#kimliksizleştirme
Explore tagged Tumblr posts
Text
Hiçbir Yere Geçit Yok!
Hiçbir yere geçit yok. Hayat mahvedilmeye devam olunurken, demokrasi, seçim, oy, her durumda çıkagelen bir iddia irade vesaire zikredilip dururken bu katran karanlığındaki iş bu menzilde iktidar klikleri hiçbir “olumlamaya” geçit bırakmıyor. Ne eksik, ne bir satır fazla. Doğrunun yerine çoktan ikame olmuş yanlışın, düzün yerine çoktan geçmiş olan o eğrinin çok uzun bir zamandır hakikat bildirildiği bir yerde, hayat engelleme hallerine enikonu açıktan rehin ediliyor. Yirmi bir yıllık iktidarın artık bir zorbalık toplamından mülhem olduğu gerçekliği gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Bütünüyle dönüşümü mutlak biat, sessizliğe ricat, tahakküme teslimiyet, hürriyet yerine esaret olarak gören, anlayan bir zevat eliyle demokrasi hiç ediliyor, her zamankinden de pek bir biçimde, ne eksik ne de mübalağa. Hiçbir biçimde olumlanabilir olanın yolu açılmıyor onca isyana merama yol açacak mesel yaşatılmış olmasına rağmen, mevzu, yara yirmi dört saatte unutturulmaya bir biçimde sevk ediliyor. Aralıksız ve doğrudan ve hiç kesintisiz o sessizlikten el alarak akp, hayatı bambaşka bir mesele dönüştürüyor. Erk, muktedir, iktidar pratiğinin bunca zaman diliminde var ettiği yegane şeylerden birisi bu hayat iminin toptan çürütülmesidir. İnsanın elinden umut çalındığında geri ne kalacaktır ki! Hayat bildiğiniz anlamla zulmün kılınırken geriye hiç ümit kalır mı. Akp’nin, mhp, bbp, vp, hüdapar vs. koalisyonu eliyle bu döngünün yıkıma çıktığı gerçek değil midir. Her şey birbiri içinde yeniden güncellenir yeniden var edilirken bir cerahat sarmalının ta kendisine demirlemiş olan hayat imgesi her ne haldedir?
Bütünüyle cerahatin eline rehin edilmiş olagelen hayatın tüm bu seçim gümbürtüsü içinde o rehineliğinin hangi raddelere ulaştığının kim farkındadır? Yenilendiği söylenen zemin, artık sorunlarını geride bıraktığı zikredilen mefhumun / yerin vatan imgesini zayi etmesi bir yandan, hayatın rutininin çoktandır tüketilmesi söz konusudur. Bedene kastın, akla bin seza hallerin, nutku tutulmaya sevk ettiren eylemlerin, peşkeş hallerinin, yağmadan payını kapmaların bütünlüğünde iktidar ve çeteler heybelerini güçlendirirken, eline kan bulaşmış sermaye kendini muhafaza edip, memleketin üstüne biraz daha çökerken hayatın iyimser, olumlu, düzgün kalmadığı zaten kendiliğinden bariz kılınır. Bütünüyle sosyal medyadan var edilen görüntüler, misal paralar saçılarak kurtarılan saçmalama enginden, iktidarın ol dümen suyundan beslenen zümrelerden birisinin bir kız isteme merasimine dolardan imal buketle teşrif etmesinin garabetliğine küçük tefek detaylar ol ümidin nasıl da perişan edile gelen bir mefhuma dönüştüğünü örnekler. Bir emtia / güç / çıkar savaşının var edildiği bir sahnenin gerçekleri, asgari ücretle geçinin denilen insanların gözlerine sokulur. Misal bir başka gizli sitenin üyesi, bedenin teşhir edilmesinden, seks pazarının ta kendisini var eden bir topluluk sitesi üyelerinden magazinsel bir kurgu figürün, milyar lira sınırındaki kazanç tablosunu paylaşması da bu minvalde değerlendirilebilir. Aylık geçimini güç bela yapan, en azından bunu sağladığını düşünenlerle alay edercesine tomar tomar paranın ortalarda iç edilip, bir de iktidara teslim olun çağrılarının yinelenebildiği bir zeminde ne kalmıştır sahiden ümit kırımından gayrı.
Bir de hayatın yalın gerçekleri vardır. Bir örneğini BirGün Gazetesi’nden İsmail Arı’nın haberinden aktaralım: “AKP tarafından yönetildiği dönemde İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile Çekmeköy Belediyesi işbirliğiyle, Çekmeköy Merkez Mahallesi Farabi Sokak’ta birçok yurttaşın evi yıkıldı. Şimdi de AKP’li Çekmeköy Belediyesi evi yıkılan ve bin 640 gündür direnen Suna Duman’ın inşa ettiği barakayı yıkmaya hazırlanıyor.
İBB, AKP tarafından yönetildiği dönem Farabi Sokak’taki gecekonduları, ev sahiplerinin tüm itirazlarına rağmen dere yatağında kaldığı gerekçesiyle yıktı. Ancak kısa bir süre sonra yıkılan evlerin yerine siteler, apartmanlar inşa edildi. Evi yıkılan Suna Duman ise kendi arazisine bir baraka inşa ederek mücadeleye başladı. Gidecek yeri olmadığını belirten Duman, bin 640 gündür mağdur edildiğini belirterek direniyor. Ancak şimdi de AKP’li Çekmeköy Belediyesi, Duman’ın elektrik ve su bağlantısı olmadan yaşamaya çalıştığı evini çevreden şikâyet olduğu iddiasıyla ikinci defa yıkmaya hazırlanıyor. Belediye yetkililere Duman’a yaşadığı barakanın yıkılacağını bildirdi.
Bin 640 Günlük Direniş
Duman, “Evimiz dere yatağında kaldığı gerekçesiyle yıkanlar aynı yere apartmanlar yapılmasına onay verdi. Çünkü imar planları değiştirilmiş, bölge artık dere yatağı değilmiş” diye tepkisini dile getiriyor.
Uğradığı haksızlığa karşı tam bin 640 gündür mücadele ettiğini belirten Suna Duman, BirGün’e yaptığı açıklamada, “Belediye şikâyet var, barakaları kaldıracağım diyor. Çekmeköy Belediyesi’nin zabıta ekipleri gelip bunu sözlü olarak ifade etti. Yazılı bir evrak vermediler. Belediyeye gittim ‘yazılı bir evrak vermeden evimi nasıl yıkarsınız?’ diye sordum. Zabıta müdürü sırıtarak, ‘Tamam yazılı tebligatta gönderip, sonra yıkarız’ dedi” ifadelerini kullandı.
‘Başkanın Yakınlarının’
Evinin dere bandında kaldığı gerekçesiyle 2018’de yıkıldığını da anlatan Duman, “Evimizin İBB ve Çekmeköy Belediye işbirliğiyle yıkılmasının üzerinden 5 yıl geçti. O zaman evimizin dere bandında kalmadığını defalarca beyan ettik. Yapı kayıt belgelerimizin olduğunu söyledik ama tüm bunlara rağmen gelip evimizi yıktılar. Evlerimiz yıkılınca da bizim savaşımız başladı. Kaymakamlık’a gittik, Valilik’e gittik, siyasi partilere gittik. Her yerde derdimizi anlatmaya çalıştık ama bir sonuç alamadık. Evlerimiz yıkıldığı alana iki yıl sonra 5 katlı apartman diktiler. Sonra öğrendik ki bölge dere yatağı sınırından çıkarılmış, imar planları değiştirilmiş. Şimdi tek başına barakada yaşayarak direniyorum. Baraka kurduğum arazi de babama ait” diye konuştu.
Rant İçin Yaptılar
“Barakam yıkıldığı zaman ben nerede kalacağım?” diye isyan eden Duman sözlerini şöyle tamamladı: “Ben sadece hakkımı istiyorum. Siyasetçilere, İBB başkanına sesleniyorum. Hukuksuz bir şekilde evlerimiz yıkıldı. İnsanların gecekondusunu yıkıp apartmanlar yaptılar. Yapılan bloklar AKP’li Çekmeköy Belediye Başkanı Ahmet Poyraz’ın yakınlarına ait. Rant için yapıldı tüm bunlar. Yetkilerin beni duymasını istiyorum. Perişan olduk ve hakkımızın teslim edilmesini istiyoruz. Hiç birimizin ekonomik durumu iyi değildi. Belediye başkanı da bunu biliyordu. Bunlar fakir, güçsüz diye düşünerek evlerimizi yıkıp bize bunları yapıyorlar.”
Hiçbir yere gitmeyen, hiçbir biçimde dönüşmeyen, hiçbir surette son tahlile yer kalmayan bıraktırmayan bir cerahat kuşatması altında hayat mefhumu dibine kadar çürümeye sevk ediliyor. Suna Duman’ın tek başına yaşamakta olduğu kırılma / sınanma halinin her nasıl bir devamlılıkla ülke genelinde var edildiğini de yaşadığımız ekonomik buhran sırasında pek çok farklı yerde yaşadık. Tümüyle mutenalaştırma, kentin kimliğini ve dokusunu bir biçimde dönüştürme gailesinin, kent çeperlerini yaşanamayacak kılma haliyle buluşması bu tarz hak gasplarını da beraberinde getirir. Normatif hali yıkarak, ezerek, tüketerek ve daimi bir biçimde sınırlar belirleyip, yepyeni tahakküm hamlelerini var ederek imal eden bir ülkede hangi yaraya çözüm söz konusu edilebilecektir. Suna Duman’ın tek başına var ettiği o itirazın karşılıksız konulmasının esamesini ne karşılayacaktır. Sahiden hayatın böylesi bir biçimde ucuz kılınabildiği bir zeminde burası bir ülke midir, dingo’nun ahırı mıdır?
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Binlerce Boğaziçi Üniversitesi mezununun bağışlarıyla inşa edilen ve 30 yılı aşkın süredir üniversitenin bileşenlerine hizmet veren Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED), Sarıyer Kaymakamlığı'nın kararıyla tahliye edildi.
Polis eşliğinde yapılan tahliye sırasında okula girmek isteyen derneğin yönetim kurulu ise kapıdan içeri alınmadı.
Tahliyenin gerçekleştiği sırada okula girmek isteyen mezunlar ve derneğin yönetim kuruluna, polis ve güvenlik görevlileri izin vermedi. Aynı zamanda Rektörlüğün kampüsleri ziyarete de kapattığı görüldü.
Polis ve güvenlik görevlilieri ile tartışan yönetim kurulu üyeleri duruma tepki göstererek "Evin sahibi evde olmadan evi tahliye edemezsiniz" diyerek kararın uygulanmasının yanlış olduğunu ifade etti. Sadece derneğin saymanı cep telefonunun kapalı olması şartıyla içeri alındı.
Üyeler, "Bugün bizi buradan çıkararak fiziksel olarak kampüsten koparabilirsiniz ama öğrenci ve akademisyenlerle olan bağımızı asla koparamazsınız. Cebren gidiyoruz, hukuken döneceğiz" diye tepki gösterdi.
Kurulduğu günden bu yana üniversiteye 40 milyon doların üzerinde bağış yapan, sayısız öğrenciye burs sağlayan, mezunlara iş imkanı sunan, akademisyenlerin araştırma giderlerinden konut ihtiyaçlarına kadar çözüm üreten BÜMED’in kampüsteki varlığına resmen son verilmiş oldu.
Yürütmeyi Durdurma Kararı
Tahliye işleminin bitmesinden sonra ise derneğin başvurusunu üzerine mahkeme, yürütmeyi durdurma kararı verdi.
"Yarın Tesisimize Geri Döneceğiz"
BÜMED Yönetim Kurulu Başkanı Hülya Cesur kararla ilgili "Hukuki sürece güvenimiz tamdı, bundan sonraki süreç için de hukukun üstünlüğüne inanıyoruz. Yarın eşyalarımızla beraber mahkeme kararı beklenmeden, hukuksuzca çıkarıldığımız tesislerimize geri döneceğiz. Birçok basın kuruluşu da yarın bize eşlik edecek" açıklamasını yaptı.
Kılıçdaroğlu'ndan Tepki
BÜMED'in zorla tahliyesine tepki gösteren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sosyal paylaşım sitesi Twitter'dan şunları yazdı: "Binalarına kayyumun çöktüğü Boğaziçi Üniversitesi mezunlarına sesleniyorum: Rektör görünümlü kayyumu birkaç ay sonra Boğaziçililer ile birlikte tahliye edeceğiz. Ve öyle evine falan da gitmeyecek, suçları ile yüzleşecek. Türkiye’de “kayyum” düzenine son vereceğiz. Çok az kaldı!"
Ne Olmuştu?
Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğü, 7 Ocak’ta tüm mezunlarına attı��ı bir e-posta ile mezunların bağışı ile inşa edilmiş 30 yıllık sosyal tesisinin kira sözleşmesini yenilemeyerek mezunları kampüsten uzaklaştırma kararı aldığını duyurmuştu. Buna karşılık Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) BÜMED Sosyal Tesisleri’nde “Ayakta kal Boğaziçi, yerinde kal BÜMED” şiarıyla buluşup kararı protesto etmişti.”
Bu arada bir tahakküm hamlesi de bu gümbürtü içinde var edilir: “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, 4 Ekim 2020'de protestolar sırasında Rektör Prof. Dr. Naci İnci'nin makam aracının önünü kesmesi, bir kişinin de otomobilin üzerine çıkması iddiasıyla soruşturma başlatıldığına yer verildi.
Güvenlik görevlileri ile arbede yaşayan gruptakilerin uyarılara rağmen dağılmadığı öne sürülen iddianamede, 14 sanığın "kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma", "toplantı ve yürüyüşlere katılarak ihtara rağmen dağılmama", "ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma" ve "görevi yaptırmamak için direnme" suçlarından 5 yıl üçer aydan, 25 yıl altışar aya kadar hapisle cezalandırılmaları isteniyor.”
Tam anlamıyla ümidin zayi edilmesine yetkin bir örnektir Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşatılanlar. Önce müdahil olunan, kayyım ataması sonrası çıkagelen abuk sabuk haller, bir okulu okul kılmaktan çıkartarak bostana çevirme gayretinin ucuz manevraları, bir temsilin def edilip, tam soluk alındı denilirken başa geçirilen bir başka memurun var ettiği ucuzluklarla o umut tahayyülünün yıkımı kesintisizleştirilir. Günler günleri kovalarken var edilmiş direnişin, artarak devam eden itirazın karşısına bambaşka hukuksuzluklarla birlikte çıkagelen bir devlet söz konusu olur. En son yukarıda okuduğunuz cürüm ile tüm o mezunlar derneğinin kapısına kilit vurulmak istenir. Yargı kararıyla geri dönmenin tam anlamıyla var edilebileceği bildirilirken bu sefer o atanmış memurun kaprisleriyle, okul kapı duvar kılınır ve nice rezillik.
Hayatın mahvına devam olunuyor. Birbirinden apayrı görünen nice vakanın / eylemin ve olay örgüsünün ortasında bir bu bahsin peşinde koşa duran bir ülke gerçekliği var ediliyor inat ve ısrarla. Doğrudan doğruya kesin ve kati bir biçimde hayat ehven olandan uzaklara taşınıyor. Ne adaleti adalet, ne hürriyeti mümkün, ne demokrasisi söz konusu ne o tam ne de bu, her şey eksik gedik kılınırken sıradan insanların paylarına bedeller biçilmeye, ardılı sıra o bedeller tahsil olunmaya devam ediliyor. Bütünüyle seçim sathı mahallinin kakofoni dolu güncesinde her güne bir kötü senaryo var edilirken hayatın meseli söz konusu edilebilir mi? Esamesi okunmayan, seçimden seçime hatırlanan bir iradenin / gerçekten gerçek olan insanın meseline daha çok var mıdır? Bunca afaki bir biçimde nihai anlamda çürüme güncellenirken sıradanın payına düşürülenlerin hesabı her ne olacaktır? Hiçbir yere geçit yokken...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Sedat SUNA – EPA
#meram#arzihal#başka türkiye vardır#modernizm#liberal#tahakküm#kötülük#yıldırı#yoksulluk#kimliksizleştirme#yol nereye?#cerahat#biyopolitika#deneysel#boğaziçi üniversitesi#protesto#evrensel#insan hakları#devlet102#siyasa#pragmatism#kes yapıştır#cümleler
0 notes
Text
KİMLİKSİZLEŞTİRME!
100. yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ni hukuk devleti olmaktan çıkaran siyasal İslamcı AKP, kadınlarla adeta hesaplaşırcasına hak gaspını sürdürme niyetinde. Türkiye’de karşıdevrim, Cumhuriyet Devrimi’nin haklarını verip toplumsal alanda öne çıkardığı kadınları erkeklerle eşit görmeyen, onları doğum makinesi yerine koyup geriletme hedefini güden bir harekettir. AKP, karşıdevrimin son yirmi iki yıldaki sürdürücüsü bir örgüt olarak, kadın haklarına bu yolla bir darbe daha indirme peşinde!
İstedikleri soyadını kullanmak kadınların hakkıdır ve evlilik öncesi soyadı birçok kadın için kimliğinin ayrılmaz bir unsurudur. Evlenen kadın, doğumundan evliliğine kadar geçen zamanda oluşan birey kimliğini terk edip erkeğin hegemonyasına girmiş olmaz!
Bunu anlayacaksınız, kadın haklarından elinizi çekeceksiniz!
