#toz ruhu
Explore tagged Tumblr posts
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
201. BÖLÜM - Cennete ve Dünya'ya hükmetmek; Ocaktan bir şeyler çıkıyor - 3
İlk dağ ruhu çöktüğünde dev taş heykel yerden yavaşça ayağa kalkmaya çalışıyordu.
Xie Lian, önceleri TongLu Dağı’nda bulunduğunu söyleyen Hua Cheng’e seslendi, bu üç büyük dağ onları takip eden bir tehdit oluşturuyordu ve hafife alınmamalıydı. Xie Lian devasa heykeli kaldırıp çevirmeyi planlamıştı ancak bu zamana kadar hiç böylesine muazzam devasa bir heykeli kontrol etmemişti. Bu kadar karmaşık hareketleri yapamıyordu ve yapmadığından her şey daha da karışıyordu. Tekrar yukarı atlamaya çalışsa da başaramadı ve bir kez daha yere devrildi.
Gümbür gümbür! Neredeyse cennet ve dünya sarsılmıştı. Devasa taş heykel WuYong kraliyet şehri yakınlarına düştü ve tüm meydanı ezip enkaza çevirdi. Sadece hafif bir hareketle bile devasa taş heykelin altındaki göz kamaştırıcı evler ve saraylar toz dönüyor, parçalanma sesleri kulaklarda çınlıyordu. Bütün bu sarsıntılar devam ederken Xie Lian neredeyse yine havaya uçacaktı ama Hua Cheng onun elini sıkıca tuttu ve bağırdı: "Benimle gel!"
Xie Lian'ı alarak birkaç adımla o dev ilahi heykelin başına atladı. Görünüşe göre, bu devasa Çiçek Taçlı Savaş Tanrısı saçını bağlamak için adeta orada küçük bir balon varmış gibi küçük bir taç takıyordu. Böylece ilahi heykelin elinde veya omzunda durmaktansa daha düzgün durabilecekleri bir yer bulmuşlardı.
Henüz dinlenmeye fırsatları dahi olmadan Dağ ruhu geri gelmiş ve devasa taş heykelin birkaç adım geri gitmesi için sertçe vurmuştu. Neyse ki Xie Lian buna hazırlıklıydı ve düşmedi ancak kazara başka bir dizi evi ayaklar altına almış ve parçalamıştı. Xie Lian bu olanlar için üzülse de elinden gelen bir şey yoktu, içinden bağışlanmak için dualar etmişti. Xie Lian ilahi heykelin bu evlere zarar vermesinden kaçınırken ve beceriksizce kayıp gitmesini önlemeye çalışırken şaşkınlıkla ve merakla sordu, “Neden beni alt etmek için sürekli gelip duruyorlar? Bir şey mi yaptım?”
“Özellikle Gege’yi kovalamıyorlar, herkesi kovalarlar. Ve şu anda Gege özellikle onlar için dikkat çekici görünüyor.”
“O kadar büyük bir yaratık ki oldukça dikkat çekici...” daha düşünmesini bitirmeden heykeli parçalara ayırmak ve doğrudan merkeze doğru ezmeye çalışarak 3 dağ ruhu bir araya gelip etraflarını sarmıştı. Xie Lian hareket edemezken devasa taş heykel de bir parmağını bile oynatamıyordu. Heykeli geri çekmek için tüm gücünü kullansa da bir milim bile hareket ettiremedi, heykel artık savunma yapamayacak gibiydi!
Kaçmak için bir şeyler düşünmeye çalışıyordu ki istemsizce birkaç adım gerileyerek bir göğse çaptı. Arkasında duran Hua Cheng’di, ona baktığında Hua Cheng Xie Lian’in omuzlarını kavradı, “ Her şeyi boş ver ve savaş! Merak etme onlar sana rakip bile olamaz. Bu dünyada sen bir adım attığında seni durdurabilecek tek bir şey bile yok!”
Hua Cheng’in göğüsleri Xie Lian’e tüm kalkanların en güçlüsü gibi geliyordu. Xie Lian’in içi özgüvenle dolmuş, vücudundan tazeleyici bir akım geçmiş gibiydi. Böylece o da karşılık vermek ve kuşatmayı kırmak için elinden geleni yaptı!
Gümbür gümbür! Üç dağ ruhunu zorla birkaç kilometre öteye ittirdi, her yer toz, dumanla kaplandı. Enkazlar ve kayalar etrafta yuvarlanıyordu. Ancak geri itildikten hemen sonra bir kez daha saldırmak için ileri çıkıp tekrar saldırıya hazır hale geldiler. Xie Lian hızlıca eliyle yeni mühürler oluşturmaya başladı, “YOLUMDAN ÇEKİL!!!”
O devasa taş heykel havaya sıçradı ve ayaklarını dağ ruhlarından ikisinin başına indirdi, geri kalan eli kılıcının kabzasındaydı –Kılıcını çek!
Tüm bu hareketler bulutların ve suyun akışı gibi akıyordu, dev ilahi taş heykel eylemlerini akıcı bir şekilde tamamlandı. Gerçek bir insandan farkı yokmuşçasına hiç tereddüt etmeden uzun bir gökkuşağı gibi uzandı. Bir nefes çekerek Xie Lian bağırdı, “SENİ PARÇALAYACAĞI… Ah! dur bekle, henüz değil!”
O, görkemli bir kılıcı sallamaya ve dağları vadilere ayırmaya çoktan hazırlanmıştı ki beklenmedik bir şekilde, kılıç çekildiğinde içinde bir şeylerin doğru olmadığını hissetmişti. Yukarı baktığında aniden soğuk soğuk terlemeye başladı. O devasa taş heykel kesinlikle kılıcı çekmişti ama… elinde sadece kılıcın kabzası vardı. Neler oluyor?
Kılıç nerede?
Xie, Lian şaşkına dönmüştü, bu arada Hua Cheng de yanında duruyordu. Yüzü düşmüştü, iki eliyle alnını destekledi, “… Gege, üzgünüm. Sana söylemeyi unuttum. Bu ilahi heykele kılıç oymadım. Benim ihmalim.”
“…”
Doğru ya!
Hua Cheng bu heykeli ocağın iç taş duvarlarının üzerine oymuştu, ilahi heykel ayakta duruyordu ve belindeki kılıç kollarının ve katmanlı cübbesinin altında kalmış, gizlenmişti, bu yüzden sadece oyulmuş bir kılıç kabzası vardı. İlahi heykele ruhsal güçler verilmeden ve hareket etmeye başlamadan önce özel olarak oyulmuş bir bıçağı olmadığından, doğal olarak bir bıçak büyülü bir şekilde öylesine ortaya çıkmayacaktı.
Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı, ifadesi ciddiydi, "Yanlış hesapladım. Bu heykel yeterince zarif değil, Bir dahaki sefere her ayrıntıyı oyacağım.”
Xie Lian oldukça ciddiydi ve hızlıca şöyle dedi, “Hayır, hayır, hayır! Gerçekten çok zarif. Cidden!”
Sonuç olarak ortada bir kılıç yoktu dolayısıyla dağları kesemeyecekti. Xie Lian hemen savaş taktiklerini değiştirdi—Süngü!
