#türkiye viyana savaşı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ekim Ayı Değerlendirmesi-
Yayınlayan LEKOLİN 5 Kasım 2020
Ekim Ayı Değerlendirmesi-Editör
Öncelikle Orta Doğu özelinde gelişip hem Batı’yı hem de Uzak Doğu’nun politikalarını doğrudan etkileyen savaştaki öncü aktör, sahada savaşanlar haricinde görüş, tutum ve değerlendirmelerine ihtiyaç duyulan ismin Önder Apo olduğu geçtiğimiz ay özelinde yaşanan olaylarda somutluk kazandı. Önder Apo’nun savaşın çözüm gücü olduğu herkesçe anlaşılır bir nitelik kazanıyor. Önderliğin özgürlüğünü talep eden kampanyalar birçok Avrupa ülkesinde başlatılmışken, önderliğin özgürlüğünü talep eden ve isteyen Avrupalı kurum ve kuruluş sayıları artış gösteriyor. Aynı zamanda hükümet yetkililerinin yaptığı ziyaretlerin yanında Kürt Özgürlük Hareketine karşı son dönemlerdeki mahkemelerde alınan kararlar değerlendirildiğinde, önümüzdeki süreçte PKK öncülüğünde yürütülen demokrasi mücadelesinin Avrupa nezdinde desteklenen ve Avrupanında rol sahibi olabileceğine gebe olduğu söylenebilir. İngiltere’de işçi sendikasının Önderliğin özgürlüğünü talep eden kampanyasından tutup İsveç Dış İlişkilerine bağlı bir heyetin Kuzey Doğu Suriye Hükümetini ziyaret edişi ve Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un Kürtlerin DAİŞ karşısında geliştirdiği direnişe minnet duydukları açıklamaları bu yönlü yorumlara kapı aralamaktadır.
Avrupa ve Rusya’ya Bakış
Ülke dışındaki gelişmelerden Kürtleri etkileme kapasitesine sahip olaylar; Fransa’daki bıçaklı saldırılar, Viyana’da silahlı saldırı ve Almanya’da araçlarla kalabalığın içine dalarak yapılan saldırılardır. Bu saldırılar Tayyip Erdoğan’ın başta Fransa karşıtı söylemlerinin Avrupa’daki yansıması oldu. Bu saldırılarda her ne kadar Macron’un Ilımlı İslam açıklamaları ve Charlie Hebdo dergisinin Erdoğan üzerine yaptığı karikatür’ün manipüle edilerek gerçekleştirildiğine inanılıyor. Fakat saldırıların Avrupa’nın son dönemlerde Özgürlük Hareketine karşı kısmi olumlu yaklaşımlarına cevap olduğu açıktır. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaş’ta da Rusya Başkanı Putin’in geçtiğimiz günlerde yaptığı “Türkiye barış masasında olmalı” açıklaması, bir takım yorumlara sürüklemektedir. Bunlardan ilki, Rusya’nın Suriye’nin İdlib kentinden bir türlü temizleyemediği çetelerin arka bahçesine getirilip orada savaştırılması Rusya’yı rahatsız ediyor. Ancak Karabağ sorununun çözüme kavuşturulmaması ile Azerbaycan’ın Rusya’ya ciddi bir tehdit oluşturacağı da çok açık. Rusya’nın Ermenistan’ın yardım çağrılarına verdiği cevaba özet niteliğinde yine Kremlin’den yapılan şu açıklama hafızamızda yer almıştır “Saldırılar Ermenistan sınırları içine taşarsa, müdahale ederiz.” Rusya, Karabağ’ı Ermenistan sınırları içerisinde görüyormu? Hayır! Karabağ savaşına karşı Rusya’nın bu tutum sahibi olması Irak Savaşında ABD’nin talebi ile Irak’a resmi asker gönderip, mevcut durumda da ABD üslerini ülkesinde barındıran Azerbaycan’ı Türk Devleti’ne Suriye’de yaptığı gibi göz yumup yanına çekmek istediği, Rusya’nın neden Karabağ savaşına müdahale etmediği sorusuna verilebilebilecek bir cevap oluyor. Aksi vaziyette ki Rusya bu savaşta doğrudan Ermenistan’ı destekleyecek olursa Azerbaycan’ın bir çete üssü ülkesine dönüşüp sınırında bulunan diğer islam ülkesi Özbekistan üzerinden yıllardır Rusya ile savaşan Çeçenistan’a ulaşması ile ABD’nin Rusya etrafına örmek istediği yeşil kuşak, tohumunu patlatıp filizlenir.
Kuzey Doğu Suriye ve Suriye Nabız Yoklaması
Öncelikle ENKS ve PYNK arasında devam eden görüşmeler, ENKS’nin dolaylı yoldan Türk Devleti’nin isteklerini masaya getirmesi ile ara ara tansiyonun yükselmesine neden olup bu istekler hem basın üzerinden teşhir edilip, hem de başta Rojava kürtleri olmak üzere tüm kürtlerin farklı eylemleri ile protesto ediliyor. ENKS’nin “eğitim dili Arapça olsun” ve Eşbaşkanlık sistemine karşı oluşları taleplerin gündeme girmesi ile Türk Devleti’nin kandırmaca kanalı TRT6’de yayınlanan Eşbaşkanlık sistemini konu alıp dalga geçilen skeç, aynı vakitlere denk geldi. Şöyleki ENKS Eşbaşkanlık kalksın dedi, TRT6 bunun skecini yaptı. Kürtçe Dil Eğitimine yeterli ölçüde toplum nezdinde sahip çıkılsa da Eşbaşkanlık sistemine aynı ölçüde sahiplenişin gelişmediği, bu yönlü bir boşluk yaşandığı görünürlük kazandı. Meclislerin bu konuya ilişkin yaptığı açıklamalar ortaya koyduğu tepkiler olsa da geliştirilen eylemlerde Eşbaşkanlık konusu ön plana çıkmadı. Türk Devleti’nin tekrar Rojava saldırısını gündeme alıp sınır bölgelerine askeri sevkiyat yapması ve Dêrazor’da arap aşiret liderlerine yönelik gerçekleştirilen suikastler birbirine paralel gelişen olaylardır. Türk Devleti’nin kendi sıkışıklığını örtbas etmek ve çıkış yolu için tekrar bir saldırıya yeltenmesi olarak görülmesi gereken sevkiyatlar Kürtleri tehdit ediyorken, Rejim istihbaratının Arap aşiret liderlerine yönelik gerçekleştirdiği suikastler, Kürtlerle olan ilişkileri tehdit ediyor. Öte yandan İdlib çıkmazı kendi başına bölgeyi doğrudan etkileyebilen nitelikte iken önümüzdeki süreçte tüm bölgenin Türk Devletinden temizleneceği veya Rojavaya tekrar bir saldırının gelişebileceği ihtimalleri tartışılmaktadır.
Dış ülkelerin Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik yaptığı açıklamalardan ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi sıfatlı James Jeffrey bölgeye ilişkin yaptığı bir açıklamada “PKK’nin Suriye’deki varlığı, sorunlara yol açıyor” demişti. Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un bir röportaj da SDG’ye ilişkin “DAİŞ’i onlar sayesinde yendik” açıklamaları ve İsveç Heyetinin Kuzey Doğu Suriye ziyareti geçtiğimiz ay bölgede öne çıkan konulardan birkaçıydı. Macron, Fransa ve Avrupa’nın diğer birkaç ülkesindeki terör saldırıları sonrası bunları söylemiş ve İsveç Heyeti, İsveç Dış ilişkiler Bakanı Ann Linde’nin Türkiye ziyareti sonrası Kuzey Doğu Suriye’ye geçmişti. PKK’nin suikaste kurban giden İsveç Başbakanı Olof Palme olayıyla herhangi bir ilişkisinin olmayışı kararı sonrası heyetin bölge ziyareti anlamlı olsa da söz konusu olumlu yaklaşımlar sergileyen ülkelerin hiçbiri somut adımlar atmamaktadır.
Bakur Kürdistan ve Türkiye’de Ne Oldu
KCK’nin başlattığı hamle sonrası başta HDP’ye ve kürt toplumuna yönelik gerçekleşen saldırılar, hamleye katılımın engellenmesi amacı da taşımaktadır. Toplum içinde kısmi reflekslere dahi devletin saldırısı aynı ölçüde gelişiyor. Kobanê olayları adı altında yaratılan gerekçe ile HDP’ye yönelik saldırı ve baskı yapılıyor.
Türk Devleti içerde siyasi, ekonomik ve toplumsal, dışarda da itibar ve diplomatik olarak ağır bir kriz dönemi yaşamaktadır. İktidarın kendi içinde parçalara ayrılışı söz ve pratik konusu. Başta MHP’nin kendi içindeki çıkmazları ve çıkar kavgaları birkaç olay özelinde analizcilerin dikkat çektiği bir noktadır. Bu çekişmelerin Süleyman Soylu ve Alattin Çakıcı arasında geçtiği söyleniyor. Diğer yandan uzun bir süredir tv’ye çıkmayıp herhangi bir açıklamada da bulunmayan Soylunun geçen bir kaç ay içerisinde yaptığı açıklamalar tamamen Özgürlük Hareketine ilişkindir. PKK ve topluma karşı özel savaş yürütme dışında herhangi bir fonksiyonunun kalmadığı ifade edilebilinir.
Şüphesiz Türk Devleti’nin kendi içindeki krizlerde boğulmasına kapı aralayan güç Özgürlük Hareketi gerillalarıdır. Haftanin direnişinin yansıması olan bu krizin, direnişin büyüyerek gelişmesi ile kaosa dönüşmesi işten bile değildir. Ekonomik bağlamda 1 dolar’ın 9 tl’ye dayandığı bu süreçte toplum içinde birtakım tepkiler doğmuş olsada genel itibari ile toplumun refleks göstermede sönük kaldığı görülüyor. Dış politikada Rusya ve Avrupa ülkeleri ile ciddi sorunlar yaşanıyor. Fransa ile yaşanan kriz Paris, Viyana ve Almanya’da terör saldırısı sonucu getirdi. Bu gelişmelerin Türk Devleti’ne ne şekilde döneceği merak konusu iken baskıların salt ekonomik yönde kalmayacağı da ihtimaller arasında bulunuyor.
Başur Kürdistan-Irak ve Direnen Kürtlük
Başur Kürdistan ve Irak’ta öne çıkan gündemler olarak Irak ve KDP arasında imzalanan Şengal Anlaşması ve Özgürlük Hareketine yönelik saldırı planları bulunuyor. Bu plan ve saldırılarda öncü role sahip güç KDP’nin kendisi olarak öne çıkmaktadır. KDP Türk Devletine hizmet eden politikaları yürürlüğe koymakta ısrarcı olup planlar dahilinde gerilla alanlarına askeri güç gönderip gerilla alanları arasındaki bağlantıları kopararak yeni saldırıların gelişimi için ön hazırlık yapıyor. Ekonomik krizin yaşandığı Başur Kürdistan’da toplumsal krizin örtbas edilmesi adına sürekli ön planda tutulan gündem PKK’nin Güney Kürdistan’daki varlığının meşru olup olmadığı konusudur. Bu açıdan KDP’nin istihbarat örgütü Parastin’a bağlı olan Kurdistan 24 ve Rudaw üzerinden yoğun psikolojik saldırılar mevcut. Kurdistan 24 kanalının genel olarak PKK’ye ve PKK’lilere karşı yaratmak istediği algı PKK’nin Güney Kürdistan’daki varlığının meşru olmadığı yönünde iken, Türk Devleti’nin saldırılarını meşru kılan nitelikteki açıklamaları sürdürülmektedir. “Kardeşi evde kabul etmiyor, Düşmana evi teslim ediyor!” Şengal ve Maxmur’u basın üzerinden sürekli olarak hedef haline getiren KDP, gerilla alanlarına güç yığıp kürtler arası savaşı çıkarmak istiyor.
