#Evet mi Hayır mı
Explore tagged Tumblr posts
hataysekshikayelerisblog · 6 months ago
Text
Nasıl Yani? (3) (Kerim 31 Y., İzmir)
Ertesi gün güzel bir portföy de Funda için ayarladım. Sonra da Elif'e, büroda olduğumu, gelebilirse gelmesini yazdım. Ama bir hinlik geldi aklıma. Yarım saat sonra geldi. "Aşkım özledin mi beni?" diye sarıldı. "Evet özledim, ama kötü haberlerim var!" dedim. "Ne oldu?" dedi. "1.500 Dolar zarardasın, çok kötü düşüşte piyasalar!" dedim. Önce yüzü asıldı, sonra gülümsedi ve "Geçen hafta Salı günü, yani 8 gün önce buraya geldiğimde 3.750 Dolar param vardı, o duruyor, sayende 14.000 Dolara yakın param daha var işleyen, gerisi kardan zarar. Üstüne üstlük de, sikişmek için can attığım ve beni sikmesini çok sevdiğim bir sevgilim var şimdi!" dedi gülerek.
Beklediğim cevap bu değildi, ama etkilendim. Onu alıp çekyata götürdüm. Bir gün önce İzmir'deki bir Seks Shoptan aldığım ve sabah kurye ile gelen oyuncakları ortaya çıkarmadan önce, dişleye dişleye amcığını emdim. Sonra oyuncakları çıkarıp, kalçalarına vurmaya başladım, küçük, kısa ama net vuruşlar yapıyordum. "Ohhhh, aşkım bana oyuncaklar almış, kısrak mı oldum ben şimdi? Bin kısrağına aşkım!" diye seviniyordu. Amına soktum vibratörü, çalıştırdım. Vibratör titremeye başladığında Elif vibratörden daha fazla titriyordu. Yarağımın kafasını götüne dayadığımda, "Aşkım ikisi aynı anda mı sikecek beni, ohhh!" diye inledi. Sadece yarağımın kafasını soktuğumda, o eliyle viratörü tutmuş amına itiyordu. Kafası girmişti yarağımın, ama daha fazla girmiyordu. "Bastır aşkım, hepsini sok!" diye yalvarıyordu adeta. "Çok acıyor, ohhhhh, çok ama çok acıyor!" diye inliyordu. Korkmaya başlamıştım ben bu kadından...
Öğlen Elif giyinip giderken kamerada arkasından baktım. Resmen apış apış yürüyordu. Kapıyı açıp dışarı çıkarken bir el kapıyı tuttu. Funda'yı gördüm bir an kapıda. Eyvah sıçtık dedim içimden. Zili çaldı. Kapıyı açtım. Birşey yokmuş gibi, "Hoş geldin!" dedim, ama içerisi resmen seks kokuyordu. Elif de ben de çok terlemiştik. Her ne kadar içerdeki odada sevişsek de, havada o ağırlık vardı ve ben camları açıp havalandıracak zaman bulamamıştım.
Funda oturup, "Ya enişte, bu kapıda karşılaştığım kadın sizin eski evdeki üst katta oturmuyor muydu?" dedi. "Kim? Hangi kadın?" dedim. "Bilmem, ablama sorarım adını!" dedi. O an aklımdan onlarca seçenek geçti. Mantıklı gelen tek fikir, "O da senin gibi parasını çalıştırmamı istedi. Ama hayır dedim. Dün sana anlattığım gibi ona da riskleri anlattım!" dedim. Funda, "Eee, ne dedi?" diye sordu. "Gözü korktu, Üç kuruş biriktirdik o da gitmesin dedi!" dedim. Funda, "Kadın bir tuhaf yürüyordu?" dedi. "Farkettim, sanırım rahatsız!" dedim. Sinsi bir şekilde gülümseyip, "Enişte yoksa sen bu kadınla bir haltlar mı yiyorsun?" dedi. "Evet, az önce düzüp yolladım!" dedim gülerek. Funda, "Yaparsın, senden beklerim, ama düzmemiş, resmen yamultmuşsun kadını!" dedi kahkahalarla.
Funda ile ilk kez böyle konuşuyorduk. "Neyse, hayırdır?" dedim. "Demiştim ya, 250 Dolar daha getirdim!" dedi. Kocasını sevmediğimi biliyordu. "Senin öküzden mi bu paralar?" dedim. "Yok enişte..." dedi yere bakıp, "O öküzden kurtulmak için!" diye ekledi. Kahkahalarla gülmeye başladım. "Neden güldün?" dedi. "Senin parayı 10 günde trilyon yaparım o zaman :)" dedim. "Yap, ödülün hazır :)" dedi hınzırca. Baldızla birbirimize mi yürüyorduk, anlamadım. "Eee anlat bakalım!" dedim. "Bıktım, bencilliğinden, patavatsızlığından, dangalaklığından, avukatlık diploması almış ama insanlıktan sınıfta kalmış. O yüzden kendimi sağlama alıp hayatımdan tümden silmek istiyorum! Ama kimsenin haberi yok, ablam mutsuz olduğumu biliyor ancak o kadar!" dedi.
"O zaman işin kolay, paran çok güzel çalışacak! Ama..." dedim. "Ama?" dedi. "Ablan bunu da bilmiyor, kapıdan çıkanı yani!" dedim. "Tamam be enişte, aramızda kalır! Madem kartlar açıksa enişte, 1.5 yıldır ben de biriyle görüşüyorum. Benim boynuzlunun bir iş arkadaşı!" dedi. Yarım saat detayları konuştuk. O ara gözüm ekrandaydı, Funda'nın para 2.100 Dolar oldu. "Amacına çabuk ulaşacaksın, üç katı oldu paran :)" dedim. "Biricik eniştem!" dedi, boynuma sarıldı, yanağımdan öpüp, "Öküz arar birazdan, ben eve gideyim!" deyip gitti. Karar verdim baldızın portföy kaybetse bile ben takviye edecektim.
Az sonra Elif'ten mesaj geldi. "Aşkım ne yürüyebiliyorum, ne de oturabiliyorum, ama müthiş mutluyum, birisi anlayacak diye de ödüm kopuyor, ama şu an bile orda olup sikişmek istiyorum :)" yazmış. "Gel o zaman!" yazdım. "Ciddi misin?" dedi. "Evet!" diye yazdım. 14:00'de geldi. Kapıdan girince, "Aşkım, öyle siktin ki beni, zor yürüyorum, ama acı o kadar zevk veriyor ki, daha çok canım yansın istiyorum!" dedi. Oyuncaklarımın tamamını görmemişti daha, aldığım göğüs klipslerini göğüs uçlarına taktım. Zinciri çekince, "Ohhhhh, bu ne?" diye inlemeye başladı. Buna benzerini de klitorisi için almıştım, onu da taktım. Zincirleri çektim, "Ahhhhhh, aşkımmmm, kopart!" diye inlemeye başladı.
Bu bana zevk vermese de onun bu inleme ve bağırışları yetiyordu. Sırtını döndürüp domalttım, aldığım en iri vibratörü götüne soktum. Zincirlerini çekerek klitoris ve göğüs klipslerini hareket ettire ettire vibratörü götünde titreterek kökleye kökleye siktim. Çığlıkları sokaktan duyuldu mu acaba diye korkuya kapılırken, ağzını bağlamak aklıma geldi. Acıdan mı, zevkten mi, artık hangisinden bayıldı bilmiyorum, bayılana dek siktim. Bayıldığında bir an korktum, kolonya alıp eline yüzüne sürdüm. 2 dakika sonra kendine geldi. Yardımımla çekyatta oturdu. Gözlerini kırparak, "Nasıl bir kadın oldum ben böyle? Ne diyorlar bunun adına?" dedi. "Mazoşist!" dedim. "Acı hissetmek bu kadar zevk verir mi insana?" dedi. "Sanırım veriyormuş!" dedim.
Bir saatte ancak toparlandı. Kafası tam yerine gelmese de kalkıp giyinip gitti. Yarım saat sonra da mesaj attı, "Kendi halimden soramadım, sen boşalabildin mi?" diye. Tam o sırada özel bilgisayarımdan, düğününde, kayınpederin yazlıkta, bizim havuzda çekilmiş Funda fotoğraflarına bakıp 31 çekiyordum...
Akşam herzamanki rutinden sonra telefona mesajlar geldi. İlki Elif'ten, "Ben yarın gelemem sanırım, halen titriyorum!" yazıyordu. "Dinlen güzelim, çok yoğun haftaydı!" yazdım. Diğer mesaj Funda'dan idi, "Biri ile paylaşmak çok iyi geldi!" yazmış. Ben de, "Herşeyi paylaşabileceğin biri olmak dileğimle!" yazdım. "Öylesin zaten, bilmiyor muydun?" yazdı. "Nerde öküz?" dedim. "Müvekkili ile yemeğe çıktı güya, bu saate yemek mi kalır, kimbilir nerde! Amaan, benden uzak olsun da!" yazmış. "Sevgilin nerede?" yazdım. Üzgün suratla, "Karısı doğuruyormuş!" yazdı. "Ohaaa!" yazdım. "Ha ha ha!" yazdı, sonra da, "Yarın işin var mı, benim öküz iki günlüğüne bir dava için İstanbul'a uçacak, moralim çok bozuk!" yazmış. "Sabah gel, çıkarız!" yazdım. "Gelmeyeyim, beni bir yerden al!" yazdı. Anlaştık.
Sabah 10:15'de evinin iki sokak ilerisinden aldım. Üstünde krem rengi bir tişört, altında yırtık pırtık bir kot vardı. Karıma, (İzmir'e gidip SPK kayıtlarımı yenileyeceğim, akşam ancak dönerim!) demiştim. Funda'ya, "Bugün senin, nereye gitmek istersin?" dedim. "Açım, kahvaltı yapmadım!" dedi. Önce Balçova'daki Outlettte kahvaltı mekanına götürdüm. Güzel bir kahvaltı sonrası, "Hadi atla!" dedim. "Nereye?" dedi. "Çeşme'ye!" dedim. "Çok uzak!" dedi. "Boşver!" dedim. "Ne yapacağız orda, ne havlu aldık, ne bikinilerim yanımda!" dedi. "Alırız!" dedim. Birden ağlamaya başladı. "Neden ağlıyorsun şimdi?" dedim. "Benim öküzler senin 10 da birin olsaydı..." dedi. İşte ilk o zaman elini tutup omzuma doğru çektim. "Boşver şu şerefsizleri bugünlük!" dedim. Otobana çıkıp Çeşme'ye sürdüm.
Ona en çok beğendiği bikiniyi aldık, bana da şort, bir iki malzeme daha. Beachlardan ilkine sürdüm arabayı. Altımızda pahalı araba olunca kapıda karşılayıp özel loca ayarladılar. Funda gün boyu kah ağladı, kah kahkahalarla gülüp, absolut enerjiyi içti. Akşam üzeri, "Otelde kalalım mı?" dedim. Usulca, "Ablama ne diyeceksin?" dedi. "O bende!" dedim. Karımı arayıp, buradaki şubenin ayarlayamadığını, İstanbul'a borsaya geçeceğimi, işim biter bitmez döneceğimi söyledim. Funda da öküzü arayıp, "Annemlerin yazlığa geldik hazır sen yoksun diye, ne zaman döneceksen haber ver!" diye yazdı. Karşıdan gelen cevap, "İyi tamam!" oldu...
Funda hafif çakır keyfti plajdan çıkarken. İnternetten bulup yer ayırttığım otele vardık. Resepsiyonda tek oda ayırttığımı görünce, kulağıma eğilip, "Enişte beni mi sikeceksin?" dedi. Kulağına dudaklarımı dayayıp, "Vereceksen neden olmasın?" dedim. Gülüştük :) Odamıza çıkıp, nedense ayrı ayrı duş aldıktan sonra, acıktık deyip yemeğe indik. Oradan da kalkıp birkaç mekan gezdik...
Sabah uyandığımda ikimiz de birbirimize sarılmıştık, ama kıyafetlerimiz üzerimizdeydi. "Funda!" diye dürttüm, gözlerini zor açtı. Birşey söylemeden kahvaltıya indik. Ordan havuza geçtik. Ben tişörtle giriyordum havuza, karıma neden bronzlaştığımı açıklayamazdım. Ama Funda yeni aldığımız ve öküzü olmadan giydiği en rahat bikini ile yüzüyordu. Kenardan izleyenlere göre ben tam magandaydım.
Bir ara lavaboya gidip döndüm. Şezlonguma otururken Funda gülüyordu. "Ne oldu?" dedim. "Çaktırmadan bak, şu barda somurtup oturan kel herif var ya, sırtı dönük..." dedi. "Evet?" dedim. "Az önce sen kalkar kalkmaz yanıma gelip, (Sizinle 3 günlük bir tatili nasıl ayarlarım?) diye sordu. Ne diyorsunuz beyefendi? diye sorduğumda da, senin gittiğin tarafı işaret edip, (O adamdan sonra, sizinle 3 gün tatil için kimle görüşeceğim?) dedi. Saçmalamayın beyefendi, o benim kocam! dediğimde, (Pardon, pardon!) deyip bir kaçışı vardı ki, görmeliydin!" dedi. Kahkahalarımız adama ulaştığında, adam bardan kalkıp nasıl kaçtı görülmeye değerdi :)
Akşam üstü Funda, öküzünü aradı. O da, "İşim uzadı, yarın dönerim belki!" diye cevap verdi. Ben de karımı arayıp, işimin uzadığını, yarın döneceğimi söyleyip, havuz başından selfie attım. Tabii ki yalnız olarak :)
İkinci gün gezdik eğlendik. Akşam da güzel bir balıkçıda bir ufak rakı içtik. "Bu akşam son akşam, hemen otele dönelim mi, yoksa gezelim mi?" dedim. "Otele dönelim!" dedi. İki gündür odada soyunuyor, duş alıyor, giyiniyor, ama en küçük bir şey yapmıyorduk. Sanki sessiz bir anlaşma yapmış gibiydik. Sadece dün gece giyinik ve sarılarak uyumuştuk. Daha doğrusu sızmıştık.
Oda servisine bir şişe şarap, meze tabağı söyledim. Şortu giyip balkondaki masaya geçtim. O da içeri girip üstünü çıkardı ve "İç çamaşırlarıyla balkonda oturamam!" deyip benim tişörtümü giydi. Benim tişört ona elbise gibi oldu. "Biliyor musun, ablamı kıskanıyorum. Uzun zamandır kıskanıyordum, ama şu son iki gün... Başkası olsa odaya girer girmez mal bulmuş mağribi gibi saldırırdı. Ama sen sadece şefkat ve ilgi gösteriyorsun ve benim de en çok ihtiyacım olan şey bunlar. Hayatımda bu kadar yoğun duygular yaşadığım hiç olmadı. Mutluluk, şımartılma, heyecan, istek..." dedi sustu. Elini tuttum. Başını omzuma koydu ve "Teşekkür ederim!" deyip boynumdan öptü. Ben de, "Bu kadar güzel bir kadınla bu kadar güzel iki gün için ben teşekkür ederim!" deyip alnından öptüm.
"Enişte, ben 1 ve 2 nolu öküzleri hayatımdan çıkarmaya karar verdim, yanımda olacak mısın?" dedi. İşte o an çenesinden tutup gözlerine baktım, "Sen istediğin sürece hayatım!" dedim ve uzanıp dudaklarından öptüm. Kolumu omzuna atıp, sımsıkı kendime çektim. Elini göğsüme koyup iyice sokuldu. Rakı üstüne şaraptan sonra mışıl mışıl uyuduk birbirimizin kollarında...
Sabah öpücükleri ile uyandım. Kahvaltıdan sonra yola çıktık. Funda çocuklar gibi şendi. O çoşkusu bana da yansıyordu. Evinin yakınında bırakıp, büroya geçtim. Hesabı kitabı kurcaladım biraz, ama canım çalışmak istemiyordu. Eve geçtim. Karım izin almış evdeydi. İki gece boyunca sevişemediğim Funda'nın yerine evire çevire karımı siktim. Karım da oldukça memnun olmuştu. (Adam iki gün İstanbul'da kaldı, ama bana sadık!) diye mi düşündü nedir, etrafımda pervane oldu tüm akşam. Gece Funda'dan mesaj geldi. "2 numaralı öküze yol verdim!" yazmış. Ben de, "Sabah ofise uğra, detaylı konuşalım!" yazdım. Sonra Elif'ten mesaj geldi, "Ne zaman döneceksin İstanbul'dan?" yazmış. Ona ise, "Yarın akşam!" diye cevap verdim.
Sabah işyerine yürüyerek gittim. Saat 10:00 gibi poğacalar, keklerle Funda geldi. Oturup çaylarımızı içerken portföyüne baktım. Funda'ya, "2 numaralı öküz gitti. 1 numaralı öküzün de gitmesi için ne kadar para seni garantiye alır?" dedim. Funda, "Evi isteyeceğim, evi verirse, çok değil, beni idare edecek, kimseye muhtaç etmeyecek bir aylık gelirim olsun istiyorum. Biliyorsun hiç çalışmadım, çalışmadan yaşayabilmeliyim!" dedi.
Ayağa kaldırdım, belinden sarıldım, o da boynuma doladı kollarını. Ona, "Biliyorsun, istersen hemen boşanma davasını açabilirsin, ben sana bakarım!" dedim. Onu o kadar çok istiyordum ki, dudaklarını dudaklarıma aldım. Funda, "Metresin olur musun diye soruyorsan, hayır! Ama sevgilim olur musun diyorsan, zaten olmadık mı, 3 gündür aklımı fikrimi aldın!" deyip bu kez o dudaklarını dudaklarıma sapladı. Dudaklarımızı ayırmadan birbirimizi soymaya başladık. Dudaklarımız ve dillerimiz hiç ayrılmadan kucağıma alıp masaya oturttum. Üç gündür defalarca birbirimizi çıplak görmemize rağmen ilk kez çıplak olarak dokunuyorduk birbirimize. Dudaklarından boynuna, ordan göğüslerine indiğimde, başımı tutup dudaklarına çekti. "Boşver, hazırım zaten!" dedi. Yarağımı amına soktuğumda, bacaklarını belime, kollarını boynuma kilitledi. Sakin, ama düzenli hareketlerle içinde gidip gelirken, yıllarca bu anı beklemiş gibi öpüşüyorduk. Birkaç dakika içinde nefes nefese boşaldık.