Aceleyle iki dağ ruhunun başları üzerinden atlaması için ve işe yaramaz kabzayı arkasına atıp delicesine koşması için ilahi dev heykele emir verdi.
Vahşi rüzgarlar yüzlerine doğru eserken, siyah saçları, beyaz cüppeleri ve kırmızı kolları sallanıp uçuşurken ikisi o ilahi heykelin başının tepesinde duruyordu. Kaçıyor olmalarına rağmen beraber çok güzel bir resim çiziyor gibiydiler. Bir gümüş kelebek Xie Lian’in kulağına yaklaşıp birkaç insan sesini ona iletti. Anında kelebeği yakaladı ve seslendi, “diğer taraftakiler Feng Xin ve Mu Qing mi? General Pei ve Yağmur Ustası da orada mı?”
Peşindenhemen bu tarafa da tanıdık sesler gelmişti.
“ekselansları, bir şey söyleyeyim.” Dedi Pei Ming. “soru sorarken bu kadar bağırmaya hiç gerek yok”
“ah, kusura bakma. Şu an kontrol etmeye çalıştığım çok fazla ruhsal güç var bu yüzden…” dedi Xie Lian.
“...”
Ardından Mu Qing’in sesi de geldi, “Ne? Az önce çok fazla ruhsal gücün olduğunu mu söyledin? Sen mi?”
“hepiniz bir araya geldiniz mi?” Xie Lian sordu, “neredesiniz?”
“General Pei, General Küçük Pei ve diğerleriyle buluştuk. WuYong nehri yakınındaki bir ormandayız. Dışarı çıkmak üzereyiz.” Dedi Mu Qing.
Feng Xin seslendi, “orada neler oluyor? Güçlü, alışılmadık bir hareket sanki ocaktan gelmiş gibi görünüyordu! geri dönüp yardım edelim mi?”
Xie Lian hızlıca cevapladı, “gerek yok! Siz orada kalın biz hızlıca gelip sizi alacağız. Orada konuşuruz, neredeyse geldik!”
İleride kurumuş WuYong nehri vardı. Dev taş heykel vadiyi geçip yoğun ormanın yanına çömeldi. Tesadüfen Xie Lian, Mu Qing ve Feng Xin’in ormandan çıktığını gördü ve etrafına bakınarak muhtemelen onları aradığını düşündü. Ancak yanlış yöne bakıyorlardı ve yukarıya bakmak akıllarına gelmemiş, Hua Cheng ve Xie Lian’i hiç görmemişlerdi. Feng Xin kelebeğe doğru konuştu, “Ekselansları henüz gelmediniz mi? Neredesiniz?”
Xie Lian ellerini ağzına götürdü ve aşağıya doğru bağırdı. “KAFANI KALDIR! YUKARIYA BAK! ÇOKTAN GELDİK!”
“…”
Ancak o zaman ikisi de devasa bir gölgeyle örtüldüklerini fark ettiler ve aynı anda yukarıya baktılar.
Böylece ikisi de aynı zamanda kıyaslanamaz derecede devasa bir şey gördüler. “Xie Lian" şu anda ormanın yanında çömelmiş, aşağıya doğru onlara bakıyordu. Yüzünde çok arkadaş canlısı bir gülümseme bile vardı.
Hua Cheng aşağıdaki ikisine bir göz atmaya tenezzül etmedi ve kenarda durup kollarını birbirine bağladı, tavırları tembeldi. Xie Lian aşağıya doğru el salladı, “BİZİ GÖRDÜNÜZ MÜ? BURADAYIZ!!!”
Ancak “Xie Lian”in bu devasa versiyonu o kadar muhteşemdi ki ondan başka bir şeyi fark etmek çok zordu. Mu Qing’in tüm görüş alanı bu yüzle kaplanmıştı, yavaşça mırıldandı, “delirmedim ben değil mi? Yoksa delirdim mi?”
Feng Xin’in gözleri de bu görüntü ile boyanmıştı ve o da mırıldandı, “Bu ne lan? Bu nasıl bir şey? Ne s*kim şeyler oluyor bu dünyada?”
Xie Lian, “Ah…”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı ve kahkahasını tutmak için muazzam bir çaba gösterdi.
Doğruyu söylemek gerekirse bugüne kadar bu derecede gerçekçi, devasa ve inanılmaz zariflikle oyulmuş bir ilahi heykeli kimsenin görmüş olması mümkün değildi. Geçmişte en büyük ilahi heykel Jun Wu'ya aitti, ancak o bile bu heykelin yanında yarısı kadar bile gelmezdi.
Feng Xin ve Mu Qing, ikisi de şok olmuştu. Xie Lian, gerçek olan kendisinin onlar nerede olduğunu bulana kadar birkaç kez bağırmak zorunda kaldı. Diğerleri de birbiri ardına ormandan çıktılar, yukarı baktıklarında neredeyse hepsi bu devasa ilahi heykel karşısında o kadar şok oldular ki az kalsın secde edeceklerdi. Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi ve o devasa ilahi heykelin elini yere koymasını sağlayıp avcunu açtırdı, “Yanardağ patladı, yakında buralar ateşler içinde kalacak. Ayrıca üç dağ ruhu da bize yetişebilir. Hadi çabuk olun! Sizi buradan uzaklaştıracağız!”
Grup ilahi heykelin eline tırmandı ve her biri kendine yerleşmek için bir yer buldu. Xie Lian havadaki boğucu kükürt konusunu hissetti ve geriye baktığında kara duman ve uçan tozların hızla yayıldığını gördü, ilahi dev heykelin avcunu kapatıp ayağa kalktı ve geniş adımlarda ilerlemeye devam etti.
Pei Ming ve diğerleri yaşadıkları şoku atlattıktan sonra kendilerine gelmişlerdi. Ama Feng Xin ve Mu Qing’in kafası hala yerinde değildi. Sebebi muhtemelen bu ilahi heykel sahibinin yüzünü, tavırlarını ve görünüşünü çok iyi bilmelerinden kaynaklıydı. Ve bu kadar devasa halini gördüklerinden dolayı şokları da bir o kadar devasaydı.
Feng Xin bu ilahi heykelin omzunun üstünde duruyordu ama hala hareketsizdi, inançsızlıkla sordu, “Bunu kim yapmış olabilir. Kimin eseri bu? Nasıl oldu da bu zamana kadar hiç görmedim? Ya da nasıl daha önce hiç duymadım?”
Hua Cheng sahte bir şekilde güldü, “Bu dünyada daha görmediğin o kadar çok şey var ki.”
Her ne kadar kim olduğunu açıklamasa da neredeyse herkes, özellikle de Feng Xin ve Mu Qing çakmıştı ve aynı anda bağırdılar, “BUNU! BU HERİF YAPTI!”
“Neredeyse inanamadım…” dedi Mu Qing. “Bu şeyi nasıl hareket ettiriyorsun? Bunun için ne kadar çok güce ihtiyaç var?! yeterince gücün var mı ki? Hiç gücün olmadığını sanıyordum.”
Hua Cheng cevaplamadı. Xie Lian ona bir bakış attı ve yumruğunu ağzına bastırarak belirsiz bir şekilde cevap verdi, “um, şey…”
“Eğer yeterince yoksa ödünç alabilirsin. Yanlış mıyım? Çok basit bir şey.” Dedi Pei Ming.
