#Viyana kuşatması
Explore tagged Tumblr posts
Text
El Turco: Osmanlı İmparatorluğu'nun Viyana Kuşatması'nı Anlatan Dizi
El Turco: Osmanlı’nın İzinde Bir Dizi Ay Yapım’ın yapımcılığını üstlendiği “El Turco” dizisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihteki en kritik dönemlerinden birine, 1683 yılında Viyana Kuşatması’na odaklanıyor. Dizi, Yeniçeri askeri Hasan Balaban’ın ağır yaralı bir halde İtalya’nın Moena kasabasına sığınmasıyla başlıyor ve bu olay etrafında dönen sürükleyici bir hikaye sunuyor. Başrolünde ünlü ve…
#2025#Ay Yapım#Can Yaman#El Turco#Gain#Hasan Balaban#Kerem Deren#Osmanlı#tarihi dizi#Uluç Bayraktar#Viyana Kuşatması
0 notes
Text
Türkiye bir sağlıkçı kaybetti, Avusturya bir sağlıkçı kazandı değil tabi ki 😂 3. Viyana Kuşatması da yapmayalım mı ?
😎✈️ 🇦🇹
6 notes
·
View notes
Text
ANMA:
BUGÜN 06 OCAK (1693)
OSMANLI TÜRK DEVLETİNİN
HAKANI/HÜKÜMDARI
IV. MEHMET (AVCI MEHMET) ‘İN
ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
RAHMETLE ANIYORUM.
Mehmed /Avcı Mehmed (2 Ocak 1642, İstanbul - 6 Ocak 1693, Edirne), 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesidir. Sultan İbrahim'in Hatice Turhan Sultan'dan olan oğludur. Babasının tahttan indirilmesinin ardından 1648'de 6 yaşında tahta çıkan en genç padişah oldu. Ava düşkünlüğünden dolayı "avcı" lakabıyla anılmıştır. 39 yıllık saltanatıyla Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra en uzun süre hükümdarlık yapan Osmanlı padişahıdır. Saltanatında Batı'da en geniş sınırlara ulaşılmıştır.
Döneminde mimari alanda birçok faaliyet gerçekleştirildi. İnşaatı 60 yılda bitirilemeyen Yeni Cami ve Külliyesi tamamlandı. 1658-1680 yılları arasında Rumeli ve Anadolu hisarları tamir edildi. Mısır Çarşısı, Hünkar Kasrı, Köprülü Külliyesi, Safranbolu Köprülü Mehmed Paşa Camii, Vezirköprü Fazıl Ahmed Paşa Külliyesi, İncesu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii ve Kervansarayı inşa edildi.
Yönetimi
1652 yılında malî durumu düzeltmesi için Tarhuncu Ahmet Paşa'yı sadrazam yaptı. Gereksiz giderleri azaltan ve tüm görevlilere vergi koyan sadrazam devletin gelirini artırdı. Ancak rakipleri tarafından padişahın gözünden düşürüldü ve öldürtüldü. Ardından gelen sadrazamlar devlet işlerinin daha da bozulmasına neden oldular. Askerin bir bölümüne ayarı bozuk para verilmesinden ve bir bölümüne ise hiç aylık verilmemesinden ötürü İstanbul'da ayaklanma çıktı. Ayaklananların padişaha verdikleri bir listedeki 30 devlet adamı ve saray ağası öldürtüldü ve cesetleri Sultanahmet Meydanı'nda bir çınar ağacına asıldı. Bu olaya Vaka-i Vakvakiye (Çınar olayı) denir.
1656 yılında Çanakkale boğazı önlerinde Venedik donanmasıyla yapılan savaşta Osmanlı donanması ağır bir yenilgi aldı ve Bozcaada ile Limni Venediklilerin eline geçti, ayrıca Çanakkale Boğazı kontrol altına alındı. Bu durum İstanbul'da büyük paniğe yol açtı. Aynı yıl iç ve dış sorunlara çözüm bulmak üzere Turhan Sultan tarafından sadrazamlığa Köprülü Mehmet Paşa getirildi.
Köprülüler dönemi
Bucaş Antlaşması sonucu Osmanlı sınırları
IV. Mehmed ve Hatice Turhan Sultan'dan tam yetki alan Köprülü, İstanbul ve Anadolu'da güvenliği sağladı. Venediklileri yenilgiye uğratarak Bozcaada ve Limni'yi geri aldı. Ölümünden sonra yerine Fazıl Ahmet Paşa geldi. Fazıl Ahmet Paşa Avusturya'dan Uyvar Kalesini alıp Vasvar Antlaşması'nı imzaladı. Venediklilerden de Girit'teki Kandiye kalesini aldı ve 24 yıl süren Girit savaşına son verdi. IV. Mehmed sadrazam ile birlikte Lehistan seferine çıktı ve 1672 yılında Bucaş Antlaşması'nı imzaladıktan sonra Edirne'ye döndü. Lehistan'ın antlaşma şartlarına uymaması yüzünden ertesi yıl yeniden sefere çıkıldı ve savaş 1676 yılında son buldu. Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa ölünce IV. Mehmed sadrazamlığa Köprülü ailesinin yetiştirdiği Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı getirdi. IV. Mehmed sadrazamla birlikte Rusya'nın ele geçirdiği Çehrin kalesini geri almak için sefere çıktı. Kalenin alınmasının ardından 1678'de Edirne'ye döndü. 1681 yılında Ruslarla yirmi yıl süreli bir barış antlaşması yapıldı.
Yine bu dönemde Eylül 1675'te İngiltere ile imzalanan bir antlaşmayla, I. Elizabeth döneminden beri bu ülkeye tanınmış olan imtiyazlar sistemli bir şekilde özetlendi ve söz konusu imtiyazlar ve kapitülasyonların yürürlükte olduğu belirtildi.
İkinci Viyana kuşatması
Ana madde: İkinci Viyana Kuşatması
İkinci Viyana Kuşatması öncesi Osmanlı sınırları
IV. Mehmed döneminin en önemli olayıdır. IV. Mehmed'in sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ordu ile birlikte Viyana'ya kadar gitmiştir, kuşatma esnasında Belgrad'ta bulunan padişah kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra İstanbul'a dönmüştür. 1683 yılında gerçekleşen kuşatma iki ay sürmüş, Tuna Nehri'nin kuzeyinden gelen düşman kuvvetleri yüzünden Osmanlı Ordusu iki ateş arasında kalıp, ağır kayıplar vererek Belgrad'a çekilmiştir. Yenilginin sorumlusu olarak görülen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın Belgrad'ta idam edilmesi sonrasında Sadrazamlığa Kara İbrahim Paşa getirilmiştir.