Ertesi gün Elif'e measaj yazdım, "Hızlı gidiyoruz, seni ofise girip çıkarken gören olmuş, sıkıntı çıkacak, biraz ara verelim. Karıma söylemekle tehdit ettiler!" deyip uzaklaştırdım. Funda 3 ay içinde boşandı. Öküz oturdukları evi vermedi, ama yarı ev parası verdi. Yaptığımız plan gereği karıma yakalandık, büyük olay çıktı, tabii ki ailesi Funda'yı evlatlıktan reddetti. Karım da benden boşandı. Benim işim rahattı, evi, arabayı karıma bıraktım. Oğlum annesi ile kalmak istedi.
Alaçatı'da güzel bir ev aldım, kendime güzel bir ofis kurdum evde. Funda ile evlendim, bir kızımız ve bir oğlumuz var. Büyük oğlum da ara sıra teyzesi, babası ve kardeşlerini görmeye geliyor, kalıyor. Her gün, her saat dokunmaktan, seyretmekten ve konuşmaktan bıkmadığım bir karım var!
[Kerim]
94 notes · View notes
amezhu · 2 months ago
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
251. BÖLÜM - On bin tanrı mağarası - Bir sürü HuaHua ve LianLian -
Xie Lian kendisine nefes alamayacak kadar baskı yapan Hua Cheng'i gülerek vücudundan iterken, aralarındaki tutkulu hava henüz kaybolmamıştı ki, Xie Lian'ın aklına aniden bir şey geldi ve gelişigüzel bir şekilde, "Ah evet, San Lang, bin tanrı mağarasında..." dedi.
Hua Cheng'in kolu bir kez daha Xie Lian’ın göğsüne geldi. Kim bilir ne ile oynarken, tembelce, "hm? Bin tanrı mağarasına ne olmuş?"
Xie Lian, "Pek bir şey yok, birden aklıma geldi. TongLu'nun patlamasıyla birlikte, on bin tanrı mağarasındaki çok sayıda heykele bir şey oldu mu?"
Eğer durum gerçekten de böyleyse, bu çok yazık olurdu. Ne de olsa oradaki her heykel Hua Cheng tarafından özenle yapılmıştı ve o hepsini seviyordu. Hua Cheng, "Hayır, ondan önce bile bir bariyer kurmuştum. TongLu tamamen yıkılsa bile o mağaraya bir şey olmazdı."
İlgisi artan Xie Lian, "Gerçekten mi? Bu harika, o zaman gerçekten de her şey yoluna girecek. Gidip bir göz atmak istiyorum. Bakabilir miyim?"
Hua Cheng bir an tereddüt eder gibi oldu ama sonra rahatça gülümseyerek, "Elbette. Elbette Gege istediği zaman gidip bakabilir."
Xie Lian heyecanlandı, "O zaman yarın gidelim. Ne de olsa TongLu'nun kilidi açıldı ve her zaman girilebilir."
Hua Cheng kaşlarını kaldırarak, "Yarın mı? Pekâlâ."
Herhangi bir itirazda bulunmadı ve başka bir şey de söylemedi, ancak bir sonraki an, Xie Lian’ın üzerine geri döndü.
Xie Lian yanılıp yanılmadığından emin değildi, ancak gecenin ikinci yarısında Hua Cheng tarafından daha da şiddetli bir şekilde yuvarlandı, öyle ki neredeyse iki raunttan sonra Xie Lian uykuya dalmadan önce merhamet için ağlamak zorunda kaldı.
Gün aydınlanana kadar mışıl mışıl uyuyabilirdi. Ancak bir saatten kısa bir süre sonra, Xie Lian uykusunda vücudunun yanında bir hareket hissetti. Bakmak için gözlerini açtığında, diğer kişi çoktan gitmişti.
İrkildi, tüm uykusu kaçtı ve Xie Lian bir anda ayağa kalktı.
Üstünkörü bir temizlikten sonra, Xie Lian yavaşça yataktan kalktı ve "San Lang nereye gitti?" diye düşünerek çıkmak için kapıyı itti.
Bir gece uykusunun ortasında aniden ortadan kaybolmak - gerçekten de böyle bir şey ilk kez oluyordu. Ji Le Malikânesi'nin etrafında bir kez döndükten sonra o kişinin gölgesini bile göremeyen Xie Lian, Ji Le Malikânesi'nde ışınlanma için kullanılan bir oda olduğunu hatırladı ve bir göz atmaya gitti. Beklediği gibi, birisi o odanın kapısını açmıştı.
Kapının üzerine daha önce farklı bir dizi çizildiğini hatırladı. Ve şimdi, diziyi çizmek için kullanılan zinober henüz kurumamıştı bile. Xie Lian daha fazla düşünmeden kapıyı itti ve içeri girdi. Tekrar dışarı çıktığında, kapının dışında Ji Le Fang değil, zifiri karanlık vardı.
Xie Lian kapıyı kapattı ve avucundaki alevin etrafını aydınlatmasına yardım etti. Kendisini karşılayan manzarayı gördüğünde şaşkına döndü.
Mesafeyi daraltan ulaşım dizisinin varış noktasının karanlık ve kasvetli dev bir mağara olduğunu düşünmek.
On bin tanrı mağarası!
Hua Cheng gecenin bir yarısı neden tek başına bin tanrı mağarasına gitsin ki? Yarın birlikte gitmeye karar vermemişler miydi?
Neden bu gece ilk o geldi?
Başını sallayan Xie Lian, ateşi tutarak karanlık ve serin mağarada yavaşça yürümeye başladı.
Ayak sesleri etrafında yankılanıyordu. Heykellerin yüzlerini örtmek için kullanılan tül perdeler kaldırılmıştı. Etrafını saran karanlıkta, onunkine benzeyen sayısız yüz sessizliğini koruyordu. Bu görüntüyü düşünmek bile hâlâ dehşet uyandırıyordu. Xie Lian bir mağara odasının önünden geçerken bakışları gelişigüzel bir şekilde etrafı taradı. Mağaranın içinde, kaşlarında ve gözlerinde sıcak ve nazik bir ifade olan, elinde bir çiçek ve bir kılıçla duran, duruşu güzel bir 'tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli vardı.
Buradaki heykellerin sayısı gerçekten çok fazlaydı. Hua Cheng'in her şeyi yontmak için ne kadar uzun saatler ve ne kadar özenli bir çaba harcadığı ve heykellerin karanlıkta sessiz bir şekilde ne kadar zaman geçirdiğini kim bilebilirdi ki.
Bu düşünce aklına gelince, Xie Lian içini çekti. Heykele bakarak başını hafifçe eğdi ve "çok yalnız olmalı" diye mırıldandı.
Hem heykelleri oyan kişiye hem de heykellere atıfta bulunuyordu. 'Tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli başını salladı.
Xie Lian, "..."
Bu çok korkutucuydu.
Bir süre donup kaldıktan sonra, Xie Lian sonunda ne olduğunu anladı. Bunun nedeni büyük ölçüde sihirli enerjisinin yeni doldurulmuş olması ve tepeden tırnağa tüm vücudunun sihirli enerjiyle dolup taşmasıydı. Bu nedenle, burada durması heykelleri etkiledi ve canlanmalarına neden oldu.
Xie Lian aceleyle sihirli enerjisini dizginledi ama artık çok geçti. 'Tanrıları memnun eden veliaht prens' heykeli birkaç adım atmaya başlamıştı. Xie Lian’ın taşma noktasına gelecek kadar bol olan sihirli enerjisinden etkilendiği ve kimse onu ciddi bir niyetle kontrol etmeye çalışmadığı için, hareketleri sakardı ve bir "dong" ile tökezleyip düştü.
Xie Lian "dikkat et!" diyerek aceleyle kalkmasına yardım etti.
Onun yardımıyla ayağa kalkan heykelin yüzündeki küçük gülümseme hiç değişmedi ve hatta başını hafifçe kaldırıp teşekkür etmek için başını salladığında yüzünde asil ve gururlu bir ifade belirdi. Heykelin gururlu tavrını gören Xie Lian gülme isteğine engel olamadı ama "Hua Cheng'i gördün mü?" diyerek direndi.
Heykeller basit sesler çıkarabilirdi ama konuşmayı bilmezlerdi, tabii dil ve lisan yeteneğini kazanmış bir tanrı heykeli değilse. Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykeli bu soruyu duyduğunda, sanki kimden bahsettiğini bilmiyormuş gibi şaşkın bir ifade takındı. Xie Lian aniden anladı -o zamanki adam Hua Cheng'i tanıyordu. Bu yüzden sorusunu değiştirdi: "Kırmızılar giymiş birini gördün mü?"
Bunun üzerine heykel sonunda gülümsedi ve başını ilgisiz bir şekilde salladı. Xie Lian, "Hangi yöne doğru gittiğini biliyor musun?" diye sordu.
Bu kadar büyük bir mağara ve o da mağaraya aşina değildi, bu yüzden tek korkusu kaybolmaktı. Heykel mırıldandı ve ona bir yön işaret etti. Xie Lian "çok teşekkürler majesteleri" dedi.
Biraz yürüdükten sonra geri döndü. Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykeli yürüme mekaniğini hızla kavramış görünüyordu ve hatta olduğu yerde kılıç talimi yapıyordu, duruşu zarif ve mükemmeldi, sanki festivaldeki binlerce seyircinin bakışları önünde gösteri yapıyordu.
Ne yazık ki hayranlık duyacak kimse yoktu.
Çok geçmeden, Xie Lian bir kez daha yol ayrımıyla karşılaştı. Doğal olarak, başka bir heykelden yardım istemeye hazırlandı ve en yakın mağaraya doğru yürüdü. İçeri girer girmez, taş bir sunağın üzerinde oturan, elinde bir kavanoz şarap tutan ve umutsuzca içen insan şeklinde bir figür gördü.
Xie Lian, "..."
Bir anda şarap kavanozunu elinden kaptı ve "içmeyi bırak!" dedi.
Heykel de ona aitti, sadece yüzü biraz daha netti ve beyaz giysileri artık o kadar lüks değildi. Xie Lian şarap kavanozunu kapıp götürdüğünde, onu geri almaya çalıştı ama o şaşkın haliyle bunu başaramadı ve o kadar sinirlendi ki, aniden Xie Lian’a sarılıp gürültüyle ağlamadan önce sadece bir daire çizebildi.
Xie Lian şaşkındı ve "ağlamana gerek yok..." dedi.
Heykel sanki sonsuza dek haksızlığa ve zorbalığa uğramış gibi daha da çok ağladı ve artık şarabı kapmak yerine Xie Lian’a sarıldı ve bırakmayı reddetti. Xie Lian onun bu kadar yapışkan bir sarhoş olduğunu bilmiyordu ve heykele de sarılmaktan başka çaresi yoktu, hafifçe sırtını ovarak onu teselli etti, "tamam, tamam..."
İkinci kez baktığında, elindeki şarap kavanozunda şarap bile yoktu, bu yüzden kavanozu heykele geri vermesinin bir önemi yoktu ve "kırmızı giyinmiş birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel ona bir patikayı işaret etti ve Xie Lian ilerlemeye devam etmeden önce şarap kavanozunu yerine koydu. Heykel ağlamayı bırakmış, yerde otururken şarap kavanozuna sarılmış ve bir kez daha sersemlemişti.
Başını çevirip heykele bakan Xie Lian içini çekti ve ilerlemeye devam etti.
Bir süre sonra, gösterişli bir mağaranın önüne geldiğinde, metal zincirlerin birbirine sürtünmesi gibi bir ga-zhi ga-zhi sesi duydu.
Mağaranın çatısından bir salıncak sarkıtılmıştı ve salıncağın üzerinde, kraliyet ailesinin bir oğlunun kıyafetlerini giymiş, yüksek moralli, gençlik enerjisiyle dolu bir heykel oturuyordu. Yaklaşık on altı ya da on yedi yaşlarında bir çocuktu bu. Heykel salıncağın metal zincirlerine tutunmuş, kendini havaya göndermek için elinden geleni yapıyordu. Ancak salıncakta oturduğu için kendini kaldıramıyordu ve yüzünde sinirli bir ifade vardı. Durumu gören Xie Lian gelip birkaç kez iterek ona yardım etti.
Salıncak sonunda uçmaya başladı ve bununla birlikte birçok cübbe giymiş olan heykel sonunda mutlu oldu. Xie Lian bu fırsatı değerlendirerek sordu: "Kırmızılar giymiş birini gördün mü? Ne tarafa gitti?"
Heykel bir eliyle salıncağı kavradı ve diğer eliyle bir yönü işaret etti. Xie Lian onu birkaç kez daha itti ve "tamam, hoşça kal" dedi.
Ancak salıncak yaklaşık on kez daha havalandıktan sonra yavaş yavaş durdu. Kimse onu itmeden, genç heykeli bir kez daha hayal kırıklığına uğramış bir ifade göstererek şaşkın bir şekilde orada oturdu.
Bir süre sonra, Xie Lian "bu kadar olmalı" diye tahmin etti.
O anda aniden boğuk ve acı dolu küçük bir ses duydu ve irkilmekten kendini alamadı, "bu ses de ne?... nefes nefese mi?"
Bu ses az ilerideki mağaradan geliyordu. Xie Lian bakmak için içeri girdi. Mağaranın içinde taştan bir sunak vardı ve bu sunağın üzerinde yatay olarak uzanmış, başından bacaklarına kadar beyaz tül bir kumaşla örtülmüş ve yere doğru sarkan bir heykel görünüyordu.  Tülün altındaki figür belirsizdi, bazen bir top gibi kıvrılıyor, bazen de sanki altındaki kişi işkence görüyormuş ve bu işkencenin içinde çırpınıyormuş gibi dönüp duruyordu.
"..."
Xie Lian tam yukarı çıkıp tülü çıkaracaktı ki arkasından bir el gözlerini kapadı. Aynı yönden gelen alçak bir ses, "Gege." diye iç geçirdi.
Xie Lian güldü ve sıcak bir sesle, "San Lang, bakmama izin vermiyorsun diye bunun ne olduğunu bilmeyeceğimi mi sanıyorsun?" dedi.
Hua Cheng uzun bir süre sonra tekrar iç çekti ve "Gege, yanılmışım" dedi.
Xie Lian, Hua Cheng'in elini çekip arkasına baktı ve "Wen rou xiang? (2. kitaptaki şekil değiştiren şehvet-polen çiçeği yaratıkları)" dedi.
Arkasında kırmızılar giymiş, uzun boylu ve yapılı bir adam duruyordu. Beklendiği gibi o Hua Cheng'di.
Bir eli alnında, olduğu yerde yakalandı ve sonunda itiraf etti, "...evet."
Şaşırmadım. Tahmin edileceği gibi, Hua Cheng'in bakmasına her zaman izin vermemesine şaşmamalı. Xie Lian, "Bu gece buraya geliyorsun, niyetin ben gelmeden önce bu heykeli saklamak mıydı?" dedi.
Hua Cheng başka bir yöne baktı ve "evet" dedi.
Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. Gerçekten de bu heykeli görmesine izin vermeye cesaret edememiş miydi?
"Neden saklıyorsun ki?" dedi. Aslında o kadar da büyük bir şey değil. Sadece şimdi zor bir sorun ortaya çıktı..."
Ve bu zor sorun, Xie Lian'ın gelişinin istemeden de olsa tüm heykellerin hareket edebilmesine neden olmasıydı.
Bu kendi başına büyük bir şey değildi, ancak bu özel heykel için çok acı verici olabilirdi. Çünkü tüllü kumaşın altındaki heykel, Xie Lian’ın on yedi yaşındayken vahşi doğadaki mağarada Wen round xiang tarafından vurularak oyulmuş bir heykeliydi.
Diğer heykeller için kılıç talimi yapmak, içki içmek, salıncakta sallanmak, ne yapmak isterlerse yapsınlar sorun değildi. Sadece bu heykel şanssızdı, çiçek iblislerinin korkunç zehrinden etkilenmişti. Bu da "canlandıktan" sonra zehrin azabını çekmesi gerektiği anlamına geliyordu.
Tüllü kumaşının altından gelen ağır nefesler dayanılmaz bir acıyla doluydu ve bunu dinleyen Xie Lian zorlukla dayanabildi. O ruh yıkıcı ve kemik eritici geceyi hatırlayarak, "...bu kesinlikle acınacak bir durum. Eğer şimdi gidersem, sadece bir heykele mi dönüşecek?"
Eğer öyleyse, o zaman böyle bir eziyet çekmesine gerek kalmazdı. Ama Hua Cheng dedi ki, "Korkarım öyle olmayacak. Ne de olsa Gege'nin sihirli enerjisi şu anda aşağı yukarı en güçlü noktasında ve bu mağaradaki tüm heykeller etkilendi. Gitsen bile uzun bir süre daha hareket etmeye devam edecekler."
Bu çok fazla acı vericiydi. Xie Lian, "O zaman... başka bir yolu var mı?" dedi.
Hua Cheng'in her zaman bir planı vardı. Başını hafifçe salladı ve "Ben de az önce bunu düşünüyordum. Gege, benimle gel."
Xie Lian'ı başka bir mağaraya götürdü. İçeri girdikleri anda, Xie Lian'ın gözleri belli belirsiz açıldı. Mağarada bir erkek heykeli duruyordu; uzun ve sırık gibi bir vücudu vardı, kaşları ve gözleri yakışıklıydı, ağzının köşeleri hafifçe kıvrılmıştı, sağ gözünün olması gereken yerde bir göz bandı vardı, aşağı yukarı onu buraya getiren önündeki kırmızı cüppeli kişiye benziyordu.
Bunun bir hayalet kral heykeli olduğunu düşünmek! Xie Lian, "Bu..." dedi.
Hua Cheng, "Bu, durumun doğru olmadığını fark ettikten sonra aceleyle oyduğum bir şeydi. Uzun yıllardır yapmadığım için biraz paslanmışım. Gege, bir baksana, bana benziyor mu?"
Xie Lian bir süre dikkatle inceledikten sonra, "Çok beğendim! Ama..."
Hua Cheng "Ama... ne?" dedi.
Xie Lian gülümsedi ve "Ama senin kadar yakışıklı değil" dedi.
Hua Cheng de güldü.
Xie Lian hemen ardından konuştu: "Peki San Lang, bahsettiğin plan..."
Bu hayalet kral heykelinin, Wen xiang zehri tarafından zehirlenen tanrı heykeline yardım etmesine izin vermek miydi, "zehri serbest bırakmak mı?"
Hua Cheng bir süre sessiz kaldıktan sonra zoraki bir gülümsemeyle kendini toparladı ve bakışlarını Xie Lian’ın yüzüne sabitleyerek "evet" dedi.
İlk başta Xie Lian onun ifadesindeki hafif temkinliliği fark etmedi ve "kesinlikle bu yöntem de..." diye düşündü.