“hahahha, evet…”
Yol boyunca çeşitli canavarlar ve iblisler lavların yağdığını, alevler saçtığını, çılgınca estiğini görünce işlerin ters gittiğini anladılar ve insanların o dev taş heykele tırmandığını gördüklerinde hepsi çığlık attı. “BENİ DE BEKLEYİN!”
“BENİ DE BENİ DE BENİ DE! BEN DE GELİYORUM!”
“BİZİ DE ALIN, BİZİ DE!”
Ama “geri çekilin.” dedi Hua Cheng. Gümüş renkli bir kelebek dalgası tüyler ürpertici bir ışık saçarak uçtu, sonrasında aşağıdan feryatlar ve ulumalar duyuldu.
Yin Yu, öylece uyuyan Gu Zi'yi kucaklıyordu ve aşağıdan seslendi. “CHENGZHU! Ekselansları! boş kabuklu insanlar ve daha önceki ceset yiyen fareler birdenbire gürültücü hale geldiler ve büyük gruplar halinde hareket etmeye başladılar, sanki TongLu Dağı'ndan çıkıyormuş gibi görünüyorlardı.”
Yağmur Ustası bir yandan kara öküzünü sürerek diğer yandan dikkatlice gökyüzünü izliyordu, “kara bulutun içindeki yaratıklar dışarıya doğru çıkmak istiyor gibi görünüyor.”
Dedikleri doğruydu. Kara bulutların içinde kıvranan yaratıkların hepsi taze, canlı ete susamış ve insanın yüz hastalığı haline gelmiş kederli ruhlardı. TongLu dağında yaşayan bir tane canlı yoktu. burada yalnızca nüfuz edemedikleri canavarlar, hayaletler ya da cennet mensupları vardı, bu yüzden elbette dışarı çıkmak istiyorlardı.
Milyonlarca buruşmuş, eğri büğrü hale gelmiş insan yüzü gökyüzündeki şekli bozulmuş yılan ve solucanlar gibi dönen girdabın içinde sürükleniyordu. Xie Lian’in elleri hafifçe titrese de ağzından şunlar dökülüvermişti, “TongLu Dağı’nın bir bariyeri var ne içerdeki dışarı çıkabilir ne dışarıdaki içeriye girebilir. Bu acı içindeki kederli ruhlar şu anda buradan çıkamazlar.”
Daha lafını bitirmeden beklenmedik şekilde Hua Cheng onun elini sıkıca kavradı. Xie Lian’in kalbi bu hareketle aniden kasıldı ve o da onun ellerini sıkıca tuttu, “Ne oldu? Çok fazla mı güç kullandım? Üzgünüm, üzgünüm. İdareli kullanmam gerekirdi.”
Hua Cheng bir eli ile sağ gözünü kapatıyordu, “Hayır tabii ki, Gege bunun hakkında endişelenmesin. Sorun TongLu Dağı bariyeri. Kırılmış.”
Xie Lian sersemlemişti, “Ne? Kırılmış mı?” endişelenmemelerini söylemişti çünkü bariyer vardı, ama şimdi kırılmıştı! Neler oluyordu?!
“kırılmış.” Dedi Hua Cheng. “muhtemelen yüzü olmayan beyaz açtı. O şeyler artık dışarıya kaçabilirler.”
18 notes
·
View notes
Text
İlk defa buraya içimi dökmeyi karar verdim. Beni anlayan kimse kalmadı çünkü. Bu zamana kadar ne doğru dürüst bir arkadaşım ne de değer verip benimle konuşmaya sevmeye çalışan birisi oldu. Deprem de babamı kaybedince başladı benim sorunlarım. Öncesi sorun değilmiş çünkü ben şükretmeyi bilmezmişim. İlk günler bulurum umuduyla yaşadım hep çünkü güçlüydü ölmezdi benim babam. Ölümü yakıştıracağım son insandı. Beklenilmeyen bir kayıptı bu benim için ki kafam da oluşan sorunlara yol açtı. İlk günler kendi kardeşlerinden annesinden bile ses çıkmadı. Benim babam hepsine yeterdi de onların hepsi benim bir babama yetemedi. 45 gün sonra buldum ben babamı malum toz toprak enkaz. Normal bir ceset bile 1 hafta sonra şişiyor, patlıyor ve kararmaya başlıyor burada 45 koca günden bahsediyoruz. Ortaya çıkan şeyi düşünemiyoruz bile. İlk günler darbeyi akrabalarımızdan alınca yalnız kaldığımı anladım. Bulmak zorundaydık. Her gün hastaneleri, karakolları aramaktan bizi tanır olmuşlardı. Koskaca kardeşleri oturmuş gülüp eğlenerek haber bekliyorlardı biz bunları yaparken. Kendi kardeşleri enkaz altında değilmiş gibi. 45 koca günden sonra bir haber geldi bir ceset bulundu. Kimliği teşhis edilemeyecek kadar kötü durum da. Ceset kararmaya üstünde hiç deri kalmamış duruma gelmiş. Eksik uzuvları var. Sol bacağı, sağ kolu yok sadece kemik yığını var. Kafatası ezilmiş içine gömülmüş sadece çene kısmı var o da dişlerinin olduğu yer. Bana bunları babamı bulan kepçe operatörü söyledi. Canımdan çok sevdiğim, öpmeye kıyamadığım, saçının teline zarar gelse uğruna öleceğim adam hakkında bunları söylediler bana. Ceseti dna için götürüyoruz ardından kimsesizlere gömmemiz gerek dediler. Babam olduğundan habersiz dna testi verdik. 1 Hafta sonra aradılar dna testi sonuçlandı %99 uyuşma var ceset sizin Başınız sağ olsun.. Cenaze evi oldu bizim evimiz. Babamda cenaze.. Çok umutluydum oysa ki ya ne ölmesi benim babamın ruhu gençti en çok sevdiği bendim. Daha bir sürü hayalimiz vardı bizim. Gidemez daha o olamaz. Ama zaman ve olanlar bunu kafama vura vura öğretti. Her şeyin istediğim gibi olmayacağını, erken büyümem gerektiğini, artık çocuk olmadığımı. Kara haber eve düşünce malum haber verme zamanı gelmişti. Yarım saat canım yana yana ağladıktan sonra telefonu aldım ve büyük halamı aradım hala haber geldi bize gelin diye. Kapı çaldı ben karşımda halamlar görünce ağlamaya başladım. Herkes bitti orda ağlamalar başladı yavaş yavaş gelmeye başladılar. 1. Gün öylece geçti. Cenazenin 2. Günü amcam daha babamdan haber gelmeden gittiği tatilinden döndü geldi. akşama doğru söylediği tek şey canım dolma çekti yapın da yiyelim. Cenaze evi oldu yemek evi. Bu da yetmez küçük halam akşamına evde kalmış kızıyla cenaze evinde dedikodu yaptılar. Artık başları boş istediklerini yaparlar diye. O an olay aninda hiçbir seyi idrak edemiyorsun ama sonra taslar yerine oturdugunda ne kadar da agir seyler isittigini fark ediyorsun. Olayın üstünden 1 yıl geçmesine rağmen ben kendimi toparlayamadım zorluk çekiyorum hâlâ. yaşadığım şeyler normalmiş gibi davranılması bekleniyor benden. Bu olaylar bende intihar düşüncesine kadar uzandı ama ben güçlü durmak zorundaydım. Başka çarem yoktu. Beni bu halde bırakanlara, bu şeyleri söyleyenlere olsun ahım. Benim çektiğim Acının bin beterini yaşayın. Çocuklarınızın ceseti benim babamın cenaze haberinin geldiği gün döktüğüm göz yaşıyla yıkansın. Cenaze haberiniz de yanınızda kimse olmasın. Bana söylenilen şeylerin bin beteri sizi bulsun ki ahım öyle büyük size. Ben bana ve aileme yapılanları unutmadım. Unutmam da. Siz Ahımla nasıl yaşayacağınızı düşünün...