7 notes
·
View notes
Text
ོ ོ ོ ོོ ོ
#AŞKNEYDİ
Tedirgin dar zamanlarda sevdalara vakit yoktu. Korku gecelerin devamıydı. Dostlar, sevdiklerimiz gözaltına alınıp işkencecilerin zalim bakışları altında dişlerini sıkarken gıcırtıları ulaşır, yardım edememenin sancılarıyla iki büklüm olurduk.
Nergislerin kokusu kaybolmuş en çok da karanfiller küsmüştü.
İdam edilenlerin ipleri elimizde, cellatların parmakları boynumuzdaydı.
Kıbrıs'a kumar oynamaya gidiyordu yeni gözde zenginler ve en çok Sibel Can dinleniyordu.
Kaçak Ali ile Gölbaşı'nda, soğuk bir gecede yan yana oturup sessizliği dinlemiştik. Bir kaçakla yakalansam ne olurdu düşünmemiştim hiç. Ela gözleri insan sıcaklığının en güzel ışıltısını yayıyordu içime. Sesi hüzünlü tınılarla anlatıyordu çocukluğunu.
Yaralı erkekleri sevmeye ilk onunla başladım. Kıvırcık siyah saçları yumuşak elleri sımsıcaktı.
Stravinski dinlemiştik köpek havlamaları eşliğinde ve öpüşmemiştik. Suskunluk iyi gelirdi zaten sözcükler neyi neleri anlatmayı başarıyor ki.
Paltosu geliyor aklıma, savruktu giyiminde. En çok gülüşü kalmış aklımda. Çocuk muzipliğinde.
Antikacılık yapan bir arkadaşına gitmiştik. Gramafonda taş plaklardan Dede Efendi dinlemiş durmadan çay içmiştik. Yüzü kayıp. Kendi gibi güzel dostları vardı.
Gene darbe günleri Ali çok uzaklarda kaldı. Gölbaşı'ndaki geceden sonra görüşmedik bir daha.
Tedirgin ve dar günler başladı yeniden, bütün duyguların harmanlandığı, gelin duvakları ile puşt oğlanların çıldırdığı, nergiz ve karanfillerin kaybolduğu günler.
Yol kenarlarında zakkumlar, yanımızda yöremizde idam geri gelsin sesleri.
İnsan hakları aktivistleri, Gazeteciler, sanatçılar, akademisyenler gene tutuklanıyor, gene işkence haberleri ile başlıyoruz güne.
Hayatım boş bir parşömen kağıdı. Güvenilecek kimse kalmamış dost diyebileceklerim de.
Korkularım yıldız yıldız parlıyor gökyüzünde.
Sevdalar tutukluydu ve dilsiz.
Yalnızlık alışkanlığa dönüşüyor ağulu.
Her alışkanlık gibi kurtulmaya çalışıyorum deli gömleklerinden.
Ne anlamak ne anlaşılmak sadece otlara yatıp gökyüzüne bakmak iyi geliyor.
50 genci astınız da ne oldu? 650 bin gözaltı, 1402'likler. İşsiz kalan onbinlerce insan. Döverek, pencerelerden atılarak, işkencede ölen insanlar.
Küreselleşme savaş istiyor. Yeni hayatlar kurgulamadıkça içimizdeki şiddete kurban edileceğiz. Sadece sizin çocuğunuzun geleceğini düşünmekten vaz geçin. Bu sistem yarış atları yetiştirmenizi bekliyor. Sınavlar korkuya dönüşüyor.
Paranın saltanatı yıkıldığında geriye ne kalır? Yalansız ve ölümsüz bir dünya.
Yargısız infazlar, işkenceler, darbeler, kimliksizleştirme ve asimile politikaları hayatımıza ne kattı?
Korku ve şiddet sarmalı içine çekiyor, aşksız, sevdasız, sevgisiz ölüyoruz.
Tedirgin dar zamanlarda bulduğunuz her çiçeği koklayıp, gök yüzüne bakın, birini sevmeyi deneyin, insanlığımızı kaybetmemiş oluruz belki de. Bir umut...
Bu tedirginliğe bir de pandemiyi, ölüm orucunda ölenleri, kadın cinayetlerini, tecavüz ve şiddeti ekleyin.
ོ ོ ོ ོ ོ ོོ ོ
#AŞKNEYDİ
ོ ོ ོ ོོ ོ
#HİZAYAGELİNARTIKBELKİBİRŞEYLERÖĞRENİRSİNİZ
104 notes
·
View notes
Text
SON DAKİKA: Yunanistan'ın Murat Reis Külliyesi'ni müzik fakültesi yapmasına sert tepki: Kabul edilemez...
SON DAKİKA: Yunanistan’ın Murat Reis Külliyesi’ni müzik fakültesi yapmasına sert tepki: Kabul edilemez…
TÜRKİYE’DEN SERT TEPKİ AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik: Yunan makamlarının manevi merkezlere, cami ve şehitliklere saygısızlığını kınıyoruz. Yunanistan makamlarının, Rodos adasında bulunan ve içerisinde cami, tekke ve şehitlik olan Osmanlı mirası Murat Reis Külliyesi’ni müzik fakültesine dönüştürmesi kabul edilemez. Yunan makamlarının Osmanlı Türk eserlerine yönelik sistematik kimliksizleştirme…
View On WordPress
0 notes
Photo
Rapzan Belagat: Some rappers are presented as dissidents
http://mezopotamyaajansi35.com/en/ALL-NEWS/content/view/38672
http://mezopotamyaajansi14.com/en/ALL-NEWS/content/view/38672
actual
13:18 6 November 2018
|
http://mezopotamyaajansi17.com/en/ALL-NEWS/content/view/38672
https://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:Lp9L7W0Ei24J:https://mezopotamyaajansi.com/components/88122611/content/gallery/38647+&cd=2&hl=tr&ct=clnk&gl=tr&client=firefox-b-d
https://www.durushaber.com.tr/gundem/rapzan-belgat-bazi-rapciler-muhalif-diye-sunuluyor-h24671.html
.
http://mezopotamyaajansi17.com/tum-haberler/content/view/38647
ANKARA- Rapzan Belagat who attracted attention with the song 'Katilimi Tanıyorum' ( I know my killer) stating the rappers today are presented as dissidents, said: " But what they say actually is another thing. They are promoting a way of life that actually is favoured by the sovereigns."Rap music, which emerged in the 1970s as a way of expressing the rebellion of African immigrants, became widespread throughout the world.Rap music which has a wide range of listeners in Turkey, have drifted away from its essence in time but some artists like Rapzan Belagat are still producing protest rap. Rapzan Belagat drew attention with the album 'No Pasaran' of 16 songs.
Rapzan Belagat who defines himself as a socialits rapper from Dersim, told about his music and what it means in Turkey To Mezopotamya Agency (MA). Rapzan Belagat who said he thinks of the song ' Katilimi Tanıyorum' as the boy who screamed ' The king is naked' who walked among the people with his invisible oufit, said: "I did not say anything new actually. I just narreted what everbody say a little louder and stronger."
'MARGINALIZED BECAUSE THEY ARE SINGULARIZED'
Rapzan Belagat who evaluated the images of his video clip stated that the images are marginalized because they are singularized and said: "There always is a massacre, a murder, violence. You know as Ulrike Meinhoff once said 'If one person is throwing rocks against the government, it may considered to be a crime, but if a whole society is throwing rocks,it is a political act.' And music is the best way to express this. These things are happening on a daily bases. The fact that the images of those murders and massacres are being put out of sight does not make those acts dissappear." 'WE ARE TALKING ABOUT THE ONES WHO ABANDON YOU TO HUNGER' Commenting on the racist comments made about the video clip of the song 'Katilimi Tanıyorum', Rapzan Belagat said: " If ı wrote those lyrics, made that song, that video and no one was disturbed by it, that's when i would be disturbed. If the stone you're throwing is not worthy of a throwing, why would you throw stones? The sovereigns use every possible way to pump up the hatred. Tv shows, sports, music.. Those who starve says we antagonize their "flag", their "nation". No one antagonizes your flag or your nation. We are talking about the ones who abandon you to hunger!" 'THEY PRESENT SOME RAPPERS AS DISSIDENTS' Rapzan Belagat who says rap music is one of the genres that is being listened to worldwide, but it is open to criticism as well said: " In the times of political process being dominant, popular genres tend to pop up. I see the rappers in Turkey these days, they focus on drugs and gangs in the ghetto life. The severeigns does not only manage the politics but also they manage the perception of the society with music, cinema, advertisements, sports. See, those rappers are being presented as dissidents. What they actually say is another thing. They are promoting a life style what the sovereigns actually crave." 'THESE ARE WHAT THEY WANT TO BE HEARD' Rapzan Belagat who stated that the people around him does not know he is engaged in Rap music said: "My upstairs neighbor have just learned that I am engaged in rap music recently. If I was as known as the other rappers in Turkey, they would bomb the hell out of my neighborhood. If the rappers in the market are very well known and the government is not disturbed, I happen to think that is what the sovereigns want people to hear. For instance, a rapper in Turkey have recieved a plaque in a police night! This is unheard of in the history of Rap music. This is a first. You are creating a music ,liberating the streets and you go recieve a plaque from a police, in the police night..I control my legal status twice a week to see if they filed a suit against me!" Rapzan Belagat stated that Rap music entered Turkey with a nationalist discourse, though by nature it is anti-capitalist and anti- fascist. WHO IS RAPZAN BELAGAT? Rapzan Belagat, have been producing rap music since 2008. He is from Dersim. He says his chosen name means :' The person who knows rap and speaks seasonably.' The word Rapzan Belagat consists of words in Farsi, Kurdish and English. He is in Poland at the time for his education. He will take stage in Poland and Germany in the upcoming days.
https://ozgurgelecek28.net/sokan-sesini-rapzan-belagattan-dinleyelim/
Dersim: Dersim’de yaşayan Rapzan Belâgat, kendi olanaklarıyla rap müzik yapıyor. Kendisini sosyalist olarak ifade eden Rapzan Belâgat, muhalif kimliğini müziğine de yansıtıyor.
Son albümü “No Pasaran”la zulüm karşısında direnenlerin isyanını dinleyicileriyle paylaşıyor. Albümde “Başkaldırının Sanatı” başlığıyla sanatın tanımlamasını ise bize şu cümlelerle yapıyor: “Farkındalık yaratarak insanı dönüştürebilme gücüne sahip olan sanat, içinde geleceği barındıran güçlü bir silahtır. Bu nedenle egemen sınıflar açısından sanat daima büyük bir tehlike olarak görülmüştür. Çünkü sanat, sürekli olarak topluma dayatılan umutsuzluk tohumlarının da toprakta filizlenmesini engelleyen güçlü bir rüzgârdır.” Bizler de Özgür Gelecek olarak sosyalist rapçi Rapzan Belâgat’ı ve “protest müziğin ruhu ve sokağın sesi, özgürlük savaşçısı kadar da korkusuz” olarak tanımladığı rap müziğini yakından tanımak için yaptığımız röportajı sizinle paylaşıyoruz.
ÖG: Rapzan Belâgat kimdir? İsminin anlamı nedir? Kısaca kendinden bahseder misin?
Rapzan Belâgat: Dersim’de yaşayan, kendi olanaklarıyla rap müzik üretmeye çalışan bir sosyalisttir. Rapzan Belâgat; Rapi bilen, yerinde ve zamanında söz söyleyen ozan anlamı taşımaktadır. Şu ana kadar müzik hayatımda 4 yeraltı albümü bulunmaktadır. 2010 yılında “Rap Bir Sanat”, 2011 yılında “Devrim”, 2012’de ��Politik Analiz” ve son olarak 2017 yılında yeni albümüm “No Pasaran”ı yayınladım.
– Dersim’de yaşıyorsun. Ve müziğinle ötekilere, kimliği yok sayılanlara sesleniyorsun. Bu coğrafyanın yaşanmışlıkları müziğine nasıl yansıyor?
– Elimden geldiğince hak ve özgürlükleri kısıtlanmış her kesimin sorunlarına değinmeye çalışıyorum. Sistemin sürekli olarak bir ötekileştirme mekanizmasıyla kendini nasıl yürüttüğünü anlatabilme gayesi içindeyim. Daha da somutlaştırmak gerekirse, düne kadar ötekileştirilen dindar kesimin bugün direksiyonu eline alınca kendinden olmayana nasıl bir tutum sergilediği aşikâr. Var olan düzen sürdükçe bugün ben, yarın sen, diğer gün bir başkasını parmakla gösterecekler.
Dersim kimliğini ötekinin ötekisi olarak tanımlayabilirim. Yaşadığın yer Dersim olunca doğal olarak devletin sürekli doğrudan müdahaleleriyle karşı karşıya kalıyor ve küçük yaşlarda buna tanık oluyorsun. Çünkü Dersim tarihinin her koşulunda farklılığını koruma mücadelesini korkusuzca ortaya koymuş ve başka bir dünya yaratma arzusunu taşıyanlara bağrını açmıştır. Müziğimi Dersim adının simgelediği gibi tüm yok sayılmalar, baskılar ve kimliksizleştirme çabalarına karşı yaptığımı söyleyebilirim.
– Muhalif bir kimliğe sahipsin, müziğinde bu hissediliyor. Rap müziğin özünde bir isyan, karşı koyuş var. Senin parçalarına da bu isyan yansımış. Rap müzikle tanışıklığınız ne zaman başladı? Yaşamında nasıl bir yerde duruyor?
– Rap müzikle ufak yaşlarda tanıştım ve 3-4 yıl dinleyici kaldıktan sonra, yaşımın da verdiği heyecanla kendimi bir anda bu işi yapmaya çalışırken buldum. İlk sözlerimi 2005 yılının son aylarında yazmaya başladım. O yaşlarda yapmaya çalıştığım işin her açıdan yetersiz olduğunun farkındaydım. Ama ”gerçek manada rap” yapma fikrinin olgunlaşması biraz uzun sürdü. Bu sürenin uzamasının bana faydalı olduğu kanaatindeyim.
Rap artık yaşamımın özel bir yerinde durmuyor direk hayatım haline geldi.
– Enternasyonal mücadelede simgeleşmiş bir sloganla; “No Pasaran” adlı bir albüm yayınladınız. Ve bu albümde yer alan parçaların ortak teması ise “direniş”. Nasıl bir dönemde bu albümü hazırladınız? Albümün hazırlık aşamasından bahsedebilir misin?
– Albüm süreci salt kötülüğün hayatın her alanına sirayet ettiği karanlık bir döneme tanıklık etti. Hukuksuzluklar, katliamlar, savaş suçları gibi devletin karanlık dönemleri diye tabir edilen günlerin bilindiğinin aksine sadece tarihten ibaret olmadığını bir kez daha gözler önüne serdi. Böyle bir süreçte bayrak çekme ve tarihe not düşme amacıyla albüm fikrinin oluştuğunu söyleyebilirim.
Sanatsal etkinlik, toplumsal duyarlılıkların çözümlenmesi ve yeni biçimlerde ifade edilebilmesine yarayan estetik bir müdahale aracıdır. Bunun bilinciyle albümün bu süreçte tamamlanmasının ayrı bir önemi olduğunu düşünüyorum. On altı çalışmadan oluşan ve yapım aşaması yaklaşık olarak iki sene süren bu albümün bütün kayıtları Dersim’de kendi stüdyomda alınmış olup albümün bütün sözleri ve düzenlemesi bana aittir.
– Albümlerinin içeriği ülke gündeminin can yakıcı süreçlerine değen bir noktada duruyor. 15 Temmuz sonrasında ise devletin “demokrasi” söylemleriyle birlikte peş peşe ilan edilen OHAL uygulamaları ile karşı karşıyayız. Sözde “demokrasi” çığırtkanlıklarıyla ilan edilen OHAL ile birlikte baskı ve sindirme politikaları devreye sokularak muhalif kesimlerin sesi kısılmak isteniyor. Ve böyle bir dönemde referandum yapılarak “tek adam yönetimi” kurulmak isteniyor. Tüm bu yapılanlara karşı senin sözün ne?
– HAYIR tavrı devrimci siyaset ve tavrın bir parçası ya da gereğidir. Tek adam sultası altında faşizmin anayasal meşruiyete kavuşturulması elbette HAYIR diyorum. Çözüm HAYIR! Ama o sandıkta kullanacağımız bir “Hayır”ın yeterli olmayacağının farkına varılmalı. Çocuklarımızın geleceğini çalan, emeğimizi hiçe sayan, bu karanlık düzeni tamamıyla yerle yeksan etmediğimiz sürece 1 ZÜBÜK gider 1 ZÜBÜK gelir.
– Bize ve okurlarımıza söylemek ve iletmek istediğin bir şey var mı?
– Röportaj davetiniz için teşekkür eder kolaylıklar dilerim. Buradan bizi okuyan dostlarımıza çağrımdır. Kitleler kendilerini temsil eden, sorunlarını dile getiren müzikleri ve müzisyenleri benimsediği, sahip çıktığı müddetçe ancak bağımsız sanat üretiminin mümkün olduğunu söyleyebilirim. Yeni albümüm “NO PASARAN”ı paylaşarak reklam sponsorumuz, satın alarak da yapımcımız oluyorsunuz. ‘’[email protected]’’ hesabıyla iletişime geçerek gerekli detaylarını öğrenebilirsiniz.
Yapım şirketlerinden uzak, bağımsız bir sanat mümkün!