Anında etki gösteren bir tedavi yöntemi olmasına rağmen, sadece düşünmek bile aşırı derecede saçma geliyordu - açıkça söylemek gerekirse, hayalet Kral heykelini kullanarak kendisinin gençlik heykelinin bedenine girmek ve oradan zehri serbest bırakmak değil miydi?
Bunu yüksek sesle söylemek bile zor geldi.
Bir yanıt bulmaya çalışırken, Hua Cheng aniden önünde diz çöktü. Xie Lian irkildi ve aceleyle onu yukarı çekmeye çalışarak, "San Lang?" dedi. O ne yapıyordu?
Hua Cheng sessizce, "Majesteleri, saygısızlık ettim," dedi.
Xie Lian onu yukarı çekemedi, bu yüzden yanına çömeldi ve anlamadan, "nasıl saygısızlık yaptın?" dedi.
Ancak Hua Cheng ona baktı ve hafifçe nefesini içine çekerek sessizce şöyle dedi: "Majesteleri, lütfen bana inanın, bugün başka seçeneğim olmadığı için bunu yaptım. O Tanrı heykelini bizzat oymuş olsam da Ekselanslarının heykeline karşı en ufak bir saygısızlık ya da küfür niyetim olmadı. Eğer Ekselansları bu yöntemin uygun olmadığını düşünüyorsa, başka bir yöntem bulurum."
Sonunda Xie Lian, Hua Cheng'in neden bu kadar kasvetli davrandığını anladı.
İşin özüne inecek olursak, Xie Lian’ın bu kadar çok heykelini bizzat oymuş olması meselesine gelince, Hua Cheng nihayetinde Xie Lian’ın kendisini saldırgan, eylemlerini sapkın bulacağından endişeleniyordu. Bu yöntemi şimdi gündeme getirdiğinde, Xie Lian’ın kafasının saçma sapan düşüncelerle dolu olduğunu ve duygularının saygılı olmadığını düşünmesinden daha da fazla endişe duyması kaçınılmazdı.
Xie Lian içini çekerken gülümsedi ve iki eliyle Hua Cheng'i çekiştirerek sonunda onu ayağa kaldırdı. "Elbette sana inanıyorum. Bana karşı her zaman çok saygılı olduğunu biliyorum."
Ancak, "Hiçbir zaman en ufak bir küfür veya saygısızlık niyeti yoktu", bunu söylemek daha zordu. sonuçta, Hua Cheng kelebeklere dönüştükten sonra döndüğünden beri, her üç veya beş günde bir, QianDeng Tapınağı'ndaki tanrıya "küfretmek" istiyordu ve giderek daha cüretkâr hale geliyordu.
Xie Lian öksürerek, "Bu yöntemin... kötü bir yanı olmadığını hissediyorum. Çok iyi, çok iyi."
Ancak bu yöntemin esasen ne olduğunu düşününce yanakları hafifçe kızardı ve konuşmasının belki de fazla çekingen olduğunu hissetti.
Bu arada, onun iznini alan Hua Cheng yavaş yavaş sakinliğini toparladı. Xie Lian ellerini Hayalet Kral heykelinin omuzlarına koydu ve "Bu heykele bir kıvılcım vereyim mi?" dedi.
Hua Cheng gözlerini kırpıştırdı ve yavaşça gülerek, "Eğer Gege istiyorsa, reddetmeyeceğim" dedi.
Xie Lian başını salladı. Heykel hemen kaşlarını hafifçe kaldırdı. Durumu gören Xie Lian kendini tutamadı ve ellerini geri çekerek, "bu şekilde çok benziyor!" dedi.
Sanki bir şey hissetmiş gibi, birkaç figür yavaşça mağaranın dışında belirdi. Tanrı heykellerinden birkaçı, mağaradaki diğerlerine benzemeyen yeni heykele bakmak istercesine merakla etrafta toplandı. Hayalet Kral heykeli de onları fark etmiş gibi görünüyordu ve gözlerini kırpıştırdı ve kaşları daha da yukarı kalktı, sanki bir şey arıyormuş gibi görünse de, sadece neyin iyi olduğunu düşünüyordu. İkna ve kışkırtma karışımıyla, Xie Lian sonunda kendi heykellerinin bulunduğu grubu kenara itmeyi başardı, ancak göz ucuyla baktıktan sonra aniden, "Wen rou xiang heykeli nerede?" diye sordu.
Bunu doğrudan o talihsiz heykele atıfta bulunmak için kullanmaya başlamıştı. Bilinmeyen bir zamanda, taş sunağın üzerinde sadece beyaz tüllü bir bez bırakılmış ve o eğilimli Wen rou xiang heykeli ortadan kaybolmuştu!
Xie Lian bunun ne büyük bir felaket olduğunu düşündü ve elleri arkasında arkadan gelen Hua Cheng bile kaşlarını kaldırdı.
Xie Lian, "On bin tanrı mağarası çok büyük, bu kadar kısa sürede ayrılmak harika bir iş olmazdı. Hadi acele edip arayalım!"
Ama Hua Cheng, "Korkarım olmaz. Gege, bak."
Yere doğru işaret etti. Xie Lian bakmak için yanına geldi ve ancak o zaman yerde, son derece güçlü bir parmak kuvvetiyle doğrudan kayanın içine çekilmiş bir daire dizisi olduğunu keşfetti.
Işınlanma dizisi! Bu heykel Xie Lian'ın sihirli enerjisinin ne kadarını emmişti ki çıplak elleriyle bir Işınlanma dizisi çizebilmişti? Xie Lian olduğu yerde bayılmak istedi.
Heykel onun Wen rou xiang tarafından etkilendiği zamanki haliydi. Ya kaçtıktan sonra ölümlü dişilerle karşılaşırsa? Bugünden sonra ne tür garip ve kana susamış efsaneler ortaya çıkacaktı???
Dedi ki, "Ne zaman kaçtı? Nereye kaçmış olabilir?"
Hua Cheng dedi ki, "Gege, panik yapma.  Öncelikle, düşünün, o sırada Wen rou xiang'dan etkilenen siz olsaydınız, arayacağınız ilk kişi kim olurdu?"
Bu zor bir soru değildi. Xie Lian aslında çok endişeli değildi ve çabucak sakinleşerek, "Sanırım..." dedi.
Daha konuşmasını bitiremeden, ruh iletişim dizisinde bir mesaj belirdi. Hazırlıksız yakalanan Xie Lian elini kaldırıp mesajı aldı ve Feng Xin’in sesinin kulağının dibinde yüksek sesle çınladığını duydu "Majesteleri! Korkunç bir şey, az önce sizi taklit eden bir yaratık vardı!"
...beklendiği gibi! O sırada, Xie Lian’ın en güçlü ve en etkili yardımcıları Feng Xin ve mu Qing idi ve böyle bir şey olursa, doğal olarak önce onları arayacaktı!
Neyse ki heykel sokaklarda çılgınca koşmak yerine önce Feng Xin'i aradı. Xie Lian bir nefes verdi ve aceleyle, "Hayır, hayır! O bir yaratık değil ve beni taklit etmiyor."
Feng Xin şok olmuştu. "Ne demek istiyorsun? Bir yaratık ya da taklit değil mi? Bana onun sen olduğunu söyleme??? Bu olamaz!"
Xie Lian: "O da değil! Pekala, şimdi nasıl? Onu yakaladın mı? Kaçmasına izin verme!"
Ama Feng Xin: "Çok geç, çoktan kaçtı!" dedi.
Xie Lian dedi ki, "Ne? Bu çok kötü!" dedi.
Feng Xin, "Evet, bu kötü. Çıplak ve etrafta koşuşturuyor, insanlar bunu görünce ne der?!"
Xie Lian, "Bekle, ne dedin sen? Çıplak mı? Ben... hayır, hiç kıyafet giymiyor mu???"
Feng Xin dedi ki, "aşağı yukarı! Giysileri var ama çok değil, sanki biri yırtmış gibi kırık dökük ve yırtık pırtık. Evet, eğer bir yaratık değilse ve bir taklit de değilse, o zaman nedir bu? Ne haltlar dönüyor burada? Bana heykel gibi göründü... bekle, heykel mi?"
"Tonglu'nun dibindeki o yerden mi kaçtı, siz ne yapıyorsunuz???" diye haykırdı.
Xie Lian da Wen rou xiang tarafından vurulduğunda üzerinde ne kadar giysi olduğunu artık tam olarak hatırlayamıyordu. O sırada kendini dayanılmaz hissetmişti ve sersemlik içinde kendi giysilerini yırtmış olabilirdi. "Sonra açıklarım! Hemen geliyorum!" dedi.
Bunu söyledikten sonra, ruh iletişim dizisinin bağlantısını kesti ve Hua Cheng'e, "San Lang, Xin Xian şehrine gitmemiz gerekiyor!" dedi. (Kelimenin tam anlamıyla: yeni ölümsüz şehir. Tıpkı hayaletlerin yaşadığı bir hayalet şehir olduğu gibi, tanrıların/ölümsüzlerin yaşadığı bir ölümsüz şehir de vardır).
Diğer tarafta, Hua Cheng yeni oyulmuş Hayalet Kral heykelini çoktan çözmüş ve onu avucunun içinde durabilecek daha küçük bir heykele dönüştürmüştü. "Pekâlâ!" dedi. Ve saniyeler içinde bir dizi çizdi.
Aradan neredeyse hiç zaman geçmemişti ki ikisi doğrudan Xin Xian Şehri'nin Nan Yang Sarayı'nda belirdi. Kapı açıldığı anda Feng Xin’i gördüler ve Feng Xin Hua Cheng'i gördüğü anda gözleri büyüdü, "Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, senin de burada ne işin var? Cennete ne için geldin?!"
Yıkım derecesindeki bir hayalet kral, bütün gün kendi bölgesinde itaatkâr bir şekilde kalmayı reddediyor, bunun yerine canı ne zaman isterse ölümsüzlerin şehrine gidiyordu - bu çok uygunsuzdu!
Hua Cheng onu görmezden geldi ve bir an dinlemek için başını eğerek, "Bülten nerede? Şüphesiz ki yukarı gökler sadece sözden ibaret değil ve hiçbir eylemi takip etmiyor."
Feng Xin doğal olarak Hua Cheng'in bahsettiği bülteni biliyordu. "Üst gök, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur’un tanrıları kurtarırken gösterdiği kahramanlıkları bütün bir yıl boyunca rapor etmeli" bülteni değil miydi bu? Alnında bir damar atmaya başladı ve şöyle dedi: "Gecenin bir yarısı haber yapacak ne var ki! Herkesin dinlenmeye ihtiyacı var, gündüz haber yaparız!"
Bunun üzerine Hua Cheng, konuyu daha fazla takip etmeyeceğini belirtircesine bir "oh" sesi çıkardı. Xie Lian, "Pekala, herkesin istediği gibi! Daha da önemlisi, gördüğünüz "ben" nerede? Ne tarafa gitti?"
Feng Xin bir yönü işaret ederek, "Oraya kaçtı, ben de tam kovalamak üzereydim, siz ikiniz de gelebilirsiniz!" dedi.
Birdenbire Xie Lian’ın kalbinde uğursuz bir önsezi hissi belirdi ve "Bir şey sorayım, o yön..." dedi.
Feng Xin net bir şekilde, "Xuan Zhen Sarayı'nın yönü." dedi.
Xie Lian, "..."
Hua Cheng derin bir sesle, "Git!" dedi.
İkisi de gecikmeye cesaret edemedi ve aceleyle Xuan Zhen Sarayı'na giderek ana kapıdan içeri daldılar. İçeri girdiklerinde Mu Qing’in sunakta oturduğunu gördüler, sanki az önce akıl almaz bir şey görmüş gibiydi, tüm vücudu dilsiz bir şok halindeydi. Xie Lian onun yanına gitti ve elini gözlerine doğru sallayarak, "Mu Qing?" dedi.
Xie Lian’ı görünce nihayet kendine geldi ama yüzündeki ifade büyük bir şok ifadesi olarak kaldı ve ancak uzun bir süre sonra, "Xie Lian, ne yapıyorsun?" dedi.
Xie Lian, "... Bir şey mi yaptım? Ben... Ben de mi ne yaptığımı bilmiyorum? Lütfen söyle bana?"
Mu Qing, hâlâ bakmaya devam ederek, "Neden şimdi, gecenin bir yarısı, kıyafetlerin darmadağınık bir halde Sarayıma koştun?" dedi.
"..."
Hua Cheng sırıttı.
Xie Lian, "İnsanların yanlış anlamasına neden olacak şekilde konuşma! Az önce gördüğün her neyse, o kesinlikle ben değildim!"
Mu Qing yüzünün yarısını ovuşturdu, sanki gördüğü şeyi gözlerinden çıkarabilmeyi diliyordu. Solgun ve hastalıklı bir yüz ifadesiyle, "Sen olmasan bile, seninle olan bağlantısı kaçınılmaz! O mağaradan bir heykel, değil mi? Siz ne yapıyorsunuz, toplumun ahlakına zarar veren böyle bir heykeli gecenin bir yarısı başıboş bırakıyorsunuz - Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur ile bu tür bir oyuna ihtiyacınız yok mu?"
Hua Cheng alaycı bir tavırla, "Bunun seninle ne ilgisi var?" dedi.
Mu Qing öfkeyle, "Ne demek istiyorsun, bunun benimle ne mi ilgisi var. Burası benim Sarayım!"
Hua Cheng yavaşça, "Ölümsüzler Şehri'nin yeniden inşasında benim de bir rolüm vardı," dedi.
Bu doğruydu, çünkü üst cennetler daha önce büyük zarar görmüştü ve bu yüzden bazı tanrılar Hayalet Şehrin başkanından gizlice yardım istemek zorunda kalmıştı. Doğru hesaplandığında, Hua Cheng olmadan Xin Xian Şehri'nin inşa edilmesi mümkün olmazdı. Xie Lian şöyle dedi: "Biz oyun oynamıyorduk. Bu bir kazaydı. Şimdi nerede?"
Mu Qing, "Benden bir kılıç kaptı ve kaçtı..." dedi.
Xie Lian daha fazlasını söylemesine bile gerek kalmadan kılıcın nereye gitmiş olabileceğini biliyordu. Xuan Zhen sarayının dışındaki bahçeden bir "dang dang" sesi geldi. Aynı anda Hua Cheng'in getirdiği küçük hayalet kral heykeli kendini aşağı bıraktı ve bahçeye doğru zıpladı, zıpladı.
Xie Lian hemen dışarı fırladı. Beklendiği gibi, Wen rou xiang heykeli bahçedeki sahte dağda duruyordu!
Heykelin giysileri darmadağınıktı, omuzlarının ve göğsünün yarısından fazlası çıplaktı. Alt kısımdaki kıyafetlerin de parçaları vardı ve eksikti, bu da genel olarak müstehcen bir görünüm veriyordu. Heykelin yüzünün tasarımı bir başka seviyedeydi, kaşları birbirine sıkıca kenetlenmişti, sanki cildini boyayan kırmızı kızarıklık ve üzerini kaplayan ince ter tabakası görülebiliyordu - buna tekinsiz bir işçilik parçası demek çok da yanlış olmazdı.
Ve gözlerinin önünde, heykel Xuan Zhen Sarayı'ndan kaptığı kılıcı tutuyordu -dang dang, dang dang! - ve tekrar tekrar kendini bıçaklamak için elinden geleni yapıyordu. Doğal olarak, Xie Lian’ın ilk seferinde yaptığı şeyi yapmayı, zehri serbest bırakmak için kendini yaralamayı düşünmüştü.
Ancak TongLu'da oluşan taşlar güçlü olduğu için kılıç delip geçememiş, bunun yerine eğilip kırılmış. Heykel umutsuzluğa kapılmış gibiydi ve avucunu kaldırarak, yeteneği paramparça olana kadar kafasına vurmak üzereymiş gibi görünüyordu. Xie Lian aceleyle seslendi: "Sakin ol! Sakin ol!"
Heykel ona donuk donuk baktı. Xie Lian uçarak karşıya geçti ve bir darbeyle heykeli sahte dağdan düşürerek mağarada ayakta duramayacağı bir deliğe düşmesine neden oldu. Hua Cheng de Xie Lian'ın yanına koştu ve bir şey fırlattı. Bu Hayalet Kral'ın heykeliydi!
Hayalet Kral heykelinin Hua Cheng tarafından yere atıldığını söylemek yerine, genç heykel tanrısını görünce kendini kurtarmak için mücadele ettiği ve bir çırpıda avucunu terk ettiği de söylenebilir. Havada orijinal boyutuna geri döndü ve tanrı heykelinin gövdesinin üstüne inerek onu kapladı. Altından ürkütücü bir nefes geldi.
Tumblr media
Xie Lian aceleyle sahte dağdan atladı ve sesleri duyduktan sonra oraya gelen Mu Qing'i Xuan Zhen Sarayı'na doğru geri iterek, "Yeterli zaman yoktu! Çok özür dilerim, değerli toprağını biraz ödünç alalım!"
Mu Qing sarsıldı. "Siz ikiniz az önce ne yapıyordunuz? Xie Lian, "Başka bir gün açıklarım. Binlerce kez özür dilerim!"
Hua Cheng durgun bir sesle, "Özür dileyecek ne var? Bu kişinin hayatını defalarca kurtarmadın mı?"
Mu Qing: "Hayır, şimdi açıkça anlatsan iyi olur. Senin bir seni yere attığını, onun da bir onu yere attığını görür gibi oldum. Gözlerim yanılmıyor, değil mi? Peki siz ikiniz ne yapıyorsunuz? Şu anda sahte dağda neler oluyor?"
Bunun üzerine Xie Lian onu boynundan tutarak sarayın içine doğru sürüklemeye başladı. "Korkunç bir acil durum! Gerçekten, Mu Qing, oraya gitme! Neden kendine acı çektirmek istiyorsun ki?"
Mu Qing kükredi, "Xie Lian!!! Sarayımda ne yaptınız? Has*ktir cidden lanet olsun!"
"Biz yapmadık! Bu sadece bir kaza, gerçekten yeterli zaman yoktu... ve sen yine saçmalıyorsun!"
Bir saat sonra, iki heykel sonunda Xie Lian ve Hua Cheng’den aldıkları büyülü enerjiyi kullandılar.
Bir göz atmak için sahte dağın içine giren Xie Lian alnını ellerinin arasına aldı.
Hua Cheng heykelleri düzenlerken, Xie Lian kenarda durdu ve gelip bakmak isteyen Feng Xin ve Mu Qing’i sessizce engelledi. İçtenlikle, "Bunu görmek istemezsiniz," dedi.