2 notes
·
View notes
Text
Ben beyni düşüncelerinden geçilmeyecek kadar meşgul bir bireyim. Hep düşünür, hep konuşur ve hep yazarım. Ama hayatımda ilk kez, koskoca hayatımda ilk kez satırlarım hislerimin ağırlığını kaldıramıyorlar. Mürekkep fazla geliyor kuru kağıdıma, kabullenmiyor geçirdiğim hiçbir kelimeyi. Sonra beceriksiz hissediyorum mesela, zihnimde yağmurlu bir sonbahar akşamı sımsıcak evde sevgiliyle yapılan o derin sohbet akmıyor kağıdıma, ruhum kendini birilerinden, bir şeylerden saklıyor sanki. Yüreğime dolan his öyle çok, öyle bol ve öyle hakikat geliyor ki, kalbimin ödü kopuyor başkasına uluorta gözükecek diye. İçimi umut ve heyecanla dolduran o bakışı betimlemeye yetmiyor sanki sözcükler, sanki her bir kelime anlamını yitiriyor yavaşça, yahut ben öylesine dolu dolu hissediyorum ki bana ev olan satırlarım artık o kadar da iyi gelmiyorlar. Yavaşça vazgeçiyorum bazı şeylerden, istemiyorum istememesine de, başaramıyorum çoğu zaman. Korkuyorum delicesine, kalbimin hızlanışı içimde bir yerleri uyandırıyor ve her öyle hissedişimde acı bir dürtü sürüklüyor kalbimi, uzak diyarlara götürüp pandoranın kutusuna koyuyor, sımsıkı kilitliyor kutumu, anahtarını korkumun zehriyle eritiyor. Ama gönül değil mi bu, ne haz geçiyor ne de vaz, ne yapıp ediyor kuytu köşelerden sıvışıyor, yine onun kollarına atıyor kendini. Kokusuna sığınıyor, yalvarıyor yamacından gitmesin diye. Ritminin hızlanışına kızıp ürken gönül, bu sefer bir gün hızlanmazsa korkusuna bürünüyor, daha sıkı sarıyor onu, daha da çok sarılıyor. Kaçmak istiyor, istiyor ama ruhu öylesine ruhuma uyuyor ki, sanki yapboz parçaları bir daha asla ayrılmamak üzere birleşiyor, birileri geliyor ve sarsmayı deniyor ama bir milim bile kımıldamıyor yerinden. Aşk sandığım gelip geçici sevdaların hepsi toz pembe günlüğümün sayfalarında kayboluyor, sayfalar birbirine yapışıyor yavaşça, mürekkep silikleşiyor ve en sonunda kağıt konstantin sarısını alıyor. Gönül desen hayret ediyor, buncasına acıyı sırtlayışının ardından omzu yüklerle dolu olan o yüreğin yanıbaşında herkesi unutuşuna şaşırıyor mesela. Kayboluyor özelliğinde, güzelliğinde ve biliyor sıradanlığını, tesadüf olamayacak kadar normalliğini. Ancak klişelerin tutuklusu değil mi o, koynundan adımını atmayıp gömüyor başını omzuna, yeni bir dünya kuruyor orada ikisine, oynuyor evciliğini, hem de bu sefer kelimelere ihtiyacı dahi olmuyor.
1 note
·
View note
Text
sana dair.
youtube
Soğuk bir gün doğumunun durağan sessizliğinde;
Bir zamanlar ışıldayan ruhu artık mutluluk olgusuna bir yabancı olan ve benliğini kaybetmiş birine dönüşmüş olduğunu fark edecekti.
Kısılıp kaldığı bu derin sessizliğin içerisinde, uzaklara dalıp gittiği tüm o an'ları toplayacak olsaydı, elinde kalacak şey adeta o kısa bir ömrünün neredeyse tamamı olacaktı sanki..
Bir zamanlar onu hayatta tutan tek şeyin sahip olduğu umudunun olduğunu fark edecekti..
Zaman geçecek, ama o kendisini merak etmekten alıkoyamayacaktı.
Acaba o bütün bunları hak etmiş miydi? Belki de etmişti.. Hatta belki de daha fazlasını hak ediyordu. Bir zamanlar kalbinin sesini dinleyen birinin başka bir hayatı acımasızca harcamış olması.. Yıllar sonra fark etmiş olsa da bu farkediş hiçbir sonucu değiştirmeyecekti. Kendisi için bir ışığı kucaklarken bir başkası için bir derin karanlığa sebep olmuştu belki de..
Suçlamamak, belki... Ama affetmek!? En zoru da kendisini affetmesi olacaktı. Daha kendisini affedemeyen bir insan bir başkasını nasıl affedebilirdi?
Düşündü, düşündükçe öfkesini içten içe ezip parçalamaya başladı.. Kemikleri içten içe titrerken, o gülümsemeye devam etti başkalarına karşı- mutluluk saçmaya çalıştı.. Çünkü iyi olan her şeyin paylaşıldığında güzel olduğuna inanmıştı..
Geçen zamanla birlikte hiçbir şeyin bir daha aynı olmayacağını fark ettiğinde, hissizleşen düşünce mekanizması- umursamamayı öğrenmişti..
Artık içinde sevmeye dair bir güç kalmadığını fark ettiğinde kaldırmış olduğu beyaz bayrak aslında bir pes ediş miydi, yoksa içten içe artık kendisine mutluluğu yakıştıramamasından dolayı mıydı?
Bir zamanlar karma'nın düşüncesi bile içini kasıp kavuran fırtınaları saniyeler içerisinde dindirebilirdi. Ama görülen o ki zamandan daha güçlüsü yoktu, her şey değişmişti artık. Nihayetinde bir gün kalp kıranların kırılacağı, aldatanların aldatılacağı, iki yüzlülerin o maskelerinde boğulacağı ihtimali bile içini rahatlatamaz hale gelecekti. Artık onun benliğini çevreleyen derin bir hissizlik vardı.. Uzaklara dalıp gittikçe tanımaya başlıyordu benliğini..
Her acı, değerli bir öğretiydi elbette, bunun farkındaydı. Ama dizginlenememiş bir acı ölümden kat ve kat beter hissettiriyordu.
Herhangi bir çift göze baktığında görmüş olduğu tek şey paramparça olmuş benliği ve umutlarıydı sanki... Ve asla dinlemeye kıyamadığı o şarkıyı, defalarca dinleyecekti artık...
