#nöbetçiler
Explore tagged Tumblr posts
manoliya · 3 months ago
Text
Sis pelerinin altında...yer ile gök arasında narin bir duvar halısı...sonbahar agaclarının gölgesi ...ateşten nöbetçiler gibi...mistik bir örtü..kehribar ve altın renkleri...nehirle nazikce öpüşüyor...
mutlu günler:
147 notes · View notes
emoji-23 · 1 year ago
Text
Kalbimde emareler
Sokaklarımda Nöbetçiler
Ruhumda lekeler var...
156 notes · View notes
amezhu · 5 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
213. BÖLÜM - Duraklamayı Kırmak; İyi Zamanlı Bir Hediye -
Aniden, bir ışık Xie Lian’in kafasında dönmeye başladı, Yin Yu’Yu yere bırakarak ayağa kalktı. “…Lanetli zincir. Lanetli zinciri aldı.”
Eğer o şey önemsiz olsaydı, Jun Wu onu almazdı ama Yin Yu'nun kanıyla dolu lanetli zinciri çıkarıp aldı, yani belki de o şey sadece Yin Yu'nun kanını emmekle kalmamış, aynı zamanda ruhunu da hapsetmişti!
Bunu düşünen Xie Lian, dövülmüş ve morarmış Quan Yi Zhen'i geride bırakarak Qi Ying Sarayı'nın arka tarafına doğru koşmaya başladı. Ancak Jun Wu artık orada değildi ve arkasını dönerek dışarı çıktı.‌
Cennet Başkentinin büyük caddesi üzerinde bir ruh bile yoktu, tamamen ıssız ve soğuktu. Sadece tanrılarla bir zamanlar hareketli ve yaşam dolu sarayları koruyan anlamsız nöbetçiler vardı, hiçbiri Xie Lian’ı umursamadı. Xie Lian da onları umursamadı ve doğrudan büyük dövüş salonuna gitti.
Jun Wu buraya dönüp tahtına oturmuş, hala elindeki lanetli zincire bakıyordu. Xie Lian hücum ettiği anda tuhaf bir gurultu sesi duydu, yukarı baktığında cenin ruhunun dört uzvuyla birlikte görkemli tavanda asılı durduğunu gördü, sanki soğukkanlı bir canavar sürekli bir şekilde yukarı aşağı sürünüyor gibi, oldukça ürkütücüydü.
Bunun gibi korkunç bir yaratık bile bu salona girebildiyse yüzyıllarca buraya adım atabilmek için mücadele veren cennet mensupları bunu görse neler düşünürdü. Xie Lian kollarını sonuna kadar açarak yürüdü, Jun Wu sordu, “Ne istiyorsun?”
Tek bir kelime söylemeden, Xie Lian elini savurdu ve o lanetli kelepçeyi kaptı, ama tabii ki Jun Wu bu şekilde almasına izin vermezdi. Bir süre geçse de yine de o şeyi alamamıştı, sinirle haykırdı, “NE İŞİN VAR ONUNLA? YİN YU ARTIK SANA GÖRE TEHDİT BİLE DEĞİL, SANA GÖRE TAMAMEN ÖNEMSİZ BİR ŞEY. NEDEN ONA ACIMASIZCA ŞEYLER SÖYLEDİN? ÖYLE KONUŞMAK NEYİNE YARADI?”
Ancak Jun Wu şöyle dedi, “Kim dedi işime yaramadığını? seni sinirden delirtti, bu işe yarar olduğunu kanıtlamaz mı?”
Sanki bir yetişkinmiş de masanın ortasına, küçük bir çocuğun ulaşamayacağı bir meyve sepeti koyup çocuğun parmak uçlarında çaresizce zıplasa da alamaması üzerine bağıra bağıra ağlamasından eğleniyor gibiydi.Xie Lian sinirden çatlamak üzereydi, “SEN RUH HASTASI MISIN?!”
“Xie Lian, takındığın tavır hiç saygılı değil.” Dedi Jun Wu.
Xie Lian çok sabretse de artık daha fazla tutamadı ve küfretti, “S*KTİĞİMİN SAYGISINI GÖSTERECEĞİM SANA!!”
Bu hayattaki tüm lanetleri muhtemelen bu adama yönelikti. Beklenmedik şekilde lanetlerini bitiremeden boğazı sıkılmıştı, boğuluyordu!
Xie Lian’ın gözleri karardı, elleriyle boğazını kavradı, bacakları kıvrılmıştı ki yere dizlerinin üstüne düştü. Jun Wu önüne oturdu, rahat ve sakin şekilde cenin ruhunun seviyor, saçlarını tarıyordu, avuçlarından siyah auralar yayılırken o pürüzsüz ve yuvarlak kafayı okşuyordu.