Feng Xin doğal olarak meraklı bir insan değildi ve bir şeylerin iyi gitmediğini hissederek hemen geri çekildi. Ancak Mu Qing, bunun peşini bırakmadı ve yüzü eski bir çömleğin tabanı gibi simsiyah oldu ve öfkeyle kollarını savurarak mırıldandı: "İnanamıyorum... Buna inanamıyorum! Böyle bir şey olduğunu düşünmek! Sarayımda böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek!"
Bundan sonra, sanki ruhu bedeninden uçup gitmiş gibiydi ve artık kendi sarayındaki sahte dağa doğrudan bakamıyordu. Xie Lian daha sonra bu bölgeyi bir darbeyle yerle bir edeceğinden çok şüpheleniyordu.
Doğruyu söylemek gerekirse, Xie Lian’ın kendisi de pek güven duymuyordu. Böylesine saçma bir kaza olabileceğini düşününce, utanıp utanmaması gerektiğini gerçekten bilmiyordu. İki heykele -hayır, şu andan itibaren "tek" heykel olarak kabul edilmeliler- dönüp bakarak, "Onlar... böyle mi kalacaklar?" dedi.
Hua Cheng, "aynen öyle" dedi. “Her neyse, ayrılamazlar."
Xie Lian yüzünü kapattı.
Hangi cennet görevlisinin böyle bir heykeli vardı! Ya biri görseydi? Bu sadece uygunsuz bir şeydi. Ne kadar sinir bozucu!
İnledi, "... San Lang, bunlar... onları iyi sakla. Kimsenin görmesine izin verme."
Hua Cheng güldü, "Bu kesin. Gege rahatlayabilir."
Bir bütün haline gelen bu iki heykeli bin tanrı mağarasına ve asıl yerlerine geri getirdikten sonra, Xie Lian sonunda alnındaki teri sildi.
Ve bin tanrı mağarasındaki diğer Xie Lian’lar bir kez daha merakla etrafta toplandılar ve Xie Lian tarafından bir kez daha ikna edilmek zorunda kaldılar: "Bu uygunsuz, bakmayın. Bu uygunsuz, bakmayın."
Heykellerin gitmekten başka çaresi yoktu. Heykelin son haline bakamamış olsalar da Wen rou xiang "Xie Lian"ın nihayet bir "yoldaşı" olmasını kıskan��rcasına, uzaklaşırken arkalarına bakmaya devam ettiler.
Wen rou xiang zehri salınmıştı ama diğer heykellerde hâlâ bir eksiklik vardı. Tanrıları memnun eden veliaht prensin bir izleyicisi yoktu, sarhoş olanın yardım edecek kimsesi yoktu, salıncakta sallananın onu itecek kimsesi yoktu...
Xie Lian açgözlü hissetmekten kendini alamadı ve "keşke her Xie Lian’ın bir Hua Cheng'i olsaydı, o zaman her şey yoluna girerdi" diye düşündü.
Beklenmedik bir şekilde, Hua Cheng de aynı düşüncesini yüksek sesle söyledi, "Gege, her majestelerinin bir San Lang'ı olsa daha iyi olacağını düşünmüyor musun?"
İki insan kolayca bir araya gelmişti. O andan sonra, yeteneklerini sergiledikleri on bin tanrı mağarasında kaldılar.
Xie Lian birkaç dakika içinde Hua Cheng'in hantal görünümlü bir kayayı nasıl zarif bir taş heykele dönüştürdüğüne kendi gözleriyle şahit oldu. Bu beceri tarif edilemezdi çünkü Hua Cheng, onun Hua Cheng'in ne yaptığını net bir şekilde göremeyeceği kadar hızlıydı. Hua Cheng'in en başından beri tekniği yöntemle nasıl birleştirdiğini düşününce, Xie Lian’a sadece övmek kalmıştı.
Hua Cheng arkasını döndü ve kırık kaya parçalarıyla dolu bir zeminden, saçları dağınık, giysileri yırtık pırtık, yüzü bandajlarla kaplı, çok acınası görünen, yeni kıvrılmış bir çocuğu kaldırdı. Ellerinde de bırakamayacağı bir şey tutuyordu. Xie Lian elini çocuğun başının üzerine koydu. Çocuk hemen gözlerini kırpıştırdı ve başını çevirerek etrafına bakındı. Yakasının arkasını tutan biri olduğunu görünce şiddetli bir tekme attı.
Hua Cheng onun böyle bir şey yapacağını tahmin etmiş gibiydi ve kolayca sıyrıldı, onu kollarının arasına aldı ve istediği gibi çırpınmasına ve tekmelemesine izin verdi. Xie Lian küçük Hua Cheng’in bu kadar vahşi ruhlu olacağını tahmin etmemişti ve kahkahasını tutamayarak, "ah, ne kadar vahşi!" dedi.
Hua Cheng tısladı ve onu bir kenara fırlattı. Bu şekilde fırlatılan çocuk bir "dong" sesiyle yere yığıldı, ancak çok hızlı bir şekilde tekrar ayağa kalktı ve Hua Cheng’e sert bir bakışla baktı. Xie Lian çocuğun çok sert düştüğünden endişelendi ve ona doğru bir kol uzatarak, "San Lang, çok acımasızdın! Ya düşerken zarar görürse?" Eğer biri gerçekten sayıyorsa, bu çocuk neredeyse yeni doğmuştu!
Ama Hua Cheng hiçbir şey olmamış gibi, "Sorun değil. Çok inatçıdır."
Bu çocuk Hua Cheng'e karşı inanılmaz derecede sertti ama Xie Lian’a karşı dostça ve arkadaşça davranıyordu. Xie Lian'ın kendisine doğru el hareketi yaptığını gören çocuk tam ona doğru gitmek üzereydi ki, o anda çok uzakta olmayan tanrıları memnun eden veliaht prens heykeli bir şeyler sezmiş gibi yerinden kalkıp, bakışlarını onlara doğru sabitleyerek yanlarına doğru yürüdü.
Tanrıları memnun eden veliaht prensin heykelini gören çocuk dondu kaldı ve bandajların arasından görünen tek gözü iyice büyüdü ve sanki onu yakalamak istercesine gürültüyle koşarak cübbesinin önüne düştü, ancak aynı zamanda Tanrı'nın cübbesini kirletmekten korkuyormuş gibi çok yaklaşmaya cesaret edemedi. Ancak uzun bir süre sonra elini dikkatlice kaldırdı ve az önce inatla açmayı reddettiği avucunu açtı.
Avucunun içinde bir çiçek saklı olduğu ortaya çıktı.
Veliaht Prens, sanki çiçeği alıyormuş gibi küçük bir gülümsemeyle elini kaldırdı ve kendi inisiyatifiyle onu yukarı taşıdı ve ikisi birlikte mutlu bir şekilde oradan ayrıldılar.
Onlara bakınca, içlerinden biri sonunda kılıç kullanmasını takdir edecek birini bulmuş, diğeri de sonunda çiçeğini sunabileceği birini bulmuştu.
Onları izlerken Xie Lian kendini oldukça güvende hissetti ve birden aklına başka bir soru geldi: "San Lang, oyma işini bitirdiğinde bu mağara bir sürü senin ve benim heykelimle dolmayacak mı? Birbirlerine karışırlar mı? Ne de olsa bir kısmı birbirine benziyor."
Ama Hua Cheng sessizce güldü ve "Hayır, karışmayacaklar." dedi.
"Neden?"
Hua Cheng tekrarladı, " karışmayacaklar."
Bakışlarını kaldırıp Xie Lian’a baktı ve hafif bir gülümsemeyle, "'Ekselansları' yanlışlıkla karıştırsa bile, 'ben' asla karıştırmayacağım. Çünkü her Hua Cheng sonsuza dek yalnızca bir majestelerinin takipçisi olacak, yalnızca bir kişiye adanacak. Ve bu yüzden asla birbirlerine karışmayacaklar."
Ve Xie Lian ona baktı ve şöyle dedi: "Ben de karıştırmayacağım. Her Xie Lian’ın en sadık takipçisi, sonsuza dek sadece bir kişi olacak, 'ben' bunu sonsuza dek hatırlayacağım. Ben..."
Bunu söyledikten sonra, birden garip bir şekilde utandığını hissetti.
Şu anda ikisi de iki küçük çocuk gibiydi ve birbirlerine hararetle "en çok sevdiğim kişi sonsuza dek sen olacaksın, sadece sen" diyorlardı. Samimi olsa da aynı zamanda çok çocukçaydı.
Çocukça olmasına rağmen, aynı zamanda çok samimiydi.
Bir anlık sessizliğin ardından, Xie Lian hafifçe öksürdü ve "o zaman... şimdi, veliaht prens majesteleri için , salıncağı itmesi için bir hayalet kral oyalım." dedi.
Salıncağı itmesine yardım edecek kimse olmadığı için çok yalnız ve sıkıntılı görünüyordu. Hua Cheng mutlu bir şekilde, "Tamam." dedi.
Xie Lian tekrar, "Peki ya şu şarap içen? Onu anlamak oldukça zor. Kafası karışık görünüyor ve hatta ağlıyor. Ah, burada çok fazla heykel var, Tanrı bilir her biri için ne zaman yontma işimiz biter?"
Hua Cheng gülerek, "Neden korkuyorsun? Acele etmeyelim, eninde sonunda buluşacaklar."
Xie Lian da gülümseyerek başını salladı ve hafif bir sesle, "Mn. Kesinlikle buluşacaklar."
Mağaranın içinde, başlangıçta ayrı olan iki heykel şimdi bir araya gelmişti.
Birbirlerine sıkıca sarılmak, birbirlerinin yüzlerine kendilerininkine çok yakın bir şekilde bakmak, bakışları ve bedenleri birbirine dolanmak, asla çözülmemek üzere - bu gerçekten birlikte olmak, asla ayrılmamaktı.
29 notes · View notes
gelmemeyeegitmisim · 5 months ago
Text
Hayır anne arkadaşım. Hayır internetten kimseyle tanışmadım. O mu? Eski arkadaşım. Bişey yok anne. Babam yüzünden üzülecek miyim anne? Kitap ağlattı. Bişeyim yok film izledim film üzücüydü. Tamam anne al telefonumu zaten ben sadece kitap okuyorum bişey olmaz. Anne deniyorum olmuyor. Anne matematik zor bi ders deniyorum yine de özür dilerim. Bende böyle bir not beklemiyodum. Evet anne sınavım iyi geçti. Tamam anne çalışırım. O kim mi? Okuldan arkadaşım. Onunla şimdi konuşmuyoruz. O sırrımı yaymıştı. Anne ağlamıyorum görmüyo musun? Sıcakta kızarmıştır. Allık sürdüm ne ağlaması. Tamam çalışıcam anne. Baba sanki ilgileniyosun dersimle ya. Baba şu test kitabını alır mısın? Ha tamam sonra olur. Baba git başımdan. Hep böyle olmak mı zorundasın? Baba bir kere böyle giyindim. Ne olacak? Baba sende ilgilen o zaman. Bağırma bana.
22 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 5 months ago
Text
Suriyeliler bizim neyimiz olur?
Kör parmağım gözüne menfur bir provokasyon radikal bir biçimde ‘içyüzümüzü’ görmemizi sağladı dersek hiç de abartmış olmayız.
Ne acıdır ki böyle bir netice doğurdu mezkûr iç savaş provası…
Bundan sonrasında yazacaklarıma burun kıvıracak olanlar kadar, bütünüyle karşı çıkanlar da olacaktır. Hatta sosyal medyadaki meşhur tabirle “linç” yemem işten bile değil.
Lakin bu böyledir diye bir kalem erbabı olarak şahitlikten kaçacak değilim.
Bunu, inancıma ve şahsiyetime karşı bir vazife addediyorum.
Yanılgıya düşmüş iyi niyetli insanların kanaatlerinde müspet bir değişime vesile olmak, bu yazının hedefine varması için yeterlidir.
Evet, gelelim “içyüzümüze” dair gördüğümüz yakıcı gerçeklere…
Suriyelilerle ilgili yapılan dezenformasyon ve antipropaganda öyle boyutlara varmış ki, çok makul ve aklı başında diye nitelenebilecek insanlar bile bu propagandanın etkisi altına girmiş durumdalar.
Yakından tanıdığım ve samimiyetinden şüphe etmediğim bir arkadaşın “Artık gitmeliler” demesi üzerine farkına vardım bu gerçeğin.
“Sana ne zararı var Suriyelilerin?” diye soracak oldum.
Önce durdu ve sonra kem kümler eşliğinde “işlenen suçlar”, “yük oluyorlar”, “yerlilerin iş bulması zorlaştı” gibi aslı astarı olmayan birtakım gerekçeler ileri sürdü.
Peki, bu gerekten böyle mi?
Tabii ki hayır!
Şaşırdınız mı bu cevaba?...
Öyleyse istatistiki veriler ve piyasa gerçekleri ışığında anlatayım izninizle…  
Suriyeli mültecilerin suç işleme oranları, Türkiye’de ülkenin yerli nüfusuna kıyasla çok daha düşük. Öyle ki bu, Türkiye’nin uluslararası karşılaştırmalardaki oranını bile aşağıya çekiyor.
Yani Suriyelilerin ‘bir suç makinası’ gibi takdim edilmesi insafsızlıktan öte bir şey…
“Suriyeliler hastanede sıra beklemiyorlar, seçimlerde oy kullanıyorlar, vergi vermiyorlar, üniversitelere sınavsız giriyorlar” gibi külliyen yalan olan uydurmalar bir yana başta sağlık giderleri olmak üzere göçmenlere yapılan yardım ve desteklerin önemli bir kısmı Avrupa Birliği Sivil Koruma ve İnsani Yardım Ofisi (ECHO) tarafından sağlandığı için ‘yük oluyorlar’ iddiası da mesnetsiz...
Bu, Türkiye’nin bu insanlara destek ve yardım yapmadığı anlamına elbette ki gelmiyor lakin iddia edildiği gibi bir durum da kesinlikle söz konusu değildir.
İş bulma meselesine gelince.
Hakikat şu ki Suriyeliler, çoğunlukla yerli halkın yapmaya tenezzül etmedikleri işleri çok daha ucuz bir bedelle yapıyorlar.
Bir iş adamının bu yöndeki tanıklığı aynen şöyle:
“Pandemiyle başlayan ve savaşla devam eden kriz sürecinde eğer Suriyeliler olmasaydı tekstil sektörü batardı…”
Bununla birlikte şöyle bir husus daha var;
Türkiye’de gerek zorunlu eğitim nedeniyle ve gerekse de beğenmeme nedeniyle ‘çıraklık’ ve ‘kalfalık’ alanında zannedilenden çok daha fazla bir gerileme yaşandı.
Özellikle de zanaat erbabı yok olma aşamasında.
Suriyeliler bu alana da canlılık kazandırarak önemli bir boşluğu dolduruyorlar.
Bütün bunlara, zengin Suriyelilerin öz kaynaklarını Türkiye’ye aktararak sıkıntılı süreçlerde ‘sıcak para’ girişi sağladıkları gerçeğini de eklediğimizde, şikâyet edilen hususların dedikodudan öte bir anlam taşımadığı ortaya çıkıyor.
Bu husustaki en büyük sorunumuz, ırkçılar ve bunlardan etkilenen insanların gösterdikleri haksız reaksiyondur maalesef.
Mütedeyyin insanların bile aynı anafora düştüğü bu zorlu süreçte;
“En zor günlerinde Suriyeli muhacirlere ensar olmanın onurunu göğsümüzde bir şeref madalyası olarak iftiharla taşıyacağız. Buna gölge düşürecek, 13 yıldır ülkemizin şefkat şemsiyesi altında olan mazlumları sıkıntıya sokacak hiçbir eyleme girişmeyiz.” diyen Erdoğan’dan başka, bu mazlum halkı savunan neredeyse hiç kimse kalmadı…
Şaka yapmıyorum, başta Göç İdaresi olmak üzere birçok kurum ve bürokrasinin kahir ekseriyeti, bu faşist terörün etkisinde ve zulme varacak her türlü zorluğu dayatmada tereddüt göstermiyorlar. 
Netice itibarıyla, gelişmeler bu hızla devam ederse masum çocukların bile maruz kaldığı travmatik hadiseler bizi sadece insaniyet sınavında değil, maddi anlamda da kaybedeceğimiz bir noktaya taşıyacaktır.   
Şu bir gerçek ki gazetemizin genel yayın yönetmeni Merve Şebnem Oruç Hanımefendi’nin de sıklıkla ifade ettiği gibi; “Nasıl başlarsa başlasın, her zaman nasıl bittiğiyle hatırlanırsın!”
Diriliş Postası
Yazar : Nihat NASIR 08.07.2024 08:04
43 notes · View notes
savasbitti · 2 months ago
Text
gönlümün bir parçası
yaşlı bir güvercindi. yolun bir yakasında ağaçlardan öbür yakasındaki ağaçlara uçayım derken bir kanat dönmesiyle önümüze düştü. arabayı durdurdum, camdan baktım. benim bir şey dememe kalmadan sen indin, güvercinin başına diz çöktün. asfalt dönüyor, dağa sarıyordu. dirseğin altı, koyu yeşil bir uçurumdu. sis, ağır ağır yükseliyordu. camı açıp başımı çıkardım. geldin. yüzünün rengi uçmuştu. avuçlarının arasında güvercin vardı. "ölmüş mü?" "yaşıyor. n'apacağız?" arabayı yolun iyice sağına aldım, durdum. indim. bana doğru geldin. "bak, yüreği nasıl atıyor!" elimi aldın, güvercinin göğsüne götürdün. "duyuyor musun?" duyuyordum bir şey kımıldıyordu elimin altında. "yanımıza alalım mı?" sana hiç "hayır" demedim. dedim mi? bindik. güvercinin yuvası mantonun bir eteği oldu. uzun bir yoldu. bize yürüyüş tarif etmişlerdi. çok önce varmış olmalıydık; oysa, hâlâ yollardaydı. ormanın içinden geçen dar atlı araba yolunda kalakalmıştık. yanıb aşımızdan bizi inatla izleyen bir dere akıyordu. "yolu yitidik bence." dedim. "ama, bana dediler ki..." kuşkusuz, demişlerdi, şöyle gidilecek, şu kadar bir şey, sonra sağa sapılacak, sonra... "radyoyu açayım mı?" "aç!" yüzlerce keman küçücük arabanın içinde yoğun bir ezgi kopardı. dışarıda gün kararıyordu.