Irak’da ise Türk Devleti’ninde olumlu gördüğü KDP ve Irak arasında imzalanan Şengal Anlaşması ile tansiyonun yükseldiği süreçle birlikte anlaşmanın kapsadığı diğer güç olarak İran’a bağlı Haşdi Şabi’nin de tepkisi Irak’ı zora soktu. Yapılan anlaşmanın yürürlüğe girmesinin zor olduğu henüz anlaşma yapılmışken birçok kesim tarafından dillendirildi. Mustafa El-Kazımi’nin Güney Kürdistan turu sonrası yapılan bu anlaşma ile harlanan ateş hali hazırda Şengal Güçlerinin görüşmeleri ve Şengal toplumunun tepkileri etkisi ile kısmi olarak dindirilmiş görülüyor.
Rojhilat Kürdistan ve İran;
Uzun bir süredir ekonomik buhran ile boğuşan Rojhilat Kürdistan halkından, geçimini kaçakçılık ile sağlamaya çalışanlar İran sınırında sık sık İran Pasdarlarının hedefi oluyor. Krizin başlıca sebebi ABD’nin yaptırımları iken Çin ve Rusya’nın İran’a sunduğu destek sayesinde ayakta kalmayı başarabiliyor. Bunun haricinde İran’ın Suriye ve Irak’daki varlığına yönelik ABD baskısı artmaktadır. Bilindiği üzere Şengal Anlaşmasının kapsadığı bir diğer güç de İran’a bağlı Haşdi Şabi’ydi. Suriye’de de uzun bir süredir varlığı kısıtlanıp veya yok edilmek isteniyorken durumun gerçekleşmesi için Irak ve Suriye topraklarını aşan Sudan sınırlarına varan projeler üzerinde durulduğu basında yer bulan iddialar arasında.
Editör
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
5 notes
·
View notes
Text
Sakarya Meydan Muharebesi’nin 100. Yıldönümü.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Yurdun her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz” emrini verdiği ve Kurtuluş Savaşı için bir dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi 100 yaşında.
Dünya tarihinin en uzun meydan muharebesinde (22 gün), Türk ordusunun taarruzu sonucu Yunan ordusu 13 Eylül’de Sakarya Nehri’nin doğusunda Eskişehir- Afyon hattına kadar geri çekildi. Aynı gün Türk ordusu stratejik bir nokta olan Çal Dağı’nı geri aldı. 20 Eylül’de Sivrihisar, 22 Eylül’de Aziziye ve 24 Eylül’de Bolvadin ve Çay, düşman işgalinden kurtuldu.
Sakarya Zaferi, Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922) ve Başkomutanlık Muharebesi (30 Ağustos 1922) için gerekli olan hazırlıkların yapılmasına zaman kazandırdı.
ATATÜRK de bu muharebe için "Sakarya Melhame-i Kübrası" yani kan gölü, kan deryası demiştir
Sakarya Meydan Muharebesi, çok fazla subay kaybı olduğu için “Subay Muharebesi” olarak da anıldı. Kurtuluş Savaşı’nın son savunma savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra Mustafa Kemal Atatürk’e 19 Eylül 1921’de mareşallik rütbesi ve Gazi unvanı verildi.
Sakarya Zaferi’nden kısa bir süre sonra, 13 Ekim 1921 günü Sovyetlerin aracılığıyla Ankara Hükümeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı kesinlikle güvenlik altına alınmıştır.
Fransa, Sakarya Zaferi’nden sonra bekle-gör tutumunu bırakarak İtilaf Devletleri’nden kopmuş ve TBMM Hükümeti ile 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşma ile Fransa tarafından TBMM Hükümeti ve Hatay-İskenderun dışında bugünkü güney sınırımız tanınmıştır. Güney Cephesi güvenlik altına alındığından oradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi’ne kaydırılmıştır.
Batı Anadolu’daki Yunan egemenliğini hiç bir zaman kabullenemeyen İtalyanlar ise, Sakarya Zaferi’nden sonra Güney Ege ve Akdeniz bölgelerinde tutunamayacaklarını anlamışlar ve 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerleri boşaltmışlardır.
Sakarya Zaferi İngiltere’yi de Ankara’yı tanımaya zorlamış ve 23 Ekim 1921 günü "Tutsakların Serbest Bırakılması Antlaşması" yapılmıştır.
İtilaf Devletleri ile yapılan bu siyasi anlaşmalar Sevr Antlaşması'nın geçerliliğini yitirmesi sonucunu doğurmuştur.
1683’de Viyana önlerinde başlayan Türk bozgunu, Haçlı düşüncesini ve gücünü Sakarya’da kırmıştır. Türk ordusunun Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanması, Yunan dış politikalarında da köklü değişikliklere neden olmuştur. Sakarya’dan sonra, Yunanlıların “Ankara'nın alınması" ve "Büyük Bizansın kurulması" gibi düşleri Sakarya’nın bulanık sularına gömülmüştür.
Türkiye Cumhuriyetimizin kurucu önderi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını minnet ve saygı ile anıyoruz.
Ertan Şide
Sakarya Marşı
Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Hürmet sana ey şan dolu sancağım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Baştan başa arza hakim ol şahım
Türk askeri Türk askeri sayende
Türk askeri Türk askeri sayende
Sakarya'da kurtuldu şan otağım
Sakarya'da kurtuldu şan otağım
Dünyalara bedeldir mah cemalim
Allahıma emanettir Kemalim
Dünyalara bedeldir mah cemalim
Allahıma emanettir Kemalim
O sevimli yüzün asla solmasın
O sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker korkma yürü ileri
Ey mert asker korkma yürü ileri
Vatanımda bir tek düşman kalmasın
Vatanımda bir tek düşman kalmasın
Dünyalara bedeldir mah cemalim
Allahıma emanettir Kemalim
Dünyalara bedeldir mah cemalim
Allahıma emanettir Kemalim
0 notes
Text
ANLAYANA
KUDÜS: NECMETTİN ERBAKAN
MESCİD-İ AKSA;
(Beytü’l Makdis / Kudüs)
Kâbe-i Şerif’den sonra yeryüzünün ibâdeti
TÜRKLÜK VE İSLÂMIYETİN;
Âlimi. Bilgesi. Mütefekkir Şahsiyeti.
MİLLİ GÖRÜŞ;
Hareketinin kurucu lideri..
Türk siyasetinin hocası..
"Yaşanabilir bir Türkiye",
"Yeniden büyük Türkiye"
"Yeni bir dünya"
KUDSİYETLİ İDEALLERLE;
Türk siyasetine yeni bir anlayış getiren..
Siyasi hayatı boyunca..
Türkiye öncülüğünde..
Adil bir dünyanın kurulacağına inanan..
T. C. Başbakanlarından..
Merhum;
PROF. DR. NECMETTİN ERBAKAN'IN..
KUDÜS ŞİİRİ:
(... Mescid-i Aksa Kan Ağlıyordu;
Mescid-i Aksa’yı, gördüm düşümde
Kalmadı çevremde, huzur diyordu…
Kıblem Beytullah’a, her dönüşümde
Nerede haysiyet, onur diyordu…
Siyonist çizmesi, gönül sağrımda
Normalleşme hançer, gibi bağrımda
Yıllardır yaptığım, bütün çağrımda
Münafık Kâfirden, muzır diyordu…
Kudüs kutsalınız, bu nasıl gayret
Edebiyat değil, cihattır himmet
NATO’ya Şangay’a, sığınır hayret
Bu ne büyük gaflet, kusur diyordu…
Kuduz İsrail’e, laf atmak boşa
Gavur güçten anlar, aldırmaz taşa
Kim ki dış güçlere, olmuşsa maşa
Nifak; kalplerde ki, basur diyordu…
İşbirlikçi piyon, siyona uşak
Ucuz kahramanlık, taslıyor yavşak
Özü çürük tohum, verir mi başak
Hiç mi yok sizlerde, şuur diyordu…
Hani Adil Düzen, İslam Birliği
Bunlarsız kim size, sağlar dirliği
Dönek palavrası, din fakirliği
İz’anı vicdanı, kazır diyordu…
İsrail mukaddes, beldenizdedir
Haçlı donanması, Akdeniz’dedir
Teknolojik fırsat, elinizdedir
Kahraman Mehmetçik, buyur diyordu…)
PROF. DR. NECMETTİN ERBAKAN..
DER Kİ;
"Görevi layıkıyla yapmak başka bir şeydir. Bir şey yapıyormuş gibi lafla geçiştirmek başka bir şeydir. Laf yetmez, hareket, aksiyon ve çözüm gerekir."
VE YEMİNİDİR Kİ;
"Mukaddes şehrimiz Kudüs’ü, mukaddes mabedimiz Mescid-i Aksa’yı, İslâm diyarı Gazze’yi, her türlü işgal ve tecavüzden kurtarmak için, bütün İslâm ve insanlık adına, bütün gücümüzle çalışacağımıza söz veriyoruz”
Anlayana!
Bilene!
İbretlik!
BÜYÜK DEVLET VE SİYASET HOCASI;
Erbakan..
Tüm fikri ve ilmi konuşmalarında..
Israrla ve inanarak..
Türklüğün, İslâmiyetle ayrılmaksızın fiili
bin yıllık tarihe atıfta bulunması,
'Millî Görüş'
Kavramını ve ideallerin özellikle..
Alparslan, Fâtih Sultan Mehmed,
Yavuz Sultan Selim, İstanbul’un fethi, Viyana Kuşatması ve Kurtuluş Savaşı gibi
İslâmî-Millî tarihin kurucu isimlerini..
'Türk, İslâm Birliği'
Düşüncesinde ilişkilendirmesi..
Mânevî kalkınma temasını..
İslâm’dan hareketle ürettiğine..
Yine millî görüş sloganındaki;
“Millî”
Kelimesiyle de
“Türk Milleti'nin”
Kavramının değerlerini savunmuştur.
RUHU ŞAD, MEKÂNI CENNET OLSUN.
Selâm ve Dua ile Kalınız.
STRATEJİTÜRK
0 notes
Text
Franz von Papen - Hitler’in Türkiye Büyükelçisi
Franz von Papen – Hitler’in Türkiye Büyükelçisi Reiner Möckelmann Kitap Yayınevi
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının Türkiye büyükelçisi Franz von Papen’di. Türkiye Cumhurreisi İsmet İnönü, Başvekil Refik Saydam, Hariciye Vekili (daha sonra Başvekil) Şükrü Saracoğlu, Saracoğlu’ndan sonra görev yapan Hariciye Vekili Numan Menemencioğlu, Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi Hüsrev Gerede, Franz von Papen’in başlıca muhataplarıydılar. Onlar Avrupa’yı Atlas Okyanusu kıyılarından, Ural Dağlarına kadar istila eden Nazi selini Türkiye’den uzak tutmaya çalışıyorlar, Franz von Papen de Türkiye’nin Nazi Almanya’sı yanında saf tutması için çaba harcıyordu. Papen’in bu temel görevinin yanı sıra yaptığı şeyler de vardı: Anadolu Ajansında çalışan Türk vatandaşı Yahudilerin işten çıkarılmalarını sağlıyor, Türkiye vatandaşı Yahudilerin resmi görevlere alınmaması ve Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınan ve esas olarak üniversitelerde görevlendirilen Yahudi ve Alman sığınmacıların işlerinden çıkarılmaları için girişimlerde bulunuyordu. Almanya Büyükelçisi von Papen’e 24 Şubat 1942’de Ankara’da bir suikast girişiminde bulunuldu. Sabah saat on civarında Papen ve eşi Atatürk Bulvarında yürürken yakınlarında patlayan bomba her ikisini de yere yıktı. Suikastçının bombayı erken ateşlemesi kendisinin parçalanmasına, Papen’in kurtulmasına yol açmıştı. Polisin suikastı hazırlayanları bulmak için takip ettiği izler İstanbul’daki Sovyet Konsolosluğuna ulaşıyordu. Öte yandan Papen’in büyükelçilik döneminin belki de en önemli olayı bir casusluk meselesiydi. İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Hughe Knatchbull-Hugessen’in Kosova kökenli uşağı Elyeza Bazna bu olayın kahramanıydı ve von Papen kimliğini gizlemek için ona Çiçero adını vermişti. Çiçero Almanlara kısa sürede dört yüzden fazla gizli belge aktardı, bunun karşılığında da 300 bin Sterlin aldı. Ne var ki Almanlar ödemenin yarısını hakiki banknotlarla, yarısını ise kendi bastıkları sahte banknotlarla yapmıştı. Savaştan sonra Elyaza Bazna Federal Almanya’ya karşı bir tazminat davası açtıysa da sahte banknotlarını tazmin etmeyi başaramadı. Reiner Möckelmann ekonomi, filoloji ve sosyoloji eğitimi gördü. Bir Alman diplomatı olarak Ankara, Belgrad, Lima, Moskova ve Viyana büyükelçiliklerinde görev yaptı. 2003-2006 arasında Almanya’nın İstanbul başkonsolosuydu. Emekliliğinden sonra Almanya’nın Nazi geçmişi üzerinde çalışmaya ve kitaplar yazmaya başladı. 2016’da İkinci Vatan Türkiye; Ernst Reuter’in Ankara Yılları başlıklı kitabı yayınlandı.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara devamı burada => https://sizekitap.com/tarih/franz-von-papen-hitlerin-turkiye-buyukelcisi/
0 notes
Text
içimizdeki ukde: hollywood
Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem’in yan rollerde karşımıza çıktığı “Osmanlı Subayı / The Ottoman Lieutenant” gösterimdeyken, Türkiye’den çıkan oyuncuların yabancı sinemadaki maceralarına göz atalım. Bu hikayede biraz umut biraz hayal kırıklığı var.
