#ve insan olmanın ne demek olduğu
Explore tagged Tumblr posts
mel-inoe · 2 years ago
Text
hâlâ iç gıcıklayıcı bir çözüm süreci içindeyim, kalbimi ve his dünyamı çözdüm gibi ama daha el atmadığım koca bir zihnim var. ilgiliyim, düşe kalka kendimi çözmeye uğraşıyorum.
2 notes · View notes
derdiderun · 2 months ago
Note
Kader konusunda kafam karışıyor hocam
Bunca yolu ben mi seçiyorum
Kader karışık bir konudur, yani zordur oturması buradan anlatmaya kalksak kafanız belki daha çok karışacak ama kısaca şöyle bilsek imanımız için yeterlidir:
Başımıza gelen her şey Allahü tealadandır. Onun dilemesi ile oluyor. İnsan kendi iradi fiillerinin sorumlusudur dolayısı kendi fiilini, hatasını Allah'a yükleyemez. Bu kadar bilsek bile kader meselesi için yeterli olur aslında bize. Ama yine de açıkla derseniz
Kader-kazâ insan için iki kısımdır:
1. Doğum tarihi, rengi, uzunluğu ve bizzat kendisinin sebep olmadığı hastalıklar gibi insanın iradesinin olmadığı varlıklardır.
2. İnsanın iradesinin olduğu varlıklardır ki burada insanın tercihi vardır. Hayrı tercih ederse sevap, şerri tercih ederse günah ile karşılaşacaktır.
Evet, kulun tercihi, kader ve kazâda var olana muvafık olacaktır. Fakat bu, Allah Teâlấ'nın ilminin, kader ve kazâsının inceliğiyle ilgilidir; kulun kader ve kazâya muttali olup oradakini yerine getirebilmesinden dolayı değildir.
Mesela kul kendisinde sadaka vermek için bir gaye gördüğünde malını infak eder, bu da ona sevap olur. Bunun aksi ise günah gerektirir. Örneğin katil kişi kaderde yazılı olanı görüp de oradakini uygulamamaktadır. Bilakis kendisinde kötülük yapma rağbeti oluşmakta, o da bunu tercih edip birini katletmekte ve ona bunun günahı yazılmaktadır.
Âlimler burada bir misal vererek șöyle derler:
Polis suçluların durumlarını kısmen bilir. Bazan da suçlu kişinin, nerede ve nasıl bir suç işleyeceğini de kestirebilir. Şimdi polisin bunu not edip, suçluyu takip ettiğini ve tahminlerinin doğru çıktığını farzedip, suç üstünde yakalama kararı aldığını düşünelim. Bu durumda suçlu polise, "Siz benim bu işi yapacağımı biliyordunuz ve evraklarınızda da yazılıydı, neden bana engel olmadınız veya neden beni sorumlu tutuyorsunuz?" diyemez. Çünkü suçlu, yaptığı yanlışı isteğine binaen yapmıștır. Polisin evrağında yazılı olduğu için yapmamıştır.
Fakat polis tahminlerinde hata yapabilir, zira beșer âcizdir, kâmil değildir. Allah Teâlâ ise hata yapmaz. O, geçmiși ve şimdiki hali bildiği gibi geleceği de bilir. Her şey zamanına bakılmaksızın (bilinirlik açısından) Allah Teâlâ nezdinde aynıdır.
Dolayısı ile Allah bir kulun ne yapacağını ezeli ilminde bilir, ama bilmesi demek sana zorlaması demek değildir. Allah bilir ve onu yazar, bir Allah düşün bilmiyor olabilir mi böyle bir şey? Bilmemek nakıslıktır-eksikliktir haşa bizim inandığımız Allahımız bütün eksikliklerden münezzehtir. Sen hayrı seçersin hayrı yaratır razı gelir şerri seçersin şerri yaratır razı değildir. Eğer böyle olmasa imtihan olmanın ne anlamı kalırdı. Cennet, cehennem, hesap vermenin ne anlamı kalırdı...
Bütün bu bilgilerden sonra Resulullahın (sallahu aleyhi vesellem) şu hadisi şerifi hatırlamak iyi olur:
"Söz konusu kader olunca susun."
(Taberani, el-Mu'cemü'l-Kebir, 2/96 (nr. 1427); Süyúti, el-Câmiu-s-Sagir, nr.615.)
7 notes · View notes
gonderilemeyenmektuplar1 · 3 months ago
Text
Sevgili Emre,
Bugün, sana bir soru sormak istiyorum. Belki de sormak için çok geçtir ama yine de, içimdeki bu sorunun yanıtını almak istiyorum. En çok merak ettiğim şey şu: Ben ölsem, üzülür müsün? Gerçekten, kalbinde bir yerlerde bir şeyler kıpırdar mı? Yoksa sen, her zaman olduğu gibi, o lanet olası gururuna, kibirine sarılıp, hiçbir şey olmamış gibi mi devam edersin?
Biliyorum, bu soru belki sana çok garip gelecek. Ama içimde biriktirdiğim bu acıyı, bu soruyla sana dökmek istiyorum. Çünkü bazen düşünüyorum, belki de bir insanın değeri, sadece kaybedildikten sonra anlaşılır. Eğer ben, bir gün, her şeyin son bulduğu o noktada kaybolursam, gerçekten üzülür müsün?
Ve sonra, ölüm… İnsan bazen öyle şeyler düşünür ki, asla kimseye anlatamaz. Herkesin bir gün gideceğini biliyoruz, ama kimse ölümün ne anlama geldiğini tam olarak anlayamaz. Sen de bunun farkında değilsin, değil mi? Ölüm, son değil, yalnızca bir nokta; ama belki de sen, bir noktadan sonra her şeyin geri dönebilir olduğuna inanıyorsun. Oysa gerçeği görmüyorsun, Emre. Bir insan ölünce, geriye sadece toprağa sarılınacak bir beden kalır. Bir daha o bedene dokunulmaz, o gözler bir daha bakmaz. Her şey biter ve kimse geri dönemez.
Bir an için gözlerini kapat ve düşün: Toprağımda sarılıp kaldığını düşün. O an, senin için ne anlam ifade ederdi? Yüzümü bir kez daha görmek ister miydin? Ellerim soğudukça, senin ellerin, belki de bir zamanlar bana o kadar yakın olan o eller, ne hissederdi? Her şeyin sona erdiğini, her şeyin kaybolduğunu düşündüğünde, bir şeyler hissedebilir miydin? Yoksa her şey, sadece bir "geçmiş" olarak mı kalır?
Bunları yazarken, içimde bir yerlere gömdüğüm, susturduğum bir öfke de var. Çünkü bir insanı sevmenin, ona güvenmenin ve sonunda o insanın seni yok sayarak uzaklaşmasının acısı, ölüm kadar derindir. Bunu yazarken bile, hissettiğim boşluğu, o korkunç yalnızlık duygusunu kelimelerle anlatamıyorum. Sadece bir anlık bir yansıması var içimde, bir gölge gibi.
Ve şimdi, seninle ilgili her şeyin bittiğini kabullenmeye çalışıyorum. Ama bu soru, sormadan içimde kalacak. Çünkü ben, seni sevmiş biriyim. Senin için üzülmüş, seninle kaybolmuş biriyim. Ama sen, bir kez olsun, beni kaybetmenin ne demek olduğunu düşünmedin. Beni gerçekten anlamadın, o yüzden hiçbir şeyin gerçek olmadığını düşündün. Ama belki de, senin için her şeyin "dönülür" olduğunu düşündüğün anlarda, kaybettiğin her şeyin geri gelmeyeceğini hiç fark etmedin. Ve bir gün, o kaybedilenler, asla geri dönmeyecek.
Senin için her şey, gururla, kibirle, kalp kırıklıklarıyla, bir süngü gibi hayatında yer alırken, belki de sen hiç sormadın: Beni gerçekten sevmiş miydin?
Ve şimdi, şu an, seni bir kez daha gözlerimle görmeyecek olmanın, bir zamanlar seninle olduğum yerlerde yalnız kalmanın acısı içimi parçalıyor. Beni unutmuş olsan da, ben seni hiç unutmadım. Beni sildiğin gibi silmedim. Ama belki de, bir gün, ölümün öyle bir şeyi değiştireceğini, kalpte bir şeylerin kırılacağını düşüneceksin. Belki de, gerçekten bir kayıp olduğunu hissedeceksin. Ama ben buna artık inanmak zorundayım. Çünkü geriye kalan her şey, beni her gün daha fazla yok ediyor.
Sana yazarken, her şeyin bitmiş olduğunu kabul ediyorum. Ve belki de, bu mektup, seninle vedalaşmanın, seni bırakmanın en acı yolu. Bunu yapmak zorundayım, çünkü sen artık bu hayatta olmayacaksın. Ama seninle geçirdiğim zamanlar, seni sevdiğim her an, bir hayalet gibi peşimi bırakmayacak. Belki de bu sorunun cevabını, asla alamayacağım. Ama içimdeki en büyük dilek, bu sorunun cevabını gerçekten öğrenmekti.
Ve bir gün belki, her şeyin kaybolduğu, her şeyin yok olduğu o anı düşündüğünde, belki biraz bile olsa, bir şeyler hissetmiş olursun.
Ama o zaman, senin için çok geç olacak.
Sonsuza kadar silinecek her şeyin içinde, hala seni seviyorum.
7 notes · View notes
halimecan · 13 days ago
Text
Tumblr media
Mükemmel bir ekip, ancak birbirinden ilham alan lider ve yıldız ekipten oluşur.
Dijital dönüşümün hâkim olduğu günümüzde, şirketler de değişime ve dönüşüme başladı.
Dünya devi şirketlerin dahi “Biz aileyiz” sözleri yaygınlaşmışken, şimdi farklı yetenekte insanların bir araya geldiği “yıldız ekip” kavramı öne çıkmaya başladı.
Etrafımda duyduğum ‘’biz bir takımız’’ sözüne hiç inanmadığım gibi, ‘’biz bir aileyiz’’ sözüne de inanmıyorum.
Aile olmayalım, ekip olmayalım ama saygılı iş arkadaşı olabilelim.
En azından bunu başarabiliriz iş hayatında diye düşünüyorum. Keşke omuz atmak yerine omuz omuza başarıya yürüyebilsek…
Hayatın her alanı zorken, bir de iş arkadaşlarıyla yaşanan sorunlar çoğu zaman işten daha çok yormakta, hatta kurumsal hayattan soğutup farklı alanlara yönelmemize neden olmaktadır.
Mesela, evimin bulunduğu sokakta bir kafe açıldı.
Sahibiyle biraz hasbihal ettik.
Çok iyi bir üniversiteden mezun olup kurumsal hayatın mobbinglerine dayanamayıp kendine yeni bir yol çizmiş.
Okulun son yıllarında hiç böyle olacağı aklıma gelmezdi derken gözleri doldu ve uzaklara daldı.
Kim bilir kaç kişinin daha hayalleri vardı…
Ve bu kişiler hayallerinden vazgeçmek zorunda kaldı, sadece hırs ve egosuyla işe gelen bazı kişilerin yüzünden.
Ben de bazen pes etmek daha büyük başarı diye düşünüyorum.
Umarım keyifli işleri olur yeni seçtiği hayatında.
Normal şartlarda arkadaş olmayacak insanlar iş arkadaşı olabiliyor. ‘’Tabii ki sorunlar yaşanabilir’’ dediğinizi duyar gibiyim. İşte, burada kurum kültürü ve doğru insan kaynakları yönetimi ile kurum kültürüne uygun kişilerin işe alınması devreye giriyor. Peki, kaç şirket bu kritere uyuyor ya da bu etik değerlere sahip?
Kurumlarda söylemleri hazırlarken, asla içime sinmeyen ve samimi bulmadığım hiçbir cümleyi kullanmıyorum. İnsanlar gibi kurumların da bir duruşu ve karakteri olduğuna inanıyorum.
Benim iş hayatındaki en büyük şansım ise kurumsal bir firmada işe başlamak. Bu noktada, kurumsal hayata başladığım yere biraz değinmek istiyorum.
Belki de birçok kişiye nasip olmayacak yönetici değil liderle çalışmanın, ekip olmanın (GÜVENMENİN) ne demek olduğunu öğrendiğim ilk şirketime…
Genel müdürümüz tüm ekibi tanır bilirdi.
Sabah herkese günaydın der, çoğu zaman yüz ifademizden bir sorun olduğu anlardı.
Bu gibi durumlarda ‘’Hadi gel bir kahve içelim’’ der, çoğu zaman içtiğimiz o kahve ile sorun uçar giderdi. O kadar yoğunluğunda nasıl bu kadar dikkatli ve duyarlı diye düşünürdüm.
Şimdi anlıyorum ki liderlik bunu gerektiriyormuş. İşten ayrılıp başka bir şirkete gittiğimde beni en çok anlayan, algılayan daha da önemlisi “cevap vermek yerine anlamak için dinleyen” genel müdürümü arar olmuştum.
Bugün hayatta olsaydı, bu yazıyı okuyup huysuzluklarımdan ve suratımın düşüşlerinden eminim bahsederdi.
Açıkçası bu yazımda, çalışma hayatına başladığım ilk günden beri bana ilham veren değerli yöneticilerime ve çalışma arkadaşlarıma teşekkür etmek istedim.
Tabii bir de çok kıymetli çözüm ortaklarıma.
Bazen ben de pes etme eşiğine gelsem dahi, iyiliğin kazanacağını bilerek yoluma devam ediyorum
Tabii ki yaşadığım olumsuzluklardan ders çıkardım ve hala çıkarmaya devam ediyorum.
İş hayatının kendi adıma en büyük öğretisi olarak, herkesi olduğu gibi kabul edip hayatında ne gibi zorluklar yaşadığını bilmediğim kişileri eleştirmeden, hiçbir şekilde yargılamadan kabul ediyorum.
6 notes · View notes
corleonebey · 1 year ago
Text
*
son 1 yılda hayatımda ne çok şey değişti, geriye dönüp baktığımda hayret duygusu ile dolup taşıyorum.
bu değişim için ben de bayağı çaba sarf ettim ama ne yalan söyleyeyim, bu kadarını da beklemiyordum."sana ne" ve "bana ne" sorularını hayatımın merkezine biraz daha yaklaştırdım.bu bana çok iyi geldi.hata yapabileceğimi, insan olduğumu kendime öğrettim.en mutlu anımda bile zincirlerimi kıramıyorken, şimdi yaşadığım anı hissediyorum. 25 kilo aldım, kim ne derse desin, aşırı sevindim buna.evim oldu.ait olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrendim, tadı çok güzelmiş.bunca yılı bu duygudan yoksun olarak geçirdikten sonra, hem de bana bu yoksunluğun normal olduğu öğretilmişken, yaklaşık 27 yıl sonra kendimi affetme duygusunu öğreniyorum, işte bunun tadı da çok güzel.
terapistime bir dilekçeyi 30 kere kontrol ettiğimi anlattığım günü hatırlıyorum.her şeyi, her an, en ince ayrıntısına kadar bilmek ve denetimde tutmak beni yaşlandırdı. artık hayatı kontrol edememenin dayanılmaz hafifliği içindeyim.mesela evlendim, nikahıma gelemeyeceğini bildiğim halde çok değerli bir dostumu davet ettim.bence bu verilen değerin güzel bir ifadesiydi.ancak o kişiden nikah sonrası bir hayırlı olsun bile alamadım.üzülmedim, diyorum ya kontrol hiçbir zaman bende olmadı.şimdi de değil.akışına bıraktım.kimseye kırgın ya da kızgın değilim, çünkü artık o kadar da önemsemiyorum. ölüm kalım meselesi olarak gördüğümüz hiçbir şeyin, kapının sevdiğimiz insan tarafından açılmasından daha değerli olmadığını anladım.
soracak olursanız, evet büyüdüm ve biraz daha çocuk kaldım.yaşlandığım doğru ama güzelleştiğim de doğru.
şimdi arka planda ağaçkakan var, kelimeler hipnoz eden bir sarkaç gibi dolanıyor havada.
hayat ölüme sağ salim varabilmek*, varınca da gülebilmek demek.