Kuşatma sonrası
Ana madde: Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları
Kuşatmanın ardından Avusturya, Lehistan ve Venedikliler birleşerek karşı saldırıya geçtiler. Bu dönemde Estergon, Peşte ve Budin kaybedildi. Venedikliler Ayamavra, Preveze, Mora ve Atina'yı ele geçirdiler. Ordu Mohaç Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradı. Tüm bu gelişmeler IV. Mehmed'e karşı bir güvensizlik yarattı. Ordu ayaklanarak padişahın tahttan indirilmesini ve yerine kardeşi Şehzade Süleyman'ın geçmesini talep etti. Bu talep kabul gördü ve IV. Mehmed 1687'de tahttan inmek zorunda kaldı.
IV. Mehmed tahttan indirildikten sonra iki oğluyla birlikte Edirne Sarayı'na kapatıldı ve 10 Ocak 1693'de orada hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Eminönü'nde Yeni Cami Turhan Valide Türbesi'nde annesi Turhan Validenin yanına defnedildi.
2 notes
·
View notes
Text
Kanuni Sultan Süleyman
Türklerin Heilbronn'a göçü ancak 1960'larda, "ekonomik mucize" dönemlerinde bölgedeki iş gücünün kıtlaştığı dönemde başladı. Ancak bu, Heilbronn ile Türkler arasındaki temasların başlangıcı değildir. Aksine, 500 yılı aşkın bir süredir Türkiye ve kültürüyle ilgilenmek, önce savaş kehanetleriyle, ardından ekonomik ve nihayet siyasi kehanetlerle yerel gündemde yer aldı.
Osmanlı'nın Balkanlar'ı fethi ve ilk Viyana kuşatması ile konu Heilbronn'da da patlayıcılık ve önem kazandı. Heilbronn'da bir Türk'ün bilinen ilk resimli temsilinin 1520'lere tarihlenmesi tesadüf değildir: Kilianskirche kulesinin inşaatçısı Hans Schweiner, bir madalyonda türbanlı ve bıyıklı bir Türk erkeğinin profil görüntüsünü yakalamıştır. . 1520'den 1566'ya kadar hüküm süren Kanuni Sultan Süleyman'ın Hans Schweiner tarafından çağdaş bir portreden yola çıkılarak yapılmış portresidir.
Süleyman, Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli hükümdarlarından biri olarak kabul edilir; bu nedenle ona "büyük" ve "yasa koyucu" da denir. Çağdaşları tarafından hoşgörülü bir yönetici olarak görülüyordu ve bu, örneğin Martin Luther'in kendisi hakkındaki hükmüne yansıyan, "bazı insanlar alayını övüyor / herkesin inandığını okuduğu / istedikleri / sadece istediği dünyevi efendi ol". Hans Schweiner'in mesajı muhtemelen burada yatıyor: Kilian Kulesi'nde karikatürize edilmeyen tek portre Süleyman'ın portresi.
Bir Türk'ün ilk Heilbronn portresi - Kilianskirche kulesinden Sultan I. Süleyman'ın portresinin bulunduğu bir madalyon (1529'dan önce; solda). Model olarak kullanılan Sultan I. Süleyman'ın bir portresi, örneğin Hieronymus Hopfer'in bu gravürü (sağda).
(Şehir Arşivi Heilbronn)
Süleyman I. der Prächtige
Die Zuwanderung von Türken nach Heilbronn begann erst in den 1960er Jahren, als in Zeiten des „Wirtschaftswunders“ die Arbeitskräfte auch in der Region knapp wurden. Aber das ist keineswegs der Beginn von Kontakten zwischen Heilbronnern und Türken. Im Gegenteil – schon seit mehr als 500 Jahren steht die Auseinandersetzung mit der Türkei und ihrer Kultur auch auf der lokalen Agenda, zunächst unter kriegerischen Vorzeichen, dann unter wirtschaftlichen und schließlich auch unter politischen.
Durch die osmanische Eroberung des Balkans und die erste Belagerung von Wien gewann das Thema auch in Heilbronn an Brisanz und Bedeutung. Und so ist es auch kein Zufall, dass die erste bekannte bildliche Darstellung eines Türken in Heilbronn aus den 1520er Jahren stammt: Hans Schweiner, der Baumeister des Turms der Kilianskirche, hat in einem Medaillon die Profilansicht eines türkischen Mannes mit Turban und Schnurrbart festgehalten. Es handelt sich um ein Bildnis des Sultans Süleyman I. des Prächtigen, der von 1520 bis 1566 regierte, das Hans Schweiner nach einem zeitgenössischen Bildnis geschaffen hat.
Süleyman gilt als einer der bedeutendsten Herrscher des Osmanischen Reichs; er heißt deshalb auch „der Große“ und „der Gesetzgeber“. Er galt den Zeitgenossen als toleranter Herrscher, was etwa im Urteil von Martin Luther über ihn anklingt, dass „etlich sein Regiment darin loben / das er jederman lest gleuben / was man will / allein das er weltlich Herr sein will“. Darin liegt wohl auch die Botschaft Hans Schweiners: Das Porträt Süleymans ist das einzige am Kiliansturm, das nicht karikierend gestaltet ist.
Das erste Heilbronner Bildnis eines Türken – ein Medaillon mit dem Porträt des Sultans Süleyman I. vom Turm der Kilianskirche (vor 1529; links). Als Vorbild diente wohl ein Porträt des Sultans Süleyman I. wie diese Radierung von Hieronymus Hopfer (rechts).