Dersim Underground Rap
1 note
·
View note
Photo
🌲 orman yeşillik ranta çevirdiler çevre kirliliği çevre tahribatına yol açtı doğal yaşam betonlaştı insanlar soğuk nevale kimliksizleştirme yalnızlaşma ve yabancılaşma. https://www.instagram.com/p/CS2XZVdjdWHNZ4f36K9w57qT8oR3Jf-_efK0G40/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
ve TANRI PSİKOTERAPİSTİ YARATTI...
Kabahat,kabus, kaçak, kaçmak, kaçgöç, kaçış, kadınsı,kafası iyi olma, kahpe, kahraman, kahrolma, kabiliyetsizlik,karabasan, kaltak, kanın çekilmesi,kader, kahır, kafir,kalp kırıklığı,kalpsiz, kalp yarası,katil, katletme, kaza, kan parası,kanaatsiz, kandırmaca, kangren,kara cahil, kara düzen, kara gün, kara sevda,karaktersiz, karizma, karmaşa,kavga, kavrayışsız,kayıp, karanlık, kaygı, kasvet, keder, kefen, kefaret,kerhen, kendi farkındalığında olma, korku,kıymet, kırgın, kırık, kıyamet, kıskançlık, kifayetsiz,kindar kişiselleştirme, kimlik, kimliksizleştirme,kof, korku, kötü, keder, kader, kurum, kuruntu, kurban, kurşun, kurgu,kusmuk, kuşku, kuruyup gitmek, küçümseme, küskün,küstah, küfür…
Sözlüğün K harfinin barındırdığı şu kadar sözcük bile terapiste gitmek için bir sebep.
Bilememe durumumuz yaşadıklarımızın zihinsel olmaktan çok duygusal süreçlerden oluşmasıdır. Duygusal gelişim süreci son derece yıpratıcıdır. İnsanın biricikliği, birey oluşu, onu daima yalnız bırakır. Herkesleymiş gibi görünür ama kalabalıklar içinde yalnızdır, tektir. Önemli olan o kalabalık içinde yitip gitmemesi, kaybolmamasıdır. Tek de kalsa ayakta durabilmesidir.
Bu süreçte, günümüz koşullarının acımasızlığı ile arkadaşlarımız, akrabalarımız,iş çevremiz, ebeveynlerimiz tarafından bile destekleyici tavır ve davranışları göremeyiz. Çünkü anlamaya çalışmak sorunun parçası olmak demektir. Kendi yükünü zor çeken insana bir diğerininkini taşımak istememe hakkını da fazla görmemeliyiz.
Dünyanın gelen geçeni arasında, yaşadığımız zamandan kopuşlarımıza, gündüzden geceye depresyonlarımıza, anlık hezeyanlarımıza,gerçekçi olmayan performans beklentilerimize, aşırı kontrolümüze ya da acizliğimize, onaylanma, beğenilme arzularımıza,saldırganlığımızın nedenlerine,terk edilmenin acısına tanıklık edecek, içimizdeki çatışmayı çözümleyecek, bozulan ruhsal dengemizi sağlayacak; dinleyecek, hissedecek, izleyecek, bir başkasına gereksinim duyabiliriz.
Duygusal algımızı uyandırdığımız an çözülme başlar, bütünlüğümüz tamamlanana dek sürer. Zihinsel kapasitesini sınırlı kullanan yurdum insanı, duygusallığın da üçüncü dünya ülkesinde yaşıyor. Bilememe durumunu bilmeye, farkında olmadığımızı farketmeye, istemediğimizi sandığımızın aslında ne büyük eksiklik olduğunu deneyimlemeye, kendi yaşam yolculuğumuzun en değerli varlığının, kendimiz olduğunu söylemeye adım atmak…
Bilinçli ve bilinçdışı çatışmalarımızdan bozulan ruhsal dengemizi sağlamak, bireyler arası ilişkilerimizi iyileştirip, olgunlaştırmak, psikososyal gelişimimizdeki duraklamalarımızı çözmek, bu sorunlarla baş etme gücümüz yetersiz kaldığında belirli teknik ve yöntemleri kullanarak bizleri derleyip toparlamak için aldığımız profesyonel yardım hizmeti sürecini Psikoterapi olarak adlandırırsak bu sürecin işbirlikçisi de Psikoterapist’tir.
Psikoterapist, her şeyi merak eder, hisseder, gözlem yapar. Gözüyle işitir. Zarar vermeden, kendisi de zarar görmeden, bizlerle duygu ve düşünce alışverişi yaparak, kaygı ve gerginliklerimizi azaltarak, dış dünyadaki yaşam sürecimizi düzene koymak üzere rehberlik eder.
Aslına bakarsanız iyi bir terapi süreci dünyada kendimizi davet ettiğimiz en iyi organizasyon, kendi yaşam yolculuğumuzda alabileceğimiz en paha biçilmez hediyedir.
Dünyayı değiştirmemiz çok zor. İnsan olarak değişmeye çalışmamız çok mu hayalperestlik? Bugün attığımız her adım yarınki yaşamımız, varoluşumuz ise biraz biz değişiriz. Bakarız, Dünya iki adım bize yaklaşmış.
0 notes
Text
Hekimlerin Kişisel Verilerin Korunması Kapsamındaki Sorumlulukları
Hekimlerin Kişisel Verilerin Korunması Kapsamındaki Sorumlulukları
Kişisel verilerin ve kişilik haklarının korunması Anayasal bir hak olup Anayasamızın 20. maddesin 3. fıkrasında açık bir şekilde düzenlenmiş ve kişisel verilerin ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceği hükme bağlanmıştır. Bu bağlamda kişisel verilerin korunması özel kanun olarak 24.03.2016 tarihinde kabul edilmiş ve 07.04.2016 tarihinde de resmi gazetede yayımlanmıştır. Böylece 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu hukuk aleminde yerini almış ve bu kanuna göre sağlık alanındaki kişisel verilerin korunmasındaki usul ve esasların belirlenmesi maksadıyla da Kişisel Sağlık Verileri Hakkında Yönetmelik düzenlenmiştir. Bu bakımdan kamu hastaneleri, özel sağlık kuruluşları, diş klinikleri, özel muayenehaneler ile eczanelerin Kişisel Verilerin Korunması Kanunu gereği sorumlu olduklarını belirtmek hiç de zor olmayacaktır. Kanun kapsamında eczanelere, özel sağlık kuruluşlarına, özel muayenehanesi bulunan doktor ve diş doktorlarına bir çok yükümlülükler ile bu yükümlülüklere aykırılık halinde para cezaları getirilmiştir. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu ile; kişisel verilerin işlenmesinde başta özel hayatın gizliliği olmak üzere kişilerin temel hak ve özgürlüklerini korumak ve kişisel verileri işleyen gerçek ve tüzel kişilerin yükümlülükleri ile uyacakları usul ve esasların düzenlenmesi amaç edinilmiştir.
Özel Nitelikteki Kişisel Veri Nedir?
Kişilerin ırkı, etnik kökeni, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi veya diğer inançları, kılık ve kıyafeti, dernek, vakıf ya da sendika üyeliği, sağlığı, cinsel hayatı, ceza mahkumiyeti ve güvenlik tedbirleriyle ilgili verileri ile biyometrik ve genetik verileri özel nitelikli kişisel veridir. Özel nitelikli kişisel verilerin, ilgilinin açık rızası olmaksızın işlenmesi yasaktır. Ancak bir önceki cümlede sayılan sağlık ve cinsel hayat dışındaki kişisel veriler, kanunlarda öngörülen hallerde ilgili kişinin açık rızası aranmaksızın işlenebilir. Sağlık ve cinsel hayata ilişkin kişisel veriler ise ancak kamu sağlığının korunması, koruyucu hekimlik, tıbbi teşhis, tedavi ve bakım hizmetlerinin yürütülmesi, sağlık hizmetleri ile finansmanının planlanması ve yönetimi amacıyla, sır saklama yükümlülüğü altında bulunan kişiler veya yetkili kurum ve kuruluşlar tarafından ilgilinin açık rızası aranmaksızın işlenebilir.
KVKK Kapsamında Muayenehane İşleten Hekimlerin Sorumluluğu
Veri sorumlusu ( Kişisel verilerin işleme amaçlarını ve vasıtalarını belirleyen, veri kayıt sisteminin kurulmasından ve yönetilmesinden sorumlu olan gerçek veya tüzel kişi) ; Kişisel verilerin işleme amaçlarını ve vasıtalarını belirleyen, veri kayıt sisteminin kurulmasından ve yönetilmesinden sorumlu olan gerçek veya tüzel kişiye denir. Veri sorumlusu; kişisel verilerin hukuka aykırı olarak işlenmesini önlemek, kişisel verilere hukuka aykırı olarak erişilmesini önlemek, kişisel verilerin muhafazasını sağlamak amacıyla uygun güvenlik düzeyini temin etmeye yönelik gerekli her türlü teknik ve idari tedbirleri almak zorundadır. Veri sorumlusu, kişisel verilerin kendi adına başka bir gerçek veya tüzel kişi tarafından işlenmesi halinde, bir önceki cümlede belirttiğimiz tedbirlerin alınması hususunda bu kişilerle birlikte müştereken sorumludur. Kendi kurum veya kuruluşunda, Kişisel Verilerin Korunması Kanunundaki hükümlerinin uygulanmasını sağlamak amacıyla gerekli denetimleri yapmak veya yaptırmak zorundadır. Veri sorumluları ile veri işleyen kişiler, öğrendikleri kişisel verileri Kişisel Verilerin Korunması Kanunu hükümlerine aykırı olarak başkasına açıklayamaz ve işleme amacı dışında kullanamazlar. Bu yükümlülük görevden ayrılmalarından sonra da devam eder. İşlenen kişisel verilerin kanuni olmayan yollarla başkaları tarafından elde edilmesi halinde, veri sorumlusu bu durumu en kısa sürede ilgilisine ve Kurula bildirir. Kurul, gerekmesi halinde bu durumu, kendi internet sitesinde ya da uygun göreceği başka bir yöntemle ilan edebilir. veri güvenliğine ilişkin yükümlülükleri yerine getirmeyenler hakkında Kişisel Verilerin Korunması Kanunu madde 18 gereğince idari para cezasına hükmedilir. İdari para cezaları veri sorumlusu olan gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişileri hakkında uygulanır.
Hiç kimse, sağlık hizmeti sunumu için gerekli olan durumlar haricinde geçmiş sağlık verilerinin dökümünü sunmaya veya göstermeye zorlanamaz. Sağlık hizmeti sunucuları tarafından; banko, gişe ve masa gibi bölümlerde yetkisi olmayan kişilerin yer almasını önleyecek ve aynı anda yakın konumda hizmet alanların birbirlerine ait kişisel verileri duymalarını, görmelerini, öğrenmelerini veya ele geçirmelerini engelleyecek nitelikte gerekli fiziki, teknik ve idari tedbirler alınır. Sağlık hizmeti sunucuları, tahlil ve tetkik sonuçları gibi hastaya ait kişisel sağlık verilerini içeren basılı materyal üzerinde gerekli kısmî kimliksizleştirme veya maskeleme tedbirlerini uygular ve söz konusu materyalin yetkisiz kişilerin eline geçmesi hâlinde kime ait olduğunun tespit edilmesini zorlaştıracak diğer tedbirleri alır.
KVKK Kapsamında Hekime Verilen Ceza Örneği
Konu Özeti : İlgili kişinin şahsına ait cep telefonuna açık rızası olmaksızın bir doktor tarafından bilgilendirme/reklam amaçlı mesaj gönderilmesi üzerine veri sorumlusuna yaptığı başvuruya yanıt alamaması nedeniyle Kişisel Verileri Koruma Kuruluna ilettiği şikayet başvurusunun incelenmesi neticesinde, Şikayete konu olayın değerlendirilmesi amacıyla Kişisel Verileri Koruma Kurumu’nun yapmış olduğu incelemede kişisel verilerin ilgili kişinin açık rızası olmaksızın işlenemeyeceği hastanın cep telefonuna reklam amaçlı mesaj gönderilmesi suretiyle kişisel verilerinin işlenmesi nedeniyle adı geçen veri sorumlusu hekim hakkında gerekli teknik ve idari tedbirleri almadığı kanaatine varılmasından ötürü, 50.000 TL idari para cezası uygulanmasına karar verilmiştir.
Av. Bilgehan UTKU
source https://dentikor.com/hekimlerin-kisisel-verilerin-korunmasi-kapsamindaki-sorumluluklari/
0 notes
Text
Dertler Yığılıyor
Dertler yığılıyor üst üste. Bir normali geriye konulmamış, ismen dahi olsa bırakılmamış o yerin hakikatinde peyderpey yaralar, süregelen dert kümeleri ile hayat mefhumu kuşatma altına alınıyor. Tek bir iyi günü bırakılmayan, tek bir umudu yaşatmayan, tek bir sabiti bir an olsun var etmeyen, her şekilde kısır bir döngünün ortasında kalakalan bir yerin suret-i temsili kalıcı kılıyor. Dibine çekildiğimiz çukurun hakikati lebalep dolmuş olagelen tüm o dertlerle birlikte dipsizliği afişe oluyor. Madun siyasetin pragmatizmi ile suna geldiği açık ve aleni vahamet sarmalında, dert bini bir kılınmış olarak güncelleniyor. Somut kılınmış o hayatta var olma mücadelesine vurulan ketler, hemen her türden / her durum ve şarttaki ol yok saymalar ve nicesiyle dertler katara ekleniyor. Yeni ülke geçmişinin izlerini çoktandır takip eden bir kopyaya dönüşmüşken, her türden yüzleşme, her türden adalet hemen her türden özgürlüğün de köküne kibrit suyu dökülerek demokrasinin boşa düşürülmesi nihai ve son kertede mümkün addediliyor.
Epeydir bir gözdağı nesnelliği kılınmış olagelen sandıkta bizi seçmezseniz sonunuz nice olur, bakın bu uyarıları kaile alınlar silsilesi de eklendiğinde ortaya çıkan ülke imgesinin potansiyel bir çukurdan mülhem olduğu kendiliğinden dökülür, saçılır. Kötürüm kılınmış olagelen demokrasi isteminin yanında, hakkaniyetsizlik diğer tarafta göndere çekilendir. Normal bir hayatın asgari müşterek kılınmış hayat idame ettirme gailesinin tarifesinin hiç kesintisiz günbegün yükseltildiği, otuz bin lira dolaylarına çıktığı yerde masalların bizzat muktedir eliyle çıka gelmiş halidir dert. Oradan buraya, şuradan beriye atlayıp duruyoruz, en çok bizi kıskanıyorlar, uzayda da söz sahibi biziz gibi tümcelerin kıyısında zam dalgası bir kasırga gibi hayatı mahveder mesela. Enflasyonla mücadeleyi değil enflasyona “yem” olarak bir halkın varlığı söz konusu kılınır. Cerahat cürümlerle buluşurken, hakkaniyetin bariz bir hiçe evrimi son sürat devam olunur. Yönetim katının derdi değildir yüzde seksen beşin hayatına denk getirilen fecaatler.
Biteviye kılınan bu fahiş fiyat politikaları yanında ekonomik çıkmazlarda devşirilen rant oyunlarının piyonları da görünür kılınır. Dolarlar bir o yana bir bu yana savrulurken, tüyü bitmemiş yetim hakkı diye sağcı / ırkçı / militarist nefretle bütünleşik Türk kimliğinin en kestirmeden sömürücüsü temsillerin gözleri önünde bir rant paylaşımı söz konusu edilir. O tahakküm hallerinin ortasında çıkagelen, battı balık yan gider ile devletin malı denizdir yemeyen domuz tılsımı arasında bir cendere hal, götür abi götürebildiğin kadarıyla denile durulan bir iç etme sürekli kılınır. Yurttaşın cebine giren üç kuruştan hallice, çaput kılına gelmiş paranın da yok edilmesi güncellenir. Dert tıpkı zam yağmurunda olduğu gibi tüm o maniple edilen araçlarla günbegün var edilen söğüşleme sistematiği arasında bütünlüklü iç etmelerle çıkagelir. Nedensiz, yok yere ya da mübalağa değil, doğrudan bir eksiltmenin hepten bir çürümenin mihenk taşları döşenir. Üç kuruşa talim edenlerin karşısında yiyip, yiyip duraksamayan yağmacılar vardır. Gözü dönmüş bir biçimde nefreti / ayrımcılığı ve kafatasçı bir tahayyüller birlikteliği ile bir kesim oyalanırken var edilen bir çürüme vardır hiç eksiksiz bir yağma vardır.
Metin Taşkıran'ın Evrensel Gazetesindeki haberidir: İstanbul Yenisahra'da 15 yaşındaki Selahattin Çelik isimli bir çocuk polisten kaçarken trafik kazasında yaşamını yitirdi. Çelik’in ölümünün ardından Afganistanlı mülteciler hedef gösterildi ve mültecilerin çalıştığı geri dönüşüm depolarına gerçekleştirilen saldırılarda, bir işçi bıçaklanırken Türkiyeli 3 atık işçisi vücudunun çeşitli yerlerinden yaralandı.
HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu'nun açıklamalarına göre 11 Haziran gecesi iki Afganistanlı geri dönüşüm işçisi yaşadıkları depolara giderken bir grup tarafından gasbedilmek istendi. İhbar üzerine olay yerine gelen polislerin müdahalesi sırasında olay yerinden kaçan grupta yer alan 15 yaşındaki Selahattin Çelik araba çarpması sonucu yaşamını yitirdi.
