Tarihe tanıklık eden mitolojik hikayelerin mevzu bahsinin geçtiği bir site...
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo
Mitolojide Yağmur Ve Kar Yağdırmak (Yada Taşı)
Mitolojide yer alan bir Yada Taşı vardır. Ama yağmur yağdırmak için yapılan törenlerin ana maddesini dualar teşkil eder.
Bu maksatla halk ya kırlara, tepelere, ya su kenarlarına gider, bazen de ibâdet yerlerinde toplanır. Bu sırada kurbanlar kesilir. Suya kuru at kafası ve taş atılır, dualar edilirken kollar yukarı ve ileri uzatılarak elin üstü havaya, avuçlar da yere doğru çevrilmiş olurdu. Duayı yapanın bu halde duran elleri üzerine dua süresince su dökülür, bu sular onun parmakları ucundan yere akar, damlardı.
Yağmur ve kar yağdırmakta (Yada Taşı) denilen taşın büyük rolü ve etkisinden bahsedilir. Bu taş üzerinde çeşitli efsaneler, Türk’lerden başka Yakın Doğu milletlerinin bazılarında da görülür. Araplar bu taşa (Hacer Ü Matar), Fars’lar (Senk-i Yede) derler. Çağatay’lar ise kelime farsça olmakla beraber (Yeşim taşı) Yakutlar Sata, Altaylı’lar Cada, Kıpçak’lar Cay demişlerdir.
Genel olarak halk bu taşa: Yada taşı, Cida taşı, Çurtus, Yağmur taşı ve Kaş adlarını vermektedirler. Nuh peygamber tufandan sonra gemisinden çıkınca Ham, Sam, ve Yâfes adındaki oğullarından her birini bir ülkeye göndermiştir. Yafes’i Türk ülkesine göndermezden önce bu Yada taşını vermiş, o da oğlu Türk’e bırakmıştır. Ama sonra Oğuz Han bu taşı elde etmiştir. Kaşgar taraflarında bu taşın beyazına (Ak taş), Karasına” da (Kara taş) derler,
Altaylı’lar ve Yakut’ların, yağmur ve kar yağdırmak kudretinde olan Şaman’ları da dualar okuyarak bu taşı kullanırlardı. Göç Destanında Dokuz oğuz’lardan (Buğu Tekin) e rüyasında Aksakallı bir ihtiyar tarafından bu taş verilmiştir. Yada taşı okunarak suya konursa yağmur yağdırır. Atın yelesine asılırsa serin rüzgâr estirir. Yangma atılırsa söndürür. R4 taş kar ve dolu da yağdırır. Kötü havayı iyi eder. Bir kabın içine kar yahut su konarak bu taş bırakılınca ne niyet edilirse o olur.
YAT: (Bir türlü Kam’lıktır.) (Kâhinliktir) belli başlı taşlarla (Yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır, rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu. Mevsim yaz idi. Bu suretle kar yağdırıldı ve Ulu Tanrının izniyle yangın söndürüldü.
YAŞIN : (Şimşek). Kimin yanında Kaş bulunursa ona şimşek dokunmaz demektir. Kaş lekesiz, saf bir beyaz taştır. Yüzüklere konur ve yüzüğün sahibine şimşek dokunmaz, çünkü yaradılışı böyledir. Bu bir beze sarılıp ta ateşe atılacak olursa, ne bez yanar, ne de taş… Bu sulanmıştır. Bir adam susadığı zaman bunu ağzına alsa susuzluğu giderir. Doktor Süheyl Ünver’in, Bazı kaynaklardan alarak, bu taş hakkındaki hikâyeler üzerinde yazdığı bir makaleden şu parçalar aşağıya alındı.
#Anadolu mitolojisi#mitoloji anlatıları#mitoloji inançları#mitoloji tanrıları#mitolojik hikayeler#orta asya mitolojisi#sümer mitolojisi#sümer tanrıları#türk mitolojisi#yada taşı#yaşın#yat
0 notes
Photo
Türk Mitolojisinde Kutsal Dağlar
Orhon abidelerinde; Türklerin ilk yetiştiği yer olarak gösterilen (Ötüken dağı) için de (Mübarek Ötüken dağı) “denilmektedir. Bu dağda ve oradaki ormanda geçen savaşlarda ün yapmış kahramanlar Türk tarihini şereflendirmektedir.
Hakan (Su) ile Zülkarneyin askerlerinin karşılaştığı (Altın Kan) adındaki dağ da bir efsanesiyle göze çarpar.
(Ağadat tepesi, büyük ve esaslı bir dağ kümesinin içinde bulut toplayan bir bora ve fırtına merkezidir. Başında sık sık yıldırım sağılır ve şimşek çakar. Çevresindeki derin dereler hep sel yatağıdır. Ağadat’m ^üzerinde beliren her bulut parçasının içinde bile, büyük ve korkunç bir fırtınanın şeytanı gizlidir. Sümer’ler de fırtına tanrısına bu dağın adını vermişlerdir.)
(Kin-Şan) dağlarının civarında yerleşen (A-Hien-Şe) zamanında, bu dağlardan birinin tepesi Takyaya benzediği için (Tu-Kiu) denilmiş ve efsaneye göre de Tukyu’lar bu adı böylece almışlar. Türk kahramanı Alparmş, gençliğinde ok talimleri yaptığı için, ok atmada mahir idi. Bir gün bir ok atarak (Askara) dağının tepesini uçurmuştur. Gali tekin, Çin Hükümdar ailesinden Kiülien adlı bir kızla evlenmeye karar vermişti. Bu prensin sarayı tanrı dağlarının civarındaki (Hatun dağı) nda idi.
Yine orada bir (Kutlu dağ) vardı ki bu dağın kayaları uğurlu idi. Çinli’ler bu uğurlu kayaları aldılar, bundan sonra felâketler, göçler başladı. (Bk: göç destanı). (Abu Kaan) dağı da yersu’ların admı taşıyan kutsal bir dağdı. Bu dağın iki kızı vardır. Bunlara (Yelbis) derler.
(Nin-Harsağ dağı) da Sümer’lerin tanrı tanıdığı bir dağdır. Düşmanların; ellerini ve ayaklarını keserek bataklığa bı-raktikları bir Türk çocuğunu da, bir dişi kurt alarak Kao-Çanğ civarındaki bir dağda bulunan mağaraya götürmüştü. Buğu-Tekin’in odasına bir gece gökten bir kız inmişti. Bir tanrıça olan bu kız, bir kaç gece sonra, Buğu Tekin’i alarak tanrısal öğütlerde bulunmak üzere (Ak dağ) a götürmüştü. Oğuz, kendisine itaat etmiyen (Urum Han) ile savaşmak üzexe bir dağın eteğine gelmişti. Bu dağ karlı olduğu için o zaman buna (Buz dağı) adı verilmişti. Sümer tanrılarından Enlil’in makamı dağlarda olduğu gibi, dağ perilerinin bulundukları dağlar da kutsaldı. Hitit’lerin (Hazzı) dedikleri Antakya’daki (Kel dağ) da Kumarbi efsanesinde geçmektedir. Namıni dağı da Eti’lerce insan .şeklinde bir tanrı idi. Şato Türkleri de Türkçe (Gök gürültüsü dağı) adındaki dağda tanrıya kurban keserlerdi. Gılgamış, sonsuz hayat sırrını bulmak için çok mihneti! bir yolculuğa çıktığı sırada, akrep insanlarla dolu (Maşu) adındaki dağa da uğramıştı. Sümer’lerin tufan efsanesine göre Uta-Napiştim’in gemisi (Nisir) dağma oturmuştu.
Dağ ruhları insanlara iyilik eder. Kötü ruhlardan korur, yol gösterir. Ama saygısızlık edenlere de ceza verir, hastalık gönderir. Dağ ruhlarının genel olarak adı (Yizimpiy) dir. Her dağın ruhu kendi bölgesinde kalır. Başka bölgelerle ilgisi yoktur. Altaylı’lar her dağı bir ruhun temsilcisi «sayar, onlara kurbanlar keser, dualar ederdi. Mağaraların da efsanelerde yeri büyüktür. Özellikle ibadet yeri olarak kabul edilir, oralarda dualar edilerek kurban kesilirdi. Budis Türklerin, Hitit’lerin,, Sümer’lerin mağaralarda yaptıkları tapmaklar süslü ve büyüktür. Mağaraların içinde mezarlar da bulunmaktadır.
Savaşlarda yenilenlerin hazin, korkulu maceraları sırasında Sığındıkları mağaralarda, eziyetli, üzüntülü günler geçer, böylece -efsânelere de konu olurdu.
Kafdağı— Türk, İslâm, Yakın Doğu Mitolojisinde geniş yer tutan ve hülya âleminde büyütüldükçe büyütülen bu dağın adı var, kendi yoktur. Dünyaya bir destek gösterilen, göklere mavi rengi veren bu heyulâlar anası dağ hakkındaki efsanelerden bazıları şunlardır:
Yeryüzünün mâmur olan dörtte biri ve harap olan kısımları Bahri Muhit ortasında karpuz gibi dururmuş. Yaratıkların kalabilmesine elverişli değilmiş. Tarımı yetmiş altı bin altı yüz yetmiş üç dağ yaratıp bunlarla arzı yerinde durdurmak istemiş. Yine arz sükûnete erişmemiş. Nihayet bir melek, tanrının emri ile cennet derelerinden bir lâcivert cevher çıkarıp yerin etrafına bastırmış. Bundan Kafdağı peyda olmuş.
Kafdağı Zebercet rengindeymiş. Gözün akı karasını nasıl sarmışsa Kaf Dağı da arzı öyle sarmış. Kaf Dağı’nın yüksekliği beş yüz fersah imiş. Bu dağın altında cinler bulunur, Ejderhalar da melekler tarafından oraya götürülürdü.
Taberi’de Kaf Dağı şöyle anlatılmaktadır. Kaf Dağı dedikleri, bu cihanı çepe çevre kuşatmıştır. Cihan Kaf Dağı’nın içinde sol yüzük içindeki parmağa
benzer. Ondan sonra bu Kaf Dağı yeşil zümrütten yaratılmıştır. İşbu göklerin gök renk göründüğü ol Kaf Dağı’nın aksı düştüğün-dendir. Yoksa gökte nergiz renk yoktur. Eğer Kaf Dağı’nın yeşilliği olmasaydı, gök böyle görünmezdi. Âdem oğlanı ol dağa varmak mümkün değildir. Orada hiç ay ve gün yoktur. Bu Kaf Dağı yerin mıhıdır. Eğer Kaf Dağı olmasaydı yer deprenmekten hâli olmazdı.
Kaf Dağı, insanlar tarafından aşılması imkânsız bir bölge ile dünya kursundan ayrılmıştır. Başka bir kanaate göre; (Dünyanın etrafı çepeçevre El-bahr-il-muhit yahut okyanus denilen, gemilerin geçemediği, tamamen veya kısmen zifirî karanlıklara gömülü ve kimsenin kıyısını görmediği müteaffin bir su tabakası ile kaplıdır.