Xie Lian’ın öksürükleri seri şekilde devam ederken yüzü şişmiş ve kızarmıştı, Jun Wu konuştu, “XianLe, önceki gibi davranmanı öneririm, biraz daha itaatkar, biraz daha saygılı. Ancak o zaman öfkelenmeyeceğim. Unutma, bunlardan sende de var, hem de iki tane.”
“öhö, öhö, öhö… öhö, öhö…SEN!”
Xie Lian ayağa fırladı, ona bakarken gözleri kıpkırmızı olmuştu. Jun Wu, "Ben ne? Sinsi? XianLe unutma, bunu sen istedin.”
Ne şaka ama, o zamanlar bu lanet şeyin ne olduğunu nasıl bilebilirdi ki!
Guoshi onu gördüğünde yüzü düşmüş ve boynunu sıkmaya başlamıştı, Xie Lian'ı öldürmeye değil de bu şeyi çıkarmaya çalışıyor olabilir miydi?
Xie Lian'ın boynundaki lanetli kelepçenin yavaş yavaş gevşemesi ve nihayet yeniden normal nefes alabilmesi için epey bir zaman geçmesi gerekti. Sertçe nefes alıyor, bilinçaltında kendi boynunu kapatıyor ve lanetli kelepçeyi hissediyordu. Bir dokunuşla Xie Lian lanetli kelepçe dışında başka bir şey daha hissetti.‌
Aşırı ince, gümüş bir zincir. Normalde soğuk olması gerekirdi, ama uzun süredir taktığından vücut sıcaklığı ile sıcacık olmuştu. Gümüş zincirde parlak elmastan bir yüzük asılıydı.
Bunu hissettikten sonra Xie Lian'ın omuzları anında kasıldı ve o yüzüğü sıkıca kavradı. Bir sebepten dolayı kalbi gittikçe daha da hızlı çarpıyordu, sanki muazzam bir sır öğrenmişti. O sırada arkasındaki Jun Wu konuştu, “Benim. Ne var?”
‘Benim’ ne? Ne demek istedi?
Xie Lian o gümüş zinciri cübbesinin içine koydu ve kaşlarını çatarak arkasını döndü. O zaman anladı ki Jun Wu’nun dediği şey ona söylenmiş bir şey değildi.
Jun Wu iki parmağını kaldırmış şakaklarına götürmüştü, bu hareket, biriyle konuşuyordu!
Cennet Başkenti'ndeki diğer cennet mensuplarının ruhani iletişim kurmasına izin vermese de kendisinin böyle bir kısıtlaması yoktu ve dilediğini yapabilirdi. Jun Wu bir süre durakladıktan sonra sözlerine şöyle devam etti, "Fazla bir şey yok. Son zamanlarda taklit edilen Toprak Ustası vakası nedeniyle, Cennet Başkenti'ndeki diğer birçok casus ve sahte kişilik de birbiri ardına ortaya çıkarıldı. Son zamanlarda olaylarla dolu bir sezon yaşandığına göre, dikkatsiz bir hata olmamalı ve bu nedenle tüm göksel yetkililer şu anda araştırılıyor, bu yüzden tüm Cennet Başkenti kilitlendi. Şu anda dışarıya açık değil ve dışarı ile ruhani iletişime izin verilmiyor, bu yüzden elbette kimseyle bağlantı kuramazsınız."
Xie Lian hafifçe nefes aldı ve nefesini tuttu.
Jun Wu’yla konuşan kişi cennetin şu anki durumunu bilmiyormuş gibi duruyordu, Jun Wu soğukkanlı bir şekilde diğer taraftakine yalanlar savuruyordu. Ve kullandığı mazeret son derece uygundu; Kara Su’yun yaptığı taklit vakasının yüzeye çıkması fena dalgalanmaya sebep oldu ve dikkat etmeye değerdi, bu yüzden de tüm üst cennetin kapatılması için iyi bir sebepti.
Xie Lian bağırsa bile diğer taraftaki kişi bunu duyamayacağından sadece sakince gözlemlemeye ve buna göre hareket etmeye karar verdi. Yüz ifadesinde fark edilemeyen, küçücük bir değişiklik olmuştu.
Sıcak bir şekilde cevapladı, “ah? Cennetin başkentine gelmek istiyorsun demek? Tabii ki gelebilirsin. Bu seferki durum gerçekten de küçük bir durum değil, mademki yardıma gelecek kadar yüreğin var tabii ki her zaman kapımız açık.”
Diğer taraftaki cennetin başkentine gelip yardım etmeye cidden istekliydi?!
Eğer birkaç saat önce gönüllü olsalardı, kesinlikle yardıma ihtiyaçları olduğu için bu çok daha yararlı olurdu. Ama bu zamanlama? Tüm Cennet Başkenti çoktan düşmüş ve iblislerin inine dönüşmüştü, bu yüzden bu bir ateş çukuruna atlamaktan farksızdı!