21 notes · View notes
umuttherzamanvar · 2 months ago
Text
Tumblr media
FILOZOFLARIN TUTARSIZLIĞI
BİRİNCİ MES'ELE (GAZÂLÎ)
Onlar (filozofların âlemin kadim olduğu husūsundaki sözlerinin iptaline dairdir
#MEZHEP (#GÖRÜŞLERİNİN #AÇIKLANMASI:
Filozoflar, âlemin kadim olması konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Onlardan mütekaddimin (eskileri) ve müteahhirin (sonrakiler) in hepsinin üzerinde karar kıldığı görüş; onun (alemin) kadim olması sözüdür.
O (âlem), devamlı Allah ile birlikte var olmuştur.
O'nun ma'lûlüdür ve onunla birliktedir.
Malûlün illeti, ışığın güneşi takip edişi gibi onu takip eder.
Zaman bakımından ondan sonra değildir.
Bari Teâlâ'nın (åleme) önceliği, illetin ma'lûle önceliği gibidir.
Bu öncelik sıra ve zát bakımındandır, zaman bakımından değildir.
Eflatun'dan nakledilir ki o, âlem var edilmiş ve sonradan meydana getirilmiştir demiştir.
Sonra onlar (filozoflar) dan bir kısmı onun (Eflatun) sözünü te'vil edip âlemin sonradan meydana gelmiş olduğuna inanmayı reddetmişlerdir.
Calinus (1) da ömrünün sonlarına doğru: Calinus'un İnandığı görüşler adını verdiği eserinde bu mes'elede duraklama yoluna gitmiştir.
O, âlemin kadim mi, yoksa sonradan meydana getirilmişmi olduğunu bilmemektedir.
Belki de bunun bilinemiyeceğine delil getirmiştir.
Ancak bu, ondaki bir eksiklikten dolayı değil mes'elenin akıllara zor gelmesinden dolayı olabilir.
Bu görüş, onların mezhepleri içerisinde şaz (müstesna) bir görüştür.
Onlar (filozoflar) in hepsine göre ålem kadimdir ve-yine hepsine göre bir vasıta olmadan kadimden hådisin sådir olması katiyen düşünülemez.
Onların Delillerinin İråd edilmesi:
Eğer ben onlardan delil sadedinde nakledilenleri anlatmaya ve bu konudaki itirazları zik retmeye yeltenseydim, bu mes'elede sayfalar karalardım. (2)
Ne varki uzatmanın hayri yoktur.
Biz onların delillerinden; her bakan kişinin çözümleyebileceği şekilde zayıf tahayyüle dayanan
SAYFA 17
tahakküm sadedindeki görüşlerini bir kenara atalım ruhlarda te'siri olan seçkin görüş sahiplerini şüpheye düşürecek delillerini iråd etmekle yetinelim.
Zira zayıf görüşlü kimselerin en küçük bir hayalle şüpheye düşürülmesi mümkündür.
Bu tür delilleri üç tanedir:
BİRİNCİ DELİL:
Onlar (filozoflar)ın, mutlak sûrette kadimden bir hádisin südüru sözleridir.
(Derler ki:) Eğer biz bir kadim var sayacak olursak ve bundan sözgelimi- âlem sâdır olmamışsa, sådır olmayışı onun var olması için bir müreccih (tercih edici bir neden) bulunmayışından dolayı olabilir.
Çünkü âlemin var olması salt imkân bakımından mümkündür.
Bundan sonra âlem eğer, hådis olursa müreccih (tercih edici bir neden) ya yenilenmiştir veya yenilenmemiştir.
Eğer müreccih yenilenmemişse ålem daha önce olduğu gibi salt imkân (şekli üzere) baki kalır.
Eğer bu müreccih yenilenmişse bu müreccihi meydana getiren kimdir?
(Ve bu müreccih) niçin şu anda hadis olmuştur da daha önce hådis olmamıştır?
Müreccihin meydana gelmesi konusunda suål båkidir. (3)
Ezcümle, eğer kadimin halleri birbirine benziyorsa, ondan ya hiç bir şey var olmıyacaktır veya devamlı var olacaktır.
Bu takdirde (var olmanın) terk edilmesi halinin, (var olmaya) başlama halinden ayırdedilmesi muhåldir.
Bunun tahkiki için denilebilir ki: Ålem, hadis olmazdan önce neden meydana gelmemiştir? B
unun, (Muhdis'in -Allah'ın) ihdås etmekten aczine hamledilmesi-mümkün değildir.
Hudûsun müstahil olduğuna hamledilmesi de (mümkün değildir) çünkü bu, kadimin (Tanrının) acz halinden kudret haline inkılâb etmesine, âlemin de istihlåleden imkân haline dönüşmesine vesile olur.
Bunun her ikisi de muhaldir. Daha önce (ålemin hüdüsun- dan evvel) bir gåye yoktu, sonra gâye yenilendi denilmesi de imkânsızdır. (Alemin hüdüsundan önce) ålet (álemi meydana getirecek araçlın yok olup sonra var olmasına da hamletmek imkânsızdır.
Şu halde insan zihnine en yakın söz şudur: O (Tanrı) daha önce (álem yaratılmazdan evvel) onun (âlemin) varlığını istememiştir.
Bu takdirde şöyle demek zorunluluğu da doğar: (Şimdi) âlemin vücudu hâsıl olmuştur.
Çünkü O (tanrı), onun (âlemin) var olmasını önce istemezken şimdi ister olmuştur.
Bu durumda iråde hådis olacaktır.
İrådenin (Tanrının) zátında hüdūsu muhåldir, çünkü o hadisler için bir mahal değildir.
Zâtının dışında hadis olması ise onu iråde edici duruma getirmez.
SAYFA 18
Biz hüdüc mahalline atf-ı nazar etmeyi bırakalım, âlemin hüdūsu kuralında da problem mevcûd değil midir?
O, nereden hadis olmuştur?
Neden şimdi hadis olmuştur da, daha önce hâdis olmamıştır?
Şu anda Allah'tan başka birisinin tarafından mı hadis kılınmıştır?
Muhdis (meydana getiren) olmadan hadis olmak caiz ise, âlem de såni'i (yapıcısı) bulunmadan hádis olmuş olsun (câizdir).
Aksi takdirde bir hadis ile bir başka hadis arasında ne fark vardır?
Eğer âlem Allah'ın ihdás etmesiyle hadis olmuşsa, niçin şimdi hadis olmuştur da, daha önce hadis olmamıştır?
Araç yokluğundan mı? Kudret yokluğundan mı?
Gâye yokluğundan mı?
Tabiat yokluğundan mı?
Bunlar varlık (şekline) dönüşünce mi ålem hådis olmuştur.
O zaman, ayniyle problem yeniden döner.
Yoksa iråde olmadığından mı (álem Hadis olmamıştır?)
Bu takdirde irade (bir başka) irådeyi gerektirir.
İlk irâde de bir başka irâdeyi. Ve bu, sonsuza kadar uzayıp gider.
Öyleyse, kadim'in durumunda; kudret, araç, vakit, gâye veya tabiiat bakımından bir değişiklik olmadan, hådisin kadimden südür etmesinin muhal olduğu mutlak bir sözle (şekilde) gerçekleşmiş oluyor. (Kadim'de) bir hal değişikliği var saymak ise muhaldir. Çünkü bu sonradan meydana gelen değişiklik konusunda (söylenebilecek söz), diğeri için söylenebilecek söz gibidir ve her ikisi de muháldir.
Ålem mevcûd olduğuna ve onun hadis olması muhal göründüğüne göre, şüphesiz ki kadim olduğu sabit olmuştur. (4)
Bu, onların delillerinin en hayali olanıdır.
(Filozofların) diğer ilahiyat mes'elelerine dair sözleri, bütünüyle bu mes'eledeki sözlerinden daha aşağıdadır. Çünkü burada öylesine (değişik) hayal sanatlarını varsayıyorlar ki diğer (mes'elelerde) bunlara dayanamıyorlar.
Bunun için de biz bu mes'eleyi öne aldık ve en kuvvetli delillerini önce zikrettik.
#İMÂM-I #GAZZALI
#TEHAFÜT #EL-#FELASİFE #FILOZOFLARIN #TUTARSIZLIĞI
#BİRİNCİ #MESELE
#MEZHEP (#GÖRÜŞLERİNİN #AÇIKLANMASI:
2 notes · View notes
bunudaburayayazdim · 7 months ago
Text
Sevme Sanatı ve İnsan Olmak
Selamlaar,
Biraz yanlış anlaşılmadan ortaya çıkan ve hafif çalıntı bir başlık oldu bu. Sohbet arasında bana önerilen 2 ayrı kitabın isimleriymiş ama mesajı okuyunca dedim ki "Yeni yazımın başlığı" jfdgkfd. O yüzden şu an buradayız ve bu gece biraz bencilce davranıp kendimi dideleyeceğim izninle. Çok darlamamak adına önden bir parça bırakacağım ve sonrasında yolumuza bakalım senin için de uygunsa.
Bir yanım bu yazıyı taslaklarda tozlanmaya bırakma taraftarı. Dönüp dönüp bakıp "bak sen bu haldesin, değişmelisin, öğrenmelisin." diyerek kendime hatırlatmalık bir şey olarak bırakmamı söylüyor. Biraz da bu beceriksizliğimi, zayıflığımı gizleme isteği baskın geliyor sanırım. Neye karar vereceğimi yazının sonunda göreceğiz gibi, ya da duruma göre göreceğim.
İnsan olmak kısmından başlamak istedim. Sanırım daha kapsayıcı geliyor kulağa. Tam olarak insan olmak ne demek bilmiyorum. Tanımlayamıyorum. Biyolojik, fizyolojik olarak insan olmanın ötesinde psikolojik olarak hangi noktada insan olarak nitelendirmemiz gerekiyor mesela? Sosyal becerilerin gelişimiyle doğru orantılı bir şey mi bu? İnsan bireyden önce topluma odaklı bir canlı mı?
Dışarıdan bakan biri benim hakkımda ne düşünüyor tam olarak bilmiyorum ama genel olarak sosyal anksiyetem olduğunu öğrenen kişiler "Sende de varsa ohoo" düşüncesine kapılıyor. Sanırım maskelerim biraz fazla gerçekçi, bu da içten içe korkutmuyor değil tabii. V for Vendetta filminde daha önceki yazılardan birinde de alıntıladığım çok sevdiğim bir söz var:
You wear a mask for so long, you forget who you were beneath it. (Bir maskeyi çok uzun süre giyersen, altındaki kişiyi unutursun.) -Alan Moore
Beni tam olarak tedirgin eden şey de bu aslında. Tüm bunların altında ben kimim? Hangisi gerçek benliğim, hangisiyle daha insanım ve hangisini iyileştirmem gerek? Hangisinin daha normal bir insana yakın olduğunu nasıl belirlerim? Normal bir insan nasıl olunur? Yine soru sormaktan cevapları bulamadığım bir gece daha..
Dürüst olmak gerekirse bilmiyorum. İyi bir insan olmayı geçtim, insan kategorisine giriyor muyum yoksa sadece bu konuda çok iyi rol mü yapıyorum bazen kendimi tanımıyorum. İletişim becerilerimin sağır, kör ve dilsiz birinden daha da kötürüm bir halde olması bunu düşünmemin en başlıca sebeplerinden tabii.
İletişimi kurarken arada verilen alt metinleri okuyamıyorum. Okumak aklıma dahi gelmiyor çünkü. Hayatımdaki her şeye robot gibi mantıksal yaklaşmaya o kadar alışmışım ki, her türlü ikili ilişkim de bundan nasibini alıyor ve bunun etrafıma zarar verdiğini yakın zamanda bir kez daha fark etmiş, daha doğrusu fark ettirilmiş bulundum.
Gerçekten değer verdiğim insanlara farkında olmadan böyle zarar veriyor olmanın hissettirdiği boktanlığı sanırım burada anlatmama pek gerek yok. Sıfatlara sığmayacak kadar rahatsız edicilikte bir kendini sorgulama yolculuğunun kapılarını aralıyor çünkü bu his. Ufak bir şarkı molası:
Özetleyecek olursak; Hala insan olmak ne demek bilmiyorum. Normal bir şekilde sosyalleşebilmem ne kadar zaman alacak, neleri gerektirecek ya da olabilecek mi bilmiyorum ama deniyorum. Eskiye oranla biraz daha iyiyim ama hala yeterince değil ve bunca zamanda bu kadar yavaş bir ilerleme de biraz soru işareti oluşturuyor tabii.
Sevme Sanatı ilginç bir kavram oldu, kabul ediyorum ama kitabın adı da buymuş ve kulağa ilginç olduğu kadar hoş da geliyor bence. Tam burada geçiş yaptım çünkü üstteki konuyla bunun bir noktada kesiştiğini düşünüyorum.
"Birini sevebilecek kapasitede biri miyim?" sanırım bu bölüme başlamak için ideal bir soru. Buradaki sevgi biraz daha romantik bir kalıp sanırım. Normal dostluk ve aile anlamında sevdiğim, değer verdiğim çok sayıda arkadaşım var. Bu konuda bir yanılgım yok ancak öbür konu çok büyük bir soru işareti.
Sevmek sanırım çok büyük, çok güçlü bir kavram gözümde. Yani oraya oturtmak için çok fazla şeyin bana net bir şekilde onun yeri burası diye haykırması gerekiyor anladığım kadarıyla. Gel gelelim gördüğüm kadarıyla da sevgi asla böyle bir şey değil.
Sevgi herhangi bir mantığı olmayan, sebepsiz bir şekilde ortaya çıkabilen ve hiç beklemediğin anlarda seni esir alan korkutucu bir duygu. Hayatını mantıksal bir çerçevede çelik kale gibi kurmuş biri için ne kadar korkutucu durduğunu sen düşün.
"Davulun sesi uzaktan hoş gelir." düşüncesine de sadık kalarak kendimi yıllarca başarıyla uzak tuttuğum bu konseptte uzak tutma kısmı kasıtlı bir başarım mıydı yoksa sevebilme becerisinden yoksunluk muydu bunu bilmiyorum. Hala anlayabilmiş değilim ama ikincisine yakın hissediyorum.
Dürüst olmak gerekirse ikincisine yakın olmak bir tık da korkutuyor. Çünkü bunun tercih değil de bir özellik olması, üzerinde kontrolüm olmaması korkunç bir şey. Bu becerinin, kapasitenin bende olmadığının daha mantıksal bir hali ve sanırım korkutmasının sebebi biraz da bu.
Çünkü eğer birini sevebilecek kapasitem yoksa, sosyal becerilerimin bir noktadan sonra ilerlemeyi durduracağı aşikar bir hal alıyor. Eğer bu beceriler bir yerde takılacaksa, bu da çevremde değer verdiğim insanlarla olan iletişimde giderek büyüyecek, belki kopmalara sebep olacak sorunlar yaşamam anlamına geliyor ve bu beni gerçekten korkutuyor.
İnsanın kendi kendine kalabilmesi, zaman geçirebilmesi ne kadar önemliyse, sosyal anlamda kendini geliştirebilmesi ve buna uyum sağlayabilmesi, uyum sağlayabileceği bir çevre oluşturması/bulması da bir o kadar önemli. Benim bu "duygusuz" personam maskelerin altındakiyse eğer, önümde çözmem gereken çok ciddi sorunlar var gibi duruyor.
Bu yazı da sanki çözüm odaklı bir şeymiş gibi durdu başlık sebebiyle ama napalım. Bazen bazı şeyler çözülmez, bazı savaşlar kazanılmaz ve mutluluk gibi hüzün de hayatımızdaki yerini alır. Önemli olan bunlardan ders çıkarmak ve aynı hatayı tekrarlamamak için bir şeyler öğrenebilmiş olmak.
Kayıplarımızdan, hatalarımızdan ders çıkarıp değişebilmemiz dileğimle bitireyim istedim bu yazıyı.
Sevgilerle..
3 notes · View notes
sillage-p · 1 year ago
Note
Merhaba. Küçük prens kitabını okudunuz mu eğer okuduysaniz size neler kattı ne hissettiniz merak ediyorum. Cevap verirseniz çok mutlu olurum.
Merhaba. Evet okudum ve hatta izledim de. Defalarca kez.