(Stadtarchiv Heilbronn)
3 notes
·
View notes
Text
FÖCÖ’nün İcadı: CİMER ve Özel Sektöre Yönlendirme
✍🏻 Sinan Kemal
Dedikodu Cihadı: Cemaatler, Tarikatlar ve Haysiyet Cellatlığı
Sıradan insanların FETÖ (sansürden kaçınmak için FÖCÖ olarak anıyorum) ve benzeri tarikatların kumpas operasyonlarını küçümsediğini görüyorum. Çoğu kişi sadece Kutlu Doğum Haftası’nı kutlayan şeyhlerin cemaatini ve onların Harbiyelilere, subaylara, üst düzey bürokratlara yönelik kumpaslarını biliyor. Ancak bu yapıların kumpasları sadece yüksek rütbeli askerlerle sınırlı değildir. Tarikatlar, uzman çavuşlardan astsubaylık okulu öğrencilerine kadar herkesi hedef alabilir. Bu sadece bir tarikatın değil, tüm tarikat-cemaat yapılaşmalarının ortak bir yöntemidir.
Dedikodunun Gücü: Kumpasın Temel Aracı
Tarikat ve cemaatler, bir yere önce kalabalık gruplar halinde sızar. Bu süreçte en büyük silahları dedikodudur. Dedikodularını yaymak için sizi evlerine, dergâhlarına davet ederler. Kuran ya da şeyhlerinin risalelerini okuma bahanesiyle, hedef aldıkları kişiler hakkında dedikodular üretirler. Eğer dedikodu yaptıkları kişi bir devlet memuruysa ve hakkında soruşturma açılmışsa, bu dedikodular soruşturmayı yürüten müfettişlerin dikkatini çeker. Hatta bazı müfettişler doğrudan dedikodu üzerinden hareket ederek, hedef kişiyi harcamaya çalışır. Gizli tanıkların ifadeleri de genellikle duydukları dedikodulardan ibarettir. “Kimden duydun?” sorusuna ise standart cevap bellidir: “Herkesten…”
Bu kadar sistematik ve planlı dedikodu üretimine ben “Dedikodu Cihadı” diyorum.
Medya ve Sosyal Medya: Kumpasın Modern Yüzü
Dedikoduların yayılmasında medya ve sosyal medyanın etkisi büyüktür. Eskiden, meşhur Zaman Gazetesi bu işin başını çekiyordu. Memurlar hakkında isim vermeden, ima yoluyla dedikodu yapar; kişiyi tarif ederek hedef gösterirlerdi. İnternet yaygınlaşınca gazetenin bu alandaki rolü azaldı, ama yerine sosyal medya araçları geçti. İlk başlarda MIRC ve MSN gibi platformlarda aktiflerdi. “Hocayı pek sevmem AMA…” gibi cümlelerle insanları tavlamaya çalışır, hocayı eleştirenleri ise platformlardan atarlardı.
Bu örgüt, teknolojiyi yakından takip etmesiyle ünlüdür. Zaman Gazetesi, Türkiye’de internet sitesi kuran ilk basın kuruluşuydu. Bugün sosyal medyada gördüğümüz trollük faaliyetlerinin temeli, o yıllarda atılmıştır. Trollükte en dikkat çekici özelliklerden biri, karşı taraftan gibi görünerek ortalığı karıştırmaktır. Bu trollerin dilini ele veren kelimeler ise genellikle “ama”, “fakat”, “lakin” gibi bağlaçlardır. Bu kelimelerle başlayan cümleler, çoğu zaman iki yüzlülüğü işaret eder.
Dedikodu ve Haysiyet Cellatlığı: Tarihin Gölgesinde
Dedikodu yoluyla haysiyet cellatlığı, sadece bugünün değil tarihin de bir gerçeğidir. Osmanlı kroniklerinde, 2. Viyana Kuşatması sırasında Tatar Hanı Murat Giray’a yönelik suçlamalar, Avusturya kayıtlarında bile daha insaflı değerlendirilir. Piri Reis’in idamına neden olan suçlamalar da benzer şekildedir. Dedikodularla liyakat sahibi insanlar gözden düşürülür, hukuk işletilmez ve toplumda güven duygusu zayıflatılır.
Bugün cemaatler ve tarikatlar, kendilerine engel olarak gördükleri kişileri sistematik dedikodularla saf dışı bırakmaktadır. Tek adam rejimlerinde dedikoduların etkisi daha yıkıcıdır, çünkü liderler sürekli bir tahtan indirilme korkusuyla yaşar ve bu korku, dedikodulara inanmalarına yol açar.
CİMER ve BİMER: Modern Kumpas Araçları
FETÖ, iktidarla ilişkilerinin son günlerinde, memurlara kumpas kurma araçlarını diğer tarikatlara miras bıraktı: BİMER ve CİMER. Özellikle CİMER, şikayet merkezi gibi görünse de, keyfi kullanıma açık bir yapı. Şikayetlerin işleme alınması, ilgili makamların insafına kalmış durumda. Devlet memurlarına yönelik şikayetler hızla işleme alınırken, özel sektöre yönelik şikayetler genellikle görmezden gelinir.
Son yıllarda doktorlara, öğretmenlere ve diğer kamu çalışanlarına yönelik saldırılar artış gösterdi. Kamu çalışanlarına yapılan bu saldırıların amacı, halkı özel sektör hizmetlerine yönlendirmektir. Özellikle sağlık ve eğitim gibi temel alanlarda, kamu hizmetlerinin itibarsızlaştırılması dikkat çekicidir.
Kamu Çalışanlarına Yönelik Sistematik Saldırılar
Ekşi Sözlük gibi platformlarda kamu çalışanlarını hedef alan başlıklar bunun en bariz örneklerindendir:
Doktorların hastalarına şefkat göstermemesi
Öğretmenliği herkesin yapabileceği gerçeği
Doktorların dayağı hak etmesi
Bu tür başlıklar, kamu çalışanlarını itibarsızlaştırmak ve kamu hizmetlerinden uzaklaştırmak için sistematik bir çalışmanın ürünüdür. Sosyal medyada dolaşan troller, bir yandan iktidar yanlısı gibi görünürken, bir yandan da muhalefet karşıtı propaganda yaparak halkı manipüle etmektedir.
Sonuç
Dedikodu, haysiyet cellatlığı ve sistematik kumpaslar, sadece bireyleri değil, toplumun tüm yapısını etkiler. Tarikat ve cemaatlerin bu yöntemleri, devlet mekanizmasındaki çürümeyi hızlandırır. Özellikle memurlar, sağlıkçılar ve öğretmenler gibi kamu hizmeti veren kesimler, bu sistematik saldırılardan en çok zarar görenlerdir.