önce akşamın alacası çöktü, ardından vadiden yükselen sis her yanı sarmaya başladı. ürktün. konuşmadın ama sezdim, anladım ben. parmaklarını kenetledi birbirine, yerinde daha çok büzüldün. durdum. yüzüme baktın. alacakaranlıkta kilometre saatinin şavkı gözlerine vurmuştu. kentlerde şimdi akşam oluyordu. caddelerin cıvalı lambaları yanmıştı. insanlarla dolu otobüsler duraklarda duruyor, inenleri indiriyor, yeni yolcuları aldırmaksızın suskun akışındaydı yine. büyük parkta haziran gülleri yavaşça açıyordu. çalgılı gazinolarda dudakları çok boyalı, ağzının kenarında eskimiş bir sıkıntıyla çok genç bir kadın yeni bir şarkıya başlamıştı. gardan, çok uzaklara gidecek bir tren hareket ediyordu; peron uğurlayıcısızdı, kentin insanlarında yolculuklara karşı bir kanıksamışlık vardı. köprünün üstünde durmuş bir genç kızla bir delikanlı, dünyayı umursamadan kollarını birbirlerinin bellerine sarmışlar, korkuluklardan aşağıda akan suya bakıyorlardı. evlerin birinde devehamurundan sacda pişmiş bir açkı pişiriyordu, kokusu üç sokak ötesini sarmıştı. gökyüzünden bir uçak geçiyordu; kanatlarında ve kuyruğunda ikisi kırmızı biri yeşil üç ışık, bir yanıp bir sönüyordu. havadaki esintide kahırlı ve kentli mimarların iç bayıltan kokusu dört koldan gezintiye çıkmıştı. "akşam oldu, değil mi?" "evet." dedim. ne olacak diye sormadın. "geri mi dönsek?" "ama yol kapalıydı. öyle gördük!" evet, yol kapalıydı, onarılıyordu. bize demişlerdi: şöyle gidilecek, şu kadar bir şey, sonra sağa sapılacak, sonra... "biraz daha gidelim." dedim. biraz daha gittik. yaşlı bir güvercindi, yolun bir yakasındaki ağaçlardan öbür yakasındaki ağaçlara uçayım derken bir kanat dökmesiyle önümüze düştü. arabayı durdurdum, camdan baktım.
13 notes · View notes
yasemin87 · 8 months ago
Text
BOŞANMAK
Ben 20 yıldır eşinden ayrılmış bir bayanım.
Neden mi ayrıldım?
İşte sorun burada...
Ben bunu ne eşime, ne aileme 20 yıldır anlatamadım.
Sanılıyor ki boşanmak için dayak yemem lazım.
Kafam gözüm yarılmalı elim kolum kırılmalı.
Yanda aç kalmalıyım, açıkta kalmalıyım
üstüm başım perişan olmalı.
Aldatılmalıyım, ortada kalmalıyım.
Bende öyle değildi...
Ben babasız büyüdüm.
Annemi gördüm.
Bizi nasıl baktı büyüttü, nelerle baş etmek zorunda kaldı.
Bir evin hem anası, hem babası nasıl olunur ondan öğrendim ben.
Evliliğimin 8. yılında farkettiğim şey ben de annem gibiydim.
Bir evin hem erkeği hem kadını. Oysa evlilik müştereklikti.
Bunu eşimle konuştuğumda kızdı dalga geçti, anlamadı.
Ona göre o görevlerini eksiksiz yapıyordu, ben de yapmalıydım.
İşte burada benim için uykusuz geceler başladı.
İlk düşündüğüm, madem bu kadar şeyi tek başıma yapıyorum, o zaman benim bir erkeğe ihtiyacım yok dedim.
Bu da eşime olan saygımı kaybetmeme sebep oldu.
Saymadığınız birisini sevemiyorsunuz.
Bambaşka biri oluverdim.
Bir yere mi gitmek istiyorum, gidiyorum.
Bir şey mi almak istiyorum, alıyorum.
Konuşmak mı istiyorum, konuşuyorum.
Bunun için kimseden izin istemiyorum.
Bu eşimi deli ediyor.
Ona göre ona sormalı, izin istemeliyim.
Doğrusu bence de bu, ama bir kadın her şeyi tek başına yapıyorsa bunları da yapabilir.
İşe gidip geliyorum.
Gecenin bir köründe metrolarda, otübüslerde sarhoşlarla baş etmek zorunda kalıyorum.
Eve geliyorum yemek bulaşık tam bitiyor,
bir de kocanın keyfi.
Kadınım ya!
Ama yan komşumda bir akşam 10’a kadar oturamıyorum çünkü kocası var, ama metro otübüs duraklarında elin serhoşlarıyla oturabilir, yolculuk yapabilirim.
Evde aynı filmi bile birlikte bakamıyoruz.
Aynı şarkıyı birlikte söyleyemiyoruz.
Ya biz dans bile edemiyoruz.
Ya belimi incitiyor, ya ayağıma basıyor.
Ya da sadece sağa sola dönüp duruyoruz.
Az kıvırsam sen dansöz müsün?
Gülsen o ne o***pu musun?
Ciddi olsan kadın kadın değil, 12 ayak buzdolabı.
Ulan ben ne olacağımı şaştım.
Eşimin istediği gibi olayım yuvamda huzur olsun derken bir de baktım ben yittim.
Öyle ruhsuz kişiliksiz bir ucube oldum çıktım.
Hayır dedim, ben ben olmalıyım.
Ben oldum ama eşim beni istemedi.
Ben de onun istediği gibi olamadım.
O da benim istediğim gibi olamadı.
Boşandık...
Şimdi ben kötü müyüm?
Ya da eşim mi kötüydü?
Boşanmak için birinin kötü mü olması gerekiyor?
Ya da evlilik için iyimi olmak gerekiyor?
Hani uyum?
Hani paylaşmak?
İnsanlar vardır balık ruhlu maviyi sever,
derinliği sever, sessizliği sakinliği sever...
İnsanlar vardır kartal ruhlu, uçmayı sever, yüksekliği sever, gücü sever...
İnsanlar vardır kurt gibi sürüyü sever, geceyi sever...
İnsanlar vardır her biri bir başka renk,
bir başka şarkı, nota...
Düşünsenize kalabalığı ve şamatayı seven biriyle sesizliği yalnızlığı suskunluğu seven nasıl bir araya gelir, nasıl mutlu olur?
Eş demek bir ömür demek, bir hayat birlikte yürümek demek.
Yanlış insanla doğru yolda gidilmez.
Şimdi dönüp geriye baktığımda bir suçlu aramıyorum, kimseye kızgın ya da kırgın değilim.
Biz sadece farklı insanlardık.
Hem de çok farklı.
Bunu söylediğimde sen kocanı hala seviyorsun belki bir gün gene barışırsınız diyorlar.
Gülüyorum...
Evet kızgın değilim, ama bu onu seviyorum demek değildir.
Ben kendimi seviyorum.
Kendime olan saygımı korumaya çalışıyorum.
Sevgi geçmişin acıları ile değil geleceğe
olan umut ve güvenle yaşar.
Bu gün bakıyorumda evlilikler hala aynı
temeller üzerine kuruluyor.
Ve aynı yanlışlardan dolayı yürümüyor.
Beyler, Hanımlar...
Artık 21 yüzyılda yaşıyoruz.
Kimse kimseye ne muhtaç, ne köle.
Hayat yolunuzu çizin ve çizdiğiniz yola girenlerle devam edin.
Başka yoldakilere göz atmayın, yolundan etmeye kalkmayın.
Bir gün, bilemedin üç beş gün gider o yolu sizinle, sonra sıkılır kendi yoluna döner.
Hanımlar hiç kimse sizi doyurmak, taşımak korumak kollamak zorunda değil.
Bundan vazgeçin artık.
Kocam değil mi? mecbur demeyi bırakın artık.
Beyler hiç bir kadın sizin özel zevklerinizin hizmetçisi egolarınızın hamalı değil.
Karım değil mi görevi, yapacak! ayaklarını bırakın artık.
Önce insan olarak sayın birbirinizi.
Sevgi zaten saygıyla gelir.
Sahip değil yoldaş olun.
Hepinize iyi günde, kötü günde bir ömür mutluluklar diler sevgi ve saygılarımı sunarım.!
Güzide Güleç
Tumblr media
42 notes · View notes
elurann · 1 month ago
Text
Aslında birinin hep orada oluşu sıradanlaşmamalı, kıymetlenmeli. Bir resme ilk hangi kareden bakarsınız? Ortasından mı? Zannetmiyorum. Bir resmi yorumlarken önce kenarlarda ki detaylara bakmaya çalışır insan, hep en açıkta olanı görmeyi reddeder. En son, her şey için vakit geç bir hal aldığında insan resmin ortasına odaklanmaya başlar fakat dedim ya her şeyin sonudur o vakit.
Peki insan hep mi geç kalmalı? Aslında hayır... Neden resimden birdenbire konu açtığımı merak ettiniz mi? Aslında size resim diye anlatmak istediğim aynalardı. Evet, aynalar. Herkesin kendini göz ardı ettiği, benimseyemediği aynalar...
Aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? Sadece bedeninizi mi? Yüzünüzü mü? O zaman size şunu söyleyebilirim, siz detaylarda boğulmaktan resmin kendisine odaklanamamışsınız. Aynanın karşısına geçip hiç gözlerini izlediniz mi? İzlediyseniz eğer size neler anlatmak isteğini fark ettiniz mi?
Fark etmediyseniz, geç kalmışsınızdır. En çokta kendinize. Bilir misiniz insan en çok acıyı kendisine yaşatırmış... Eğer aynaya odaklandığınızda kendinizi tanıyamıyorsanız, sevmezsiniz.
Sevgi umut işi değil midir? İnsan kendinden nasıl umudu kesebilir? Kesmeyin, kendinizden hiçbir zaman sevginizi, umudunuzu kesmeyin.
Kötülükler mi korkutuyor, alıkoyuyor sizi sevginizden? Hatalarımız mı korkutuyor bizi kendimizden? Ya da aynaya baktığımızda olmak istemediğimiz insanla mı yüzleşiyoruz? Önce farkına varmalı insan...
Siz siz olun dostlarım; kendinizi bir kalıba koyup kısıtlamayın, kötülüğün esir aldığını düşündüğünüz bedeni çırılçıplak savunmasız bırakmayın, yaptığınız hataların büyüklüğünden korkmayın ve her şey için geç olduğunu düşünmeyin.
Halledersiniz, hallederiz. Ama size tavsiyem eğer kendinize yabancılaşmışsanız artık kendinizi tanıyamıyorsanız bu sizin suçunuz değil... Şayet çok rahatsız oluyorsanız değiştirmek içinde geç değil.
Vazgeçmeyin kendinizden çünkü fark etmeseniz de kendiniz için kıymetlisiniz.
Bahsettiğim gibi lütfen ruhunuzu savunmasız bırakmayın, onun size inanan güvenen ve ihtiyacı olan küçük bir çocuk olduğunu unutmayın.
Kendinizi sevin dostlarım! En çokta içinizde ki küçük çocuk için sevin...
Benden bu kadar, şafak vaktinizi aydınlatacak umut dileğiyle, iyi akşamlar...
8 notes · View notes
yilannn · 1 day ago
Text
Belirsizlik çok kötü değil mi? Resmen beyni kemiriyor Evet değil hayır değil, olacak mı ? Olmayacak mı? Var mı? Yok mu?
7 notes · View notes
hataysekshikayelerisblog · 1 year ago
Text
Kocamın Halasının Oğlu Tokmakcım Oldu! (Reyhan 39 Y., Aydın)
Selam hikayeciler. Ben Reyhan, 39 yaşındayım, balık etli ve beyaz tenliyim. Aydın'da yaşıyorum. Yaz dönemi bizim oralarda düğün zamanıdır. Kocam Aydın'ın bir ilçesindendir. Halası telefonla arayarak yakın akrabalarının düğünü olduğunu söyledi. Kocam işi gereği zaman zaman il dışına çıkıyordu. Halasına, kendisinin düğüne gelemeyeceğini, ancak beni göndereceğini söyledi.
Düğün günü kocamın halasına gittim. Giderken dizimin bir karış üzerinde siyah bir etek, topuklu ayakkabı giymiştim. İçime de tanga külot giymiştim. Yaz olduğu için çorap giymemiştim. Gece 23:00 sıralarında düğünden halaların evine döndük. Kapıyı halanın kocasının ilk evliliğinden olan üvey oğlu Engin açmıştı. Kapının ağzında beni baştan aşağı süzerek, "Ooo Reyhan, sen de mi geldin?" diye sordu. "Evet düğün için geldim, yarın gideceğim!" dedim. Engin'i çok fazla gözüm tutmazdı. Hatta çok fazla sevmezdim. Beni ne zaman görse becerecekmiş gibi bakardı, ben de bundan çok rahatsız olurdum.
Hala yaşlı olduğu için yatmak için yerlerimizi hazırladı ve kendi yattı. Ben de üzerimi değiştirip yattım, ama hava çok sıcaktı uyuyamadım. Engin'den çekindiğim için gecelik giymemiştim, eşofmanlarla yatmıştım, fakat sıcağa dayanamadım. Nasıl olsa yatmıştır diye halanın gençliğinden kalan ince geceliği giydim. Halanın boyu benden kısa olduğu için gecelik zar zor kalçalarımı kapatmıştı. Rahat olur diye sütyenimi de çıkartmıştım. Hala salonda yer ayarlamıştı. Balkon kapısından balkona geçtim. Balkonda divan vardı, duvara sırtımı verip divana ayaklarımı uzatıp bir sigara yaktım.
Keşke kocam da yanımda olsaydı, şimdi burada kaçamak yapardık diyerek düşündüm. Kocamla ne zamandır sikişmemiştim, amım yanıyordu. Bir elimle de bacaklarımı okşamaya başladım. Yavaş yavaş hoşuma gitmeye başlamıştı. Sigarayı söndürdüm. Bir elimle göğüslerimi okşarken, bir elimi de amıma kaydırdım. Önce külodun üzerinden okşarken, daha sonra külodumu kenara çekip parmaklarımı amıma sokup çıkarmaya başladım. Bir elimle de bızırımı okşuyordum. Kendimden geçmek üzereyken mutfaktan bir ses geldi. Telaşla üzerimi düzeltmeye çalıştım, ama zaten gecelik kısaydı. Bacaklarımı divandan aşağıya uzattım ama bacaklarım ve göğsümün yarısı meydandaydı. Bir süre bekledim, mutfağın ışığı açılmadı, bulaşıklar kaymıştır diye düşündüm. Bir taraftan da acaba gören olmuş mudur diye içim içimi yiyordu.
Yatmak için salona gittim. Bir süre sağa sola döndüm, ama içimdeki sıkıntıdan uyuyamadım. Elimi yüzümü yıkamak için banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra banyodan çıkarken Engin'in kapısı açıldı ve kapıda karşılaştık. Bana, "Sen de mi uyuyamadın?" dedi. "Evet ama şimdi yatıyorum!" diyerek hızlı bir şekilde oradan uzaklaşmaya çalıştım. Engin'in beni gecelikle görmesini istemedim. Salona gidip, salonun kapısını kapattım.
Ama sıkıntım daha da artmıştı. Hava almak için tekrar balkona çıktım. Bir süre sonra mutfağın ışığı yandı. Engin elinde su bardağı ile balkona çıktı. "Su içip yatacağım, sen de içer misin?" dedi. Teşekkür ederek istemedim. Tam giderken bana, "Reyhan odama gelirsen sana bir şey göstermek istiyorum!" dedi ve odasına gitti. Ben de içeri salona girdim. Salonda bir süre oturduktan sonra (Acaba beni gördü de o şekilde fotoğrafımı mı çekti?) diye düşündüm. Kafamın içerisinde bu düşünce iyice büyümüş, merak halini almıştı. Kafamı kemiren bu düşünceden sıyrılmak için Engin'in odasına gitmeye karar verdim...
Engin'in kapısını çaldım ve izin alarak girdiğimde şok olmuştum. Engin'in üzeri çıplaktı, altındaki kısa şortu da dizlerine kadar indirmiş, yarağına 31 çekiyordu. Sinirlenmiştim, "Bunun için mi beni çağırdın?" dedim. "Hayır, kızma, bak ben film seyrediyorum, seni balkonda izledim, daha çabuk rahatlarsın diye senin de seyretmeni istedim!" dedi. Engin benle yaşıttı ve halen evlenmemişti. Odasına Avrupa yayınlarını alan uydu yayını çektirmiş, bir seks kanalını izlediğini gördüm. Televizyonda iki adam bir kadını ortalarına almış, biri sikiyor, diğeri ağzına veriyordu. Evde kocam olmadığı zamanlarda bilgisayardaki seks filmlerini izleyerek masturbasyon yapıyordum. Demek ki bunların kanalı da varmış diye düşündüm. Engin, "Bunu beğenmediysen başka kanallar da var!" dedi. Yaklaşık on kanal dolaştı, hepsinde de Hardpørnø filmler vardı. Lezbiyenler, zenciler, gruplar, götünü siktirenler...
Benim ağzım açık dikildiğimi gören Engin, "Gel yanıma otur ayakta kalma, merak etme bir şey yapmam!" dedi. Benim gözüm televizyonda kalmıştı. Bana, "Kapıyı kapatır mısın ses gidiyor, istemiyorsan gidebilirsin!" dedi. Kapıyı kapatıp Engin'e doğru döndüğümde, gözüm Enginin yarağına takıldı. Kalın ve uzundu. Eliyle ovuşturuyordu. Kafası kocaman olmuştu. "Lütfen otur, rahat ol!" dedi. Yatağın kenarına emanet bir şekilde oturdum. "Hangisi kalsın?" dedi. "Bilmem..." dedim. Transa girmiş gibiydim, gözüm bir televizyonda, bir Engin'in yarağındaydı. "Amatörleri açalım!" dedi. "Nasıl?" diye sordum. "Normal insanlar çektiklerini gönderiyor, onlar da yayınlıyor!" dedi ve amatör kanalı açtı.
Kanalda bir kadını bir erkek sikiyordu, diğer adam da seyrediyordu. "Bak görüyor musun pezevengi, karısını siktiriyor, kendi de seyrediyor!" dedi. Televizyondan gelen inleme sesleri odayı dolduruyordu. Bir tarafta da Engin kısık sesle küfürlü konuşuyordu, "Ulan şimdi burada olacaksın, amına nasıl geçirirdim, hadi yavrum benimkini de yala, yavrum sendeki göte girmeyen erkek adam değil, götüne koyayım, ağzına akıtayım, yarağımı amına sokayım, orospum, kaltağım hadi beni boşalt!" gibi laflar ediyordu duyabildiğim kadarıyla.