Çelik'in yaşamını yitirmesinin ardından trafik kazası sosyal medyada, Afganistanlı mültecilerin Çelik'in yolunu kestiği ve Çelik'in kaçarken trafik kazası geçirerek hayatını kaybettiği şeklinde paylaşıldı. Paylaşımlara mülteci karşıtı söylemleriyle öne çıkan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da destek verdi. Önce 3 Afganistanlı mültecinin Çelik'e saldırdığını iddia eden Özdağ, daha sonraki paylaşımlarında saldırıda bulunduğunu iddia ettiği mülteci sayısını 2’ye düşürdü.
Özdağ paylaşımlarında, “Halk öfkeli. Sosyal patlamalar böyle başlar. Bunlar yanardağın patlamadan önce çıkardığı gazlar. Önlem alınmaz ise patlayacak” ifadelerini kullandı.
Hedef Gösterme Sonrası Depolara Saldırı Oldu
Sosyal medyada yapılan paylaşımların ardından geri dönüşüm depolarının bulunduğu bölgede yürüyüş düzenleyen kalabalık gruplar geri dönüşüm depolarında bulunan atık işçilerine saldırdı. Birçok depoda atıkları ateşe veren saldırganlar 3 kişiyi yaraladı.
Saldırıların ardından Ömer Faruk Gergerlioğlu Twitter hesabından “Nefret saldırılarının hesabını verebilecek misin? Konuyu bilmeden söylentilerle linç mekanizmalarını harekete geçirenler dün gece onlarca atık iş depolarına saldırdı, linç etti. Bıçaklanan bir gencin babasıyla görüştüm. Konu sanıldığı gibi değil. Nefrete hayır!” mesajını paylaşarak Ümit Özdağ’a tepki gösterdi.
Geri Dönüşüm İşçileri: Özdağ'ın Söylemleri Provoke Etti, Mağduruz
Olay sonrası Evrensel'in ulaştığı geri dönüşüm işçileri ise yaşananlardan dolayı mağdur olduklarını, toplumun Ümit Özdağ'ın söylemleriyle provoke edildiğini ve kendilerine yönelik fiziksel saldırıların gerçekleştiğini ifade etti.
İstanbul Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Kurucu Üyesi Mustafa Ay, saldırılarda yaralanan 3 geri dönüşüm işçisinin tedavi altına alındığını, sağlık durumlarının iyi olduğunu aktardı. Çelik'in ölümünden üzüntü duyduklarını belirten Ay, gerçeklerin çarpıtıldığını, sonucunda kendilerine yönelik saldırıların başladığını ve bu sebeple çalışamaz duruma geldiklerini söyledi. Ümit Özdağ'ın söylemlerine de tepki gösteren Ay, ilçe kaymakamlığı ve emniyet yetkilileri ile görüştüklerini ve korunma talep ettiklerini söyledi.
"Herkesi Sakin Olmaya Çağırıyoruz"
Kardeşinin okulunda kardeşine ‘Bütün depoları yakacağız’ denildiğini söyleyen Ay, yaşanılan ırkçı saldırıların son bulmasını istedi. Yıllardır aynı mahallede çalıştıklarını belirten Ay, “Biz bu provokasyonlara gelmeyeceğiz, kardeşçe yaşadığımız mahallemizde bu olayların son bulmasını istiyoruz. Herkesi sakin olmaya davet ediyoruz. Halkımızı bizim yanımızda yer almaya çağırıyoruz” ifadelerini kullanarak sağduyu çağrısı yaptı.
Öte yandan Ümit Özdağ, sosyal medya hesabından Selahattin Çelik’in annesi ve Zafer Partili üyelerin karakola alınmadığını iddia etti. Ancak Ataşehir Kaymakamlığından yapılan açıklamada iddiaların aksine Çelik'in annesinin 'müşteki' sıfatıyla polis merkezi amirliğine davet edildiği, burada yapılan işlemlerin ardından evine ulaştırıldığı ifade edildi.”
Dertler yığılıyor üst üste. Biteviye ismi zafer olarak adlandırılan bir partinin suna geldiği şey, büsbütün bir nefret kasırgasına dönüşüyor. Öyle ya da böyle, ama veya şöyle denile gelenlerin yekununda nefret / ırkçılığa kavuşturuluyor. Türklük vurgusunu delişmen hiç de yabana atılmayacak bir kafatasçılık ile bütünleştirip nefret ekerken, fırtına biçilmesine de zemin sağlanır. Yenisahra’da meydana gelen de bu bahsin kanıtlayan bir yıkım halini ihtiva eder. Tümüyle handiyse organize edilmiş bir kötülük, dört başı mamur bir tahayyül olarak var edilirken, bir çocuğun canı ortaya konulup, gündelik rızık peşinde koşan sıradan çocuklar, sıradaki çocuklar olarak hedef kılınır. Özdağ efendinin suna geldiği tüm o iddiaların bir biçimde yıkıcı eylemselliğe dönüşümü söz konusudur. Yirmi kadar apayrı saldırının var edildiği bir deney sahnesi kılınır Yenisahra Atık Toplama Alanı. Tümüyle ve daimi bir biçimde kusulacak nefret için kuşananların giderek / belki bile isteye selamı, sabahı, hasbıhal ettiklerine karşıtlıkları yeniden görünür kılınır. Komşunun bir başkasına, bir başka komşuya nasıl zararlar verebildiği ortadayken bu habis döngüye rehin ülkede bir kere daha aynı hattan ilerlenir.
6-7 Eylül 1955 için nasıl planlı / programlı ve mükemmele yakın bir organizasyondu diye lafa girdiyse dönemin devletlisi, bugün de aynı pareleri, atalarının var ettiklerinden kendi cenahı için bir çıkış umudu olarak belleyen şoven partinin militan lideri Özdağ eliyle bir kere daha tılsımlı formül işleve konulmak istenir. T24’te Candan Yıldız’a bağlanalım ve Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Başkanı Ali Mendillioğlu’nun şu sözlerini aktaralım bir kere daha: ''-Konfor alanlarınızdan yükselttiğiniz ırkçılığın sokaktaki karşılığı yağma, talan ve şiddet. Bu iş bizimle de bitmez, mikro ölçekte bir 6-7 Eylül yaşadık, 20 den fazla saldırı oldu, yağma başladı''. Bu tahayyülün gerçekliğe kavuştuğu zeminde hayatın bariz un ufak olunmasının da yolu / yönü açılır. Mendillioğlu’nun doğrudan var ettiği ve hemen hiç teklemeden sunduğu eşik o kör karanlıkta nasıl da bir menzilin yollandığıdır. Sıradan ol insanların, gerçek fakirlerin birbirine kırdırıldığı yerde, hayattan geriye hiçbir emare kalmaz. Böyle bir tahayyüller toplamında o linç, bu şiddet sarmalında bir ülke geriye hiç kalmaz bunun meramıdır var edilen / duyurulmaya çabalanan.
Medyascope’tan Cansu Timur ve Senem Büyüktanır’ın haberini aktaralım:Yaklaşık üç yıldır polis baskınlarına maruz bırakılan Mohamed Isse Abdullahı’nın Ankara Kızılay’daki dükkanına tabela asılmasına yine polis müdahale etti. Planlanan açılış saatinden kısa süre önce dükkana gelen polisler açılışı engellemeye çalışırken, dükkan önüne gelen DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı ve İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu ile bir polis arasında gerginlik yaşandı. Polis, gazetecilerin görüntü almasını da engellemeye çalıştı.
“Haddinizi Bileceksiniz”
2019’dan beri yaşadığı baskıları, “Dükkanımız şimdiye kadar 30 kere boşaltıldı. Haftada üç dört kere gelip ‘Dükkanı kapatıyorsunuz’ diyorlar. Türkçe olmasına rağmen tabelaları söktürüyorlar” diyerek anlatan Abdullahı’nın işlettiği dükkanı bugün de polis bastı. Müdahaleye karşı çıkan DEVA Partili Yeneroğlu bir polis ile tartıştı. “Kızılay’ın göbeğinde ırkçılık yapıyorsunuz, hukuksuz talimatları uygulamayacaksınız, haddinizi bileceksiniz” diyen Yeneroğlu’na polis, “Haddini sen bileceksin, o parmağını sallamayacaksın” diyerek cevap verdi.
“Irkçı Motivasyonlu Baskılar Yapılıyor”
Tartışma sonrası gazetecilere açıklamalarda bulunan Yeneroğlu, “Polisin ırkçı motivasyonlu baskınlar yapması ve ‘Sizi burada görmek istemiyoruz’ yaklaşımı içinde bulunması hukuksuz uygulamalardır” dedi.
Mohammed Abdullahi ise yeni tabelanın gönüllüler tarafından yapıldığını belirterek, “Şimdiye kadar hiçbir sorun yokken polisler geldi, gerginlik yaşandı. ‘Açmayacaksınız bu tabelayı’ ve ‘Tekrar sökeceksiniz’’ dediler. Bu sorunun çözülmesini bekliyoruz” dedi.
“Benim Derimin Rengi Suç Mu?”
Mesenet Karakaya isimli yurttaş polis müdahalesine tepki gösterdi. Karakaya, “Ben sadece çalışmak istiyorum. Benim bunu yapmak istemem suç mu? Suçsa çocuklarımı alıp gideyim. Neden böyle oluyor? Benim bu derimin rengi suç mu?” dedi.
Tabela Zorla Beyaza Boyatıldı
Polis, Mustafa Yeneroğlu’nun ayrılmasından sonra hiçbir resmi belge göstermeden “Renkleri rahatsız edici” diyerek tabelayı zorla beyaza boyattı. Bu sırada çalışanların başında duran polis, “Boyanmadığı takdirde buradan ayrılmayacağız” dedi. Avukatlar ise konuyla ilgili tutanak tutarak şikâyetçi olacaklarını açıkladı.
Ne Olmuştu?
Polis, Somalili Mohamed Isse Abdullahı’nın Ankara’da 2019’dan bu yana işlettiği restoranına, ‘Sizi burada istemiyoruz, sınır dışı edeceğiz, dükkanınızı kapatacağız’ diyerek baskın yapmıştı. Medyascope’un görüştüğü Abdullahı, 2019 yılı Ağustos ayından beri haftada birkaç kez yapılan baskınlarda müşterilerin de gözaltına alındığını söylemişti. İşletmenin sahibinin Türk, kendisinin de işletmenin ortağı olduğunu belirten Abdullahı, bütün resmi izinlerin tam olmasına rağmen Somalili oldukları için özellikle Kızılay bölgesinde “mülteci görünümlü yabancı” istenmediğinin kendilerine sözlü olarak iletildiğini ancak resmi bir belge tebliğ edilmediğini anlatmıştı.”
Dertler birbiri üstüne binerek güncelleniyor artık. Irk ayrımcılığının görülmüş yahut da en duyulmuş örneklerine yepyeni eklemeler başkentin göbeğinde suç işleri bakanının maaşlı köleleri eliyle yeniden biçimlendirilir. Duraksamak nedir bilmeden bir kinle, iki nefretle, üç vekil falan takmadan / tanımadan nobran bir tahayyülle bir Somali göçmeni bugünün o Türkiyeli yurttaşına hizalar çekilir. Bu sınırdan geçilebilir, lakin bu ülkeli olunamaz meali ile çıkagelen şiddet pratikleri ile günbegün apayrı bir cerahat var edilir. Hatasız, noktasız, noksansız bir kere daha kötülük sıradanlaştırılmaya çalışılır. Makam, mevki dinlemeden bir kere daha bir yurttaşın hakkının gasp edilmesi, salt sırf derisinin renginden ya da ol Türklük kimliğinin kıyısından teğet geçtiği için / ıskaladığı için hedef kılınmaya kafi görülür. Bu hallerle, bunca bariz nefretle / kötülükle bir kere daha kameralar önündeki o cürüm istemine teşne hallerle bir dert yumağı daha bina edilir.
Sıradan insanların hayat hakları onlardan habersiz / onlara bildirilmeden kafaya estiği gibi değiştirilir. Dönüşüm diye çıkagelen çoğu şeyin aslında belirgin bir yıkıma yollamanın ta kendisi olduğu gözlerden kaçırılır. Yenisahra’dan, Kızılay’a, daha öncesinde Mardin’den o Esenyurt’a, şu İstanbul’un kenar çeperlerinden Bakur Kürdistan’ının handiyse tümünde birörnek benzeş daimi bir yıkıcılık güncellenir. Derdin dert kılınmasının önünü açmak için devlet denilen mekanizma elini korkak alıştırmaz. Mobilize ettiği, kışkırttığı kitleleri, kolluk personeli diye eğittiği insanlık düşmanlarıyla birleştirip, ama öyle, ama böyle tüm o mutlak işkenceyi de dahil ederek sistematik bir yıkıcılığı var eder. Ötekisinden kurtuluş ötekisinden azade bir yere varabilmek, bu toprakları hakim ırkın yegane ülkesi kalanların da çok göze batmayacak kadar azaltıldığı bir çöle dönüştürmek, bir asırdır süre gidendir. Bir biçimde yaşam aksiyonu zehirleniyor. Bir şekilde zuhur edenlerle nefret sürekli olarak güncelleniyor. Bir halde / bu ahvalde hayatın örselenmesine devam olunuyor. Kesitler bir bir kesiğe dönüşüyor. Ara bağlaçlar, eylemler vesair anlamlarıyla devlet mekanizmasının o elinden çıkagelenler ile hayat zehirleniyor, yaşatılmaz kılınıyor. Dibini görmeyecek kadar ağır bir çürümenin ortasında dert sahibi ediyorlar herkesi / hepimizi. Vardığımız hal ve olası 2023 senaryolarının korkunçluğu karşısında hayatı muhafaza edebilecek miyiz hep birlikte meselemizdir. Sizin de meseleniz midir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Medyacope
#meram#arzihal#türkiye gerçeği#söz hakkı#çürüme#ayrımcılık#kimliksizleştirme#tek kimlik#tek bayrak#tek vatan#çöl#karanlık çağ#akp#biyopolitika#ırkçı saldırılar#yenisahra#yönelim#yağma#6-7eylül#pogrom#istanbul#ankara#somali#hakaret#kolluk saldırısı#işkence#vatan nedir?#insan101#devlet102#kötülük
0 notes
Photo
RT @hurfikirler: Atatürkçülüğün bireyi kimliksizleştirme politikası: Halkçılık - Berk Ünlü @BBerkunlu1 https://t.co/03EyOBUEFl https://t.co/0AhTJfuPm0
0 notes
Text
Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) Kitabı pdf indir pdf indir
Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) Bu coğrafyanın en kadim halklarından Ermeni halkının maruz bırakıldıgı kapsamlı ve çok boyutlu yok etme politikasının sonuçlarının belki de en kederli yüzüydü onlar. Tecavüz, kölelik, satılma… Resmî yüzleşme yaşansa bile belgelere, davalara, raporlara olsa olsa kuru rakamlarla, istatistiklerle yansıyacak vakalar…
Yüz yıllık suskunlugun ardından nasıl yüzleşilir? Elbet birçok yolu var. Metz Yegenk’ten (büyük felâket) bir şekilde hayatta kalmayı başarmış, acıyla, çileyle, gözyaşıyla yoğrulmuş kadınların sürgün edilme, geride kalma, kimliksizleştirme hikâyeleri de öyle… “Ve Yola Çıktılar” ile Anais Martin’in deyişiyle hepsi de çok hırpalanmış, sonraki yaşamlarında hiç mutlu olmamış ‘tehcir artıgı’ kadınların anlattıklarına kulak verelim.
Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) Kitabı pdf indir pdf indir oku
#Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) kitabı pdf indir#Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) pdf oku#Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) ücretsiz indir#Ve Yola Çıktılar (1914-1919 Öyküleri) ücretsiz pdf indir#Anı (hatırat)
0 notes
Text
Yaprak Kalyoncuoğlu ve Neo Denişikçilik Üzerine Bir Deneme
Sanatçı bir kişilik olarak sayın Kalyoncuoğlu ve eserleri hakkında bugüne kadar birçok şey yazıldı, çizildi. En önemli temsilcisi olduğu Neo-Denişikçilik akımı da sıkça gündeme geldi. İlginçtir ki; Yaprak Hanım eserlerinin ardındaki derin anlamları açıklama ihtiyacı duymuyor. Bunun sebebi bir çeşit tevazu mudur? Yoksa bir şeyler mi saklıyor? Yazımda elimden geldiğince gerçekleri siz okurlarımla paylaşmak istedim.
Şimdi sizlerle, sanatçının da altın dönemi olarak nitelendirilen post-çükübik dönemine ait bir eseri inceleyeceğiz. İlk bakışta fotoğraf, rastgele çekilmiş eğlence maksatlı bir fotoğrafmış gibi gözükmekte. Oysa eser, tam bir imgeler denizidir.
Öncelikle eserin mükemmel bir kompozisyon örneği olduğunu söylemekte fayda var. Eser, bütün olarak anlatmak istediklerinin yanı sıra; parçalara ayrılarak incelendiğinde de farklı, derin anlamlar taşımakta.
Eseri bir bütün olarak incelediğimizde, ellerinin üzerinde iki kadın figürü taşımakta olan bir erkek figürü ile bir çeşit terazi resmedildiği görülür. Terazi, birçok kültürde adaleti sembolize eder. Peki, Yaprak’ın eleştirmekte olduğu adalet nasıl bir adalettir?
Bu noktada Kalyoncuoğlu, teraziyi oluşturan üç figür arasındaki etkileşimi kullanarak eleştirmekte olduğu adalet imgesini inşa eder.