Jun Wu birkaç basit kelime daha söyledikten sonra konuşmayı kesti. Xie Lian hemen sordu, “Kim geliyor?”
O cenin ruhu ışıktan bir yaratık olmadığını biliyor gibiydi ve sessizce gölgelerin içine girip saklandı. Jun Wu ise sadece küçük bir gülümsemeyle, "Acelen ne? Yakında göreceksin," demekle yetindi.‌
İşte bu onun beklentilerinin dışındaydı. Xie Lian inanamayarak merak etti, “Görmeme izin verecek misin? Diğer kişiye cennet başkentini karantinaya aldığını ve her cennet mensubunu araştırdığı söylemedin mi?”
“Tabii ki” dedi Jun Wu, “Ama en azından güvenilir sol-sağ kollara sahip olmalıyım”
Ling Wen teknik olarak hala firari olduğundan doğal olarak Jun Wu’nun sağ-sol kolu olarak hareket edemezdi, bu yüzden bu görev ona kalmıştı. Tam düşünürken, Jun Wu bir an için onu inceledi ve sıcak bir şekilde, "Xian Le, sadece iyi ol ve iş birliği yap. Aptalca numaralarla uğraşma, seni çok iyi tanıyorum, aklındaki her şeyi biliyorum." dedi.
“…”
Jun Wu dalgın bir şekilde elindeki kan dolu lanetli prangayla oynadı ve ekledi, "Kendin de söyledin, benim için Yin Yu tamamen önemsizdi. Aslında, Cennet Mahkemesi'ndeki büyük ya da küçük tüm cennet mensuplarının benim gözümde önemsiz olduğunu söylemek gerekir. Eğer bir şeyi açığa çıkarırsan, ne olacağını anlarsın.”
“…”
“Bu yüzden sakın ele verme. Kendini toparla, yakında burada olacaklar.”
Xie Lian konuşmadı ama yerden sürünerek kalktı ve üzerini sirkeledi, kendini toparladı ve Jun Wu’nun yanındaki her zaman durduğu yere yürüdü.
Jun Wu onayladı, “İşte böyle.”
Jun Wu’nun tehditleri çok etkiliydi, ama Xie Lian bu sayede bir şey keşfetti –cidden cennet başkentinin düştüğü gerçeğinin gelecek kişiler tarafından bilinmesini istemiyor gibiydi. Bu da onu gelecek kişinin kim olduğunu öğrenmeye daha da istekli hale getiriyordu.
İki tütsü zamanı sonrası, sonunda büyük dövüş holünün önünde birkaç figür belirmişti. Yeşil cübbe giyen, iri yarı siyah öküz süren, sırtında kutsal kılıç asılı bir hanımefendi gelmişti, her biri farklı boyutlarda birkaç çiftçi de arkasından ağır ağır yaklaşıyordu.
Gelen Lord Yağmur Ustası’ndan başkası değildi.
Xie Lian, biraz şaşırmıştı, Jun Wu'nun nasıl davrandığına bağlı olarak -- ifşa olduktan sonra davranış şekli, yolunu kapatan herkesi öldürür ve yaklaşan herkesi kilitlemesi gerekirdi, peki o zaman Yağmur Efendisi'ne karşı neden dikkatliydi?
Doğal olarak şu anda hiçbir şey öğrenilemezdi. Büyük Dövüş Salonuna girer girmez, Yağmur Ustası başını hafifçe ikisine doğru eğerek, "Ekselansları, Lordum, nasılsınız?" diye sordu.
Xie Lian hiçbir şey yokmuş gibi davrandı ve "Yağmur Efendisi" diyerek selamına karşılık verdi.
Kibar ve şaşkın görünmüyordu ama zihni dönüyordu, Yağmur Ustası'na Cennet Başkentindeki gerçek durumu anlatmak için ne yapabilirdi?
Jun Wu konuştu: "Yağmur Ustası Cennet Sarayına gelmeyeli uzun zaman oldu."
Ancak Yağmur Ustası alakasız bir cevap verdi, “Cennet Başkentindeki bu karantina çok sıkı.”
Yağmur ustasının sözleri sanki kafası karışmış gibi geliyordu, Jun Wu yanıt verdi; “Elden bir şey gelmez. Kara Su davasıyla birlikte, Orta Mahkeme şimdiden elliden fazla sahte cennet görevlisini ortaya çıkarmış oldu. Üst Mahkemeye yerleştirilmiş başka piyonlar olup olmadığı derin bir endişe kaynağı."
“Anlıyorum.” Dedi Yağmur Ustası.
