#hayatın kırılganlığı
Explore tagged Tumblr posts
halimecan · 23 days ago
Text
Tumblr media
O Niye Şöyle Değil?
Hayat, farklı hayatlarla kesişen bir yolculuktur ve bu yolculukta her birey, kendi değerleri, düşünce biçimleri ve kültürel kodlarıyla bir iz bırakır. Başkalarının davranışlarına duyduğumuz öfkenin, genellikle bir yargıdan ve beklentiden doğduğunu fark ettiğimizde, belki de asıl meseleye daha yakın olacağız. Birinin tavırlarına, sözlerine ya da hareketlerine kızdığımızda aklımıza düşen ilk soru çoğu zaman, "O niye böyle değil?" olur. Ancak bu soruyu sorarken, unuttuğumuz şey, aslında her insanın farklı bir yaşam kültürüne, farklı bir geçmişe, farklı bir duygusal kapasiteye sahip olduğudur.
İnsanları, kendi beklentilerimizle ölçmek oldukça yanıltıcıdır. “Vefa” dediğimizde, kimisi için sadakat bir ömre yayılırken, kimisi için küçük bir iyiliği bile unutmamak anlamına gelir. "Sadakat" bazen, aynı kişiyle uzun yıllar bir arada olmanın ötesinde, zaman zaman da vicdanla yüzleşmeyi gerektirir. "İncelik" dediğimizde, birinin nazik olma kapasitesinin, onun yetiştiği çevreyle, aldığı eğitimle ya da karşılaştığı travmalarla ne kadar şekillendiğini göz ardı edemeyiz. Bu özelliklerin her biri, insanın karakterini oluşturur ve bazen bir insan, bu değerlerden sadece belli bir miktarına sahip olabilir. O kadarını yapabiliyordur. Ve belki de bu, onun için en yüksek noktadır.
Birinin davranışına sinirlendiğimizde, hemen aklımıza gelen düşünce, "O niye böyle değil?" olur. Ancak o kişinin yapabileceği, o kadarıdır. O kadarını öğrenmiştir, o kadarını içselleştirebilmiştir. Vefa, sadakat, incelik ve güzel ahlak; sadece birer kavram değil, aynı zamanda insanların içinde zamanla büyüyen, kişisel bir yolculuğun ürünüdür. Ve her insan, o yolculukta belirli bir noktada durur. Bu yüzden, o kişinin yapabildiği şey, onun kapasitesinin bir yansımasıdır. Gerçekten de, o kadarını yapabilmişse, belki de yapabileceği başka bir şey yoktur.
Her evin, her ailenin kültürü farklıdır. Kimi ailelerde insanlar daha açık sözlü, duygusal ve paylaşımcıdır; kimilerinde ise daha mesafeli, daha kendi içlerinde yaşarlar. Bir insanın, başkalarına nasıl davrandığı, yalnızca o kişinin karakterini değil, aynı zamanda onun yetiştiği çevreyi, aldığı eğitimi, ailesinden ve toplumsal çevresinden öğrendiği değerleri de yansıtır. Kimi evlerde vefa, bir ömre yayılan bir bağlılıkken, kimilerinde ise bir iyiliğe teşekkür etmek, hayatın en büyük erdemi sayılabilir. Kimisi için sadakat, her anın beraber geçmesi anlamına gelirken, kimisi için sadece belirli zamanlarda ortaya çıkar. Birinin sana verdiği değeri ölçerken, kendi ölçütlerinle değil, onun yaşadığı dünyanın perspektifiyle bakabilmen gerekebilir.
İnsanların bir konuda gösterdiği duyarlılık ya da eksiklik, aslında onların içsel sınırlarını, büyüdükleri ortamı ve sahip oldukları duygusal kapasiteyi de gözler önüne serer. Kızdığımız bir davranış, çoğu zaman sadece o anki öfkemizi, rahatsızlığımızı yansıtır. Ama bir adım geri atıp düşünürsek, belki de o kişinin “o kadarını” yapabileceği bir kapasitesi vardır. Belki o, daha fazlasını hissetme ya da gösterme yeteneğine sahip değildir. Her bireyin iç dünyasında farklı bir boşluk, farklı bir eksiklik olabilir. Onun da bir geçmişi, bir kırılganlığı vardır. Bunu anlayabilmek, bize insan olmanın en büyük erdemini kazandırır.
Başkalarının davranışlarına kızdığımızda, aklımızdaki o soruyu sormak yerine, durup biraz daha geniş bir perspektife bakmayı denemeliyiz. Her birey, farklı bir kültürden, farklı bir geçmişten gelir ve her birinin taşımış olduğu değerler, bazen yalnızca "o kadarını" yapmayı mümkün kılar. Empati, başkalarının ne kadarını anlayabileceğimizi görmekten geçer. Ve belki de, birinin sahip olduğu değerleri ve kapasitesini kabul etmek, bize büyümek için en büyük fırsatı sunar. Çünkü insanları, kendi doğrularımıza göre değil, onların yaşadığı dünyadan bakarak değerlendirdiğimizde, daha derin bir anlayışa ve hoşgörüye sahip olabiliriz.
2 notes · View notes
elazigsurmanset · 28 days ago
Text
Base 2024’te Genç sanatçılardan ‘İyi Bak Dünyana’ Çağrısı
Tumblr media
Kale Tasarım ve Sanat Merkezi (KTSM), sürdürülebilirliği sanat yoluyla teşvik etmeye, sürdürülebilir bir gelecek için yenilikçi ve yaratıcı yerel fikirleri desteklemeye adanmıştır. BASE 2024'te sergilenen "Dünyanıza İyi Bakın" sergisi, 14 genç sanatçının çalışmaları aracılığıyla çevresel ve toplumsal farkındalığa ilham vermeyi amaçlıyor. Sergi, küçük eylemlerle önemli değişimlerin olasılığına dikkat çeken 15 eser sunuyor. Eserler, iklim değişikliği, kaynak tükenmesi ve doğal afetler gibi acil çevresel sorunları vurguluyor. Her eser, farkındalığı artırmaya ve toplumsal dönüşümü teşvik etmeye yönelik bir katkı olup, bireysel çabaların kolektif bir etkiye sahip olabileceğini vurguluyor.
Tumblr media
Sanatçılar, çalışmalarında sürdürülebilirliğin çeşitli yönlerini araştırıyor. Örneğin, Zehra Fatma Erkaya'nın "Akşam Yemeği" (2022), plastik ambalajdan yapılmış bir yemeği tasvir ederek plastik atıkların etkilerini eleştiriyor. Umut Kambak'ın "Eski Dünyadan Yeni Parçalara" (2024) adlı eseri, kırılganlığı ve dayanıklılığı sembolize etmek için seramik ve teli bir araya getiriyor ve hayatın döngüsel doğasına atıfta bulunuyor. Selen Tokgöz'ün "Diyalog" (2020) adlı eseri, doğanın dayanıklılığının sembolü olarak bir figürün ellerinden büyüyen bitkilerle zorluklara rağmen umudu aktarıyor.
Tumblr media
Bu sergi, KTSM'nin daha güçlü bir kolektif çevre bilinci yaratma misyonuyla örtüşüyor ve her küçük adımın daha büyük bir dönüşüme katkıda bulunduğu inancını örnekliyor. Kale Grubu'nun sürdürülebilirlik anlayışından kaynaklanan "Dünyanıza İyi Bakın" hareketi, bilinçli kaynak kullanımı, atık azaltma ve çevre dostu alışkanlıkları vurguluyor. KTSM'nin sanat aracılığıyla daha sürdürülebilir bir dünya için savunuculuk yapma ve yükselen sanatçıları destekleme geleneğini sürdüren etkinlik, 27 Kasım - 1 Aralık tarihleri ​​arasında The Ritz-Carlton Residences İstanbul B Blok'ta gerçekleşecek. Read the full article
0 notes
mrcltk · 3 months ago
Text
Çaresizlikten Umuda
O hafta, yakın bir arkadaşımın ameliyatı nedeniyle hastanede geçen yoğun günlerin ardından, kendimi iş yerinde adeta bir zombi gibi sürüklerken buldum. Yoğun tempo ve antrenmanların etkisiyle yorgunluğum iyice artmıştı. Öğle yemeği için gittiğimiz alışveriş merkezinde yaşananlar ise beni derinden sarsacaktı.
Yemek sırasında tanık olduğum sahne içimi burktu. Yaşlı bir kadın, masadaki gençlere hizmet ediyordu. İçimden, 'Bu gençler neden yardım etmiyor?' diye düşündüm. Kendi yemeğimi alırken, yaşlı kadının yılların alışkanlığıyla hızla hareket edip masasına oturduğunu gördüm.
Sonra sıra bize geldi. Ardından iş arkadaşlarımla onların masasının hemen yanındaki boş masaya oturduk. Yemeklerimizi yerken, ortak arkadaşımızın geçirdiği cerrahi operasyon hakkında konuşuyorduk. Bir anda yanımızdaki masadan tartışma sesleri yükseldi. Bir adam, masadaki kıza bağırarak, 'Seni döverim, o pideyi yemeyeceksin,' dedi ve ardından ayağa kalkıp kıza tokat attı. Ne olduğunu anlayamadan, kendimi adamın kolunu tutarken buldum. Onu sakinleştirmeye çalışıyordum. Kızın gözlerindeki çaresizlik ve korku... Düşünmeden müdahale ettim. Adamın kolunu tutup, şiddetin hiçbir sorunu çözmeyeceğini anlatmaya çalıştım, ama içimde fırtınalar kopuyordu. Titriyordum.