İlk okuduğum zamanı çok net hatırlıyorum ilkokul 3. sınıfa gidiyordum. O zamanlar ilkokul öğretmenim istemişti okumamızı. Hatta sonrasında hakkında yazdığım bir yazıyı çok beğenip panoya asmıştı. Bir kitap hakkında yazdığım ilk kitaptı Küçük Prens. O zamanlar hiç büyümeme isteği uyandırmıştı bende. Nitekim bunun için, büyümemek için, çok defa direniş gösterdim. Bahsettiğim fiziksel ya da zihinsel büyümeden çok daha fazlası. Ben istedim ki ruhum hiç büyümesin. Hep o çocuksu yanını muhafaza etsin, korusun. Ne yazık ki hayatta çoğunlukla istediklerimiz olmuyor. İstemeyerek de olsa büyüdüm daha doğrusu büyümek zorunda bırakıldım. Oysa ben sanmıştım ki eğer Küçük Prensi unutmazsam ruhum hep biraz çocuksu kalır. Fakat sanırım en çok da ruhum büyüdü, ben yanıldım. Yine de sık sık okur, izlerim. Hatta bazen sadece kulaklığımı takıp kitabını dinlerim. Elbette okumanın verdiği lezzet bambaşka. Lâkin bazen sadece boş duvarlarla bakışıp kulaklarına dolsun istiyor insan. Küçük Prens bana sevgi kattı, bir yaşam bahşetti diyebilirim. Aslında kişiliğimin oluşmasında rolü azımsanamayacak kadar fazla. Zarif ve ince bir ruha sahip olmak ne demek, sevmek ve sevilmek, bir toplumun parçası olmamak, hayal kurmak, farklılıkların güzelliği ve daha binlercesi. Her ne olursa olsun, çocuk kalmak ne demek hiç bilmesem de, çocuk olmak ne demek bunu hiç unutmadım. Ne zaman unutacak olsam Küçük Prense sığınırım. Ve aslında büyüdükçe de şunu farkettim ben; Küçük Prens en çok da büyüyünce anlaşılıyor. Ve bence Küçük Prensde işlenen şey çocuk olmaktan çok büyük olmanın ne demek olduğu. Mesela Küçük Prensteki gülün aslında bir kadını sembolize ettiği gibi arka planda neler işlendiğini büyüyünce fark ettim. Hakkında söyleyebileceğim daha onlarca kelime var ama bazı şeyler en iyi susarak anlatılır ve bence bazı şeyler de en iyi hissederek anlaşılır.
Sorunuz için çok teşekkür ederim benim için çok kıymetli. Biraz geç gördüm, yoğun bir hafta geçiriyorum lütfen mazur görün. Küçük Prens'i hiç unutmamanız dileğiyle...🌹
2 notes · View notes
epifizz · 2 years ago
Note
Ölümsüzlük fikrine nasıl bakıyorsun? İnsan ve ölümsüzlüğü aynı cümlede kullanmak ne kadar doğru sence?
Şahsen böyle bi olanağımız olsa bunun bi aşamadan sonra işkenceye döneceği kanaatindeyim ancak bunun yine de etik dışı olacağını söyleyemem. Yani doğruluk yanlışlığı neye göre burada koyacağımızı bilemedim, aynı cümlede kullanmanın bir yanlışlık içerebileceğini sanmıyorum.
Ölümsüzlüğün insanın güdülerine de ters olduğu kanaatindeyim. Thanatos'un imkansızlaştığı ve yıllar geçtikçeki deneyimimizde dönüşeceğimiz şeyin ne olacağı konusunda da kararsızım. Bin yıldır uyaranlara maruz kalan insan bilişi bizim alışık olduğumuz tarzda bir bilinç mi olurdu acaba? Bence uyaranlara karşı daha az tepki veren, rutinleri ve bilinçsiz eylemleri daha da artmış, agresyonu yüksek, tahammülü ise çok daha düşük zihinlerle karşılaşırdık. Bunun yanında deneyimsel bir boşluğa, her şeyi deneyimlemiş olmanın arzusal yılgınlığına düşerdik diye tahmin ediyorum. Mülkiyet kavramını güncellememiz gerekirdi çünkü bireyin kendisi nesilleri gibi kendi mülkiyetini binyıllara dağılan bir aralıkta keskin sınırlarla koruyabilirdi ve burada büyüyen tekelleşmeye karşı emekçi tez de işlevini yitirirdi. Öbür yandan sınıfsallık derinleşebilirdi, yüzyıllar boyu beyaz yaka olarak sıkışmanın etkilerini ve sonuçlarını bilmiyoruz sonuçta. Ageism kesinlikle ideolojik bir boyut kazanırdı çünkü her yeni nesil bir başka bir sorun demek kısıtlı kaynaklar nezdinde. Din motivasyonlarının dünyevileşmesi de kaçınılmaz olurdu, dünya mistisizmi başlardı muhtemelen. Pek güzel sonuçlar çıkmıyor düşününce çünkü dediğim gibi ölüm dürtümüz, bir yandan sonlu olacak olmamız hep bir istek hem de kendimizi tanımladığımız derin bir kavram. Bunu değiştirmek dünyayı, dünyamızı değiştirir.
Voltaire'in dediğine katılıyorum ben: "Ölüm Olmasaydı, Onu İcat Etmek Zorunda Kalırdık."
6 notes · View notes
onderkaracay · 2 years ago
Text
Tumblr media
🗣️ Yaşadığımız İbretler Ne Anlama Geliyor?
Bir felaket yaşandıktan sonra suçu yaratana atanlar kendi suçlarını gizleyerek suçu yaratana atmaya devam etsinler.
Sonlarını düşünmesinler.
Onların peşine takılanlar da kendi sonlarını düşünmediler zaten.
Bu bir din dersi değil, bir iman dersidir.
İman dinler ile ortaya çıkmadı. Yaratan ilk ruhu ilk insana bahşettiği günden bugüne var.
İman ne midir?
İman; yaratanın verdiği us ve duyunca layık yaşamak, iyiyi, doğruyu, gerçeği ve güzel olanı korumak, savunmak, ilkeden, ahlaktan ve adaletten ayrılmadan merhametli olmak demektir.
İnsan ve toplumlar ne zaman mana boyutu ile madde boyutunun dengesini bozacak bir yaşamı tercih ettiklerinde yaptıklarının altında ezilmiş ve yok olmuşlardır.
Mana maddeyi amaç yapmak değil araç olarak tutarak dengeyi bozmamak demektir.
Dengeyi güç bozar. Gücünü kendi kullanmak yerine başkalarına devredenler kontrolsüz gücün ortaya çıkmasına sebep olur ve o güç ile başa çıkamazlar.
Güç şeytanidir.
İnsan çıkar putuna sık sık yenik düşen bir canlıdır.
Kendisi için istediği yararın yurdu ve ulusu için de yararlı olup olmadığını düşünmeden hareket ettiği her devirde hezimete uğramıştır.
Dengeyi gücün bozacağına inanan ve inanmasını sağlayan şeytanlığın oyuncağı olmamanın yolu imana gelmektir.
İman, her din icat edene koşulsuz biat ve itaat etmek demek değildir.
Onlar her biri ayrı bir dünya görüşü yalanı ile sizin gücünüzü ele geçirmenin peşindeler.
Ve bu toplum seksen yıldır dünya görüşü adı altında yalanların oyuncağı olmanın altında kalmıştır.
Yönünü değiştirmez ise kendi zulmünün altında kalmaya da devam edecektir.
Yeni dünya düzeni adı altında şeytan güç devşirmek peşine düşmüş olup toplumu ittifaklar ile seçeneksiz bırakarak her sonuçta kendisinin kazanacağı bir düzeni satılık kalemler sayesinde, kendini satmış işbirlikçi medya sayesinde dayatmaktadır.
Bugünlere birlik ve beraberlik içinde yaşamayı terk ettiğimiz için gelmedik mi?
Amasya genelgesi zamanında siyasi partiler olacak mı sorusuna yanıt olarak ne demişti bize Cumhuriyet yönetimini hediye ederek doğru yolu yön olarak gösteren büyük Atatürk;
✓ Bizim partilere ihtiyacımız yoktur, biz milli birliğe muhtacız.
Neye muhtacız ortak akıl ve vicdan birliğine yani toplumsal bir imana ihtiyacımız var.
Atatürk döneminde adam oğulları bu imana sahipken neden ve nasıl kaybettiğini seksen yıllık yakın tarih bize anlatıyor.
Krizler, talan, soygun ekonomisi, deprem, sel su baskını, orman yangını ve benzeri tüm felaketlerin son bulması o kadar hızlı olmayacak.
Biz bugüne bir günde gelmedik.
Her doğrunun olduğu gibi her yanlışın veya yıkımın da bir bedeli var.
Canlı ölü zalimler ve onlara güç verenler yaşattıkları zulmü yaşamadan bu ibret son bulmayacak.
Dost acı söyler, düşman aldatmak için süsler. İnsanın kendisi ile yüzleşmesi kendisine yeni bir şans verebilir.
Umarım aldatan ve aldananlardan olmaya devam etmezsiniz.
Aksi takdirde turbun büyüğü daha duruyor.
Mızrak çuvala sığmıyor çünkü!
Acımızı türkü yapmaktan vazgeçerek us ve duyunç içinde iman ile yaptıklarımızı başkalarının diline türkü olarak söyletmemiz gerekiyor.
Bir asırdır kendinden sürekli bahsettiren Mustafa Kemal Atatürk gibi bir meşalesi olan bir topluma bu yaşadıkları hiç yakışıyor mu?
İki satır yazı bir kaç kitap karıştırmayan bir toplumun medya denen palavra ile zihnini doldurması dünyayı ve yaşananları okuması haliyle mümkün olmuyor.
Bir Türk Atasözü der ki;
✓ Ders siz öğrenene kadar devam eder.
] Önder KARAÇAY [
6 notes · View notes
adl1bbed · 3 months ago
Text
Bölüm 95: Tek istediğim seninle yeniden başlamak
Jiya ifadesiz bir şekilde Qi Yan'a bakıyordu. Birden anladı ki, bu insan hiçbir zaman hayatta kalmayı düşünmemişti...
Bunu anlayan Jiya, ona saygı duymaya başladı.
On bir yıl. Bu kişinin doğası gereği cennetler yıkılsa ya da dünya un ufak olsa da, Chengli'nin soylu ailesinin kanı bedeninde dolaşmaya devam ediyordu.
Bir kan borcu ancak kanla ödenirdi. İntikamın alınması gerekirdi.
Tıpkı Qi Yan gibi, Wei Krallığı'nın kültürünü öğrenmiş olan Jiya, "İki Birincilik ile Bir Çiçek" unvanını elde etmenin ne kadar zor olduğunu gayet iyi biliyordu.
Bugün olduğu yere gelebilmesi, başkalarının asla bilmeyeceği acılardan geçmesinin bir sonucuydu. Ana dilinin bile körelmesine izin vermiş, Wei Krallığı'ndan biri olmuştu.
Qi Yan bunun ardından şöyle dedi, "Elinin ayarı olsun. Yaşlı haydut Nangong'u ölümüne götürme."
Jiya, "Bu senin nihai hedefin değil mi?" diye karşılık verdi.
"Daha ölme vakti gelmedi. İlk önce ailesini ve sevdiklerini kaybetmenin acısını deneyimlemesini istiyorum. Ölecekse bile benim ellerimle ölmek zorunda."
"Bildiğim kadarıyla onun en sevdiği kişi senin yatak arkadaşın, değil mi?"
Qi Yan'ın parmakları istemsizce titredi, "O en son sırada."
"Nasıl istersen. Senin için ne yapmamı istiyorsun?"
Qi Yan'ın gözlerinde bir vahşet parladı, "Nangong Wang'ın sana karşı olan düşünceleri son derece enteresan."
Jiya gülümsemeye başladı, "Bunu söylemeye cüret ediyorsun demek."
Qi Yan'ın yüz ifadesi soğuk ve kayıtsızdı, yaşayan bir insana değil de bir eşyaya bakıyor gibiydi.
Kendisine bu şekilde bakılan Jiya'nın gülümsemesi yavaşça silindi. Her ne kadar Çimenli Ovalarda yeni Kağanın, babasının cariyesiyle evlenmesi şeklinde bir gelenek olsa da, şimdi Qi Yan'ın intikamı için duyduğu kararlılığı görmüştü.
Bu insan kullanabileceği hiçbir kaynağı öylece bırakmazdı. Hedefine ulaşmak için ne gerekiyorsa yapacaktı. Bu acımasız ve art niyetli kalple, gerçekten de gökyüzünü kırıp geçebilirdi.
"Pekala, ama sen de bana bir şey için söz vermek zorundasın."
"Söyle."
Jiya ciddiyetle şöyle dedi, "Benim iznim olmadan, şimdilik Nangong Shunu üzerine bir hamlede bulunamazsın."
Qi Yan bunun nedenini pek anlamasa da Nangong Shunu şu anki planları arasında bulunmuyordu sonuçta, bu yüzden de başını sallayarak onayladı.
Jiya oradan ayrılmak üzere ayağa kalktı. Daha fazla detay istememiş, ya da Qi Yan'a nasıl iletişim kuracaklarını sormamıştı. İkisinin de kalplerinde kendi planları vardı zaten.
... ...
Jiya gölün ortasındaki çardaktan ayrılarak Lu Zhongxing ile Nangong Shunu'nun gittiğini tarafa yöneldi. Bir süre yürüdükten sonra bile onları görememişti, bu nedenle adımlarını hızlandırdı.
Prenses malikanesine aşina değildi, fakat durup bir hizmetçiye de sormadı. Rastgele, sezgilerine göre arıyordu.
Nihayet tenha ve sessiz bir avludan tartışma seslerini duydu. Jiya gizlice bir nefes verdi, ardından avluya doğru yürüdü. 
Lu Zhongxing taş döşeli bahçenin arkasında Nangong Shunu'yu köşeye kıstırmıştı. Öfkesi yatıştığında, bir an ne yapacağını bilememişti.
O nihayetinde İmparatorun kızıydı, normal halktan insanlar gibi bir koca olmanın yetkisini kullanamazdı. Nangong Shunu yedi suçtan birini işlese bile boşanma izni istemek için Majestelerine bildirmesi gerekirdi.
Lu Zhongxing bunu ne olursa olsun yapmazdı. Herkes tarafından duyulacaktı, peki ya sonra Komutanlık mülküne ve kendi onuruna ne olacaktı?
Nangong Shunu çoktan kalbindeki panik duygusunu bastırmıştı. İlişkileri zaten bu haldeydi, bu yüzden ona bir açıklama borçlu değildi.
İkisi bir süre bu şekilde bir çıkmazda kaldıktan sonra Lu Zhongxing baskı yaptı, "Ekselanslarının bana açıklayacak hiçbir şeyi yok mu?"
Nangong Shunu sıktırıldığı için acımış olan bileğini ovdu, "Fuma ne dememi istiyor?"
"Sen... güpegündüz bir adamla oynaşıyordun, bir şey demen gerekmiyor mu?"
Jiya Nangong Shunu'nun soğuk gülüşünü, ardından da Lu Zhongxing'in öfkeli havlamasını duydu, "HİÇ UTANMIYORSUN!"
Jiya hafifçe öksürerek boğazını temizlediğinde Lu Zhongxing'in bedeni gerildi ve arkasına döndü, "Demek Hanımefendi Cariye Ya'ydı."
Kehribar rengi gözlerinde bir miktar merak vardı, "Beni gördüğünde saygını göstermen gerekmiyor mu?"
Bu bir cümle, Lu Zhongxing'in boğulma hissi duymasına neden olmuştu. Ellerini birleştirerek eğildi, "Lu Zhongxing Hanımefendi Cariye Ya'yı selamlıyor."
Jiya zorlanmadan Lu Zhongxing'i kenara itti. Kabilelerde daha farklı öğünler tüketildiği ve farklı alışkanlıklar olduğundan dolayı ortalama bir kadından çok daha güçlüydü.
Nangong Shunu Jiya'nın onları buraya takip edeceğini beklemiyordu. Yardım için yalvardığında el uzatmamıştı sonuçta. Kendine geldiği sırada Jiya çoktan elinden tutarak onu oradan çekmişti.
Lu Zhongxing'in yüzü seğirdi. Jiya, İmparator babası tarafından yok edilmiş bir ırktan geliyordu, onun önünde bir despot gibi davranma hakkını nereden alıyordu?
"Hanımefendi, lütfen durun."
Jiya Nangong Shunu'yu kendi yanına çekti, ardından başını çevirerek, "Ne var?" diye karşılık verdi.
"Hanımefendi, Ekselansları Zhuohua ve ben henüz konuşmayı bitirmedik."
Jiya masum yüz ifadesini koruyarak Nangong Shunu'ya merakla, "Diyecek bir şeyin kaldı mı?" diye sordu.