Filanca Türk oyuncunun Hollywood’u yakında fethetmeye hazırlandığını, o esnada fethediyor olduğunu veya çoktan fethettiğini ballandıra ballandıra anlatan o umut dolu gazete/dergi haberlerinin ne zaman yazılmaya başladığını araştırmaya kalksak, 40’lara dönmemiz gerekir. Ancak ilginçtir, bu haberlerin tastamam gerçeği yansıttığı tek dönem de yine 40’lardı. Çünkü sahnede Viyana doğumlu, tek kelime Türkçe bilmeyen, Türk asıllı, gerçek bir Hollywood oyuncusu vardı: Turhan Bey. Hollywood’da kendine sağlam bir yer edinmiş, yıldızlarla karşılıklı oynamış ilk Türk aktör… Türkiye’den çıkıp da ülkeyi gururlandırması elbette tercih sebebiydi, ama Türkiye ile bir bağ kurmamış oluşu, Hollywood’dan dedikodular taşıyan, dönemin pek popüler dergilerinde sık sık boy göstermesine engel değildi. Sadece 12 yıl kadar kamera önündeydi ve bilhassa stüdyoların aktör sıkıntısı çektiği İkinci Dünya Savaşı yıllarında sinemanın başkentinde müthiş bir başarı yakaladı. İnce bıyıkları, arkaya doğru taranmış siyah saçları ve yakışıklı yüzüyle, kaçış filmlerinin “egzotik karakter” kontenjanını doldurdu, Hollywood tarihine “Türk lokumu” olarak geçti, ismini Errol Flynn ve Boris Karloff gibi ikonlaşmış oyuncularla aynı afişlere yazdırdı, Katharine Hepburn’ün kocasını canlandırdı, Lana Turner’la aşk yaşadı, Ava Gardner’la dost oldu. İşin aslı Hollywood’da kök salma konusunda, henüz Turhan Bey’den daha başarılı bir oyuncu çıkmadı.
Bey’in zaferi iyi güzeldi de, asıl marifet Avrupa’nın değil, Türkiye’nin bağrından kopup yabancı topraklarda tutunmaktı belki de. Zira dil sorunu kara bir bulut gibi tepedeydi, imkanlar kısıtlıydı, yurt dışına açılamayan ve bu yüzden kimsenin varlığından haberdar olmadığı Yeşilçam’da bir yıldız dahi olunsa, gidilen yerde sıfırdan başlamaktan başka çare yoktu. Bütün bunları göze alarak, Turhan Bey’in başarısının yankılarına ilk kulak veren aktörlerden biri, dönemin meşhur oyuncularından Alan Ladd’e benzerliğiyle dikkat çeken Muzaffer Tema’ydı. Ayhan Işık ya da Orhan Günşıray henüz ortalarda yokken, tiyatro dışından sinemaya transfer olan bir jön olarak Tema’nın yakışıklılığı dillere destandı. 50’lerin sonunda, Türkiye’deki en verimli çağında, Amerika’ya gidip büyük stüdyolardan birine kaydını yaptıran Tema’nın Hollywood çıkarması, Feridun Çölgeçen ve Ayhan Işık’ınkine oranla daha başarılı oldu. Tema’nın, Joan Fontaine’i dansa kaldırdığı üç dalda Oscar adayı olan “Acı Tebessüm / A Certain Smile”, Türkiye’de aktörün başroldeymiş gibi gösterildiği afişlerle gösterime girdi. Tema’nın ikinci Hollywood filmindeki rolü daha büyüktü, bu kez “Ayda Korkunç Mücadele / 12 to the Moon” adlı bilimkurgu filminde Ay’a giden Türk astronot Dr. Selim Hamid’i canlandırdı. Tema’nın yaptığı bu atılımın başta Ayhan Işık olmak üzere, dönemin birçok yıldız oyuncusunu heveslendirdiği ve kıskandırdığı söylenir.
O günlerden bugünlere atlayıp Haluk Bilginer’i bir istisna olarak kabul edersek, Hollywood’da Tema’nın vardığı noktadan daha ileriye gidebildiğimizi iddia etmek güç. Üstelik burada “Hollywood” denen şöhretler ülkesi, bildiğimiz Los Angeles dolaylarından ibaret değil; genel olarak bütün yabancı ülke sinemaları şu Hollywood denen meredin içine giriyor. En azından toplumsal algı bu yönde. Tek tek başarılı girişimlere tanık olsak da, Haluk Bilginer dışında yabancı sinemada varlığını istikrarla koruyan başka bir oyuncumuz yok. Yine de Saadet Işıl Aksoy’un Penélope Cruz ve Emile Hirsch ile oynayıp, hikayenin üçüncü önemli karakterini başarıyla canlandırdığı “Sen Dünyaya Gelmeden / Twice Born”u; Mehmet Günsür’ün Dominique Swain’le başrolleri paylaştığı “Fall Down Dead”i; Meltem Cumbul’un “The Alphabet Killer” macerasını ve 2016’da görücüye çıkan Halit Ergenç’in “Ali and Nino”sunu anmadan geçmeyelim. Bir kısmı veya tümü Türkiye’de çekilen yabancı filmlerde ise, 1970 tarihli, Fikret Hakan ve Salih Güney’li “Paralı Askerler / You Can't Win 'Em All”dan; Russell Crowe’un yönettiği Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Salih Kalyon’lu “Son Umut / The Water Diviner”a varıncaya kadar bol duraklı ve daha uzun bir yol kat edildiğini görüyoruz. Bu yazının vesilesi olan, Bilginer’in de oyuncuları arasında olduğu Amerika-Türkiye ortak yapımı “Osmanlı Subayı / The Ottoman Lieutenant”ın da önemli bir kısmı İstanbul ve Kapadokya’da çekildi. Ama “Osmanlı Subayı”ndan önce, kariyerine İngiltere’de başlayan Bilginer’in yabancı filmlerde ister istemez temsilcisi olduğu “Doğulu adam” figürüne daha yakından bakalım. Zira bu figürün değişimini ve gelişimini, rolleri üzerinden gözlemleyebileceğimiz tek oyuncu o.
Rol aldığı ilk film olan Sigourney Weaver ve Michael Caine’li “Half Moon Street”te, Weaver’ın karakteri Dr. Lauren Slaughter’a cinsiyetçi bir espri yapıp, sonra da ağız dolusu bir kahkaha atan, geleneksel giysiler içinde bir Arap’ı canlandırdı Bilginer. Jenerikte adının yanında, “Birinci Arap” yazıyordu. Warren Beatty ve Dustin Hoffman’lı “Ishtar”da “gerilla lideri”ydi. Eric Stoltz ve Gabriel Byrne’lü “Lionheart”ta sakallı ve fesli bir pazarcıydı. Joaquin Phoenix ve Ed Harris’li “Acemi Askerler / Buffalo Soldiers”ta sadece “Türk”tü, hem de öfkeli, şiddet düşkünü ve yasa dışı bir Türk. Milliyeti ne olursa olsun “Doğulu adam” temsilinin çerçevesi sabitti, ancak Bilginer’in ekran süresi gittikçe artıyordu. “W.E”, “Zoraki Radikal / The Reluctant Fundamentalist” ve “Rosewater” gibi filmler aktörün yerini sağlamlaştırdı. Son olarak 100 milyon dolar bütçeli Hollywood filmi “Ben-Hur”da, Yahudi tüccar Simonides’i canlandırdı. Tıpkı yıllar önce Muzaffer Tema’nın Hollywood filmlerinde yapıldığı gibi, Bilginer’li “Ben-Hur” afişleri salonları süsledi, oysa aktörün ekran süresi pek kısaydı. Ama burada asıl dikkat çekmesi gereken, bugün Bilginer’in yabancı filmlerdeki varlığının, artık Doğulu karakterlere hapsolmayacağı bir seviyeye ulaşmış olması. Aynı şeyi, bu ülkede yaşayan bir başka oyuncu için söyleyemeyiz. Hal böyleyken, bir kısmı İstanbul’da çekilen yabancı filmlerde de ülkenin yerel temsilcisi, İngilizceye hakimiyeti, karizması ve tartışmasız yeteneğiyle Bilginer’den başkası olamazdı. Tıpkı Clive Owen ve Naomi Watts’lı “Uluslararası / The International” örneğinde olduğu gibi. Filmde canlandırdığı Ahmet Sunay, geleneksel kıyafetleri veya Türk aksanı olmayan, son derece itibarlı ve bir o kadar tekinsiz bir karakterdi.
Bu ay izleyeceğimiz “Osmanlı Subayı”nın başrollerini “Game of Thrones” ile şöhrete kavuşan Michiel Huisman, bir süredir sinemada görünmeyen Josh Hartnett ve çıkış yapmaya çalışan İzlandalı genç oyuncu Hera Hilmar paylaşıyor. Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem ise Osmanlı ordusunda görevli Halil Bey ve Melih Paşa’yı canlandırıyor. Asıl ilginç olansa, hikayedeki aşk üçgeninin en önemli köşesindeki Türk karakteri, filme ismini veren Osmanlı subayı İsmail’i, filmin jönlerinden birinin, Michiel Huisman’ın canlandırması. Bu, yukarıda bahsettiğimiz, seyircinin algısını şekillendiren köşeli temsillerin yerel oyuncularla olmasa da, popüler isimlerle yeniden inşa edilmeye başladığının habercisi. İsmail’i Huisman’ın suretinde izlemek, dünyanın geri kalanı için fark eder mi bilinmez, ama bizim için ilginç olduğu kesin.
(Mayıs 2017, Milliyet Sanat)
2 notes
·
View notes
Text
İSTANBUL MİLLETVEKİLİ SAYIN PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ'IN DİYANET İŞLERİ BAŞKANINA YAZDIĞI *MUTLAKA* *OKUNMASI* *GEREKEN* *TARİHİ* VE İBRETLİK *MEKTUBU*
Lütfen *okuyunuz* ve *okutunuz* ...
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş
Sayın Başkan,
Türkiye ağır bir çoklu kriz sürecinden geçmektedir. Bu çoklu krizin ana unsurları, tek adam yönetimine geçiş ile iyice belirginleşen Devlet Krizi; Türk toplumunu ayrıştıran/düşmanlaştıran politikalar neticesinde ortaya çıkan Milli Birlik Krizi; yanlış ekonomik politikalar sonucunda ortaya çıkan Ekonomik Kriz ve 5.3 milyon Suriyeli sığınmacının ülkemize gelişiyle oluşan Sığınmacı Krizidir. Küresel ve bölgesel gelişmeler, bu çoklu krizden geçen ülkemizin önümüzdeki yıllarda daha da ağır bir politik buhran yaşayacağını göstermektedir.