Adam bana, kardeşi olduğunu ve zihinsel engelli olduğu için istediğini yapabileceğini söyledi. Sakin kalmaya çalışarak şiddetin çözüm olmadığını, sakinleşmesi gerektiğini anlattım. Ama o an sinir katsayım daha da arttı. Adamı gözlerinin içine bakarak, 'Evet, sinirlisiniz ve tahammül edemiyorsunuz, ama şiddet çözüm değil,' dedim. Bir şekilde adamı yerine oturttum ama ben hala titriyordum. Sakinmiş gibi davranmaya çalışıyordum, fakat sakinleşemiyordum. Adam benden üç kat daha iri görünüyordu ve gözlerindeki çaresiz saf öfkeyi görmüştüm. Bana, 'Bilmiyorsunuz, kardeşim zihinsel engelli. İstediğimi yaparım, döverim onu, siz karışamazsınız,' dedi. Sinirlerim daha da gerildi ama ona şiddetin çözüm olmadığını yineledim. Nasıl oldu bilmiyorum, ama adam sakinleşti ve oturdu. Ben de titreyerek yerime döndüm ve sakinleşmeye çalıştım. Olayın şokunu içimde yaşıyordum, ama bir yandan da masayı göz ucuyla izlemeye devam ettim, tetikteydim.
Bir süre sonra adam yanıma geldi. Çaresiz ve hayattan umudunu yitirmiş bir şekilde benden özür diledi. Kardeşinin hasta olduğunu ve ona yardım etmeye çalıştığını söyledi.
Tam o sırada kız yerinden kalktı ve bana doğru baktı. Göz göze geldik. Eliyle kalp işareti yaptı, sonra el salladı ve yüzündeki umut dolu gülümseme beni derinden etkiledi. Yıllarca süren şiddete maruz kalmış olmasına rağmen, hâlâ hayata tutunmaya çalışan o gözler, içimi parçaladı. O an anladım ki, bu dünyada yapabileceğim çok şey vardı. Kızın bana yönelttiği teşekkür dolu bakış ve el sallaması, beni bir kahraman gibi hissettirdi. Aslında sadece insanlık görevimi yapmıştım, ama o an, o küçük tebessüm tüm yorgunluğumu alıp götürdü. Belki o an için bir şeyleri değiştiremedim, ama bu olay benim için bir dönüm noktası oldu. Kızın içindeki kırılganlığı ve aynı zamanda hayata tutunma çabasını gördükten sonra, hayatın anlamı hakkında daha derin düşünmeye başladım.
0 notes
cialis-5-mg · 4 months ago
Text
Tumblr media
Cialis 5 mg
Cialis 5 mg, zamanlamanın baskısı olmadan samimi deneyimlerini geliştirmek isteyen erkekler için benzersiz bir çözüm sunar. Benzerlerinden farklı olarak, bu düşük dozaj günlük kullanıma izin vererek ilişkilerde kendiliğindenliği daha ulaşılabilir hale getirir. Fizyolojik açıdan destek aldığınızı bilerek, partnerinizle istediğiniz zaman bağlantı kurma özgürlüğüne sahip olduğunuzu hayal edin. Bazen performans kaygısıyla gölgede kalabilen o samimiyet ve neşe anlarını geri kazanmakla ilgilidir.
Cialis 5 mg'ı farklı kılan şey sadece etkinliği değil, aynı zamanda günlük yaşamda güven oluşturma yaklaşımıdır. Kullanıcılar genellikle bu ilacı rutinlerine dahil etmenin zihniyetlerini nasıl değiştirdiğini, kırılganlığı güce dönüştürdüğünü paylaşıyorlar. Erkekler cinsel sağlıklarının sorumluluğunu üstlenerek daha derin bağlantılar kurabilir ve partnerleriyle daha açık bir şekilde iletişim kurabilirler. Bu sadece fiziksel olarak hazır olmanın ötesine geçer; duygusal bağları beslemek ve tereddüt etmeden veya kendinden şüphe etmeden hayatın zevklerinin tadını çıkarmakla ilgilidir.
1 note · View note
gundemarsivi · 5 months ago
Text
Tumblr media
İlk Edebi Mektubum
✍🏻 Kemalist İlkay
https://www.gundemarsivi.com/ilk-edebi-mektubum/
Sayın Geçkin’in bana yazdığı edebi mektubun onuruyla, ona çok önceden yazmam gereken bir mektubu önce kaleme alıp, sonra mektubuna yanıt içeren bir mektup kaleme alıp, daha sonra da kendi sözlerimle başka bir mektupla ancak tüm sözlerimi iletebileceğimi düşünerek yazmaya başlıyorum. Bana yazdığı muazzam mektubu okumak için Genç Bir Arkadaşa Mektup başlığını tıklayarak ulaşabilirsiniz.
***
Gecikmiş Bir Mektup
Saygıdeğer Hayrettin Bey’e.
Bu satırları yazarken, kaleminizden dökülen her kelimenin ağırlığını yüreğimde hissediyorum. Acının ve hüznün ince dokusuyla örülmüş yazılarınız, ruhumuzun derinliklerine uzanan bir yolculuk sunuyor. Satırlarınızda kaybedilmiş zamanın, yitirilen umutların ve derin yaraların izlerini bulurken, umuda kapı aralamak isteyen bir çırpınışı da görüyorum. Hayatın acımasız yüzüyle yüzleşmiş bir insanın içsel çığlığını duyuyorum kelimelerinizde. Yaşanmışlığın yorgunluğunu ve içsel sancının yankısını hissediyorum her satırınızda. Yüreğimin derinliklerinde yankılanan acı ve hüznü sizin kelimelerinizin gücüyle de harmanlamaya çalışıyorum.
“Bazen bir kelime yeter, anlamak için bütün hikâyeyi,” demiştiniz bir yazınızda. “Her yara iz bırakır, ama bazı izler sadece kalpte görünür,” diyerek ifade ettiğiniz acılar, insanoğlunun en derin yaralarını, görünmez izlerini bizlere gösteriyor. Bu izler, sizin yazılarınızda hayat buluyor. Her bir kelimenin ardında saklanan duygular, insan olmanın özü ve varoluşun derin anlamı olarak bizlere yansıyor. “Yaşamak, zamanın bizi her an biraz daha yaşlandırdığı bir çabaydı,” diyorsunuz bir yazınızda ve başka bir yazınızda “Yaşlanmak, geçmişini sevdiklerinle paylaştığın ve geleceğinle hesaplaştığın bir süreçti,” diyorsunuz. Bu sözlerinizle, yaşamın kaçınılmaz akışını ve her anın değerini bilmemiz gerektiğini hatırlatıyorsunuz bize.
Hayatın sizi zorlaması, kaleminizi daha da güçlü kılmış. Acıyı ve hüznü dile getirseniz de, yazılarınızda yaşamın en çıplak, en gerçek hali var. Kaleminiz, sadece bir ifade aracı değil; ruhunuzun yansıması, iç dünyanızın manifestosu. Yaşadığınız her acıyı, satırlarınızda öylesine güçlü resmetmişsiniz ki, okuyucu olarak o anları sizinle birlikte yaşıyorum. “Başkalarının acılarına karşı duyarsız kalanlar kendi acılarıyla başa çıkamaz!” Her bir cümleniz, kalbimizin en derin köşelerine işleyen birer hançer misali, bizlere insan olmanın ne demek olduğunu gösteriyor. Yazılarınızda bir insanın kırılganlığı, hassasiyeti ve güçlü bir direnişi var. “Her yara iz bırakır, ama bazı izler sadece kalpte görünür,” demiştiniz bir başka yazınızda. Kalbinizin derinliklerinde biriken bu izler, yazılarınızda birer birer gün yüzüne çıkıyor. Bu izler, sizin yaşamınızın bir parçası, sizin hikayenizin sessiz tanıkları. Her bir satırınızda bu izlerin derinliğini, acısını ve bazen de iyileşme sürecini görüyorum.
Sizin yazılarınız sadece bir ağıt değil, aynı zamanda bir umut çağrısı. Acıdan doğan bir güç ve kararlılıkla, hayatın zorluklarına karşı koyma azmiyle dolu. Yazılarınız, hayatın bütün renklerini barındıran bir mozaik gibi; acının ve hüznün yanında, sevgi ve umut da var. “Her karanlık gecenin sonunda bir sabah vardır” derken olduğu gibi, umut dolu bir geleceği müjdelemekte. Hayatın zorlukları karşısında pes etmemeyi, her karanlığın sonunda bir ışık olduğunu hatırlatıyorsunuz bize. Bu ışık, sizin kelimelerinizde hayat buluyor, bizlere yol gösteriyor.
Şiirlerinizde, insan olmanın ne demek olduğunu, varoluşun anlamını ve hayatın en ince detaylarını buluyorum. “Yüreğimde bir iz bırakır her dokunuş,” diye yazmışsınız bir şiirinizde. Bu dizeler, hayatın dokunuşlarının kalbimizde nasıl derin izler bıraktığını anlatıyor. “Gözyaşlarım, hüzünlü bir şarkının notaları gibi,” diyorsunuz başka bir şiirinizde. Bu dizeler, acının ve hüznün melodik bir ifade bulduğu şiirlerinizin yankısı. Sizin kelimelerinizde, gözyaşlarının ardındaki hikayeleri, hüzünlü bir şarkının notalarında buluyoruz. Her bir dize, kendi içsel çığlığımızı, kendi acılarımızı ve sevinçlerimizi bulduğumuz birer ayna oluyor. Şiirlerinizde geçen “Geceyi aydınlatan yıldızlar kadar yalnızız” ifadesi, insanoğlunun evrendeki yalnızlığını ve aynı zamanda birbirine olan bağlılığını ne güzel anlatıyor. Şiirlerinizde bu yalnızlık ve bağlılık temaları iç içe geçiyor, bizlere evrendeki yerimizi ve anlamımızı hatırlatıyor. Her bir yıldız, kendi başına parlayan bir ışık ama birlikte gökyüzünü aydınlatıyorlar ve her birimizde parlayan bir ışık yakıyor. “Her bahar bir umut, her kış bir sınavdır,” diye yazmışsınız. Bu dizeler, hayatın döngüselliğini ve her mevsimin getirdiği farklı duyguları özetliyor. Şiirlerinizde hayatın bu döngüleri, değişimleri ve zorlukları iç içe geçiyor. Her bahar, yeniden doğuşu, her kış, dayanıklılığımızı test ediyor. Sizin kelimelerinizle bu döngüyü hissediyor ve her anın değerini yeniden anlıyoruz.