Bu su tabakasından sonra, Kaf Dağı, her şeyi karayı ve denizi bir kuşak gibi çevreler. Bazı tasvirlere göre; asıl Kaf Dağı’nın istinat ettiği kaya bir çeşit zümrüttendi. Bazılarının kanaatine göre de arz kendi kendine durmaz. Bu cinsten bir desteğe ihtiyacı vardır. Eğer Kaf Dağı mevcut olmasaydı, arz durmadan sarsıntılar geçirir, hiç bir yaratık orada yaşamazdı
Çok revaç bulmuş bir kanaate göre, Kaf Dağı arzın bütün dağlarının anasıdır. Diğer dağlar Kaf Dağı’na yeraltı dallan ve damarları ile bağlıdır. Tanrı bir bölgeyi yok etmek isteyince bu dağlardan birini harekete getirirdi. Bu, yer sarsıntısını yapardı. Başka bir halk inancına göre de, böyle bir sarsıntı hâdisesi arzı taşımaktan yorulan öküzün silkinmesinden ileri gelmektedir.
Meşhur Anka Kuşu bu dağın üzerinde oturur, oradan her tarafa hükmeder.
#Anadolu mitolojisi#mitoloji anlatıları#mitoloji inançları#mitoloji tanrıları#mitolojik hikayeler#orta asya mitolojisi#sümer mitolojisi#sümer tanrıları#türk mitolojisi
0 notes
Photo
Türk Mitolojisinde Kötü Ruhlar, Cinler, Şeytanlar
Kötü Ruhlar
Bu dünyada fenalık yapan insanların ruhu vücuttan ayrılınca yeraltı âlemine gider. Orada Erlik Han’ın uşağı olur. Bütün inanlara fenalık etmeğe ve akrabalarından birini Erlik âlemine çekmeğe çalışır.
Altaylı’lar bu ruhların Muayyen bir müddet yer yüzünde dolaştığına inandıklarından dolayı bu müddet zarfında korku içinde yaşarlar. Eğer bu müddet içinde başlarına bir felâket gelirse bir yere göç etmeğe mecbur olurlar ve bu ruhlardan kurtulmağa çalışırlar.
Altaylı’ların tasavvurlarına göre, kötü ruhlar bütün yer yüzüne dağılmıştır… Kötü ruhlar inzibata pek te riayet etmezler. Aralarında kavga, ihtilâf ve savaşlar olur. Bunlar çok aç gözlü ve oburdurlar. Dipdiri insanı lokma gibi yutarlar. Biri hastalanırsa Altaylı’lar Kötü Ruh yemektedir. Biri ölürse Kötü ruh yemiş derler. Vücuttaki her yara kötü ruhların ısırmasıyla olur.
Kötü ruhlara ayrılan ölü canlarının arasmda teşkilât vardır. Kabileleri ve alayları olur. Dünyadaki torunlarının obaları etrafında dalaşırlar. Çok aç gözlü oldukları için obalara da akm ederler. Bunlar pek hiylekâr ve sokulgandırlar. Kapıdan giremezlerse bir delik bulur eve girerler ve yemek için insanlara saldırırlar.
Cinler, Şeytanlar, Zebâniler, Cadılar
Türk mitolojisinde cinlerle, şeytanlara çokça rastlanır. Ancak sonraları muhit ve din değiştirme etkileri altında özellikle şeytan için çeşitli efsaneler, hikâyeler türemiştir.
Altaylflara göre Şeytanlar, fitne ve fesat çıkarmak, insanları şaşırtmak, kandırmak için Erlik Han tarafından görevli idiler. Cinler de çok defa yine bu tanrının yardımcıları olmakla beraber, dünyada da insanları çarparlar, hasta ederler, âhiret âleminde ise zebâni rolünde bulunurlar.Şeytanlar göze görünmezler. Ama insan ve hayvan şekline de girdikleri olur. O zaman başlarında boynuzlan bulunur. Bunlar çok defa birbirinden ayrı yaşarlar. Yanlarına yaklaşılmaz, ateşten yaratılmışlardır.
Yeraltı âleminde kötülüklerin tanrısı olan Erlik Han, cehennemin de tanrısıdır. Günahı olan insanlara ceza verilmek için cinleri, şeytanları zebânileri, kötü ruhları vardır.
Al tay Türklerince Ayna’lar yahut Aza’ların emrinde geniş bir kadro ile Cinler, şeytanlar bulunur.
Etrûsk’lerin Tajest, Tokulşa adındaki büyük cinlerinden başka, Edimnu adındaki hortlahları ve Çor adındaki cinleri de vardır. Ünlü kahraman Cesteni Bey in hikâyemde geçtiği üzere, insan eti yiyerek kan emen cinler de hatsız hesapsızdır.
Cinler ile şeytanların vasıfları, türeyişleri hakkında sonraları Türk mitolojisinde yer alan efsânelerden ikisi Taberi de şöyle anlatılmaktadır : Tanrı ilk önce devleri yarattı. Onlara Can derler ki kumlar sayısmcadır. Onların meskeni havada idi. Yedi bin yıl bu cihana hâkim oldular. Ondan sonra tanrı, Can dan cinleri yarattı ki, şeytan onlardandır. Şeytanın adı Süryanî ve İbranî dilinde Azâzil, arap dilinde Hâris tir.
Şeytan evlendi. Karınca, örümcek, çekirge, kuş şekillerinde sayısız evlâtları oldu. Bunlar yazılarda, dağ kovuklarında, ormanlarda, yollarda, virânelerde, fırınlarda, ovalarda, kuyularda, külhanlarda, su yollarında bulunurlar.
Cinleri, melekleri tanrı gökte bulundururdu. Onlara, itaat edilmesini emretti. Tanrı gökte olan meleklere dedi ki: İki ev halk eyledim. Biri rahmetimden, biri de gazab��mdan. İkisine de bakın: Melekler önce cehenneme baktılar, türlü türlü azaplar gördüler. Tanrıya sordular: Ey Tanrı bu evi kimler için yaptın? Tanrı izni ile cehennem cevap verdi: Burası, onlar içindir ki Tanrı’yı bilmezler, emirlerine inanmazlar. Ondan sonra bu melekler cennete baktılar.
Oradaki çeşitli rahatlık ve safaları görerek tanrıya sordular. Tanrı da: Kim Tanrıyı tanır, onun emirlerine itaat ederse. Melekler bunun üzerine tanrı önünde yere kapandılar. Tanrı da onları göklerin en yüksek ve kutsal yerlerinde yerleştirdi.Bir efsâne daha : Eskilere göre yerler ,Arz-ı Seb’a adı ile yedi kata ayrılmıştır. Yedinci katın adı Acba dır. Orada yaşayanlara: Cüsum denir. Bunlar kısa boylu, siyah, elleri ve ayakları vahşi hayvanlarınki gibidir. Şeytan da beraberindekilerle burada bulunur kendisi bir taht üzerinde oturur, maiyeti onun etrafında dizilir, her biri yer yüzünde ki insanları nasıl aldatarak yoldan çıkardıklarını şeytana anlatırlar o da keyiflenir.
Cinlerden bir takımının adları da vardır. Çoğu îbrâni’ler’den alınarak Türk’ler arasında yerleşen bu adlardan bazıları şunlardır; Hişanuhi, Cabir bin Merdan,
Medyun İbn-i Zengi, Haksak, Derşuz, Yemhur, Karakaş îbn-i Vesvas, Bülbüle îbn-i Kizban, Keşkatur îbn-i Keşibaş, Şeşzar îbn-i Seman.
#Anadolu mitolojisi#Arz-ı Seb’a#Cadılar#Cinler#mitoloji anlatıları#mitoloji inançları#mitoloji tanrıları#mitolojik hikayeler#orta asya mitolojisi#Şeytanlar#sümer mitolojisi#sümer tanrıları#türk mitolojisi#Zebâniler
0 notes
Photo
Göklere Çıkmak İsteyenler ve Sonsuz Hayat Arzuları
İnsanlar arasında göklere çıkmak; Tanrılara yakın, olmak sonsuz hayata erişmek arzusundan ileri gelmektedir. Sümer tanrıları sonuz hayatı kendilerine ayırdıklarından Dumuzi adındaki balıkçıdan başka bu maksatla göklere çıkanlar olmamıştır. Sümer’lerden Etana da Güneş tanrı Şamaş‘in karukna binerek göklere çıkmak istemişse de, yükselken de başı dönerek yere düşmüş, ölmüştür. Akkat’ların Ziyutsudu, Sümer’lerin Utanapiştim adını, yedikleri insan, Tufandan kurtulduktan sonra, Tanrıların ernri ile yalnız sonsuz hayat verilerek dünya yüzündeki bir adaya gönderilmiştir. Sümer kahramanı Gılgamış ta, arkadaşı Enkidu’nun ölümünden sonra, çok korkmuş, sonsuz hayata erişebilmek İçin büyük zahmetlere katlanarak, Uta-napiştim’in kaldığı adaya kadar gitmiş ise de nihayet mahrumiyetle dönmüştür
Ay’ın sevdiği öksüz kız ise, ay’ın emri ve yardımı İle göklere çıkmıştır. Altaylıların, Yakut’ların törenleri sırasında Şamanlar; Suyla, Karluk, Yula adındaki ruhlarla göklere çıkarlar, çok durmadan geri dönerler. Teptengeri denilen Moğol Kâhini de bir boz ata binerek göklere çıkar, dolaşır, dönerdi.
Yunan tanrıları; insanları göklere çıkarmak yahut yeryüzünde bırakarak onsuz hayat vermekte cömert ve gevşek davranmışlardır. Bunlara ölmeyerek genç kalmayı ihsan ettikleri gibi, yalnız ölümsüz hayat verdikleri de olurdu. Ama insanlar kendilerine genç kalma verilmediği için git gide ihtiyarlıyor, kudret ve kuvvetleri kalmayınca öyle bir hâle geliyorlardı ki artık hayat onlar için tahammül edilmez bir yük oluyordu.
Türk tanrıları ise bu iş üzerinde titiz davranarak, İnsanlara sonsuz hayatı kolay kolay vermedikleri gibi, göklere çıkarak oturmalarını da uygun bulmuyorlardı.
Şimdi, göklere çıkan veya çıkmak isteyenlerden bir kaçı aşağıda açıklanacaktır:
Dumuzî
Bir Sümer balıkçısı iken îştar onu sevdi. Bu yüzden göğe alınarak tanrılaştırıldı. Dumuzi, Yunan mitolojisindeki Adonis gibi kendi güzelliğine hayran bir gençti. Dumuzi tanrılaştıktan sonra Hintlilerin Vasanta’sı, Keltlerin Dağde’si gibi mevsimlerin, buğdayların, arpa gibi bitkilerin ve çobanların tanrısı oldu. Her senenin ilkbaharında kendini gösterir, buğdaylar biçildikten sonra sonbaharda yerin altına da inerdi.
Bu inişlerin birinde cehennem, tanrıçası Ereşkigal da, Dumu-zi’ye aşık oldu, yeraltında alıkoydu. Bunu haber alan iştar çileden çıktı. Tanrılık işlerini bırakarak Dumuzi’yi bulmak için yeraltına, cehennemlere indi.
Cehennemin sıcaklarından çok bunaldıktan sonra, Ereşkigal’-m yanma vardı. iki rakip kız kardeş olan tanrıçalar birbirine çattılar. Nihayet Ereşkigâl, kardeşi iştar’ı da cehenneme hapsetti.
İştar cehennemde sıcaktan bunaldıkça ve Dumuzi de yeraltında bulunduğu müddetçe, dünyadaki bitkiler sararmaya, kurumaya başladı. Tanrılar bunun sebebini anladıkları zaman telâşa düştüler. Hemen Ereşkigal’e baş vurdular. Ereşkigal’in, iştar’a hıncı çoktu. Nihayet tanrıların ısrari karşısında Dumuzi’yi, iştar’a teslimden başka çare olmadığım anladı. istemiyerek bazı şartlarla serbest bıraktı.