Bugün, geçmişte olduğu gibi, liyakat ve hukuk sisteminin öncelikli hale gelmesi, toplumu bu kumpas düzeninden kurtarmanın en temel yoludur.
0 notes
Text
🗣️ Kayırmacı Yönetim Anlayışı Devlet Yıktırır
104 yıl önce biz Anadolu ve Türk ulusunun kaderini değiştirmek için Samsun'a neden çıktık?
Tarihi her zaman kazananlar yazmıştır.
Kötüler de iyiler gibi kazanabilir ve tarih yazarlar.
Napolyon Bonapart’a göre: “Tarih, üzerinde anlaşmaya varılan bir masaldan başka nedir ki?” Gerçekten de yeryüzünde devletlerin resmi tarihi, kendi halklarına coşku verecek biçimde yanlıdır ve o eksende tarih okuması yapmak, tarihin öğretebileceği önemli dersleri kaçırmamıza sebep olur.
Mustafa Kemal'i Samsun’a yönelten sürecin arka planına bakmak gerekir.
Çünkü o arka plan, nesnel gerçekler olarak gözümüzün önünde kavranmayı ve aynı hatalara yeniden düşmememiz için bize yol göstermeyi bekliyor.
Bu amaçla Osmanlı İmparatorluğu'nun neden başarısız olup işgale uğradığı ve çöktüğünün nedenlerini anlamlı ve yansız bir bakış açısıyla irdelemek gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu, tarihteki en uzun ömürlü imparatorluklardan biridir.
Devrinin emperyalist devleti demekte mümkündür.
Yok olma sebebi de budur. Karşı emperyalizm tarafından yutulmak istendi.
Türkiye Cumhuriyeti emperyalist bir devlet olmayı bu sebeple tercih etmedi.
Bugün ki emperyalist devletlerin yok olma sebepleri de aynı olacaktır.
Osmanlı imparatorluğu zamanla saç örgüsü gibi birbirine dolanan iç ve dış etkenlerin birleşimiyle çöküşe sürüklendi.
Bu çöküşün en önemli nedenlerinden biri, 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan önemli askeri yenilgilerdir.
Viyana Kuşatması ve Rus-Osmanlı Savaşları gibi büyük savaşlardaki mağlubiyetler, imparatorluğun askeri gücünü zayıflamaya yönelik bilinçli bir niyetin oyuncunun bir parçasıdır.
Savaş ve borç. Emperyalizmin en önemli iki silahıdır.
Osmanlı imparatorluğu kayırmacı akıl ile yönetildiği için savaş ve borç tuzağına düşürmüştür.
Elbette bu yenilgilerin de nedenleri vardı. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki hızlı ekonomik gelişmelere ayak uydurmakta zorlanıyor, tarıma dayalı ekonomisi ve endüstrileşme eksikliği, küresel ölçekte rekabet edememesine yol açıyordu.
İmparatorluğun yönetim ve idare alanında karşılaştığı zorlukların temelinde ise, yolsuzluk ve sıkı bürokratik sistem nedeniyle büyük bir coğrafyada çok çeşitli nüfusu yönetme zorluğu vardı. Osmanlıda nepotizm çok yaygın bir sorundu. Nepotizm, akrabalık ilişkilerine dayalı kayırmacılık veya torpil anlamına gelir.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük sorunu kayırmacılık ilişkilerinin devlet yönetme yetkisi almış olmasıdır.
Borç ve savaş süreci birlikte tamamlanır ise devletin sonunu da Osmanlı imparatorluğu hayranlığı aynı kaderi yaşatanlar olarak tarihe geçecekler.
19. yüzyılda yükselen milliyetçilik akımlarının etkisiyle, imparatorluk içindeki farklı etnik grupların arasındaki gerilimler artarken, Yunanlar, Ermeniler, Araplar gibi farklı etnik ve dini grupların daha fazla özerklik veya bağımsızlık talep edişi, milliyetçi hareketlere ve isyanlara yol açıyordu.
Hem kötü yönetim, hem savaş yenilgileri ve isyanlar sonucu toprak kaybedilirken, farklı etnik gruplar yabancıların etkisi altına giriyor, bu güçler, imparatorluğun zayıflıklarından faydalanarak toprakları üzerinde etki/yetki sahibi olmak istiyorlardı.
Bugünde Kürt kardeşlerimizi ve ithal yurttaş ile getirip demografik yapı değişikliği sonrası isyanlar ile ulus bütünlüğünü aynı Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi bozmaya yönelik çabalar olarak görmek gerekir.
Osmanlı İmparatorluğunun, modern çağda gerçekleşen teknolojik ve askeri taktiklerdeki hızlı değişime uyum sağlamakta zorlanmasında rol oynayan temel faktör, muhafazakâr ve gelenekçi yaklaşımın, gerekli reformları ve modernleşme çabalarını engellemesiydi. Eğitim sistemi, bilimsel araştırma ve eğitim için gerekli altyapıyı sağlamakta yetersizdi. Eğitim kurumlarında daha çok dini eğitim ve klasik bilimlere odaklanılıyor, deneysel ve modern bilimlere gereken önem verilmiyordu. Askeri ve idari konuların yanı sıra ticaret daha öncelikli olarak görülürken, bilimsel araştırmalara yeterli destek sağlanmıyordu.
Seksen beş yıldır köy Enstitülerini kapatan zihniyet iman hatip okulları ile bize ne dayatıyorlar?
Napolyon'u hiç sevmem yalnız doğru söylediklerine de kulak vermeyi yeğlerim. Bir sözünde yine diyor ki;
"Dünyada iki güç vardır, kılıç ve akıl. Uzun vadede akıl her zaman kılıcı yener."
Umarım tarihten gerekli dersleri alır aklın kılıcı yendiğini unutmaz ve bir daha Samsun’a çıkmak ihtiyacı duymayız.
Çıkmak zorunda kalacağımız gerçeğinin çok daha ağır bastığı gerçeği ile yüzleşmek zorundayız.