Şiirlerinizdeki ve yazılarınızdaki hayaller, sadece birer düşten ibaret değil, onlar gerçeğin ötesinde birer yolculuk, ruhumuzun derinliklerine yapılan birer keşif, aynı zamanda edebiyatın kendisine de ilham veriyor. Şiirlerinizin bize öğrettiği bir diğer önemli şey de, hayal kurmanın sınır tanımadığıdır. Siz, bize hayallerimizin peşinden gitmenin ve onları gerçeğe dönüştürmenin mümkün olduğunu gösteriyorsunuz. Bu yüzden, yazdığınız her yeni şiir, bizim için birer rehber ve ilham kaynağı oluyor. Hayallerinizin güzelliği, bize gerçek dünyada karşılaştığımız zorlukların ötesine geçme cesareti veriyor. Şiirlerinizde bulduğumuz umut ve güzellik, en karanlık anlarda bile içimizde bir ışık yakıyor. Bu ışık, bizlere hayatta kalmanın, sevmenin ve hayal etmenin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor.
Kaz Dağlarında yapılan orman katliamına yazdığınız şiir kitabı “Dağlara Çıkan Piyano”dan da size seslenmek istiyorum. Çünkü orman kıyımlarına karşı duyduğunuz bu derin üzüntü, bizleri de harekete geçmeye ve doğayı korumak için çaba göstermeye teşvik ediyor. “Kaçan ormanlar gibi yorgunum şimdi / kendini söndürmeye kalkan evler gibi kül,” dizelerinizdeki acı ve sözlerinizin gücü, sadece doğaya olan sevginizi değil, aynı zamanda bu yıkıma karşı duyduğunuz acıyı, çaresizliği ve öfkeyi de bizlere aktarıyor. “Bir çakıl olsam / yatağını değiştirebilir miyim / nerde bir yangın görsem / söndürebilir miyim diye / bir ırmakla akıp durdum uzun süre,” dizelerinizdeki insan eliyle gerçekleştirilen tahribatlara karşı umut arayışınızı dile getirişiniz ve çaresizliğiniz, çaresizliğimizin acısını da iletiyor. Sözleriniz, bizleri harekete geçmeye çağırıyor. Siz, kelimelerinizle ormanların sesini duyuruyorsunuz. Her bir dize, doğanın çığlığına dönüşüyor ve bizlere bu yıkımın ne kadar derin ve geri dönülmez olduğunu hatırlatıyor. Ormanların yok oluşuna karşı duyduğunuz üzüntü, bizim de yüreğimizde yankılanıyor ve bizleri bu konuda daha bilinçli ve duyarlı olmaya davet ediyor. Şiirlerinizde ifade ettiğiniz doğa sevgisi, bize bu dünyaya ne kadar bağlı olduğumuzu ve doğayı korumanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sözleriniz, sadece birer şiir değil; aynı zamanda birer farkındalık çağrısıdır. Siz, kelimelerinizle doğanın koruyucusu oluyor, bizlere doğayı koruma ve sevme sorumluluğunu hatırlatıyorsunuz. Ormanların yok olmasına karşı verdiğiniz bu edebi mücadelede yalnız olmadığınızı bilmenizi isterim. Sözlerinizin gücüyle bizleri bir araya getiriyor ve hep birlikte doğa için daha iyi bir gelecek için çalışmaya davet ediyorsunuz. Şiirlerinizin, bu dünyaya daha fazla sevgi, saygı ve duyarlılık getirmesini ümit ediyorum. Kaz Dağları’na Savunma yazabilen bir şaire en iyi daha nasıl yazılır bilmiyorum inanın! Heybemde anlatmaya yeter kelimem az.
Yazılarınızda rehber oluyorsunuz, birkaç sözünüz referansım olsun. “Senin ayrım noktan sendin. Hem herkesten biri oldun, hem herkesten farklı. Üstelik sen yollara yazgılıydın. Yolun kendisine… Bu yüzden birçok yalnızlık edindin. Yollarda inandın başkalarının yaşam hakkını savunmadan insan olunamayacağına. Kurdun / kuşun hakkını savunmadan insan olunamayacağına, yollarda… İşin olmadı yükselen alçak değerlerin hiçbiriyle.” “Sık sık başa dön. Kendini ve geleceği anımsa. Çocukluğuna yaklaşmaktan çekinme. Yabancısı olduğun kentler listesinden sor nerde olduğunu, nerelerde yaşadığını, neler yaşadığını…” Yazılarınızdaki felsefi yönünüzü çok önemli buluyorum. “Dünyada bunca olup bitenden sonra neleri yeniden yaşamamamız ve neleri yeniden yapmamamız gerektiği konusunda ders alınmış olsaydı, insanlığın bilinç çıtası nerede olurdu? İnsanlığın bir arada yaşama bilinci başlangıç noktasının ne kadar sağında?” “İnsan ne kadar insan? Ya da insan neresi?” Okuyucuya önerinizi şiirle sunabiliyorsunuz. “Sen ne dersen de geçmiş bir ışıldak / tren farları gibi aydınlatmak için önümüzü / çünkü yarını yapmaktır şimdinin görevi”…
Canım öğretmenim, şiir halinde yaşayan bir adamın dünyaya nereden gidileceğini gösteren yolculuğunu takip ediyorum sizinle. Bu mektubu size, yazdıklarınızla bizlerle paylaştığınız güzel hayaller ve derin duygular için teşekkür etmek ve onların hayatımızdaki değerini ifade etmek için de kaleme aldım. Kaleminizle dile gelen duygularınız, birçok insana ilham veriyor. Kurduğunuz cümlelerde yankı bulan acılar, okuyucuların yüreklerine dokunuyor ve onlara güç veriyor. Kelimeleriniz, karanlıkta bir ışık gibi yol gösterici oluyor. Yazılarınızdaki derinlik ve samimiyet, insan olmanın anlamını bir kez daha hatırlatıyor. Acının ve sevginin, hüznün ve umudun iç içe geçtiği bu hayat yolculuğunda, kaleminiz bizlere rehberlik ediyor. Aynı dönemde yaşamış olmaktan ve yazılarınızı okuyabilme şansına sahip olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Kaleminiz hiç susmasın, yüreğinizden geçenler hep satırlara dökülsün. Yazmaya devam etmeniz, yalnızca edebiyat dünyasına değil, tüm insanlığa büyük bir katkıdır. Dizelerinizin gücünün ve etkisinin asla azalmasını dilememekle birlikte, her yeni eserde daha da parlayan bir ışık olarak kalmanızı temenni ediyorum. Lütfen hayallerinizi bizimle paylaşmaya devam edin. Siz yazdıkça, biz de sizinle birlikte hayal kurmaya ve bu hayalleri yaşamaya devam edeceğiz.
Kaleminizin bize gösterdiği yolda, sizin kelimelerinizde bulduğumuz ışıkla yürümeye devam edeceğiz.
Saygılarımla.
İlkay
***
Öğretmenliğin kitabını yaşamıyla yazan Hayrettin Öğretmenimin,
Genç Bir Arkadaşa Mektup yazısına paragraf paragraf yanıtla bir mektup…
Canım Öğretmenim,
Gecikmiş bir mektubun özrüyle ve gökyüzünde özgürce süzülen kuşların hayaliyle başladığınız satırlarınız, içimde derin yankılar uyandırdı. İhtiyarlıktan bahsetmişsiniz, oysa hala taze, canlı yazıyorsunuz. Düşbazlığınızsa, bu mektubun her bir kelimesinde hissettiğim gibi, yaşamın derinliklerinde yolculuk eden bir ruhun işaretidir. İç dökmenizin kıymetini bilerek (iç dökmenin ne kadar kıymetli olduğunu bir kez de sizin mektubunuzla anladım) bu düşünsel yolculuğa eşlik etmekten onur duydum.
Şiir ve yaşamın iç içe geçtiği, bilinenin ötesinde yeni dünyalara açılan kapılar aralama çabası, gerçekten de bir kaçış ya da çıkış yolu olabilir. Bu konuları sizinle konuşmak ve düşüncelerinizde tanıklık etmek, benim için de büyük bir zenginliktir. İç dünyanızın derinliklerine yaptığınız bu yolculuğun, aynı zamanda benim de kendi içsel yolculuğuma rehberlik edeceğine inanıyorum.
Kendini arayış ve bulma yolculuğunuzun sizi nasıl bir yolcuya dönüştürdüğünü ve bu arayışın size kattığı derin anlamı çok iyi anlıyorum. Zorlu bir yolun yolcusu olmak, takdir edilmesi gereken bir cesaret ve azim gerektirir. Bu cesaretiniz ve azminiz, sizin karakterinizin ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesidir.
Sokakta duyulan bir gül ıslığıyla sonsuz azınlıklara karışmanın, kitapların arkasına saklanıp dünyaya karşı çıkmanın ruhunuza nasıl iyi geldiğini ifade etmeniz, beni de bu düşüncelere ortak etti (ki bu ifadeler aynı zamanda ruhunuzun özgürlüğünü arayışınızın da ifadesidir.) Kitapların ve sokakların dünyasında kaybolmak, ruhun özgürlüğüne bir kapı aralamak gerçekten de eşsiz bir deneyimdir.
Aldığınız yaraların ve bu yaraların size kattığı değeri çok iyi anlıyorum. Zoru seçmenin, şiire sığınmanın ve düşlerinizi yorumlamanın sizin için ne anlama geldiğini hissediyorum. Şiirleriniz acıların bir sızısı, sevinçli ve umutlu bir şarkıya dönüşerek mutluluğun tadına dokunma çabasıdır belki de.
Kendi kendinize sorduğunuz soruların derinliği beni de düşündürdü. Şairin ve şiirin varoluşsal soruları, vicdanın, itaatsizliğin ve dünyanın kirletilmişliği karşısındaki duruşunu irdelemek, gerçekten de önemli bir sorgulamadır. Bu soruların cevabını bulmak zor olsa da, bu soruları sorabilmek ve bunlar üzerine düşünebilmek bile eşsiz bir adım.