Ereşkigâl, Dumuzi’yi çok severdi. Eğer Dumuzi isterse, Ereşkigal cehenneme gitmiş bir insanı tekrar dünyaya gönderirdi. Dumuzi büyük tanrı Anu’nun (Anosmas) taki sarayının kapısında bekçilik te etmişti.
Dumuzi’nin senbolü koyun idi.
Adapat
Kış bölgesinin efsaneleştirilmiş kahramanıdır. Adapat, bir gün denizde balık avlarken bir fırtına çıktı, kayığını devirdi. Adapat buna çok kızarak kayığını deviren kuzey rüzgârının kanatlarını kırdı. Büyük tanrı Anu, Adapat’m bu hareketi-ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler araya girdi, Anu’ya yalvardılar, o da bunları kırmadı. Adapat’ı affetti, ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler arasına almak istedi. Bunun içip de ona ekmek ile su verdi. Ama Adapat’m koruyucuu Ea (Enki); daha önce, yememesini tembih etmişti. Adapat, Ea’nın bu tenbihini hatırladı. Anu’nun verdiklerini yemedi, içmedi. Eğer bunları yese ve içseydi, hem kendisi, hem de bütün insanlar ölümsüzler arasına girmiş olacaktı.
Etana
İnsanlarla hayvanların bir arada yaşadığı eski zamanlarda çobanlara krallık etmiştir.
Etana şu sebeple göğe çıkmak istemiştir. Bir gün, gebe olan karısının doğurabilmesi için, doğumu kolaylaştıran (hayat otu) nu aramakta idi. O sırada güneş tanrı Şamaş’ın kartalma rastladı. Ona maksadını anlattı. Kartalın; aradığını ancak gökte bulacağım söylemesi üzerine, Etena buna inandı. Kartal onu sırtına aldı. Orada bulunanların hayret ve telâşları arşsmda havalandılar, önce Etena’yı tanrı Anu’nun bulunduğu göğe çıkardı. Ama orada durmadılar. Kartal onu Anu’nun kızı İştar’ın bulunduğu kata götürmek istedi. Etena da uygun buldu. O kadar yükseldiler ki Etana’nın başı dönerek kartalın sırtından yere düştü, öldü.
#adapat#Anadolu mitolojisi#Dumuzi#etana#mitoloji anlatıları#mitoloji inançları#mitoloji tanrıları#mitolojik hikayeler#orta asya mitolojisi#sümer mitolojisi#sümer tanrıları#türk mitolojisi
0 notes
Photo
Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı
İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsaneler vardır.
Bu efsanelerden bir kaçı:
1— Altaylı’lara göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.
Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.
2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.
Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm. Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.
Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.
İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’ların bir efsanesine göre de; ilk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.
3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.
Böylece insanlar meydana geldi.
4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.
Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir
5— Budist Türklerin bir efsanesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.
Bu da insanların ilk anası oldu.
6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. İşte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.
Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortasına bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir. Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.
Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.
Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.
#alp er tonga#Anadolu mitolojisi#dede korkut hikayleri#Gılgamış#mitoloji#sümer kahramanı#türk efsaneleri#türk mitoloji anlatıları#türk mitolojisi#uc bin unk#yaratılış efsanesi#zeferşan
0 notes
Photo
Yedi İklimi İdâre Eden Mitoloji
Doğu bilgilerine göre; idaresi göklerden gelen dünya, yedi iklime ayrılmıştır. Türk çevresine de geçen ve mitolojik hava içinde verilen bu bilgilerde yediye ayrılan iklimlerin her birini bir yıldız idare eder. Bu iklimlerle bunları idare eden yıldızların tablosunu şöyle tertiplemek mümkündür:
Birinci iklim: Hint diyarı, İdare eden: Zuhal. Rengi siyah. Yedinci gökte, İkinci iklim : Çin diyarı. İdare eden: Müşteri Kahverengi Altıncı gökte. Üçüncü iklim: Türk diyarı. İdare eden: Mirrih. Kırmızı. Beşinci gökte. Dördüncü iklim : Horasan diyarı. İdare eden: Güneş, Sarı. Dördüncü gökte. Beşinci iklim : Mâvera ün nehir diyarı. İdare eden: -Zühre, Yeşil. Üçüncü gökte. Altıncı iklim : Rum diyarı. İdare eden: Utarit. Mavi, İkinci gökte yedinci iklim : Bulgar diyarı: İdare eden: Ay. Beyaz. Birinci gökte. Bu yedi iklime Farslar. (Heft iklim), Araplar (Ekaalim-i Seb’a) derler.
Bu iklimlerin dışında kalan yerlere de (Karanlıklar diyarı) denir. Yedi iklimi idare eden yıldızlar göklerde bulunur. Bunların beşi önemlidir. Güneş ve ay ile yedi olur. Bu beş yıldızdan Ay’ın bulunduğu gök yeşil Zebelcettendir. Utarit’in bulunduğu gök sarı yakuttandır. Zührenin bulunduğu gök. Kızıl Yakuttandır. Zuhal’ın bulunduğu gök ak gümüştendir.
Gök Gürültüsü, Şimşek, Yıldırım
Göklerde geçen bu tabii olaylar da kutsal sayılırdı. Altaylı’lara göre yıldırım ve şimşek Ülgen’in emrinde olduğu gibi, yıldırım ayrıca tanrı da sayılırdı. Yıldırım hem korkutur, hem de sevilir ve kutlanırdı. Gök gürültüsü; tanrı arabasının koşturduğu zaman tekerleklerin çıkardığı sesler olduğu gibi, şimşek te tanrının şeytanlara attığı oklardı.
Yıldırım tanrı Yerdeki kötü ruhları takip eder. Kötü ruhların saklandığı ağaçlara ateşi gönderir, yıldırım düşer. Yıldırım düşen ağaçtan bir parça alınıp saklamfsa o yere kötü ruh girmez. Urenha’lar yıldırım tanrısına süt, ayran sacı ederler.
Urenha, Kazan-Kırgız kadınları ilkbaharda ilk şimşek çaktığı ve gök gürlediği zaman çadır çevresinde süt, ayran, kımız dolu kapları dolaştırıp sacı töreni yaparlar. Müslüman Türklerden Başkurt kadınları ise şimşek çakarken süt, ayran gibi beyaz içkileri örterek saklarlar. İnançlarına göre süt ve ayrana yıldırım düşermiş… Uryankıt’ar yıldırımdan korkmazlar. Şimşek çakıp gök gürlerken bağırıp çağırırlardı. Uygur’lar yıldırımın düşmesini beğenirler. Gök gürledikçe bağırıp çağırırlar, göğe doğru ok atarlar… Bir yıl sonra güz mevsiminde, atların iyi beslendiği sırada yıldırım düşen yere toplanırlar, bir koyun kesip oraya gömerler. Kadrı Şaman İlâhiler okur. Atlı erkekler bu yerin çevresinde bir kaç defa dönerler.
0 notes
Photo
Türk Mitolojisinde; Güneş, Ay Ve Yıldızlar
Yaradılış bahsinde geçen bir Sümer efsanesine göre; Ap – Su ile Hamat’tan gökler ve yerler meydana geldikten sonra, gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil ve deniz tanrısı Ea (Enki) yaradılmış bunlar da güneşi, ayı ve yıldızları yaratmıştır.
Güneş; kozmik âlemin yaradılışından önce var olmasaydı, Altaylı’ların Kara Han’ı dahi bu gökleri yaratırken onun ışığı, onun sıcaklığından faydalanmasaydı eli koynunda kalırdı.
Bunun içindir ki güneş efsanelerin dahi varamiyaca ğı kadar derinliklerden her şeye ışığım tutmakta, taşıdığı hayır ve şer vasıflan etrafındaki köklü inanışlarla, bu inanışların yarattığı geleneklerle tanrılar üstü bir tanrı olarak yer almış bulunmaktadır.
Onda bütün tanrısal kudretler toplandığı gibi, bir takım ruhlar da toplanmış bulunmaktadır. Türkler büyük vasıflarla tanrılaştırdığı güneşi çeşitli adlarla anarlardı:
Sümer’ler; Dingir, Utu, Ra, Babbar, Nin – Uraş, Meşarru adını vermiş, Araplar da Sümer’lerden alarak Şamaş demişlerdir. Hitit’lerin Ardıs, Elâmlı’ların Nan – Hunte dedikleri büyük tanrı da güneş’tir. Hom adındaki tanrı ise güneşin vasıflarından birini taşıyordu. Yukarıda adı geçen Nin – Uraş, tann Enlil’in oğlu iken, büyütülmüş ve güneş tanrı olmuştur ki, ilk baharın ılık havasını da bu tanrı temsil ederdi.
Güneş; Altaylı’larca Günine adıyla hayat veren bir tanrıça dahi tanınmıştır.Türk hakanları bile güneşin oğulları idi. Kendilerine kuvvet kaynağı olan güneş babaları idi. Mete’nin oğlu için de: (Yer ve gökten doğurmuş, Güneşle ay tarafından memur edilmiş Hün’larm büyük hakanı…) denilmektedir.
Geauli sülâlesinin kurucusu olan Çicumın, düşmanlarından kaçarken bir ırmağın kenarına gelmiş, geçemeyince ırmağa: (Ben güneş’in oğluyum) demiş, bütün balıklar, kurbağalar ona köprü olmuştu.
Hak ve adâlet yollarım da güneş tanrı gösterirdi. Ur kıralı Urengur’a hak ve adâleti o tamtmış, Hamurabi’ye de ünlü kanunlarını O bildirmişti.
Yâkut’lara da kahramanlarının adlarım o gönderirdi. Moğol’lar ona tapar, Sümer’ler onun ilk doğduğu zamanlarda ibâdetlerini yaparlardı. Şaman’lar ise çok büyük tanıdığı bu kudreti törenlerinde heyecanla anarlar, manyak adındaki elbiselerine, davullarına güneşi kudretlerin senbolü olarak resmederlerdi.
Hun’lar da geceleri aya, sabahları güneşe döner, secde ederdi.
Türklerden çokları evlerinin, çadırlarının kapılarını güneşin doğduğu tarafa yaparlardı.
Güneş ad olarak ta kullanılırdı. Oğuz’un oğlu (Gün Han) güneşten başka bir şey değildi. Ay Toyun’un kızı Güneş’e, Ulu To-yun’un aşık olduğuna dâir de bir efsâne vardır.
Güneş Hitit’lerde de büyük kudretleri taşıyan bir tanrı ve bütün tanrıların hâkimi idi. O her sabah denizden yükselir, Üç Çift gözü vardır, Canlı, cansız her şeyi görür, İşleri düzenler, bütün varlığı icabına göre idâre eder. Sabahleyin doğarak gökler âleminde, yeryüzünde hâkim olduğu gibi, akşam vakti de ufuktan indikten sonra, yer altı âleminde hüküm ve irâdesini yürütürdü. Yine Hitit’lerce Arinna adı ile anılan Güneş Tanrıçası da devletin kurucusu idi.
Yaradılışı güneş gibi, uzak ve yakın doğu Türklerince efsâ-neleştirilen ay; şahıslandırılmış, güneş ve yıldızlar gibi o da tanrılaştırılarak gökteki sarayına oturtulmuştu.
Türk’lerin ay tanrısı ve tanrıçaları hep merhametli ve sevimlidirler.