Sözler verdi kendisine, paramparça etti tüm maskeleri ve maskesi olanları. Başkaları tarafından kabul görebilmek için dahi olsa bile asla yapmacık biri olmayacaktı. Yaşamı boyunca deneyimlemişti ki tüm maskeler düşüyordu nihayetinde...Ayrıca iki yüzlülük onun yaratılışına çok yabancıydı. Onun iç dünyasında yapmacıklığa yer olmadı hiçbir zaman...
Acıtanlar, iki yüzlüler hayatlarını yaşamaya devam ederken o kabuğuna çekilecekti. Yalnızlık ona güven veriyordu ve bir gün kendisini affedebileceği günü hayal etmeye devam edecekti. Zaman zaman bir şeyler onu gülümsetecekti şüphesiz fakat ona sımsıkı sarılmış olan kabusları da onu bu zorlu zamanlarında yalnız bırakmayacaklardı.
Bir kalpten soğumayı deneyimlemişti artık, ölüm bile böylesine uzak hissettiremezdi.. Bukowski'nin şu satırlarını anımsayacaktı;
"Öyle bir zaman gelecek ki, toz konduramadıkların, kirden görünmemeye başlayacak."
Bir pencere arayacaktı, önünde oturup her şeyi unutabileceği ve yedi renkli yaz yağmurlarını seyredebileceği.. Ama öğrenmişti artık, yanlışlara harcadığı zamanlar yüzünden doğrulara gücü kalmamıştı..
Bir ruhu rüyalarında bile affedememenin ne kadar da tarifsiz bir his olduğu deneyimlediği zamanlardaysa yaşamın adeta bir kabusa dönüşebildiğini farkedecekti. Bundan daha kötüsü ne olabilir diye düşünürken, uyandığında onu içerisine çeken karanlıklar hayatın espri anlayışının aslında ne kadar da limitsiz olabileceğini gösterecekti ona..
Her şeyden vazgeçtikçe sanki bambaşka biri olmuştu artık. Zihninin duvarlarında gezindiği her an fark etmeye devam etti, bir zamanlar en ışıl ışıl görünen- en eşsiz köşelerinin şimdi nasıl da hareketsiz, terkedilmiş ve ıssız bir hâle dönüşmüş olduğunu..
Her şeyin sonunda zihninde tek bir soru kalmıştı; suçlanacak kişi kimdi?
0 notes
Text
Bir beden ölmüş, ruhu başında bekliyor… kendisi bile ölmek isterken küçük kız çocuğu, ruhun kendisi bırakmıyor elini, çünkü çocuklar için hala umut vardır değil mi ? Özellikle kız çocukları için dünya hala toz pembeyken.
Ama bırakın. Ruh gitsin, küçüğüm… büyüsün
1 note
·
View note
Photo
belli bi süre sonra eskizlerime bakarken buldum kendimi, film açık kaldı öyle. sonra kız oğlana bi ara burcunu sordu, bu olsa olsa başak olur dedim. hı hı tecrübeyle sabit: bkz.
5 notes
·
View notes
Text
Ellerimde ne kalmış?
Avucumu dolduramayacak kadar az insana sahipken,
Şimdi hepsi toz olmuş gitmişken,
Ve ben örümcek ağ kaplı zihnimle tekrar başbaşayım.
Gidemiyorum hiçbir yere.
Bana sözler veriyorlar.
Sonsuz sevgiye inandırıyorlar.
Ama sadece anıları tek bir saniyede silip gidiyorlar.
Beni aptal sanıyorlar.
Başka hiçbir şey beni aptal sanmaları kadar acıtmıyor.
Hep diğer kız oldum.
Ben hatalı olan değildim.
Ben yanlış olan değildim.
Belki kimse kalmadı.
Kendime kaldım.
Tanrı'nın benim için vermiş olduğu bu karara güveniyorum.
Ben sevgi için mücadele ettim.
Onlar yüzünden defalarca kez ağlamak zorunda olsamda rol yaptım.
Belki hepsi benim kafamın içindedir diye.
Ama dünya böyle işlemiyormuş.
Dünya benim kafamın içinde kurduğum peri masalı değilmiş.
İnsanlar aldatır.
Insanlar bırakır.
Insanlar günah işler.
Hayat benim gibi rengarek değilmiş
Yüzüme sürüp ne kadar renklenmeye çalışsamda
Bu insanlar için işlemezmiş.
Insanlar benim rengarenk boyayabileceğim bir tuval değilmiş.
Onlar kapkara ruha sahip berbat bir tuvalmiş.
Siyahın en koyusundan.
Ben rengarek boyasam,
Onların kapkara ruhları,boyalarımı emer yine ortaya simsiyahlık çıkarmış.
Şimdi ellerimde sadece boyalarım kaldı.
Onlar için harcadağım bir dünya boyam,
Şimdi ise hiçbir şeye yetmez o boyalarım.
Ama ben biliyorum ki,
Onlar benden her şeyimi alsalar da,
Hayat uzun bir yoldu.
Onlar sadece yolda ilerlerken benim için engeldi.
Geri dönmem için önüme koyulan engeller.
Ama ben geri dönmeyecektim.
Ben sürmeye devam edecektim.
Boyalarıma su katar,suluboya yapar,
Onların simsiyah ruhunu kapatmak için yaptığım tüm o şeylerden daha iyisini yaparım.
Ruhu bembeyaz,ruhu tertemiz,hiçbir kötülük olmayan birinin ruhunu suluboyalarımla rengarek yaparım.
Ben sürmeye devam ederim.
Sürmeye devam edeceğim.
Ben sadece süreceğim.
-MARTAVAL
#book blog#kitapalintisi#kitapokumak#söz yazarı#tumbler#wattpat#writers on tumblr#alıntı#art#spotify#sanat#kitap sözü#sözler#books#blog post#book photography#booklr#kitaplar#kitapsözleri#kitaptan alıntı#book review
2 notes
·
View notes
Text
Dört bir yandaki resimsevicivepaylaşıcıgiller çok haklıdır. Her ressamın tablosunun bir dili, bir hikayesi vardır. 1851 yılında yapılan bu yağlı boya tablodaki dili ve hikayeyi seviyorum. Yunan mitolojisinde özgürlük, cesaret ve kendini kontrol edebilme adına insanlara ders vermek için binlerce yıldır anlatılan, balmumundan kanatlarıyla güneşi zapturap etmeye kalkışan İkarus’un düşüşünü, kendi halinde akan günlük hayatın içinde, denize çakılmış bir çift bacak ile anlatıyor ressam. İkarus beton etkisi yapan denize çakılıp ölürken, balıkçı hala bir balık vurur mu diye oltasını kollamaya, çiftçi tarlasını sürmeye, çoban bulutlara bakıp yağmuru dert edinmeye devam eder. Gemidekilerin bile ruhu duymayacaktır. Hatta bir dal üzerinde duran kuş bile suya çarpma sesine tepkisiz kalır. Tablonun tek falsosu, açı olarak diklemesine düşen İkarus’un kanatlarını eriten güneşin ufukta batıyor olarak resmedilmesi. Yine de dili ve Hakan Günday’ın Az kitabında dediği gibi, biri için ölüm kalım meselesi olanın diğerleri gözünde toz kadar değeri yoktur diyen hikayesiyle paylaşmaya, anlatmaya değer. 1851 Pieter Bruegel yazıp geçme.