Şiir yazmasak ne yaparız sorusu beni de derinden etkiledi. Kuşların, böceklerin, çiçeklerin imdadına koşmak, acıları dindirmek ve doğayı korumak için şiirin ne kadar önemli olduğunu sayenizde anlıyorum. Şiirin, acılar karşısında direnişimizin bir aracı olması, şiir yazmanın anlamını daha da derinleştirir.
Bir şiirin savaşa karşı çıkıp çıkamayacağı sorusu, insanın derinliklerinden gelen bir sorudur. Külden bir kent gibi susmak yerine, bu soruya şiirle cevap vermenin sorumluluğuyla dile geldiğinizin farkındayım (bazen sözlerimizi en çok kendimize kullanmaz mıyız). Sözlerinizin gücüyle savaşın ve acının karşısında durabilmek size has başarı olabilir ancak.
Bazen kelimeler birleşmiyor ve barışmıyor, bu yüzden; güzel bir cümle kuramıyorum, küs olduğum kelimelerden suskunluğum artmıştı hayli zaman önce. Bazen kendimize küsecek kadar zengin hissetme yanılgımız da mı var ne öğretmenim ne dersiniz? Sözcüklerin huysuzluğunun sebebinde kullanılmamak istenmeleri yatmıyor mu, sözcükler boğar bazen insanı. Nasıl her şeyi tek bir yutkunmada içimize hapsediyor ve kendimizi zapt ediyorsak öyle kabullenmekte zorlanıyoruz zor şeyleri. Ustanın “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” sözüne tutunmak gerçekten de önemli.
Şiirle insan arasındaki bağı düşündüğünüzde, şiirin insana duygu, düş ve duyarlık kattığını ve bu duygularla beslenmesi gerektiğini ne güzel ifade etmişsiniz. Gülüşlerle sulanan dizeler, yaşanmamış aşkların ve kurulmamış dünyaların özlemi, şiirin ruhudur.
Şiir sayesinde kendinizi keşfetmenin ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Başkalarının acılarına kayıtsız kalmamak, verili olanla yetinmemek, şiirin size kattığı en değerli şeylerden biri olmalıdır. Şiir yazmak, insanı kendine ve başkalarına açar, bu nedenle şiire olan borcumuzu asla unutmamalıyız.
“Nasıl bir şiir yazmalı ki doğrulsun insan?” sorusuna birlikte cevap aramak, düşe kalka yolları adımlamak ve şiirle geleceğe sağlam halkalar atmak için hep birlikte çalışmalıyız. Geleceğe iyi duygular taşıyan şiirler okumak, dünyayı koklamak ve yaşadıklarımızı anlamlandırmak için şiire sarılmalıyız.
Yaşlandıkça şiirle yenilenmek, dünyanın kabuk değiştirmesine tanıklık etmek ne güzel bir yolculuktur. Taşlardaki sessizliği dinlemek, bir orman gibi susmak, renklerin sesini ezberlemek, aşkın suç haline gelmesini izlemek ve şiirle telafi etmek, hepimizin yolculuğunun bir parçası olmalıdır.
Mektubunuzun dağınıklığı, sizin içsel dünyanızı ve düşüncelerinizin zenginliğini yansıtıyor. Bu dağınıklık içinde kaybolmak, yeni sözcükler ve umutlar aramak için bir fırsat olabilir. Sözcüklerden hançer yapıp kendinize saplamak yerine, onları yeni dünyalar kurmak için kullanmanıza hayranlık duyuyorum…
Yeniden yazıncaya dek, yeryüzü selam ile.
İlkay
***
Dizimin kanı mürekkebim olmasa hiçbir yazımı kaleme alamazdım Öğretmenim!
Siz topluma daha güzel dünyaların hayaliyle yazarken, bu satırları karamsarlığa kapılmayacağınızı umarak yazıyorum. Bir telefon görüşmemizde yaşam hakkındaki fikirlerimi size iletmiştim. Bir gün arayıp ulaşamadığınızda, benim için nasıl korktuğunuzu ve defalarca arayıp mesaj attığınızı hatırlarsınız belki, öğretmenim. Ben zorla yaşayan umutsuz bir insanım, bunu biliyorsunuz. Sebeplerimi sizinle konuşmamıştık. Hayat hakkındaki düşüncelerimi ve biraz da iç dökme niyetimle yazıyorum.
“Genç Bir Arkadaşa Mektup” başlığına uzun uzun baktım. Hiç yaşımın insanı olmadım. Spekülatif hayatımın ağırlığına girmiyorum; kaç yaşındayım ve kaç yaşında hissediyorum… Nasıl ki renkleri kıyaslayamıyorsak, yaşları da kıyaslamamalıyız zannımca. Kaleminiz büyük, insanlığınız büyük, yaşadığınız hayat ve öğretmenlik kariyeriniz boyunca kimleri yetiştirdiğinizi düşündüm. Evet, yaşça büyüksünüz, her anlamda; ama genç miyim? Hayır, canım öğretmenim. Tecrübe ettiğim yaşam, çok fedakarlık yapmama sebep oldu. Fedakarlıklar, insanın yaşamından ilmekler alır. Doğru yaşadın mı diye sorarsanız öğretmenim, hala doğru yaşama gayesiyle nefes alıyorum. Aşık Veysel’in ışığında, bu dünyadan en az zararla ayrılmak isteyen biriyim.
Beni yaşatan şey, başkalarının tecrübesizliğiyle atlatamadıklarını atlatma gücümde yatar. Kendime umut yarattım; topluma fayda sağlayacağını düşündüğüm bir ilk halka. Gündem Arşivi, yaşam sevincim oldu, beni hayata bağlayan bir bağ görevinde. Topluma ve aileme faydalı olmak, yaşamımı değerli kılıyor. Eski konuşmamızdan farklı olarak, şimdi daha umut dolu olduğumu belirtmeliyim. Ancak hayat hakkındaki karamsarlığım hala sürüyor. Müdahale edemediğim acılar beni hep üzüyor. En büyük lanetim, başkalarının acılarına empatide çok başarılı olmam. İnsan olmanın acizliğini yaşıyorum. Bu yüzden beynimde karamsarlık hüküm sürüyor. Normal insanlar yalnız mutsuzken gerçek boyuta geçiş yaparken, ben bu boyutta sabit yaşıyorum. Zamanında yaşayamamış olarak, paslı bir ruhum var.
Yadırganması gereken hiçbir şeyin yadırganmadığı bir çağdayız. Değerlerin yenik düşmesini ve her şeyin baştan kaybettiğini izliyorum. Ağlayan bebekler hayatta hiç gülmeyecekmişçesine bir hisle, onlara demokrasi bırakma sorumluluğuyla ve başaramadıklarımla utanç içinde bakıyorum. Ülkemizde artan kötülüklerin neden çoğaldığını anlamlandıramıyorum. Hayat, yenilgilerle dolu bir teneffüse beni mahkum ediyor.
Bir hümanist, mutluluğu tatmadan ölmeye mahkumdur. Lüks araba tekerleklerinde yalın ayak gezmek zorunda kalanların ayakkabılarını görüyorum; taşların üzerinde ezilen ayaklarım, yazın asfaltta yanıyor, kışın donuyor. Adaleti sağlayamadığım için çaresiz hissetmekten yoruldum, öğretmenim. Hiç tanımadığım insanlar, benden bir şey umarcasına ya da onlara borçluymuşumcasına yaşıyorum. Peki, bu cehennemden nasıl kaçabilirim öğretmenim? Bedenim beni tutsak ediyor. Ben bu çağın rahatsızıyım, her şeyin adaletsiz ilerleyişine arızayım. Hatalı bir ürün müyüm, yoksa imkansızlıkların sonucu muyum öğretmenim? Anlamadığım sonuçlar beynimi kemiriyor.
Hayat, sisli yelpazesiyle yönümü şaşırtacak kadar belirsizliğe itiyor. Ne ezdiğim toprak var, ne de üzerimde mavi bir gökyüzü. Mavi gökyüzüne baktığınızda, benim gibi taşmaya hazır bulutları siz de görüyor musunuz, öğretmenim? Titreyen dallar ve hışırdayan yaprakların dışında hiçbir şey işitmiyorum. Umutsuzluk işkence yaparken, huzursuzluğum çığlığa dönüşüyor. Zaten kimse duymuyor çığlıklarımı. Ateşin köz olmasına gerek yok, yanıyorum. Sırtımdaki yükler, görünmez bir ateş oluşturuyor ve bir türlü inmiyor. Nereye gitsem, sırtımı yakan ateş gibi, kaldıramıyorum ve kimseye acımı anlatamıyorum. Yaşamın suçu, ölümden daha acımasızca hayatı sürekli sabote etmesidir.
Zafere gitmeyen yol nereye çıkar, öğretmenim? Her şeyin sonunun sıfıra varacağını düşünmek, beni sıfır noktasında sabit tutuyor. Kimse mutluluğun tanımını bilmiyor ve öğrenmeyecek. İnsanlık tarihinde mutluluk yok, yani hiç mutlu olmamışız öğretmenim. Çok düşünüp çok kaybettim.
İnsan kaç kere uyanır, öğretmenim? O kadar çok uyanış yaşadım ki, bu soruyu yıllardır soruyorum kendime. Düşler yol gösterse de ışık olmuyorlar. Her kötü farkındalıkta, o tecrübeyi edinmemek için neler feda etmezdik. İnsan, acınası bir yaratık. Bu duyguyu en çok emeklilerin “ölsem de bir boğaz eksilse evden” dediklerinde hissediyorum. Yaşam ihtiyaçlarına muhtaç, aynı zamanda bu ihtiyaçları karşılarken de yakınlarına merhamet muhakemesiyle dolu. Ormanlar kıyıma uğrarken milyarlarca canlı da kıyıma uğruyor. Yıllardır okuduğum şehit haberleri, kurumlarımızın işlevsizleştirilmesi, halkımızın açlığı, sağlık sorunları gibi nice sorunlar, dur durak bilmeden artıyor… Bugün hangi haberi okursam yüreğim orada yasta. Hep yaslı haber mi olur öğretmenim? Bazen parçalara ayrılmış bir kıta gibi hissediyorum; bir bütünden çok uzak, parça parça acılara bölünüyorum. Ne kara siliniyor ne de kara görünüyor. Bitmeyen nöbetlerin döngüsü müdür yaşam, öğretmenim?