Sümer’ler; En – Zu yahut Nan – Nar adını verdikleri ay tanrıyı çok severlerdi. Altaylı’larm da (Ayata) sına karşılıktır. Arap’lar, Türklerin ay tanrısına Sin, Keldanlı’lar Zin, Hitit’ler Kaşku, Selârdis derler.
Öksüz kız hikâyesinde de; ay çalılıkta yürüyen zavallı bir kıza acıyarak, çalıya; (o kızı al, gel!) diye emir vermiş, çalı da hemen bu öksüz kızı alarak göğe, ayın sarayına çıkarmıştır. Ay bu kızı sevdi. Gökte şekilden şekile, halden hâle girişi de, bu sevgiden ileri gelmektedir.
Müneccimlik (yıldızlara bakarak geleceği anlamak) âleminde de aym önemli rolü vardır. Üzerinde bazen uğurlu, bazen de uğursuz yorumlar yapılır.(1) Ayla ilgili ve yalancı ay denilen bir (Mah-ı Nahşep) efsânesi vardır:
Türkistanda Nahşep şehrinin yakınında, Siyam dağının eteğinde İrandan gelen ibn-i Nukanna’ adındaki bir hilgin bir kuyu yapmış, bu kuyunun içinde hiyle ile bir ay tertiplemiş, bu ay altmış gün her gece kuyudan doğar, etrafındaki dört saatlik mesâfeyi ışıklandırmış.
Şamanist’ler göre:
Kötü ruhlar güneş ve ay ile mücâdele ederler. Çünkü güneşle ay iyilik yaparlar. Dünyaya, insanlara ışık, bereket ve hayat verirler. Kötü ruhlarla mücâdele de bu yüzden olurdu. Kötü ruhlar bu mücâdelede üstün geldikleri zaman güneşle ayı tuturak karanlıklar âlemine atarlar. îşte o zaman güneş ve ay görünmez. Ay tutuldu, güneş tutuldu da bunun için denirdi. Çünkü kötü ruhlar güneşle ayı hapsetmek için tutarlardı. Bu sebepledir ki Şamanıst’ler kötü ruhları korkutmak ve kaçırarak güneşle ayı kurtarmak için gürültü yaparlar, bağırırlar.
Bundan kalma “olarak şimdi de köylerde, hatta bazı şehirlerde ay tutulduğu zaman tenekelere vururlar, bağırırlar, tüfek atarlar.
#güneş ve ay#güneş ve ay inancı#mihrimah#mitoloji inançları#mitoloji tarihi#şaman#şaman inancı#Şamanist#Şamanizm#türk mitoloji inançları#türk mitoloji tarihi#türk mitolojisi#türk mitolojisi ay#türk mitolojisi güneş#türk mitolojisi yıldızlar#türk mitolojisinde şaman#türk şaman
0 notes
Text
Viyana Kuşatmasında Yeni Hafta Başlangıcı
Bugün Ahmed Paşa kolundaki gâvurlar da şarampolden atılıp yerleri işgal edileli. Kuşluk vakti, Sadrazam metrislerdeki tabyasına gitti ve sonra da Yeniçeri Ağasının tabyasına geldi. Ayrıca ön saflarda galeri açılan yerleri gözden geçirdi. Bir süre yeni tabyasında oyalandı ve sonra tekrar eski savaş mahalline dönüp orda kaldı. Rumeli beylerbeyini ve sağ sol kanat alay beylerini, sıçan yollarını hâlâ istenilen şekilde açmayıp bugün gevşeklik gösterdikleri için sertçe azarlayarak ağır surette ihtarda bulundu.
Bütün galeriler içinde en ileriye götürülmüş olanı Köstendil Sancak Beyinin galerisiydi. Bu şırada Kara Mehmed Paşa kolunda üç yerde, Rumeli kolunda üç yerde ve Ahmed Paşa kolunda üç yerde galeri açma çalışmaları yapılmaktaydı. Bu galerilerle kale hendeğinin içine girmek amacı güdülüyordu.
Kara Mehmed Paşa yaralandığı için çadırına çekilmesi ve yeniden sağlığına kavuşuncaya kadar metrislerden uzak durması emredildi. Sadrazam, Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa’yı çağırdı ve kendisini Kara Mehmed Paşa’nın vekili olarak onun koluna yani Anadolu koluna kumandan tayin etti.
Topçular bugün düşmanın dört topu üzerine gülle düşürüp onları savaş dışı ettiler. Şeyhoğlu Ahmed Paşa buyruk gereğince Götzendorf palankasına varıp kuşatmaya başlamıştı. Ancak buranın hendekleri çepeçevre suyla dolu olduğundan ve köprüleri de gâvurlar tarafından söküldüğünden palankayı hücumla almak imkânı görülmedi. Durumu devletlû Sadrazama mektupla bildirip top, cephane ve yaya askeriyle yardım göndermesini diledi.
Bunun üzerine kendisine derhal üç Sahi topu ve bir hayli malzemeyle cephane gönderildi. Ancak bu yardım kafilesi oraya varmadan, palanka, Allahın yardımıyla ele geçirildi. Gâvurlar son askerine kadar kılıçtan geçirildi. Böyle bir savaşın yapılmasına Reis Efendi’nin kâtiplerinden Ramazan Efendizade Recep Çelebi sebep olmuştu. Çelebi’nin ot almak için yolladığı arabasıyla atlarını çalmışlar. O da bunu Reis Efendiye haber vermiş. Olay Reis Efendi tarafından Sadrazama anlatılmış. Bunun üzerine de Ahmed Paşa palankaya karşı gönderilmiş.
Palanka kuşatıldığı sırada onbeş kadar asker şehit düşmüş ya da yaralanmış. O zaman her nasılsa palankanın içine ateş atılması tedbirini akıl etmişler. Kalenin içinde bulunan gâvurların hepsi bütün erzaklarıyla birlikte yanıp kül olmuşlar. Sadece on beş gâvur tutsak olarak canlarını kurtarabilmiş. Recep Çelebi de kuşatmaya katılmış ve sonunda arabasıyla atlarına tekrar kavuşmuş. Güneş batımından sonra palankanın fethedildiği haberiyle geri döndü. Devletlû Efendimiz Sadrazam, olup bitenleri kendisinden dinledi. Çok hoşlanıp Çelebiye yirmi altın bahşiş verdi.
Şam Beylerbeyi Hüseyin Paşa akşamüzeri tabyasında bulunduğu sırada bir humbara bombası uçup geldi ve yanı başındaki göğüs siperini çökertti. Kendisi de yıkılan toprak yığını altında kaldı. Nerde olduğu hemen anlaşılmadı. Bütün siper iyice arandıktan sonra bulup dışarı çıkardılar. Tıpkı bîr canlı cenaze gibiydi. Tek kelime konuşamıyordu. Fakat kısa bir süre sonra kendine geldi. Bir iyice muayene edildiği zaman da hiç bir önemli yarası olmadığı anlaşıldı.
Güneş batımından sonra, gâvurlar boş hayale kapılıp Zağarcı kolunda bir püskürme lağım patlattılar. Fakat geri tepti ve İslâm ordusundan Hiç kimseye her hangi bir zarar vermedi. Serdengeçtileri tamamlamak için sipahi ve silah-darlardan üç yüzer adam, Sadrazamın önünde yoklanıp kendilerine ayrılmış olan yerlere gönderildiler.
Kuşatmada Günler Çabuk Geçiyor
Sadrazam, Rumeli kolundaki tabyasına gitti. Sağ kanattaki alay beyini azletti. Yerine Rumeli Kethüdasını, Kethüdanın yerine Çavuşlar Kethüdasını tayin etti. Azledilenin görevindeki kusur ve ihmalinden dolayı idam edilmesini kararlaştırmışken acıyıp canını bağışladı. Görevinden almakla yetindi, ancak Sadrazamın tabyasına geldiği zaman ötekilere ibret olsun diye kendisine üç yüz veya dört yüz belki de daha fazla değnek vurdurdu.
Öğle zamanı, gâvurlar, Zağarcı koluyla Rumeli kolu arasında bir lağım patlattılar. Tabya kazıcılardan^ beş on adam yaralandı, bundan başka bir kimseye zararı dokunmadı.
İki bin altı yüz kişiye varan silahdar ve sipahi serdengeçtilerinden bin iki yüzü Zağarcı ve Samsuncu kollarına verildiler. Geri kalan bin dört yüz asker hiç bir yere verilmeyip kendilerine ilerde verilecek emre kadar hazır beklemeleri bildirildi.
Akşam üzeri Rumeli kolundaki serdengeçtiler hücuma geçtiler. Gösterdikleri karşı durulmaz gayretle gâvurları metrislere kadar geri attılar ve tabya yaparak yerleşmiş oldukları hattı da işgal ettiler. Bir saat süreyle burada acı bir savaş cereyan etti. Ama Allah, İslâm gazilerine lütuf ve inayetini göstererek bu bölgeye sağlam şekilde yerleşmek mümkün oldu. Burası ön şarampollerle tabyaların arasındaki metrislerdi.
Viyana’ya dört saat uzaklıkta bulunan ve asıl sahibi Kayzer tarafından idam edilmiş eski Macar kişizadesi Nâdasdy olan Pottendorf palankasından ve beş
0 notes
Text
Viyana Kuşatması Yazışmalarından Bir Derleme
Allah saklasın, bizi tepelerlerse, o zaman İskender köprüsü üzerinden geçip Viyana’yı kurtarmak için Orduyu Hümayun üstüne yürüyeceklerdir. Polom ya Kıralı Sobieski denilen melun, yanında kendisine bağlı Büyük Litvanya ve Küçük Litvanya hetmanları olduğu halde, atlı yaya otuz beş bin Polonya gâvuruyla Viyana’yı kurtarmak için yürüyüşe geçmiş bulunmaktadır.”
Bu mektup kendisine okununca Sadrazam öfkelendi: “Viyana’yı kurtaracağız diye gelenleri ben zaten biliyorum!” diye bağırdı. “Hepsi üç dört bin PolonyalI ile beş on bin Alman değil mi? Ne çıkar bundan?” Hüseyin Paşaya bir ferman gönderip, bütün gayretini göstererek ve bütün sakınma çarelerine başvurarak emrindeki İslâm askeriyle Tuna’nın karşı kıyısından Viyana’nın hizasına gelmesini, burada Tuna’yı geçip Orduyu Hümayuna katılmasını bildirdi. Ayrıca “Beş on bin atlı askeri sizi korumaları için gönderiyorum, bunlar Komorn adası üzerinden derhal yola çıkacaklardır” diye yardım vaadinde bulundu.
Bu cevabını kağıda yazıp gönderirken, aynı anda Hanın oğlu Alp Giray Sultana da on bin Tatarla Hüseyin Paşa’nın yardımına koşmasını emretti. Fakat Alp Giray bütün yükleriyle birlikte sadece altı yüz Tatarı yanına alıp Gran köprüsünden geçti. Ancak yanlarında götürdükleri bir sürü tutsak ve yığınla ganimet yüzünden yürüyüşleri aksadığı için, Tatarlarının yarısını ayırıp ganimetlerle birlikte Uyvar’a yolladı. Bu şekilde Serasker Hüseyin Paşa’nın ordusuna katılan yardımcı kuvvetin hepsi üç yüz kişi oldu.