Emperyalist güçler, yaşadığımız krizin sonuçlarını ve gerçekleşecek buhranı istismar etmek isteyeceklerdir.
Batı emperyalizmi için Doğu veya Türk sorunu 1071'de Malazgirt'e girmemizle birlikte başlamıştır. 1071'de Malazgirt'ten giren Türk Ordusu, 1083'te İznik'i başkent yapmış ve Anadolu Türk Selçuklu devletini kurmuştur. Böylece Türk milletinin İslam adına birleşik Avrupa uygarlığına, Hristiyan Avrupa'ya karşı 900 senedir devam etmekte olan mücadelesi başlamıştır. İznik'in başkent ilan edilmesi üzerine 1094'de ilk Haçlı seferi başlamış ve 1272’ye kadar ardı ardına 9 Haçlı Seferi gerçekleşmiştir.
Türk Milleti amacı kendisini Anadolu'dan atmak olan Haçlı Seferlerini göğüslemiş, yenmiş Anadolu üzerindeki egemenliğini tartışmasız hale getirmiştir. Haçlı Seferlerinin aşılmasını, Osmanlı Türklüğünün milletimizin egemenliğini önce Balkanlara, sonra Orta Avrupa'ya taşıması izlemiştir. Bu ilerleyiş Türk Milletinin Rumeli’ye ilk adımını attığı 1352’de başlamış, 1683’de Viyana önünde başlayan geri çekilişe kadar devam eden 331 seneye yayılmıştır.
1683 ile 1921 arasında Türk milleti Viyana'dan Sakarya Nehrine kadar 238 sene süren geri çekilme süreci içinde olmuştur.
Çekilen sadece ordumuz ve sancağımız değil, milletimiz, dinimiz ve kültürümüzdür. Bu geri çekilme sırasında tarihin en uzun ve en büyük soykırımı yaşanmıştır. 1812-1918 arasında Balkanlar ve Kafkaslardan 4.5 milyon Türk Anadolu’ya sığınırken, 5 milyon Türk ise tarihin en uzun ve en büyük soykırımı sonunda yaşamlarını yitirmişlerdir.
1918'de Kudüs'e giren İngiliz general son Haçlı Seferi'nin başarı ile sonuçlandığını açıklamıştır. Artık sıra Asya'nın kızılderilileri olarak görülen Türk milletinin Anadolu'dan tasfiyesine gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı'nın yorgun galipleri Türk milletinin kasaplığını yapma görevini Yunan ordusuna vermiş, kendisi ise bu kasaplığa arkadan yardım etmiştir. Bu kasap ordunun on binlerce Türk evladını işkenceler ile katlettiğini, binlerce Türk kadınına aşağılık şekilde tecavüz ettiğini biliyoruz.
Siz, Sayın Başkan, Anadolu'nun harem-i ismetine tecavüz eden Yunan ordusunun savaşı kazanmasını arzu eden bir Türk-İslam düşmanını hasta ziyareti adı altında ziyaret ederek Yunan ordusunun katlettiği insanlarımızın ruhlarını incittiniz. İncittiğiniz sadece tecavüz edilip işkenceler ile öldürülen Türk analarının, süngülenerek katledilen bebeklerimizin, adım adım çarpışarak şehit olan mehmetçiklerin ruhları değildir. Onlara bütün umutlarını bağlayan yüz milyonlarca mazlum millet mensubunun da ruhlarıdır.
Sayın Başkan, Türk İstiklal Harbi, Türk milletinin yok edilmeye karşı direnişidir.
Türk İstiklal Harbi cereyan ederken dünyada 300 milyon Müslüman vardır. Bu 300 milyon Müslümanın Sakarya ve Aras arasına sıkışan 10 milyonu, Türk milleti bağımsızlık mücadelesi verirken 290 milyonu emperyalizmin egemenliği altında yaşamaktaydı. Bu anlamda Türk İstiklal Harbi sadece Türk milletinin değil bütün İslam dünyası ve mazlum milletlerin de emperyalizme karşı isyanıydı.
Sayın Başkan, Durum bu iken başkanlığını yaptığınız DİB Türk milletini kucaklamak yerine iktidar partisinin yan kuruluşu gibi çalışmaktadır. Bazı imamlar camilerde muhalefet partilerine hakaret etmekte, iktidar propagandası yapmaktadırlar. Görüyoruz ki, İstiklal Harbimizin önderi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e karşı bir huruç harekatı yapılmak istenmektedir. Bu harekatın koçbaşı olarak DİB görev almıştır.
Türk milletinin tamamının ortak değeri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Türk İstiklal Harbi'ne karşı başında olduğunuz kurum düşmanca tavır almıştır. Devletimizi ve kurumunuzu kuran Atatürk’ten kurum sitesinde bahsetmiyorsunuz. Atatürk ve silah arkadaşları için dua edilmesini yasakladığınız haberleri gazetelerde çıkıyor. Atatürk’ün fotoğraflarını cami yaptırma derneklerinden indirtmeye çalışıyorsunuz. Raporlarınızda Atatürk’ü din karşıtı gibi göstermeye çalışıyorsunuz.
Sayın Başkan, Ben size kısaca Atatürk’ü anlatayım. 4 Ekim 1911. İtalya ilk sömürgesini oluşturmak amacı ile Libya’nın işgaline başlıyor. Osmanlı Devleti'nin İtalya ile açık ve kapsamlı bir savaşa girme gücü yok. Ancak isteyen subayların gönüllü olarak Libya’ya gitmelerine izin verildi. Binlerce subay arasından bir avuç subay gönüllü olarak Libya’ya gitti. Mustafa Kemal, 22 Aralık 1911’de Derne’ye ulaştı. Arap kabilelerini gerilla savaşı için örgütledi ve İstanbul, Libya’dan vazgeçen anlaşmayı imzalayana kadar İtalyanlar ile savaştı. (1911 - 1912)
Birinci Dünya Savaşı başlayınca Mustafa Kemal, görev istedi. Çanakkale’ye atandı. İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda ve Fransız birlikleri ile savaştı, yendi. (1915-1916) Çanakkale’den sonra Mustafa Kemal, 16. Kolordu’ya Doğu cephesine atandı. 16 Nisan 1916’da Silvan’da göreve başladı. Muş-Bingöl hattında ilerleyen Rus Ordusu ile savaştı. 7 Ağustos 1916’da Muş’u ve sonra Bitlis’i Rus Ordusundan geri aldı. Haziran 1917’de Mustafa Kemal, 7. Ordu ile Filistin Cephesinde görevlendirildi. Artık sırada tekrar İngiliz ordusu vardı. Ancak, İngilizler kadar büyük bir sorun Türk askerinin kanı üzerinde Alman menfaatlerini gerçekleştirmeye çalışan Alman komutanlardı. Ekim 1917’de görevinden istifa edip İstanbul’a döndü. Mustafa Kemal’in İstanbul’a dönmesinden 15 gün sonra İngilizler saldırdılar ve Kudüs’ü aldılar. Mustafa Kemal’in uyarılarında haklı olduğu anlaşılmıştı. 1 Eylül 1918’de tekrar aynı göreve atandı ve göreve başladı. Bu sefer Alman Falkenheim gitmiş, onun kadar yanlış bir adam olan Liman von Sanders yerini almıştı. Sanders’in mutlak ölüme götürdüğü Türk birliklerini, yok olmaktan kurtarıp, savaşarak geri çekti ve kuzeyde sağlam bir hat üzerine yerleştirdi.
Artık Birinci Dünya Savaşı bitmişti. Kaybetmiştik. Ancak Mustafa Kemal, Türk milletinin yeni bir savaşa başlayacağının bilinci içinde her bir Türk gencini gelecekteki savaş için hazırlıyordu (1917-1918). Bazı ahlaksız, vicdansız, cahil ve beyinsizlerin söylediğinin aksine, Mustafa Kemal Atatürk, hayatının büyük bir bölümünde Osmanlı Türk Devleti'nin yıkılmamasının mücadelesini vermiştir. 19 Mayıs 1919. 1683’de gerçekleştirdiğimiz İkinci Viyana Kuşatmasından beri geri çekilen Türk milleti artık “nihai” olarak yenilmiştir. Düşmanlarımız sadece bizi değil, müttefiklerimizi de yenmişlerdir.
Yunan ordusu, Avrupa emperyalizminin kasap ordusu olarak yukarıda kaydettiğim gibi Anadolu’ya yollanmıştır. Türk halkı yoksul, yorgun ve inançsızdır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1911’de Libya’da en küçük gerilla birliğinden başlayarak sekiz sene içinde ordu komutanlığına kadar her kademedeki birliği komuta ederek pişen askeri dehası, şimdi siyasi ve psikolojik bir dehayı ortaya çıkarmaya başlar. Mustafa Kemal, Türk milletini tekrar savaşa ikna eder.
Meclis kurulur, ordu kurulur, Birinci ve İkinci İnönü, Eskişehir-Kütahya, Sakarya, Dumlupınar. Sonra önce İzmir’e ve İstanbul’a giren Türk Ordusu. İstanbul’un ikinci kez fethi. Hazreti Peygamberin Hadis-i Şerif’i yere düşmez. “Konstantinopolis’i fetheden asker ne güzel askerdir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”
İstiklal Harbi, Türk milletinin savaşı tekrar kabul etmesi ve İngiliz emperyalizmini siyasi, Yunan ordusunu ise askeri olarak yenmesidir (1919-1922).
Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması başlar. 1071-1683 arasında 612 sene sürekli savaşarak ilerleyen ve sonra 1683’den 1921’e kadar 238 sene sürekli savaşarak adım adım geri çekilen bir millet, bir dinin tek başına birleşik Avrupa’ya karşı kılıcı ve kalkanı olan bir millet, yaralarını sarmak için çabalamaktadır.
8 Kasım 1938. Mustafa Kemal uyanır. Saate bakar göremez. Hasan Rıza Soyak’a sorar: “Saat kaç?”, “7.00 efendim” Aynı soruyu birkaç kez daha sorar. Soyak, cevabı tekrar ederek, saatin 19.00 olduğunu söyler. Soyak, “Biraz rahat ettiniz mi efendim?” diye sorar. Gazi “Evet” der. Doktor Neşet Ömer İrelp, dilini çıkarmasını ister. Mustafa Kemal dener. Ancak sonra dilini geri çeker. İrelp’e dikkatle bakar ve son olarak “Aleykümselam” der.
30 saat süren komadan hiç çıkmaz ve 10 Kasım saat 09.05’de kalbi durur. “Melekler, onların canlarını iyiler olarak alırken, ’selamün aleyküm! yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin’ derler.” (Nahl/32)
Sayın Başkan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk sadece Türk milletinin değil, İslam dünyasının da son dehasıdır. Başında bulunduğunuz kurum Atatürk’e, Türk İstiklal Harbi'ne saygısızlık, düşmanlık yaparak Türk Milleti’nin büyük çoğunluğundan hızla kopmaktadır.
Sayın Başkan, Uzun bir süre DİB’in İstiklal Harbimize ve Atatürk’e saldırılarını, düşmanlığını sessizce izleyen, camiden uzaklaşan vatandaşlar artık tepkilerini sesli şekilde göstermeye başlamışlardır. Camilerimizde kavgalar ve protestolar çıkmaktadır. Türkiye'de her geçen gün cuma namazına giden sayısı azalmakta, tepkisel olarak deist ve ateist sayısı tırmanmaktadır.
Sovyetler Birliği döneminde Rusya’da ateist propaganda bile ateizmin gelişmesi konusunda sizin sağladığınız başarıyı sağlayamamıştı. Bu “başarı” sizin eserinizdir.
Sayın Başkan, Hz. Osman'ın katilleri gibi ümmeti bölüyorsunuz. Bu gidiş iyi bir gidiş değildir. DİB izlemekte olduğu bölücü ve dışlayıcı politikaları terk etmezse yarın daha büyük olayların olması muhtemeldir. Hatta DİB camilerine gitmek istemeyenlerin kendi camilerini kurmaları şaşırtıcı olmayacaktır. DİB, AKP'nin değil, bütün milletin Diyaneti olduğunu hatırlamak zorundadır.