Nangong Shunu başını iki yana salladı. Jiya'nın da diyecek bir şeyi yoktu, bu yüzden Nangong Shunu'yu elinden tutup götürerek oradan uzaklaştı.
Lu Zhongxing'in yüzü bastırdığı öfke yüzünden kıpkırmızı kesilmişti, fakat tek yapabileceği onlar gözden kaybolana dek arkalarından bakmak oldu.
Uzun bir mesafe boyunca yürüdükten sonra, Jiya nihayet durdu. Nangong Shunu'nun elini kaldırarak kolunu sıvadı, bileğinde keskin bir el izi kalmıştı.
"Acıyor mu?"
Nangong Shunu, Jiya'nın elini bıraktı, "Hanımefendiye çok teşekkürler."
Jiya ileri bir adım attı, Nangong Shunu'nun neredeyse dibine girmişti. O ise bir adım geriledi, ardından Jiya bir kez daha ileri geldi.
"Hanımefendi?"
Jiya yumuşak bir sesle, "Sinirlendin mi?" diye sordu.
Nangong Shunu bir kez daha aralarına biraz mesafe koymak istedi, fakat Jiya bir kolunu onun beline doladı.
Nefesi kesilirken parlak bir çift gözle karşı karşıya geldi.
"Hanımefendi... lütfen bırakın."
"Ama soruma cevap vermedin."
"Hanımefendi fazla düşünüyor. Shunu nasıl size sinirlenebilir ki?"
Jiya sonunda kolunu serbest bıraktı, ardından Nangong Shunu'nun başındaki metal saç tokasına baktı, "Az önce neden karşı koymadın?"
Nangong Shunu'nun sessiz kaldığını gören Jiya gözlerini kırpıştırdı, "Eğer bir daha olursa... tokanı çıkar ve ona sapla. Eğer doğrudan saplayamayacağından korkuyorsan da gözünü hedef al..."
Nangong Shunu ürpermesine engel olamadı. Böylesine güzel bir insanın ağzından böyle kötü niyetli laflar çıkabileceğini tahmin etmezdi.
Fark etti ki uzun süre birlikte vakit geçirdikten sonra bile, Hanımefendi Cariye Ya'yı hiç tanıyamamıştı.
Jiya ise Nangong Shunu'nun inceleyen bakışlarını fark etmemiş gibiydi. Zararsız ve masum yüz ifadesini sürdürdü, az önce dediklerini söylememiş gibi bir hali vardı.
Nangong Shunu sessizce geriye bir adım attı, "Geç oldu. Ana salona dönecek misiniz?"
"Bu malikanenin manzarası son derece güzel, etrafta dolaşacağım. Sen önden gidebilirsin."
"İzninizle."
... ...
O sırada Nangong Wang, Jiya gittiğinden beri huzursuz ve sabırsız hissetmeye başlamıştı. Nihayet "lavaboya gitme" bahanesini bularak ana salondan ayrıldı.
Çiçek bahçesinde gezinirken şans eseri ana salona dönmeyi düşünen Qi Yan'ı gördü.
Qi Yan saygıyla eğildi, ardından kasıtlı değil gibi görünen bir şekilde şöyle dedi, "Neden Ekselansları da dışarı çıktı? Er-jie'yi, ikinci kayınbiraderimi ve Hanımefendi Cariye Ya'yı da görmüştüm."
Nangong Wang'ın kalbi dayanılmaz bir şekilde kıpır kıpır ederken bu konunun üstüne gitti, "Nereye...?"
Qi Yan Jiya'nın oradan ayrılıp ilerlediği yönü işaret etti, "Bu yolun sonuna kadar gidin, sadece bir tane avlu var."
Nangong Wang sabırsızlıkla dolu halde oradan uzaklaştı. Qi Yan bir an sessiz kaldıktan sonra gölün ortasındaki çardağa geri gitmek üzere döndü. Bu, ana salona dönmek için geçmesi gereken yoldu.
Fakat Nangong Wang ilk önce Lu Zhongxing'e rastlamıştı. Biraz hayal kırıklığına uğramış bir şekilde, "İkinci eniştem nereye gidiyordu?" diye sordu.
Lu Zhongxing ellerini birleştirerek eğildi, "Üçüncü Ekselans."
"Neden er-mei'yi göremiyorum?"
Lu Zhongxing soğuk bir şekilde homurdandı, "Üçüncü Ekselanstan Ekselansları Zhenzhen'e bildirmesini isteyerek zahmet vereceğim. Şaraba karşı dayanıklılığım düşük, bu yüzden önden malikaneye döneceğim." Bir kez daha ellerini birleştirerek eğildi ve ardına bakmadan oradan uzaklaştı.
Qi Yan gölün ortasındaki çardakta oturuyordu. Nangong Shunu ve Lu Zhongxing'in art arda nilüfer çiçeği havuzunun yanından geçtiğini gördüğünde, bakışları düşünceli bir hal aldı.
Uzun bir sürenin ardından Jiya, gölün önündeki taş yoldan hızlı adımlarla geçiyordu. Gölün ortasındaki çardağı geçtiğinde aniden başını çevirerek uzaktan Qi Yan'a bir bakış attı.
On dakika sonra ise Nangong Wang'ın ruhunu yitirmiş gibi bir tavırla tökezleyerek ilerlediği göründü. Qi Yan nihayet çardaktan çıktı ve hızlı adımlarla ufak köprüden geçerek Nangong Wang'ın önüne geldi, "Ekselansları?"
"Ah!" Nangong Wang o kadar ürkmüştü ki geriye doğru sıçramıştı. Bunun kim olduğunu görebildiğinde sonunda rahatladı ve, "Sen miydin?" dedikten sonra istemsizce sağ yanağını ovaladı.
Qi Yan bu hareketi fark etti, fakat dikkatle inceledikten sonra bile Nangong Wang'ın yanağında tuhaf bir şey görememişti.
"Bu kul öncesinde ikinci kayınbiraderim ve er-jie'nin geri döndüğünü gördü. Ekselanslarının onları bulamayacağını bildiğinden, bu kul burada sizi bekledi."
"Mm," diyen Nangong Wang başını salladı. Bir şey demek istedi, fakat kendini tuttu.
"Göldeki nilüferler yeni olgunlaştı, farklı bir cazibeleri var. Benimle çardağa gelerek bir süre bu görüntüyü takdir etmeye ne dersiniz?"
"Pekala."
Gölün ortasındaki çardağa geldiklerinde, Nangong Wang taş banklara düşercesine oturdu. Sağ yanağını tutarken yüzünden soğuk terler damlıyordu, "Qi Yan, sanırım başım belada."
... ...
Sonradan ortaya çıktı ki azmetmekte hiçbir zaman başarısız olmamasının sonucu olarak, Nangong Wang nihayet Jiya'yı bulmuştu. Onu gördüğü anda ağzının kuruduğunu hissetmişti.
Kalbinin kulaklarında atmasına dayanarak ilerlemiş ve selamlamıştı, fakat Jiya ona şunu sormuştu, "Öncesinde bana mı bakıyordun?"
Nangong Wang geçmişte hiç bu kadar cesur ve açık sözlü bir kadın görmemişti. Onun için Jiya'nın dedikleri bir daveti andırıyor, ima içeriyordu.
Kişiliğinin ona zorluk çıkarması sonucu Nangong Wang bir süre tam bir cümle kuramadan kekelemişti. Jiya gülümsemesine engel olamamış, Nangong Wang'ın kalbinin bir kez daha yükselmesine neden olmuştu.
İleriye bir adım atıp kendini kaybetmiş gözleriyle Jiya'ya bakmıştı, "Hanımefendi Ya, ben..."
Jiya parlak bir şekilde gülümsemiş, ardından bir elini kaldırarak Nangong Wang'ın omzunu dürtmüştü, "Burada sana bir soru soruyorum?"
Nangong Wang başıyla onayladı, ama Jiya'nın yüzündeki gülümseme aniden silinmişti. Elini kaldırarak Nangong Wang'a bir tokat atmış ve dönüp oradan uzaklaşmıştı.
Bu tokat aslında acıtmamıştı, daha çok bir dokunuş gibiydi. Nangong Wang'ın kalbini dayanılmaz şekilde kıpır kıpır etmişti. Kendi yanağını ovalamadan duramıyordu. Jiya'nın ona birkaç tokat daha atmasını tüm kalbiyle diliyordu.
Kendine geldiğinde Jiya görünürlerde yoktu. Jiya'nın herhangi sıradan bir kadın olmadığını ancak o zaman hatırlamıştı.
Mantığı geri döndüğünde korkmasını da bilirdi.
Nangong Wang, Qi Yan'ın kolunu kavradı, "Beni baştan çıkaran oydu!" 
Qi Yan içinden soğuk bir kahkaha attı, "Ekselansları... bu?"
Nangong Wang elini serbest bıraktı, "Ne yapmalıyım? İmparator babam öğrenirse işim biter."
"Ekselansları... Hanımefendi Cariye Ya'ya karşı, siz ikiniz...?"
Nangong Wang ağzını hafifçe açtı, ardından sessiz bir iç geçirdi, "Artık işler bu noktaya geldiğine göre senden saklamayacağım. Onu ilk gördüğüm anda ruhumu bedenimden aldı."
Qi Yan, Nangong Wang'ın karşısına oturdu. Uzun süren sessizlikten sonra ağır ağır şöyle dedi, "Orada başka birileri var mıydı?"
"Tüm hizmetçi kızlar ön avludaydı. O avlu tenhaydı, kimseyi görmedim..."
"Böyle olması güzel. Ekselansları, kendi ayağınıza takılmayın. Bu kulun fikrine göre Hanımefendi Cariye Ya Majestelerine söylemeyebilir. Majesteleri sorarsa da canınız pahasına inkar edin."
Nangong Wang'ın gözlerinde umutlu bir ifade parladı. Qi Yan sözüne devam etti, "Bu gerçekleşirse bu kulu çok iyi bir şekilde öne sürün. Ana salondan çıktığınızdan beri bu kulla olduğunuzu söyleyin. Ekselanslarının 'masumiyetini' kanıtlamak için canımı tehlikeye atacağım. Derler ya, kirli çamaşırlar ortaya saçılmamalıdır. Majesteleri bunu öğrenirse bile herkesin önünde bir sorgulama yapılmaz ya da araştırılmaz. Siz bir Prenssiniz ve de ortada kesin bir kanıt yok. Majesteleri size bir şey yapmaz."
"Pekala, dediğin her şeyi uygulayacağım! Eniştem beni bir kez daha kurtardı!"
"Ama, bu kul haddini aşarak Ekselanslarından artık o hisleri bir kenara koymasını isteyecek."
Nangong Wang aceleyle başını salladı, "Eniştem rahat olsun, bir daha asla..."
Qi Yan Nangong Wang'ın lafını böldü, "Ekselansları bu kulun demek istediğini yanlış anladı."
"Eniştem neyi kastediyor?"
"Hanımefendi Cariye Ya eşsiz bir güzellik, etkilenmeniz insanın doğası gereği. Bu kulun bile Hanımefendi Cariye Ya'nın cazibesi karşısında nefesi kesilmişti..."
Nangong Wang buna biraz şaşırmıştı, fakat bundan daha çok da içi rahatlamıştı.
Bir "suç ortağı" bulmuş gibi, kalbindeki huzursuzluk ve suçluluk duygusu keskin bir şekilde azalmıştı.
Qi Yan devam etti, "Majesteleri bu sene elli bir yaşında, lakin Hanımefendi Cariye Ya siz Ekselanslarından birkaç yaş küçük. Eğer tahta çıkabilirseniz..."
İkisi mutlu bir şekilde uzlaşmaya vardı, ardından birlikte ana salona doğru yürüdüler.
... ...
Lu Zhongxing çoktan gitmişti. Jiya ve Nangong Shunu ise öncesinde yaptıkları gibi aynı masayı paylaşıyordu.
Dördüncü Prens ve İkinci Prens birlikte oturuyor, neşeyle içip sohbet ediyordu.
Altıncı Prens Nangong Lie ise baş koltukta, Nangong Jingnu'nun yanında oturuyordu.
İki kardeş kadehleri hiç durmadan kaldırıyor ve keyifli vakit geçiriyorlardı.
Nangong Jingnu ve Nangong Lie aynı anda başlarını kaldırınca, aynı insanı gördüler.
Qi Yan'ın adımları durakladı. Her ne kadar yüz ifadesinde bir değişim olmasa da kalbindeki dalgalar yükseliyordu.
Nangong Jingnu sarhoş olmuştu. İnce yüzü tamamıyla kıpkırmızıydı ve gözleri dumanlı bakıyordu.
Dümdüz Qi Yan'a bakarken gözlerinde dertli bir ifade vardı.
Nangong Lie de çakırkeyifti. Fakat aksine bakışları istilacı bir hava yayıyor, sanki gözlerinin önündeki bu insanı canlı halde yutmak istiyordu.
Nangong Jingnu'nun kalbi acıdı ve gözleri titredi: Qi Yan'ın gittiğini sanmıştı.
Bakışlarını ondan çekti, ardından Nangong Lie'yi dürttü, "Liu-ge, hadi bir daha kaldıralım."
"Tamamdır!"
Şarap kadehleri tokuşturulduktan sonra ikisi de bir dikişte içti.
Bir noktada Nangong Jingnu'nun şarap kabı, diğerleri gibi bir kadehle değiştirilmişti. Bunun Nangong Lie'ye ait kötü amaçlı bir fikir olduğunu söylemek zor değildi.
Qi Yan'ın kaşlarının arası hafifçe oynadı ve kıyafetinin geniş kollarının altında yumrukları sıktı. Sessizce kendi koltuğuna döndü.
Nangong Jingnu bir miktar acı bir şekilde gülümsedi: tıpkı düşündüğü gibi, o bu kadar sarhoşken bir kelime etmeye bile yeltenmemişti.
Qi Yan ziyafetten ayrıldıktan sonra, Nangong Jingnu büyük boy şarap kadehine geçmişti. Tamamıyla sarhoş olmak istemiş, lakin bir şekilde, ne kadar içerse zihni o kadar berraklaşmıştı.
Jiya şarap kadehini kaldırarak aniden, "Senin bu meimei'ni seviyorum," dedi. Nangong Shunu'nun bir tepki vermesini beklemeden, çoktan ayağa kalkıp baş koltuğa doğru yürümüştü.
Jiya şarap kabını kaldırdı, "Prensesin şerefine."
Nangong Jingnu gözlerini kıstı. Jiya'nın kehribar rengi gözlerini görmesi, kalbindeki belirli bir noktayı acıtmıştı.
"Şerefe!" İlk önce Nangong Jingnu şarap kadehini kafasına dikti, ardından Jiya da bir dikişte bitirdi.
Jiya elinin arkasıyla dudaklarının kenarlarını sildikten sonra o da Nangong Jingnu'nun yanına oturdu.
Artık bu yemek masası üç kişiyi ağırladığından, biraz kalabalık görünüyordu.
Jiya kolunu Nangong Jingnu'nun omuzlarına koydu, "Prenses zevk sahibi ve alkolü iyi kaldırıyor, bunu sevdim."
Bunu gördüğünde, iki insan birden kaşlarını çatmıştı.
Biri Nangong Shunu, diğeri ise Qi Yan'dı.
Kız kardeşinin bu kadar sarhoş olduğunu gören Nangong Shunu, daha fazla içerse sağlığına zararı olacağından korkuyordu.
O esnada Qi Yan'ın gözleri ise Jiya'nın Nangong Jingnu'nun omzundaki eline dikilmişti: bu kadın fazla tehlikeliydi. Henüz Wei Krallığı'nda gelirken nasıl bir amacı olduğunu çözemese de... Nangong Jingnu temiz bir kağıt kadar saftı. Jiya tarafından oyun malzemesi edileceğinden endişeleniyordu.
Nangong Lie: "Hanımefendi Ya, sizin şerefinize kaldırıyorum."
İkisinin kadehleri Nangong Jingnu'nun önünde tokuştu, ardından ikisi de şaraplarını içti.
Nangong Jingnu kıkırdadı, "Bu ne böyle? Neden beni de davet etmedin?" dediği gibi kendi kadehine de şarap dökmeye başlamıştı.
Nangong Shunu ayağa kalktı, fakat önce davranıp hızlı adımlarla baş koltuğa doğru ilerleyen birini gördü.
"Ekselansları."