Yaşam, dümensiz gemiyle gösterilmeyen karayı bulmaktır. Zor bir hayat yaşıyorum, inadına yaşam benimkisi. Yaşıyorsam bir nedenim olmalı, fakat doğduğumda elime yazılmış bir not ya da ödev yoktu. İrdelemeye başladığım ilk anda arıza yaptım, yaratıldığım ayarları bir daha bulamadım. İrdeledikçe daha çok anlıyor ve daha çok kavradıkça, hayatım bir zindana hapsoluyordu. Yaşamak hasar almaktır ve açılan yaralarımda az canımdan bırakmadım. Bu sebeple, bedenimin ağrı tecrübesine de yaşamak diyorum.
Dünyaya gelmek kendi seçimimizse diye de sorguluyorum arada. Belli bir takım sorumluluklar edinerek gelmişsek ve iç sesimizde bu sorumlulukları duyuyor varsayarsak, yaşam bir anda çok anlamlı geldi mi size de öğretmenim? Mesela, 19 Mayıs’ta Samsun’a demir atmak gibi farklı sorumluluklar için yaşadıysak. Omuzladığınız sorumluluklar ile empati yaparak düşünür müsünüz, benim acıları derinden duymamda ve çözüm bulma sorumluluğunu edinmemde, sizce de haklı mıyım öğretmenim? Haksızsam eğer kendime yeni ateşten gömlekler hazırlayan bir deliyim.
Bir delinin en büyük sorunu yalnız bırakılmasıyla başlıyor. Bu delinin satırlarında sürçü lisan olduysa af ola, mektubuma cevap yazarsanız çok bahtiyar olurum, yaşamı bilinçli olarak çok ciddiye alarak yaşadığımı belirtmek istedim bu mektubumda. Çünkü benden geriye doğrularım ve yanlışlarım kalacak. Onlar zincirlemesine devam edecek. Ben, ölünce eksilecek bir nüfusum. Ben bu kadarım aslında. Esenliklerde kalınız.
Sevgiler&Saygılar
Kemalist İlkay
***
Not: Çok değerli yazar ve şairimiz olan sayın Hayrettin Geçkin’e seslendiğim bu yazımla, üç mektup yazdım. Hazır yazmışken ve O’na bu kadar ders çalışmışken, O’nun edebiyat dünyası ve toplumdaki rolü hakkında ufak bir not bırakmalıyım, bu not kendime kayıt, bakarsınız bir kitabımda ilerde kullanırım.
Hayrettin Geçkin
Hayrettin Geçkin, Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden biridir. Yazıları, genellikle toplumsal, kültürel ve siyasi konular üzerinde yoğunlaşarak derinlemesine analizler ve eleştiriler sunar. Geçkin’in üslubu, düşünsel bir derinlik ve analiz yeteneği ile karakterizedir.
Geçkin’in yazıları, sade ama etkileyici bir dille kaleme alınmıştır. Karmaşık kavramları anlaşılır kılma becerisi, onun en dikkat çekici özelliklerinden biridir. Üslubu, okuyucuyu düşünmeye teşvik eden ve sorgulatan bir nitelik taşır. Bu sayede, Geçkin’in yazıları geniş bir okuyucu kitlesine hitap eder ve farklı düşünce yapılarındaki insanlar tarafından ilgiyle okunur.
Geçkin’in eserlerinde sıkça rastlanan temalar arasında toplumun ahlaki yapısı, kültürel kimlik, modernleşme ve gelenek çatışması, eğitim sistemi ve siyasi düzen bulunmaktadır. Bu temaları işlerken, tarihsel bağlamı göz ardı etmez ve geçmişle günümüz arasında köprü kurar. Özellikle toplumsal eleştirilerinde, yerel ve evrensel sorunları bir arada değerlendirir.
Hayrettin Geçkin’in yazılarında dikkat çeken bir diğer unsur ise analitik düşünme ve eleştirel yaklaşımıdır. Olayları ve olguları yüzeysel bir bakış açısıyla değil, derinlemesine analiz ederek ele alır. Bu bağlamda, yazıları akademik bir nitelik taşımasına rağmen, geniş kitleler tarafından anlaşılabilir ve ilgi çekicidir. Eleştirilerini yaparken, somut örnekler ve verilerle destekler, bu da yazılarının inandırıcılığını artırır.
Geçkin’in yazıları, toplumsal ve kültürel alanda önemli katkılar sunar. Özellikle genç nesiller için bir rehber niteliği taşır ve onları düşünmeye, sorgulamaya ve analiz etmeye teşvik eder. Yazılarında vurguladığı ahlaki ve kültürel değerler, toplumsal bilincin oluşmasına ve güçlenmesine yardımcı olur.
Sonuç olarak, Hayrettin Geçkin’in yazıları, Türk edebiyatı ve düşünce dünyasında önemli bir yere sahiptir. Dil ve üslup açısından sade ama etkileyici olan bu yazılar, geniş bir tematik yelpazeye sahiptir. Geçkin’in derinlemesine analiz ve eleştirileri, okuyucuları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik ederken, toplumsal ve kültürel alanda da önemli katkılar sunar. Onun eserleri, hem akademik hem de popüler düzeyde ilgi görmeye devam etmektedir.
Sayın Hayrettin Geçkin‘in tüm yazılarına ve şiirlerine buradan ulaşabilirsiniz.
0 notes
kilerguvesininrafi · 3 years ago
Text
William E.Connolly “HAYATIN KIRILGANLIĞI”
Çeviri: Aydın ÇAVDAR
Bu dünyada karakter, araçsallık ve değerler iç içe geçmiştir. Çıkarınızı ve bunu gerçekleştirmek için gerekli araçları hesapladığınızda, alışkanlık unsurları, karakteriniz ve içinize işlenmiş gelenekler yaptığınız hesabın içine sızar. Fark ettirmeden sizi bazı yönlere sürükler. Ve bu durumda pratik mantığa dahil olan karakter unsurlarından bazıları enstrümantal mantığa da sızar, Kantçı felsefede hissettirilen keskin sınırlar yumuşamaya başlar. Kant’ın kendisi de böylesi bir bakış açısına yakın seyreder aslında, özellikle de ahlaki yasaların dikte ettiği kuralları bünyeye kabul edebilmek adına bedensel hassasiyeti artırmak içim jimnastik yapmanın ne kadar önemli olduğundan bahsetmeye başladığında. Ancak daha az net görmeye başladığı nokta ise bu niteliğin, kişi tarafından bir kez algılandığında, pratik mantığa olduğu kadar enstrümantal mantığa da dokunuyor oluşudur.
Syf:160. Ayrıntı yayınları
0 notes
slmdy · 3 years ago
Text
ŞEFKAT YORGUNLUĞU
‘Tek insanın ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir.'derler.
Ölümler roket hızıyla artarken bir ruhsal uyuşma bizi yerlerimize mıhlıyor ve artan sayılar karşındaki çaresizliğimiz koyu bir kayıtsızlığa dönüşüyor.
Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi, bizi kuşatan gerçekliği gözlerimizi yumarak, ölümleri konuşmayarak görmezden geliyoruz. Adeta daha çok insan öldükçe daha az özen gösteriyor gibiyiz.
Önümüzde hemen kurtarabileceğimiz bir hayat olsa belki hemen elimizi uzatacak ve tüm gücümüzü seferber edeceğiz ancak sayı çoğaldığında takatimiz azalıyor ve yardım arzumuz törpüleniyor.
Psikolojide ‘şefkat yorgunluğu’ olarak isimlendirilen kuram, çevremizdeki sıkıntı bizim baş etme gücümüzün üzerine çıktığında oradan gözlerimizi kaçırabildiğimizi söylüyor.
Yardıma muhtaç insan sayısı arttıkça, bir insanın ıstırabı üzerine odaklanmak zorlaşıyor ve büyüyen sayılar, sorunun bizim gayretimizi çok aştığı yanılsaması doğuruyor.
Bir yas tutma zorluğu içindeyiz, her şeyi hemen arkamızda bırakmayı istemek, olan bitenle yüzleşecek cesaretimizin olmadığını gösterir.
Hâlbuki hâlâ neyi elimizde tuttuğumuzu fark edebilmek için önce neyi ve kimi kaybettiğimizi fark edebilmemiz gerek.
Aslında belirli belirsiz, genel bir yas psikolojisi toplumda kol geziyor. Tanıdıklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımızın sevdikleri ve yakınları birer birer eksiliyor aramızdan. Her birinin pekâlâ da kaçınılabilecek ölümler olması, kayıpların yakınları için mateme bir de suçluluk duygusunun eşlik etmesi nedeniyle iyice karmaşıklaşan bir yas süreci yaratıyor.
Yas tutma ritüellerimiz de değişmek durumunda kaldı: Cenaze evlerinde birbirlerini teselli eden dostlardan, hayatın badirelerinin birlikte ve dayanışmayla atlatılacağına dair o duygudan mahrum kalıyoruz. Gönül huzuru ile son görevin yapılamıyor olması da kaybı travmatik bir deneyim haline getiriyor.
Virüs inkarcılarının ve vurdumduymazların sanki bütün dünyayı kasıp kavuran bir pandemi yokmuş gibi gerçekliği inkârı, hâlâ yasın erken evresinde takılı kaldıklarını gösteriyor. Oysa hayatı bütün kırılganlığı, incinebilirliği ve ölümlülüğü ile kucaklamak zorundayız.
Karşılıklı mücadele değil, karşılıklı yardımlaşmayla ayakta kalırız.
İnsanın görünmez ipliklerle başka insanlara bağımlı olduğu bir dünya tasavvurunda ancak ‘karşılıklı yardım’la ayakta durabileceğimiz aşikardır. Zorluklardan birbirimize el vererek çıkabiliriz ancak. Bu hayat hengamesinde belki en çok gözetmemiz gereken şey, bir ihtimam ahlakı ve karşılıklı sorumluluk duygusu.