Sayın Başkan, Bulunduğunuz makam, Türk İstiklal Harbi’nin manevi önderlerinden ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ilk başkanı Rıfat Börekçi'nin makamıdır. Bulunduğunuz makam, aziz milletimizin dinimizi öğrenmesini ve güçlü maneviyata sahip olmasını sağlamakla görevlidir. Bulunduğunuz makam partizanlık yapma değil bütün yurttaşları kucaklama, eşit sevgi ve şefkat gösterme makamıdır. Siyasetin ayırdığı hatta son dönemde düşmanlaştırdığı kitleleri; bir araya getirme, aynı milletin çocukları, aynı peygamberin ümmeti olma duygusunu verme görevi Diyanet İşleri Başkanlığına düşmektedir. Ülkemize yönelik küresel ve bölgesel gelişmelerin ağır tehditleri gündeme taşıdığı bir dönemde milli birlik ve beraberliğimiz daha da büyük önem kazanmaktadır.
Sayın Başkan, Şu ana kadar birçok büyük yanlış uygulamaya imza attınız. Ancak bunları düzeltmek için hala adım atma şansınız var. Türk milletinin bölünmesine, ayrışmasına, düşmanlaşmasına daha fazla yardımcı olmayın. Aziz Atatürk’ün iç cephe dediği milli birliğimizi güçlendirici adımları hızla atın. İstiklal Harbimize ve Atatürk’e, Türk Milletinin milli değerlerine saygı gösterin. DİB’i Atatürk’e saldırıların koçbaşı olarak kullanmaktan vazgeçip, bir süre birlikte çalıştığınız FETÖ ile gerçek bir mücadeleye başlayın. Araştırmacı-gazeteci İsmail Saymaz’ın “Şehvetiye Tarikatı” kitabını okuyun ve gereken önlemleri alın.
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ İYİ Parti İstanbul Milletvekili
Kaynak: Zahide UÇAR
0 notes
Text
Avrupa’daki en eski şehirlerden birinin sokaklarında yürürken, insan bin yıllık bir tarihe dokunma fırsatı bulabilmekte. Pek az insan Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın zengin morfo koduna aşinadır ve pek çoğu da şehrin 7.000 yıllık tarihini duyunca şaşırmaktadır. Şehrin genel karakterini şekillendiren çeşitli çağların tarz zenginliğinde tarihi katmanlanma gözle görülür ve tanımlanabilir durumdadır. Günümüzde 1.5 milyonu aşkın nüfusuyla, “büyüyen ama yaşlanmayan” şehir, modern ve gelişen bir Avrupa başkentidir.
İkinci En Eski Avrupa Başkenti İnsanlar şehir bölgesine en geç 7.000 yıl önce yerleşim kurmuşsa da, bugün Sofya adıyla bilinen bölgede insanların en az 30.000 yıldır barındığı çeşitli buluntulardan anlaşılmaktadır. Bölgede yerleşimin erken gerçekleşmesinde önemli bir etken, bölgenin bir kavşak noktası niteliği ile birlikte Vladayska Nehri yakınlarındaki kaplıca kaynaklarının varlığı olmuştur. Bölgede ilk kolonileşenler Serdilerden Trakyalılar olmuş, şehrin ilk adı bu şekilde Serdica olmuştur. Şehir merkezinde Central Hall ile Sheraton Hotel arasındaki bölgede hâlâ Eski Trakya yerleşim kalıntıları bulunmaktadır.
Ulpia Serdica Romalılar tarafından fethedilen Serdica, Mark Ulpius hükümdarlığı (98-117) altında hızla gelişmiştir. Via Militaris olarak bilinen Doğu ile Batı arasındaki eksen üzerindeki jeopolitik konumu, Roma’nın Trakya eyaletinde büyük önem kazanmasına sebep olmuştur. M.S. 106 yılında Serdica özerklik kazanmış ve imparatorun onuruna ismini Ulpia Serdica olarak değiştirmiş, “Serdilerin en parlak şehri” olmuştur.
İmparatorluğun Mark Aurelius ve oğlu Komod tarafından yönetildiği 176-180 yılları arasında Serdica’nın kale duvarı inşa edilmiş, böylece kentsel alan kalıcı olarak korumaya alınırken şehrin planı da sonsuza kadar belirlenmiştir. Bu planlamanın izlerine bugün dahi, neredeyse iki binyıl sonra, Sofya şehir merkezi sokaklarında, bulvarlarında ve binalarında rastlamak mümkündür.
Daha sonraları Büyük Konstantin tarafından “benim Roma’m” olarak nitelendirilen ve yeni Hristiyanlık inancının bir merkezi niteliği kazanan Serdica, 9. yüzyıl başına kadar yani şehir nüfusu çoktan Slavlarla karışana kadar Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kalmıştır.
Osmanlı Hükümdarlığında Sofya Sofya, beş yüzyıl boyunca (1382-1878) Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde kalmıştır. Döneme dair kimi belgelerde şehrin bambaşka bir çekiciliğe sahip olduğu, fatihlerde hayranlık hisleri uyandırdığı söylenmektedir. Ancak Osmanlı yetkilileri şehrin görünüşünü hızla değiştirmiş ve mimari tarzını etkilemiştir. Bazı Hristiyan kiliseleri ve bazilikaları camilere, idari binalar, halk hamamlarına ve kapalı pazarlara dönüştürülmüş, bütün bunlar Osmanlı şehir planlama geleneğini şehre taşımıştır. Osmanlı hükümdarları şehrin stratejik konumunu takdir etmiş, bir zanaat ve ticaret merkezi olarak geliştirilmesine devam etmiş, nitekim 19. yüzyılda ilk Balkan demiryolu ünü “Doğu Ekspresi”nin bir parçası olarak inşa edilerek Sofya’yı Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan eksende önemli bir noktaya oturtmuştur.
Yeni Avrupa Başkenti Osmanlılar’dan bağımsızlık kazanılmasını takiben 3 Nisan 1879 tarihinde, Mebuslar Meclisi Sofya’yı Bulgaristan vilayetinin başkenti olarak ilan etmiştir. Bundan dolayı 4 Nisan şehrin resmi tatili olarak kutlanmaktadır. Giderek Sofya için ülkede önemli bir siyasi, ekonomik, bilimsel ve kültürel merkez olma yönünde dönüşüm başlamıştır. Şehrin genel mimari görünüşü Avusturya-Macaristan kaynaklı Viyana Tarihselciliği ve Sezesyonizm akımlarından yüksek düzeylerde etkilenmiş olup, bu akımlar 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca etkilerini sürdürmüştür. Günümüzde bu dönemlerden kalan güzel binalar restore edilmekte ve idari kurumlar ya da konsolosluklara dönüştürülmektedir.
Yerel olarak bir ‘ulusal – romantik Sesezyonizmin Bulgar varyantı’ şeklinde tanımlanan ve Avrupa’nın mimari akademilerinden mezun olan ilk Bulgar mimarlar neslince ortaya konulan Sofya’nın yeni-Bizans tarzının sentezi günümüzde şehrin karakterini tanımlayan en önemli başarılardan biri olarak kabul edilmektedir. Bu tarz üzerinden, şehrin kamu binaları için kilit bir sembol olarak yüksek düzeyde belirleyici ve dikkat çekici bir görünüm sağlanmıştır. Sofya’da yeni-Bizans tarzının sentezi iele inşa edilen bazı binalar şunlardır: Eski Aziz Nedelya Katedrali, Halk Kaplıcaları, kapalıpazar Halite ve Bağımsızlık savaşında ölen askerlerin şerefine 1912 yılında inşa edilen Aziz Aleksandar Nevski Katedrali.
Modern Tarih Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönem mimarisi, geç Sezesyonizm çerçevesinde idari binaların ve otellerin inşa edilmesiyle karakterize olmaktadır. Hem anıt hem de konut mimarisindeki parlak Modernizm desenleri barındıran ve temelde Alman İşlevselcilik ve Bauhaus akımlarından etkilenen yeni mimari eğilim, hızlı ve istikrarlı bir ekonomik büyümeye tanıklık etmiştir.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı şehrin genel mimari ve kentsel yapısının kalıntıları üzerinde izini bırakmıştır. 1945 yılında, Sosyalist rejim altında hükümetin Bulgaristan Ulusal Cumhuriyeti’nin kuruluşu açıklamasını müteakiben, başkent için yeni bir şehir planlaması benimsenmiştir. Sosyalist idare altında (1945-1990), Sofya görünüşünü kayda değer biçimde değiştirmiştir. Yeni devlet yetkilileri ‘sosyal gerçekçilik’ ve ‘geç sosyalist eklektik’ akımları çerçevesinde geniş çaplı kamusal bina inşaatları başlatmıştır. Bu anıtsal mimariyi sembolize edebilecek örnekler; günümüzdeki hükümet kompleksi (Başkanlık, Bakanlar Konseyi Binası, eski Komünist Parti Binası) ve Ulusal Kültür Sarayı olarak verilebilir. Sosyalist dönemin belirleyici bir özelliği prefabrik panel blok kompleksleri şeklindeki konut mimarisidir endüstrileşmiş konut inşaatının eski Doğu Bloku ülkelerinde gözlemlenen tipik bir örneği.
“Büyüyen Ama Yaşlanmayan” 1990’lı yıllarda Sosyalist rejimin sona ermesi ve demokrasinin yürürlüğe girmesi, Bulgaristan’da yıkıcı ekonomik ve siyasi sarsıntılara sebep olmuştur. Geniş sokaklar ve şehir meydanlarında yürürken insan hâlâ rasyonel postmodern kentsel atmosfere sahip köklü bir “kızıl” şehir hissiyatını tadabilmektedir. Cam ve çeliğe dayalı çağdaş mimari doygunlaşması, bir küresel metropolitan başkent olma yolundaki dönüşüm dönemine işaret etmektedir. Günümüzde, 1,5 milyon civarı nüfusuyla Sofya Doğu Avrupa bakımından “yeni pazarlar için dijital başkent” niteliğini ortaya çıkaran bir ekonomi ve teknoloji merkezi olarak varlığını korumaktadır (F. Guerrini, Forbes, 2016). Sloganında da belirtildiği gibi “büyüyen ama yaşlanmayan”, günümüz Sofya’sı, özgürlük ve bilinçli evrim söylemlerini dile getiren ancak yine de gençliği derinden yakalayabilen güvenilir bir “yetişkin” rolü oynamaktadır. Şaşırtıcı ya da belki değil ama dinamik ve zengin sosyal yaşamlarıyla karakterize olan şehir sakinleri nezdinde bu husus özellikle doğrudur. Hareketli gece hayatıyla, yabancılar Sofya’yı her gün süren bir “kutlama”nın mekânı olarak tanımlayabilmekte ve bu hususta yanılmamaktadır; zira Sofyalılar güzel yemekler ve samimi kültürel etkinlikler için her daim hazırdır.
Şu anda meydana gelen pek çok şey mevcut; bunlar değişmeye ve geleceğin kentsel gelişimine yatırım yapmaya yönelik hakiki bir arzuya işaret etmekte. Küresel eğilimlerden etkilenen sayısız proje ve konsept, şehir sakinlerinin gerçek ihtiyaçlarını dikkate alan kullanıcı dostu bir yaklaşımla “insanlar için bir şehir” inşa etmenin yolunu açmaktadır (Jan Gehl, şehir merkezi için yeni plan, 2017). 2013 yılında, Sofya Belediyesi önderliğinde, Sofya’nın merkez bölgesinin gelişimine yönelik hacim-mekansal konsept geliştirilmesini amaçlayan bir uluslararası açık mimarlık yarışması düzenlenmiştir. Şehir merkez bölgesini öncelik olarak dört ayrı bölgeye ayıran yeni yaklaşım çerçevesinde 2018 yılı bu değişikliklerin uygulanması ve devreye sokulması adına kayda değer bir yıl olmuştur. Tebrik edilecek çıktılar olmasına karşın, uluslararası deneyimlerden benimsenecek ve öğrenilecek daha pek çok şey vardır.