Bir ara bana, "Rahat olsana, arkana yaslan!" dedi. Dediğini yaptım, şimdi hem Enginin yarağını ve 31 çekmesini hem de televizyonu görebiliyordum. Engin'in küfürlü konuşmalarından etkilenmeye başlamıştım. Sanki bana söylüyor gibi hissetmiştim. Engin'in yarağı taş gibi olmuştu, iyice irileşmişti. Kendini biraz arkaya verip hırlayarak göbeğine doğru fışkırarak boşaldı. Dölleri neredeyse gögüslerine kadar gelmişti. "Reyhan ben işimi hallettim, üzerimi temizleyim, sen de işini rahat gör!" dedi. Şortunu sıyırıp çıkardı. Çırılçıplak kalmıştı. İlk defa Engin'e alıcı gözle bakıyordum. İri yapılı bir erkekti, kocam biraz zayıftı hep şişmanlamasını isterdim.
Çok heyecanlanmıştım. Elimi amıma götürdüm vıcık vıcık olmuştu. Engin'e, "İşini halledememişsin seninki halen canlı!" dedim. O da, "Ne yapsın zavallı, ne zamandır bir amcık sikemedi!" dedi. "Neden?" dedim. "Para yok ki kerhaneye gidelim!" dedi."Sen hep kerhaneye mi gidiyorsun? Normal birini sikmedin mi?" dedim. "Hayır, bu yarak orospu amından başka am görmedi ki!" dedi. Bu arada amımı okşuyordum. Bir anda orgazm olmaya başladım. Orgazm olurken inlerim ve bazen de kısık çığlık atarım, çok dolu olduğum anda da kendi kendime (Yarak istiyorum, sikilmek istiyorum!) diye inlerim. İstemdışı yine aynısı oldu. Engin bana, "Ne o, rahatladın mı?" dedi. "Orgazm oldum, ama rahatlamadım!" dedim. "Devam et o zaman, ben banyoya gidiyorum!" dedi. Kumandayı yanıma bırakmak için bana yaklaştığında yarağı nerdeyse ağzıma değecekti...
Tam bu sırada (benim şu anda da hayret ettiğim bir şeyi yaparak) Engin'in yarağını elime alıp ağzıma götürdüm ve kafasını emmeye başladım. Engin hayret içinde bana bakıyordu. Yarağının kafası kocamandı. Ağzımın içinde Engin'in yarağı tekrar canlanlanmaya başladı. Yarağın kafası ağzımda, gövdesi elimde idi, emerken elimle de yarağına 31 çekiyordum. Yarağının kafasını ağzımdan çıkardım ve Engine, "Bu akşam senin karın olmak istiyorum!" dedim. Artık ok yaydan çıkmıştı. "Sen siktirdikten sonra bence sorun yok, sonra pişman olmayasın bak!" dedi. "Hayır olmam kocacığım, bu akşam sen ne istersen o olacağım, yeter ki beni sik!" dedim. "Olur yavrum, benim yarak ne zamandır sikecek am arıyordu. Sen iste, ben seni darmadağın ederim!" dedi. "Hadi dağıt beni erkeğim!" dediğimde, iki eliyle kafamı tutup yarağını boğazıma kadar dayayıp ağzımın içine sokup çıkarmaya başladı.
Nefes almakta zorlanıyordum Engin azgınca ağzımı sikiyordu. Elimle bacaklarından itip ağzımı kurtardım, "Yavaş ol boğulacağım, bana bırak ben ağzıma alayım!" dedim. Ben emdikçe Engin boğa gibi böğürüyordu, "Ooohh Reyhaaan süper, hadi yavruumm dibine kadar!" diyordu. Yarağı ağzımdan çıkardım ve "Bana da az önce filmdeki kadına söylediklerini söylesene!" dedim. "Olur anam, sen devam et, mahvettin beni!" dedi. Yarağı elime alıp taşaklarını ve kasıklarını yalarken, Engin de, "Yıllardır seni sikmek için bekliyordum, seni gördükçe akşamları seninle 31 çekiyordum, amına girip seni sikiyordum, taşaklarıma kadar sana geçiriyordum!" diyordu.
Ona, "Engin beni yalar mısın?" dedim. Engin de, "Yalamak ne kelime, am sularından şerbet yapar içerim!" dedi. Sırtüstü yatağa uzandım, ağzını amıma dayayıp beni yalamaya başladı. O beni yalarken iki kere orgazm oldum. Dizlerinin üzerine kalkıp bacaklarımı havaya kaldırdı, amım da götüm de apaçık ortaya çıkmıştı. "Sana öyle bir yarak tattıracağım ki, hayatın boyunca unutmayacaksın, amını darmadağın edeceğim senin!" diyerek yarağını amıma dayayıp yüklendi. Amımın sulanmış olmasına rağmen kocaman yarağı amımı yırtarcasına taşaklarına kadar içime girdi. Amım Engin'in yarağını kılıf gibi sarmıştı.
Engin hızlı bir şekilde üstümde hoplarcasına amıma girip çıkıyordu. Engin beni siktikçe zevkin doruklarına çıkıyordum. Sanki dünya ile irtibatım kopmuştu. "Hadiii sik beni, geçir bana erkeğiiim, bu gece senin orospun oldum, sik beni, orospu yap beni!" diye inliyordum. Hızımı alamadım ve "Üstüne çıkmak istiyorum!" dedim. "Olur bebeğim, nereye istiyorsan oraya çık!" dedi. Engin'i yatırıp üstüne oturdum. Elime yarağını alıp amıma dayadım ve yavaş yavaş üstüne oturmaya başladım. Taşaklarına kadar yarağı içimdeydi. Hareketlerimi hızlandırmaya başladım. Zevkten kuduruyordum. Oturup kalkarken Engin'in taşaklarını götümde hissediyordum...
Ve yine orgazm oldum. Üste olduğum için benim amımın suları Engin'in taşaklarına kadar sızmıştı. Yarağı da taşakları da vıcık vıcık olmuştu. Engin de ellerini göğüslerime atmış, göğüslerimi sıkıştırıyor, ovuşturuyor, gazete kağıdı gibi büzüştürüyordu. Bir taraftan canım yanarken bir taraftan acayip zevk alıyordum. Engin, "Senin gibi bir karı sikmedim şimdiye kadar, süper bir şeymisin sen!" diyordu. Ben de, "Devam et erkeğim, devam et kocacığım, ben de şimdiye kadar böyle bir yarak yemedim. Daha da sok, daha da sokkk!" diyerek inliyordum.
Engin ellerini kalçalarıma kaydırdı ve oğuşturmaya başladı. İyice de sertleşmişti. Son noktaya geldiği belliydi. Elleriyle kalçalarımı ayırmış ve hızlı bir şekilde amıma girip çıkarken inliyor, hırlıyordu, "Iııığğğhhh, oğğğhhşşş, ıhhhmmğğğhhh!" diye. O kadar hızlanmıştı ki, ıslak taşakları kalçalarıma vururken dalganın kıyıya vurduğu gibi sesler geliyordu. Farkında olmadan kalçalarımdan güç alıyordu ve zevkin doruklarına yaklaştıkça elleri ile kalçalarımı biraz daha ayırıyordu, götümün ayrılacağını düşündüm bir ara. Engin içime öyle bir tazyikle patladı ki, amımın içi dölleri ile dolmuştu. Engin'le hayvan gibi sikişmiştik. İkimiz de birbirimizi perişan etmiştik...
Engin'in üzerinden kalkarken içimi dolduran döller aşağıya doğru süzülmeye başladı. Elimle yere dökülmesin diye amımı kapattım. Elimde bir avuç dolusu döl vardı ve halen sızmaya devam ediyordu. Tam bu sırada Engin bana, "Ne o, yutacak mısın onları?" dedi. Aslında aklımdan geçmiyordu. Çünkü şimdiye kadar kocamın döllerini ağzıma almamıştım. "Bilmem..." dedim. Engin de, "Seninkileri ben çok sevdim, sen de onların tadına bak istersen!" dedi. Engin bana çok güzel bir gece yaşatmıştı ve şimdiye kadar bu kadar güzel sikilmemiştim. Ona ödül olacağını düşünerek avucumdaki dölleri göğüslerime, boynuma, kalçalarıma ve bacaklarıma sürmeye başladım. O kadar çoktu ki her tarafıma yetmişti. Avucumda son kalanları da yalayarak ağzıma aldım. Çok tuzlu ve keskin kokulu idi. Avucumda döl kalmayıncaya kadar avucumu yalayıp dölleri yuttum ve "Seninki de çok güzelmiş!" dedim.
Engin yattığı yerden elini uzatıp, "Gel yanıma!" dedi. Yanına uzandım. Çok hoşuma giden, ama kocamın çok fazla yapmadığı bir şeyi yapmaya başladı. Bana sarılıp beni sevmeye başladı. Hiç beklemiyordum ve çok hoşuma gitmişti. Hem beni seviyor, hem de bana, "Yıllardır seni sikmek istiyordum, rüyalarımı süslüyordun, bana bunu yaşattığın için çok teşekkür ederim!" diyordu. Bu son hareketleri beni tamamen koparmıştı. Çünkü kocamdan bu davranışları görmemiştim. Ben de Engin'e bana yaşattığı gece için ve gösterdiği incelik için teşekkür ederken, bir taraftan da göğsü ve karnı ile oynuyordum...
Elim yarrağına gitti, daha kendini bırakmamıştı. Elime alıp okşamaya başladım. Engin'e, "Gerçekten kocam olmak ister misin?" dedim. "İsterim, ama nasıl olacak?" dedi. "Sen hiç göt siktin mi?" dedim. "Bir kere kerhanede siktim, ama hiçbir şey anlamadım!" dedi. "Beni götten siker misin?" dedim. "Peki daha önce siktirdin mi?" dedi. "Birkaç kere kocamla denedik, ama acıyınca siktirmedim. Eğer sen istersen ilk sen sikeceksin ve kocam olacaksın, ister misin?" dedim. "İstemez miyim mi yavrum, götüne hastayım zaten!" dedi. Kendimi Engin'in büyüsüne kaptırmıştım, ama Engin'in kalın yarağı amıma zor girerken götüme nasıl girecekti. Bir kere yola çıkmıştım ve bu sefer götümü siktirecektim, kararlıydım. Kerhanedeki orospu siktirdiyse, o koca yarağı götten yedi ise, ben de götüme alabilirdim, ben de o yarağı yiyebilirdim. Çünkü Engin bunu hak etmişti.
Ama önce işemem lazımdı, çırılçıplak odadan çıktım, tuvalete girdim. Daha sonra sıvı sabunu alıp tekrar odaya girdim. Engin ayaktaydı. Uzattığım sıvı sabunu elimden alıp, "Teşekkür ederim, hiç böyle bir şey beklemiyordum!" diyerek dudaklarıma yapıştı. Emerek dudaklarımı öpüyordu. Ben de karşılık verdim ve bir süre ateşli bir şekilde öpüştük. Sonra elimden tutup beni yatağa çıkardı ve dört ayağımın üzerine domalttı. İri elleriyle kalçalarımı ayırdı. Önce kalçalarımı öpüp yaladıktan sonra tersten amımın üzerinde dilini dolaştırmaya başladı. Yine mest olmuştum. Bir anda irkildim, amımı yalayan dili şimdi göt deliğimde geziniyordu. İlk defa biri götümü yalıyordu. Arada da kalçalarıma ufak ısırıklar atıyordu.
Birden parmağı götümde dolanmaya başladı ve yavaş yavaş götüme baskı yapıyordu. Parmağını yarısına kadar götüme sokmuştu. Bir taraftan da, "Kendini bana bırak, hiç acıtmadan götünü sikeceğim, oradan da sana zevk almasını öğreteceğim!" diyordu. Parmağını ortasına kadar götüme sokup çıkarıyor bir taraftan da deliğimin etrafını yalıyordu. Parmağın götümden çıktığını hissetim. Başımı arkaya çevirdiğimde, Engin ayağa kalkmıştı, sıvı sabunu aldığını gördüm. "Şimdi götünü yağlayacağım, hiçbir acı hissetmeyeceksin!" dedi.
Engin önce sıvı sabunu göt deliğimin etrafına sürdü ve az önce götümü parmakladığı parmağı ile götüme girmeye başladı. Az öncekinden daha rahat giriyordu parmağı ve daha derine. Parmağının tamamını götüme sokup çıkarmaya başladı. Götüm parmağına alışmıştı derken birden götümün zorlandığını hissetim. Bu sefer iki parmağını birden sokmaya çalıştı. Onu da içime almıştım. Parmakların yarıdan fazlası götüme girip çıkıyordu. Yatağa paralel durmamı söyledi. Öyle yaptım, bir taraftan götümü iki parmağıyla sabunlarken, bir taraftan da yarağını ağzıma verdi. Ben Engin'in yarağını emerken, götüm de parmaklarına alışmıştı. İşi biliyordu. "Nereden öğrendin göt sikmeyi?" dedim. "Filmlerden! Bir gün senin götünü sikersem diye!" dedi.
Bu arada ben de Engin'in yarağını ağzımla ve elimle güzelce kaldırdım. Tekrar önünde domalttı. Bu sefer yarağını sabunlamaya başladı. Taşaklarına kadar sabunladıktan sonra sabunu alıp götümün içine parmakları ile pompalamaya başladı. Götümde vıcık vıcık sabun olmuştu. Sonunda Engin götüme girecekti ve beni götveren yapacaktı. Biraz stresli idim ve kendimi sıkıyordum. Engin kalçalarımdan tutup beni sabitledi, "Fazla hareket etme ve kendini sıkma, bana bırak kendini!" dedi.
Taş gibi ve dimdik yarağını kalçalarımın arasında sürtmeye başladı. Götüme sokacak diye beklerken, yarağın amıma girdiğini hissetim. Bir taraftan amı sikerken bir taraftan da parmağını götüme sokuyordu. Bir süre amımı sikmeye devam etti. Yine mayışmaya başlamıştım ve götümün sikileceğini unutmuştum. Tam bu sırada Engin seri bir hareketle parmağını götümden çıkarıp yarağını götüme dayadı ve ani ve sert bir hareketle yüklendi. Engin'in kocaman yarağının kafası götümü yırtarak götümden içeri girmişti. O anda kalbimin ağzımda attığını hissetim. Attığım çığlığı halen duyabiliyorum, "Aaağğğhhhhh, ayyyyyy!" diye. İstem dışı yaraktan kurtulmak için kendimi ileri doğru çektim, ama Engin iki eliyle kasıklarımdan beni kendine doğru çekince yarağının yarısı götüme girmişti. Menge gibi elleriyle kasıklrımdan beni sabitlemişti ve kaçamıyordum.
"Tamam yavrum, bu kadardı, sık dişini, götüne girdim!" diyordu. Ama tansiyonum yükselmiş gibi beynim zonklarken, sesini arka fondan geliyormuş gibi duyuyordum. Engin bira daha yüklenince, "Uyyy, offf, aayyy, aağğhh, Engin erkeğim kocacığım, dağıldım, yırtıldım, çok acıyooor, ağğğhhhh!" diye inlemelerim eşliğinde Engin götüme gidip gelmelerini yapıyordu. Bir anda durdu, "Reyhan yeter bağırma, bak götünün içindeyim!" dedi. "Hepsi girdi mi?" dedim. "Evet hepsi götünde, sakin ol şimdi, bundan sonra zevk alacaksın!" dedi ve yavaş hareketlerle götümün içinde gidip gelmeye devam etti. Ara da bir hepsini çıkarıyor, nefes almamı rahatlamamı sağlıyor, daha sonra tekrar sokup çıkarmaya devam ediyordu. Bir süre sonra götüm uyuşur gibi olmuştu. Enginin yarağına alışmıştı. Kendimi iyice serbest bıraktım. Artık Engin amıma girer gibi rahat hareket ediyordu. Engin'in büyük zevk aldığı her halinden belliydi, kasıklarımı ve kalçalarımı sıkmaktan neredeyse moraracaklardı. Ben de Engin'in ritmine uymuştum.
Engin yarağını götümden çıkardı ve beni sırtüstü yatırıp, bacaklarımı havaya kaldırdı. Yarağını götüme dayayıp içine girdi. Şimdi rahat alabiliyordum götüme. Engin bir taraftan götümü sikerken bir taraftan da göğüslerimi okşuyor, sıkıyor, "Reyhan hoşuna gidiyor mu?" diye soruyordu. "Evet, değişik bir duygu, ama amımdan aldığım zevk kadar değil!" dedim. "Alışınca daha çok zevk alacaksın!" diyerek götüme pompalamaya devam etti. 15 dakika siktikten sonra yarağını götümden çıkardı ve döllerini fışkırtmaya başladı. Göğüslerime kadar fışkırmıştı yine bir avuç dolusu. "Ufff, nasıl fışkırdı öyle!" dedim. "Senin gibi bir yavruyu sikip te fışkırmadan olmaz ki!" dedi. Bunları konuşurken ben Engin'in döllerini göğüslerime ve göbeğime sürmeye devam ediyordum..
Engin'e, "Erkeğim benim, güçlü kocacığım, ne zaman sikin kalkarsa bende indirebilirsin. Ne zaman ararsan, amım, götüm, ağzım, her tarafım yarağına amade! Ama başka karıları sikersen, hele kerhane orospularını sikmeye gidersen çok bozulurum! Sen iste, ben senin için orospuluk bile yaparım!" dedim. "Merak etme karıcığım sen benim küçük orospumsun, sen varken başka orospuyu siker miyim hiç!" dedi ve dudaklarıma yumuldu. Uzunca öpüştük. Gün ağarmak üzere idi, "Halam birazdan kalkar!" dedim. Giyinmek için iç çamaşırımı elime aldığımda, Engin, "Bırak Reyhan bana hatıra kalsın!" dedi. Zaten bir tek tanga külodum vardı, onu da Engin'e bırakıp, üzerime geceliği alıp çıktım...
Kahvaltıdan sonra Engin beni uğurlarken, "Çantana bak, sana bir hediyem var!" dedi. Ordan ayrılıp kendi evime gidince çantama baktım, bir CD vardı. Meğer Engin akşam yaptıklarımızı gizli kamerayla kaydetmiş. Oturup seyrettiğimde hayretler içinde kalmıştım. Hem yaptıklarıma, hem söylediklerime. Ama hiçbir şey şu gerçeği değiştirmedi: Engin benim kocam ve tokmakcım olmuştu. Ben de onun karısı ve biricik orospusu. Engin'le halen her fırsatta sikişiyorum :)
[Reyhan]
211 notes · View notes
amezhu · 2 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
231. BÖLÜM - Hünerli zar - Yuvarlanan hep yek kalbi korkutuyor - 3
Karanlığın içinde o figür bir adım attı ve sonunda ateşin ışığı altında meydana çıktı.