Çünkü bizi borç ve savaş sürecine sürükleyen zihniyete ülkenin ve toplumun geleceğini teslim etmek için ikiye bölünmüş bir kötülüğün pençesinde kıvranıyoruz.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#tarih yazmak#kayırmacı yönetim
1 note
·
View note
Photo
DEĞERLİ ARKADAŞLAR, BİZLER ÖYLE ATALARIN TORUNLARIYIZ Kİ BAZAN NEREDEYSE BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR ANLAYIŞINI TÜM DÜNYAYA HİSSETTİRMİŞİZ, BENİMSETMİŞİZ. BU KONUDA BİR KISSAYI BİLGİLERİNİZE SUNUYORUM. EN İÇTEN DİLEKLERİMLE İtalya'da Bir Yeniçeri Bir Osmanlı Yeniçeri’si 1683’deki Viyana Kuşatması’nın hemen ardından bir yeniçeri İtalya’ya geçip yerleşir. İl Turco olarak çağrılan Yeniçeri’mizin yerleştiği köyün adı Moena. Şimdi, kendilerini bu Türk’ün torunları olarak bilen köy halkı, o zamanlar Ausburg Dükalığı’na bağlıymış. Târih boyunca birçok kültürün izlerini taşıyor.Avusturya’nın sınır kapısına 165, Roma’ya da 700 kilometre uzaklıktaki Alp’ler üzerindeki Teronda bölgesinde bulunan bu köy, bu şirin dağ kasabası şimdi Moena sporları için modern bir turizm yeri. Bütün geliri turizmden. Yerli turstlerin dışında Avusturya ve Almany’dan gelenler çoğunlukta. Gerçek nüfusu 2600, ancak nüfus kışın 55 bin yazın da 30 bin’e ulaşıyor. Moena’yı yani Türk Köyü’nü ilk önce Türkoloji dalında öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Anna Masala keşfetmiş. Prof. Masala köyle ilgili ilk tanışmasını şöyle anlatıyor: “Âilemle Moena da dolaşırken birden (Turchia) yazan bir ok işâreti görmüştüm. Bu işâret bir ara sokağı gösteriyordu. Sokak, Avusturya usulü balkonlu, bol çiçekli ahşap evlerle doluydu. Meydanın ortasında bir çeşme vardı. Çeşmenin sulağının bittiği yerde, bir Yeniçeri büstü bütün heybeti ile sanki bana bakıyordu. Donakaldım...Gördüklerimin ne olduğunu sordum. Cevâbı karşısında şoke oldum. Burası bir Türk’e inanç duyan ve asırlarca bunu koruyabilen bir Türk köyüydü. Anlatılan hikâyesi şöyle: 1683 Viyana Kuşatması sonrası yara alan bir yeniçeri donmak üzereyken bir Ausburglu kendisini bulur ve köye yerleştirir. Yeniçeri bir kızla evlenir. Osmanlı erkeği görünümü ile köyün ağası hâline gelir. O zaman köy en çok 30 hânedir. Sık sık dükalığın askerleri vergi toplamak için köye gelmektedir. Bizim Türk, köyünün erkeklerini bu haksız vergiye karşı ayaklandırır. Türk yaşadığı sürece bir daha ne askerler gelirler ve ne de vergi toplanabilir. Kahramanımız kısa sürede, Ladino dilini de öğrenir. Ama hiç bir zaman frenk elbisesine alışamaz. Başında sarık, belinde kılıç, yaşar https://www.instagram.com/p/CoYDRRuqHjh/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
Text
VİYANA'DAKİ YENİÇERİ (Tarihçi) - Türkçe Tarih
VİYANA'DAKİ YENİÇERİ
Viyana şehri, Viyana’nın muhasara yıllarına ait en küçük bir hatırayı, en kıymetli bir tarih belgesi olarak saklamaktadır. Bir ok, bir gülle, bir elbise parçası ve hatta bir tahta parçası… İşte muazzam bir binanın üstünde bir Yeniçeri heykeli… Otto Stradal isminde bir tarihçi,...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/viyanadaki-yeniceri/
Altın Gülle, Hayat Tarih Mecmuası, Heiden, Heidenschub, II. Viyana Kuşatması, Kuman Türkleri, Leopald, Otto Stradal, Richard Groner, Stengesse, Viyana, Yeniçeri
#Altın Gülle#Hayat Tarih Mecmuası#Heiden#Heidenschub#II. Viyana Kuşatması#Kuman Türkleri#Leopald#Otto Stradal#Richard Groner#Stengesse#Viyana#Yeniçeri
2 notes
·
View notes
Photo
Joris van Bredael - Jan III Sobieski in Vienna -
The Battle of Vienna (German: Schlacht am Kahlen Berge or Kahlenberg (Battle of the Bald Mountain); Polish: bitwa pod Wiedniem or odsiecz wiedeńska (The Relief of Vienna); Modern Turkish: İkinci Viyana Kuşatması, Ottoman Turkish: Beç Ḳalʿası Muḥāṣarası) took place at Kahlenberg Mountain near Vienna on 12 September 1683 after the imperial city had been besieged by the Ottoman Empire for two months. The battle was fought by the Habsburg Monarchy, the Polish–Lithuanian Commonwealth and the Holy Roman Empire, under the command of King John III Sobieski against the Ottomans and their vassal and tributary states. The battle marked the first time the Commonwealth and the Holy Roman Empire had cooperated militarily against the Ottomans, and it is often seen as a turning point in history, after which "the Ottoman Turks ceased to be a menace to the Christian world". In the ensuing war that lasted until 1699, the Ottomans lost almost all of Hungary to the Holy Roman Emperor Leopold I.
The battle was won by the combined forces of the Holy Roman Empire and the Polish–Lithuanian Commonwealth, the latter represented only by the forces of the Crown of the Kingdom of Poland (the march of the Lithuanian army was delayed, and they reached Vienna after it had been relieved). The Viennese garrison was led by Ernst Rüdiger Graf von Starhemberg, an Austrian subject of Holy Roman Emperor Leopold I. The overall command was held by the senior leader, the King of Poland, John III Sobieski, who led the relief forces.
The opposing military forces were those of the Ottoman Empire and Ottoman fiefdoms, commanded by Grand Vizier Merzifonlu Kara Mustafa Pasha. The Ottoman army numbered approximately 90,000 to 200,000 men (according to documents on the order of battle found in Kara Mustafa's tent, initial strength at the start of the campaign was 170,000 men). They began the siege on 14 July 1683. Ottoman forces consisted, among other units, of 60 ortas or Janissaries (12,000 men paper-strength) with an observation army of some 70,000 men watching the countryside. The decisive battle took place on 12 September, after the arrival of the united relief army.