Bu tanıdık sesi duyan Nangong Jingnu'nun kalbi teklemişti. Hemen ardından acı duygusu yayıldı: nihayet gelmeye zahmet etmiş miydi?
Kalbinde kin güttüğünden dolayı Qi Yan'a cevap vermedi. Jiya'nın boş kabına tokuşturmak üzere şarap kadehini kaldırdı...
Fakat ince bir el, kadehi durdurmuştu. Qi Yan'ın işaret parmağında birazı eski, birazı yeni görünen dört tane ufak kesik vardı.
Nangong Jingnu'nun kabını tuttu, "Ekselansları, daha fazla içmeyin."
Nangong Shunu sessiz bir iç geçirdi, ardından geri yerine oturdu.
Jiya anlamlı bakışlarla Qi Yan'ı süzüyordu. Nangong Lie sallanarak ayağa kalktıktan sonra Qi Yan'ın omzuna bastırarak hafifçe sıktırdı, "Enişte, oyunbozanlık etme."
Qi Yan yerinden kıpırdamadı. Tüm dikkati Nangong Jingnu'nun üzerindeydi. Şarap kadehini tutmuş bırakmıyordu.
Nangong Jingnu yavaşça başını kaldırdı, "Bana ne yapacağımı söyleme hakkını nereden alıyorsun?"
Nangong Lie kahkaha attı, ardından da Jiya. Nangong Shunu'nun kaşları çatıldı, diğer üç Prens bile onlara bakıyordu. Salon bir anda sessizliğe büründü.
Qi Yan'ın gözleri hala derin ve sakin bakıyordu. Kadehi tutan elini serbest bıraktı.
Nangong Jingnu bunu dediği anda pişman olmuştu. Sarhoş olduğundan, duyguları abartılıydı ve onun kontrolünün dışındaydı.
Bu insan çok nahif biriydi. Sarhoş olmasaydı, onu diğerlerinin önünde utandırmaya dayanabilir miydi ki?
Nangong Jingnu söylediklerini geri almak üzereyken Qi Yan cübbesini yayarak herkesin önünde yere diz çöktü.
"Bu kul ciddiyetle Ekselanslarının daha fazla içmemesini talep ediyor."
Jiya'nın bakışlarında şaşırmış bir ifade belirmişti. Nangong Shunu ayağa kalkıp ona yardım etmek istedi, diğer Prenslerin ise her birinde farklı ifadeler vardı. Bazıları hor gören bakışlar atarken bazıları derin düşüncelere dalmıştı.
Nangong Jingnu'nun elindeki şarap kadehi gürültülü bir şekilde masaya çarptı. Baş dönmesini umursamayarak şiddetle ayağa kalktı, ardından yemek masasından ayrılarak Qi Yan'ın yanına geldi. Kolunu tutup yukarı çekti, "KALK AYAĞA!"
"Anlaşıldı."
Her ne kadar Qi Yan ses çıkarmadan istediği gibi çekmesine izin veriyor olsa da, Nangong Jingnu Qi Yan'ın yüzündeki katlanmaya çalışan ifadeyi görebiliyordu. Nangong Jingnu kalbi parçalara ayrılacakmış gibi hissediyordu. Gözyaşları gözlerinin kenarlarına dolmaya başlamıştı.
Qi Yan kalbini kırmış olsa da, böyle davranmasına rağmen daha önce hiç onu sıkıntıya sokmayı düşünmemişti.
Nangong Jingnu Qi Yan'ın kolunu kurtarmaya çalıştığını hissettiğinde biraz çaresiz hissetti, bu yüzden zorla kolunu yeniden kavradı, "Benimle gel."
... ...
İkisi ana salondan çıktığında, sessizliği bozan Nangong Lie oldu, "Buraya yeni bir masa getir."
Bir hizmetçi kız emri yerine getirmek için oradan ayrıldı. Ardından Nangong Lie şöyle dedi, "Malikanede hiç şarkı söyleyen dansçı var mı?"
Qiuju diz çökerek bildirdi, "Kuzey bahçesinde gelişmiş bir oyuncu grubu var..."
Nangong Lie buna son derece karşıydı, "Onu kim dinler ki?" derken belinde takılı yeşim kolyeyi çözdü ve Qiuju'ya fırlattı, "Hızlı koşan birini bul ve benim malikaneme gidip Luyan'ı çağırsın."
İkinci Prens akıl vermeye çalıştı, "Liu-di, bence bugünlük bu kadar yeter. Belki de artık gitmeliyiz..."
"Er-ge, sen de mi oyunbozanlık etmek istiyorsun? Biz erkek kardeşlerin saray etikleriyle kısıtlanmadan bir araya gelebilmesi çok nadir gerçekleşir, birlikte keyifli vakit geçirelim işte."
... ...
Nangong Jingnu Qi Yan'ı çekerek yatak odasına doğru yürüyordu. Fakat fazla hızlı yürüdüğünden, durup istifra etmesi gerekmişti.
Midesindekileri çıkarırken görüşü bulanıklaştı. İri gözyaşları birbiri ardına damlıyordu. Qi Yan'ın bunu göreceğinden korktuğundan, doğrulmadan önce beceriksizce silmeye çalıştı.
Fakat beklenmedik bir şekilde Qi Yan onun önünde çömeldi, "Bu kul Ekselanslarını oraya taşıyacak."
Qi Yan'ın sırtına yayıldığında, Nangong Jingnu'nun gözyaşları bir kez daha akmaya başladı. Qi Yan'ın her adım atışıyla gözyaşları daha da şiddetle süzülüyordu. En baştaki sessiz ağlayıştan hıçkırıklara, ardından da yüksek sesle ağlamaya dönmüştü.
Qi Yan'ın kalbi, bu üzüntü dolu ağlama sesleriyle beraber ıstırap verici şekilde ağrımaya başladı. Düzgün adımlarla yatak odasına doğru yürümeye devam ederken hiçbir şey söylemedi.
Ağlama sesleri yol boyunca duyuluyordu. Yanlarından geçtikleri tüm hizmetkarlar başlarını başka yöne çeviriyordu.
Nangong Jingnu sekiz adımlık yatağa oturduğu sırada hala ağlıyordu. Qi Yan gargara suyunu ve leğeni oraya taşıdı. Ağzını çalkalarken ağlama sesi kesildi, bunun ardından ise kaldığı yerden devam etti. Qi Yan ıslak bir havluyu sıkarak Nangong Jingnu'nun yüzünü silerken ağlaması devam ediyordu.
Nangong Jingnu burnu kızarana kadar ağladı, lakin gözyaşlarının peş peşe damlayışı durmuyordu. Tüm utanma duygusu ve onuru bir kenara bırakılmıştı.
Günlerdir baskıladığı ıstırap, alkolün kışkırtmasıyla tamamen patlak vermişti. Qi Yan yatağa oturarak Nangong Jingnu'nun gözyaşlarını sildi, "Ekselansları, ağlamayın artık."
"Pa", Nangong Jingnu vurarak Qi Yan'ın elini uzaklaştırdı.
"Vah... diz çökmene izin veren kimdi? Kim! Diz çökmek zorunda mıydın?!"
"Bu kul..."
Nangong Jingnu burnunu çekti. Elbisesinin kolunun içinde arandı ve eski mürekkep çubuğunu bularak yatağa fırlattı, "Bir ay önce açık açık doğum günümü sormuştun, o zaman neden böyle bir hediye gönderdin?! Vah... el yazımın çok çirkin oluşunu sevmiyorsan da en azından bunu özel olarak verebilirdin! Neden böyle önemli bir günde bu şeyi verdin?!"
"Bu kul..."
Nangong Jingnu Qi Yan'ın göğsüne atıldı, gözyaşları ve sümüğü Qi Yan'ın göğsüne akıyordu, "Neden birden böyle biri oldun? Kazayla yanlış bir şey yaparsam söyleyebilirsin, özür dileyebilirim, kendimi değiştiririm, ne olur bana böyle davranma..."
Qi Yan havluyu bir kenara fırlattı. Kollarını Nangong Jingnu'nun narin bedenine sardı, tekrar tekrar sıktırıyordu. Çenesini Nangong Jingnu'nun başına koymuştu ve onun da gözlerinin kenarları kızarmıştı.
Nangong Jingnu hıçkırdı, ardından yüksek sesle ağlayışı geri hıçkırıklara döndü.
Nangong Jingnu Qi Yan'ın giysisin sırtındaki kumaşı kavradı, "Ben... öncesinde dediklerim ana kapılıp söylenmişti, ne zaman beni tatlı dille daha az içmeye ikna etmeye çalıştığında sözünü dinlemedim ki? Eğer hoşuna gitmiyorsa, ben... hık, gelecekte daha az içeceğim. Sen, bir daha asla diz çökme, kalbim, kalbime... bıçak saplanmış gibi oluyor."
"Mm."
"Bugün benim doğum günüm. Bir dileğimi gerçekleştirebilir misin?"
Ağzından, "Pekala," sözcüğü çıktığı sırada Qi Yan bir anlık şöyle düşündü: kurtarılmanın ötesinde lanetlensem bile, kabul ediyorum.
"Geri önceden olduğumuz gibi olabilir miyiz? Hadi bu günler hiç yaşanmamış gibi davranalım. Ben unutacağım ve sen de unutacaksın, olur mu?"
— — Ç/N: Bölüm uzun olduğu ve ben epey meşgul olduğum için birkaç gündür azar azar çevirdim nihayet bitti. Olanlarla ilgili birkaç fanart var aşağıda
Cr @ mysmoons - twitter
Tumblr media Tumblr media
Cr @ cirqlr - twitter
Tumblr media
0 notes
papatyadasansolsaydi · 4 months ago
Text
rüyamda gördüm. gerçek sandım. rüyaydı ama yemin ederim gerçek sandım. dokundum sandım ona. kokusunu aldım sandım. dans ettiğimiz boş uçurum kenarında, onunla ağladım sandım. ama uyandığımda tek ağlayan bendim. kalktım yataktan. dokunsalar ağlayacak gibiydim ama şanslıydım, sinem ve tuna yoktu. ırmağın yatağı boştu. hırkamı ve kulaklığımı aldığım gibi dışarı çıktım. ırmak sigara içiyordu tek başına. başka kimse yoktu. yanına oturdum. beni görünce kulaklıklarını çıkardı. gözümün içinde baktı o an. anlardı beni, biliyordum. konuşmak istemediğimi söyledim ona sessizce. o başladı anlatmaya. rüyasında görmüş eskiden aşık olduğu kişiyi. gülümsedim o an ona. aynı durumda olduğumuzu bilseydim susmazdım dedim. ağlayacak kadar zor durumda bırakanın ne olduğunu sordu bana. zoraki bir ayrılık olduğunu söyledim. o zaman onun da gözlerindeki kırıklığı gördüm. istememiştik ayrılmayı, üstünden çok zaman geçmedi dedim sessizce. konuştuk biraz. belki yalnızım burada evet ama çevremdeki bir avuç insan benim için elinden geleni yapıyor.
mizgin abla kızdı bugün yine, yemek yiyemediğim için. doğru düzgün konuşamıyorum sabahtan beri. herkes bir şeyleri farkında, yalnızca beni darlamak istemiyor. üzülüyorlar benim için. ama ben de üzülüyorum. baş edemiyorum bunca şeyle. ne kadar denersem deneyim yaşanmamış gibi davranamıyorum. yine laf yedim bugün, sınıftan kimseyle tanışmadığım için. kendimi yalnız bıraktığım için. anlamıyorlar beni sanırım. bir yerde yetersiz kalıyor her şey.
azra'nın hastaneye yatışını, ilk adımlarını kaçırmanın benim için ne demek olduğunu anlamıyorlar mesela. hala insanlara veda edememenin ne demek olduğunu, hala birini bu kadar çok severken imkansız olmanın zorluğunun sırtta bir yük oluşunu, canımın hiçbir şey yemek ya da içmek istemediğini anlamıyorlar.
yemin ederim deniyorum mutlu olmayı, yeniden başlamayı. oluyorum da. ama en başa dönmekten artık canım çok acıyor. rüya olduğunu ilk anladığım an yaşadığım hayal kırıklığının etkisi geçmiyor bir türlü. arabada çalan şarkı bile aklımda hala. aldığım koku, duyduğum ses, konuşmalar. hepsi aklımda. bu kadar zor olması mı gerekiyordu?
her şeyi tek yapmak düşündüğümden daha zor oluyor. hastane randevusu almayı bile zar zor başardım. gitmesi de ayrı zorlayacak, farkındayım. ilaçların etkisinden midir bilmem, değişik hissediyorum. sürekli dengesizim. geceleri sık sık gözlerim doluyor. uykumdan uyanıp o boş bahçede sabaha kadar güneşi izliyorum bazen. belki bir parkım ya da kendime ait bir yerim henüz yok ama bir sürü kedim oldu.
ben hala kayıbım. ben hala boş. ben hala bir şeylerin olmasını çok istiyorum, olmayacağını bile bile. çünkü ben hala aptalım. yine de son konuşma kafamda bugünkü gibi kalacak, bundan ötürü içimde bir rahatlık var. en azından istediğim gibi olacak.
Gelirim demiştin sen giderken,
Mevsimler geçti bak üzerinden,
Unuttu diyor seni bilenler,
Yalan de, şüphe etmem sevginden
Rüyalar hep aldatır bilirsin,
Elimden tutar gibi gerçeksin,
Gözümde tüten hatıra sensin,
İçimde yanan tek hasretimsin,
Nerdeysen orası benim cennetim,
Nerdeysen haber ver seni kaybettim,
Bilsem ki kimsenin kalbinde değilsin,
Nerdeysen orada bekle beni sevgilim,
Nerdeysen.
Ararken seni bu sokaklarda,
Benzeyen bir saç ya bir dudaksa,
Dururum ben her adım başında,
Sanki sen varsın her an karşımda,
Seslensen dünyanın bir ucundan,
Tanırım sesini uzaklardan,
Nasılsa bulurum ben arar da,
Belki yaz, belki kış, belki baharda.
sınavın nasıl geçti bilmiyorum, ama umarım beklediğinden de çok tatmin etmiştir seni. bir şeyler yazmamak için ne kadar dirensem de gücüm bu kadarmış demek ki.
bugün güneşin doğuşunda hıçkırarak ağlatan o rüyayı unutamayacak olduğum için seni asla affetmeyeceğim. bunca şeyi başka bir hayata bıraktığın için de seni asla affetmeyeceğim. bize yazık ettiğin de seni asla affetmeyeceğim.
ama hiçbirisi kendime olan nefretimle baş edemeyecek.
0 notes
umutkral · 5 months ago
Text
Sevginin enflasyonu
Hayatta her şeyin olduğu gibi, duyguların da enflasyonu vardır aslında. Hissettiğiniz şeylere karşı toleransınızın arttığını düşünürsünüz fakat bazı duygular da enflasyona yenik düşer. Üzücü bir takım şeyler yaşadığınızda hüzne gösterdiğiniz tepkinin durağanlaşması gibi, sevgiye de verdiğiniz tepki zamanla azalabilir. Çevrenizde sizlere iltifat eden dostlarınız varsa onları düşünün, sürekli size iltifatlar eden birinin ettiği iltifat o gününüzü güzelleştirmezken, diğer kişi kadar yakınınız olmayan birinin sizin hakkında ağzından ilk defa çıkmış bir iltifat, gününüzü değiştirebilir. Sevginin enflasyonunu tehlikeli veya bunlardan farklı kılan şey ise, bu çoğunlukla sizi değil size sevgi gösteren kişiyi etkileyen bir durumdur. Birine seni seviyorum demek, onu görmek için gösterdiğiniz çaba, bu aksiyonların nitelikten çok niceliği ön plana çıkıyor. Birine sürekli onu sevdiğini söylediğinizde, artık bu onun için gündelik bir standart haline geliyor ve önem arz etmiyor. Her sabah uyandığında gördüğü tavan gibi, o tavan maddesel olarak önemini kaybetmese de, evin tepesine yıkılmasını önlemeye halen devam etse de, kimse o tavan için müteşekkir olmuyor. Devletlerin veya yönetimlerin enflasyonlar için alabildiği aksiyonlar olsa da, birey olarak sevginiz bir kişide enflasyona maruz kaldıysa bunu değiştirmek için yapabileceğiniz çok bir şey yok. Zira, kişiye o sevgiyi göstermeyi azaltırsanız, o kişi bu sevginin azaldığını fark etmeyecek, etse bile bunu aksiyon almaya değecek kadar önemli bulmayacak. Eskiden giydiği bir pantolonun cebinde unuttuğu bir madeni para gibi düşünün. Sadece o pantolonu giydiği zaman kullandığı, artık o pantolonun devri geçtiği için dolaba kaldırdığından kişi adına bir anlam ifade etmiyor. Günün sonunda karşınızdaki kişi, gerek nostalji olsun diye gerekse tekrar o pantolonun dönemine girdiği için o pantolonu tekrar giyse de, elini cebine attığında o madeni parayı bulduğunda onun için hiçbir anlam ifade etmeyecek. Yerde bulduğunda tenezzül edip almayacağı bir şeydir o artık.