11 notes
·
View notes
Text
Mələk.
Küçədə günəşin parlamasına baxmayaraq köhnə beş mərtəbəli binanın 5-ci mərtəbəsi, pəncərədən asılmış qalın pərdələrə görə qaranlıq idi. Əslində bu otağın normal halı idi. Otaq, içki şüşələri və siqaret qalıqları ilə döşənmişdi sanki. Rəfdə olan kitabların üstündəki qalın toz təbəqəsi, onlara aylarla bəlkə də illərlə əl dəymədiyindən xəbər verirdi. Stolun üstündə günlər öncədən qalmış yemək artıqları artıq çürümüşdü. Bura həşəratlar üçün cənnət, insan üçünsə bataqlığa oxşayırdı.
Otağın küncündə isə uzun sarı saçları üzünə tökülmüş, soyuq insan cəsədi var idi. Cəsədin ətrafı isti qanla mühasirəyə alınmışdı.
Otağın birdən işıqlanması sanki Anarı yenidən həyata qaytardı. Gözlərini yorğun halda açıb ətrafa nəzər saldı. İşığın hansı tərəfdən gəldiyini görmək istəyirdi. Tam sol tərəfində bir insana bənzər amma qanadlı bir varlıq gördü. Ağ qanadları o qədər geniş idi ki, yəgin ki, bu kiçik otaqda qanadlarını tam açmaq ona çətinlik törədəcəkdi. İlk öncə bu görüntü onu qorxuya salıb həyəcanlandırsa da yerdəki qanı, biləklərindəki kəsiyi görüb vəziyyətin nə yerdə olduğunu anladı.
- Salam - mələk mehribancasına dedi.
- Salam - bir neçə dəqiqə mələyə baxdıqdan sonra istehza ilə əlavə etdi - Əzrailin işi çıxmşdı? Yerinə səni göndəriblər?
- Elə mən Əzrailəm.
- Bir anlıq təəccüblə baxdıqdan sonra dedi - Amma mən səni qara paltarda xəyal etmişdim. Daha doğrusu təkcə mən yox bütün insanlar səni qara paltarda təsəvvür edir.
- Yox, bu mənim daimi görünüşümdü.
- Və səni qorxunc təsəvvür edirdilər amma sən insanların təsvir etdiyindən daha yaxşısan.
- Çox sağol. - dedi mehribancasına.
- Yorulmamısan adam öldürməkdən?
- Səncə səni mən öldürmüşəm?
- Yox.
- Necə ki, səni mən öldürməmişəm eləcə də digərlərini də mən öldürməmişəm. Biz mələklər qatil deyilik. Qatil siz insanlarsız. Əsəbinizə, hərisliyinizə üstün gələ bilmirsiz və nəticəsində insanlar ölür. Digərlərinin isə ömrü sona çatır və bir yolla ölməlidi. Bunu da mən etmirəm. Allah necə buyurursa elə də olur.
- O zaman Allah qatildi?
- Xeyr. Sənə borc verdiyi həyatı səndən alması qatillikdi?
- Yox. - bir neçə dəqiqə səssizlikdən sonra Anar əlavə etdi - Niyə özümü öldürdüyümü soruşmayacaqsan?
- Əslində bilirəm amma yenə də soruşum. Niyə özünü öldürdün?
- Başımın içindəki suallar, düşüncələr məni çox yorurdu. Sırf bu sualların cavabını tapmaq üçün özümü öldürdüm.
- Nədi o suallar?
- Allah bizi nə üçün yaratdı? Niyə talehimizi yazdı? Əgər nəyi nə zaman edəcəyimizi, hər seçimimizi özü yazıbsa nə üçün öz yazdığını bizdən sorğulayır? Axı hansı mənsəbə qulluq edirik? Və ya etməliyik? Bilirsən insanlar da şeytan kimidi getdikcə çirkinləşir və Allaha üsyan qaldırır, başqalarını da bu üsyana daxil edir. Sadəcə bir neçəsi mələklərə bənzəyir. Əgər Allah insanlığın bu qədər pozulacağını bilirdisə nə üçün bizi yaratdı? Bu dünya insanlarla yox, heyvanlarla daha gözəldi. Biz insanlar isə o heyvanları öldürürük. Bu bədəndən iyrənirəm. İçimdəki ruhu azad buraxmaq üçün dərimi soymağa belə razıyam.
- Allah sizi ali varlıqlar kimi yaratdı sizə biz mələklərdə olmayan şeyi verdi. Sizi yaradarkən içinizə bir parça özünü qoydu. Hamınızın içində Allah var amma siz bunun fərqində deyilsiz. Onun keçirtdiyi hisslərə sahibsiz, Onun qədər olmasa da siz də yaradıcısız. Sadəcə bunun fərqində deyilsiz. Və Allah sizin talehinizi yazarkən harda, nə zaman, doğulacağınızı və harda, nə zaman öləcəyinizi yazdı. Etdiyiniz hər hərəkətdən, seçdiyiniz hər bir seçimdən özünüz məsulsuz. Hər bir insanın içində bir parça şeytan da vardır ki, bəziləriniz ancaq ona uyursuz. Hətta çoxunuz deyərdim. Və sonra da dünya çirkinləşir deyirsiz. Sənsə intihar etməkdənsə heç olmasa bir nəfəri belə düzəltməyə çalışsaydın daha çox işə yarayardın.
- Bir nəfərlə nə olacaq.
- Bir nəfər belə ümüd mənbəyidir. Gələk axırıncı məsələyə. Heyvanların daha yaxşı yaşamasına səbəb isə onların Allahın buyurduğu kimi yaşamasıdı. Onlar təbiətin qayda qanunundan kənara çıxmırlar. Və əlindəkilər ilə yetinirlər, daha çoxunu istəmirlər. Sadəcə bu qədər. İndi isə getməliyik. Başa düşürsən də?
- Başa düşürəm...
60 notes
·
View notes
Text
Yere çöktü küçük kız. Yorgundu elinde bir bira, saçları dağınık, kahkülleri alnına yapışmış, üstü başı toz... Yağmur yağıyordu ve soğuktu ama o soğu hissetmiyordu. Teni de buz gibiydi zaten, hiç ısınmamıştı ki. Kısık sesle konuştu "Ben geldim babaanne... ben geldim bak ne haldeyim..." Yutkundu kız. Ağlamamak için inat ediyordu, kendini sıkıyordu. Yağmur damlacıkları kızın tenine dokunuyor yavaşça aşağıya akıyordu... "Ama...iyiyim yani çok bir şeyim yok." Biradan yudumladı kız. Yaş olarak küçüktü ama ruhu yaşından oldukça büyüktü kızın. "Artık saçlarımı okşa..." Sesinin titremesine bir türlü engel olamıyordu. O kadar ��ok şey yaşamıştı ki, o kadar çok yara almıştı ki sığınacak kimsesi olmadığı için onun yanına gelmişti. "11 yıl geçti. Tam 11 yıl..." Derin nefes aldı. Aldığı nefes ciğerlerine yetmiyordu sanki. İçi yanıyordu... Başını mezar taşına yasladı ve gökyüzüne baktı. "Biliyorum kirliyim ama..." Gözleri doldu. Nefesi kesildi. İşte bunu sevmiyordu. Sinirle tekrar yudumladı elindekinden. Sustu... Gece boyu sustu kız... Sadece yıldızları izledi mezarlıktaki çığlık sesleri eşliğinde.