Kadın hayatına doğrudan müdahale eden, onun adına kararlar veren, erkek merkezli bir adalettir bu. Bu noktada hiç şüphesiz Yaprak, kurduğu imgeyi çeşitli tekniklerle keskinleştirir, anlamlandırır.
Dikkatli bakıldığında terazinin sola doğru ağır bastığı görülür. Oysa figürlere bakıldığında tam tersini beklemek doğru olacaktır. Sanatçı burada mevcut adaletin işlevsizliğini vurgular. Terazinin temelindeki paslı tahterevalli ise adalet sisteminin ‘paslı, çürümüş ve güvenilmez’ durumda olduğunu dile getirir.
Sanatçı eleştirmekte olduğu sisteme karşı tutumunu da belirtmekten kaçınmaz. Yaprağın t-shirtü içinde duramayıp taşan duyguları gibi pantolonundan taşmış, terazinin ağırlık yönünün tam aksi yönünde eğimle konumlandırılmış. Bu küçük dokunuşla sisteme karşı dik duruşunu dile getirmiş.
Ana kompozisyondan biraz uzaklaşırsak; Kalyoncuoğlu’nun eserindeki derin anlamlar bu kadarla bitmez. Aslında resmin arka planında ayrı bir hikâye, ayrı bir anlatım vuku bulur. Dikkatli incelendiğinde fotoğraftaki ağaçların rastgele yerleştirilmediği fark edilecektir.
Ormanın önüne yığılmış molozlara dikkat etmenizi istiyorum. Burada görülmekte olan beton yığını; sanayi ve hızla gelişen teknoloji etkisinde biçimlenen dünya düzenini simgeler. Bu düzenin etkilerini görmek için ise görseli yatay düzlemde incelemek yeterlidir. Fark ettiyseniz, beton yığınının olduğu eksende ön plandaki ağaçlar yok olur. Arka planda ise ormanın daha karanlık ve kasvetli bir görünüme büründüğü görülebilir.
Pastoral bir izlenim bırakan fotoğraf, aslında acı bir toplum gerçeğini içinde barındırır aslında. Yaprak, bahsini ettiği dünya düzenini ve bu düzenin çarklarını bir Kızılderili atas��züyle eleştirmekten çekinmez. Bu eleştiri, figürlerin gölgelerinde gizlenmiştir.
Eğer bir ülkede gölgelerin boyu insanların boyunu geçmişse o ülkede güneş batıyor demektir.
Bu eleştiri, süregelen düzenin devamı halinde yaşanacaklar hakkında sanatçının kehanetidir aynı zamanda.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Suzan Bade Yaprak Luis Hernando Carlos Antonio Kalyoncuoğlu görüldüğü kadar iyi bir insan mı?
(Önemli Not: Yazının kalan bölümü Yaprak hakkında bazı acı gerçekleri gözler önüne sermektedir. Bu gerçekleri öğrendikten sonra kendisine bir daha aynı gözle bakamayabilir, arkadaşlığınızı riske atabilirsiniz. Bu sebeple, düzenli olarak malum şahsa belirtilen dozdan daha fazla maruz kalanlar ve aspirin kullanıcılarının okuması tavsiye edilmez. )
Objektif bir sanat eleştirmeni olarak bu noktada sizlere yaprağın karanlık yüzünü de açıklamak zorundayım. Şimdi tekrar görselin merkezine dönelim. Terazi metaforunu bir kenara bırakırsak, objeler arasındaki doğrudan ilişkiyi incelediğimizde, kadınlarının ayakları altında bir erkek figürü görürürüz. Objelerin bu şekilde konumlandırılması bir tesadüf değildir elbette.
Öncelikle erkek figürünü yakından inceleyelim.
Yaprak, yarattığı karakteri yukarıdan aşağıya doğru işlemiştir.
Erkeğe gözlük giydirilmesi bir çeşit kimliksizleştirme çabasıdır. Böylece eleştirisinin odağında belirli kimseler olmadığını, eleştiriden tüm erkekliğin sorumlu olduğunu dile getirir.
Peki yaprak burada neyi eleştirir?
Cevap biraz daha aşağıda yatmaktadır. Erkeğin göğsünde yazılı Lotus yazısına dikkat edelim. İlk bakışta basit bir yazı gibi görülebilir elbet.
Lotus çiçeği, daha doğrusu kırmızı lotus; doğu inanışlarında kadın cinsellik organını temsil eder. Görseldeki lotus yazısının rengine dikkat etmenizi isterim. Renk skalasını gözlerimizin önüne getirirsek aslında yeşil rengin, tam olarak kırmızının karşısında yer aldığını hatırlarız. Bu şekilde sanatçı dolambaçlı bir yoldan giderek, karşısına seksüel anlamda erkeği alır. Bakalım bu konuda ne söyler sanatçı? Cevap için biraz daha aşağı inmeliyiz.
Sizce tahterevallinin sapının durduğu yer de bir tesadüf müdür?
Kadınların erkeğin üstünde konumlandırılmış olması ise yaprağın hayal ettiği korkunç düzenin küçük bir temsilidir sadece. Bu hayalini sanatçı, figürlere giydirdiği kıyafetlerle kuvvetlendirir.
Her iki kadının da şapka takmasının bir sebebi vardır. Sizlerin de çok iyi bildiği üzere tarih boyunca, yönetimde güç sahibi kimseler (krallar, tanrılar) şapka, başlık ya da taçla resmedilmiştir. Bu yönetimde söz sahibi oluşun göstergesidir. Aşağı kesim ise fotoğraftaki erkek figürü gibi başı açık resmedilir.
Yaprak güç ve makam arzusunu bir başka ayrıntıyla destekler. Kadın figürlerin giydiği kıyafetlerin bolluğuna, aksi şekilde alttaki figürün ne denli dar giydirildiğine dikkat ediniz. Bu korelasyon, sermayenin erkek otoritesinden kadına doğru kaydığı bir ekonomik düzenin hayalidir şüphesiz.
Sözün bittiği yerdeyiz belki de...
Evet değerli okur. Şimdi tüm bu gözlemlerin sonucunda her bir bilinçli vatandaşın kendine sorması gereken bir soru var: Yoksa Yaprak; erkek düşmanı, anarşik bir patates midir?
0 notes
Text
Ne Norm Bırakılıyor, Ne Normatif
Simsiyah bir fasit döngünün ortasında renkler yitiriliyor. Cerahati nakşeden devletlinin bu yenisinin görüngüsü bütünüyle bu temsili yok ediyor. Düşünsel ifadenin çeşitlendirilmesi, sözün savunulabilir hali bir kenara terk ediliyor. Yaşama düşürülen gölgelerin refakatinde büsbütün hayatın müştereken var edilen döngüsü delik deşik ediliyor. Renkler soldurulup, eksiltiliyor. Bütün paramparça edilirken, sıradan insanların birbirilerini duymasının da önü alınmaya çalışılıyor. İleri demokrasiden dem vurulurken tek hamlede, tek bir adamın, tek tip bir tahayyülün peşi sıra, ülkedeki yaşam akdi çöpe basılıyor. Ne hak kalıyor geriye ne hukuk. Ne norm bırakılıyor ne normatif. Ne ses kalsın ne de tek bir aykırı söz denilip o uğursuz katran karasının göndere çekilmesi güncelleniyor. Her dilde, her renkte ortaklaşa, birlikteyken manası olan renk ahenk, bütünleşik bir badire atlatıcı sağduyunun temelinden olagelen aksam griye bulanıyor, isle izole ediliyor. Birlikteliğin palaspandıras çat kapı hiç ama hiçbir neden ileri sürülmeden cerahate kurban edilmesinin safdilli bir anlatısıdır işte şu birkaç satırlık meram.
Dönüp dolaşıp yirmi koca yılın ezberlerle ne hallere konulduğunun kaydını düşmektir ol mesele misal. Her şekilde bir ülkenin dönüşümünün nasıl en bet, en feci, en katran karası hallerle birlikte var edildiği yeterince örnekleriyle gündelik bir mesel kılınmıştır. Hazretin ve ekip arkadaşlarının kurdukları düzenek sıradan insanların hayat haklarının sıfırlanması bahsini lokomotif eylem kılar. Biyopolitik eylemlilik o ana lokomotifin devamlılığındaki bu ülkede var edilmiş cerahatin çatısıdır. Kürd’ün özlük hakları talan edilirken, Ermeni’nin varlığı küfre meze kılınırken, Süryaniler köylerinde kovalanmaya, Diril Ailesi gibi akıbetlerinin / başlarına getirilen fecaatin konuşturulmamasına bir dolu örneklem var edilir. Bunlar kesmez, Roman’ın hakkı çalınır, Rum milli ve yerli düşman kataloğundaki o en sağlam yerini muhafaza eder. Yahudi binlerce yıllık denilen bir dostluğun izlerini en kestirmeden yok etmek için uydur kaydır tevratların pazara satıldığı bir dini motif kılınır. Dahası da vardır, Ezidilerin başlarına getirilmiş Fermanların sonuncusundaki katkının ta kendisi devlet kaşesiyle beslenen tiplemelerle var edilir. Düzenin öteki addetiği her kimse, her neredeyse, her ne şekildeyse onar karşıtlığın koşulsuz / sınırsız hallerinin hep ama her dem yekunudur mesele / meselemiz.
Bir uzun soluklu serüven denilip, ustalık dönemi olarak adlandırılan bu son birkaç seneyi bir kez olsun göz önüne getirdiğimizde, bütün bu karaşın halin / renklerin çalınmasının da pek çok örneğini görebilirsiniz. Mutlak kılınmış bir cerahat, aralıksız yeniden var edilen bir tahakküm, hiç bitmeyen bir terörize etme ve yoksunlaştırma hallerinde ne gün kalır ne de yarın! Ne umuda yer vardır, ne ümidi var eden bir pratiğe. Demokrasi zaten laftadır da o hayatı var eden insanların haklarının tarumar edilmesi de cabasıdır. Kötürüm kılınmış ol adalet neydiyse, bir türlü nesnelliği var edilemeyen hürriyet de aynen bu sahnede hayatın tam ortasından çekilip çalınandır. Dahası da vardır, elbet, mutlak. Gazete Sabro’dan tekil bir örneği iliştirelim: “Kızıltepe’nin Brahimiye köyünde Sayfo 1915’ten beridir kapalı olan Süryani Ortodoks Mor Gevargis Kilisesi’nin açılış gününde Süryani bir aileye saldırı gerçekleştirildi.
5 Haziran günü, Mardin’in Kızıltepe İlçesi’nin Işıklar (Brahimiye) köyünde, Sayfo 1915’ten beridir kapalı olan Süryani Ortodoks Mor Gevargis Kilisesi’nin, restorasyonu kısmen tamamlandıktan sonra Mardin ve Diyarbakır Mertropoliti Mor Filuksinus Saliba Özmen tarafından gerçekleştirilen ayinle açılışı yapıldı.
Ayin sonrası ise köyde yaşayan tek Süryani aile, aralarında Mardin Metropoliti Mor Filüksinos Saliba Özmen, Horiepiskopos Gabriyel Akyüz ve Midyat Mor Yakup Manastırı Rahibi Daniel Savcı’nın da aralarında olduğu misafirlerini evinde ağırladığı esnada, edinilen bilgilere göre arazi anlaşmazlığı nedeniyle Şeyhmus D. ve yakınlarının saldırısına uğradı.
Evine saldırdılar
Arazi anlaşmazlığı nedeniyle çıktığı belirtilen tartışma sonrası ise Süryani ailenin evine saldırı gerçekleştirildi. Kamera kayıtlarına yansıyan saldırıda, Süryani Yılmaz ailesinin evine taş, sopa ve silahlarla saldırı gerçekleştirildi. Olayda şans eseri yaralanan olmazken, jandarmanın da köyde önlem aldığı aktarıldı.
Arazileri ateşe verildi
Süryani ruhanilerinin köyden ayrılırken de olayların devam ettiği saldırılarda, fail Şeyhmus D.’nin yakınları Süryani ailenin buğday ekili arazilerini ateşe verdi. Buğdayların ateşe verildiğini gören çevredekilerin haber vermesi üzerine ateş büyümeden söndürülürken, jandarmanın arazilerin çevresinde önlem aldığı belirtildi.
Şikayetçi oldular
Olayla ilgili Şeyhmus D. ve kimi yakınlarının gözaltına alındığı da edinilen bilgiler arasında. Başlatılan soruşturma kapsamında ise Süryani Yılmaz ailesi fail Şeyhmus D. ve yakınları hakkında şikayetçi oldu.”
27. Dönem Mardin Milletvekili, Tuma Çelik, Twitter’da bir açıklama paylaşır: “Yaptığım bu paylaşıma verilen cevaplar sonrasında ayrıntılı bir açıklama yapma gereği gördüm. Anlaşılan bu paylaşım birilerine rahatsızlık vermiş dolayısıyla da olayı farklı bir boyuta taşıma çabasına girişildi.
Öncelikle şunu söyleyeyim. Ben bu paylaşımı yaptığımda hiç kimsenin siyasi kimliğine veya bağlı olduğu partiye bakmadım. Tamamen olay üzerinde durmaya çalıştım ve elimden geldiğince her kesime ulaşmaya bilgi edinmeye çalıştım.
Sadece bir taraf değil her iki tarafa, olayın cereyan ettiği anda hazır olanlara ve hatta haberleri hazırlayanlara ulaşıp bilgi edindim.
Birincisi bu mesele tekil bir mesele değil. Benzer olaylar hemen her gün Süryanilerin yaşadığı birçok yerde yaşanıyor.
Ancak bu olaylara muhatap olan Süryaniler çoğu zaman sinip köşelerine çekildikleri için kamuoyuna yansımıyor. Hatta bazen sessizlik için bazı Süryani bireyler harekete geçiyor, haksızlığa karşı durmak isteyenleri geri çekiyorlar.
Son meseleye gelince; bana gelen bilgiye göre Duyan ailesi bu Süryani köyüne 60-70 yıl önce gelip yerleşmiş. Köyün yerlisi Süryani Yılmaz ailesi ile arazi-tapu konusunda ihtilafları var. Normalde resim kurumlar süreci tamamlamış ancak Duyan ailesi itirazlarına devam ediyor.
Yaklaşık 1 yıl önce Yılmaz ailesinden bazı kişiler Duyan ailesinin evine davet ediliyorlar. Davete icap eden Süryaniler Duyan ailesinin evinde hakarete uğruyor ve kovuluyorlar. Tabi bu olay sonrasında iki aile arasında gerginlik oluşuyor.
Yaklaşık yüz yıldır kapalı olan kilisenin geçen Pazar yapılan açılış davetine Duyan ailesinden de bireyler katılıyor. Duyan ailesi bu açılışta Yılmaz ailesinden bir bireyinin hakaretine maruz kaldıklarını iddia ediyorlar.
İddia edilen bu “hakaret” sonrasında Duyan ailesinden 40-50 kişilik bir grup Yılmaz ailesinin evine saldırıyor.
Bana ulaşan bilgiler çerçevesinde mesele budur.
Bu çerçevede;
1-Farz edelim ki ortada kötü bir niyet yok, o zaman araya hatırlı kişilerin girip sorunu rahatlıkla giderebilme imkânı varken neden 40-50 kişilik bir grupla saldırı?
2-Ve bu saldırı neden Kilise açılışının yapıldığı günde, açılış için köye gelenlerin gözü önünde?
3-Bizler, haklıyı-haksızı kime ve neye göre belirleyeceğiz?
4-Belli bir güce sahip olduğunu düşünen herkes her istediğini yapma özgürlüğüne sahip mi olacak?
“Falanca Süryani şunu söylüyor” meselesine gelince; Unutmayalım ki, 1915’te Sayfo’yu yaşayan Süryaniler nüfuslarının 3’te 2’sini kaybederken, sahip oldukları maddi manevi birçok değeri de gasp edildi. Dolayısıyla da büyük bir travma geçirdiler. Büyük bölümü şu an hala bu travmanın etkisinde ve bu yüzden birçok ortamda haklılıklarını ortaya koyma, hakları için mücadele etme konusunda yeterli cesarete sahip değiller. Ancak son yıllarda artan bu cesaret ile birlikte gelişen Süryanilerin hak arama mücadelesi galiba birilerine fazla geliyor.”
Düzenin suna geldiği renklerinden arındırmanın bir başka boyutu Mardin’in Kızıltepe İlçesi’nin Işıklar (Brahimiye) köyünde cereyan eden bu saldırganlık ile biçimlendirilir. Bir biçimde 1915 / Medz Yeghern / Sayfo’ya zemin kılınmış / sahne olmuş bir yerdeki bu tahakküm çabası / nesnel saldırı girişiminin akıbeti her nasıl bir istikamette yol alındığını da ifşa eder. Saldıran cenahın temsilerinden çıkagelen birlikte yaşıyoruz, hiçbir sorun da yok bahsinin altının / üstünün kazıldığı vakit nasıl bir ayrımcılığa çıktığı bariz bir “ülke” gerçekliğidir. Tümüyle Yılmaz Ailesinin hakkının da hukukunun da tesisini kim her nasıl her ne şekilde var edecektir ki? Bunca bariz bir saldırganlık istenildiği kadar yanlış olarak tanımlansın, her neresi doğrudur, her nesi sahiden gerekliliğidir bunca güvercin tedirginliği içinde yaşamaya çalışan bir kimliğe. Pek çok neden ileri sürülerek yok edilme sınırlarına taşınan, izleri kalmasın diye çabalanan Süryani halkının var olma mücadelesini sahiden kim fark edecektir? Dostluk, misafirler bulunurken bir evi taciz etmek, Tuma Çelik’in de beyan ettiği gibi, belirli bir gücü arkasında bulan bir başkasını ezmeye böyle rahatça devam mı edecektir, nedir yani allasen?