Bu sırada ele geçirilen tutsaklar Hüseyin Paşaya karşı savaşmış olan gâvur ordusunun boğazdan çekilip, Viyana’nın yukarısındaki İskender Köprüsüne gittiğini haber verdiler. Durum görüşülüp tartışıldıktan sonra, daha başka imdat gelir umuduyla Sadrazamın buyruğu gereğince 14 Ağustosta yola çıkıldı. Tököly İmre, Pressburg kalesi önünden Tuna kıyısı boyunca yürüyüşe geçti. Serasker Hüseyin Paşa ise Slovakya’nın içine dalıp Beyaz Alpler denilen sıradağları aştı.
Daha hiçbir İslâm gazisinin ayak basmadığı yerlerden geçti. Köyleri, kasabaları, kale ve palankaları yaktı; kadınları ve çocukları tutsak edip erkekleri kılıçtan geçirdi. Yürüyüşün sekizinci gününde Morava ırmağını geçip, suyun öte yakasında Tököly İmre’yi beklemek üzere konakladı.
Ertesi gün, yani 24 Ağustos Salı günü, iki yürüyüş kolu yapıldı. Bir kol dağ yolundan, öteki kol kıyı boyundan yola çıktı. Giderken rastladıkları bütün köyleri yakıp yıkarak ikindi üzeri Viyana’nın hizasına gelindi. Daha önce gâvur taburunun ordugâhının bulunduğu adada bir süre konaklamak üzere çadır kuruldu. Hüseyin Paşa birliklerini ırmağın beri yakasından seyreden Sadrazam ile Orduyu Hümayun askerleri onları alkışlayıp övdüler.
Bu sırada Alp Giray Sultan’ın Tatarları bir çapuldan dönerek yanlarında tutsak getirdiler. Tutsakların anlattığı şöyleydi: “İskender Köprüsü’ne çekilen Alman ordusu sizin buralara geldiğinizi haber alınca, geri dönüp arkanızdan yürüdü. Şu anda savaş düzenine girip toplarını dizmiş, döğüşe hazır bir halde buradan pek uzakta bulunmayan bir dağa sırt vermiş olarak beklemektedirler.
Haberin doğruluğunu incelemek üzere birkaç serhatle gönderildi. Bunlar da verilen haberi doğrulayınca, İslâm gazileri telâşa kapılıp geri dönmek istediler. Fakat Serasker Hüseyin Paşa, Abaza soyundan gelme gözü pek ve dürüst bir adam olduğundan onlara verdiği karşılıkta “Sadrazama karşı dönüp gitmek gibi bir hareketin sorumluluğunu üzerime alamam. Bu düşmanla karşılaşıp savaşmadan da bir yere gitmem!” dedi.
Bu sırada daha önce Komorn adasında durmuş olan otuz bin gâvur askeri de çıkageldi. Böylece Hüseyin Paşa askeriyle birlikte iki düşman arasında kaldı. Sadrazam ise onları kendi hallerine bıraktı. İmdat gönderirim diye verdiği sözü tutmadı. Bunca askerin kanlarını akıtmasına engel olmak yolunda tek parmağını bile kımıldatmadı.
Böylece beş ya da altı bin asker, savaşı peşin peşin kaybetmiş bir halde seksen bin gâvurla karşı karşıya geldi. Ancak onlar için başka bir çıkar yol da kalmamıştı. Bahtlarının kapanmış olduğunu bildikleri halde, kadere boyun eğip atlara bindiler. At üzerinde savaş meclisi kurup şu karara vardılar: “Üç yanımızdan düşman ve dördüncü yanımızdan da suyla çevrilmişiz. Bizim için artık hiç bir kurtuluş umudu kalmamıştır. Ölenimiz şehit, sağ kalanımız gazi olur. O halde, bırakalım da dünyada ve ahrette adımız şanla şerefle anılsın!” Düşmanla çarpışma kararım bu şekilde verdiler.
0 notes
Photo
Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”
OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”
İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”
İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.
Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.
Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.
Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”
Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.
Kan susuzluğu İçlerine işlemiş. Yeni kanlar akıtıyor Eski yaralar kapanmadan.
Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.
Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.
Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”
Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.
Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.
“Kanayan yaralar için ağlıyorlar, Bir baba şölen sofrasında. Yediği et kendi çocuklarının eti ”
Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.
Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.
Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.
Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.
Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.
Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.
İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:
öldürenleri öldür. ölüme ölümle karşılık ver, Eski kanlara, kanla.
Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.
Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”
Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.
Hepsi, hepsi senin simdi, Ölen babama duyduğum sevgi, Anneme verebileceğim sevgi, Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen, Hepsi senin şimdi, yalnız senin.
Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.
Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”
“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”
Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”
“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:
“Hadi, gel benimle.”
Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.
Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:
O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”
O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.
“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”
“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”
“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”
Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.
Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.
Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”
Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.
#Agamemnon#agamemnon ile çocukları#Atreus soyu#mitoloji hikayeleri#mitoloji soyları#mitoloji soyu#Olympos aileleri#ovidus#troia soyluları#yunan mitolojisi
0 notes
Text
Viyana Kuşatmasında Yeni Ayın Başlangıcı “Eylül”
1 Eylül Çarşamba
ÖĞLEDEN önce Kara Mehmed Paşa, Sadrazamın huzuruna gelerek eteğini öpmek şerefine erişti. Daha sonra Sadrazam metrislere gitti ve bütün maiyetine savaş tabyasının çevresinde yer almalarını, yanından ayrılmamalarını emretti. Bu bakımdan bütün maiyet halkı kendilerine tabya hazırlamağa koyuldular.
Öğle üzeri Vezir Ahmed Paşa kolundaki İslâm savaşçıları, Sivas vilâyeti askerinin karşısında bulunan kale duvarının “Makas” diye adlandırılan kısmının birkaç taşını yerinden çıkarıp Sadrazama getirdiler. Bunun için hayli zengin armağanlar aldılar, öte yandan iki yüz tane kazma, bel, balta ve bomba ganimet alındı.
Gâvurlar, Zağarcıbaşı kolundaki serdengeçtilere* karşı hücuma geçtiler. Fakat ölümden korkmaz serdengeçtilerin karşı hücumuyla karşılaştılar. Yarım saat süreyle öyle zorlu bir kavga oldu ki, tasvir edilemez. Bu dehşetli savaşta İslâm askerinden birkaçı yaralanıp, birazı da öteki dünyaya göç etti. Ancak, cehenneme kovulası gâvurlardan da yirmi kelle ele geçirmeği başardılar. Bu kelleleri tabyasında bulunan Sadrazamın ayağı dibine koydular. Bunun için bütün bu İslâm gâzileri devletlû Sadrazamın gönülden hoşnutluğu ve para keseleriyle dolu armağanlarını aldılar.
Sık sık metrislerde dolaşarak galerilerin başlangıç yerlerinde İslâm askerine vaazlar veren Şeyh Vani Mehmed Efendi, bugün onlara öyle güzel öğütler verip öyle etkili şekilde coşturdu ki, söz söyleme sanatında bilgi sahibi olan herkesin hayretten parmağı ağzında kaldı.
Bugün bir porsiyon arpa yeminin fiyatı kırk paraya çıktı. Ancak getirilen tutsakların anlattığına göre, kaledeki gâvurların arasında da tasvir edilmez derecede bir kıtlık ve anlatılmaz derecede bir yokluk varmış.
İkindiye doğru Arslan Mehmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Üstünde bulunan domuzlar, damlarıyla birlikte yok oldular.
Yeniçeri ağasıyla kul kethüdası ön saflarda galerilerin başladığı kesimde kurulan tabyalarına taşındığı için, yeniçeri ağasının eski tabyasına Reis Efendi, Kul Kethüdasının eski tabyasına da Kethüda Bey geçti.
Yatsı vakti, gâvurlar, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa koluna yeniden hücum ettilerse de bir kelle kaybedip geri çekildiler.
Duvar dibindeki şarampolden yığınla direk ele geçirilip huzura getirildi. Getirenler armağan aldılar.
2 Eylül Perşembe
Seherle birlikte incecikten bir yağmur başladı. Her şeyin sahibi Allah, bir an önce dinmesini nasip etsin! Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunda, Deli Bekir Paşa’nın bir aydan beri yer altında adam çalıştırıp hazırlattığı lağım, kırk kantar barut yerleştirilerek bu sabah patlatıldı.
Makas denilen kesimdeki duvarın altına varılmış olduğu sanılıyordu. Ama Allahın takdiri böyleymiş ki, beklenilen etkiyi yapmadı; sadece uç kısımda duvarın bazı yerlerini yıktı. Üstelik lağımın hangi yöne doğru patlamış olduğu da tespit edilemedi. Böylece bunca emek ye bunca gayret boşa gitmiş oldu.
Öğleden önce, gâvurlar, sol kanattaki Vezir Ahmed Paşa koluna karşı hücuma geçtiler. Fakat serden-geçtiler Allah’ın yardımıyla melunları geri püskürttüler. Sadrazamın huzuruna iki gâvur kellesi getirip armağan aldılar.
0 notes
Text
Viyana Kuşatmasında Savaş Vakti
Seher vakti melun gâvurun iki yüz bin kişilik ordusunun Tuna kıyısındaki dağdan gelip, Kara Mehmed Paşa’nın bulunduğu taraftan kavga ve döğüşe tutuşmuş olduğu haberi geldi. Bunun üzerine Sadrazam, Kethüda Bey, bütün maiyet halkı, Şeyh Van’ı Mehmed Efendi, sipahi ve silahtarlarla geri kalan herkes atlara bindi. Sancak-ı Şerifi açtılar. Hep birlikte hareket edip anılan yere gittiler. Gâvurların top menziline yakın bir yerde Sadrazam için gölgelik kuruldu, kendileri bunun altına geçtiler.
Sağ kanatta Vezir Kara Mehmed Paşa, Deli Bekir Paşa, Serasker Koca Arnavut İbrahim Paşa, Binamaz Halil Paşa ve öteki beylerbeyleriyle sancak beyleri; Tuna’ya doğru ötelerde ada tarafında Eflak ve Buğdan beyleri askerleriyle yer almıştı. Sol kanatta Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa, Tatar Hanı ve birçok beylerbeyleri ile sancakbeyleri bulunuyordu. Ortada Sadrazam sağlı sollu silahtar ve sipahilerle durmaktaydı. Sadrazamın önünde ise yeniçeri ağasıyla kul kethüdası hayli kalabalık yeniçerileriyle yer almıştı. Çeşitli yerlere de Sahi topları getirilip konulmuştu.
Gâvurlar dağdaki palankaya varmışlar, koyu mavi gökyüzünün önünde yamaçları fırtına bulutları gibi sarmışlardı. Bir kanattan Tuna kıyısındaki Eflak Buğdan askerine karşı dayanıp, öteki kanattan en uzaktaki Tatar birliklerine uzanmışlardı. Dağ ve ovayı kaplayıp yarımay biçiminde savaş düzeni aldılar. Sanki kara katrandan bir sel gibi dalgalanarak dağdan aşağıya aktılar. Bu sel karşısına çıkan her şeyi çiğneyip yakıyordu. Böylece İslâm askerini iki yandan kuşatmak gibi boş bir amaçla saldırıya geçtiler.
Yarım saat kadar sonra Sadrazam kethüdası, yanında serçeşme, bazı ağalar ve maiyet halkının bir kısmı olduğu halde ilerleyip ön safta yer aldı.