Her ne kadar geçmişte dramatik bir kaderi bulunsa da, Sofya güçlü bir anne gibi nitelenebilecek katı karakterini ispatlamış ve daha iyi ve daha parlak bir gelecek için “İnanç, Umut ve Sevgi”yi barındırarak evrilme yönünde kendisine bir yol bulmuştur.
Bakanlar konseyi binasının bahçesinde bulunan Aziz George tapınak-kümbeti ve antik Trakya kalıntıları
Aziz AleksandarNevski Katedrali
Türk Büyükelçiliği Binası
Sofya ��niversitesi
Ulusal Tiyatro Binası önünde Açıkhava Çocuk Fuarı-en yoğun ve sosyal kamusal alanlardan biri
“Bağımsızlık” Meydanı ve Başkanlık Binası
Aziz Sofya Anıtı
NOT
Kentsel Kimlik Sofya zengin bir kültürel ve doğal kimliğe sahiptir. Avrupa’daki en eski şehirlerden biri olarak, koruma altında bulunan 1.400 tarihi bina ve anıt barındırmaktadır. Nehir kanalları ve kaplıca suyu kaynaklarının varlığı “mavi” karakterini verirken şehrin zengin yeşil altyapısıyla desteklenmektedir. Dahası, yakın çevresindeki dağlık ve tepelik topoğrafyanın varlığı da Sofya’yı dört mevsim boyu çekici bir merkez hâline getirmekte, ayrıca kentin genel silüet oluşumu ve görsel varlığında hayati rol oynamaktadır.
Aziz Sofya Bazilikası Bizanslılar tarafından fethedilen ve 1018-1194 yılları arasında yönetilen başkent, bu dönemde bugün bilinen Sofya ismini “Aziz Sofya” bazilikasından almıştır. Geç Bizans döneminde, şehir Balkanlarda bir zanaat ve ticaret merkezi hâline gelmiştir.
Türk Büyükelçiliği Binası Mimari tasarımı Avusturyalı Friedrich Grünarger’e ait ve Viyana İmparatorluk Barok tarzındadır. Yirminci yüzyılın başlangıcında, modern Türkiye’nin kurucusu olacak Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri ataşelik görevi yaptığı bir Türkiye Büyükelçiliği olmuştur. Kaynak: “Sofia Portraits”, Sofya Belediyesi, 2012.
Cazip Bir Turizm Merkezi Son on yıl içerisinde Avrupa Birliği sınırları içinde cazip bir turizm merkezi olmasının ekonomik faydaları da göz ardı edilemezdir. Sofya, diğer Avrupa başkentlerine kıyasla ucuz seyahat seçenekleri ve makul maliyetli eğlence hayatıyla en çok tercih edilen turizm noktalarından biri konumundadır.
Aziz Sofya Günü 17 Eylül tarihinde, kilise Sofya’nın kutsal şehitleri olan Sofya, İnanç, Umut ve Sevgi’nin anılarını yad etmekte ve isimlerinden gelen erdemleri onurlandırmaktadır. Bu bayram gününde, Sofyalılar Aziz Sofya gününü kutlamaktadır. Geleneğin ardındaki öykü, M.S.1. yüzyılın ikinci yarısında, dini inançlarından dolayı İmparator Adrian tarafından idam edilen yalnız bir Hristiyan kadın ve üç kızını anmaktadır. Kutsal şehitler Sofya, İnanç, Umut ve Sevgi’den kalan dini yadigarlar, 777 yılından bu yana kuzeydoğu Fransa’da Alsas bölgesinde korunmaktadır.
Yazan: Dzheylan Karaulan
*Bu yazı Marmara Life 2019 / Eylül-Ekim sayısında yayımlanmıştır.
Sofya, Bir “İnanç, Umut Ve Sevgi” Hikâyesi Avrupa’daki en eski şehirlerden birinin sokaklarında yürürken, insan bin yıllık bir tarihe dokunma fırsatı bulabilmekte. Pek az insan Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın zengin morfo koduna aşinadır ve pek çoğu da şehrin 7.000 yıllık tarihini duyunca şaşırmaktadır.
0 notes
Text
Anadolu Ajansı (bültenlerinin) bazı yerlere yayılmadığı ve gönderilmediği yolunda şikayetler alıyoruz. Anadolu'nun dışarıyla bütün ilgisinin kesilmiş bulunduğu şu sıralarda (…) bu konuda yapılacak bir ihmalin ‘vatan suçu' teşkil edeceğinin bilinmesini arz ederiz.” (Atatürk, 18 Nisan 1920)
Atatürk, Ankara'da Anadolu Ajansı'na ayrılan odada haberlere göz atıyor.
Geçtiğimiz hafta 31 Mart Yerel Seçimleri yapıldı. Seçim bitti ama gerilimi hâlâ devam ediyor. 31 Mart yerel seçimlerinin en ilginç ve düşündürücü olaylarından biri seçim gecesi yaşandı. Saat 17'de sandıklar kapandı. Oy sayımı başladı. Türkiye seçim sonuçlarını öğrenmek için ekrana kilitlendi. Televizyonlar, Anadolu Ajansı'ndan aldıkları sonuçları açıklamaya başladılar. Özellikle İstanbul'daki yarış nefes kesiciydi. İstanbul'da sandıkların yüzde 99'undan fazlası açılmıştı ki Anadolu Ajansı birden bire veri akışını durdurdu. Diğer illerdeki seçim sonuçlarını açıklayan Anadolu Ajansı, saatlerce İstanbul'u açıklamadı. Bu gecikmenin nedeni, İstanbul'da muhalefetin adayı Ekrem İmamoğlu'nun öne geçmesiydi. İktidarın kontrolündeki Anadolu Ajansı, muhalefetin İstanbul'da öne geçtiğini açıklamaktan çekiniyordu.
Şu garip tesadüfe bakın ki 31 Mart 2019 gecesi herkese saç baş yolduran Anadolu Ajansı, bundan tam 99 yıl önce 31 Mart 1920'de doğmuştu.
Her şeyi en başından anlatayım!
NASIL KURULDU?
16 Mart 1920'de İstanbul işgal edildi. Meclisi Mebusan dağıtılıp bazı milletvekilleri Malta'ya sürüldü. İşte o günlerde İstanbul'daki bazı aydınlar –Atatürk'ün çağrısıyla– Ankara'ya geçmek için yollara düştüler. O aydınlardan ikisi; Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve Halide Edip (Adıvar), binbir güçlükle İstanbul'dan Ankara'ya geçtiler.
Yunus Nadi ve Halide Edip 31 Mart 1920'de Geyve'de buluştular. Trenle yollarına devam eden iki aydın, Gevye-Akhisar (Pamukova) istasyonundaki mola sırasında Ankara'da bir “haber ajansı” kurulmasını görüştüler. Halide Edip, “Türk Ajansı”, “Ankara Ajansı” ve “Anadolu Ajansı” adlarını önerdi. “Daha da bulunabilir” dedi. Yunus Nadi, en iyi adın “Anadolu Ajansı” olduğunu belirtti. Halide Edip de “Önce kendini ve bütün vatanı kurtaracak olan Anadolu'dur. O halde kararımızı vermiş olalım: Anadolu Ajansı…” dedi. Yunus Nadi bunu kabul etti. Böylece Anadolu Ajansı'nın kuruluş fikri 31 Mart 1920'de Geyve Akhisar İstasyonu'nda doğdu. (1)
Yunus Nadi ve Halide Edip, Anadolu Ajansı düşüncesini Ankara'da 4-5 Nisan 1920 gecesi, Atatürk'e açtılar. (2) O günlerde bir ajans kurmayı düşünen Atatürk de bu fikri derhal kabul etti.
6 Nisan 1920'de Atatürk'ün bir beyanatıyla Anadolu Ajansı kuruldu. 8 Nisan 1920'de Atatürk, Anadolu Ajansı'nın kurulduğunu resmen açıkladı. (3)
TBMM açılmadan iki hafta önce kurulan Anadolu Ajansı yeni Türk devletinin ilk milli kurumu oldu.
Anadolu Ajansı, o sırada Atatürk'ün de karargahı durumundaki Ziraat Mektebi'ndeki bir odada çalışmaya başladı. Halide Edip de o “dar ve uzun odada” kalıyordu. Odada eşya olarak “dosya rafları sandalye, iki masa ve -Atatürk'ün Osmanlı Bankası'ndan aldığı- bir yazı makinesi” vardı. Halide Edip burada bazı yabancı gazetelerin haberlerini tercüme ediyor, Atatürk'ün Kâtibi Hayati Bey'in getirdiği telgraflardan ajans için gerekli parçaları kesiyordu. Halide Edip'e bu işlerde, o sırada Ankara'da Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi'ni çıkaran Yunus Nadi Bey ile Abdurrahman adlı bir Afgan genç yardım ediyordu İlk günlerde, ajans haberlerini ve yazılarını bizzat Atatürk kontrol ediyordu.
Anadolu Ajansı, Ziraat Mektebi'nden sonra Ulus'ta Öğretmen Okulu'nun bodrum katına taşındı. Birkaç yer değişikliğinden sonra da Samanpazarı'nda iki katlı bir binaya geçti.
NEDEN KURULDU?
Atatürk, “Milli Mücadele'yi nasıl kazandınız?” diye soranlara “telgraf telleriyle” diye cevap verirdi. Hiç kuşkusuz “telgraf telleri” kadar o tellerdeki “haberler” de çok önemliydi.
Atatürk, milli direnişi örgütlemek için her şeyden önce işgal altındaki ülkede en uzak köşelere kadar haber ulaştırmak zorundaydı. İstanbul basını, ya “baskı” ya da “düşman etkisi” altındaydı. Anadolu'da yerel basın yetersizdi. (4) Ülkede yerli milli bir ajans yoktu: 1911'de kurulan “Osmanlı Telgraf Ajansı” milli olmaktan çok ticariydi. Daha sonra “Osmanlı Milli Ajansı”na dönüşen “Telgraf Ajansı” I. Dünya Savaşı sonunda kapatılmıştı. 1918'de “Türkiye Havas-Reuter Ajansı” kurulmuştu. (5) Fakat bu ajans da işgalcilerin çıkarları doğrultusunda haberler yapıyordu. (6) Örneğin Atatürk, Nutuk'ta, “Havas-Reuter Ajansı”nın 27 Mayıs 1919'da “Türkiye, büyük devletlerden birinin himayesini sağlama noktasında birleşiyor” haberine tepki duyarak “milletin, milli bağımsızlığı korumaya kararlı oluğunu” ve “millî vicdanı temsil etmeyen haberlerin endişe verici tepkiler yarattığını” belirterek milleti bu yanlış haberlere karşı uyardığını anlatıyor.
Kısacası milli direnişi örgütlemek için yerli milli gazetelere ve haber ajanslarına ihtiyaç vardı. Atatürk bu nedenle Sivas'ta “İrade-i Milliye”, Ankara'da da “Hâkimiyet-i Milliye” gazetelerini kurdu. Başlangıçta İtalyan Haber Ajansı'ndan yararlandı. Sonra da milli direnişe zarar verecek yanlı haberlere karşı milleti uyarmak, meclis kararlarını, milli bildirileri halka ulaştırmak, yerli ve yabancı kamuoyunu milli direniş hakkında bilgilendirmek için Anadolu Ajansı'nı kurdu.
Milli Mücadele'de Anadolu Ajansı
Anadolu Ajansı, zorlu savaş yıllarında üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. İç ve dış kamuoyunu milli direniş hakkında sürekli doğru bilgilendirdi.
Anadolu Ajansı, içeride İstanbul, Zonguldak, İnebolu, Antalya ve İzmit'te; dışarıda ise Londra, Paris, Berlin, Viyana, Cenevre ve New York'ta irtibat büroları açtı.
Anadolu Ajansı bültenleri binbir güçlükle işgal altındaki İstanbul'a ulaştırıldı. İstanbul'da eski Çiftçi Kütüphanesi sahibi Akif Bey ile Hayri Budak Bey bu bültenleri gizlice aldılar. Bu bütünler, İstanbul Babıali'de bir kitabevinin bodrum katında eski bir teksir makinasıyla veya bültenin altına kopya kağıdı yerleştirilerek elle çoğaltıldı. Ajans haberleri telgrafla yayıldı. Atlı görevlilerin ücra köşelere kadar götürdüğü bültenler buralarda kara tahtalara asıldı. Anadolu Ajansı bütün bu çalışmaları Halide Edip, Yunus Nadi, Hamdullah Suphi ve on kadar personelle yürüttü.