Yarenlik etme, dayanışma, çalışma, ölme, yas, eğlenme gibi tüm bir yaşam tarzının dönüşümüne şahit oluyoruz.
‘Deri açlığı’ çekiyoruz hanidir, sevdiklerimize dokunmadan geçiyor zaman.
Bizi insan kılan kimi temel özelliklerden, sosyal varlıklar olarak yaşamaktan, bir araya gelerek sohbet etmekten hanidir el etek çektik.
Eski günlerden elimizde kalan yegane silah neredeyse, pozitif psikolojinin sabır, güven, şükür, sevgi, gibi direnç rampaları. Belki de yeni silahlar ve yeni kalkanlar dövmemiz gerek bu çetin günlerin harında.
Kolektif travmayla başa çıkabilmek için önce yas tutmayı bilmeliyiz. Yas zaman ister, aceleye gelmez. Sevdiklerimiz olmadan yaşamak zorunda kalmanın bir acısı, bir yükü var. Buna saygı duymalı ve can kayıplarının hızla tüketilmesine karşı durmalıyız.
Ama aynı zamanda hayatta kalanlar için de ümidi yeniden inşa etmenin, ümidin çimentosuyla toplumu onarmanın yollarını aramalıyız.
Kaybettiklerimiz için duyduğumuz kederi, yaşayanlar için hürmet ve nezakete çevirmeyi de bilmeliyiz. Bunun için de umursamazlık ve kayıtsızlığı geride bırakmalı, canımızı yakan şeyi doğru teşhis edebilmeliyiz. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayı, karanlıkta ıslık çalmayı bir kenara bırakmalıyız. Gerçekle baş başa kalmalıyız, gözü yaşlı insanın hakikatiyle, kaygı ve gönül kırıklığıyla, ancak birbirimizin elinden tutarak ayağa kalkabileceğimizin bilinciyle.
Ümit bize yeni bir dünya vaat eder, yeter ki biz ona gerçeği verelim.
Hepinizin her iki cihanda da baki saadette olmanızı dilerim.
Biz sizlere siz de bizlere dua buyurunuz efendim.
Vesselam.
Tumblr media
4 notes · View notes
yasamkocu · 3 years ago
Photo
Tumblr media
İlişkilerde Kendimizi Savunmasız Bırakmanın Faydaları Nelerdir ? İnsanlar, savunmasızlığı başkalarında bir güç olarak görme eğilimindedir, ancak bunu kendi içlerinde bir zayıflık olarak görürler. #Araştırmacılar bu tutarsızlığa güzel dağınıklık etkisi diyorlar. Başkalarının savunmasızlık gösterilerinin olumlu yönlerini görürüz, ancak kendimizin olumsuz yönlerine odaklanırız. * Pahalı bir hata için özür dilemek * "Seni seviyorum" diyen ilk kişi olmak * Akıl hastalığı ile mücadelenizi açıklamak Tüm bu durumlar, “korkulara rağmen sosyal durumlarda belirsizliğe, riske ve duygusal maruz kalmaya açık olmak için otantik ve kasıtlı bir isteklilik” olarak tanımlanabilecek savunmasızlık göstermeyi gerektirir. ” Otantik ilişkiler kurmak için kırılganlık göstermek gereklidir, ancak birçok insan kendilerinin görülmesine izin vermek konusunda isteksizdir. Araştırmacı Brené Brown, binlerce insanla yaptığı röportajlarda, insanların kırılganlığı başkalarında bir güç olarak görme eğiliminde olduklarını, ancak bunu kendi içlerinde bir zayıflık olarak gördüklerini gözlemledi. Kırılganlığa bir mesafeden bakarken, yani bir başkasının savunmasızlığını gördüğümüzde, başkalarıyla yakınlık kurmak gibi savunmasız olmanın olumlu sonuçlarına odaklanırız. Eğer sorunlarınız ile kendinizle barışık bir şekilde yüzleşmek isterseniz benimle iletişime geçmekten çekinmeyin. Haydi şimdi bana yazın veya arayın 0532 158 35 55. Bekliyorum :-) Brené Brown'ın dediği gibi: "Kırılganlık hayatın en büyük cesaretidir. Hayat soruyor, 'Hepiniz var mısınız? Kendi kırılganlığınıza başkalarında değer verdiğiniz kadar değer verebilir misiniz?”  Sonuç olarak, şu andan itibaren ne yapmaya karar veriyorsunuz? Cesaret edebilir misin? #Aileterapisi #evlilikterapisi #çiftterapisi #ilişkiterapisi #boşanmaterapisi #aileterapisi #evlilikterapisti #çiftterapisti #ilişkiterapisti #boşanmaterapisiti #aşkdoktoru #ekremçulfa (Psikoterapi istanbul 0544 724 36 50) https://www.instagram.com/p/CWbTq8lIV5g/?utm_medium=tumblr
0 notes
birdeliprotezci · 4 years ago
Text
'kendine ya da başkasına anlatırken bir hikaye olur' diyor devamında. yaşarken değil uzaklaşıp anlamaya yeltenirken anlaşılıyor çünkü bazı şeyler, ömrün uçuluğu ve kırılganlığı, hayatın biraz da ardımızda kalanların hikayesi olduğu ve hayatın tüm yalınlığıyla devam ettiği..
0 notes
tumakuin · 5 years ago
Text
Bir Pazartesi gecesiydi; Telefonun mesajı çınladığında. Gayriihtiyari baktım, kim bu neyin nesi diye. Şaşırdım hafiften mesajın kimden geldiğini görünce.
Hemen cevapladım, sen nasılsın diye. 3ncü mesajda telefona terfi etmiş, yarım saatin sonunda görüntülü konuşmaktaydık.
Konuşmanın her dakikası, bir yerlere açılıyor, geçmişten birikenleri ortaya döküyordu. Görüşmediğimiz tüm o yıllarda herkeste beni aradığını söylediğinde ilk şaşkınlığım, Kızımı/Meryem’i doğuracağını söylediğinde ilk baygınlığım, Hayatımızı birlikte geçirmemiz gerektiğini haykırdığında ilk çığlığım çıktı içimden –oysa oldukça sessizdi o çığlık, sadece boğazımda düğümlenmişti-.
Doğum gibi bişi olmuştu ama kimse doğmamıştı oysa...
Konuştuk saatler/günlerce, bardaktan boşanırcasına. Hem geçen yıllardan, hem ondan bundan. Kimi zaman 3-5 yaş anaokulu, kimi zaman bir feylozof edasında. Görüşmeden geçen yıllarda ne kadar da kesiştiğine hayatlarımızın ; ne kadar yakınımızdan geçip birbirimizin, hiç dokunmamış olmamıza da şaştık ara ara. Uzaktan bilmelerin hayatın genelini, birbirimizi tanıdığımızca, çıkarımlarımızı, yaşadıklarımızı öğrendiklerimizi anlattık birbirimize.
Hikaye gibi oldu biraz ama kimse hikaye anlatmadı oysa...
Atladı geldi 3-5 gün sonra, benim yeni şehrime. Bildiğim tanıdığım genç kız, muhteşem bir kadın olmuştu. -Tüm taşakları bir kenara- aynı yaprak gibi titreyen ürkekliği ve kırılganlığı üstünden hiç çıkarmadan. Kokladık saatlerce birbirimizi, dokunmalara kıyamadık. Akrebin yelkovanı kovalayıp gitme vakti geldiğinde bile umut dolu, içmeden sarhoşluğun zirvesinde.
Önsevişme gibi bişi oldu ama kimse sevişmedi oysa...
Bir kapana kısılmış hissediyordu kendini son yıllarında; belki bilinçsiz, belki de bilerek “al beni buradan lütfen” dedi, çaresizce; çıkmak istediğinden –kelimelerle- bahsetmeden.
Kimse emir vermedi ama ben görev telakki ettim oysa.
Yüzünde gülücükler açtığında havalara uçtum, Karanlık olarak addettiği dün’ ünden çıkarken yanında elinden tuttum. Problemlerinden ve kurtulmaya çalıştıklarından uzaklaşırken ve bunları  uygularken yanında fiziksel olarak olamayışım karşısında, O gerçek hayatla uğraşırken ben telefon başında saatlerce çaresiz bekleyişin karanlığına da girdim...
Bu kadar dahil olmamalıydım belki ama benden de başka bir davranış çıkamazdı oysa.
30 gün öncesinde hayal bile edemediğim şeyler daha elime gelmeden kayıyor gidiyor gibiyken; 
kaybetme korkusu ve kontrol edememenin sarhoşluğunu fiziksele dönüştürdüm oysa...