İslâm tarafında bazı öncü birlikler dağ üstünde ayrı ayrı noktalarda silahlı çatışmalara başlamışlardı. Bu kavgalar kızışınca Sadrazam kethüdası yanındaki maiyet birlikleri ve atlı yaya sekbanlarla düşman üstüne yürüyüp savaşa tutuştu. Gâvurdan birçok kelle, tutsak ve bayrak ele geçirdi. Arkasından gâvurlar hücuma kalkıp bizimkileri yerlerinden geri püskürttüler. Bunun üzerine bizimkiler karşı hücuma geçip gâvurları tepeye doğru sürdüler. Sonunda gâvurlar yaya askerlerini kirpi engelleriyle birlikte ön safa, süvarilerini arkaya geçirdiler. Sonra da azmış domuzlar gibi tepeden aşağıya saldırıp bizimkileri yıkık köye f54} kadar çekilmek zorunda bıraktılar.
Savaş burada da bir süre ileri geri dalgalandı. Sonra kalabalık kitleler halinde saldıran melunlar sağdan soldan saflarımızı bozup İslâm askeri üzerine bu sefer her yandan yüklendiler. Şah i toplarını da savaşa sokup İslâm ordusu üzerine mermi yağmuru yağdırdılar. Tuna kıyısında Vezir Koca Arnavut İbrahim Paşa komutasındaki birlikleri bozup vadiye girdiler ve ordu-yu hümayunun ordugâhı önüne geldiler. Sol kanatta Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa direnmekteydi. Şam askeriyle birlikte zorlu bir kavgaya girmişti. Tatar Hanı ise, hiç bir şekilde onun yardımına koşmadı. Sadece kısa bir süre önce Kırım’dan gelerek Orduyu Hümayuna katılmış bulunan Hacı Giray Sultan bir aralık gelip savaşa karıştı.
Sadrazamın çevresindeki askerler, düşmanın her iki yandan saldırıp ilerlediğini ve İslâm ordusunun bozulmaya yüz tuttuğunu görünce güçleri azalıp kavga ve döğüş hevesini yitirdiler. Sonunda da her zaman bir bozguna sebep olan şaşkınlık halleri göstermeye başladılar.
Polonya Kıralı askerleriyle doğruca Sancak-ı Şerif üzerine saldırıya geçtiğinden, Sadrazam atına bindi. Sağlı sollu maiyet halkını, Şeyh Vani Efendiyi ve silahtarlarla sipahileri savaşa hazır duruma getirdi. Her iki kanattaki paşalar bozulmaya başlarken, ordunun kalbinde Sadrazam çevresindeki askerlerle birlikte sarsılmamış bir halde dimdik ayakta duruyordu. Fakat gâvurların saldırıları gittikçe arttı. Şiddetinden hiç bir şey kaybetmeksizin beş altı saat sürdü. İslâm ordusu üzerine düşmanın top, tüfek mermileri yağmur gibi yağıyordu. O zaman Müslümanlar iş işten geçip bozgundan kurtulmak imkânı kalmadığını anladılar. Sadrazamın çevresindeki askerler bir yandan dövüşüp bir yandan kaçmaya koyuldu. Çoğu doğruca çadırlarına koşuyor ve sadece canıyla malını kurtarmayı^ düşünüyordu.
Sadrazam en yakın adamları ve Sancak-ı Şerifle birlikte dövüşerek otağına doğru çekildi. Bu sırada din düşmanları sağdan soldan ordugâhın içine girmiş bulunuyordu. Metrislerde kalmış olan askere, bulundukları yeri derhal boşaltmaları için buyruk gönderildi.
Düşman cellat çadırına varıp hazine çadırına bir bayrak dikince, Sadrazam yakın adamlarından birkaçıyla tekrar savaşa girip orda bulunan yığınla gâvura karşı çarpışmağa başladı. Elinde mızrağı gâvurların içine daldı. Maiyeti halkından bir kısmı, bu arada mektupçusu Hırvat Ali Efendi ile birçok ağa ve içoğlanı öldürüldü; Bir kısmı da yaralandı. Kendisinin kırmızı ceketli Arnavut muhafızları son nefere kadar kırıldılar.
Sadrazam gözü pek bir gayret ve çılgınca bir inatçılık içinde buradan uzaklaşmak istemiyordu. Bugünü görmektense ölmek yeğdir, diyerek ölümü savaş meydanında bulmak kararındaydı. Sipahi Ağası Osman Ağa, bunca din kardeşine acıdığı ve Sancak-ı Şerifi kurtarmak istediği için Sadrazama yalvarmaya başladı: “Efendimiz, kerem eyle! İş işten geçti! Fakat senin varlığın ordunun can damarıdır! Onu kurban ederseniz, bütün İslâm ordusu yok olur! Lütfet, çekip gidelim!”
Böyle söyleyip Sancak-ı Şerifi eline aldı ve Sadrazam sağ kalan maiyetiyle birlikte Yanık’a doğru çekilmeye yöneldi. Güneş batınımdan bir buçuk saat önce otağın arka kapısından çıkarak yola koyuldular. Orduda bulunan herkes sadece yükte hafif öteberisini yanına alıp, öteki mallarım olduğu gibi geride bıraktı. Böylece perişan ve yaslı bir halde, sadece kuru canlarım kurtararak ve kanlı gözyaşları dökerek çekip gittiler.
Gâvurlar ise, bütün çadırları, cephaneyi, savaş araçlarını ve büyük küçük üç yüz topun tamamını ele geçirdiler. Sadrazamın kendi hâzinesiyle diğer bütün malları çadırında kaldı. Sadece koyuna sokulabilen ve koltuğa sıkıştırılabilen ufak şeyler kurtarılabildi.
Her şeyin sahibi Allah’ın yüce arzusu ve İlâhî takdiriyle meydana gelen bu korkunç bozgundan herkes şaşkına dönmüştü. Yatsı vakti Sultan Süleyman’ın otağını kurmuş olduğu yerdeki saraya geldiklerinde yollarım da kaybettiler. Bir saat kadar burada şaşkınlık içinde, bir ileri bir geri at sürdüler. Sonunda Reis Efendi’nin adamları bir meşale yaktılar da, bu sayede yolu seçip Yanık’a doğru ilerlemek imkânını buldular.
Viyana’dan dört saat ötedeki ırmağı geçtikten sonra Sadrazam atının başını yolun sağ tarafına çevirip kenarda bir süre dinlendi. Sonra tekrar yola koyuldu. Gün doğarken sabah namazım tam zamanında kılmak üzere kısa bir mola verdi. Arkasından tekrar atlara binilip hareket edildi.
Ordunun geri kalan kısmı da, kimi önden kimi arkadan ama hepsi can kurtarma telaşı içinde Yanık’a bir an önce varmak amacıyla yollara dökülmüştü.
0 notes
Photo
Amaltheia, Amazonlar, Amymonb, Antiope ve Arakhne
Amaltheia
Bir öyküye göre Amaltheia, Zeus’u çocukken sütüyle beslemiş olan keçiydi. Bir başka öyküye göre ise keçinin değil de, keçinin sahibi olan nymphenin adıydı Amaltheia. Bir boynuzu yardı başında, boynuzun içinde her zaman yiyecek içecek bulunurdu. Roma mitologyasmda corfıu copiae denir nymphenin boynuzuna.
Bazı Romalı yazarlara bakılırsa, comu copiae, Akheloos adlı ırmak tanrısının boynuzuydu. Herakles’le yaptığı bir savaşta boğa biçimini almıştı Akheloos; yenilince de Herakles, onun boynuzunu koparıp almıştı.
Amazonlar
Aiskhylos, “Savaşçı Amazonlar, erkek düşmanları/’ der onlar için. Kafkas dağlarına yakın bir ülkede yaşayan Amazonların hepsi de kadındı. Ülkelerinin başkenti Themiskyra’ydı.
Amazonlar, zaman zaman başka toprakları ele geçirmeye kalkarlar, başka uluslarla savaşırlardı. Çeşitli sebeplerden Lyki’ya, Phrygia’ya, Attika’ya saldırmışlardı. Attika’da krallık yapan Theseus, kraliçelerini kaçırmıştı. Onu kurtarmak için yaptıkları savaşta yenildiler.
Troia savaşında da çarpışmıştı Amazonlar. Penthesileianın önderliğinde Yunanlılarla savaşmaları tliada’da anlatılmaz, ama Pausanias’a. bakılırsa Troia’yı koruyanlar arasında Amazonlar da varmış. Penthesileia o savaşta Akhilleus tarafından öldürülmüştü. Güzel Amazonu öldürdüğüne çok üzülmüştü Akhilleus, günlerce yas tutmuştu.
Amazonları şairlerden, yazarlardan çok ressamlarla yontucular anlatmıştır.
Amymonb
Amymonc, Danaid’lerden biriydi. Babası bir gün su almaya göndermişti onu. Bir satyr, Amymone’yi görür görmez beğendi güzel Danaid’in peşine düştü. Poseidon, çığlığını duydu kızcağızın, onu satyr’den kurtarıp kendine eş yaptı. Sonra üçlü çatalını yere vurarak bir pınar çıkardı topraktan; pınara Amymone’nin adını verdi.
Antiope
Thebai’lİ bir kral kızı olan Antiope, Zeus’tan Zethos ve Amphion adlarında İki çocuk doğurdu. Babasının öfkesinden kdrkarak doğar doğmaz ıssız bir dağa bıraktı çocukları. Zethos ile Amphion, bir çoban tarafından bulunup büyütüldüler. Thebai kıralı olan Lykos ile karısı Dirke, Antiope’ye öyle kötülükler etti ki, zavallı kadıncağız onların elinden kaçarak saklanmak istedi. Dolaşa dolaşa oğullarının bulunduğu kulübeye geldi. Nasıl olduysa oldu; çocuklar, annelerini tanıdılar, öç almak için Thebai’ye gidip Lykos’u öldürdüler; Dirke’yi de saçlarından bir boğaya bağlayıp parçalattılar.
Arakhne
Tanrılarla, tanrıçalarla boy ölçüşmeye kalkmanın insana nelere mal olacağını, Arakhe’nin öyküsü apaçık göstermektedir. Oİympos’ta nasıl demircilikte tek usta Hephaistos’sa, dokumacılıkta da Athena birinciydi. Tanrıça, bir gün Arakhne adlı bir köylü kızın dokumacılıkta eşsiz bir güce sahip olduğunu duydu. Hemen Lydia’ya indi Olympos’tan, Arakhe’nin, oturduğu kulübeye giderek onu bir yarışmaya çağırdı. Bu çağrıyı kabul etti Arakhne. İkisi de tezgâhlarını kurup mekiklerini çalıştırmaya başladılar. Altın, gümüş, gökkuşağı renkli kumaşlar dokundu. Yarışma sona erince Athena, Arakhne’nin dokuduğu kumaşın kendi dokumasından geri kalır yanı olmadığını gördü, öfkeyle bir mekik geçirdi eline, kızcağızı dövdü. Buna çok üzülen Arakhne gidip kendini astı. Aradan zaman geçince yaptığına pişman oldu Athena, büyülü bir su hazırlayarak kızın üstüne döktü. O anda bir Örümcek oluverdi Arakhne, dokumacılıkta ustalığını sürdürdü.
1 note
·
View note
Photo
Mitoloji Soyluları Atreus Soyundan; “İpheigeneia Taurisler Arasında”
Yunanlılar, insanların kurban edilişini anlatan öykülerden hiç hoşlanmazlardı. Bu iş, ister öfkeli tanrıları yatıştırmak, ; ister Toprak Ana’nın ekinlerini yeşertmek için yapılsın, korkunç bir şeydi onların gözünde. Kurban isteyen tanrı, kötü ‘ bir tanrıydı. Euripides’in sözleriyle, “Kötülük yapan tanrılar, tanrı değildi.”