Historians suggest the battle marked the turning point in the Ottoman–Habsburg wars, a 300-year struggle between the Holy Roman and Ottoman Empires. During the 16 years following the battle, the Austrian Habsburgs gradually recovered and dominated southern Hungary and Transylvania, which had been largely cleared of Ottoman forces. The battle is noted for including the largest known cavalry charge in history.
Joris van Bredael (1 January 1661 – c. 1706) was a Flemish painter known for his battle scenes and cityscapes representing some popular celebration or feast. He was a member of the prominent artistic family van Bredael.
He was born in Antwerp into an artist family as the second son of Peeter van Bredael, a well-known painter specializing in market scenes and village feasts set in Italianate landscapes. His mother was An Veldener, the daughter of the sculptor Jennyn Veldener. Two of his brothers, Jan Peeter the Elder and Alexander van Bredael became painters. Joris likely trained under his father. He became a member of the Antwerp Guild of Saint Luke in 1684.
He married Johanna Maria van Diepenbeeck, the daughter of the prominent Baroque painter Abraham van Diepenbeeck, on 25 July 1681. Their two children Jozef and Jan Pieter both became painters. Joris’ first wife died c. 1689-90. He married a second time to Anne van der Dort.
He worked in Antwerp for the art dealers such as Forchondt. In 1690 Forchondt sent to the representatives of the family business in Vienna six battle scenes by Joris van Bredael including a Relief of Vienna, a Capture of Buda, a Capture of Belgrade and a Capture of Gran.
On the basis of a painting of a winter view of Vienna, which is attributed to him, it is sometimes assumed he spent time in Vienna.
He was the teacher of Joannes Ludovicus Daudenfort and of his two sons.
Very few paintings of Joris Bredael have been preserved. He is mainly known for his battle scenes and city views typically representing some popular celebration or feast. An example of a city view is A sledge carousel in the courtyard of the Hofburg, Vienna, in the reign of Leopold I (Sold by Christie's on 24 April 1998 in London, lot 73). It represents a sledge-ride at night in the squares and streets of Vienna, a favourite pastime of the Viennese during the winter months.
A battle piece attributed to him is the Battle between Christian and Osman Soldiers (Sold by Lempertz on 28 September 2011 in Cologne, lot 8). His family members, including his sons, often made similar battle pieces, which seem to have responded to a demand by the European nobility for depictions of their victories over the Turks.[
24 notes
·
View notes
Text
Kanuni Sultan Süleyman
Trabzon, tarihten bugüne kadar çok büyük şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu şahsiyetlerin başında da Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman gelmektedir. Kendisine “Kanûnî” denmesi, yeni kanunlar icad etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır.
Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı Devleti’nin Yükselme Dönemi padişahlarındandır. Yavuz Sultan Selim’in…
View On WordPress
#Cerbe Savaşı#Cezayir#Gülbahar Hatun#Kanuni Sultan Süleyman#Malta Seferi#Mohaç Savaşı#Osmanlı#Padişah#Preveze Deniz Zaferi#Rodos#Trablusgarb#Trabzon#Viyana Kuşatması#Zigetvar Kalesi
0 notes
Text
Evliya Çelebi’ye Göre II.Viyana Muhasarası
Evliya Çelebi’ye Göre II.Viyana Muhasarası
Dünyaca tanınmış Seyahatnâme ’sini kendine has bir günce gibi düzenleyen Evliya Çelebi’nin hayatı hakkında, biyografik bilgiler içeren döneminin kaynaklarında ve resmî kayıtlarda yeteri kadar bilgi bulunmadığı bir gerçektir. Hâlbuki J. von Hammer’in seyyahımızın eserini keşfedip tanıtmasından (1814) bu yana Seyahatnâme’ye olan ilgi gecikmeli de olsa artarak devam etmektedir. Döneminde veya…
View On WordPress
#2.viyana#2.viyana kuşatması#Evliya Çelebi#II.viyana#II.Viyana Muhasarasında Kırım Hanı#Kırım hanları#Viyana#viyana kuşatması#Viyana muhasarası
0 notes
Text
Beethoven, Senfoni No.9
Beethoven’in 9. senfonisinin 7 Mayıs 1824’de gerçekleşen ilk seslendirmesinin 19. yüzyıl bestecileri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Tarihteki ilk koral senfoni Peter Winter’in 1814 yılında seslendirilen Schlacht-Sinfonie’sidir. Ancak bu yapıt, tek bölümlü yapısı ile senfonik müziğin gelişim basamaklarının dışında tutulur. Bu sebeple ilk koral senfoni olarak değerlendirilebilecek 9. Senfoni, diğer pek çok devrimci özelliği de göz önünde bulundurulduğunda, müziğin ulaştığı doruk noktalarından biri olarak kabul edilir.
Eserin siparişi 1817 yılında Londra Filarmoni Topluluğu tarafından verilmişti. Beethoven’in 1818 kış sezonu boyunca Londra’da kalması ve bu süre zarfında iki yeni senfoni bestelemesi isteniyordu. Sanatçı böylelikle dokuz ve onuncu senfonilerini yazmak üzere çalışmaya başladı. Ancak aynı dönemde ilk gençliğinden beri hayranı olduğu Schiller’in bir şiiri üzerine bir kantat yazmayı da, ki bu fikrini çok uzun yıllardır ertelemişti, planlıyordu. Sonuçta bu üç ayrı proje, ancak 1824 yılında, tek bir yapıt olarak sonuçlandı. Eserin yazılmasına neden olan ilk siparişe sadık kalınarak bu senfoninin hakları Londra Filarmoni Topluluğuna satıldı. 9. Senfoninin kazandığı büyük başarının ardından Beethoven 10. Senfonisini yazmaktan vazgeçti. Sonunda kendisi de ikna olmuştu; 9. Senfoni onun insanlığa söylemek istediği son sözlerdi. O güne değin sanatçıya büyük şöhret kazandıran, henüz hayattayken müzik tarihinin en önde gelen bestecileri arasında yer almasına neden olan eserleri hep çalgısal müzikler olmuştu. 22 yaşında sıradan bir genç olarak geldiği Viyana’da, diğer yüzlerce yetenekli besteci arasından sıyrılmasını sağlayan, onun sonatları, senfonileri ve yaylı dörtlüleriydi. Şan müziği konusunda yaptığı en önemli girişim olan Fidelio operası ise büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Peki öyleyse neden son sözleri olarak bir koral senfoni seçmişti? Bu zor soruya bir yanıt olmasa da bir ipucu bulabilmek için dönemin siyasi özelliklerine ve Beethoven’in zaman içerisinde bu özelliklere sanatıyla verdiği tepkilere bakalım.