Halide Edip Adıvar
Düşmanın bütün kara propagandasına karşın milli direnişin en zor anlarında Anadolu Ajansı'nın haberleri halka güç verdi. Anadolu'daki Yunan mezalimini Anadolu Ajansı dünyaya duyurdu. TBMM'nin açılacağı, Anadolu Ajansı bülteniyle halka duyuruldu. Cephelerden en doğru haberleri Anadolu Ajansı verdi: Sakarya Savaşı'nın ne zaman başlayıp nasıl ilerleyip nasıl sonuçlandığı, Büyük Taarruz'un tüm aşamaları ve İzmir'in kurtuluşu gibi önemli haberler hep “AA” kaynaklıydı.
Yeni Gün Gazetesi'ni çıkardığı günlerde Yunus Nadi Abalıoğlu
Anadolu Ajansı sadece Milli Mücadele'de değil, sonrasında Cumhuriyet'in ilk yıllarında da yeni Türkiye'nin gözü kulağı oldu. Önce Lozan görüşmelerini çok başarıyla yansıttı. Sonra Atatürk'ün devrimlerini topluma anlattı. Devrimleri halka anlatmak için çıktığı yurt gezilerinde Atatürk'ün yanında hep AA muhabirleri vardı. Atatürk, İzmir suikast girişimi sonrasında 19 Haziran 1926'da “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözünü Anadolu Ajansı'na verdiği demeçte söyledi.
Atatürk, Anadolu Ajansı'nın Batılı anlamda modern bir haber ajansı olmasını istiyordu. Bu amaçla 1925'te Anadolu Ajansı'nı şirketleştirdi.
İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Anadolu Ajansı'nın 50. yılı dolayısıyla kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demişti: “Bizim de bir ajansımız vardı. Dünyaya haber verebiliriz diye pek çalımlıydık!”
Anadolu Ajansı'nda ihmal “vatan suçu”ydu
Atatürk, milli direnişin başarıya ulaşması için Nutuk'taki ifadesiyle ülke içinde ve dışında “elektrik şebekesi” gibi bir bilgi ve haber ağı kurdu. Bu ağdaki veri akışı için Anadolu Ajansı'na çok büyük iş düşüyordu.
Atatürk işte bu nedenle Anadolu Ajansı haberlerinin ve bültenlerinin zamanında yerine ulaşmasını “vatan görevi”, ulaşmamasını ise “vatan suçu” olarak gördü.
Örneğin, Konya Postanesi'nde Anadolu Ajansı haberleri ve bültenlerinin engellendiği anlaşılınca Atatürk, 18 Nisan 1920'de Konya Posta ve Telgraf Müdürlüğü'ne çektiği bir telgrafta Anadolu Ajansı haberlerinin dağıtımında ihmali olan kişilerin isimlerini istedi. 18 Nisan 1920'de Anadolu Telgraf Merkezi'ne gönderdiği bir tamimde ise Anadolu Ajansı haberlerini iletmekte ihmali olanların “cürmü vatan” (vatan suçu) işlemiş sayılacaklarını bildirdi. 21 Nisan 1920'de Diyarbakır Posta ve Telgraf Başmüdürlüğü'ne çektiği bir telgrafta da Anadolu Ajansı haberlerinin Palu'ya ulaşmadığının öğrenildiğini, durumun incelenerek sonucun bildirilmesini ve ajans haberlerinin düzeli olarak bütün merkezlere verilmesini emretti. 21 Nisan 1920'de de Balıkesir'de 64. Fırka Komutanı'na ve Mudanya Kaymakamı'na çektiği telgrafta ise Anadolu Ajansı'nın günlük bildirilerinin hiç aksamadan Bandırma ve Mudanya'dan güvenilir kayıkçılar ve kaptanlarla İstanbul'a gönderilmesini istedi. (8)
Demem o ki, Anadolu Ajansı 99 yıl önce bir ölüm kalım savaşında emperyalizmin ve yerli iş birlikçilerinin “yalanlarına” karşı halkı “doğru” bilgilendirmek için kurulmuştu. Anadolu Ajansı'nın 31 Mart 2019 gecesi sergilediği “yandaşlık”, Anadolu Ajansı'nın şanlı tarihine hiç yakışmadı.
Görülen o ki 99 yıl önce Atatürk'ün “vatan” kurtardığı Anadolu Ajansı ile 99 yıl sonra “iktidar partisi” kurtarılmak istendi.
Atatürk'ün Anadolu Ajansı'ndan isteği: En doğru ve hızlı havadis
Atatürk, 8 Nisan 1920'de yayımladığı Anadolu Ajansı'nın kuruluş genelgesinde Milli Mücadele'de halkın iç ve dış “en doğu havadis (haber) ile aydınlatılmasının” zorunlu olduğunu, “Anadolu Ajansı'nın en hızlı araçlarla vereceği havadis ve bilginin Temsilciler Kurulu'nun belgeli ve asıl kaynaklarına” dayandığını bildirdi. (7)
Atatürk'ün bu genelgesi dikkatle okunduğunda sadece “havadis” değil “en doğru havadis”, “en hızlı araçlarla vereceği havadis”, “belgeli ve asıl kaynaklara dayalı havadis” ifadelerini kullandığı görülür. Atatürk'ün burada altını çizdiği noktalar; “doğru”, “tarafsız”, “belgeli ve kaynaklı” haberlerin “hızlı” biçimde her yere ulaştırılması, haber ajanslarının uyması gereken evrensel ilkelerdir.
Anadolu Ajansı'nın 12 Nisan 1920'e yayımladığı ilk bültende de bu ajansın, halkın “en doğru haber ve bilgiler alabilmesi” için kurulduğu belirtiliyordu.
Anadolu Ajansı, kuruluşundaki bu evrensel ilkelerden 99 yıl boyunca –31 Mart 2019 gecesine kadar– hiç vazgeçmedi.
0 notes
Text
Atatürkün Ayrıntılı Hayatı, Mustafa Kemal Atatürkün Hayatı Ayrıntılı
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selanik’te Kocakasım Mahallesi, Islahhane Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın’dan Makedonya’ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım’la evlendi. Atatürk’ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı. Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği’nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik’e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi’ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye’ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına “Kemal” i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi’sini bitirip, İstanbul’da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi’ne devam etti. 11 Ocak 1905’te yüzbaşı rütbesiyle Akademi’yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907’de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır’a III. Ordu’ya atandı. 19 Nisan 1909’da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa’ya gönderildi. Picardie Manevraları’na katıldı. 1911 yılında İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı. 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911’de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912’de Derne Komutanlığına getirildi. Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915’te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi. 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal Çanakkale’de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine “Çanakkale geçilmez! ” dedirtti. 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı’nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915’te Arıburnu’nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal’in askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri cephenin kaderini değiştirmiştir. Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları’dan sonra 1916’da Edirne ve Diyarbakır’da görev aldı. 1 Nisan 1916’da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a geldi. Velihat Vahidettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad’a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918’de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelip Harbiye Nezâreti’nde (Bakanlığında) göreve başladı. Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. 22 Haziran 1919’da Amasya’da yayımladığı genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ” ilan edip Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919’da Ankara’da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması’nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşan I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye – ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı. Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır: Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü’nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı. Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921) I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921) II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921) Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922) Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması’yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922’de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet’in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ve “Yurtta barış cihanda barış” temelleri üzerinde yükselmeye başladı. Atatürk Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz: 1. Siyasal Devrimler: · Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) · Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) · Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) 2. Toplumsal Devrimler · Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) · Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925) · Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) · Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) · Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) · Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) 3. Hukuk Devrimi : · Mecellenin kaldırılması (1924-1937) · Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) 4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler: · Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) · Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) · Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) · Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) · Güzel sanatlarda yenilikler 5. Ekonomi Alanında Devrimler: · Aşârın kaldırılması · Çiftçinin özendirilmesi · Örnek çiftliklerin kurulması · Sanayiyi Teşvik Kanunu’nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması · I. ve II. Kalkınma Planları’nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934’de TBMM’nce Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verildi. Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk’ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti. Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı. 15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku’nu okudu. Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923’de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı. 1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu. ATATÜRK’ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ Atatürk’ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova’da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara’ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana’ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs’ta Ankara’ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul’a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu. Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı’nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul’a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938’de Hatay Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi Atatürk’ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona’da kalan Atatürk’ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı’na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O’nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938’de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara’ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 29 Ekim 1938’de kahraman Türk Ordusu’na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!” sözü ile Türk Ordusu’nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda “Türk vatanının ve Türk’lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır” diyerek Türk Ordusu’na olan güvenini belirtmiştir. Atatürk 1 Kasım 1938’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi’nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu’nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı. Atatürk’ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk’ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı’nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk’ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı’na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit’e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara’ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk’ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk’ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe’de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
OKUDUYSANIZ yada IZLEDIYSENIZ PAYLAŞIN LÜTFEN HERKES OKUSUN ve IZLESIN. Read the full article
0 notes
Text
DÜNYA'DA NELER OLUYOR? TÜRKİYE GEÇMİŞTE NEREDE İDİ, ŞİMDİ NEREDE? (1815- 1830-48 İhtilalleri-1. ve 2. Dünya Savaşı, Bugün)
Dünya nasıl 1815 Viyana Kongresi'nde paylaşıldı, 1830-48 ihtilallerinde ise bu paylaşım bozuldu ise. 1945 sonrası kurulan düzende şimdi çatırdıyor.
Avrupa'da; İskoçya'nın bağımsızlık referandumu, İngiltere'nin AB'den ayrılması, Rusya'nın Ukrayna'nın kendisinden uzaklaşması sonucu Kırım'ı işgali, İspanya'da Katalonya'nın ayrılıkçı talepleri, Almanya'da Bavyera'nın ayrılma talepleri, İtalya'da Güney'in ayırılma talepleri...
Ortadoğu'ya bakarsak gene 1945 düzeni ile kurulan İsrail'in Kudüs'ü işgali, yeni müttefik arayışı Barzani'nin bağımsızlık talepleri, Mısır'ın, Libya'nın yeniden biçimlendirilmesi, Suriye'nin parçalanıp Kuzey'in ABD için yeni bir güç PYD'nin eline verilmesi. Türkiye'de Fettulahçı Dini Örgüt'ün 15 Temmuz Darbe Girişimi..
Uzakdoğu'da; Kuzey Kore'nin yarattığı gerilimler, ABD'nin bu Asya'nın şımarık çocuğuna Çin yüzünden müdahaleden kaçınması. Japonya'nın 1945 düzeninden yavaş yavaş sıyrılması...
Yeni bir dönemdeyiz. Yeni ülkeler, yeni kutuplar, yeni çatışmalar. Tarih yazılmaya devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti'de bu dönemin en başat aktörlerinden.
1815'te kararlarında da 1830-48 İhtilalleri'nde de Osmanlı Balkanlar'da yalnız kalmıştı. 30'da görülen anayasal gelişmeler, 48'de Milliyetçilik ile birleşip kendisini derinden hissettirdi. Eflak Boğdan'da çıkan ayaklanmalar, Rusya ile gergin bir duruma soktu. Sonuç Rusya ile ardı kesilmez savaşlar, Batı bir yere kadar dizginlese de 1870'lerden sonra İngiliz liberaller Rusya'nın ipini saldı ve büyük toprak kayıpları, yanlış tercihler, yanlış hamleler ve kaçınılmaz çöküşe doğru... 1918'e sadece kendi açımızdan bakıyoruz. 1915'e Gelibolu'ya bakıyoruz ama Verdun, Somme'a bakmıyoruz. Alsace Lorraine diyoruz ama üstünden geçiyoruz.
1918'in galiplerinin hataları sonucu Hitler çıktı, Mussolini çıktı. Sonuç 1939-1945 savaşları yaşandı. Uygun olursa felaketi "teğet geçtik". 1945'te Yalta'da Stalin, Roosevelt, Churchill Dünya'ya format attı...