Üçü bir süre basitçe sohbet etti ve ancak o zaman Xie Lian, Jun Wu konuştuğunda, gerçek ya da yalan fark etmeksizin, temellerinin her zaman mükemmel bir şekilde, herhangi bir kusur olmadan, son derece şaşırtıcı bir şekilde kaplandığını fark etti. Aklından uyarmak geçiyordu ama ilk olarak Jun Wu'nun bunu fark edip hıncını diğer göksel görevlilerden çıkarmasından korkuyordu; ikinci olarak da neler olup bittiğini bilmeyen Yağmur Ustası'nı bu işe karıştırmaktan korkuyordu, bu yüzden eli kolu bağlıydı. Yağmur Ustası da olağandışı bir şey fark etmiş gibi görünmüyordu ve sadece yardımına ihtiyaç duyulan bir şey olup olmadığını sordu. Jun Wu, "Şu anda yok ama soruşturma tamamlandığında eminim yardımınıza ihtiyaç duyulacaktır," diye cevap verdi.
“O zaman ben şimdilik Cennet Başkentinde kalacağım ve çağırılmayı bekleyeceğim.” Dedi Yağmur Ustası
Jun‌ Wu‌ gülümsemesini korudu, düşünceleri söylenemezdi, ama bu noktaya ulaşmış olsalar bile hala tüm bahanelerden vazgeçmemişti. “Kulağa iyi geliyor. Yıllarca başkenti terk ettin, Kendinizi yeniden tanımak için bu şansı değerlendirmek iyi bir şey. Senin Yağmur Ustası sarayın yıllardır boş.”
Yağmur Ustası başını salladı ve yavaşça ayağa kalktı. Xie Lian onun gittiği anda izleneceğini biliyordu ve biraz endişeli hissetti. Aniden Yağmur Ustası arkasını döndü ve konuştu, “Ekselansları.”
Xie Lian’ın kalbi çarptı, “Lord Yağmur Ustası’nın vereceği bir rehberlik var mı?" Sonunda yanlış bir şey fark etmiş olabilir mi?
Ancak Yağmur Ustası şöyle dedi: "Söyleyecek bir şey yok. Uzun yıllardır Cennet Başkenti'nden uzaktaydım, bu yüzden yanımda birkaç hatıra getirdim ve size hediye etmeyi düşündüm. Bunları almak ister misiniz?"
Xie Lian böyle bir şey beklemiyordu ve gülse mi ağlasa mı bilemedi, "Ha? Ah... Teşekkür ederim."‌
Jun Wu elbette hiçbir zaman hediye almazdı ve Yağmur Ustasının refakatçilerinin içeri girmesine izin verirken gülümsedi. “Xian Le, Lord Yağmur Ustası sana armağanlar hediye ediyor, neden hızlıca kabul etmiyorsun?”
“…”
Bunu söyleme şekli Xie Lian'ı disipline ihtiyacı olan küçük bir çocuğa benzetiyordu; ziyarete gelen misafirler çocuk için bir hediye getirir ve büyük, çocuğa teşekkür ettirmeden önce hediyeyi alması için onu dışarı çıkarırdı. Xie Lian'ın başka seçeneği yoktu ve bir çiftçi yaklaşarak iki eliyle sıkıca sarılmış bir paket sundu. Xie Lian dalgın bir şekilde paketi alarak teşekkür etti ama birden yüzü değişti, sanki olağandışı bir şey keşfetmiş gibiydi.
Sırtı Jun Wu'ya dönüktü ve Jun Wu'nun onun yüz ifadesini görmemesi gerekiyordu ama yine de "Bu ne tür bir hediye?" diye sordu.‌
Yağmur Ustası hediyeyi aldığı görünce ellerini nezaketen kaldırdı ve gülümsedi, “Önemli bir şey değil, sadece toprakta yetişen bazı yerel özel ürünler. Eğer başka bir şey yoksa, müsaadenizle.”
“Lütfen.” Dedi Jun Wu
Böylece Yağmur Ustası siyah öküzü çekti, yanındaki refakatçileriyle yavaşça yıllardır terk edilmiş Yağmur Ustası Sarayına doğru yöneldiler. Xie Lian hediyeyi hala kollarında tutuyordu, oradan ayrılmak üzereydi ki Jun Wu seslendi, “Bekle!”
Xie Lian gerçekten de sanki ayakları yere çivilenmiş gibi durdu.  Jun Wu, “Buraya gel.”
Xie Lian büyük dövüş salonuna geri döndü ve ona baktı. Jun Wu tahttan indi ve az önce kollarıyla sıkıca tuttuğu paketi aldı ve konuştu, “Şimdi gidebilirsin.”
Kesinlikle güvenilmez biriydi ve doğrudan Yağmur Usta'nın verdiği hediyeye bakmıştı. Xie Lian ona baktı ve bir söz söylemeden XianLe Sarayına döndü.
XianLe sarayına döner dönmez huzursuzluktan salonda bir ileri bir geri yürüyordu. Bilinmeyen bir zaman miktarı geçmişti ki bir anda kesin ve net bir ses duydu, “Ekselansları?”