Tumblr media
0 notes
withmedie · 7 years ago
Text
Doğaçlama yapıyorum amatörce ve korkmadan.Saçmalayacağımı hesap ederek,umursamadan.Tek bir şüphe yok içimde.İyiler iyidir ve kötüler de kötü.Bense grivanilya bir tarafa ait olamayan,beceriksiz,kavisli,kırılganlığı çok önceden bırakmış.Artık farketmiyorum zamanın geçişini.Ha gece diyorum ha gündüz.Ben yerimde saydıkça dünya zibilyon kere dönse de ben yerimdeyim ya.Nefretimi okşuyorum,bilemiyorum keskinleştirmiyorum.Gökyüzünü özlüyorum çokça,tekrar birileri tarafından hatırlanmıyı ha bir de en çok da tekrar sevilmeyi.Yatağımdan kurtulmayı,toprağa gömülmeyi istedim ilk kez,bugün.İnsanlardan tamamen sıyrılmayı.Toprakta yatarken yıldızlara hayallerimden bahsetmeyi diledim.Beceriksiz bir insanım diye hiç bir şey yapmadım yine.Yine uyudum uyandım hayatın tadına varamadan günümü dürüp bir şişeye koydum.Şehrinin sahiline gelince salıcağım binlerce şişeden biriydi bugün de.Bugün de adını hiç anmadım.Ve tekrar kendime söz verdim unutmayacağın hep seveceğin anlamına gelmez diye. Muhtemelen bu yazı burda kalıcak.Belki kimse okumayacak,geçip gidicek.Ama gün gelirde sahilli bir kentte bir şarkı tuttururken aklıma gelicek ve açıp okuyacağım hüznüme yenik düşerek. İyi geceler
4 notes · View notes
kitapindiroku · 7 years ago
Text
Hayatın Kırılganlığı Kitabı pdf indir pdf indir
Hayatın Kırılganlığı Çağımızın önde gelen teorisyenlerinden William E. Connolly bu kitabında, ekonomi piyasalarını kendi kendini organize edebilen yegane süreçler olarak görmenin yanlışlığını ortaya koyarak, yaşadığımız gezegenin oluşumuna katkısı olan çeşitli ekolojik oto-organizasyon sistemlerine ve bunların, dolayısıyla da varoluşun, neoliberalizm adı altındaki yıkımına odaklanıyor: Neoliberalizmin savunucuları genellikle yalnızca otomatik süreçlerden ve özgür bireysel davranışlardan bahsediyor olsalar da, aslında bu sistem muntazam bireylerden oluşan bir millet üretmeye çalışan bir tür biyo-politikadır. Neoliberalizm, sözde başarısının gerektirdiği boyun eğmeyi ve oto-kısıtlamayı üretmek için hayatın içine derinden nüfuz eden ideolojik bir makineye dönüşmek zorundadır. Yanıbaşında işleyen süreçlere hiç dokunmadan fotoğraflarını çeken bir kamera değildir yalnızca. Friedrich Hayek, Michel Foucault, Immanuel Kant, Friedrich Nietzsche gibi birçok düşünürün görüşlerine de başvurarak sermayenin yayılması, yoğunlaşması ve istilası karşısında ezilen insan ruhunu kurtarmak adına özgürlük fikrini yeniden ele alıyor Connolly.
Hayatın Kırılganlığı Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Bir Yıkım Sahnesinin Meseli
Tumblr media
İçindeki yıkım hallerini her yere taşıyan, bulaştıran, dönüştüren ve yaygınlaştıran bir saha bir menzildeyiz. Bugünün coğrafyasında kötülüğü, yozluğu ve bitimsiz tahakküm hal ve istencini bunca açıktan savunanların yöneten olduğu bir yerdeyiz. Ne yana dönersek, her hangi yöne bakarsak hep bir buruk tat, her günü apayrı bir kıyamet olan bir sahnedeyiz. İş bu menzilin bunca bariz, bir o kadar da kesin ve kesintisiz bir cerahat hali ile yeniden ve yine yeniden tarumar edilmesinin tanıklarıyız. Bütün yıkımın ilan edilirken, cerahat hali hep yeniden bütünleniyor, yeniden şekillendiriliyor bunu görüyoruz. Hayatiyet bu toprak, şu yerde yerle yeksan olunuyor.
Kendi içinde, sınırlarının dahilinde fecaat başka / bambaşka evrelere, yüzeylere taşımaya devam diyenlerin izanına terk edilmişiz, bir başkaca hal, başka bir izah bırakılmıyor artık. İçimize işlemiş olanın, içimizde var edilmiş olanın bir yaklaşım olarak mübalağa değil de hakikat hali her gün kanıtlanıyor. Bugünün yeni ülkesi, çürümenin odağına rehineliği tam tescil olunandır. Bir biçimlendirme, bir yönelim, bir güzergah, bir tahayyül anlamazdan gelinip, muktedirin doğrusu, doğrultusunda hayat eksiksiz berhava olunur. Böylesinden bir yol bilinip, böyle bir halde bir menzil var ediliyor. İçteki yıkım, dışa taşınanlar ve her gün yeniden var edilen mefhum olan eyleme ile bir yıkımın başka bir sureti var ediliyor.
Türkiye gerçekliği çürümenin, yıkımın ve aralıksız olarak cürmün kılınıyor. Türkiye tüm o insanlık meselinde sınavları öteleyen, önemsemeyen bütün bu habis döngü var edilirken unutan / unutturulan bir yer kılınıyor, dün, bugün ve daima. Günümüz, güncel halimiz bir biçimde katran karası ile özdeş kılınıyor. Günümüz, güncel halimiz bir dün gibi bariz bir yarın gibi yıkımın ehven addedildiği bir cüretle sınanmakta hala. Biteviye, aralıksız, daim bir nesnellikte, muktedir aklı, muktedir tahlili, tahayyülü birer birer cürümler olarak çıka gelir. Asra yaklaşan cumhuriyet deneyimi öncesinin fecaatine sımsıkı tutunmaktadır. Ol, Osmanlı bugünün devletinde, ittihatçı zihin bugünün yapısında, soykırım tahayyüllerinin bini bir kuruşa bu güncellikte, Dersim, Sivas, Maraş, Çorum, 6-7 Eylül, Varlık Vergisi ve daha nicesi, işgal, iğfal ve yıkım bugünün sahnesine var edilende kendine yer bulur.
Hak, hukuk, adaletin çalınması, bahsinin bile açılmaması bugünün devletinde bir sabittir. Her sabıka, her utanç vesikası yeninin temelindedir. Her sabık eylem, her hayata kasıt, bugünlerin de sacayağıdır. Bir ülke düşmanlık hukuku ekseninde kendi yurttaşına, sözüm ona barış götürdüğü sınırının öte yanındaki insana “yıkımı” yaşatmaktadır. Her barışmak, her barış denildiği vakit çıkagelen şey çürümedir. Her barışma hamlesi bariz bir biçimde, bir kez daha gümbürtüye bırakılandır. Barışma haddi, istenci ve tahayyülü yerle bir olundukça bir zemin salt / sadece çürümenin kılınır. Yıkım bizatihi budur! Yıkım tam olarak bu kadar afaki olandır.
Yaşama devletçe düşürülen şerhler, birbiri ardına muktedirin arkasında saf tutmalar, her gün bariz bir devinim diye çıkagelen yıkım ve nicesiyle bu sahadaki hayat, bu sınırlarda var edilen gündelik tahayyül boğulur, boğdurulur. Yıkım halini her yere taşıyan, daimi bir biçimde güncelleyen hemen her durumda başka bir kırılmayı var eden, tahayyül değil bir hakikat kılan bir yerin yenisi nedir, eskisi bu kadar canlıyken! Bugünün menzilinde var edilen kötülüğe hamilik bunca açıktayken!
Her yerin bir yıkım / bir tuzak kılındığı yerde o hayat mütemadiyen içine doğru göçertilendir. Laf kalabalığı değil, mealen değil, mübalağa değil, olan bitenin tüm hakikati, hakikatte var edilen cürmün tek bir doğrultuda her neye dönüştüğü artık afaki bir meseldir. Bir asır sonunda varılan nokta insanlık için yıkımın tam da arafıdır. Öyle bir sahnelemedir ki ne öncesi, ne sonrası vardır. Bugün, iş bu şimdi dahilinde hayatın ehven olandan ayrıştırılması süreğen kılınır. Hayatın bir mizansen değil topluca yıkımlardan ibaret bir deneyler toplamı olduğuna kani olmamız beklenir. Böyle bir halde bir hayata varılır mı?
Bir biçimlendirme, bir tahayyül, bir istikamet bariz bir halle, belirgin bir biçimde sıradana karşıtlık üstünden bu ülkede yaşam biçimlendirilir! Devletlinin pragmatizm ile var ettiği yıkımın hizası, yönergesi budur. Devletliden, onunla tarafgir olmuş kesimlere, oradan sokağa yansımış, yansıtılan bu güncellikte yıkım tahayyülüdür vesselam. Bir cüretle, inat ve istençle savunulan şey yıkımdır, halihazırda öyle ya da böyle. İçte ta içimizde var edilen bir cerahat gibi hayatı kuşatan, yerle bir etmeye devam eden muktedirin hemen her anlamda yeni ülkesi kötülüğün temsilidir. Kötülük artık tahayyül değil var edilmiş olagelen tek istikamettir. Hak, hukuk, adalet tahayyüllerinin doğrudan çürümeye sevk edilmesidir artık hakikat.
Geleceksiz, bir şimdisiz, dün gibi yarınları da zayi olunmuş bir menzildir var edilmeye hala devam olunan. Hayatın pahası üç otuz kuruşa karşılık kılınırken, var edilen düzlem salt yıkımın addedilir. Düzenin şimdisi, bir dünün takviminde, onun göstermiş olduğu güzergahlarda ilerleyenlerin ellerindedir. İçteki, içindeki yıkım artık laf etmeye hacet kalmadan biteviye kılınıp, sınırın dışına da taşırılıp durur. Bu halin gösterdiği senaryo, dizilerde paylaşılan kutlu ülkeler, mübarek davalar şunlar bunlar değilidir. Sınırın içinin, dışıyla birlikte sıradan olana men edildiği bir zulmün döngüsüdür kesintisiz olan. Hayat bu kadar ucuz mudur? Hayatın kırılganlığı, varılan eşiğin öylesine değil doğrudan çürümeye olan mesafesinin bunca dip dibe hali bize şu ülkeyi ondan artakalan her neyse onu anlatır, sahiden de burası bir yurt mudur?
HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, Urfa İl Örgütü Kongresi'nde konuşur. "Barışı yok etmeye çalışan bir iktidarın şuan yönetime hakim olduğunu belirten Temelli, kadim halkların bir arada yaşamasına izin vermeyen Kürde yaşam hakkı tanımayan bir iktidarın ülkeyi yönettiğini vurguladı. İktidarın kutuplaştırıcı politikalarına karşı mücadelelerini sürdüreceklerini kaydeden Temelli, şöyle devam etti: “Toprağımıza, kültürümüze ve tarihimize sahip çıkacağız. Bu soysuz siyasete hep birlikte cevap vereceğiz. Biz bu faşist iktidardan korkmuyoruz. Bugünden sonra zalimler bizden korksun.  Bir ülkede tecrit varsa o ülkeden adaletten bahsedilmez.  İmralı’ya 5 yıldır yoğun şekilde uygulanan tecrit ülkedeki durumu gözler önüne seriyor. Bu tecrit yıkılmalı, hukuk ve adalet adımları atılmalıdır. Bununda ilk adımı İmralı tecridini kaldırmak olmalıdır. Bu ülkenin en temel meselesi Kürt Sorunudur. Sayın Öcalan bu meselenin çözülmediği takdirde Kürt sorununun uluslararası bir soruna dönüşeceğini söylemişti. Ama iktidar sorunu çözmek yerine savaş politikalarını uygulamayı seçti. Artık bu iktidarın kat edebileceği yol kalmamıştır.”