Ama artık bunun da sonuna geldik, 1945 akıllıca idi lâkin dünya değişti.
İçeride ve dışarıda 1908 ve 1922 yılları arasında bitik denilen, her taraftan saldırıya maruz kalan, büyük çatışmalar yaşayan Anadolu Türklüğü galip gelip reformlar yapıp bugüne ulaştı. Köklü bir medeniyet, kolay kolay yıkılamazdı. Dünün Yunan işgalcileri aklayan İskilipli Atıf'ı ile gizli saklı yaşayan "Cemaat, Hizmet efendileri" yani bugünün FETÖ'sünün yarattığı 15 Temmuz'un da, Osmanlı'nın güçsüzleşmesi ile ortaya çıkan Ermeni Örgütlenmecileri ve bugünün Kürt Örgütlenmecileri arasında bu bağlamda farkı yok. Gene saldırılara maruz kalıyoruz. Gene mücadele ediyoruz...
1945 San Fransisco'da kazanılan, Kore Harekatı ile pekiştirilen Amerika müttefikliği artık 2016'da çatırdadı. Çünkü artık Sovyetlere karşı kullanmaya gerekecek bir kalkana ihtiyaç yok. Daha çok kazanmak için yeni güçlere ihtiyacı var: Suriye, Irak, İran, Türkiye'de yaşayan Kürtler... İsrail için de Ortadoğu'da olabilecek en büyük müttefik...
Pek tabiki, bugün 1914'deki kadar güçsüz ve yalnız değiliz. Güçlüyüz, müdahale ediyoruz. Yeni müttefikler yaratıyoruz, 1870'lerin Almanya'sı, İtalya'sının yerini yeni dönemde Rusya, İran, Çin aldı. Türkiye jeopolitik konumu gibi kafası da karışık, her zaman olduğu gibi son dakikacı konumda...
Büyük gerilimler; toplumun apolitikliği ve medyanın "işlevsizliği" nedeniyle görülmüyor. Gösterilmek istenmiyor. Bu büyük gerilim belki de dünyayı kökünden etkileyecek...
Aktörü olduğumuz tarih yazılıyor, yazılmaya devam ediyor...
(Görsel: Suç Çağları: Kim yaptı? John McCutcheon. Avrupa barışı ölmüş, ve bir suçlu aranıyor... Ve şimdi yeni bir Suç Çağı'ndayız ve dünya barışı ölüyor)
0 notes
Text
Handicare: Merdiven Asansörü Üretiminde 130 Yıl | LiftArt Asansör | Merdiven Asansörü
Handicare: Merdiven Asansörü Üretiminde 130 Yıl
Genç bir Hollandalı işadamı Jan Hamer’in içgüdüsüne dayanarak, 130 yıl önce 1886’da kurulduk. Hamer, eğitimini ciddiye aldı: bilgilerinin genişletilmesi, tekniklerinin geliştirilmesi ve 3 dilin öğrenilmesi: Hollandaca, İngilizce ve Almanca. Dünya çapındaki teknoloji ve endüstri tarafından ilgi gören, kendi şirketini kurmak için öğrendiği şeyleri okulda kullandı. Şirketi, Robert Boyle fanları, Carré hava basınçlı tanklar, Kelley vitray, tablolar, toz süt ve hatta CH Milde Fils & Co. telefonları gibi uluslararası şirketlerle çeşitli ürünlerin ticaretini yapıyordu. Yeni icatlara olan merakı, sonunda ilk Fit Witte tarafından Berlin, Almanya’da inşa edilen asansörlerin resmi ithalatçısı oldu. 2 Nisan 1886’da Hamer ilk asansörünü kurdu ve tarih oldu yazılmaya başlandı.
Savaş yılları
Hamer, 1889’da bir ortak buldu, Bay Mulder tarafından bir araya getirildi ve şirketin adı Jan Hamer & Co. olarak değiştirildi. Bundan sonra en büyük Hollandalı asansör üreticisi haline geldi. Bununla birlikte, 1929 yılındaki küresel ekonomik kriz nedeniyle asansör ve asansör üretimi büyük ölçüde azaldı ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında böylece sürdü. Savaş bittikten sonra, Jan Hamer & Co faaliyetleri sürdürdü ve savaş sırasında imha edilen ve bozulan asansörleri onarmaya başladı.
1 Ocak 1960’da Bay Mulder’ın torunu Gerrit Pieter Mulder, Jr. eş direktör olarak göreve başladı. Mulder Jr, Teknoloji Üniversitesi’nden mezun olmuş ve Viyana ve Stockholm’daki çeşitli şirketlerde imalat deneyimi kazanmıştır. Koltuklu merdiven asansörünü bir Amerikan gazetesinde gördü. Bu teknolojiyi Hollanda’da tanıtmaya karar verdi. İlk merdiven asansörü Van Winssen, Bakker, Jongerden ve Pastor ile birlikte kurdu. Çok yaratıcı bir kişi olan Mulder Jr, gazete ve dergilerde logo ve ürün ilanları oluşturma gibi ilk kurumsal pazarlama faaliyetlerine de başladı. İş iyi olduğu için Jan Hamer & Co, karargahını genişletip burada karargahımız kaldığı Heerhugowaard, Hollanda’ya taşımaya karar verdi.
Satın alma
1990’lı yıllarda, komple üretimini merdiven asansörlerine ayrılmış olmasını ispat etmek isteyen şirketin adını “Freelift” e değiştirmeye karar verildi. Adı ayrıca, müşterilerin bir merdiven asansörü satın alarak özgürlüğünü korumalarını temsil ediyordu.
2001’de ilk Van Gogh’u kurduk (mevcut Freecurve’miz)! Ürün, merdiven asansörü pazarında gerçek bir yenilikti.
Freelift’in hızlı bir şekilde büyümesi, şirketi bugün Newtonstraat’ta kurmaya itti. Üretim tesisi, yaklaşık 33.000 feet kare alana sahiptir ve oldukça verimli olacak şekilde tasarlanmıştır. Uygun fiyatları, yüksek kalitesi ile sektörde prestij markası olmuştur.
Aralık 2007, şirket için yeni bir çağın doğuşunu gördü: Norveç Handicare tarafından satın alındı. Handicare, dünya genelinde ofisleri olan uluslararası üretim sunmaktadır: Norveç, İsveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, Polonya, Kanada, ABD, Çin, Fransa ve İtalya.
LiftArt – Handicare Merdiven Asansörleri Türkiye Temsilcisi
Makale Konusu: Merdiven Asansörü Üretiminde 130 Yıl
Kaynak: https://liftart.com.tr/handicare-merdiven-asansoru-uretiminde-130-yil/
#handicare#merdiven asansörü tarihi#Merdiven Asansörü Üretiminde 130 Yıl#Merdiven Asansörü Haberleri & Blogu
0 notes
Photo
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
Seher vakti Erdel Kralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
0 notes
Photo
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
Seher vakti Erdel Kralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
0 notes
Photo
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
Seher vakti Erdel Kralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
1 note
·
View note
Photo
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
SEHER vakti Erdel Kıralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
0 notes
Photo
23-24 Ağustos Viyana Kuşatması Günleri
23 Ağustos Pazartesi
Seher vakti Erdel Kralı trampetler çaldırarak hareket edip, Yanık kıyışındaki köprüleri beklemek üze re yola koyuldu. Serasker İbrahim Paşaya Ulak Çelebi’yle gönderilmiş olan, orduyu hümayuna derhal katılması yolundaki buyruk kendisine ulaştırıldı.
Sadrazam metrislere gidip bir süre sonra tabyasına döndü. Tırhala alaybeyi şehit düştüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden biri tayin edilerek alaybeyi olarak hilat giydirildi. Bundan sonra Sadrazam Kul Kethüdasının tabyasını ziyaret etti. Buraya az önce Yeniçeri Ağası, Rumeli Beylerbeyi ve Kul Kethüdası gelmiş bulunuyorlardı. Savaş yönetimi hakkında konuşulup Sadrazam adı geçenleri emredilen işlerde hiç bir şekilde kusur etmemeleri konusunda uyardı. Sonra da kendi tabyasına dönüp bir süre orda kaldı. Arkasından dış hatlardaki tabyasına gitti.
Bu sırada Zağarcıbaşı Ağa’nın kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını yıkıp içindeki melûnları altında bıraktı. Hepsini yerin dibinde kaybedip cehennemin ebedi ateşine yolladı. Geceleyin kırk tane gâvur, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolundaki galeriye karşı bir baskın yaptılar. Bu kolun serdengeçtileri karşı koymayı başaramayıp kaçtılar. Bu olay Sadrazamın kulağına gidince bu serdengeçtilerin ağasını tabyada bulunduğu sırada huzuruna çağırttı, bağırıp en ağır şekilde azarladıktan sonra hapsettirdi.
Akşama doğru Rumeli kolunda püskürme cinsinden bir lağım patlatılıp din düşmanının domuz damını yerle bir etti, gâvurların metrislerini yıktı. Domuz damının direklerini getirenler Sadrazamın Kethüdasından hediyeler aldığı için, serdengeçtilerle öteki savaşçılar bunu kıskanıp gayrete geldiler. Bir saate varmadan yığınla direk ele geçirip tabyasının önüne getirdiler. Ayrıca oradaki kirpi engellerini de söküp getireceklerine dair söz verdiler.
Tatar Hanının ulakları iki tutsak getirdi. Gâvurların ordugâhında ele geçirilmişlerdi. Serçeşmeye teslim edildiler. Sonra gâvur ordusundan bir başka tutsak daha getirildi. Bu gâvur sorguya çekilirken, bütün gâvurların paniğe kapılıp ordugâhı terk ettiklerini ve kaçıp gittiklerini söyledi.
Tatar Hanı ırmağın öte yakasının düşmandan arınmış olduğunu görünce, oraya büyük bir gayretle atılıp her yanını yakıp yıktı ve çöle döndürdü.
24 Ağustos Salı
Trabzon Alaybeyj eceliyle öldüğünden yerine kendisinin tımar sahiplerinden Kır Ali tayin edildi ve Sadrazamın huzurunda alaybeyi olarak hilat giydirildi. Dünkü gün, dört kişi, gâvurların şarampolü dibinde şarap içerken yakalanmıştı. Bugün herkesin önünde her birine iki yüzer sopa vuruldu. Öğleden önce Draskovich ile her iki Nadasdy, Sadrazamın elini öperek dönüş için izin istediler. Kendilerine orta derecede üç hilat giydirildi.
Tatar Hanının oğlundan bir ulak gelerek Hüseyin Paşa C46) ile Tatar ordusunun Morava suyunu geçtiğini, karşı yakada gâvurların eskiden ordugâhlarının bulunduğu adada çadır kurup yerleştiğini bildirdi. O tarafa doğru gidenler, adı geçenlerin gerçekten anılan yerde çadır kurmuş olduklarını kendi gözleriyle gördüler. Irmağın beri yakasında bulunan birliklerden birçok sekban ve gönüllü suyu geçerek gâvurların terk etmiş olduğu yeri araştırdılar, erzak ve başka ganimetler getirdiler.
Kaledeki gâvurlara gizlice şarap götüren İzmirli sekiz dokuz Hristiyan arabacı yakalandı. Her birine herkesin önünde iki yüzden üç yüze kadar sopa vuruldu.
Ayrıca şunları da bildirdiler:
Hüseyin Paşa’yla Tatar Hanının oğlu, askerleriyle önce söz konusu edilen yere varmışlar; ordugâh kurduktan sonra yürüyüşe geçmişler; bir ya da iki saat yol almışlar. Burada çeşitli birliklerden toplanmış gâvurlarla karşılaşıp kısa bir savaş yapmışlar. Allah’ın emri böyleymiş ki, Eğri Beylerbeyi Kör Hüseyin Paşa ırmağa düşüp şehit olmuş. Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa da aynı şekilde ırmağa düşmüş, fakat yüzerek beri yakaya ulaşmış. Öteki yakada kalan diğer askerlerin ne olduğu öğrenilemedi.
2 notes
·
View notes