Bu yüzden sevginizi bir insana tanıtırken nasıl ifade ettiğiniz önemli olmakla birlikte, sevginizi gösterdiğinizden emin olduktan sonra ne kadar gösterdiğiniz konusunda da dikkatli olmanız gereklidir. Bu sözler sevgi ve aşk kavramlarını gerçek manasıyla anlamış ve bunları hissetmeye muktedir, bu bilgiyle belki de lanetlenmiş insanlar için ağır bir şirk koşmak gibi gelse de, gözünüzün önündeki gerçekleri hislerinizin tersini söylemesine rağmen kabul etmek en basit tabirle olgun bir birey olmanın getirdiği zorunluluklardandır.
Her ne kadar sorunu tespit etmiş olsam da, çözümünü bugüne kadar bulamadım. Ben bu konularda hep, “ben içimden geldiği gibi davranayım karşımdaki insan doğru insansa doğru tepkiler verecektir” diye düşündüm ve bu yoldan ilerledim. Belki aklımdaki aşk tanımına inat ve sadakat ile bağlı olduğumdan, belki de kendimdeki sorunları tespit edip, bunlarla alakalı aksiyon almaya üşenip, çekindiğimdendir kim bilir. Ama gerçekler, duygularınızdan bağımsızdır. Karşınızdaki insanı “Sevgi enflasyonuna” soktuğunuzu kabullenmek istemeseniz de, bunu iliklerinize kadar hissedersiniz. Karşınızdaki insana her gün, her saat sevginizi göstermek isteseniz de, her gösterdiğinizde aldığınız umursamaz tepki, zamanla ruhunuzu rendelemeye devam edecek. Siz o kişiye sevgi göstermeye alıştıkça, gösterdiğiniz sevginin büyüklüğü ve sıklığı artarken, onun sizin sevginize tepkisizliği artacak. Onu görmek sizin için her zaman daha güzel bir şey olacak çünkü siz de içten içe gösterdiğiniz sevgiye tepki verdiği zamanları özlüyorsunuz, bunun arayışındasınız. Artık seni seviyorum dediğinizde o tepki vermediği için, siz kendinizi sorgulamaya başlıyorsunuz “içten bir şekilde söyleyemedim mi?”, “sevdiğime inanmıyor, daha farklı bir şekilde göstermeliyim, daha özel bir yol bulmalıyım” diyerek anksiyetelere düşüyor, kendinizi daha fazla, daha çok çabalarken buluyorsunuz. Siz çabaladıkça o daha çok sevgi enflasyonuna düşüyor, daha da tepkisiz hale geliyor ve içinden çıkılmaz bir durumda buluyorsunuz kendinizi. Mesafe koyup, daha az göstermeye başladığınızda ise bu sefer kendinizi kısıtlamanın verdiği buhranla uğraşıyorsunuz çünkü siz karşınızdakine sevgi göstermek istiyorsunuz, bu sizi rahatlatan, iyi hissettiren ritüellerinizden biri haline gelmiş oluyor. Burada “Concorde” yani vazgeçememe sendromu devreye giriyor. Zamanla sevginin enflasyonundan kaynaklı karşınızdaki insanla olan ilişkinize harcadığınız emek, gösterdiğiniz çaba arttıkça, onun da sizin için kıymeti artıyor ve vazgeçmek zorlaşıyor. Bilinciniz bu sefer sizi ondan vazgeçmemek için ikna etmeye çalışıyor, hatta bazen “Ya sevgimi göstermediğim için benden uzaklaşırsa” diyor, tekrar eski halinize dönüyorsunuz. Kararsızlıktan anksiyete doğuyor, anksiyeteden de hatalar. Bunun sonucunda insanlar intihar, ayrılık hatta ve hatta birbirini aslında seven iki insanın birbirlerinin hayatından sonsuza dek çıkmasına sebep oluyor.
İşte bu yüzden insan ilişkilerinde başarılı olmanın en büyük sırlarından biri aslında dengedir. İnsan ilişkilerinde dikkatli ve seçici bir insansanız, maalesef içinizden geldiği gibi davranma lüksünüz bulunmamakta. Bir insanın sizin için ne anlam ifade ettiğine erken karar vermeli ve o ilişkinin, sanki bir binanın temelini atar gibi, başlangıcında dengeli bir şekilde ilerleyerek, inşa etmek istediğiniz yapıya doğru hareket etmelisiniz. Kendini geliştirmenin en büyük yollarından biri her zaman karşındakini değil, kendinizi sorgulamaktır. Karşınızdaki insana yapmanız gereken şey sorgulama değil, analizdir. Bu süreç içinizdeki çocuğu öldürebilir, kendinizden nefret etmenize sebep olabilir fakat şunu unutmayın, gerçekten başarılı ilişkiler kurmak istiyorsanız, içinizdeki çocuğun bunda rol oynamadığından emin olmalısınız. Ne derler bilirsiniz, “Çocuk osuruk gibidir, herkes sadece kendininkine tahammül edebilir”
0 notes
gundemarsivi · 6 months ago
Text
Tumblr media
İlk Edebi Mektubum
✍🏻 Kemalist İlkay
https://www.gundemarsivi.com/ilk-edebi-mektubum/
Sayın Geçkin’in bana yazdığı edebi mektubun onuruyla, ona çok önceden yazmam gereken bir mektubu önce kaleme alıp, sonra mektubuna yanıt içeren bir mektup kaleme alıp, daha sonra da kendi sözlerimle başka bir mektupla ancak tüm sözlerimi iletebileceğimi düşünerek yazmaya başlıyorum. Bana yazdığı muazzam mektubu okumak için Genç Bir Arkadaşa Mektup başlığını tıklayarak ulaşabilirsiniz.
***
Gecikmiş Bir Mektup
Saygıdeğer Hayrettin Bey’e.
Bu satırları yazarken, kaleminizden dökülen her kelimenin ağırlığını yüreğimde hissediyorum. Acının ve hüznün ince dokusuyla örülmüş yazılarınız, ruhumuzun derinliklerine uzanan bir yolculuk sunuyor. Satırlarınızda kaybedilmiş zamanın, yitirilen umutların ve derin yaraların izlerini bulurken, umuda kapı aralamak isteyen bir çırpınışı da görüyorum. Hayatın acımasız yüzüyle yüzleşmiş bir insanın içsel çığlığını duyuyorum kelimelerinizde. Yaşanmışlığın yorgunluğunu ve içsel sancının yankısını hissediyorum her satırınızda. Yüreğimin derinliklerinde yankılanan acı ve hüznü sizin kelimelerinizin gücüyle de harmanlamaya çalışıyorum.
“Bazen bir kelime yeter, anlamak için bütün hikâyeyi,” demiştiniz bir yazınızda. “Her yara iz bırakır, ama bazı izler sadece kalpte görünür,” diyerek ifade ettiğiniz acılar, insanoğlunun en derin yaralarını, görünmez izlerini bizlere gösteriyor. Bu izler, sizin yazılarınızda hayat buluyor. Her bir kelimenin ardında saklanan duygular, insan olmanın özü ve varoluşun derin anlamı olarak bizlere yansıyor. “Yaşamak, zamanın bizi her an biraz daha yaşlandırdığı bir çabaydı,” diyorsunuz bir yazınızda ve başka bir yazınızda “Yaşlanmak, geçmişini sevdiklerinle paylaştığın ve geleceğinle hesaplaştığın bir süreçti,” diyorsunuz. Bu sözlerinizle, yaşamın kaçınılmaz akışını ve her anın değerini bilmemiz gerektiğini hatırlatıyorsunuz bize.
Hayatın sizi zorlaması, kaleminizi daha da güçlü kılmış. Acıyı ve hüznü dile getirseniz de, yazılarınızda yaşamın en çıplak, en gerçek hali var. Kaleminiz, sadece bir ifade aracı değil; ruhunuzun yansıması, iç dünyanızın manifestosu. Yaşadığınız her acıyı, satırlarınızda öylesine güçlü resmetmişsiniz ki, okuyucu olarak o anları sizinle birlikte yaşıyorum. “Başkalarının acılarına karşı duyarsız kalanlar kendi acılarıyla başa çıkamaz!” Her bir cümleniz, kalbimizin en derin köşelerine işleyen birer hançer misali, bizlere insan olmanın ne demek olduğunu gösteriyor. Yazılarınızda bir insanın kırılganlığı, hassasiyeti ve güçlü bir direnişi var. “Her yara iz bırakır, ama bazı izler sadece kalpte görünür,” demiştiniz bir başka yazınızda. Kalbinizin derinliklerinde biriken bu izler, yazılarınızda birer birer gün yüzüne çıkıyor. Bu izler, sizin yaşamınızın bir parçası, sizin hikayenizin sessiz tanıkları. Her bir satırınızda bu izlerin derinliğini, acısını ve bazen de iyileşme sürecini görüyorum.
Sizin yazılarınız sadece bir ağıt değil, aynı zamanda bir umut çağrısı. Acıdan doğan bir güç ve kararlılıkla, hayatın zorluklarına karşı koyma azmiyle dolu. Yazılarınız, hayatın bütün renklerini barındıran bir mozaik gibi; acının ve hüznün yanında, sevgi ve umut da var. “Her karanlık gecenin sonunda bir sabah vardır” derken olduğu gibi, umut dolu bir geleceği müjdelemekte. Hayatın zorlukları karşısında pes etmemeyi, her karanlığın sonunda bir ışık olduğunu hatırlatıyorsunuz bize. Bu ışık, sizin kelimelerinizde hayat buluyor, bizlere yol gösteriyor.
Şiirlerinizde, insan olmanın ne demek olduğunu, varoluşun anlamını ve hayatın en ince detaylarını buluyorum. “Yüreğimde bir iz bırakır her dokunuş,” diye yazmışsınız bir şiirinizde. Bu dizeler, hayatın dokunuşlarının kalbimizde nasıl derin izler bıraktığını anlatıyor. “Gözyaşlarım, hüzünlü bir şarkının notaları gibi,” diyorsunuz başka bir şiirinizde. Bu dizeler, acının ve hüznün melodik bir ifade bulduğu şiirlerinizin yankısı. Sizin kelimelerinizde, gözyaşlarının ardındaki hikayeleri, hüzünlü bir şarkının notalarında buluyoruz. Her bir dize, kendi içsel çığlığımızı, kendi acılarımızı ve sevinçlerimizi bulduğumuz birer ayna oluyor. Şiirlerinizde geçen “Geceyi aydınlatan yıldızlar kadar yalnızız” ifadesi, insanoğlunun evrendeki yalnızlığını ve aynı zamanda birbirine olan bağlılığını ne güzel anlatıyor. Şiirlerinizde bu yalnızlık ve bağlılık temaları iç içe geçiyor, bizlere evrendeki yerimizi ve anlamımızı hatırlatıyor. Her bir yıldız, kendi başına parlayan bir ışık ama birlikte gökyüzünü aydınlatıyorlar ve her birimizde parlayan bir ışık yakıyor. “Her bahar bir umut, her kış bir sınavdır,” diye yazmışsınız. Bu dizeler, hayatın döngüselliğini ve her mevsimin getirdiği farklı duyguları özetliyor. Şiirlerinizde hayatın bu döngüleri, değişimleri ve zorlukları iç içe geçiyor. Her bahar, yeniden doğuşu, her kış, dayanıklılığımızı test ediyor. Sizin kelimelerinizle bu döngüyü hissediyor ve her anın değerini yeniden anlıyoruz.
Şiirlerinizdeki ve yazılarınızdaki hayaller, sadece birer düşten ibaret değil, onlar gerçeğin ötesinde birer yolculuk, ruhumuzun derinliklerine yapılan birer keşif, aynı zamanda edebiyatın kendisine de ilham veriyor. Şiirlerinizin bize öğrettiği bir diğer önemli şey de, hayal kurmanın sınır tanımadığıdır. Siz, bize hayallerimizin peşinden gitmenin ve onları gerçeğe dönüştürmenin mümkün olduğunu gösteriyorsunuz. Bu yüzden, yazdığınız her yeni şiir, bizim için birer rehber ve ilham kaynağı oluyor. Hayallerinizin güzelliği, bize gerçek dünyada karşılaştığımız zorlukların ötesine geçme cesareti veriyor. Şiirlerinizde bulduğumuz umut ve güzellik, en karanlık anlarda bile içimizde bir ışık yakıyor. Bu ışık, bizlere hayatta kalmanın, sevmenin ve hayal etmenin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor.
Kaz Dağlarında yapılan orman katliamına yazdığınız şiir kitabı “Dağlara Çıkan Piyano”dan da size seslenmek istiyorum. Çünkü orman kıyımlarına karşı duyduğunuz bu derin üzüntü, bizleri de harekete geçmeye ve doğayı korumak için çaba göstermeye teşvik ediyor. “Kaçan ormanlar gibi yorgunum şimdi / kendini söndürmeye kalkan evler gibi kül,” dizelerinizdeki acı ve sözlerinizin gücü, sadece doğaya olan sevginizi değil, aynı zamanda bu yıkıma karşı duyduğunuz acıyı, çaresizliği ve öfkeyi de bizlere aktarıyor. “Bir çakıl olsam / yatağını değiştirebilir miyim / nerde bir yangın görsem / söndürebilir miyim diye / bir ırmakla akıp durdum uzun süre,” dizelerinizdeki insan eliyle gerçekleştirilen tahribatlara karşı umut arayışınızı dile getirişiniz ve çaresizliğiniz, çaresizliğimizin acısını da iletiyor. Sözleriniz, bizleri harekete geçmeye çağırıyor. Siz, kelimelerinizle ormanların sesini duyuruyorsunuz. Her bir dize, doğanın çığlığına dönüşüyor ve bizlere bu yıkımın ne kadar derin ve geri dönülmez olduğunu hatırlatıyor. Ormanların yok oluşuna karşı duyduğunuz üzüntü, bizim de yüreğimizde yankılanıyor ve bizleri bu konuda daha bilinçli ve duyarlı olmaya davet ediyor. Şiirlerinizde ifade ettiğiniz doğa sevgisi, bize bu dünyaya ne kadar bağlı olduğumuzu ve doğayı korumanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sözleriniz, sadece birer şiir değil; aynı zamanda birer farkındalık çağrısıdır. Siz, kelimelerinizle doğanın koruyucusu oluyor, bizlere doğayı koruma ve sevme sorumluluğunu hatırlatıyorsunuz. Ormanların yok olmasına karşı verdiğiniz bu edebi mücadelede yalnız olmadığınızı bilmenizi isterim. Sözlerinizin gücüyle bizleri bir araya getiriyor ve hep birlikte doğa için daha iyi bir gelecek için çalışmaya davet ediyorsunuz. Şiirlerinizin, bu dünyaya daha fazla sevgi, saygı ve duyarlılık getirmesini ümit ediyorum. Kaz Dağları’na Savunma yazabilen bir şaire en iyi daha nasıl yazılır bilmiyorum inanın! Heybemde anlatmaya yeter kelimem az.