İşte bu yüzden, Iphigeneia’nın Aulis’te kurban edilişini anlatan başka bir öykü yaymak gereği duyuldu. Eski öyküye göre, Yunanlılar; Artemis’in sevdiği yabanî hayvanlardan birini öldürmüşler, tanrıçanın gözüne yeniden girebilmek İçin de genç bir kızı kurban etmek zorunda kalmışlardı. Ama sonraları, bunun Artemis’e atılan bir iftira olduğuna karar verildi. Küçük, çaresiz yaratıkların koruyucusu, ormanların, koruların güzel tanrıçası böyle bir şey ister miydi hiç? Öykünün sonu hemen değiştirildi.
Aulis’teki Yunanlı askerler, Iphigeneia’nm ölümü beklediği odaya girince kızı annesiyle yan yana buldular. Iphigeneia, annesinin kendisiyle mihraba kadar gelmesini istemedi. “Benim için de, senin için de böylesi daha İyi,” dedi. Klytaimr: nestra, odada tek başına kaldı. Bir süre sonra koşa koşa bir haberci geldi yanına, “iyi haberlerim var size!” diye haykırdı. “Kızınız kurban edilmedi. Rahip onu kesmeye hazırlanırken, orada bulunan herkes önüne bakıyordu. Rahibin çığlığını duyunca başımızı kaldırdık. Kızınız ortalarda yoktu. Boğazı kesilmiş bir geyik yatıyordu mihrabın önünde. Rahip, “Bu olsa olsa Artemis’in işidir,” dedi; “tapınağında insan kanı istemez o. Kurbanı kendisi buldu. Dileğimizi kabul etti.” Rahip böyle dedi kraliçem. Bende oradaydım. Kendi gözlerimle gördüm. Kızınızı tanrılar kaçırdı;”
Ama Iphigeneia gökyüzüne çıkarılmadı. Artemis, Karadeniz kıyılarındaki Tauris ülkesine götürdü onu. O sıralarda, önlerine çıkan her Yunanlıyı tanrıçaya kurban eden yabanî insanlar yaşıyordu Turis’te. Artemis, Iphigeneia’nın sağ kalması için elinden geleni yaptı; onu tapınağına rahibe diye koydu.
Günün birinde, kıyıya bir Yunan gemisi yanaştı. Denizcileri fırtına atmamıştı oraya; kendi istekleriyle gelmişlerdi. Oysa Tauris’lilerin, yakaladıkları Yunanlılara neler yaptıklarını bilmeyen yoktu. Mutlaka önemli bir sebep vardı gelmelerinde. Şafak sökerken iki delikanlı gemiden inip gizlice tapmağa doğru yürüdüler. Soylu kişiler oldukları besbelliydi; kral oğullarına benziyorlardı. Yalnız, birinin yüzünde, çektiği acıların izler okunuyordu. “Tapmak bu, değil mi Pylades” diye sordu arkadaşına. “Evet, Orestes,” dedi öteki. “O uğursuz yer burası olacak.”
Orestes günahlarından kurtulduktan sonra gelmişlerdi buraya. Bu öyküye göre, Erinys’lerden bazıları Athena’nm kararını beğenmemişler, delikanlının yakasını bırakmamışlardı. Belki de kendisine öyle geliyordu. Yalnız, bu karardan sonra rahata kavuşamamıştı. Ardından gelen düşmanlar azalmıştı azalmasına ama yok olmamıştı.
Umutsuzluk içinde Delphoi’ye gitti. Apollon’un bakıcısı yol gösterdi ona ölümü göze alması gerekiyordu. Tauris’teki Artemis tapınağına girmesi, tanrıçanın kutsal heykelini getirmesi şarttı. Ancak heykeli Athenai’ye astığı zaman rahata kavuşup görüntülerden kurtulacaktı. Pylades, bu tehlikeli yolculukta onu yalnız bırakmadı.
Tapmağa vardıkları zaman, geceyi beklemenin daha doğru olacağına karar verdiler. Günışığında mutlaka görürlerdi; karanlık, kuytu bir köşeye saklandılar.
Haberci gelip de iki genç Yunanlının biraz sonra kurban edileceklerini söylediği zaman her günkü İşlerini yapıyordu Iphigeneia. Törene hazırlanması gerektiğini anlayınca, tüyleri ürperdi. Akan kanı, kurbanların çektiği acıyı hatırladı kızcağız. “ölümsüzler hiç böyle şey ister mi?” diye düşündü kendi kendine. “İnanmam buna. Tauris’in kana susamış insanları, kendi suçlarını tanrılara yüklemek istiyorlar.”
O böyle düşünürken, yakalanan gençler getirildiler. Iphigeneia, nöbetçileri tapmağa hazırlık yapmaya yolladı; üçü yalnız kaldıkları zaman ülkelerinin neresi olduğunu sordu delikanlılara, öyle çok gözyaşı döküyordu ki, Orestes üzülmemesini söyledi ona. Gelmeye karar verdikleri zaman bunu göze almışlardı zaten. Adlarını, kardeş olup olmadıklarını sordu Iphİgeneia. “Kardeşiz, ama doğuştan değil.” dedi Orestes. “ölecek adama, adı sorulur mu?”
“His olmazsa nereli olduğunuzu söyleyin.” dedi Iphİgeneia. “Bir zamanların ünlü Mykenai’sinden geliyorum,” diye cevap verdi Orestes. Iphİgeneia, “Oranın kıralı çok ünlüydü,” dedi, “Agamemnon…”
Orestes, “Tanımıyorum onu,” diye sözünü kesti, “bırakalım bunları.”
“N olur, anlatın onu bana,” diye yalvardı Iphİgeneia. “öldü,” dedi Orestes. “Karısı öldürdü. Sorma artık.”
“Bir soru daha. Karısı yaşıyor mu?’
“Hayır,” dedi Orestes. “Oğlu da onu öldürdü.”
Üçü sessizce birbirlerine baktılar.
Titrek bir sesle, “Hak yerini bulmuş,” dedi Iphİgeneia. “Korkunç bir günah yine de.” Kendini toplamaya çalıştı. “Kurban edilen kızın sözü geçiyor mu hiç?”
“Her ölünün sözü ne kadar geçerse,” dedi Orestes. Iphİgeneia ansızın canlanmıştı.
“Üçümüzü de kurtaracak bir şey geldi aklıma,” dedi. “Sizi buradan çıkartabilirsem Mykenai’deki arkadaşlarıma benden bir mektup götürür müsünüz?”
“Ben götürmem,” dedi Orestes, “ama arkadaşım götürebilir. Buraya benim hatırım için geldi zaten. Ona mektubunu ver. Beni de öldür.”
“Peki,” dedi Iphİgeneia, “durun da mektubu getireyim.” Odadan çıkınca Pylades, Orestes’e döndü:
“Burada tek başına bırakamam seni. Bırakırsam alçak derler bana. Yok yok, seni severim.”
“Kardeşim Elektra’yı seninle evlendirdim,” dedi Orestes. “Onu koru diye. Kardeşimi bırakamazsın. Bana gelince, ölürsem kurtulurum belki.”
Onlar konuşurlarken, Iphİgeneia elinde mektupla içeri girdi. “Kıralı kandırırım,” dedi. “Benim habercimi nasıl olsa salıverir. Ama önce…” Pylades’e dönerek devam etti: “önce mektupta ne yazdığını sana anlatayım ki, eşyalarını kaybedersen ağızdan söylersin.”
“Peki,” dedi Pylades, “kime götüreceğim mektubu?” “Orestes’e. Agamemnon’un oğluna,” dedi Iphİgeneia. Mykenai’dekileri düşünüyordu. Delikanlıların şaşkınlık İçinde kendisine baktıklarını görmedi bile:
“Ona dersin kİ, Aulis’de kurban edilen kardeşi yolluyor bu mektubu. Iphigeneia ölmedi.”
“Tanrım!” diye haykırdı Orestes. “ölüler dirilebilir mi?” Iphigeneia, öfkeyle, “Sus,” dedi, “vaktimiz az. Ona beni bu yabanî ülkeden kurtarmasını yazdım. Unutma delikanlı, adı Orestes’dir.”
“Tanrım!” diye İnledi Orestes. “İnanılacak şey değil.”
“Ona söylüyorum, sana değil,” dedi Iphigeneia. Pylades’e döndü: “Unutmazsın, değil mi?”
“Unutmam,” dedi Pylades. “Zaten mektubunu hemen vereceğim. Orestes, sana mektup var. Kızkardeşinden.”
“Sözlere sığmayacak bir mutluluğa ‘kavuşturdun beni,” dedi Orestes.
Iphigeneia’yı kollarına aldı, ama kız onun kollarından kurtuldu.
“Nereden bileyim kardeşim olduğunu?” diye sordu.
“Aulis’e gitmeden önce işlediğin pelerini anlatayım mı?” dedi Orestes. “Saraydaki odanı hatırlıyor musun? İçinde neler vardı, söyleyeyim.”
Iphigeneia kollarına atıldı kardeşinin. “Canım kardeşim,** diye hıçkırdı. “Bir tanem. Ben giderken küçücük bir bebektin. Olağanüstü bir şey bu.”
“Zavallı kız,” dedi Orestes. “Sen de benim gibi acı çekmişsin. Bir de kendi kardeşini öldürecektin nerdeyse.”
“Kötü şeyler yapmaya alıştım,” dedi Iphigeneia. “Nasıl kurtarabilirim seni? Hangi tanrı, hangi insan yardım eder bize?”
Pylades sessizce bir köşede duruyordu, ama besbelli sabırsızdı. Karar verme zamanı gelmişti artık. “Buradan çıkalım da, bir şeyler düşünürüz,” dedi.
“Kıralı öldürsek,” dedi Orestes. Ama Iphigeneia bunu istemiyordu. Kral Thoas öyle iyi davranmıştı ki kendisine, ona kötülük edemezdi. Ansızın aklına bir şey geldi. Düşüncesini kardeşiyle Pylades’e anlattı. Sonra üçü birden tapınağa girdiler.
Bir süre sonra tanrıçanın heykelini elinde tutarak tapınaktan çıktı Iphigeneia. Eşikte bekleyen adama seslendi:
“Ey kırıl, dur. Kıpırdama.”
Kural, şaşkınlık içinde, ut olduğunu sordu. Yolladığı kurbanların temiz olmadığını söyledi Iphigeneia. O delikanlılar kirliydiler, annelerini öldürmüşlerdi. Artemis çok öfkeliydi.
“Heykeli kıyıya, götürüp temizliyeceğim,” dedi. “Yunanlıları da günahlarından kurtaracağım. Ancak o zaman tören başlıyabilir. Yalnız bu iş sessizlik ister. Getirin tutsakları, şehir halkına da yanıma yaklaşmamalarını buyurun.”
“İstediğinizi yapın,” dedi kral. “Zamanın önemi yok.” Sonra Iphigeneianm elinde heykelle uzaklaşmasını seyretti; Orestes’le Pylades genç kızın arkasından yürüyorlardı. Nöbetçiler, arınma töreni için gerekli çanakları taşıyorlardı ağır ağır. Iphigeneia, yüksek sesle tanrıçaya yakarıyordu. Ores-tes’in gemisinin bulunduğu körfezde gözden uzaklaştılar. Her şey yolunda gidecek gibi görünüyordu, ama gitmedi.