Diyarbakır’da 8 Haziran sabahında yapılan ev baskınlarında 20’si gazeteci 21 kişi gözaltına alındı. Gözaltındaki Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eşbaşkanı Serdar Altan, JINNEWS Müdürü Safiye Alagaş, JINNEWS editörü Gülşen Koçuk, Mezopotamya Ajansı (MA) editörü Aziz Oruç, Xwebûn Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Ali Ertaş, Ömer Çelik, Suat Doğuhan, Ramazan Geciken, Esmer Tunç, Neşe Toprak, Zeynel Abidin Bulut, Mazlum Doğan Güler, Mehmet Şahin, Elif Üngür, İbrahim Koyuncu, Remziye Temel, Mehmet Yalçın, Abdurrahman Öncü, Lezgin Akdeniz, Kadir Bayram ve Feynaz Koçuk'un gözaltı süresi, 2 gün daha uzatıldı.
Gözaltı süresinin uzatılmasına, aynı soruşturma kapsamında hakkında yakalama kararı bulunanların yakalanması ve gazetecilerin çalıştıkları yapım şirketlerinde aramanın devam etmesi gerekçe gösterildi. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nde tekli hücrede tutulan gazetecilerin dosyalarındaki kısıtlılık kararı ise sürüyor.
“Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eşbaşkanı Serdar Altan, Xwebûn Gazetesi Yazı İşleri Müdür Mehmet Ali Ertaş, JİNNEWS Haber Müdürü Safiye Alagaş’ın da aralarında olduğu 20’si gazeteci 21 kişinin gözaltına alınması Diyarbakır’da protesto edildi. Aralarında Halkların Demokratik Partisi (HDP), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD), Türk Mimar ve Mühendisleri Odası (TMOOB), Kültür kurumları, Kürt Edebiyatçılar Derneği, Mzopotamya Dil ve Kültür Araştırmaları Derneği (MED-DER), Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle, Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Derneği (MEBYA-DER), Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TUAY-DER), MED Tutuklu Aileleri Dayanışma Federasyonu (MED TUHAD-FED), Özgür Kadın Hareketi (TJA), Mezopotamya Göç İzleme ve Araştırma Derneği (GÖÇ-DER), ROSA Kadın Derneği, Ekoloji örgütleri, İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Barış Anneleri, 78’liler Girişimi üyesi çok sayıda kişi DFG’yi ziyaret etti.
Açıklamaya HDP’nin Diyarbakır, Urfa ve Şırnak milletvekilleri de destek verdi.
Yürüyüş Yapıldı
HDP İl binasından Sanat Sokağı’ndaki DFG Derneği’ne kadar yüzlerce kişi “Özgür basın susturulamaz” sloganlarıyla yürüyüş düzenledi. Dernek önünde açılan gözaltındaki gazetecilerin fotoğrafının olduğu ve üzerinde “Susturamayacaksınız” yazılı pankartın ardından açıklama yapıldı.
Açıklamada konuşan HDP İl Eşbaşkanı Zeyyat Ceylan, özgür basına sahip çıkmak için burada olduklarını söyledi. Özgür basının on yıllardır büyük bedeller vererek halkın sesi olduğunu belirten Ceylan, “Biz bu saldırıların karşısında durmaya devam edeceğiz. Bir kez daha diyoruz ki bu yaklaşımı kınıyoruz. Her daim özgür basının yanında olacağız” dedi.
‘Özgür Basın Diz Çökmez’
Ardından konuşan HDP Batman Milletvekili Feleknas Uca, özgür basının sesine ses olmak için burada olduklarını söyledi. Her gün Kürt halkı ve destekçilerine baskıların yapıldığını belirten Uca, bugün ise özgür basına, gerçeğin sesine, Ape Musa’nın, Gurbeteli Ersözler’in ardıllarına yapılan gözaltılarla bu baskıların sürdüğünü belirtti.
Gazetecilerin gözaltına alınma gerekçesinin televizyon programları yapmaları olduğunu ifade eden Uca, “3 gündür dosyalarında kısıtlılık var. 3 gündür aileler haber alamıyorlar. 3 gündür gazeteciler hücrelerde rehin tutuluyor. AKP-MHP faşist ittifakı içeride olduğu kadar dışarıda da saldırılarını sürdürüyor. Toplum içinde gideceği belli olan bu ittifak bu nedenle özgür basına, HDP’ye saldırıyor. Federe Kürdistan ve Kuzey Doğu Suriye’ye saldırılarını sürdürüyor. Özgür basının kalemini susturmaya çalıştılar. Bütün medyayı kendileri gibi düşündürmek istediler. Ama hakikati özgür basının doğru bir şekilde anlatmasından dolayı bu saldırılar yapıldı. 90’larda özgür basın nasıl diz çökmediyse bugünde bu faşizm karşısında diz çökmez” dedi.
‘Özgür Basın Özgürlüğün Penceresidir’
MED-DER Eşbaşkanı Rıfat Ronî ise, özgür basının bu ülkede sürekli engellendiğini söyledi. Özgür basın üzerindeki baskıları hepimiz biliyoruz. Yıllardır dil, kültür ve kimliğine dönük saldırılar oluyor. Basının özgür olmamasından kaynaklı bu kadar saldırılar oluyor. Özgür basın Kürt halkının özgürlüğünün dünyadaki penceresidir. Yaşananlar özgür basın sayesinde dünyaya yayılıyordu. Biz hedef olan ve saldırılara uğrayan özgür basın çalışanlarının bir an önce bırakılmasını istiyoruz” dedi.
Emek ve Demokrasi Platformu adına konuşan Musatafa Kaya, yıllarca bombalamalar, yok etmeler, kaçırılmalarla mücadele eden özgür basın geleneğinin bugün de mücadele ettiğini belirtti. Kaya, “Bizler Amed Emek ve Demokrasi Platformu olarak özgür basına yapılan saldırıları kınıyoruz” diye konuştu.
‘Kabul Etmeyeceğiz’
ÖHD Diyarbakır Şube Eşbaşkanı Özüm Vurgun ise, gazetecilerin dosyasına değindi. Yapılmak istenin özgür basının tamemen susturulmaya çalışılması olduğunu belirten Vurgun, iktidarın yargı eliyle her alana saldırdığını söyledi. Vurgun, “Bu mücadelede yer alan özgür basın hiçbir zaman susmayacak. Direnenler her zaman direnmeye devam edeceğiz. Yapılan operasyton hiçbir şekilde hukuka uygun değildir. Hepsi hukuka aykırıdır. Sebebi olmadan gözaltıların uzatılması, bu sadece direnişi kırma ve susturmaya yönelik çalışmalardır. Bunu kabul etmeyerek her türlü hukuksuzluğunda karşısında olacağız” diye belirtti.
‘Susmayacağız’
DFG Eşbaşkanı Dicle Müftüoğlu ise, “Bizler özgür basın olarak bu dayanışma için tüm siyasi parti temsilcilerine, tüm kurum ve örgütlerin temsilcilerine teşekkür ediyoruz. Dayanışma bizlere güç verdi, bir kez daha yalnız olmadığımızı, bu halkın sesi olduğumuzu görmüş olduk. Biz bu halkın sesi olduğumuz için hedef alındığımızı gördük” ifadelerini kullandı.
Özgür basına yönelik 30 yılı aşkın süredir devam eden baskıların olduğunu dile getiren Müftüoğlu, “Bürolarımız bombalandı vazgeçmedik. O zamanda söyledik şimdi de söylüyoruz susmayacağız. Arkadaşlarımız katledildi, gözlatında kaybedildi susmadık, yılmadık, hergün daha fazla çalışmaya başladık. Biz gücümüzü Ape Musa’dan, Gurbeteli Ersçzlerden, Hafız Akdemir’lerden, Nujiyan Erhanlardan, Cengiz Altunlardan alıyoruz. Biz Apê Musa’nın kırılmak istenen kalemiyiz. 30 yıldır yazmaya devam ediyoruz. Hiçbir operasyon da bizi susturmayacak” dedi.
Kadının Sesi Oldular
Son olarak konuşan Rosa Kadın Derneği Başkanı Adalet Kaya, “Özgür basının bizim yürüttüğümüz mücadelede büyük emeği var. Onların yarattığı, açtığı yolla biz bu iktidarın bütün kadın düşmanı, Kürt düşmanı politikalarını görünür kılabiliyoruz. Her ne kadar sivil toplumla, bütün mücadele yürütenlerle üzerinde yürütülen bu yargısal taciz, şiddet politikalarının karşısında asla yılmayacağımızı, meslek faaliyetlerini yürüten, büyük demokratik mücadele veren basın emekçisi arkadaşlarımızın yanındayız” şeklinde konuştu. Açıklama atılan “Özgür basın susturulamaz” sloganlarıyla son buldu.”
Renkler solduruluyor. Gerçekten, hakikate dair haber veren temsillerden yirmi gazeteci, bir çalışan yirmi bir insanın akıbeti meçhul kılınmak isteniyor. Söylem birliği etmiş olan yaygın medyanın terör, terör, terör sayıklamasının kıyısında Bakur Kürdistan’ında ve tüm o çeperin etrafında var edilen zulmü, yıkım ve yıldırıya dair tespitlerde bulunan, tanıklık ve gözlemlerini aktaran insanlar esir edilmeye çalışılıyor. Bütünüyle muğlak kılınmış bir tehdit döngüsü, iftira çabası ve eksik gedik olmayan bir ötekileştirme halinin orta yerinde bir kere daha Kürd halkına susun buyruluyor. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin internet sitesinde gazeteci arkadaşımız Sibel Yükler’in vurgulu sorgusunu da ekleyelim bir kere de buraya; “Ne zaman basın özgürlüğüne büyük bir darbe yapılsa, bu aynı oranda büyük bir facianın da habercisi demekti. Birand’ın andığı KCK Basın davası dönemine bakalım. 20 Aralık 2011 yılında Kürt siyasetçiler ve Kürt gazeteciler büyük bir operasyonla gözaltına alındıktan sadece 8 gün sonra, 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski bombalandı. Çoğunluğu çocuk olmak üzere 34 Kürt, Roboski katliamında öldürüldü.” Gerçekle bağ kopartıldığı vakit yerine ikame edilenler her dem acıya çıkıyor bu ülkede. Ahlakın, hakkın, hukukun ve demokrasinin, söz hakkının ve yıkıma karşı mücadelenin örselendiği, imkansıza yakın konulduğu yerde bir tek zorbalık / bir tek istibdat rejiminin varlığı kesintisiz kılınır. Bugün yirmi bir yurttaş, bugün yirmi bir emekçi, bugün yirmi bir gören göz, kalem, gazeteci, işçi gözaltında. Topyekun bir memleketin yıllar yılıdır kanayan yarasına yeni ekler var edilmeye devam ediliyor. Bugün yirmi bir, yarın yüzler, sonra binlere eklenecek / evrilecek bir kuşatmanın ortasında sözün kıymeti harbiyesini şimdi anlıyor muyuz, sahi ama sahiden? Karanlıktan çıkış için dayanışmanın ne kadar da elzem, nasıl da mühim bir mesele olduğunu fark ediyor musunuz, sahi ama sahiden de? Ol renkler solmadan...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Dicle Fırat Gazeteciler Derneği
#arzihal#meram#duygu#anlam#yaşamak#süryaniler#saldırı#beyaz soykırım#tektip#kimliksizleştirme#cürüm#gözdağı#yıldırı#biyopolitika#cerahat#hdp#siyasal#aktivizim#dicle fırat gazeteciler derneği#mezopotamya ajansı#jinnews#gazetecilik suç değildir#özgür basın#yara#hak#politikmeram#kürd özgürlük hareketi#kırmızıçizgi#sesler
0 notes
Text
Çürüme Nereye Kadar...
Bir kirlenmişlik hali hasıl oluyor. Bütüne sirayet etmiş, bütün bir sathı mahalli kuşatmış o cerahat ikliminin, şiddete meyyal suretinin oluşturduğu kirlilik hepimizi ağır bir karanlığa rehin ediyor. Bildiğiniz anlamda bir ülke bahsinin yerinde yeller esiyor artık. Bilindik hep aşina olunan bir menzilin yüzü de olan bitendeki o örtbas hallerinin her güne yaygınlığına rağmen çürüme saklanamıyor. Bir kirlenmişlik hali, nefret, hiddet ve şiddet üçlemesinden ileriye güncelleniyor. Siyasal İslam ile Faşist, ırkçı, kafatasçı zihniyetin, başkanlık rejimi, on sekiz yılını devirmiş olan iktidar tahayyülünün ortaya serdiği şey bir kirlenmişliğin ta kendisidir. Bu kadar afaki, bu kadar kesin, keskin ve yasta dahi kimin yasının tutulacağını düşündüren, sorgulayan bir menzilin kiri artık kelimelere sığmayandır. Her şey ortadadır!
Memleketin orta yeri yangın yeri kılınırken hala her şey yolundaymış gibi davranılmasını bir yanda, memleketin hayata dair müştereklerinin çarçur edilmesini öte yanda, günbegün ve anbean yepyeni bir faşizan hamlenin acıtıcı yönü diğer yönde her şeyiyle bu kirlenmiş, kin ile nefretle dönüştürülmeye çalışılan cerahat sarmalının görünürlüğü artmaktadır. Hiç ama hiçbir biçimde sıradana nefes hakkı tanımayan, kendi zümresi dışındaki hiç kimseler için bir yaşam hakkı vaat etmeyen, bırakmayan Akp ve baş amirin ortaya serdiği şey, tüm o batıya kakalanmaya çalışılan güvenli, güçlü, eşit, özgür ülke masalının da karabasanları barındıran bir toplam olduğunu görünür kılar. Öteye beriye masallar anlatılırken, pandemi sürecinin ortasında bir ülkenin cürümlere rehin, hayatların alenen gasbedildiği, çürümenin ise eksiksiz mot-a-mot yeniden var edildiği bir portre karşımıza çıkar. Esas resimde salt ve sadece kan / gözyaşı ve irin vardır, nasıl kokuşmasın bu ülke!
Bütünde ortaya çıkan rezillik silsilesinin, normalleşme güncesi içinde ortaya çıkmış aleni her hamlede bu kokuşma hali iyice yerleşik kılınır. Bakur Kürdistan’ında kolluk kuvveti olarak yer alan personelin insanlık dışı muamelelerine, işkencelerine taciz ve tecavüzün de eklenmesi bunun bir yönüdür. İnsan haklarının ayaklar altına alındığı bir yerde Şırnak ve Batman’daki ol kötülük temsillerinin ardılı sıra sırtları sıvazlanıp salıverilmiş olagelen o muktedirin piyonları / tetikçilerinin halleri bu çürümeyi, o kokuşmuşluğu çok net bir halde gösterir. Beş koca yıl sonra hala tek satır adım atılmamış, hala tek bir doğru düzgün soruşturma reva görülmemiş, o dönemin başbakanı olan mimli şahsın muhalefet kılınıp bir umutmuş gibi sunulduğu Pirsus, Suruç Katliamı’nın 5. yıl dönümünde Kadıköy’deki o saldıran kolluğun suna geldiği her hamle bu kökten çürümüşlüğü gösterir. Kokuşma artık her yeri kuşatandır.
On sekizinci yılındaki bir iktidarın, şahsına münhasır bir ülke tahayyülünün hiçbir halde ve şartta görmeye çalışmadığı bir yarayı anmak imkansıza yakın koyulur. Suruç bir ülke denilen sahada, Rojava devrimi gibi büyük mücadeleler ve özveriyle kurulmuş olan tüm o müşterek devrime bir ufak katkıyı sunmaya çalışan insanların katledildiği bir yıkımdır en yalın haliyle. O kırımın yasına dair ses etmek isteyen gençler gözaltına alınır. Gözaltında işkenceye tabi tutulur. Her telefon bir kameraya dönüşmüşken, aleni bir biçimde işkence sokağa düşürülür. Yetmez kendini yaygın medyadan -muhalif olarak pazarlayan bir zatın, insanlık müsveddesi ağabeyinin çetesiyle, sokaklarda insanlara hakaretlerini seyrettiğimiz bir menzilde kokuşma artık ortalıklardadır. Kokuşmuşluk her gündedir, her zeminde ve hemen her anlamda bir hakikattir. Daha ne olsun! Bütünüyle devletin var ettiği o şiddet, şu nefret ve kesintisiz olarak yaralara saldırma gayretinin ulaştırdığı çürümenin kelimeler ile karşılığı kalmamıştır. Artık soluk almakta zorlandığımız yer gerçektir!
Bianet’ten aktaralım: “Muğla'nın Ula ilçesinde, beş gündür kayıp olan 27 yaşındaki üniversite öğrencisi Pınar Gültekin'in cesedi, Menteşe ilçesinde ormanlık alanda bulundu.
Evrensel’in haberine göre, Gültekin'in öldürülmesiyle ilgili Cemal Metin Avcı isimli erkek gözaltına alındı. Haberde Avcı'nın Gültekin'i darp edip bayılttığı ve ardından boğarak öldürdüğü bilgisi yer aldı.
A. olay günü konuşmak "bahanesiyle" otomobiline aldığı Gültekin'i kendisine ait bağ evine götürdü. A., Pınar Gültekin'i burada öldürdü.