23 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 195. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 195: İsimsiz Hayalet İsimsiz Bir Çiçek Sunuyor
Onu duyunca Xie Lian sanki tokat yemiş gibi oldu ve ona döndü.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?”
“Hayır.” Diye cevapladı Wuming.
“O zaman saçmalama! Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?”
Bir an duraksadıktan sonra Wuming konuştu. “İmkansız değil.”
“…”
Xie Lian daha fazla dayanamayacaktı ve kesti. “Bu kadarı yeter. Ne demeye çalışıyorsun? Sen Xian Le’nin bir askeri değil miydin? Seni savaş meydanından Yong An adına konuş diye kaldırmadım, sadece benim emirlerime uyacaksın!”
Yerdeki çiçek kalbini delmiş ve gözlerine saplanmıştı, aniden darmadağın hissetmesine neden olmuştu. Xie Lian öne çıktı ve üzerine bastı, öfkesini ondan çıkartırmışçasına eziyordu. Ancak işi bittikten sonra, kendisine şaşırıp kalmıştı. Neden bu kadar küçük bir çiçek nedeniyle bu kadar sinirlenmişti? Veliaht Prensin Tapınağından dışarıya fırladı. Ancak soğuk rüzgarı yüzünde hissedince biraz sakinleşebilmişti.
Arkasından, siyah cübbeli savaşçı da takip ederek, dışarıya çıkmıştı.
Xie Lian sordu. “Bu bölgeyi inceledin. Gözüne olağandışı bir yer çarptı mı?”
“Hayır.” Dedi Wuming.
“Emin misin?” Diye sordu Xie Lian. “İnsan Yüzü Hastalığı yayarken, zaman, şans veya mekanda herhangi bir terslik olmaması gerekir.”
“Eminim.” Diye cevapladı Wuming.
Xie Lian’ın başka söyleyecek bir şeyi yoktu ve gökyüzüne baktı.
Bir anlık sessizliğin ardından Wuming sordu. “Ekselansları, kindar ruhların hastalığını nasıl serbest bırakacağınızı düşündünüz mü?”
“Hala düşünüyorum.” Dedi Xie Lian.
Belindeki siyah kılıca baktı. Milyonlarca kindar ruh bu siyah kılıca mühürlenmişti, ama onları uzun bir zaman tutamazdı.
Tam bu sırada Wuming konuştu. “Ekselansları, haddimi aşarak, sizden bir isteğim var.”
“Konuş.”
“Umarım Ekselansları bana kılıcı verir ve İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmama izin verir.” Dedi Wuming.
Xie Lian başını çevirdi. “Neden?”
Siyah cübbeli savaşçının maskenin ardındaki gözleri onu dikkatle izliyordu. “Sevdiğim kişi bu savaşta korkunç yaralar aldı, ölümden beter bir kadere mahkum edildi. Benim ise tek yapabildiğim çaresizce onun işkence çekmesini, ıstırapla mücadele etmesini izlemek oldu.”
“Ve?” Dedi Xie Lian.
“Ve bu yüzden, umarım kılıcı tutup, onların intikamını alacak kişi ben olurum.”
Sebepleri oldukça mantıklıydı, ama bir nedenle Xie Lian ona güvenemiyordu. Gözlerini kıstı. “Seni fazlasıyla tuhaf buluyorum.”
Arkasına döndü ve soğuk bir şekilde konuşurken Wuming’in etrafında dolaştı. “Tecrübelerime göre, sen kin ve nefretle yoğurulmuş intikamcı bir ruha benzemiyorsun. Benden bunu, sahiden İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakabilmek için mi istiyorsun?”
Kelimeler kendi ağzından çıkmış olsa da, Wuming İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmayı, başka neden istemiş olacaktı ki?
İsimsiz siyah cübbeli savaşçı önünde başını eğdi. “Ekselansları, Yong An insanlarının ölümünü benden çok kimse isteyemez. Dahası, yok edenin benim ellerim olmasını istiyorum. Eğer bana inanmıyorsanız, hemen gidip kendimi ispat edebilirim.”
“Bunu nasıl yapmayı planlıyorsun?” Diye sordu Xie Lian.
Siyah cübbeli savaşçı elini eğri kılıcına koydu ve yavaşça geriledi. Geriye attığı üçüncü adımda, Xie Lian aniden onun ne yapmayı planladığını fark etmişti.
Kindar bir ruhu olduğunu kanıtlamak için birilerini öldürecekti!
“Dur!” Xie Lian hemen haykırdı.
Wuming durdu. Onu değerlendirircesine izleyen Xie Lian kararını bildirdi. “Hayır. Kendim yapacağım.”
Siyah cübbeli savaşçı başını eğdi ve yüzündeki maske nedeniyle yüzünde nasıl bir ifade olduğunu kestirmek zordu. Ama Xie Lian da zaten başkalarının ne düşündüğünü umursamıyordu ve arkasını döndü.
Yumuşak bir sesle konuştu. “…Ancak öncesinde, senden yapmanı istediğim başka bir şey var.”
Donmuş yeşim gibi siyah kılıcı kaldırdı ve elindeki parlayan kılıca baktı, gözlerinde tuhaf bir ışık çaktı.
Siyah cübbeli savaşçı bir gariplik olduğunu fark etmişti ve haykırdı. “Ekselansları, ne planlıyorsunuz?!”
O daha durduracak zaman bulamadan bir an sonra Xie Lian kılıcın ucunu kendisine çevirmiş ve kara kılıçla kendi karnını delmişti!
Ertesi gün, Lang-Er Koyunun sokaklarında.
Hava günlerdir kötü gidiyordu, bulutlu ve aniden esen vahşi rüzgarlar kasvetliydi ve ardından menfur yağmurlar üzerlerine düşüyordu.
Zaten günlerdir, neresi olursa olsun, hiçbir yerde huzur yoktu. Sarayın bile alev aldığına dair söylentiler vardı, kral ve veliaht prensin her ikisi de kimseyi karşılayamayacak kadar hasta düşmüşlerdi. Her yerde kaos vardı, uğursuz imgelerle de birleşince insanlar söylenmekten kendilerini alamıyorlardı, endişeyle dolmuşlardı. Sadece cahil çocuklar oynamaya ve hiçbir şeyi umursamadan koşturmaya devam edebiliyorlardı.
Kasvetli bir rüzgar süpürüp geçti, toz duman olmuştu. Ve kısa bir süre sonra, büyük caddedeki kavşaktan büyük bir patlama sesi yükseldi. Bir adam göklerden düşmüştü!
Sokaktaki insanlar ani ses nedeniyle irkilmişlerdi ve hepsi sokağın sonuna döndüler. Yerde çarpma nedeniyle oluşmuş insan şeklinde bir oyuk vardı ve oyuğun içinde umursamazca yatan bir insan, saçları dağınık ve pisti, bedeni kanla kaplanmıştı, öyle ki beyaz cübbesi çok korkunç görünüyordu.