Yazılarınızda rehber oluyorsunuz, birkaç sözünüz referansım olsun. “Senin ayrım noktan sendin. Hem herkesten biri oldun, hem herkesten farklı. Üstelik sen yollara yazgılıydın. Yolun kendisine… Bu yüzden birçok yalnızlık edindin. Yollarda inandın başkalarının yaşam hakkını savunmadan insan olunamayacağına. Kurdun / kuşun hakkını savunmadan insan olunamayacağına, yollarda… İşin olmadı yükselen alçak değerlerin hiçbiriyle.” “Sık sık başa dön. Kendini ve geleceği anımsa. Çocukluğuna yaklaşmaktan çekinme. Yabancısı olduğun kentler listesinden sor nerde olduğunu, nerelerde yaşadığını, neler yaşadığını…” Yazılarınızdaki felsefi yönünüzü çok önemli buluyorum. “Dünyada bunca olup bitenden sonra neleri yeniden yaşamamamız ve neleri yeniden yapmamamız gerektiği konusunda ders alınmış olsaydı, insanlığın bilinç çıtası nerede olurdu? İnsanlığın bir arada yaşama bilinci başlangıç noktasının ne kadar sağında?” “İnsan ne kadar insan? Ya da insan neresi?” Okuyucuya önerinizi şiirle sunabiliyorsunuz. “Sen ne dersen de geçmiş bir ışıldak / tren farları gibi aydınlatmak için önümüzü / çünkü yarını yapmaktır şimdinin görevi”…
Canım öğretmenim, şiir halinde yaşayan bir adamın dünyaya nereden gidileceğini gösteren yolculuğunu takip ediyorum sizinle. Bu mektubu size, yazdıklarınızla bizlerle paylaştığınız güzel hayaller ve derin duygular için teşekkür etmek ve onların hayatımızdaki değerini ifade etmek için de kaleme aldım. Kaleminizle dile gelen duygularınız, birçok insana ilham veriyor. Kurduğunuz cümlelerde yankı bulan acılar, okuyucuların yüreklerine dokunuyor ve onlara güç veriyor. Kelimeleriniz, karanlıkta bir ışık gibi yol gösterici oluyor. Yazılarınızdaki derinlik ve samimiyet, insan olmanın anlamını bir kez daha hatırlatıyor. Acının ve sevginin, hüznün ve umudun iç içe geçtiği bu hayat yolculuğunda, kaleminiz bizlere rehberlik ediyor. Aynı dönemde yaşamış olmaktan ve yazılarınızı okuyabilme şansına sahip olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Kaleminiz hiç susmasın, yüreğinizden geçenler hep satırlara dökülsün. Yazmaya devam etmeniz, yalnızca edebiyat dünyasına değil, tüm insanlığa büyük bir katkıdır. Dizelerinizin gücünün ve etkisinin asla azalmasını dilememekle birlikte, her yeni eserde daha da parlayan bir ışık olarak kalmanızı temenni ediyorum. Lütfen hayallerinizi bizimle paylaşmaya devam edin. Siz yazdıkça, biz de sizinle birlikte hayal kurmaya ve bu hayalleri yaşamaya devam edeceğiz.
Kaleminizin bize gösterdiği yolda, sizin kelimelerinizde bulduğumuz ışıkla yürümeye devam edeceğiz.
Saygılarımla.
İlkay
***
Öğretmenliğin kitabını yaşamıyla yazan Hayrettin Öğretmenimin,
Genç Bir Arkadaşa Mektup yazısına paragraf paragraf yanıtla bir mektup…
Canım Öğretmenim,
Gecikmiş bir mektubun özrüyle ve gökyüzünde özgürce süzülen kuşların hayaliyle başladığınız satırlarınız, içimde derin yankılar uyandırdı. İhtiyarlıktan bahsetmişsiniz, oysa hala taze, canlı yazıyorsunuz. Düşbazlığınızsa, bu mektubun her bir kelimesinde hissettiğim gibi, yaşamın derinliklerinde yolculuk eden bir ruhun işaretidir. İç dökmenizin kıymetini bilerek (iç dökmenin ne kadar kıymetli olduğunu bir kez de sizin mektubunuzla anladım) bu düşünsel yolculuğa eşlik etmekten onur duydum.
Şiir ve yaşamın iç içe geçtiği, bilinenin ötesinde yeni dünyalara açılan kapılar aralama çabası, gerçekten de bir kaçış ya da çıkış yolu olabilir. Bu konuları sizinle konuşmak ve düşüncelerinizde tanıklık etmek, benim için de büyük bir zenginliktir. İç dünyanızın derinliklerine yaptığınız bu yolculuğun, aynı zamanda benim de kendi içsel yolculuğuma rehberlik edeceğine inanıyorum.
Kendini arayış ve bulma yolculuğunuzun sizi nasıl bir yolcuya dönüştürdüğünü ve bu arayışın size kattığı derin anlamı çok iyi anlıyorum. Zorlu bir yolun yolcusu olmak, takdir edilmesi gereken bir cesaret ve azim gerektirir. Bu cesaretiniz ve azminiz, sizin karakterinizin ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesidir.
Sokakta duyulan bir gül ıslığıyla sonsuz azınlıklara karışmanın, kitapların arkasına saklanıp dünyaya karşı çıkmanın ruhunuza nasıl iyi geldiğini ifade etmeniz, beni de bu düşüncelere ortak etti (ki bu ifadeler aynı zamanda ruhunuzun özgürlüğünü arayışınızın da ifadesidir.) Kitapların ve sokakların dünyasında kaybolmak, ruhun özgürlüğüne bir kapı aralamak gerçekten de eşsiz bir deneyimdir.
Aldığınız yaraların ve bu yaraların size kattığı değeri çok iyi anlıyorum. Zoru seçmenin, şiire sığınmanın ve düşlerinizi yorumlamanın sizin için ne anlama geldiğini hissediyorum. Şiirleriniz acıların bir sızısı, sevinçli ve umutlu bir şarkıya dönüşerek mutluluğun tadına dokunma çabasıdır belki de.
Kendi kendinize sorduğunuz soruların derinliği beni de düşündürdü. Şairin ve şiirin varoluşsal soruları, vicdanın, itaatsizliğin ve dünyanın kirletilmişliği karşısındaki duruşunu irdelemek, gerçekten de önemli bir sorgulamadır. Bu soruların cevabını bulmak zor olsa da, bu soruları sorabilmek ve bunlar üzerine düşünebilmek bile eşsiz bir adım.
Şiir yazmasak ne yaparız sorusu beni de derinden etkiledi. Kuşların, böceklerin, çiçeklerin imdadına koşmak, acıları dindirmek ve doğayı korumak için şiirin ne kadar önemli olduğunu sayenizde anlıyorum. Şiirin, acılar karşısında direnişimizin bir aracı olması, şiir yazmanın anlamını daha da derinleştirir.
Bir şiirin savaşa karşı çıkıp çıkamayacağı sorusu, insanın derinliklerinden gelen bir sorudur. Külden bir kent gibi susmak yerine, bu soruya şiirle cevap vermenin sorumluluğuyla dile geldiğinizin farkındayım (bazen sözlerimizi en çok kendimize kullanmaz mıyız). Sözlerinizin gücüyle savaşın ve acının karşısında durabilmek size has başarı olabilir ancak.
Bazen kelimeler birleşmiyor ve barışmıyor, bu yüzden; güzel bir cümle kuramıyorum, küs olduğum kelimelerden suskunluğum artmıştı hayli zaman önce. Bazen kendimize küsecek kadar zengin hissetme yanılgımız da mı var ne öğretmenim ne dersiniz? Sözcüklerin huysuzluğunun sebebinde kullanılmamak istenmeleri yatmıyor mu, sözcükler boğar bazen insanı. Nasıl her şeyi tek bir yutkunmada içimize hapsediyor ve kendimizi zapt ediyorsak öyle kabullenmekte zorlanıyoruz zor şeyleri. Ustanın “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” sözüne tutunmak gerçekten de önemli.
Şiirle insan arasındaki bağı düşündüğünüzde, şiirin insana duygu, düş ve duyarlık kattığını ve bu duygularla beslenmesi gerektiğini ne güzel ifade etmişsiniz. Gülüşlerle sulanan dizeler, yaşanmamış aşkların ve kurulmamış dünyaların özlemi, şiirin ruhudur.
Şiir sayesinde kendinizi keşfetmenin ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Başkalarının acılarına kayıtsız kalmamak, verili olanla yetinmemek, şiirin size kattığı en değerli şeylerden biri olmalıdır. Şiir yazmak, insanı kendine ve başkalarına açar, bu nedenle şiire olan borcumuzu asla unutmamalıyız.
“Nasıl bir şiir yazmalı ki doğrulsun insan?” sorusuna birlikte cevap aramak, düşe kalka yolları adımlamak ve şiirle geleceğe sağlam halkalar atmak için hep birlikte çalışmalıyız. Geleceğe iyi duygular taşıyan şiirler okumak, dünyayı koklamak ve yaşadıklarımızı anlamlandırmak için şiire sarılmalıyız.
Yaşlandıkça şiirle yenilenmek, dünyanın kabuk değiştirmesine tanıklık etmek ne güzel bir yolculuktur. Taşlardaki sessizliği dinlemek, bir orman gibi susmak, renklerin sesini ezberlemek, aşkın suç haline gelmesini izlemek ve şiirle telafi etmek, hepimizin yolculuğunun bir parçası olmalıdır.
Mektubunuzun dağınıklığı, sizin içsel dünyanızı ve düşüncelerinizin zenginliğini yansıtıyor. Bu dağınıklık içinde kaybolmak, yeni sözcükler ve umutlar aramak için bir fırsat olabilir. Sözcüklerden hançer yapıp kendinize saplamak yerine, onları yeni dünyalar kurmak için kullanmanıza hayranlık duyuyorum…
Yeniden yazıncaya dek, yeryüzü selam ile.
İlkay
***
Dizimin kanı mürekkebim olmasa hiçbir yazımı kaleme alamazdım Öğretmenim!
Siz topluma daha güzel dünyaların hayaliyle yazarken, bu satırları karamsarlığa kapılmayacağınızı umarak yazıyorum. Bir telefon görüşmemizde yaşam hakkındaki fikirlerimi size iletmiştim. Bir gün arayıp ulaşamadığınızda, benim için nasıl korktuğunuzu ve defalarca arayıp mesaj attığınızı hatırlarsınız belki, öğretmenim. Ben zorla yaşayan umutsuz bir insanım, bunu biliyorsunuz. Sebeplerimi sizinle konuşmamıştık. Hayat hakkındaki düşüncelerimi ve biraz da iç dökme niyetimle yazıyorum.
“Genç Bir Arkadaşa Mektup” başlığına uzun uzun baktım. Hiç yaşımın insanı olmadım. Spekülatif hayatımın ağırlığına girmiyorum; kaç yaşındayım ve kaç yaşında hissediyorum… Nasıl ki renkleri kıyaslayamıyorsak, yaşları da kıyaslamamalıyız zannımca. Kaleminiz büyük, insanlığınız büyük, yaşadığınız hayat ve öğretmenlik kariyeriniz boyunca kimleri yetiştirdiğinizi düşündüm. Evet, yaşça büyüksünüz, her anlamda; ama genç miyim? Hayır, canım öğretmenim. Tecrübe ettiğim yaşam, çok fedakarlık yapmama sebep oldu. Fedakarlıklar, insanın yaşamından ilmekler alır. Doğru yaşadın mı diye sorarsanız öğretmenim, hala doğru yaşama gayesiyle nefes alıyorum. Aşık Veysel’in ışığında, bu dünyadan en az zararla ayrılmak isteyen biriyim.
Beni yaşatan şey, başkalarının tecrübesizliğiyle atlatamadıklarını atlatma gücümde yatar. Kendime umut yarattım; topluma fayda sağlayacağını düşündüğüm bir ilk halka. Gündem Arşivi, yaşam sevincim oldu, beni hayata bağlayan bir bağ görevinde. Topluma ve aileme faydalı olmak, yaşamımı değerli kılıyor. Eski konuşmamızdan farklı olarak, şimdi daha umut dolu olduğumu belirtmeliyim. Ancak hayat hakkındaki karamsarlığım hala sürüyor. Müdahale edemediğim acılar beni hep üzüyor. En büyük lanetim, başkalarının acılarına empatide çok başarılı olmam. İnsan olmanın acizliğini yaşıyorum. Bu yüzden beynimde karamsarlık hüküm sürüyor. Normal insanlar yalnız mutsuzken gerçek boyuta geçiş yaparken, ben bu boyutta sabit yaşıyorum. Zamanında yaşayamamış olarak, paslı bir ruhum var.
Yadırganması gereken hiçbir şeyin yadırganmadığı bir çağdayız. Değerlerin yenik düşmesini ve her şeyin baştan kaybettiğini izliyorum. Ağlayan bebekler hayatta hiç gülmeyecekmişçesine bir hisle, onlara demokrasi bırakma sorumluluğuyla ve başaramadıklarımla utanç içinde bakıyorum. Ülkemizde artan kötülüklerin neden çoğaldığını anlamlandıramıyorum. Hayat, yenilgilerle dolu bir teneffüse beni mahkum ediyor.
Bir hümanist, mutluluğu tatmadan ölmeye mahkumdur. Lüks araba tekerleklerinde yalın ayak gezmek zorunda kalanların ayakkabılarını görüyorum; taşların üzerinde ezilen ayaklarım, yazın asfaltta yanıyor, kışın donuyor. Adaleti sağlayamadığım için çaresiz hissetmekten yoruldum, öğretmenim. Hiç tanımadığım insanlar, benden bir şey umarcasına ya da onlara borçluymuşumcasına yaşıyorum. Peki, bu cehennemden nasıl kaçabilirim öğretmenim? Bedenim beni tutsak ediyor. Ben bu çağın rahatsızıyım, her şeyin adaletsiz ilerleyişine arızayım. Hatalı bir ürün müyüm, yoksa imkansızlıkların sonucu muyum öğretmenim? Anlamadığım sonuçlar beynimi kemiriyor.
Hayat, sisli yelpazesiyle yönümü şaşırtacak kadar belirsizliğe itiyor. Ne ezdiğim toprak var, ne de üzerimde mavi bir gökyüzü. Mavi gökyüzüne baktığınızda, benim gibi taşmaya hazır bulutları siz de görüyor musunuz, öğretmenim? Titreyen dallar ve hışırdayan yaprakların dışında hiçbir şey işitmiyorum. Umutsuzluk işkence yaparken, huzursuzluğum çığlığa dönüşüyor. Zaten kimse duymuyor çığlıklarımı. Ateşin köz olmasına gerek yok, yanıyorum. Sırtımdaki yükler, görünmez bir ateş oluşturuyor ve bir türlü inmiyor. Nereye gitsem, sırtımı yakan ateş gibi, kaldıramıyorum ve kimseye acımı anlatamıyorum. Yaşamın suçu, ölümden daha acımasızca hayatı sürekli sabote etmesidir.
Zafere gitmeyen yol nereye çıkar, öğretmenim? Her şeyin sonunun sıfıra varacağını düşünmek, beni sıfır noktasında sabit tutuyor. Kimse mutluluğun tanımını bilmiyor ve öğrenmeyecek. İnsanlık tarihinde mutluluk yok, yani hiç mutlu olmamışız öğretmenim. Çok düşünüp çok kaybettim.
İnsan kaç kere uyanır, öğretmenim? O kadar çok uyanış yaşadım ki, bu soruyu yıllardır soruyorum kendime. Düşler yol gösterse de ışık olmuyorlar. Her kötü farkındalıkta, o tecrübeyi edinmemek için neler feda etmezdik. İnsan, acınası bir yaratık. Bu duyguyu en çok emeklilerin “ölsem de bir boğaz eksilse evden” dediklerinde hissediyorum. Yaşam ihtiyaçlarına muhtaç, aynı zamanda bu ihtiyaçları karşılarken de yakınlarına merhamet muhakemesiyle dolu. Ormanlar kıyıma uğrarken milyarlarca canlı da kıyıma uğruyor. Yıllardır okuduğum şehit haberleri, kurumlarımızın işlevsizleştirilmesi, halkımızın açlığı, sağlık sorunları gibi nice sorunlar, dur durak bilmeden artıyor… Bugün hangi haberi okursam yüreğim orada yasta. Hep yaslı haber mi olur öğretmenim? Bazen parçalara ayrılmış bir kıta gibi hissediyorum; bir bütünden çok uzak, parça parça acılara bölünüyorum. Ne kara siliniyor ne de kara görünüyor. Bitmeyen nöbetlerin döngüsü müdür yaşam, öğretmenim?
Yaşam, dümensiz gemiyle gösterilmeyen karayı bulmaktır. Zor bir hayat yaşıyorum, inadına yaşam benimkisi. Yaşıyorsam bir nedenim olmalı, fakat doğduğumda elime yazılmış bir not ya da ödev yoktu. İrdelemeye başladığım ilk anda arıza yaptım, yaratıldığım ayarları bir daha bulamadım. İrdeledikçe daha çok anlıyor ve daha çok kavradıkça, hayatım bir zindana hapsoluyordu. Yaşamak hasar almaktır ve açılan yaralarımda az canımdan bırakmadım. Bu sebeple, bedenimin ağrı tecrübesine de yaşamak diyorum.