Mu Qing’in yüzü karanlıktı ama konuşmadı, Feng Xin Xie Lian’i tuttu ve ekledi, “Cennet Başkentinde insanları ararken aniden arkamdan biri bana çarptı, yoksa neden düşeyim ki?"
Xie Lian'ın zihni hızla döndü ve gözlerini kırpıştırdı, "Sana vuran o muydu?"
Feng Xin kesin bir ifadeyle, "Hiç şüphesiz oydu!" dedi.
"Peki sana vurduktan sonra hemen bayıldın mı?" diye sordu Xie Lian.
"Oldukça!" dedi Feng Xin, "Her iki durumda da Ekselansları ona dikkat edin, çok yaklaşmayın ya da onu yakalayın!"
Mu Qing kendi kendine yemin etti, "Saçmalı..."
Xie Lian hemen araya girdi, "Bekle! Feng Xin, burada bir sorun var. Eğer seni arkadan pusuya düşürdüyse ve hemen ardından bayıldıysan - sana arkadan vuran kişinin Mu Qing olduğunu nereden biliyorsun?"
Feng Xin onun bu soruyu soracağını tahmin etmemişti ve geri çekildi. Mu Qing o anı anında yakaladı ve kamburunu çıkardı, "O sırada Cennet Başkenti kaos içindeydi, herhangi birinin seni bayıltması garip olmazdı, ama sen bu karmaşayı benim üzerime attın, yanlış gördüğünü kabul edemez misin?"
Ancak Feng Xin, Xie Lian’a tutundu ve ayağa kalktı, ses tonu karanlıktı, “Hayır, kesinlikle sendin!”
“Bu suçlaman neye dayanıyor?” Mu Qing talep etti.
Feng Xin açık bir şekilde ifade etti, “Gayet açıktı çünkü cennet başkenti tutuşmuş her yer alev alevdi ve yer arkamdaki o kişinin gölgesini yansıtıyordu. Arkaya dönüp bakma şansım olmamasına rağmen düştüğümde saldırı hareketini ve gölgenin şeklini gördüm. Senin gölgendi!”
Xie Lian ikilinin sözlü darbelerini dikkatle izledi. Mu Qing hâlâ geri adım atmadı, “Tek yaptığın konuşmak ama gözlerinle hiçbir şey görmedin ve gölgelerin gerçeği bulanıklaştırması normaldir yani sadece bir gölgeye dayanarak onun benim olduğunu nasıl belirleyebilirsin? Neredeyse bayılacakken ne görebilirsin ki?”
“Aradaki farkı anlatıp anlatamayacağımı çok iyi biliyorsun, ekselansları da.” Dedi Feng Xin.
Xie Lian cidden biliyordu. ne olursa olsun o üçü beraber büyüdü, beraber xiulian uyguladılar, birbirlerinin hareket ve hallerini daha fazla bilemezlerdi bu yüzden yüzünü görmese bile hala yüzde seksenden fazla emin olabilirdi.
“Ekselansları, buraya beraber mi geldiniz?” Feng Xin sordu, “Yolda gelirken şüpheli bir şey yaptı mı?”
“Şey…” dedi Xie Lian.
Doğruyu söylemek gerekirse Mu Qing yol boyunca istikrarsız, gergin ve şüpheli görünüyordu. Ama bu durumda Xie Lian’in bunu Mu Qing’in yüzüne söylemesi kolay değildi. Feng Xin devam etti, “Hayır! dikkatlice düşünün, onun geldiği gerçeği bile şüpheli. Kişiliği gereği, o neden insanları kurtarmak için tehlikeyi göze alsın ki? Mu Qing’den bahsediyoruz.”
Mu Qing’in yüzü gittikçe karardı, “Kesinmiş gibi şeyler söyleme. Bir çocuk sahibi olmak senin yapacağın bir şey değil, ama yine de durum belli.”
“…”
Xie Lian bu konuşmanın nereye gideceğini hissedebiliyordu ve hızlıca lafa girdi, “Pekala, tartışmayın. Eğer tartışmaya devam ederseniz sakinleşmek için deyim çalışmak zorunda kalacağız!”
 Mu Qing ekledi, “Ayrıca, seni ben itmiş olsam neden seni bulmak amacıyla onları buraya çekmeye bu kadar çaba harcayayım ki?”
Feng Xin cevapladı, “Çünkü arkamdan ittikten sonra yine de senin yaptığını söyleyeceğimi düşünmedin! Ve burası hangi cehennemse belki de ekselansları ve diğerlerini beni bulmak için buraya çekmedin. Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur yarı yolda sizden ayrılmadı mı?”
“Ekselansları ve diğerlerini çok tehlikeli bir tuzağa çekmek için bana sahte demeye mi çalışıyorsun? Pekala, kusura bakma ama ekselansları ve Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur tüm yol boyunca benimleydi, hiçbir şey fark etmemelerine imkan yok.”
“Doğru, evet…” dedi Xie Lian.
Ama bu sadece Mu Qing rotası için doğruydu. WuYong yer altı sarayına girdikten sonra yer değiştirmediğini kim söyleyebilir? Hiçbir şey kesin olamazdı.
Mu Qing, ‌Feng‌ ‌Xin‌'e baktı ve ekledi, “Ekselansları en iyisi ondan uzak durmanız. Sonuçta geldiğimizden beri yalan söylüyor, Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur da ortadan kayboldu ve şimdi de bizi ayırmaya çalışıyor, onun sahtekardan daha fazlası olduğunu düşünmüyor musunuz?”
Yüzü olmayan beyaz önceden o ikisinin kılığına girip gizlemişti, yani bir daha yapsa sürpriz olmazdı. Xie Lian alnını ovuşturdu, “Şuna ne dersiniz? Neden ikiniz sadece üçümüzün bildiği bir şey söylemiyorsunuz, böylece kimliklerimizi doğrulayabiliriz?”
“Ne gibi?” sordu Mu Qing.
Xie Lian düşündü ve gelişigüzel bir şekilde şöyle dedi, “Karlı dağın zirvesinde neden ikiniz birbirinize bağırıyordunuz?”
Bu öneriyi verdikten sonra diğer ikisinin yüzü dondu, Xie Lian ellerini kollarının içine soktu, “Eğer dedikleriniz birbiriyle uyuşmazsa o zaman ikinizden biri sahte. Hadi hemen doğrulayalım.”
Ancak bu ikisi sadece birbirlerine baktılar ve tek kelime bile konuşmadılar. Xie Lian ilk başta o kadar da meraklı değildi ama elinden olmadan meraklandı. Bir zaman sonra soruyu umursamadı, “İkiniz de bir noktayı atlıyorsunuz. Onun gerçek bir şey olmadığından şüphelenmedim.”
Mu‌ Qing‌ gözlerini kıstı, “O zaman ne demek istiyordun?”
Feng‌ ‌Xin‌ açıkça söyledi, “Baştan beri onun gerçek Mu Qing olduğunu düşündüm. İkimize de katlanamıyor o yüzden hiçbir şey yapmaması onun için garip olmaz.”
Mu Qing'in elleri yumruk haline geldi, eklemleri çatırdadı, elini hafifçe vurarak dışarı doğru savurdu!
Feng Xin yaralıydı bu yüzden darbeden zar zor kurtuldu. Ve böylece ikisi kavga etmeye başladı. Xie Lian bunun olacağını tahmin etse de elinde olmadan başı zonklamaya başladı, “Sakin olun… Neden biraz deyim çalışmıyoruz, hm?”
Darbeleriyle Xie Lian havadaki kana susamışlık aurasının gittikçe daha da arttığını hissetti. Birkaç ateş ışığı topu gelişigüzel bir şekilde tüm odayı aydınlatarak etrafta uçtu. Xie Lian ancak o zaman duvarların ve rafların son derece ürkütücü birçok çeşit süvari kılıcı, mızrak, kılıç ve birçok silahla dolu olduğunu fark etti.
Görünüşe göre burası cephanelikti. Havanın kana susamış aura ve soğuklukla kaplı olmasına şaşılmamalıydı.
Xie Lian’ın da kendi çok sevdiği ve değer verdiği, içinde zaman geçirirken zaman algısının kaybolduğu cephaneliği vardı, ama bu cephanelik onu o kadar rahatsız hissettirdi ki içinde bir dakika daha durmak istemedi. Ama hangi sözlere güvenmesi gerektiğini ya da hangi tarafa yardım etmesi gerektiğini bilmiyordu –doğruyu söylemek gerekirse ikisi de çok şüpheliydi.
En sonunda Xie Lian ancak seslenebildi, “RuoYe!”
Önce onları bağlayıp konuşma sonraya kalacaktı!
Çağırılmayı bekleyen RuoYe sonunda gösteri yapma şansı buldu ve fırladı. Ancak beklenmedik şekilde beyaz ipek kumaş çıkmadan önce Xie Lian aniden arkasından bir başka soğukluğun geldiği hissetti.
Saldırısının yönü anında değişti. RuoYe'yi yakaladı ve onu arkaya doğru salladı. Beyaz ipek kumaşın bir şeye yakalandığını hissettiği an Xie Lian RuoYe’yi kavradı ve tüm gücüyle aniden çekti ancak o neyse yerinden hareket etmedi.
Xie Lian korktuğunu hissetti ve devamında diğer eliyle de RuoYe’yi çekti, sırtı sağlam bir şekilde kucaklaşmaya çarptı ve hatta beline saplanan soğuk ve sert bir şey bile vardı. Xie Lian, “???”
Vücudu o kadar sağlam görünmese de fiziksel gücü oldukça zorluydu. Karşı taraf devasa bir yaratık olmadığı sürece o halde nasıl kolayca çekilebiliyordu?
Xie Lian tam karşılık vermek üzereydi ki bir elin beline dolandığını ve yukarıdan bir ses geldiğini hissetti, “Gege, benim.”
“San Lang?” diye sordu Xie Lian.
Aşağıya baktığında, onu çevreleyen elin akçaağaç yaprakları, kelebekler ve canavarlarla oyulmuş gümüş bir kolluk taktığını gördü; başını çevirdiğinde, onu yakalayanın uzun boylu, ince yapılı, kırmızı giysili, sakin ve ağırbaşlı bir adam olduğunu ve belinde gümüş bir pala asılı olduğunu gördü. Az önce beline saplanan şey büyük olasılıkla bu pala kabzasıydı.
Hua Cheng!
Xie Lian hemen anladı: Meğer az önce onu bilerek Hua Cheng'in yanına sürükleyen RuoYe'ymiş, yani ikiye karşı bir dövüşüyormuş, tabii ki bu kadar kolay çekilmiş!
Kendini dengeledi ve suskun bir şekilde RuoYe'yi kaldırarak "Seni küçük hain..." diye mırıldandı.
RuoYe akıllıca ölü taklidi yaparak kıpırdamadan yatıyordu. Xie Lian da daha fazla konuşmak istemedi ve onu bir kenara fırlattı, "San Lang, az önce ne oldu? Arkamdan gelmiyor muydun? Ustam nerede?"
“Bu yer çok garip.” Dedi Hua Cheng, “Yarı yolda, geri dönüş yolu tamamen mühürlenmişti. Biraz zor bir şeyle karşılaştık, o yüzden onunla ilgilenmek biraz zaman aldı.”
Hua Cheng bile bunun biraz zor olduğunu söylediyse görünüşe göre o şey gerçekten zorluydu. Xie Lian hafifçe endişelendi, “İyi misin?”
“Tabii ki.” Dedi Hua Cheng, “Ancak Guoshi'nin nerede olduğu şu anda bilinmiyor, dolayısıyla daha derinlere inmeye devam etmemiz gerekebilir. Bu arada şu ikisi neden kavga ediyor? Çok gürültülü.”
‌”Ah, onlar…” Xie Lian aşağıya baktı.
Mu Qing ve Feng Xin sonunda onların durumunu fark etmişti Mu Qing aniden bağırdı, “Hey! Dikkat et, sen! Öylece bir anda ortaya çıkan insanların yanında durma!”
İkisi geçici olarak ateşkes çağrısında bulundu ve Feng Xin şunu söyledi, “Ekselansları, onu görür görmez hemen üzerine atlayıp sarılma!”
Xie Lian hemen kendini açıkladı, “NE? Ne demek istiyorsun? Sorunun üstesinden gelen kişi ben değildim. RuoYe’nin hatası…” Neden bu kadar gergin olduklarını birdenbire anlayınca sesi azaldı.
Mu Qing ve Feng Xin sahtekar olmakta şüpheli olduğundan o zaman… Hua Cheng de aynı durumda olmaz mıydı?
Önünde duran gerçek ‘Hua Cheng’ miydi?
Hua Cheng kaşını kaldırdı, “Yani şu an benim gerçek olup olmadığından şüpheleniyorsunuz, ya siz?”
Xie Lian bir elini dirseğinin altına koydu ve diğer eliyle de çenesini destekleyerek onu dikkatlice gözlemledi.
Hua Cheng onun bakışını fark etti ve o da gözlerini ona doğru hareket ettirdi.
“…” Xie Lian daha fazla o bakışla gözlemleyemezdi, biraz düşünceye daldıktan sonra sonuca vardı ve diğer ikisine dönerek, “Bence bu gerçek olan.”
Mu Qing bıkmıştı, “Senin ‘düşündüğün’ doğru olmayabilir. Nerede olduğumuzu unutma. Burası yüzü olmayan beyazın ini, her şey mümkün. Test etmek için bir şeyler bul.”
Hua Cheng diğer taraftan kıkırdadı, “Pekala, çok kolay. Gege, buraya gel. Hemen yargılamana yardımcı olabilecek iyi bir yol anlatacağım.”
Xie Lian böylece onu dinledi ve suçluluk duygusuyla onun rehberliğini talep ederek oraya gitti, “Nasıl bir iyi yol?”
“Sana her dediğini yapmaz mısın lütfen? Şu an şüpheli o, anlıyor musun?”
Hua Cheng, “Bana iletişim rünümün sözlü şifresinin ilk yarısını oku ve ben de sana ikinci yarıyı okuyacağım. Eğer gerçek bensem o zaman bileceksin.”
   “…”
İkisi bir süre birbirlerinin kulaklarına fısıldadılar ardından döndü ve boğazını temizleyerek diğer ikisine konuştu, “Pekala… bu gerçek olan.”
Feng Xin nihayet artık o kadar gergin görünmüyordu ama Mu Qing şüpheyle sordu, “Emin misin? Sadece yüzüne bakıp tüm aklını kaybetme.”
“Zaten onun kesin olarak gerçek olduğunu söyledim, neden ikiniz de sanki ben şeymişim gibi söylemek zorundasınız...” Xie Lian sızlandı.
“Pekala, çözüldü ve bitti.” Dedi Hua Cheng, “Konuya dönelim –Gege, bu ikisi az önce neden kavga ediyordu?”
Xie Lian böylece alnını desteklemek için elini kullanarak kısa bir açıklama yaptı, “O konu hakkında… dürüst olmak gerekirse kimin daha şüpheli olduğunu bilmiyorum.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Sormana gerek var mı? Tabii ki o en şüpheli olan.”
Elinin gösterdiği yön Mu Qing'ti.
Mu Qing sinirlendi, “Eğer beni bir şey için suçlayacaksan en azından bir sebebin olsun? Her bir şey olduğunda üzerime atma.”
“Peki.” Dedi Hua Cheng, “O zaman sana bir soru sorayım –bileğindeki şey ne?”
Bunu duyan Mu Qing'in yüzü anında renk değiştirdi.
Birkaç adım geriye sendeledi ama Feng Xin hızlıydı ve anında onu yakalandı, “Bileğindeki?”
Bileğinde lanetli kelepçe vardı!
Mu Qing Feng Xin’in elini itti, alnındaki damarlar kabarmıştı ve sinirle ona baktı. Xie Lian o şeyi gördüğünde kollarını düşürdü ve şaşkınlıkla konuştu, “Mu Qing, elin?”
Mu Qing konuşmuyordu, yüzü karanlıktı. Hua Cheng konuştu, “Şu sorulara dürüstçe yanıt vermeni öneririm; Jun Wu neden seni büyük dövüş holüne çağırdı? Sana ne dedi? Neden diğer cennet mensuplarından daha iyi bir muamele gördün ve zarar görmeden geri dönebildin? Neden TongLu dağına, buraya onca tehlikeye rağmen insanları kurtarmaya geliyorsun, neden bu kadar anormal davranıyorsun? Elindeki şeyin nesi var? bizi buraya neden çektin?”
Durumun kötüye gittiğini görünce Mu Qing bir adım geriledi ve anında “Bekleyin! Hemen saldırmayın. Kendimi açıklamama izin verin.” dedi
Hua Cheng açık bir işaret yaptı, "Lütfen. Devam et."
Feng Xin, "Önce bana söyle, bana vuran sen miydin?"
Bir süre durakladıktan sonra Mu Qing sonunda dişlerini gıcırdatarak şunları söyledi, “… Teknik olarak bendim. Ama durum düşündüğünüz gibi değil.”
Feng‌ Xin‌ öfkelendi ama ‌��Xie‌ ‌Lian‌ dedi ki, “Bırakın devam etsin.”
13 notes · View notes
patatesliahtapot · 1 year ago
Text
+ sevdiğin biri var mı?
- evet.
+ seni seviyor mu?
- evet.
+ söyledi mi peki?
- hayır.
+ nereden biliyorsun?
- her seferinde kitaplarımı geri verirken içine çiçek koyuyor.
+ o da insanlığı kurtarmak istiyor mu?
- evet.
+ nereden biliyorsun?
- altını çizdiği cümlelerden.
1996
55 notes · View notes
merhabagolgeben · 2 months ago
Text
Hay amk başım ağrıyo biri bana söyleyebilir mi nasıl kolay komaya girerim ? Acayip şekilde ihtiyacım var .
8 notes · View notes
lluminara · 2 months ago
Text
Mesele, olaylar geçene kadar katlanmak mı, yoksa görmezden gelmek mi, belki de savaşmak mı olduğuna karar veremedim. Bir şeylerin içinde çırpınıyorum, fakat neyin içinde olduğumu bilmiyorum. Acı çekiyorum, ama neyin acısını çektiğimi anlayamıyorum. Ruhsal acılar o kadar derine işliyor ki, sonunda fiziksel acılara dönüşüp izler bırakmaya başlıyorlar ve benim bedenimin her yerinde izler var. Sanırım bu izler, görünür olmanın bir yolu olarak ortaya çıkıyor, ama işleri daha da zorlaştırdıklarının farkındalar mı acaba?