15 ve 16. yüzyıllarda yapılanmaya başlayan kapitalist sistem 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da etkinliğini kesin olarak hissettirmeye başlar. Artık siyasi güç, toprak sahibi aristokratların ve toprağın gerçek sahibi Tanrının temsilcisi kilisenin değil; paralı ordularıyla dünyanın dört bir yanında kurdukları sömürgelerden elde ettikleri ucuz hammaddeyi fabrikalarda işleyip satan burjuvazinindir. Yüzyıllardır ticaret yollarına sahip olarak dünyanın hakim gücü olan Osmanlı İmparatorluğu bu yeni ekonomik sistem karşısında gerilemeye başlar. Avrupa devletlerinin dünyanın yeni üstün gücü olabilmeleri için siyasi sitemin değişmesi gerekmektedir. Öyle de olur; Fransız Devriminin ardından cumhuriyet kurulur. Artık eşit haklara sahip özgür bireyler vardır.
Bu temel siyasi değişikliklere paralel olarak sanatçının ve sanatın tanımı değişir. Artık sanatçılar kiliseye veya bir aristokrata hizmet ederek değil yapıtlarını maddi bir değer karşılığında sunarak var olmaktadırlar.
18. yüzyıla kadar bir aristokrat eğlencesi olan opera daha geniş kitlelere seslenmeye başlar. Mozart gibi büyük dehaların eserleri bir kenarda tutulursa, dramatik içerik zayıflamaya başlar. Fransız Devriminin ardından ise görselliği ön planda tutan, devrim ideallerini heyecanla yüksek perdeden haykıran bir ton benimsenir. Aydınlanma Çağının dünyevi gerçekçilikle biçimlendirilmiş insan aklını ön planda tutan felsefeleri ise daha çok çalgısal müziğe yön verir. Konser salonlarının gözde türü olan senfoni ancak akılla kavranabilen yapısı ile ön plana çıkar.
Beethoven’a Viyana’da saygın bir besteci rütbesini getiren ilk senfonileri, aydınlanma felsefesinin gözettiği akıl ile devrim heyecanını başarıyla bir araya getirebilmiştir. Ancak bu eserleri meydana getiren temel etki siyasi bir taraftarlık değil, sonsuzlukla kucaklaşma arzusundaki insanın dizginlenemez özgür iradesidir. İşte bu etki sonuçta politik güçle çatışır. 1802 yılında devrim heyecanıyla yazılmaya başlanan ve devrim kahramanı Napolyon’a adanan üçüncü senfoni, akılla kavranan müzikal biçimin sınırlarını uç noktalara taşır. Ancak bu kahramamn kendisini imparator ilan etmesinin ardından yaşanan derin hayal kırıklığıyla Napolyon’un ismi, 1805 yılındaki ilk seslendirmeden önce, eserin kapağından kazınarak silinir. Beethoven’in bu yaptığı aslında 19. yüzyıl sanatçısının kısa ve net bir tanımıdır: bağımsız ve yalnız. 1809 yılında Napolyon’un Viyana kuşatması altında yazılan 5. Piyano Konçertosunun ikinci bölümünde bu yalnızlık açık bir biçimde duyulabilir.
Sanatçının 9. Senfoniyi yazmaya başladığı tarihte Napolyon diğer Avrupa devletleri karşısında yenilmiş, devrim ve cumhuriyet idealleri tüm Avrupa’da kökleşmiş, bu ideallere inanan ancak yaşanan büyük yıkımlardan ürken aydınlar arasında ulusal sınırları aşan bir bağ oluşmuştur. Bu bağ uluslararası düzeyde insani değerleri gözeten bir anlayıştır. Ancak “tüm insanların kardeşliği” gibi bir düşünce, o dönemde ancak Johann Gottfried Herder, Goethe, Schiller ve Beethoven gibi sanatıyla sonsuzluğa dokunmuş, böylelikle insanlığın aydınlanmasının ne demek olduğunu gerçekten anlamış çok az sayıda aydın tarafından kavranabiliyordu. Zenginliğini sömürmeye dayandıran, bunu da ancak sömürdüğü kültürleri aşağılayarak aklayan siyasi erk ve onların yönettiği geniş kitleler için ise bu kavramın anlaşılabilir bir tarafı yoktu.
İşte Beethoven’in insanlığa iletmek istediği son sözlerinde müziği ve sözü bir arada kullanmasının sebeplerinden biri bu olmalı. O dönemde pek çok insana yabancı olan bu kavramı yalnızca sözlerle açıklamaya çalışmak imkansızdı. Opera gibi ifadesi belirli bir metnin dramatik yapısıyla sınırlı bir eser yetersiz kalacaktı. Yalnızca çalgısal bir eser de anlatmak istediklerini ifade edemeyecekti. Çünkü Beethoven’in kesin olarak iletmek istediği bir mesaj vardı. Başka bir deyişle söylemek istediği şeyin gücü tek başlarına hem müziği, hem de sözleri aşıyordu.
Ancak eserin en çarpıcı özelliklerinden bir diğeri çok geniş çaplı yapısıdır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım özelliklere sahip bir 19. yüzyıl sanatçısı olan Beethoven, ilk dönemlerinden itibaren eserlerinde bölümler arası farklılıkları aşan bir yapı elde ederek bütünsel bir sanat eseri yaratmanın yollarını aramıştır. 9. Senfonide de bölümleri ayrı ayrı ele almanın bir anlamı olamaz. İlk üç bölüm hem bir sonraki bölümü hem de eserin beynini teşkil eden final bölümünü hazırlar.