A.A.'nın haberinde de A.'nın Gültekin'i öldürüp,cansız bedenini varil içinde ormanlık alana gömdüğünü itiraf ettiği belirtildi. Birçok kadın cinayeti failinin yaptığı gibi öldürdüğü kadını suçlamaya çalıştı.
Failin ifadesi şöyle: "Pınar ile ilişkimiz vardı, eşine söylerim diye sürekli tehdit ediyordu, para istiyordu. O gün de para istedi, verecektim ama sinirlendim, tartıştık. Bir anlık öfke ile öldürdüm."
Ne Olmuştu? Muğla'nın Ula ilçesinin Akyaka Mahallesi'nde yaşayan Pınar Gültekin, 16 Temmuz'da günü evinden ayrıldı. İstanbul’da yaşayan abla Sibel Gültekin, telefonda görüştüğü kardeşinden bir daha haber alamadı.
Kardeşinin hayatından endişe duyan abla, annesi Şefika Gültekin ile birlikte Muğla’ya geldi. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğrencisi Pınar Gültekin’in bulunması için ailesi tarafından Akyaka Karakol Komutanlığına kayıp ihbarında bulunuldu. İhbarın ardından genç kadının bulunması için jandarma ekiplerince arama çalışması başlatıldı.
Sibel Gültekin, kardeşinin Akyaka'da kendi evinde kaldığını belirtip, "Onunla en son geçen perşembe günü saat 15.00 sıralarında telefonla görüştüm. Menteşe ilçesindeki alışveriş merkezinde olduğunu söyledi. Daha sonra telefonu kapandı ve bir daha ulaşamadık. Gerekli yerlere durumu bildirdik. Akyaka’da ertesi gün görüldüğü söylendi" dedi.
İstanbul'da Kadıköy Eminönü İskelesi önünde basın açıklaması için toplanan kadınlar "Bir kadın daha eksilmemek için İstanbul Sözleşmesi uygulansın, 6284 uygulansın" dedi.
Burada yapılan basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “Her kadın cinayetinin arkasında yatan sebeple öldürüldü Pınar Gültekin. Bir erkeğe 'hayır' dediği için.
“İstanbul Sözleşmesi'ni kaldırmak isteyenler, kadınlar erkeklere 'hayır' diyemesin, 'hayır' derse yaşamasın istiyor. Kadınları öldürenler, erkek yargıdan, ülkeyi yönetenlerden güç alıyor.
“Onlara rağmen yaşayabilmek, hem de eşit ve özgür yaşayabilmek için Pınar Gültekin için, hepimiz için bugün kadınlar her yerde isyanda.”
Bir kirlenmişlik hali hasıl oluyor. Gide gele, dere tepe aşıldığı, zamane mefhumunun her neyi gerektiriyorsa bunu var ettiği öne sürülen bir yerde, salt Haziran ayı içerisinde kaydı tutulabilmiş 30 kadar kadın katledilmiştir. Bunca açık bir biçimde hayat hakkının alenen, ulu orta gasbedildiği bir zeminin varlığıdır mesele. Pınar Gültekin kaçıncı kurbandır! Ol fasit döngü içerisinde rehin edilmiş, canına göz dikilmiş, tehdit, taciz ve dahi ötesindeki her türden insanlık dışı muameleye uğramış kaçıncı kadındır. Tekrarların değil tastamam eril şiddetin, devletin ve onun güdümündeki yargının adaletsizlikler silsilesinin bunun da yanında o cezasızlık titrinin var ettiği her şey bir kadının daha canının çalınmasının yolu ve yönünü belirginleştirir.
Duvar’dan iliştirelim: “Muş’ta eşinin kardeşi tarafından tecavüze uğrayan ve sonrasında eşi tarafından katledilen Fatma Altınmakas’ın, jandarma karakoluna şikayette bulunurken Kürtçe tercüman bulundurulmadığı için şiddete uğradığının anlaşılamadığı ortaya çıktı.
Mezopotamya Haber Ajansından Dindar Karataş’ın haberine göre Altınmakas, 12 Temmuz’da gittiği Konakkuran Jandarma Karakolu’nda kendisine tecavüz eden S. Altınmakas’ı şikayet etti. Türkçe bilmeyen Altınmakas’ın ifade işlemleri sırasında tercüman çağrılmadı. Karakolda ifadesi alınan Altınmakas’ın eğitim durumu ise “Okur-Yazar” olarak kayda geçirildi. Oysa okuma yazması olmayan Altınmakas’ın kendisine yapılan şiddeti anlatamadığı için ifade tutanaklarında darp edildiğine dair hiçbir ifadeye yer verilmedi.
Karakol ifadesinin ardından aynı gün Muş Adli Tıp Kurumu’na giden Altınmakas’ın yapılan muayenesinde ise darp gördüğü kaydedildi. Adli Tıp Şube Müdürlüğü tarafından verilen raporda, “Vücudunda soruşturma konusu olaya bağlı çeşitli yerlerinde morlukların olduğu, sağ bacakta 2 santimetre çapında, sol oyuk ve sol bacakta morluklar olduğu saptanmıştır” diye belirtildi.
Alınan kolluk ve savcılık ifadelerinde Fatma Altınmakas’ın kendisini ifade edemediğine dikkati çeken kardeşi Mir Bedirhan Ayaz, “Karakolda Kürtçe tercüman olmaması büyük bir faciadır. Fatma’nın beyanında mesaj yazmayı bilmediğini, mesajları dahi başkasının yazdığını söylediği halde tercüman atanmaması katliama zemin hazırladı. Fatma darp ve cebrin ne olduğunu bile bilmiyor. Ablam beyanında fiziki şiddet ve darp olmadığını belirtmişse de Muş Adli Tıp Kurumu’ndan alınan raporda darp edildiği ortaya çıkmıştır” dedi.
Ne Olmuştu: Fatma Altınmakas’ın şikayeti sonrası S. Altınmakas gözaltına alındı ancak tutuklama talebiyle sevk edildiği mahkemede “dosyadaki mevcut delil durumu, şüphelinin sabit ikametgah oluşu, delilleri karatma ihtimalinin olmaması” gerekçesiyle serbest bırakıldı. S. Altınmakas’ın adli kontrolle serbest bırakıldığı gün Fatma Altınmakas, eşi Kazım Altınmakas tarafından katledildi. Fatma Altınmakas’ın eşi, “kasten öldürme” suçundan tutuklandı. Malazgirt Sulh Ceza Hakimliği ise, Fatma Altınmakas’a tecavüz ederek, ölümüne neden olan S. Altınmakas’ın tutuklanması için yapılan başvuruyu, “Adli kontrol tedbirleri ölçülü” diyerek reddetmişti.” (Bu arada hafta sonu Fatma Altınmakas ile ilgili yayınlanan haberlere engelleme getirilir. Bir kadının çalınan canının akıbetini sormak, yine yeniden muktedir birisine dokunabilir denilerek örtbas edilmeye çalışılır, kayda geçsin)
Cinai bir şebeke döngüsü, kadına yönelik kırım hali, İstanbul Sözleşmesi bunca açıktan yıkılıp, yok edilmeye çalışılırken oluşan karanlık tablonun kaçıncı kurbanıdır Fatma Altınmakas. Düzenin, muktedir aklının tahayyül ettiği o hınçla biteviye ötekileştirme ve dahi ayrıştırma hali içerisinde kaçıncı kadındır canı çalınan. Anlaşılmaz bir dil diyerek ol meclis tutanaklarına geçirilen oysa hayati derecede mühim olduğu, bir insanın ana dilinde meramını eyleyebilmesinin neden nasıl önemli olduğunu ortaya çıkartan bir bahis önümüze serilirken kadınların hayat haklarının çalınabildiği, cezasızlık ile sırt sıvazlanıp, tam teşekküllü örtbas etmelerle insan hakkının, yaşam hakkının hudutta yerle bir olunması çürüme değil midir, hala değil midir?
Mezopotamya Ajansı’na bağlanalım: “İran’ın Maku kentinden 4 kolber arkadaşıyla birlikte 18 Temmuz gecesini 19 Temmuz’a bağlayan gece Van’ın Çaldıran ilçesine bağlı bir köyden Türkiye’ye geçen Khales Arsan’dan (31) 4 gündür haber alınamıyordu. Arsan’ın sınır karakolunda gözaltına olduğu ortaya çıktı.
Ailesi aracılığıyla ulaştığımız Arsan, gözaltında tutuldukları karakolda işkenceye maruz kaldıklarını ileri sürdü.
Sınırı geçmeye çalıştıkları sırada askerlerin kendilerine ateş açtığını söyleyen Arsan, “4 arkadaşım kaçtı ama ben yorgun olduğum için kaçamadım ve yakalandım” dedi. Götürüldüğü karakolda 19 mültecinin de olduğunu belirten Arsan, yaşadıklarını ve maruz kaldıklarını şöyle anlattı: “Ben İranlı değil, Afganistanlı olduğumu söyledim. Bizi alıp bir karakola götürdüler. Götürüldüğümüz karakolda bir komutan 6 asker bizi sopa, çekiç ve demir çubuklarla dövdü. Her seferinde aramızdan bir kişiyi aralarına alarak o kadar dövüyorlardı ki yerler kandan kırmızı oluyordu. Ara verip bu sefer de başka birini alıyorlardı. Bu şekilde bize 3 gün boyunca işkence ettiler. Çoğunun kolu, ayağı ve kafası kırıldı.”
Hakkında hiçbir işlem yapılmadan 19 mülteciyle birlikte İran sınırına bırakıldıklarını dile getiren Arsan, “Bizi karakoldan dışarı çıkartarak, İran tarafına geçmemizi söylediler. Sınırı geçince de İran askerleri bize ateş açtı. Kaçarak sağ kurtulduk” diye anlattı.
Kolberliği yapmak zorunda olduklarını ifade eden Arsan, “Gitmezsek açlıktan öleceğiz. İran’da hiçbir iş olanağı yok. Ben yakalandığımda öldürüleceğimi düşündüm. Allah beni çocuklarıma bağışladı. Sadece bulunduğum köyde 2 yıl içerisinde 8 genç sınırda İran ve Türkiye askerlerinin açtığı ateş sonucu katledildi” diye konuştu.”
Bir döngü halinde kirlenmişlik, olduğu kadar ayrımcılık, var edilebilen kadar ötekleştirme ve dahi arkası hiç kesilmeyen bir cerahat kültü olarak düşmanlaştırma bahisleriyle tüm bu ülke denilen çukurda güncellene gelendir. Khales Arsan, bu bahiste, şu ülkede var edilmiş olan o ayrımcılığın, nefretle pekiştirilen kimliksizlere karşıtlığın sonuncu kurbanlarından birisidir. Burası medeniyetler beşiği, herkese kapımız açık denilirken bir kez daha devletli ile ol kolluğunun hayatı zehretmeye devam ettiği ortaya çıkandır. İşkence tüm resmi izah, tanım ve meramlarda sözüm ona lanetlenirken, içeride misafir olana dahi bu yıkım halini reva gören bir zihniyet önümüzdedir. Bu kadar kolayca, cana kasteden, onu mahvetmenin kıyısına taşıyan bir ülkede kirlenmişlik olmaz da ne olur!
Bir kirlenmişlik hali hasıl oluyor. Birbiri içerisine geçmiş, her hamlede biraz daha sıradan olana karşıtlığın gemiyi azıya aldığı bir ülke karşımıza çıkıyor. Esas resim çürümenin tam tekmil kapasitesini bildiriyor. Esas olmakta olan bu kirlenmişlik hali ile beraber aralıksız çürüme, kesif bir kokunun yaygınlığı oluyor. Dönüyoruz, dolaşıyoruz başa sarıyoruz. Bir koca asırda zerre-i miskal ilerleyemeyen bir demokrasi bahsinin henüz emeklemeye dahi başlamadığı bir yere dönüyoruz. Dibini bulamayan, hala aralıksız olarak zemin / şartlar ve olası güncellemeler için var edilen tüm eşiklerde bir biçimde o kirlenmişlik bu sahayı hala kuşatıyor. Çürümenin önünün alınmadığı, kokuşmuş halin sonlandırılmadığı bir yerde salt ve sadece yaralar kalır geriye. Yaralar, bereler içinde bir menzilin sureti karşımıza çıkıyor artık. Sormalı bir daha bu muydu her şeyi düzeltecek ülke, bu kadar mıydı bütün o mesele ve hala aynı bataklığın ta kendisini muhafaza mıydı yenileşme, normalleşme, ülkede! Şayet bir ülke kaldıysa hala böyle bir hal / bu kadar belirsiz bir toplam mıydı o normallik taslanan saha! Nereye kadar olduğu kestirilemeyecek bir yıkım hali güncellenirken tüm bu sahanın bin bir yara bereyle donatılması güncelleniyor. Sahiden sormalı kirlenmişlik, şu çürüme nereye kadar, daha ne kadar...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: Violence Against Women – Daria KLEPIKOVA – Behance
#çürüme#arzihal#yara#mesel#memleket#tahakküm#tehdit#yıldırı#hal#gidişat#yıkım#tahlil#olan biten#kadına yönelik şiddet#ayrımcılık#nefret#ötekileştirme#kimliksizleştirme#çürüten#devlet102#kötülük#nefret suçları#insan hakları#6284#istanbul sözleşmesi#ayrım#yaşamak#kolber#mülteci#sınır
0 notes
Text
Devletin Gölgesinin Değdiği Yer Çürüyor
Hayatın berhava olunduğu bir sahada, kaybedilenin, başımıza örülen çorapların, haksızca, hakkaniyetsizce ayaklar altına alınıp çiğnenen insanlık onurunun bilinmezliği derttir. Hala ve kesintisiz bir biçimde bir yerde yaralar var edilirken bunu görmemek “tercih” değildir. Bir uzamda yaratılan dehşetin artık sabit kılınan ezmelerin, alt etmelerin tükenişe enikonu mahkum kılma hallerinin bağında cereyan edeni görmemek bir meseledir. Kafalarını tüm o çıkar başka yöne çevirenler ile kafasını kumdan çıkartmayan iktidarcılara oradan da her zaman biz orta yolcuyuz tarikatları arasında bir menzilin yıkımı güncellene gelir. Gerisi, berisi, ötesi, ötekisi konuşulmayan, önü ve ardı sorgulanmayan yerdeki hayat istenci bir tükenişe sevk olunur.
Buralar artık yaşayabildiğimiz bir menzil değildir. Burası tükenişin bir normatif kılındığı, cerahatin hep güncellendiği bir çukurdur. Az biraz muktedire yanlayıp sözüm ona nefes alanların, az biraz o ranttan pay kapan iş insanlarının yanında saf tutanların var ettiği öne sürdüğü yeni ülke bütün bu karabasanın bir başka suretidir. Hayat hakkının zayi olunduğu bir sahada, dünün bir yol, yön belirleyici kılındığı sahada güncellik yıkımın karanlığına bir biçimde rehinedir. Burası bir menzil böyle kötücül, habis bir toplamdan mürekkeptir. Erk, muktedir, iktidarın cerahatle yoğrulmuş, dibine kadar irinle, yol ve yön bulduğu ülke şablonu biyopolitik olanın ta kendisidir. Biyopolitik yönetimindir, onun omurgasından çıka gelendir.
Yönetim katının sıradan için bir vaat etmekten öte hakikat kıldığı bu çürüten düzene riayettir. Hayat berhava olunurken, yol da yön de şaşırılmışken, düzen değişmezken ona da alışın buyrulur. Böylesine bariz bir katran karanlığı var edilirken her fenalık her yönde, her gün yinelenirken bu hale inanılıp, sessizliğe devam olunması talep olunur. Yolu, yönü kayıp ülke gerçektir. Bildiğimiz, anladığımız, anlamaya çalıştığımız, izah etmeye teşne olduğumuz, elimizin hamuruyla karıştığımız, sorguladığımız, düşündüğümüz bu beterler ötesi halin bir ülke olmasıdır. Ambalajı tazelenip, yeni diye kakalanan şeyin nasıl bir hali, hangi utançları içinde barındırdığı afakidir, görmek isteyene.
Bu kadar çürümüşlüğün hale süre duran hezimet ve bozgunların ikliminde bir ülkenin hiç ama hiçbir biçimde geriye bırakılmamasıdır mesele. Hayatın berhava olunduğu bir yerde, kaybedilenin ta kendisi o yaşam tahayyülü olduğu muhakkaktır. Biçimlendirilen ve yine, yeniden varlığı tescil olunan şiddet pratiklerinde bir menzilin binasıdır sorun. Bu haller ve bu çürüme güncelliği kesintisiz bir mahvın devamını söz konusu eder. Burası hakikatlerin konuşulmadığı, yaşama düşürülen gölgelerin bahsinin olunmadığı bir çukur halini halen muhafaza edendir. Erk, muktedir, iktidar ülküsü cerahatin hep güncellendiği bir düzlemin ta kendisini var edendir. Biyopolitik cerahatin, sıradanın hayatını doğduğu andan itibaren kuşatması böyle bir şablonla var edilir. Ev, okul, iş, hayat döngüsü bu birbirine bağlanmış sürekli ve daim gözetim, denetim ve tüketim hali içerisinde dönüştürülendir.
Hayat hakkı yerle yeksan olunandır. Bir fasit döngünün, yedi gün, yirmi dört saatlik tüm o cendere ve sınayışlar bir hayat addedilmektedir, bu mudur hayat! Yıkım bir istikametin ta kendisi kılınır. Bir asırlık yönelim, tahayyül değil de doğrudan hakikat bu tekinsiz artık gayri insani şartlarla oluşturulan ucubelik, bir ülke diye konumlandırılan şeyin varlığı hiç kesintisiz kılınır. Cerahat yinelenirken yıkım cismani kılınırken hayat hemen her anlamda pejmürde kılınırken halen durmak yok yola devam bu bahsin bir tamamlayıcı hamlesidir. Görünen köy kılavuz istemez.