Yılların baskısı,biriktirmesi, bir patlamaya dönüşür mü? Dönüşürse, bu patlama ne kadar şiddetli olur? Eskiden ne yapmam gerektiğine dair bir fikrim vardı. Kafam karışıktı, evet, ama o kaosun içinde bir yön bulabiliyordum. Şimdi her şey boş, bir kırıntı bile kalmadı. Her şey çöktüğünde ne yapacağım ben?
Uzun zamandır, kimse için bir kurtarıcının gelmeyeceğini ve kendimi kurtarmam gerektiğini biliyorum. Ama ah o kitaplar... o kurulan hayaller... Her gece yatmadan önce içimde minicik bir umut kırıntısı: "Belki de bu kadar şeyle tek başıma savaşmam gerekmiyordur, belki birisi çıkar ve benim elimden tutar, ben de onun..." diye geçen binlerce gece... Ve her sabah aynı umutsuzluk. Yine de zihin, ya da belki hayal gücü, asla vazgeçmiyor. Uyuyamadığım gecelerin kurtarıcısı, hayatımın en büyük işkencesi.
Belki de kendi karamsarlıklarıma, olumsuzluklarıma o kadar odaklanıyorum ki, güzel şeyleri kaçırıyorum. Hayır, aslında her an dikkatliyim, her an tetikteyim. Dikkatim her şeyin üzerinde yoğun. Ama belki de sadece kendimi oyalıyorumdur.
Hayatta olan her şeyin, insanın kendi çabasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Ama bunu uygulamak.. ah, uygulamak o kadar zor ki..
Keşke her şey kitaplarda olduğu kadar kolay olsaydı.. Hep sonunu bildiğimiz gibi: "Ah, kesin kurtulacak ve başına güzel bir şey gelecek" diye düşünmek kadar kolay. Elbette, kitaplarda bile öncesinde hep acı ve yıkım var ama.. aması yok işte.
Kafam karışık. Zaten hep karışıktır benim zihnim, düşüncelerim çoğu zaman ben bile anlamam beni, ama en azından kendime göre düzenli bir karışıklığım vardı. Şimdi her şey paramparça. Niye böyle oldu ki? O zor bela alıştığım hayata yeni yeni tutunmaya başlamıştım...
Her düştüğümde, her dibe battığımda tekrar kalktım. Ama her seferinde biraz daha eksik, biraz daha güçsüz... Bazen yarım kaldım, bazen tamamen tükenmiş hissettim. Yine de ayağa kalktım. Sonra fark ettim ki, ben ne kadar o dipten çıkmaya çalışırsam, beni yeniden oraya iten bir şey hep vardı. Sanki ne kadar çabalarsam, o kadar aşağı çekiliyordum.
Ve bir gün, tekrar düştüğümde.. bu kez kalkmadım. O çukurun dibinde, karanlığın ortasında oturdum. Nasılsa eğer kalkmazsam, kimse beni yeniden itip daha derine batıramazdı.Sonra alıştım o çukurun dibinde oturmaya. İlk başta zor geldi; o soğuk, o karanlık, o derin boşluk. Ama zamanla o sessizlik bana tanıdık gelmeye başladı. Kendi içimde kaybolduğum bir yer oldu orası. Kalkmaya dair bir isteğim de kalmadı zaten, çünkü ne zaman ayağa kalksam, beni yeniden düşürmek için bekleyen bir güç vardı.
Çukur, artık sadece bir düşüş değil, benim sığınağım olmuştu. Belki de en acıtan kısım buydu: O dibe mahkum olmayı kabullenmiş olmak. Kalkmamanın getirdiği o garip huzur... Hem acıtan, hem uyuşturan bir rahatlık.
Sürekli inandığım şeyleri tekrar tekrar sorgulamaktan çok yoruldum. Keşke bazı şeyler bambaşka olsaydı...
✧☽✧
7 notes · View notes
azad30altug · 3 months ago
Text
+Sevdiğin biri var mı?
-Evet
+O da seni seviyor mu?
-Evet
+Söyledi mi peki?
-Hayır
+Nereden biliyorsun.
-Her seferinde kitaplarımı geri verirken içine çiçek koyuyor.
+Hepsini okuyor mu?
-Elbette okuyor.
+Öyle mi, sordun mu ona.
-Önemli yerlerinin altını çizdiğini görebiliyorum.
+O da senin gibi insanlığı kurtarmak mı istiyor?
-Evet
+Nereden biliyorsun?
-Altını çizdiği cümlelerden.
Ekmek ve Çiçek...
Tumblr media
12 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 1 year ago
Text
Tumblr media
İTALYAN HAKİM, İDAM KARARI
VERMEDEN ÖNCE ÖMER
MUHTAR'A SORAR:
-İtalyan Devleti'ne karşı savaştınız mı?
Ömer Muhtar:
-Evet.
-İnsanları İtalyan Devleti'ne karşı savaşmaya teşvik ettiniz mi?
Ömer Muhtar:
-Evet.
-İtalya'ya karşı kaç yıl savaştınız?
Ömer Muhtar:
-Yaklaşık 20 yıl.
-Yaptıklarından dolayı pişman mısınız?
Ömer Muhtar:
-Hayır.
-İtalyanlara karşı niçin bu kadar şiddetle mukavemet ettin?
Ömer Muhtar:
-İmanım için.
-Bu kadar az kuvvetle ve bu kadar az vasıta ile bizi Trablusgarp'tan atabileceğini ümit ediyor muydun?
Ömer Muhtar:
-Hayır.
-O halde ne elde etmeyi ümit ediyordun?
Ömer Muhtar:
-Hiç. Ben imanım için döğüşüyordum ve bu bana yetiyordu.
-İdam edileceğinizi biliyor musunuz?
Ömer Muhtar:
-Evet.
Hakim şaşırdı:
-Sizin gibi birisi için böyle bir son, çok üzücü.
Bunu duyan Ömer Muhtar şöyle dedi:
-Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol.
Hakim daha sonra,
-Mücahidlere cihadı durdurmalarını
Emreden bir emirname yazması halinde O'nu beraat ettirmek ve ülke dışına sürgüne göndermek istedi.
Bunun üzerine Ömer Muhtar,
O meşhur sözlerini söyledi:
-Her namazda Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed(s.a.v.)'in de O'nun resulü olduğuna şehadet eden parmaklarım, asla yanlış bir şey yazamaz!
Bizler teslim olamayız.
Ya kazanırız ya da ölürüz!
Biz ölsek de kazanırız ve siz kaybedersiniz.
Fakat acı olan siz bunu ancak öldüğünüzde anlarsınız ve bunun size bir faydası olmaz!
Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız.
Bana gelince ben celladımdan daha uzun yaşayacağım." diyerek teslim olması teklifini reddetti ve İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından hakkında idam kararı verildi.
Aynı gün toplanma kampına getirilen Libya'lı mücahitlerin gözlerinin önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı.
Mahkeme heyetine şu sözleri söyledi
: "Hüküm Allah'ındır.
Sizin bu uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur."
Özgürlüğü için her şeyi göze aldığı yeşil dağlarına son kez baktı ve bir milleti yetim bırakarak ebedi alemine doğru kanatlandı.
İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.
Şehadetinin seneyi devriyesinde Rabbim-den sonsuz rahmet niyazımla
MEKANI CENNET OLSUN.
.......
BEFORE GIVING THE DEATH ORDER, THE ITALIAN JUDGE ASKS ÖMER MUHTAR:
-Have you fought against the Italian State?
Ömer Mukhtar: -Yes.
-Did you encourage people to fight against the Italian State?
Ömer Mukhtar: -Yes.
-How many years did you fight against Italy?
Ömer Muhtar: -About 20 years.
-Do you regret what you did?
Ömer Mukhtar: -No.
-Why did you resist the Italians so violently?
Ömer Mukhtar: -For my faith.
-Did you hope that you could expel us from Tripoli with so few forces and so few means?
Ömer Mukhtar: -No.
-So what did you hope to achieve?
Ömer Mukhtar: -None.
I was fighting for my faith and that was enough for me.
-Do you know that you will be executed?
Ömer Mukhtar: -Yes.
The judge was surprised:
- Such an end for someone like you is very sad.
Hearing this, Ömer Mukhtar said:
-On the contrary!
This is the best way to end my life.
The judge then wanted to acquit him and exile him out of the country if he wrote an order ordering the Mujahideen to stop jihad.
Thereupon, Ömer Mukhtar said his famous words:
-My fingers, which testify in every prayer that there is no god but Allah and that Muhammad (pbuh) is His messenger, can never write anything wrong!
We cannot surrender.
We either win or we die!
Even if we die, we win and you lose.
But the sad thing is that you will only realize this when you die and it will not benefit you!
You will also fight with the generations after us.
As for me, I will live longer than my executioner." It belongs to Allah.
This fabricated judgment of yours has no validity."
He looked at the green mountains for the last time, for which he had risked everything for his freedom, and took off towards the eternal world, leaving a nation an orphan.
Inna lillâhi ve inna ilayhi raciûn.
I pray for eternal mercy from my Lord on the anniversary of his martyrdom.
MAY HE REST IN HEAVEN.
38 notes · View notes
sexcxsblog · 2 years ago
Text
NASIL BAŞLADI-9
M-ooo Gül hanım bizsiz duşa mı girilir. Onlarda katıldılar önce bir güzel yıkadık birbirimizi. Sonra ben başladım bunların yarraklarını yalamaya
A-götünü de siktiğimizi göre artık tam bir orospu oldun.
M-aferim güzel yala yoksa amına sokunca ağlama orospu. Bir güzel yaladım yarraklarını yine direk gibi oldu. Bu sefer Ali abi amıma Mesut abi götüme girdi. Ohh tost olmak muhteşem bir şeydi. Hayalini kurduğum yarrakları yiyordum.
M-kanka nasıl amı dediğim gibi var dimi orospunun
A-sorma kanka Fikret nasıl sikti anlamıyorum hala bakire gibi
M-uf en sevdiğim kanka. Götüde çok güzel orospunun
A-mal iyi kanka
Benden mal gibi bahsedildiği ikinci seferdi bu ama umrumda değildi acayip zevk alıyordum. Çok geçmeden bu ikisi de boşaldı içime.
M-sürekli içine boşalıyoruz ama hamile kalmasın bu orospu. Ordan lafa atladım Fikret abi defalarca içime boşaldı hiçbir şey olmadı ki
A-kızım Fikret abi kısır çıktı evlendiği eşi bir türlü hamile kalmıyor biz onun gibi kusurlu değiliz ki.
M-bu orospuya hap alalım kanka sonra bir de bununla uğraşmayalım. Duştan çıktık salona geçtik ben tabi oturamıyorum. Götüm acayip ağrıyor.
A-noldu orospu götün mü ağrıyor diye güldü
M-orospu olmak kolay mı sandın Gül hanım
A-hele ki böyle koca yarrakları
M-peh peh diye benle alay edip gülüyorlardı. Bizim oturmamızın bi yarım saat sonra abim geldi.
-napıyorsun ln
M-sohbet muhabbet kanks
A-abi yine erkenden devrildin. Bizde pornoyu kapatıp sohbet ettik bacımla
-e izletseydiniz ya olum
M-sen yokken bacımızın yanında nasıl izleyelim kanka olmaz. Abim geçti koltuğa oturdu. Mesut abi de çektiklerini pezolar gruba atmış. Bana mesajları okutuyordu.
M-abi bak burda kim var
F-vay Gül orospusu değil mi o ya
A-abi götünü bize bırakmışsın saol
F-olum o götüde ben bozacaktık ya
M-geçti borun pazarı sür eşeğini Niğde’ye abi
F-kafamı sikim.
Anlaşılan Fikret abi baya bir içerlemişti. Sonra ali abi ayağa kalkıp
A-kanka biz müsaadeni isteyelim kalkalım. Abimin başı patlıyordu hadi görüşürüz kanka.
-Gül eşlik et abilerine. Kapıya kadar getirdim. İkisi son kez avuçladılar amımı götümü.
M-yine sikmeye geleceğiz seni gül
A-doyumsuz oldum bu orospu yüzünden amk neyse amından öpüyorum güzelim.
Çıkıp gittiler. Bende abimin yanına oturdum. Ama tam oturamıyor sürekli pozisyon değiştiriyordum. Götüm acıyordu.
-Gül bana ağrı kesici getirsene başım çatlıyor. Gittim ağrı kesici getirdim içti abim. O anda dank etti o ağrı kesici değil azdırıcı idi abime plan yaptığımızdaki azdırıcıydı. Biraz öyle durdu. Bu ağrı niye geçmedi dedi. Bende Farklı bir ağrı kesici getirmeye giderken abim
-sen niye düzgün yürümüyorsun kız
-normal yürüyorum ya abi
-sen bakim bi buraya. Sıçtığım andı.
-kucağıma yat bi bakayım sen ben seni kontrol edeyim.
-abi saçmalama
-yat gebertmiyim seni orospu. Mecbur yattım. Eteğimi kaldırdı.
-ulan orospu şu götte bir kere de külot göreyim. Sonra yavaşça domalttı bir de ne görsün fındık kadar deliği olan götüm Şişe kapağı gibi açılmıştı.
-amına koyayım senin bunlara da siktirdin kendini He. Ulan orospuya bak iki erkeğe de verdin He diyip götüme şaplak attı.
-bu göt daha yeni sikildi dimi orospu
-evet abi
-sen mi ayarttın çocukları
-hayır abi ben bir şey yapmadım.
-yapmana gerek yok ki orospu gibi fiziğin var kim olsa duramaz.
Sonra bir parmağını götüme bir parmağını amıma soktu. Ahh diye inledim. Geri çıkarınca parmaklarına ali ve Mesut abinin dölleri geldi.
-kız bir de içine mi boşaldılar sen iyice orospu olmuşsun. Bunları derken sertleşen yarrağı göbeğime baskı uyguluyordu.
-abi valla ben bir şey yapmadım. Üstüme geldiler zorla beni tost yapıp siktiler.
-vay şerefsizler kimseye güven olmuyor arkadaş ama onlara da hak vermek lazım bu vücudu kim sikmek istemez.
Abim artık amımı götümü okşamaya başladı.
-abi napıyorsun
-sus orospu elaleme verince sıkıntı yok abin dokununca mı sıkıntı.
-ama biz öz kardeşiz günah
-elalemle sikişmek sevap mı orospu. Siktir git güzelce amını götünü yıka bir de abin baksın tadına. Sonunda abimi bile azdırmıştım. Belki azdırıcının da etkisi vardı. Gittim amımı götümü bir güzel yıkadım. Bornozla abimin yanına gittim.
-bakalım neler varmış burda diyerek bornozu yere attı. Memelerim dikkatini çekti. Ali abi biraz abartmış morartmıştı.
-uf şu memelere bak kim morarttı bunları
-Ali abi yaptı.
-uf gel de emzir abini bakim.
Abimin kucağına oturdum. Abim daldı memelerime hayvan gibi yalayıp ısırıyordu.
-boşuna sikmiyorlar seni şunlara bak amına koyayım offf. Beni kucağından alıp koltuğa koydu. Bacaklarımı açtı.
-off ama bak kaymak gibi abinde kaysın mı amına orospu
-evet abimde döllesin beni
-iyi alıştın sikilmeye orospu. Şu amın güzelliği ne ya etli çizgi gibi pespembe offf.
Bir yalamaya başladı susuz kalmış köpek gibi. Kıvranmaya başladım çok iyi yalıyordu.
-abin yer senşn bal kutunu.
Amım iyice sulanmıştı. Abim doğrulup yarrağını ağzıma dayadı.
-aç bakayım ağzını dondurma geliyor.
İlk hayalini kurduğum yarrak şimdi ağzımdaydı. Abimin yarrağı diğerlerine nazaran daha düzgün ve daha çekiciydi. Yalarken de aşırı zevk alıyor tadı çok hoşuma gitti.
-sen neymişsin be Gül
Abim ağzımı sikip bir güzel boşaldı. Hepsini yuttum.
-nasıl abinin dölü hoşuna gitti mi orospu
-evet abi çok tatlı
Abim boşalmasına rağmen yarrağı hala dik ve sertti.
-aç bakayım bacaklarını abin koysun amına.
Bacaklarımı ayırdım. Abim önce yarrağıyla fırça çekti amıma sonra bir anda soktu. Ve yine çığlığı bastım.
-bağır amk orospusu birazda benim altımda bağır.
Abim çok seri pompalıyordu. Aşırı zevk alıyordum abimin beni sikmesinden. Diğerleri gibi değildi. Sonra beni domaltıp yarrağını götüme soktu. Ben yine bastım çığlığı.
-bağır amına koduğum yırtıcam amını götünü.
Abim çok fena sikiyordu intikam alırmış gibi. Götümü sert sert tokatlıyordu. En sonunda dayamadı götüme boşaldı. Derin bir oh çekti
-40 tane orospu bana senin verdiğin zevki veremezdi. Bundan sonra abine karılık yapacaksın duydun mu beni
-sen nasıl istersen abi.
Biraz dinlendikten sonra duşa girdim bi postada orda sikti beni abim. Sonra temizlenip odaya geçtik. Yanıma geldi
- seni siktiğimi kimse bilmeyecek tamam mı Gül bende arkadaşlarımın seni siktiğini öğrenmemiş gibi yapıcam
-tamam abi sen nasıl istersen.
Kalktı pc başına dünya varmış amk dedi. Bende telefonla uğraşırken wp ta bir gruba alınmışım adı gülün sikicileri diye. Grupta Fikret, Mesut ve Ali abi vardı. Pezolar grubunun adını değiştirmişlerdi. Ordan bana yazmışlar
M-Gül oturtabiliyor musun hahahaha
A-tadın damağımda kaldı en kısa zamanda yine koyaxam sana gül. Gibi şeyler yazıyordu. Sonra özelden Fikret abi bana yazdı
-götünü vermişsin gül tam bir orospusun amk
-yemeyenin malını yerler Fikret abi
-çok pişmanım ulan senle evlenmeyi kabul etseydim keşke her gün elimin altında olur yaşadığım seksten bir şey anlardım. Evlendiğim hanım bi bok değil amk
-kader kısmet Fikret abi
-çok özledim kız seni en yakın zamanda seni yine sikmek istiyorum gül. Altımda inlemeni özledim yeminlen.
İçimden ya Fikret efendi evdeki hesap çarşıya uyumadı mı diye geçirdim. Telefonla uğraşırken zaman baya geçmiş babam geldi kalktım sofrayı hazırladım. Babama belli etmeden yürüdüm. Abim artık benle muhabbet ediyor konuşuyordu. Sikilmek iletişimimize yardımcı olmuştu.
157 notes · View notes