Xie Lian arkasını döndüğünde, başörtüsünü başına sarmış, yırtık pırtık giyimli bir gencin bir şekilde fark edilmeden pencere pervazına atladığını ve ona şakacı bir şekilde sırıtarak üzerine tünediğini gördü!
Xie Lian çok sevinmiş ve iki adım atmıştı ki birden bu gencin az önce kendisine "Ekselansları" diye hitap ettiğini hatırladı ve Xie Lian adımlarını durdurarak biraz tereddütle sordu: "Sen... San Lang mısın?
Genç adam içten bir kahkaha attı, pencereden aşağı atladı ve başörtüsünü çıkardı. Siyah saçları aşağı döküldü ama hemen yukarı doğru bağladı ve siyah saçların altında tamamen farklı, yakışıklı ve solgun bir yüz ortaya çıktı. Bu, Xie Lian'ın son derece aşina olduğu bir yüzdü.
Hua Cheng başörtüsünü yavaşça döndürdü ve içini çekti, "Gege, sevgilim Gege, bu sefer seni görmeyi istemek cennete yükselmek kadar zordu."‌ ‌ ‌
Daha önce, Büyük Dövüş Salonu'nda, Xie Lian Yağmur Ustası'nın hediyesini aldığı anda, gerçekten de olağandışı bir şey fark etmişti. Ancak, olağandışı olan hediyenin kendisi değil, hediyeyi veren kişiydi.
Paketi aldığında, karşı tarafın elini tuttuğunu ve sıktığını hissetti.
Bu hareketin anlamsız olduğu söylenmeliydi ve eğer kadınlara yapılsaydı, kasıtlı olarak cilveli olurdu. O sırada Xie Lian sadece gözlerini kırpıştırdı ama hiçbir şey ifade etmedi ve herhangi bir alarm sesi çıkarmadan etrafına baktı. Karşısında duran kişi uzun boylu bir gençti.‌
Bu genç bir çiftçi gibi giyinmiş, yamalı, çamurlu kıyafetler giymiş ve başına bir başörtüsü sarmış olsa da yüzü hala yakışıklı ve narindi, gözlerindeki ışık parıldıyordu.
Ancak, bu ışık sadece ikisinin göz göze geldiği o anda parladı ve Xie Lian görmek için gözlerini tekrar kırptığında, o genç utangaç ve naif tavrına geri dönmüş ve başını eğerek durmuştu.‌ Hua Cheng, Xian Le Sarayı'nı aramaya geldiğinden beri, doğal olarak çevredeki tüm izleme gözlerinin icabına bakılmıştı. Xie Lian onu gördüğü anda, onun kıyaslanamayacak kadar güvenilir olduğunu hissetti ve endişelenecek hiçbir şey kalmamıştı!
15 notes · View notes
sadecelere · 1 year ago
Text
Kalbimizde Emareler
Sokaklarımızda Nöbetçiler
Ruhumuzda Lekeler var...
23 notes · View notes
chocolatepirateland · 5 months ago
Text
Kalbimizde emareler
Sokaklarımızda nöbetçiler
Ruhumuzda lekeler var...
5 notes · View notes
islenmemisinci · 5 months ago
Text
Nöbetçiler, dostluğu temsil ederken Sadeceler yanlızlığı simgeler
Sokak Nöbetçileri
2 notes · View notes
gs-v · 6 months ago
Text
Kalbimde emareler,
Sokaklarımda nöbetçiler,
Ruhumda lekeler var.
3 notes · View notes
vedatcelik13 · 10 months ago
Text
Gazali Bağdat’taki eğitimini tamamladıktan sonra bir kervanla Tus şehrine dönüyor. Ama yolda kervanı haramiler soyuyor ve herkesin altınını, gümüşünü alıyorlar. Gazali’nin de bir tek torbası var. Torba da gidiyor. Herkes kaderine razı olmuşken Gazali haramileri aramaya başlıyor.
Aylarca aradıktan sonra haramilerin saklandığı mağarayı buluyor ve torbasını geri istiyor.
Nöbetçiler bu deli çocuğu öldürmeye hazırlanırken Haramibaşı gürültüleri duyuyor ve neler olduğunu soruyor.
Bir deli oğlanın geldiğini torbam da torbam diye tutturduğunu söylüyorlar.
Haramibaşı ‘ Gönderin şu çocuğu bana diyor. Sonra ona ‘ Evladım, herkesin servetini aldık, ses çıkaran olmadı. Senin torbanda bunlardan daha kıymetli ne olabilir ki canını tehlikeye atıp buralara geldin?’ diye soruyor.
Gazali ‘ Benim yüküm onlardan daha değerli’ diyor. ‘ Çünkü içinde Bağdat’taki hocamın ders notları vardı.’
Haramibaşı adamlarına ‘ Verin şu çocuğun torbasını’ diye emrediyor.