Eserin oldukça dikkate değer bir girişi vardır. Örneğin bir kahramana adanmış olan üçüncü senfoni büyük bir mi bemol majör akoru ile başlar. Bu akor kararlılığı ve otoriteyi simgeler. 9. Senfoni ise bu otoriter yapıya çok uzak bir biçimde belirsiz bir dörtlü aralıkla başlar. Bu aralık tüm insanlığı kucaklayan bu dev eserin altına serilmiş bir kilim gibidir. Bu girişin ardından sonat formundaki birinci bölüm gelir. Bu bölüm re minör tonunda başlayıp re majörde biten yapısıyla aydınlığa doğru yapılan yolculuğun başlangıcı gibidir. İkinci bölüm bu yolculuğun esrik coşkusunu ve ortadaki majör orta bölümü ile bu coşkuyla ulaşılan insanlık sevincini betimler. Üçüncü bölüm ulaşılan yerin huzurunu ve dinginliğini taşıyan bir tema ve onun çeşitlemelerinden oluşmuştur. Artık gerçeğin kapısına dek gelinmiştir.
Oradan içeri girildiğinde dördüncü bölüm başlar. Ancak dördüncü bölüm başladığında huzur yerini şiddetli bir reddedişe bırakır. O ana kadar duyulan tüm temalar hatırlanır ancak hepsi reddedilir. Kabul edilen ise koral teması olur. Schiller’in şiirinin dört kıtası çalgısal olarak orkestra tarafından duyurulur. Ardından Beethoven’in yazdığı sözlerle (Dostlarım, isterseniz bu duyduklarınızı değil daha hoş ve neşeli olanları söyleyelim) bas reçitatif, Schiller’in şiirini söylemek üzere koroyu çağırır. Orkestranın seslendirdiği interlüdlerle çeşitlenen temanın ardından, ilk bölümde ilk kıtanın kullanılmayan son dörtlüğü yeni bir temayla seslendirilir: “Kucaklaşın ey milyonlar, bu öpücük tüm dünyayadır, Kardeşlerim bu ışıldayan gök kubbenin ötesinde, Bizleri seven babamız olmalı”. Daha sonra ilk koral teması ve bu yeni tema fügal bir yapıda işlenerek eserin eşsiz finaline ulaşılır.
Dr. Onur TÜRKMEN
5 notes
·
View notes
Text
Lambachlı Ali Kimdir? – Yeniçerilikten Hristiyan Azizliğine
Lambachlı Ali Kimdir? – Yeniçerilikten Hristiyan Azizliğine
Osmanlı Devleti’nin tarihine bakıldığında Viyana Kuşatması büyük bir öneme sahiptir. Birçok farklı tarihi sonuçları olan Viyana kuşatması sırasında az bilinen ancak oldukça ilgi çeken olaylar da yaşanmıştır. Bunlardan birisi de Ali’nin yani ilerde Lambachlı Ali unvanını kazanan bir yeniçerinin hikâyesidir. Viyana kuşatmasının her ne kadar Osmanlı için olumlu sonuçları olmasa da bu kuşatmaların…
View On WordPress
0 notes
Link
3 Eylül tarihte bugün ne oldu? Ayn Calut Savaşı, II. Viyana Kuşatması, İlk profesyonel futbol maçı, II. Dünya Savaşı'nın başlaması, İran'da deprem, Viking 2 günün öne çıkan başlıkları arasında yer alıyor.
0 notes
Text
Güzel Damar Sözler
#güzelsözler #aşk #edebiyat #şiirsokakta #kitap #sözler #şiir #iyigeceler #sevgi #istanbul #love #şiirheryerde #huzur #söz #instagram #siirsokakta #kahve #cemalsüreya #ask #siir #özdemirasaf #komik #izmir #followme #şair #anlamlısözler #türkiye #mutluluk
Seni Seninle Yaşamak varken kader Sensizliği Alnıma Yazdı Aşkım 😦 ben Elini Tutmadım, Sen Elimi Tutmadın bence Ele Ele vermeyince Bu Aşk Tutmaz… Sevgilim Sen Erişilmeyecek kadar yüksek Bir Dağın Zirvesindeki Koparılmayan Kır Çiçeğimsin Birtanem… Senin kalbini Kuşatmak “Viyana Kuşatması” ndanda Zormuş Sevgilim 🙂 Bir Söz Vardır Aşkım Harç Bitti Yapı Paydos , Sen Gittin âşka Paydos Aşkım hadi Rol…
View On WordPress
0 notes
Text
Osmanlı Devleti’nde Ekonomik Tedbirler
Osmanlı vergi sistemi, temelde örfî ve şeri olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
Öşür, haraç, cizye gibi şeri vergilerdir.
Örfî vergiler devletin gerekli gördükçe şeri kurallara dikkat ederek değişik zamanlarda halktan aldığı vergilerdir.
Osmanlı Devleti, farklı dönemlerde uyguladığı ekonomik politikalara uygun olarak vergi düzenlemeleri yapmak zorunda kalmıştır.
Devlet; başta savaş olmak üzere deprem, kıtlık gibi özel durumlarda da değişik isim ve miktarlarda yeni vergiler koymak zorunda kalmıştır
Aşar (öşür) vergisi; Osmanlı döneminde köylülerden, ürettikleri tarım ürünleri için %10 oranında alınan vergi.
Haraç aslen, savaşta fethedilip gayrimüslimlerin elinde bırakılan araziden alınan vergidir.
Haraç gayrimüslümlerden alınır. Öşür müslümanlardan alınır.
Osmanlı Devleti’nin finansal yapısını bozan uzun ve yıpratıcı savaşlar, ekonomik sorunları daha da ağırlaştırmıştır.
Girit Kuşatması’nın yirmi dört yıl sürmesi
II. Viyana Kuşatması ile on altı yıllık uzun savaş dönemi, devleti ekonomik olarak zor duruma sokmuştur.
Osmanlı Devleti’nde mali sıkıntılarla birlikte nakit ihtiyacının artması, tımar topraklarının iltizam hâline getirilmesine sebep olmuştur. İltizam toprakları daha sonra da malikâne topraklarına dönüştürülmüştür.
İltizam, bir toprağın gelirlerinin 3 yıllığına kiraya verilmesi anlamına gelmektedir.
İltizam alan kişiye mültezim adı verilmiştir
Avârız, Osmanlı Devleti zamanında olağanüstü hallerde halka yüklenen malî, aynî ve bedenî vergilerdi. Bu vergi hem Müslümanlardan hem de gayrimüslimlerden alınırdı.
Mukataaların ömür boyu kiralanmasına Malikâne Sistemi denir.
0 notes