İktidarın Kürde düşmanlık için her türlü silahı ve türlü ittifakı yaptığına dikkat çeken Temelli, “İlk olarak Efrîn'e girdiler. Kimin toprağını kimden alıp el koyuyorsunuz. Peşlerine taktıkları IŞİD artıklarıyla Suriye’de en huzurlu yerlere saldırıyorlar. O cennet gibi bölgeleri kıyamet alanına çevirip Suriye’deki çözümü çıkmaza sokuyorlar. 400 bine yakın insanı yerlerinden göç etmesine neden oldunuz. Neden? Çünkü bunlar Kürt düşmanı. Suriye de demokratik çözüm olması demek Türkiye’nin de demokratik çözüme kavuşması demektir. Bu iktidarın peşine takılanlara söylüyorum. Bu iktidar gidiyor. Gelin bu faşizmle birlikte mücadele edelim. Eğer bunu yapmayacaksanız, cesaretiniz yoksa gölge de etmeyin. Tezkereye ‘evet’ diyerek ülkeye demokrasi getiremezsiniz. Rojava’da yapılanlar ülkenin her yerinde farklı şekilde yaşanıyor. Bugün görüyoruz ki Kürde mermi, Türk’e siyanür düştü. İntihar etme çözüm değil intihar etmeyin. Mücadele edeceğiz ve bu iktidarı göndereceğiz. Biz top, tüfek ve mermi istemiyoruz. Bu halk savaş istemiyor. Bugün planlanan bütçe halkın bütçesi değil sarayın bütçesidir. O da savaş bütçesidir. Bu ülkenin kaynaklarını savaşa akıtarak iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar” ifadelerinde bulundu.  
Son olarak HDP’li belediyelere kayyum atanmasına değinen Temelli, kayyum atamalarının hükümetin acizliğini gösterdiğini belirterek, “Kaymakam ve Vali görevlendirerek halkın iradesini gasp edemezsiniz. Bu suçtur. Kayyum talandır, gasptır, şiddettir ve zulümdür. Biz kayyumlara karşı demokratik siyasetle mücadele edeceğiz. En yakın zamanda kayyumlar ile birlikte bu iktidarı da süpürüp atacağız” dedi.
Haberlerden ilerlemeye devam edelim: “Mardin’in Dargeçit ilçesinde, Süryani ve Ermenilere ait mezarların üstüne AKP’nin seçim vaadi olan "Millet Bahçesi" adı altında park ve düğün salonu yapıldı.
Mardin’in Dargeçit ilçesinde Süryani ve Ermenilere ait mezarlığın üstüne 1 milyon 270 bin TL’lik ihale bedeli ile AKP’nin seçim vaadi olan "Millet Bahçesi" adı altında park ve düğün salonu yapıldı. Dargeçit Belediyesi ile Dicle Kalkınma Ajansı (DİKA) ortaklığında, “Saray Mahallesi Rekreasyon Projesi" olarak yapılan park ve düğün salonu Mart 2016'da belediyeye atanan kayyum tarafından başlatılmıştı.
İlçeye bağlı Bahçebaşı (Tirbik) ve Saray mahalleleri arasındaki alanda yapımına başlanan ve içerisinde oyun salonu, spor tesisi ve düğün salonu bulunan projenin ihale bedeli 1 milyon 270 bin TL olarak belirlendi.
31 Mart yerel seçimlerinde belediyenin AKP’de kalmasının ardından proje sürdürüldü. Mezarlar üzerine kurulu “park” ve düğün salonunun önümüzdeki günlerde açılışı yapılacak.
Mahalle halkı, projenin yapıldığı alanın Süryani ve Ermenilere ait mezarlar olduğunu dile getirdi. Mezarlardan kaynaklı bölgenin adı “Tirbik” olduğunu ifade eden mahalleli, proje başlandığında defalarca yetkilileri uyardıklarını ve bunun görmezden gelindiğini vurguladı. Yıkılan mezarların molozlarla birlikte taşındığını belirten mahalleli, park ve düğün salonun yapılmasını kınadı.
Mahallilerden Süryani yurttaş Abdülmesih Ergün, bugün “Millet Bahçesi” inşa edilen alanda mezarları olduğunu kaydetti. Kazılar sırasında bir çocuğa ait mezar kapağını kendi elleriyle temizlediğini anlatan Ergün, taşta haç işareti olduğunu söyledi.”
Buna rağmen projeyi durduramadıklarını ifade eden Ergün, mezarlık üzerine yapılan park ve düğün salonun üzücü olduğunu dile getirdi.
Ergün, “Dargeçit’te Süryaniler ve Ermeniler de vardı. Burası Hıristiyan mezarlığıydı. Mezarların dini, dili ve ırkı yok. Çeşitli inançlar gelip gitti buradan. Bir mezarlık üzerinde eğlence merkezi ve park yapılması hem ahlaki hem de vicdani olarak uygun değildir. İnsanlık değerleridir. Toplum olarak bunları göz önünde bulundurmamız gerekir" diye konuştu.
Tam da Varlık Vergisi denen yıkımın arifesinde, bir varlık talanı söz konusu edilir. Hayat hep buralarda ucuzdur, lakin onun da dibi bucağının olmadığı bir kez daha kanıtlanır. Hep mi böyledir sorgusuna bir yanıtı Ayşe Hür’ün makalesinde aktardığı şu gerçeklik bir kez daha kanıtlar: “Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi, ama ‘savaş zenginleri’ yaratan politikaları yüzünden halk Başbakan Refik Saydam’dan da adeta nefret ediyordu. Hava böyleyken Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden öldü. 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi:
“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”
Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.
Yeni Sabah yazarlarından Aka Gündüz (eski Teşkilat-ı Mahsusacı Enis Avni) 13 Kasım 1942 tarihli Yeni Sabah’taki “Reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu: “Mütalealar, fikirler tümen tümendi: Asmalı. Kesmeli. Kuşbaşı doğramalı. Kıymasını iki çekmeli. Gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. Malını mülkünü millet hazinesine almalı. Bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. İşkembesine zift doldurup güneşe asmalı. İki gözünü oyup bir avucuna vermeli. Kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. Harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. Temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. Vesaire, vesaire... Bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu.sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. Bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”
Halkın çoğunluğunun, Aka Gündüz’ün aktardığı gibi gaddarane duygularla olmasa bile muhtemelen büyük memnuniyetle karşıladığı kanunun metninde ‘gayrimüslim’, ‘Müslüman’ gibi ayrımlar yoktu ama dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5'ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50'sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25'ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5'ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyeceklerdi.
18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.”
Yitirilip gidenin ardından sadece bakakalan bir menzili var ettiler. Yetmiş yedi yıllık ol Varlık Vergisi tehdidinin bini bir kuruşa var edilmiş kötülüğün her evresi bugünlerde de Rojava topraklarında güncelleniyor. İçindeki çürümeyi dışına taşırmaktan kaçınmayan bir yer, bir menzil, bir ülke, bir yönetim, zamane imkanları dahilinde yeni kırımlar ve kırılma hallerini birlikte var ediyor. Kendi çöküşünü örtbas etmek için mütemadiyen düşmana hal ve ihtiyaç duyan bir sahanın var ettiği her şey yıkıma bağlanır. Temelli’nin bahsinden bu ülkenin gerisinin pek de duymadığı Merdin’deki hakikat talanına, biteviye kılınıp sermaye Türk olsun da isterse hırsız olsun bahsinin dün Koç, Sabancı, Şahenk bilmem ne aileleri, dün Saraçoğlu, Menderes vs. gibi bugün de Sancak, Özdemir, Baş Amir gibi isim ve ailelere ulaşmış dönüşmüş yıkımında hayata yer bıraktırılmaz. Dün var edilen halin tüm o karanlığın her nasıl güncellendiği artık yaşadığımız güncelliğin sınırlarındadır. Dün yokmuş gibi yapılanlar bugün tek başına bir gelecek kılınmaktadır, yine, yeni ve yeniden. Eşit yurttaşlık, adilane bir yurt, hakkaniyetli bir ülke, özgürlük bahislerinin yellerinde yine yellerin estiği bir karanlık girdabın ortasındayız. Böylesinden bırakın yeniyi, herhangi bir ülkeye varılmayacağı afakidir, sahiden umursuyor musunuz? Böyle böyle yol nereye!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Night Sketches – Lara KANTARDJIAN – Kiosk Of Democracy
0 notes
gecekutuphanesi · 7 years ago
Photo
Tumblr media
‘Kiraz çiçeği kırılganlığı ve yaşamın güzelliğini temsil eder. Bu çiçekler, hayatın insanı çılgına çevirecek kadar güzel ancak aynı zamanda trajik bir şekilde kısa olduğuna bir hatırlatmadır. Her sene ilkbahar mevsiminde, kiraz çiçeği ağaçları kısacık bir süre için tüm görkemleriyle çiçek açtıklarında, hayatın ne kadar kıymetli ve aynı zamanda ne kadar değişken olduğunun görsel bir simgesini sunarlar.’ 🌸 #bibliosblossom #purebloom #kirazçiçeği #poetryoflife #spring
0 notes
delikizbildiriyor · 8 years ago
Text
GÜN 7 - parti olayına tepkim
 Kırılganlığı azaltmak mümkün değil, lakin bu kırılganlığı hayatın akışından sayarak devam edebiliriz. Kimlik değiştirme arayışlarına girmeden, değmeyen insanlar için gelişimimizi yarıda kesmeden.. Umut fakirin ekmeğidir demişler, umutluysan da umutlu olmaya devam edeceksin. Nasıl olsa her bunalımın hedefi mutluluk değil mi? Buna sahipken neden bunu bir  kenara itip it kopuk için anlamsız kederlerle boğuşayım?
0 notes