‘ Karnını doyurup yola çıkarın.’ Sonra da Gazali’ ye dönüyor. ‘ Ders notlarını iade ediyorum delikanlı,’ diyor, ‘ ama âlim olmak istiyorsan bir şeyi hiç unutma.’
Gazali “ Nedir o?” diye soruyor.
Haramibaşı diyor ki:
“ Senden çalınabilen bilgi, senin bilgin değildir.”
2 notes · View notes
hayatinicindenbirokur · 1 year ago
Text
Kalbimizde Emareler
Sokaklarımızda Nöbetçiler
Ruhumuzda Lekeler var
6 notes · View notes
darksoul4464 · 1 year ago
Text
"Yarattığın gerçek adaletin....
Vicdanın ve vicdansızlığının sesidir."
"Sokak Nöbetçiler"
Sadece senin korkularından ibaretdir."
"Sadece Koza"
Kalbinin sesinden ibaretdir."
"Sadece Helin"
6 notes · View notes
hatiragulzaman · 1 year ago
Text
🍃⚘️🍃⚘️🍃
Aziz kardeşlerim!
Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu? diye telaş ettim. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî'nin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş:
Bazan izhar, çok defa ihfadan daha ziyade efdal olur."
Yani aşikâre yapmakta başkalar ya istifade veya taklid etmek veya gafletten uyanmak veya dalalette ve sefahette muannid ise, karşısında şeair-i İslâmiye nev'inde izhar etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi
çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlas dersini tam alanlarda değil riya, belki (gizliden tasannu karışmamak şartıyla) çok ziyade sevablı olabilir diye bir teselli buldum.
Şualar - Bediüzzaman-rh
5 notes · View notes
kitapkurdu45 · 2 years ago
Text
Nöbetçiler beraberliği ve kardeşliği temsil ederken
Sadeceler daima yalnızlığı temsil etti.
2 notes · View notes
dipnotski · 14 days ago
Text
Peter Tompkins, Christopher Bird – Bitkilerin Gizli Yaşamı (2024)
Bitkilerin dünyasını, insanlık ile bilimsel keşiflerin ortaya çıkardığı ilişkileri bağlamında inceleyen ‘Bitkilerin Gizli Yaşamı’, bitkilerin yalan dedektörleri ve ekolojik nöbetçiler olabildiği şeklinde şaşırtıcı ve dikkate değer bilgiler içermenin yanında; insan isteklerine uyumlanma yetenekleri, müziğe tepkileri, sağaltıcı güçleri ve insanlarla iletişim kurma yeteneklerini ortaya…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
sadecelere · 1 year ago
Text
Nöbetçiler hep birliği temsil ederken
Sadeceler hep yanlızlığı temsil etti
19 notes · View notes
kendihalindebirdelii · 8 months ago
Text
Kalbimizde emareler
Sokaklarımızda nöbetçiler
Ruhumuzda lekeler var
1 note · View note
hetesiya · 1 year ago
Text
Dersimli bir yiğit; Seydixon Ağa
Bu yazı İbrahim Seyitcemaloğlu tarafından, 2013 yılında dergimiz için kaleme alınmıştır ve derginin Ekim 2013 tarihli 25. sayısında yayınlanmıştır.
Seydixon Ağa öz dayısıdır. İbrahim Seyitcemaloğlu 1938 yılı sonbaharında ailesinden sağ kalanlarla beraber Isparta-Eğridir’e sürüldükten birkaç ay sonra, Seydixon Ağa’nın ölüm haberi gelmiş; haberin ağırlığına dayanamayan annesi Gülüzar, acısından hayatını kaybetmiştir.
Dersim’in sert coğrafyası, insanlarını da şekillendirmiştir. Hayatta kalma mücadelesi ne kadar zorluysa, gençlerin yiğitlikleri de o kadar güçlü olur. Bir taraftan sarp kayaları, geçit vermez dağları ve vahşi hayvanları; diğer taraftan asırlar boyunca egemenlerin boyun eğdirme çabası, daha dayanıklı, daha direngen olmayı zorunlu kılıyor.
Seydixon Ağa, cesaretiyle, savaşçılığıyla, direngenliğiyle nam salmış yiğitlerden biriydi. Keskin nişancıydı; attığını vurur, yüzüğün deliğinden mermi geçirirdi. Devrine göre okumuş, kendini geliştirmişti. Her ihtiyacı olana yardım ederdi. Sadece savaşçılığıyla değil, yardımseverliğiyle de nam salmıştı.
Yıl 1915, Kasım ayı. Her yerde sonbaharın tadı yaşanırken, hazan yaprakları rüzgarın nağmeleri altında yerden yere uçuşurken, Dersim’de kar kalınlığı 3 metrenin üzerine çıkmış. Pülümür’ün Bolio aşiretinin köyü Askirek’te, karların altında beli bükülmüş ihtiyarlar inim inim inliyor, köylüler toplanmış kalın meşe kütüklerinin ocakta yanışını seyrediyor, ateşin altında pişmekte olan ‘babuko’nun (Dersim’in en ünlü yemeklerinden biri- un, tereyağı ve yoğurtla yapılıyor- nba) kokusunu içine çekerek pişmesini bekliyor. Bu arada, ihtiyar Alaverdi amcanın öykülerini dinliyorlar.
