ve çalışan nüfusun yüzde 61’ini oluşturan bu kişilerin ulusal yardım paketlerinde göz önüne alınmadığı eleştirisinde bulunuyor.
Birçok ailenin pandemi sürecince birikimlerini tükettiği ve son malvarlıklarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldığı belirtiliyor.
Pandeminin ekonomik sonuçlarından en ağır biçimde etkilenenler arasında mülteciler de yer alıyor.”
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Türkiye'de son 24 saatte 63 kişi Kovid-19 nedeniyle hayatını kaybetti, 1716 kişiye Kovid-19 tanısı konuldu. Son 24 saatte 112 bin 563 Kovid-19 testi yapıldı. 1225 kişinin Kovid-19 tedavisinin tamamlanmasıyla iyileşenlerin sayısı 260 bin 58'e yükseldi. Yeni rakamlarla birlikte toplam vaka sayısı 292 bin 878 oldu. Yaşamını yitirenlerin sayısı toplam 7 bin 119'a yükseldi.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca sosyal medya hesabından "Hastalığın bulaşma hızında tespit edilmiş bir yavaşlama yok. Bugün hastalığa yakalanan 1.716 yeni hastamız var. Kayıplarımızın sayısı 60’tan fazla. Tek tek mücadele edemeyiz ama birlikte galip gelebiliriz. BİRLİKte TEDBİRlere uyalım." paylaşımı yaptı.”
İÜ İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tufan Tükek'in Twitter'dan bildirdiğidir: “Çapa’da 530 testin 81’ i pozitif. Pozitiflik oranı %15 i geçti. Bugünden artık salgının İstanbul için yeniden başladığını söyleyebiliriz. Ağırlıklı gençler ve maalesef zatürre oranı yüksek. Moral bozmak için değil tedbir alın diye yazıyorum. Yoksa herkes üzülecek.”
Bir gündelik, günlük, genel geçer mesele değil doğrudan hak ile hukuk ve adaletin üstünde tepinen bir devletli figürü bu sahadaki yaşam istencini alaşağı ediyor. Her günü apayrı fecaatler ile hem hal yer hakikat oluyor. Bir mizansen yahut da kurgu değil doğrudan, yetkin ve kesintisiz bir kırım bağı gerçekliğe kavuşturuluyor. Covid-19’un bu sahadaki birinci zirvesine varmadan var edilmiş normalleşmenin, açılışlar, fetih etkinliği, Ayasofya’nın ibadete açılması, temel atma törenleri, bayram seyahatleri, sınavlardaki tüm o yığılmalar, yığınların yığınlarla sürü bağışıklığına rehineliği sonunda bir doktorun var ettiği gibi menzili uçurumun kıyısına taşır!
Bir gündelik, bir günlük, bir anlık bir mesele değildir artık Covid-19. Tek başına bu saha, şu yerde o muktedirin var ettiği bir kırım halinin devamlılığına eklenen bir yıkım aparatı kılınandır. Cürümler birbirine eklenirken, hayatların yemyeşil bir devletli propagandasına haiz takvimdeki tarih dışında her şeyi yalandan mülhem, riyayla birlikte şekillendirilmiş bir pandemi sürecini dahi toplumu dönüştürmek adına kendine koz belleyenlerin var ettiği şey biyopolitik bir çürümedir. Altı koca ayda ulaşılan menzil, bilim kurulu hazretlerinden o sermayedar sağlık bakanının şaklabanlıklarından, kelle paça iyi gelir diyenden biz Türküz bize bir şey olmaz buyuranlardan ortaya karışık bir çürüme deneyimidir.
Türkiye kendi var ettiği cerahatinin yanında bir de devletli eliyle var edilen bu sistematik sürü bağışıklığı dahilinde yıkımla baş başa koyulmaktadır. Bu kadar kesintisiz bir halde devlet aslında nedir sorusunun da yanıtı hayatlarımıza göz dikenlerin var ettiği o kırım halinden barizdir, görüyor musunuz? Doğrularını zayi etmiş, Bahçeli gibi miadı tükenmiş zil zil faşist temsillerin Türk Tabipleri Birliğini hedef kılmaya çalıştığı, bakan diye öne sürülen o sermayedar, pandemi sürecinde karlı çıktığı ifşa olunan bir temsilin kıyısında, ölümler birer rakam, yıkım üçte bir oranından da az görünür kılınırken, bildirilirken devletin kırım tahayyülü güncellenmektedir. Covid19 pandemisinin henüz birinci salgın dalgasının ikinci yükseliş döneminde bunlar olurken, önümüzün karanlığını görüyor musunuz? Bu devletle bir hayat muhafazası, bu sermayedar akılları, onca nobran faşizmle bir hayat tahayyülü, bir yer, bir ülke muhafaza edilebilir mi? Normalleşti denilen ülke neresidir! Bu mu normalleşmek!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: BirGün Gazetesi
#covid19#sağlık politikası#türkiye#sağlıkçılar#yaşam hakkı#insan hakları#ülke#hakikat#çürümeye karşı isyan#salgın#pandemi#süreç#kötülük#karanlık çağ#anlam#hayat memat#sözcükler#izler#bakur kürdistan#siyasa#devlet102#analiz#cerahat#toplum#kırım#cinayet#fasit döngü#yeni ülke#bayat hikaye#yaygın medya
1 note
·
View note