Denize ulaşmadan önce nöbetçileri başından savmayı başarmıştı Iphigineia. Askerler kendisinden o kadar korkuyorlardı ki, bir dediğini iki etmiyorlardı. Üçü koşarcasına gemiye bindiler, tayfalar küreklere asıldı. Ama limanın ağzına geldikleri zaman rüzgâr karaya doğru esmeye başladı. Ne kadar uğraşsalar ilerleyemiyorlardı. Geri geri giden gemi kayalara çarpacaktı nerdeyse. Tauris’lilerin akılları başlarına gelmişti. Kral Thoas, öfkeyle tapmaktan inip, tutsaklarla rahibeyi yakalatmaya karar verdi. O sırada bir ışıltı belirdi önünde… Bir tanrıçaydı bu.
“Ey kral, dur,” dedi tanrıça. “Ben Athena’yım. İşte söylüyorum sana. Bırak gemi gitsin. Poseidon rüzgârları, dalgaları yatıştırıyor şu anda; yolculukları iyi geçsin istiyor. Iphigeneia ile yanındakilere tanrılar yol gösteriyor, öfkeyi bir yana bırak.”
Thoas, “Buyruklarınız yerine getirilecek, tanrıçam,” dedi.
Kıyıdaki gözcüler, rüzgârın dindiğini, dalgaların yatıştırdığını gördüler. Gemi engine doğru açıldı.
#efsanevi tanrılar#erinys#İpheigeneia#İpheigeneia Taurisler#mitoloji soyları#orestesi#pylades#tanrı hikayeleri#tanrı soyları#tanrılar arasında#tanrıların hayatları#tauris#Taurisler#yunan mitolojisi
0 notes
Photo
Tarihi Ayakta Tutan Galata Köprüsü
Haliç XIX. Yüzyıla kadar Tarihi Yarımada’yı, Galata ve Pera’dan ayırmış. Çağlar boyu birçok köprü yapmış insanoğlu Haliç’i geçmek için… En tanınmışı şu anda Sütlüce’yi Eyüp’e bağlıyor. Günümüzdeki ise beşinci köprüdür. Galata Köprüsü geçmişten bugüne sadece geçişi kolaylaştırmamış, İstanbullu onu hep yaşamın bir parçası olarak görmüş, öyle saygı duymuş, öyle sevmiş ki…
İmparator Jüstinyen’in ritmini sürdüğü dönemlerde bile Haliç’e köprü yapma çalışmaları olduğu biliniyor, en eski köprüler Ayvansaray ve Kağıthane’de inşa edilmiş. Fakat ikisi de 1204’te İstanbul’a düzenlenen IV. Haçlı Seferi’nin kurbanı olmuş.
Rönesans sanatçısı ve bilim adamlarından Leonardo da Vinci, Sultan II. Bayezid’e Haliç Köprüsü için bir tasarım sunmuş ama bu fikir Osmanlı’yı yönetenler tarafından ciddiye alınmamış. 1836’da Unkapanı ve Azapkapı arasında sallardan yapılan bir köprü kumlana kadar da bu proje ertelenmiş.
O zamandan bu yana birçok Galata Köprüsü yapılmış. Son yapılan köprü eskisi kadar güzel değil ama hava koşullan ne olursa olsun, denize ve köprüye sadık, çok sayıda balıkçı onu yalnız bırakmıyor. Köprü altında sıralanmış balık restoranlarında güneşin Haliç’in üzerinde kayboluşunu izlemek ise ayrı bir keyif.
Leonardo’nun Köprüsü
Haliç’e bir köprü yapılması o kadar ihtiyaçmış kİ hem Leonardo da Vinci hem de Michetangeto planlar hazırlamış. 1502’de tamamlanan ve Sultan II. Bayezid’e sunulan Leonardo’nun çalışması en bilinen tasarım.
Maketi 2001 yılında Norveç Aas’ta, Leonardo Köprüleri projesinin bir parçası olarak yapıldı. 2009’da ise Marmaray projesi çerçevesinde, Galata İle Unkapanı köprüleri arasında Leonardo’nun tasarımından farklı bir metro köprüsünün yapılması için çalışmalar başlatıldı.
Galata Köprü’sünün İlk Modeller
XIX. yüzyıl ortalarına kadar köprü kurmanın teknik olarak mümkün olmadığı Haliç’in iki kıyısı arasındaki ulaşım teknelerle sağlanmış. 1845 yılında, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan, Galata’ya ulaşımı kolaylaştırmak için bir köprü yaptırmış.
Bu köprü, Yeni Köprü, Cisr-i Cedid ya da Valide Köprüsü isimleriyle anılmış.
1863’te, Ateş Ahmed Paşa’nın ahşap olarak yaptırdığı yeni köprü, 1875 ve 1912 yıllarında demir kullanılarak yapılan köprülerle iki kez yenilenmiş; 1878 senesinde köprünün altına kahve ve lokantalar açılmış.
Aralarında Edmondo de Amicis’in de olduğu çok sayıda yazar “Avrupa’nın en muhteşem yaya yolu” diye adlandırılan bu köprü ile ilgili hoş satırlar bırakmışlar geriye. Galata köprülerinin en ünlüsü, büyük gemilerin Boğaz’dan Haliç’e geçişine olanak sağlayacak şekilde, açılır kapanır olarak tasarlanmış ve 1912’de açılmış. Beton olan son köprü ise 1994 senesinde devreye girdi.
En Ünlü Galata Köprüsü
İstanbullular Galata Köprüsü hakkında nostaljik sohbete daldıklarında, bilin ki 1912’de yapılan ve 80 sene şehre bir sadakatle hizmet eden zarif köprüye atıfta bulunuyorlar. 1992’de faaliyetine son verilmeden önce çıkan yangında zarar görmüş ancak yerine konacak olan köprü hazır olduğu için hemen yapılmıştı. Nostaljik köprü, bugün Sütlüce ve Eyüp arasında sadece yayalara hizmet veriyor.
Neden Altın Boynuz
Yabancıların Haliç’e Altın Boynuz demelerinin birçok nedeni olduğu söylenir; kimileri Kağıthane ve Alibey derelerinin çatallı şekillerini boynuza benzetir, kimileri günbatımının Haliç’teki yansımasını altına… Kimileri de 1453’te Türklerin saldırısına uğrayan Bizanslıların çok miktarda altını denize atmasına bağlar bu ismi. Aslında Altın Boynuz Yunanca “Chrysokeras”ın tercümesi ama bu kelimenin nereden geldiği tam olarak bilinmiyor. Türkçe ismi Haliç ise Osmanlıca’da “İstanbul’un Körfezi” anlamına gelen Haliç-i Dersaadet’in kısaltılmış şekli. Bazılarına göre de asıl Altın Boynuz Tarihi Yarımadanın kendisi.
Köprüden Briç’e…
Galata Köprüsü adını bir kağıt oyununa veren dünyadaki tek köprü olmalı. 1901 yılında yayınlanan bir briç rehberine göre, Kırım Savaşı sırasında Galata’da kalan İngiliz askerleri her akşam Galata Köprüsü’nü geçip kahvehanelere oyun oynamaya giderlermiş. Bu güzergah sebebiyle oyunu “Bridge” (Briç = Köprü) diye isimlendirmişler.
Geert Mak en çok satanlar listesine girmiş olan kitabı “Köprü” de, Galata Köprüsü’nde ve çevresinde yaşayan, zar zor geçinen İnsanlarla yaptığım mülakatlarla, İstanbul’un daha alt kesimlerinin hayatları üzerindeki perdeyi aralar.
#altın boynuz#bezm-i alem#bezm-i alem valide sultan#bridge galata köprüsü#edmondo de amicis#haliç-i dersaadet#imparator jüstinyen#Köprü briç#Leonardo köprüsü
0 notes
Photo
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
SEHER vakti Erdel Kıralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
0 notes
Text
18 Temmuz Pazar ve Arifesi, Viyana Kuşatması
Köprünün alındığı haberini getiren Emir Mehmed Paşa’nın kapıcılar kethüdasına orta dereceden bir hilat giydirildi. Artık kaledeki gâvurların dışardaki gâvur birliklerinden içeriye yardımcı kuvvet sokabileceği ~bir tane bile köprüsü kalmamış bulunuyordu Allaha şukur kı, gâvurların şimdi böyle işkence tahtasına yatırılmış gibi her yandan bağlanarak kuşatılması büyük zaferin bir belirtisinden başka bir şey midir? Bu şekilde dinimizin düşmanları öyle bir darbe yemiş oldu ki, tasvir edilemez. İki tutsak getirilip kafaları vuruldu.
Kesin zafer belirtilerinin kendisini gösterdiği bu hayırlı günde Sadrazam kuşluk vakti metrislere gitti.
Allaha tam bir teslimiyet içinde onun sayesinde.. kaleyi zorlayıp fethedinceye kadar tabyada kalmaya karar verdi. Metrislere girdikten sonra yeniçeri kolunu gözden geçirip yeniçeri ağasının tabyasında bir süre dinlendi. Daha sonra da kendi tabyasına dönerek orda kaldı. Her seve gücü yeten Allah nasip ederse, Sadrazamın özleminin hedefi olan Viyana kalesi bu devleti onun dini bütün gayreti ve Allah’ın emirlerine uyan irade güç sayesinde elbette fethedip İslam devletine katılacaktır.
Sıçan yolları varoşun iç tarafındaydı. Yüksek duvarlı bahçelerin ve binaların ya içinde ya arkasında yapılmışlardı. Kudretli ve asaletli Sadrazamın tabyası da yapısı çok sağlam bir sarayın içinde bulunuyordu. Saray geniş bir
Avlusu vardı. Bu avluda çeşitli meyva ağaçları vardı. Hiç şüphe yok, Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yâna, ta günümüze kadar bir kalenin kuşatılması sırasında tabyaların ve metrislerin heybetli taş binalarla iç açıcı bahçelerin içine kurulmuş olması görülmüş şey değildi.
Bugün bir suyolu keşfedildi. Bu su borusu yeniçerilerin metrislerinden kaleye doğru gitmekteydi. Çok sağlam bir kızılçam ağacından1 yapılmıştı. Ayrıca varoştaki çeşmelerin de buz gibi akarsuyu vardı. Bu şekilde metrislerdeki askerler suyu dışardan getirmek zorunda kalmak gibi bir zahmetten kurtarmış oluyorlardı. Bu da Cenabı Hakkın lütuflarının bir başka belirtisiydi.
Geceleyin Hızır Paşa, Emir Melnmed Paşa, Arslan Mehmed Paşa, Haznedar Haşan Paşa ve Mısır askeri kalenin arka cephesinin karşısında bulunan adadaki-metrislerine girdiler. Böylece mel’ûn gâvurlar bu tutulmağa başladi. Sadrazam ayrıca yaralılara çorbayla pilav hazırlanması için günlük otuz ölçek pirinç, altmış okka yemek vaâdi ve iki yüz ekmek verilmesini bu-yurdular. Bunlar Abdi Efendi tarafından tamamı da kuşatılmış oldular. D işardaki ordugâhların da kalmış bulunan gavurların ise, köprüler kesilip tutulmuş olduğundan kaleye girmek imkânı doğdu. Sadrazamın hazine kâtibi Şeyhoğlu Abdi Efendi cerrahların bulunduğu yere gelip bir çadıra girdi ve Sadrazamın buyruğu üzere yaralıların hediyelerini verdi.
0 notes