Olağan bir köy gününü bozan tek şey, kapıdan giren bir komşunun anlattıkları. Harsi köyüne gitmiş, geri dönerken Rus ordularının Mutu Köprüsü’nü (Dersim’i Erzincan’a bağlayan köprü- nba) geçmiş, Yel Dağı yolundan geldiklerini görmüş. Anlattıkları herkesi hareketlendiriyor. Rusların Dersim’i işgale geldikleri biliniyor, Dersim’e giden yol da Askirek’ten geçiyor.
Köylüler sabah olunca gözcülerini gönderirler. Gözcüler akşama doğru köye gelir ve Rus ordusunun Yel Dağı-Meydanlar mevkiinde yerleştiğini haber verir: “Bir alaydan fazlalar; etraflarına makineli tüfeklerini ve toplarını yerleştirmekteler.”
Gözcülerin getirdiği haber üzerine köylüler toplanıp, vakit geçirmeden gidip durumu yakından görmeye karar verirler. Seydixon Ağa’nın kolbaşılığında 15 kişilik bir grup oluşturulur. Apıle Musai, Ali Hıroğlu, Dilesor, İbo, Pasaye Ulaş gibi, köyün en nişancı yiğitleri bu grubun içindedir. Saf yünden yapılmış beyaz şal elbiselerini giyip ayaklarına kar lekenlerini takan grup, o gece 3 metre karı yararak keşfe giderler. Beşinde mavzer, diğerlerinde ağızdan dolma tüfekler vardır; ama hepsi de korkunun, kaçmanın ne olduğunu bilmeyen insanlardır.
Gece yarısını geçe Rus ordusunun konduğu yere varırlar. Ruslar onar metre arayla makineli tüfeklerini yerleştirmişler, başlarında ikişer nöbetçi koymuş, beş tane de top mevzilemişler. Kendilerinden çok eminler. Aynı gece Dersimlilerden bir hareket beklemiyorlar. Kendileri karda-kışta savaşmaya alışkınlar, ancak karşılarında aynı koşullarda savaşmaya hazır, yiğit ve korkusuz bir karşı koyuş hayal bile edemiyorlar.
Durumu gören Seydixon Ağa, “buraya kadar gelmişken dönüp gitmek olmaz, bunların arka taraflarını da kontrol edelim” diyor. Alayın arkasına geçiyorlar ki, bütün malzeme, erzak ve cephane ortada. İki tane nöbetçi dışında bütün askerler yatıyor; üstelik nöbetçiler de uyukluyor. Sessizce birer yumrukla nöbetçileri bayıltıyorlar, alabildikleri kadar silah ve cephaneyi alıp geldikleri yola dönüyorlar. Ordu karargahının dışına çıkınca ve kendilerini koruyabilecekleri bir noktaya gelince, Seydixon Ağa yeniden duruyor. “Arkadaşlar bunlara birkaç kurşun atmazsak olmaz, sonra ‘Dersimliler ordumuzu görünce korktular’ derler. En iyisi biraz kendimizi tanıtalım” diyor.
Önce yanındaki arkadaşlarını belirli noktalara gönderiyor. Sonra da sıkmaya başlıyorlar. Gecenin o saatinde başlayan ateş, Rus ordusunu şaşkına çeviriyor. Baskının nereden geldiğini anlayamıyorlar. O şaşkınlıkla gördükleri her karartıya makinelilerini çevirip tetiğe basıyorlar ve kendi karargahlarını vuruyorlar. Bizimkiler durumun istedikleri şekilde geliştiğini görünce, geldikleri gibi sessizce köye dönüyor.
Ertesi günü yapılan keşifte, Rusların yüzde 40’nın ölü ve yaralı olduğu ortaya çıkar. Geride kalanlar can derdine düşmüştür, e��yalarını bırakarak Erzincan yönüne giderler.
Kalan cephane ve erzak ganimettir; yakın köylülerle birlikte bölüşürler. Bu malzeme, iki sene sonra Ruslar geri çekilirken yeniden saldırdıklarında, Dersimli milisler tarafından onlara karşı kullanılır.
Rus orduları Sivas-Suşehri’ne kadar giderler. Erzincan’da iken Erzincan-Zini Gediği üzerinden Ovacık’a inmeyi denerler. Zini Gediği’nde Ovacık’tan gelen aşiretlerin karşısında büyük zayiat vererek geri çekilirler. Bir daha da Dersim’e saldırmazlar.