Dünyaya gelmek kendi seçimimizse diye de sorguluyorum arada. Belli bir takım sorumluluklar edinerek gelmişsek ve iç sesimizde bu sorumlulukları duyuyor varsayarsak, yaşam bir anda çok anlamlı geldi mi size de öğretmenim? Mesela, 19 Mayıs’ta Samsun’a demir atmak gibi farklı sorumluluklar için yaşadıysak. Omuzladığınız sorumluluklar ile empati yaparak düşünür müsünüz, benim acıları derinden duymamda ve çözüm bulma sorumluluğunu edinmemde, sizce de haklı mıyım öğretmenim? Haksızsam eğer kendime yeni ateşten gömlekler hazırlayan bir deliyim.
Bir delinin en büyük sorunu yalnız bırakılmasıyla başlıyor. Bu delinin satırlarında sürçü lisan olduysa af ola, mektubuma cevap yazarsanız çok bahtiyar olurum, yaşamı bilinçli olarak çok ciddiye alarak yaşadığımı belirtmek istedim bu mektubumda. Çünkü benden geriye doğrularım ve yanlışlarım kalacak. Onlar zincirlemesine devam edecek. Ben, ölünce eksilecek bir nüfusum. Ben bu kadarım aslında. Esenliklerde kalınız.
Sevgiler&Saygılar
Kemalist İlkay
***
Not: Çok değerli yazar ve şairimiz olan sayın Hayrettin Geçkin’e seslendiğim bu yazımla, üç mektup yazdım. Hazır yazmışken ve O’na bu kadar ders çalışmışken, O’nun edebiyat dünyası ve toplumdaki rolü hakkında ufak bir not bırakmalıyım, bu not kendime kayıt, bakarsınız bir kitabımda ilerde kullanırım.
Hayrettin Geçkin
Hayrettin Geçkin, Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden biridir. Yazıları, genellikle toplumsal, kültürel ve siyasi konular üzerinde yoğunlaşarak derinlemesine analizler ve eleştiriler sunar. Geçkin’in üslubu, düşünsel bir derinlik ve analiz yeteneği ile karakterizedir.
Geçkin’in yazıları, sade ama etkileyici bir dille kaleme alınmıştır. Karmaşık kavramları anlaşılır kılma becerisi, onun en dikkat çekici özelliklerinden biridir. Üslubu, okuyucuyu düşünmeye teşvik eden ve sorgulatan bir nitelik taşır. Bu sayede, Geçkin’in yazıları geniş bir okuyucu kitlesine hitap eder ve farklı düşünce yapılarındaki insanlar tarafından ilgiyle okunur.
Geçkin’in eserlerinde sıkça rastlanan temalar arasında toplumun ahlaki yapısı, kültürel kimlik, modernleşme ve gelenek çatışması, eğitim sistemi ve siyasi düzen bulunmaktadır. Bu temaları işlerken, tarihsel bağlamı göz ardı etmez ve geçmişle günümüz arasında köprü kurar. Özellikle toplumsal eleştirilerinde, yerel ve evrensel sorunları bir arada değerlendirir.
Hayrettin Geçkin’in yazılarında dikkat çeken bir diğer unsur ise analitik düşünme ve eleştirel yaklaşımıdır. Olayları ve olguları yüzeysel bir bakış açısıyla değil, derinlemesine analiz ederek ele alır. Bu bağlamda, yazıları akademik bir nitelik taşımasına rağmen, geniş kitleler tarafından anlaşılabilir ve ilgi çekicidir. Eleştirilerini yaparken, somut örnekler ve verilerle destekler, bu da yazılarının inandırıcılığını artırır.
Geçkin’in yazıları, toplumsal ve kültürel alanda önemli katkılar sunar. Özellikle genç nesiller için bir rehber niteliği taşır ve onları düşünmeye, sorgulamaya ve analiz etmeye teşvik eder. Yazılarında vurguladığı ahlaki ve kültürel değerler, toplumsal bilincin oluşmasına ve güçlenmesine yardımcı olur.
Sonuç olarak, Hayrettin Geçkin’in yazıları, Türk edebiyatı ve düşünce dünyasında önemli bir yere sahiptir. Dil ve üslup açısından sade ama etkileyici olan bu yazılar, geniş bir tematik yelpazeye sahiptir. Geçkin’in derinlemesine analiz ve eleştirileri, okuyucuları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik ederken, toplumsal ve kültürel alanda da önemli katkılar sunar. Onun eserleri, hem akademik hem de popüler düzeyde ilgi görmeye devam etmektedir.
Sayın Hayrettin Geçkin‘in tüm yazılarına ve şiirlerine buradan ulaşabilirsiniz.
0 notes
halimecan · 2 months ago
Text
Tumblr media
İş Yerinde Saygı, Empati ve İnsan Olmanın Gücü
İş hayatı, profesyonellik ve sorumlulukların ötesinde, insani ilişkilerin de önemli bir yer tuttuğu bir alandır. Bu ilişkiler bazen o kadar karmaşık hale gelir ki, tek bir yanlış anlaşılma ya da küçük bir saygısızlık, günümüzü, hatta tüm iş yaşamımızı derinden etkileyebilir. Çoğu zaman çalıştığınız yer, sadece meslek edindiğiniz bir ortam olmanın ötesinde, bir anlamda “günlük hayatınızın bir parçası” haline gelir. İnsanlar birbirine değer vererek, saygı göstererek ve empati kurarak bu ortamı daha verimli hale getirebilir. Ancak, ne yazık ki bazen insanlar, hem sözlü hem de davranışsal olarak, bu değerleri göz ardı edebiliyorlar. Bu da, psikolojik olarak yıpratıcı ve kırıcı sonuçlar doğurabiliyor.
Birçok kişi, iş yerindeki stresin ve zorlukların yalnızca "iş"le ilgili olduğunu düşünür. Oysa her birey bir insan, bir iş gününü tamamladıktan sonra geriye duygusal ve mental anlamda tükenmiş bir hali bırakabiliyor. Bir çalışanın, bir projeye, bir etkinliğe ya da bir göreve göstermiş olduğu özeni ve katkıyı görmezden gelmek, sadece profesyonel anlamda değil, aynı zamanda insani anlamda da büyük bir saygısızlık örneğidir. Bir çalışanın sadece "eksik" bir yönüne odaklanmak, diğer tüm başarı ve gayretleri göz ardı etmek, oldukça acımasız ve haksızdır. Herkes hata yapabilir, eksik olabilir; ancak bunu yalnızca bir "eksiklik" olarak görmek, kişinin tüm emeğini küçümsemek demektir.
İş yerinde insanlar arasında saygı ve anlayışın temeli, her bir bireyin kendi sınırlarını tanıyıp, diğerlerinin sınırlarına da saygı göstermesidir. Birinin duygusal bir çöküş yaşadığı bir dönemde ona alan açmak, ona saygı göstermek ve bir başkasının ruh haline dikkat etmek, çok basit gibi görünen ama aslında çok önemli adımlardır. Ne yazık ki, bu tür insani davranışlar bazen göz ardı ediliyor ya da ihmal ediliyor. "Sadece iş yapmalısın" yaklaşımı, insanları duygusal olarak yalnız bırakır ve iş ortamını yalnızca bir üretim alanı olarak görmek, sonunda daha büyük problemleri doğurur. Bir çalışanın ruh hali, iş verimliliğini doğrudan etkiler ve bu dengeyi sağlamak, yöneticiler ve meslektaşlar arasında karşılıklı bir saygı gerektirir.
Birinin size sürekli olarak “çok sabırlısın” demesi, aslında o kişinin sizin duygusal yükünüzü fark etmediğini, üzerinizdeki baskıyı anlamadığını gösterir. Sabır bir erdem olabilir, ancak sabır sınırsız değildir. Her insanın bir sınırı vardır. İnsanlar, bazen hata yapar, bazen sinirlenir, bazen de sadece biraz yalnız kalmak ister. Bu ruh haliyle başa çıkabilmek için, bir çalışana biraz alan tanımak gerekir. Eğer bu alana izin verilmez ve yalnızca eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşılırsa, kişi yalnız hisseder ve gösterdiği emeklerin takdir edilmediğini düşünür.
Beni en çok üzen şeylerden biri, çabaların göz ardı edilmesidir. Bir etkinliği her detayıyla ilgilenerek düzenlediğinizde ve her şey kusursuz olduğunda, sadece etkinliğe katılmadığınız için eleştiriliyorsanız, bu durum tüm emeğinizin yok sayılması anlamına gelir. Oysa iş yerinde işler sadece eksikliklere odaklanmak için değil, başarıya, çabaya ve emeklere de odaklanmak için yapılmalıdır. İnsanlar her zaman mükemmel olamayabilir; hepimiz bazen aksaklıklar yaşayabiliriz. Ancak bunun karşısında, takdir görmek ve teşekkür edilmek en doğal hakkımızdır. Birine "eline sağlık" demek yerine yalnızca eksiklikleri vurgulamak, hem saygısızlık hem de acımasızlıktır.
Saygı, sadece kelimelerle değil, aynı zamanda davranışlarla da gösterilir. Herkesin kendine ait bir çalışma tarzı ve ritmi vardır. Bir kişi, zor bir dönemden geçiyorsa ya da sinirli hissediyorsa, bu tamamen doğal bir durumdur. Herkesin duygusal durumuna empatiyle yaklaşmak, ona zaman tanımak, sakinleşmesi için alan bırakmak en insani davranışlardır. Ancak bu durum genellikle göz ardı edilir. İnsanlar, kendilerine alan tanınmak yerine, suçlu gibi muamele edilir. Bu tavır, kişiyi daha da yalnızlaştırır ve onun daha çok duvarlar örmesine neden olur.
İş hayatında yıllarca hataları dile getirmekten yoruldum. Çünkü bazen insanlara hatalarını söylediğinizde ya da onlara sınır koyduğunuzda, değişim sağlanmaz. Üstelik değişmeyen insanlar, aynı hataları tekrar eder. Zamanla sabır tükenir ve insanlar, bu tür kişileri hayatlarından çıkarmak zorunda kalır. Bu, aslında bir tür korunma içgüdüsüdür. İnsanlar, sadece eleştirerek değil, aynı zamanda anlayış ve destekle daha güçlü olabilirler.
İş yerinde ya da herhangi bir ilişkide karşılıklı saygı, anlayış ve empati kurmak, yalnızca verimli bir iş ortamı yaratmakla kalmaz; aynı zamanda insanların güvenebileceği ve kendilerini ifade edebileceği bir alan oluşturur. İnsanlar, hatalarından öğrenebileceğini düşündükçe daha dikkatli olur ve gelişir. Ancak bir insana sadece eksikliklerini göstermek, ne kadar sabırlı olursa olsun, onu yıpratır. Ve sonunda, yıpranmış insanlar, hatalarını söylemekten bıkmış olurlar, çünkü aynı hatalar sürekli tekrar eder.
Hayat, kimseye mükemmel olma zorunluluğu getirmez. Hepimiz zaman zaman düşeriz, hatalar yaparız, bazen de sakinleşmeye ihtiyaç duyarız. Önemli olan, birbirimize alan tanımak, saygı göstermek ve hatalarımızı nazikçe hatırlatmaktır. İnsanlık, en çok bu anlayışla büyür.
3 notes · View notes
olumsuzsozler · 8 months ago
Text
Tumblr media
Günaydın
TANRI F��KRİ İLK ÇAĞLARIN ÇOCUKSU ÖN KABULÜ İDİ: Düşünmek insan olmanın bir gereğidir. Eğer kişi okumak istemiyorsa, düşünme işlemi yapmıyor demektir. Düşüncesini ifade edemeyen insanda köle hükmündedir. * Bir şey vardır iddiasında bulunan kişi o şeyi isbat etmek, kanıtlamak, delillendirmek zorundadır. Eğer kanıtlıyamıyorsa, "o şey" mantıken nedir? Yok/ yani olmayan anlamındadır. Yok demek efendim yok inançmış mış'ta yok olduğunu kanıtla demeler! boşluğu doldurma, yanlış mantıksal, savlardır içi boş anlamsız zorlamalardır. Birisi ilkten ortaya çıkıp beyler hanımlar bakın "yokluk" yoktur mu diyor? Olmayan şeyi kanıtla demek kadar absürt, saçma, zırva, bir çocuksu kaçamak boş bir safsata olamaz.! Bir şeyi iddia ile meydana gelenler insanlara bir şeyi dayatanlar, ve buna inanmayı zorlayanlar, eğer o şeyi kanıtlamıyorlarsa. Bu bir kabul edilemez, "yalan iddia" olur ki, Aklı mantık bilim bunu gerektirir. Bilimsel olarak kanıtlanamayan şey, yok hükmündedir. bu mevzu bu kadar açık, bu kadar nettir. Gençlerin kafasını karıştırmak için uzun uzun yayınlar yapmak, uzun uzun kitaplar dizip yazmak, Uzun uzun konuşmalar yapıyor olmak, haklı olduğu, doğru olduğu anlamına gelmez. Şu ana kadar dünyada gelmiş geçmiş "4000 Tanrılar var ve 3.400 dinler var hangisi doğru? Niye bu kadar var? Niçin "seninkisi doğru" diğerleri yalan, yanlış, uydurma?! Seninkisi de uydurma ve yalan .. Diğerleri de Bu bir insan kurgusu idi, inceledik, baktık, hepsi insan ürünü mantıksız , çelişkili, akla, bilime, ve insan mantığına uymayan, hikaye ve mitolojilerdir. Geleçeğin dünyasında ne diner var ne de tanrılar... Bilinçli bir halktan korkulmaması gerekir. Oysa bilinçli halk kurallara uyar erdemli, ilkeli olur, dürüst davranmaya çalışır, kurallar orada daha iyi işler. artık şunu bir anlasınlar kafalarına soksunlar. İlk çağlarda değiliz her yerde kameralar var ve koca koca Adliye saraları koca koca Hapishaneler bir o kadarda Hakimler var Savcılar var. Yetmiyor Avukatlar ciltler dolusu Ceza yasaları kitaplar Hukukcular var. Niçin dünyada Adaleti sağlamak için bütün bunları yok saymak ahmaklıktır aptallıktır. İnsanlar o ilk mağara dönemlerini yaşamıyorlar, medeni toplumlar, bireyler olduk. Evrimleştik artık aklımızı, mantığımızı kullanıyor, düşünceler üretiyor, teknolojiler icatlar, keşifler, yapabiliyoruz. Bazı ülkeler israrla o ilk çağda kalmak ve o ilk çağı zorla kabul ettirme telaşındalar. Hayır arkadaş bu çağa gelmek uymak mecburiyetin var. Aksi halde dışlanırsın, dünya seni yok eder, ezer, geçer, uymak zorundasın. Kırmızı ışıkta durmak zorunluğu var mı? var.... Nerede dünyanın bütün ülkelerinde.. Bunu görün. Bilgi Akıl Bilim... Zıddı nedir? Karanlık çehalet, baskı, korkutma, iyide be arkadaş, herkes senin gibi düşünmek, anlamak, zorunda mı? Hayır..... inançsal düşünceler bireyseldir. Kişi terör yapmadığı müddetce kendi düşüncelerini özgürce ifade etmek zorundadır. Aksi halde onu baskılamak, köleleştirmek, yok saymak ne insanlığa sığar, ne etik, ne ahlaki olamaz. Kitaplar düşüncenin ürünüdür. Teknolojik gelişmeler düşüncenin bir ürünüdür. * Düşünmek insan olmanın bir gereğidir. Eğer kişi okumak istemiyorsa, düşünme işlemi yapmıyor demektir. Düşüncesini ifade edemeyen insanda köle hükmündedir. * "Zihinsel bir uğraşı içermeyen boş zaman ölümdür ve diri diri gömülmektir." Lucius Seneca Kölelik medeni toplumlarda kalkalı haylı zaman oldu. Zihinlerimizi bu çağa getirmek zorlamak uyumlamak zorunluğu bir gerekliliktir. Eski çağların anlayışı düşünüş biçimi yoktur. * Tanrıları biz yarattık. Çünkü korkuyorduk. Bunu korkudan ve Cehaletten yaptık! Johan Heldenbergh Tanrı Pdf Derleme kısa--------------- https://www.docdroid.net/t6fbloA/tanri-derleyen-ozturk-aydin-pdf EsenKalın Değerli insanlar
0 notes