Hayatın bir hiç kılındığı sahada, çiğnenen, yenilip, yerilip yutulmaya çalışılan insanlığın onurudur / sesidir / meramıdır. Bir uzamda yaratılan dehşetin süreğen, dönüşen, yeniden var edilen halleridir mesele. Yaratılan kindarlıkla hemhal sahnede hayat paramparça edilir artık ama ve fakatsız olarak. Sonuç, birbirimize kırdırılmaya devam ettirildiğimiz “yerde” muktedirin yoluna devam etmesidir. Hayat un ufak olunurken, düzen kendi güncesine devam etmektedir hala. Tahakküm hamleleri, yıkımlar, iş cinayetleri, gündelik kılınmış ol kadın cinayetleri, artık sayılmayan tehcir hamleleri, deportizasyon, kimliksizleştirme hali ve saldırıları, her durumda tahayyül olunan karanlığın bir başka evresi, her güne sığdırılan nice cehennemi halle bariz yıkım var edilir.
Bütün bu Türkiye gerçekliği halen bilinmezlikten gelinir. Çürümenin ortasında ne o yana ne bu yana dönüşmeyen, güncellenmeyen bir menzil var edilmektedir hal midir, gidilen yol yol mudur yanıtsızdır. Cerahat, cüretle savunulan yıkım, tahakküm ve kesintisiz linçler var edilirken, en önemli mesel sıradanın hayatı çalınırken bu sessizlik çürümenin ta kendisidir. Bir uzamdaki vahşetin meselesidir sorgulanması ivedi olan. Burası iş bu saha ve sathın artık yaşamdan bağlarını kopartmış bir yere dönüşümü kesintisiz kılınan bir haldir. Bir hayat tahayyülü ya da bu menzilde var olma haline kastın kesintisizliği şimdi tıpkı dün gibi dehşet vericidir. Bu kadar afaki bir çürümeden bir ülke hali eksiksiz var edilirken bunun sorgulanmaması yaraları kalıcı kılar. Hayatın çürütüldüğü yerde o bahsin sınırına gelinir. Geleceğin bu şimdi dahilinde yerle bir olunduğu sahada bütün bu terminoloji o yıkımı var edendir. Hayat her ne haldedir sorguluyor musunuz?
Bütün, birleşik ve bariz bir devamlılık ile hayatın zehirlenmesi söz konusudur. Biricikliği aleni olan, herkese farklı gelenin bir potada harman edilmesi, birlikte ve ortaklaşa “nefes” alma imkanı söz konusu edilmeyendir artık. Ayrıştırmaların, birbirine düşürmelerin orta yerinde bir zemin bırakılmaz. Hayat ayaklarımızın altından çekilip çalınırken, bir şimdiyi bir şu anı rahat bırakmamak kesintisizleştirilir. Devletin var ettiği şiddet pratiklerinin tüm o hayatı derdest kılma çabasının her nasıl biçimsiz, eğrelti ve dibine kadar kokuşmaktan öte çürüyen bir yeri, sahayı var ettiği bugün açıktır. Yaşamak sahiden de bu mudur, bu kadar mıdır?
Mezopotamya Ajansı’nda Fethi Balaman’ın haberidir: “Hükümetin 2013 yılında Kürt sorununa dair başlatılan “çözüm süreci”ne son vermesi akabinde bölgenin birçok kentinde 2015 sonbaharında “öz yönetim” talebiyle yayılan eylemselliklerin adreslerinden biri Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesi oldu.
İlçede ilki 24-25 Kasım 2015 tarihinde uygulanan iki gün süreli yasak sırasında Dört Ayaklı Minare başta olmak üzere birçok eserin zarar görmesi üzerine Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, operasyonların durdurulması talebiyle açıklama yaptığı Dört Ayaklı Minare’nin önünde ensesine isabet eden bir kurşunla hayatını kaybetmişti. Elçi’nin öldürülmesi sonrasında 2 Aralık 2015’te ilçenin Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu, Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahallelerinde “sokağa çıkma yasağı” ilan edildi.
Yasakla birlikte bu mahallelerde yaşayanlar zorla göç ettirilip, operasyona başlandı. Yasak kapsamına alınan altı mahallenin nüfusu adrese dayalı nüfus verilerine göre 22 bin 323’tü.
103 gün süren operasyon sırasında resmi rakamlara göre 2 yüzbaşı ve 2 teğmenin de aralarında bulunduğu 53 asker, 17 polis ve 1 korucu olmak üzere toplam 71 devlet görevlisi yaşamını yitirdi. En az 392'si asker, 128'i polis, 3'ü korucu olmak üzere toplam 523 kişi ise yaralandı. Bu süre zarfında aralarında YPS ve YPS-JÎN üyelerinin de olduğu 73 kişinin cenazesine ulaşıldı. Sur’da başlatılan kuşatmayı protesto eylemlerinde ise 11 kişi öldürüldü.
Yaşanan bu ölümlerin yanı sıra ilçedeki Kurşunlu Camii, Hacı Hamit Camii, Paşa Hamamı, Mehmet Uzun Evi, Ermeni Katolik Kilisesi ve Dört Ayaklı Minare gibi kimi tescilli yapılar başta olmak üzere birçok tarihi eser ağır hasar gördü.
Yüzde 72’si yıkılan ilçenin 6 mahallesi bugün hala yasaklı. 1461 gündür süren yasak boyunca 6 mahalleye iş makineleri ve müteahhitler dışında bugüne kadar kimse sokulmadı.
TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Doğan Hatun, yasaklı Sur’daki yıkımı değerlendi. Hazırladıkları raporlara da yansıttıkları gibi çatışmaların yaşandığı dönemde Sur’un sadece yüzde 10’unu yıkıldığını söyleyen Hatun, “Yasağın bitiminden sonraki süreçte Sur’un haritan silinişi süreci başlatıldı. Devlet eliyle bilerek ve isteyerek sistematik olarak 6 mahallenin tamamı ortadan kaldırıldı. Aslında Sur, 103 günlük çatışmalı süreçte yıkılmadı, ondan sonraki 4 yıllık süreçte yıkıldı” diye belirtti.
Devletin 4 yıldır üstlendiği Sur’u inşa etme girişiminin boşa çıktığını ifade eden Hatun, nedenini şöyle açıkladı: “Hiçbir yerel sivil toplum örgütü ve halk bu işin başında yer almadı. Sur’u rüyasında bile göremeyen bir devlet mekanizması, Ankara’da Koruma Kurulu Planı’yla projeler uydurup, hiç görmedikleri bir alana uydurmaya çalışıyor. En temel eksiklikleri burası. Sur’un dışında, Sur’u yaşamamış, bilmemiş, Sur üzerinde iki cümleyi bir araya getiremeyen bir devlet, burada Sur’u inşa etmeye çalışıyor.”
“Binlerce yıllık tarihin üzerine asfalt döktüler. Yapılanlar Sur’u yok etmeyi, intikam almayı amaçlamakta” diyen Hatun, meslek örgütü olarak Sur’a dair sürecin dışında bırakılmalarına ve Koruma Kurulu’nun yaklaşıma şu sözlerle tepki gösterdi: “Biz bu kentin en büyük bileşeniyiz. Kaldı ki Sur’la ilgi bu kentte siyasi partilerden, devletten daha çok konuşma hakkına sahibiz. Ama hiçbir şekilde ne bir talebimiz yerine getiriliyor ne de Sur’u görmemize izin veriliyor. Sur’a yaklaşmamıza izin verilmiyor. 500-600’e yakın tescilli yapı vardı burada. Ama Koruma Kurulu şunu söylüyor; binalar yıkılmış tescil süreci tükenmiştir. Fakat binalar yıkılmamıştı. 9 Mart 2015’e kadar binalar yıkılmamıştı. Senin görevin, o esnada devlete ‘hayır siz bu şekilde yıkamazsınız’ demekti. O zaman demek ki burada Koruma Kurulları formalite kurumlarmış.”
4 yıldır halktan saklansa da devletin Sur’u halka bırakması gerektiğini söyleyen Hatun, “Sur’un yeniden inşasında ilçe halkına her türlü teknik donanımı elimizden geldiğince vermeye hazırız. Hiçbir şekilde geç kalınmış değil. Evet, yıkımları engelleyemedik ama yeni bir inşa sürecini halkla birlikte başarabiliriz. Devlet samimiyse halka bıraksın. Halka ne gerekiyorsa yapsın. Betonu, çimentosu bazaltı getirsin, teknik kısmını biz üstleniyoruz. Sur’un yıkılmadan önceki bütün haritaları, sokak görüntüleri elimizde var. Koruma Amaçlı İmar Planları Projesi hepsi bizde mevcut. Eğer gerçekten isteniyorsa projenin aynısını halka birlikte gönüllülük esasına göre yapmaya hazırız. Yeter ki bu yasakları kaldırsınlar. Halk gelsin parseli neyse kendi evini yapsın” diye konuştu.
Hayatın bu kadar aleni bir biçimde zapturapt altına alınmasının meselidir, Sur’da varlığı tescil olunan. Bakur Kürdistan’ının dört bir yanında, her bir yöresinde uygulanan şiddetin artık bir sınırı / bucağı bırakılmamış olan yerle yeksan etme halinin insanlık suçlarıyla bir ve birlikte güncelliğidir sorulması gereken. Her bir tanıklık, ortaya konan irade ve ardında var edilmiş olan yıkımın bütün bu meramın da toparlayıcısı olduğu takdirinizedir. İçimize işlenmiş olanın, devletin gölgesinin her nasıl bir hayat öğütücü olduğu artık aleniyettedir. Kuşku, ön yargı, şüphe ya da benzerlerine yer olmadan / hiç gerek kalmadan hakikatin her nasıl bir fasit döngü olduğu yeterince açıktır. Sur’un meseli Hasankeyf’ten, Munzur’a kadar pek çok yerde var edilmiş talanın bir başka suretidir, insanlığa kastı bildirendir.
Agos Gazetesi'nden aktaralım: Edirne Cezaevi’nde tutulan HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın avukatı ve kız kardeşi Aygül Demirtaş Gökalp, kişisel Twitter hesabından ağabeyinin cezaevinde 26 Kasım’da sağlık sorunu yaşadığını ve bilincinin bir süre kapandığını duyurdu. Ağabeyinin cezaevinde bilinci kapandığı anda ilk müdahaleyi koğuş arkadaşı Abdullah Zeydan’ın yaptığını söyleyen Gökalp, şunları yazdı:
“26 Kasım Salı günü 05.30 sıralarında müvekkilimiz ve ağabeyim Selahattin Demirtaş’ın, göğüs sıkışması ve nefes alamaması nedeniyle bilinci kapanmıştır. Uzun süre bilinci kapalı şekilde hücresindeyken kendisine ilk müdahaleyi, hücre arkadaşı Sn Abdullah Zeydan yapmıştır. Sonrasında ambulans çağrılmış, kendisine sadece EKG yapılmıştır. Müvekkilimiz acil servis yerine, kapsamlı bir müdahale ve tedavi için kliniğe sevkini talep etmiştir. Cezaevi doktoru da Demirtaş’ın kardiyoloji, nöroloji ve gastroenteroloji olmak üzere üç ayrı bölüme sevk edilmesini istemiştir. Biz de avukatları olarak cezaevi idaresiyle yaptığımız görüşmede derhal hastaneye sevkini talep ettik.
Ancak Demirtaş, aradan 7 gün geçmesine rağmen hastaneye sevk edilmemiştir. Böylesi hayati önemdeki bir sağlık sorununa rağmen hastaneye sevk edilmemesi, açıkça hayati risk altında tutulduğu anlamına gelmektedir.
Selahattin Demirtaş’ın siyasi rehineliği, neredeyse yaşam hakkına yönelik bir müdahaleye dönüştürülmek istenmektedir. Demirtaş’ın sağlığıyla ilgili en küçük bir olumsuzluğu düşünmek dahi istemiyoruz. Bunun sorumluları, bu vebalin altından kalkamazlar.
Durumu yakından izliyoruz. Avukat arkadaşlarımız Edirne’de, 24 saat süreyle gelişmeleri takip ediyorlar."
Gazete Fersude'den aktaralım: Demirtaş ile yaptığı görüşmeyi gazeteye değerlendiren HDP vekili Necdet İpekyüz, Demirtaş’ın durumunun ve moralinin iyi olduğunu belirterek, Demirtaş’ın hastaneye sevk işleminin gerçekleşmesi olsaydı durumu kamuoyuna taşımayacağını belirttiğini söyledi.
İpekyüz şunları söyledi: “Demirtaş’ın morali gayet yerindeydi. Bir doktor olarak şöyle söyleyebilirim; böyle durumlarda morale ve dış görünüşe bakılmamalı. İçeriden gelen ne rahatsızlık var o tespit edilmeli. 1 hafta önce bir rahatsızlık yaşıyor ve 3 ayrı bölümde tetkik yapılması isteniyor ancak hastaneye 1 haftalık süreç içerisinde sevki yapılmıyor. Yapılmama nedeni olarak ise bölüm randevularının işlemleri uzun sürdü deniyor. Böyle rahatsızlık yaşayan kim olursa olsun detaylı tetkikleri yapılmalıdır. Demirtaş sosyal medyada gündem olduktan sonra sevk işlemleri yapılıyor. Demirtaş ile görüştüğümüzde kendisi bize, “Ben aslında sevkim gerçekleşseydi bu rahatsızlığımı gündeme taşımayacaktım ancak kamuoyu oluşturmayı sadece kendim için değil içeride olan binlerce arkadaşımız sağlık haklarından yararlanabilsinler diye yaptım” dedi. Ayrıca görüştüğümüzde gayet moralli bir şekilde soran herkese selamlarını iletti.”
Edirne Başsavcılığı kanalıyla, toplumsal tepkime sonrası Demirtaş’ın sağlık kontrolleri için hastaneye sevkinin gerçekleştirildiği bilgisi düşülür. Hayatın ucuza koyulduğu bir yer, şu sahada, Demirtaş gibi insanların tanıdığı, bildiği bir insana reva görülenler, sıradan olup, devletin şerrinden tutsak kılınmış sıradan insanların başlarına nelerin getirildiğinin de kanıtını oluşturur. Hesap verecek bir mekanizma, söylenecek, ne oluyor bitiyor diye soruşturacak tek bir makam geriye bırakılmadığı için toplumun gözleri önünde, kimileri için salt baş amir istedi diye mahpus edilmiş bir insanın hayat hakkı tehlikeye atılır. Bu kadar kesin, bunca bariz, bir o kadar ardılı sıra bir yurtta, bir sahada yaşamın her ne hale koyulduğu gözlerden kaçırılır, sonuç şimdilik iyidir, Demirtaş’ın sağlığı için bir haftanın ardından ancak haberdar olunabilen bir yerde, onun gibi nice tutsağın hayatlarının her ne şekilde pamuk ipliğine bağlı konulduğu derttir, düşünülmesi gerekendir.
Çürümüş enikonu kokuşmuş bir menzilde Türkiye denilen sathın dört bir yanında aynı belagatli halle saldırıyor muktedir. Rehin almak, ezmek, biçmek, yok saymak, uçurumun kıyısına taşımak için hayatı elinden geleni ardına bırakmıyor. Bu kadar aleni olanın karşısında hayat meselini savunabilecek miyiz? Seksen milyon için apayrı terminolojiler, ezberlenen lafazanlıklar, kültürel erozyon, nihai anlamda hayatın şablonunun boşa çıkartılması güncel bir meseleyken hayatın elzemliliğini fark ediyor musunuz? Devletin gölgesinin değdiği yerin çürüdüğünü nihayet anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Emméler – Victorien AUBINEAU - Behancé
#hayat hakkı#mesele#sözcükler#yıkım#arzihal#meram#türkiye#yeni ülke#başka türkiye var#sur#bakur kürdistan#tehcir#kimliksizleştirme#çürümüşlük#hayat#mesel#anlamak#kürd#özgürlük#demokrasi#hdp#free demirtaş#selahattin demirtaş#adalet#barışa ne oldu#devlet102#gölge
0 notes
Text
Sesli Meram #94 - Karşı Radyo (11.06.2019)
“bir biçimde diken üstünde yaşamlara mahkum kılınan insanlar olarak bu gündelik siyasetin, bunca pragmatist mefhumun orta yerinde şamar oğlanı kılınmaktan illalah ediyoruz. yetmedi mi, dahası gelecek mi? bir ömür boyunca birörnek yıkımlara karşı ses etmek, onların karşısında buradayız demekten gayrisini bilmezken, yapmazken daha kaç kez sınanacaktır bu ülkenin ötekisi, sorguluyor musunuz? vahşetin bir sonu, hizaya çekme gayretinin bir ucu bucağı olacak mıdır? neredesiniz duyuyor musunuz, soruyor musunuz!”
podcast image credit: odyssey x maya almeida x saatchi art
https://archive.org/details/KarsiRasyoSesliMeram11Haziran2019
#karşı radyo#seslimeram#tahayyül#sorgulama#söz hakkı#mesel#türkiye#pontos#azınlık#insan hakları#soykırım#kimliksizleştirme#çürüme#tehdit#biyopolitika#siyasal#pragmatizm#manevralar#cerahat#devlet nedir#ses
0 notes