1917’de Seyit Rıza’nın topladığı milis kuvvetleri, Rus ordularını Erzurum’a kadar takip ederek kovalar. Seyit Rıza, Erzurum’daki ordu komutanıyla anlaşamaz. Hatta ordu komutanı Seyit Rıza’nın tutuklanması için emir verir. Bunu haber alan Seyit Rıza, milislerini alarak Dersim’e döner. Seydixon Ağa, bu savaşta 100 kişilik bölüğüyle müthiş cesaret örnekleri sergilemiş, büyük kahramanlıklar gerçekleştirmiştir. Öyle ki, onun için türküler, ağıtlar yakılmış, dilden dile söylenerek yayılmıştır.
1938’de Dersim Tertelesi (canlı olan herşeyin yokedilmesi) başladığında, Seydixon Ağa teslim olmaz, dağlara çekilerek gerilla savaşına başlar. Kaçmaya çalışan, darda kalan, sıkıntısı olanlar ona sığınır; sığınan herkesi kurtarmaya çalışır.
Devletin gerçek yüzü burada bir kere daha ortaya çıkmıştır. Rusların yenilmesinde en önemli rolü oynayan Dersimliler, tertele sırasında özellikle hedefe çakılır. Seydixon Ağa’nın hakkında idam fermanı çıkartılır, ölü veya dirisini getirene 50 altın lira ödül konur.
İhanet arkadan vurur
Alevilikte kirvelik kutsal kabul edilir. Kirve olanların çocukları iki göbek birbirleriyle evlenemezler. Kardeş çocukları bile evlenebildiği halde, kirve çocukları evlenemez; çünkü birbirlerini kardeşten ileri görürler. Seydixon Ağa’yı öldürmek isteyenler, onun bu geleneğe duyduğu saygıdan yararlandılar.
Seydixon Ağa, Erzincan’ın Kalecik Köyü’nde Kıdaşi adıyla tanınan bir ailenin çocuğunun kirvesi olmayı, daha tertele başlamadan çok öncesinde kabul etmiştir. 1939 yılı geldiğinde, Dersim tertelesi devam ederken, Kalecikli aile, oğlunu sünnet etme hazırlılarına başlamış, Seydixon Ağa’ya da haber göndermiş. Ağa’nın yakınları ve yoldaşları, düğüne gitmemesi gerektiğini, bunun çok riskli olacağını söyler ve ikna etmek için çok uğraşırlar. Ancak Seydixon Ağa, aileye çok güvendiğini, kendisine zarar gelmeyeceğini söyleyerek, yanına üç kişi alıp Kalecik Köyü’ne gider.
Kalecik, Munzur Dağlarına yaslanmış bir köy. Arkasında Munzur’un göklere yükselen heybeti, yol vermez yaylaları, köyün içinden geçen ve hemen köyün 100 metre ilerisinde insan beline kadar çıkan, daha aşağıda çağlayana dönüşerek bütün görkemiyle dökülen pınarıyla, güzelliğiyle ünlü bir köy.
Seydixon Ağa, adamlarıyla köyün karşısına, pınarın 50 metre yukarısına kadar gelir. Ancak adamlarının daha fazla ilerlemesine mani olur. Tüfeğini de orada bırakır, yalnız tabancasını alarak yola çıkar. Tam ayrılırken, sanki başına gelecekleri bilirmiş gibi “başıma bir iş gelirse sakın müdahale etmeyin, gidin; günü gelince intikamımı alırsınız” der.
Belinde tabancası, savunmasız bir halde köye, sünnet düğününe gidiyor. Sünnet olan çocuğa bir beşibiryere altın takıyor, ikindiye doğru köyden ve düğünden ayrılıyor. Kirveleri, köyün sonuna kadar uğurlayıp, geri dönüyorlar. Seydixon Ağa, arkadaşlarının yanına ulaşmak için çağlayan suyuna giriyor. Su beline kadar çıkıyor. Dereyi yarıladığında, Kırdaşilerden, köyün bekçisi arkadan ateş açıyor. 3 kurşun deliyor bu yiğit adamın gövdesini. Üçü de sırtından girip kalbine isabet ediyor. Seydixon Ağa, öylesine güçlü ve cesur bir insan ki, o yaralara rağmen geriye dönüyor, kendisine ateş edene karşılık veriyor, o bekçiyi vuruyor. Ancak kendi yarası öylesine sarsıcı ki, bekçiye ölümcül bir darbe indiremiyor; bekçi daha sonra iyileşip uzun yıllar yaşıyor.
Seydixon Ağa, başına konan ödül için öldürülüyor. Hainler onu sağ yakalayamayacaklarını bildikleri için, haince, alçakça arkadan vuruyorlar. Sonra başını kesip devlete götürüyorlar.
Kabri Kalecik Şelalesi’nin üstündeki tepede olup zaman zaman dostları ve anısına saygı duyanlar tarafından ziyaret edilmektedir.
1 note · View note