Bir anda, sokaktaki herkes toplanmaya başladı.
“BU KİM?!”
“Tanrılar, nereden düştü o? Gökyüzünden mi??
“ÖLMÜŞ MÜ??
“Ben, ben sanmıyorum, hala hareket ediyor!”
“Öyle bir düşüşten sağ çıktığına inanamıyorum!! Bekle, göğsünde ne var? BİR KILIÇ???”
Kalabalık yeterince yaklaşınca, yerde yatan kişiyi net bir şekilde görebildi. Her ne kadar pis olsa da, yüzü yakışıklı, temiz ve beyazdı. Sadece gözleri hiç kırpılmadan gökyüzüne odaklanmıştı, canlıya benzemiyordu. Ama ölü olduğu da söylenemezdi, sonuçta nefes alıyordu ve karnını delip iç organlarına saplanan siyah kılıç da göğsüyle beraber zayıf bir şekilde yükselip alçalıyordu.
Tam bu esnada başka bir kişi hayretle haykırdı. “Durun, bu… bu… O, o Ekselansları Veliaht Prens değil mi?!”
Şimdi o bahsedince, diğer herkes de tanımıştı.
“…Sahiden o. Eski veliaht prens, Xian Le’nin Veliaht Prensi! Bir keresinde onu uzaktan görmüştüm!”
“Veliaht prens kayboldu dememişler miydi?”
“Ben yükseldiğini duymuştum.”
“Neden bu halde… kılıç neden, sahiden onu delmiş mi? Çok korkutucu…”
“İzlediğiniz yeter, geçmeme izin verin, geçmeme izin verecek misiniz? Gitmem gerek bir yer var!”
Sokağın sonunda bir kavşak vardı, yol orada ikiye ayrılıyordu. Yol ise insan kalabalığı tarafından kapatıldığı için, sonrasında gelen arabalar gidecek yer bulamamıştı ve bu nedenle de herkes aracından inerek neler olduğuna baktığı için büyük bir kalabalık toplanmıştı.
Aniden birisi seslendi. “Durun! O sanki… bir şey söylüyor gibi?”
Kalabalık sessizleşti ve herkes dikkatle nefesini tuttu, onun sesini duymaya çalışıyorlardı. Bir an sonra, biraz dışarıda kalan hiç kimse bir şey duyamamıştı bu nedenle bağırdılar.
“Ne dedi? Neler oluyor? Ne söyledi?”
Ön sıralardan birisi bağırdı. “Olamaz!”
“Ne söyledi?”
“‘Beni kurtarın’ dedi.”
Xie Lian yerde dümdüz yatıyordu ve o iki kelimeyi söyledikten sonra dudaklarından tek bir ses daha çıkmadı. Etrafındaki kalabalığın yüz ifadesi karmaşıktı, çeşitli tepkiler ve farklı ölçüde şaşkınlıklar vardı.
Aşçı gibi görünen tombul bir adam konuştu. “Kurtaralım mı? Onu nasıl kurtarırız?”
Birisi tahminde bulundu. “Muhtemelen kılıcı çekmemizi söylüyordur?”
Aşçı oldukça cesur görünüyordu ve tam öne çıkıp denemek üzereydi ki, bir çok el uzanarak onu geri çekti.
“Yapma yapma yapma, sakın yapma!!!”
Adam şaşırmıştı. “Neden?”
İzlemekte olanlar açıkladı. “Yapmamalısın! Duymadın mı? Xian Le savaşı kaybetti? Neden savaşı kaybetti peki? İnsan Yüzü Hastalığı yüzünden. Neden mi İnsan Yüzü Hastalığı vardı? Çünkü o bir Talihsizlik Tanrısı ve bu yüzden…”
“Talihsizlik Tanrısı mı?! Sahi mi??”
Kelimeler yükseldiği anda, artık hiç kimse fevri bir şekilde hareket etmeye cesaret edemiyordu ve insan şeklindeki devasa çukurun çevresi bir anda boşalmıştı.
Sonuçta, bir önceki hanedanlığın Veliaht Prensine kimse ne olduğunu bilmiyordu. O bir Talihsizlik Tanrısı mıydı? Ona temas ederlerse İnsan Yüzü Hastalığı mı kapacaklardı? Ya da kendilerini korkunç bir talihsizlikle mi yüz yüze bulacaklardı? Ayrıca görünüşe göre eğer kılıcı çekmezlerse de hemen ölmeyecekti. Eğer her nereden düştüyse, o yükseklikten düşüp ve böyle yüksek bir ses çıkarttıktan sonra ölmüyorsa, o zaman insandan öteydi.
Bir an sonra, birisi çekingen bir şekilde konuştu. “Belki yetkililere haber vermemiz gerekir…”
“Prens Hazretleri yükselip bir tanrı oldu dememişler miydi? Yetkililere haber vermek ne işe yarar?”
“O zaman ne yapacağız?”
Kalabalık konuşup durdu, ama en sonunda yine de bir karara varamamışlardı, bu nedenle de nihayetinde yetkililere haber vermeye karar verdiler. Ellerinden başka bir şey gelmiyordu.
Orada mı yatmak istiyordu? O zaman bıraksınlar da yatsındı. Onu kendi haline bırakacaklardı.
Böylece, Xie Lian insan şeklindeki çukurda dinlendi, meraklı insanların yavaş yavaş azalışını ve kayboluşunu izledi. Yolu kesilen arabalar etrafından dolaşıyorlardı ve sokaklarda oynamakta olan çocuklar ebeveynleri tarafından evlerine çekilmişlerdi. Arada sırada hala oradan geçmekte olan insanlar oluyordu, ama araya epeyi bir mesafe bırakıyorlardı. Xie Lian tüm bu zaman boyunca ifadesiz kaldı, tek kelime etmedi.
Artık izlemeye dayanamayan küçük bir su satıcısı vardı, ve karısına dükkana göz kulak olmasını fısıldadı. “Onu sahiden öylece bırakmak doğru mu? Biraz su versek?”
Küçük tüccarın karısı bir anlığına tereddüt etti ve etraflarını tarayarak fısıldadı. “…Olmaz. Eğer o sahiden Talihsizlik Tanrısıysa, ona yaklaşırsak başımıza ne geleceğini kimse bilemez.”
Küçük tüccar da tereddüt ediyordu zaten, etrafına baktı ve dükkanında durmakta olan diğer tüccarların kendisine baktığını gördü, gergin görünüyorlardı; sanki eğer o yaklaşırsa hepsi bir sınır çekip çok, çok uzaklaşacaklarmış gibi. En sonunda, öne çıkmaya cesaret edemedi ve bölgeyi terk etti.
Ve böylece, Xie Lian sabahın pusundan, öğlenin yakıcı güneşine dek orada kaldı, ardından alacakaranlığa, ve gecenin ileri saatlerine dek.
Bu süre boyunca pek çok kişi onu görmüştü, ama yaklaşanların sayısı çok azdı ve kesinlikle ona yardım etmek için siyah kılıcı karnından çıkaran kimse olmamıştı.
Gece yarısı, sokakta tek bir insan dahi yoktu ama Xie Lian hala yerde yatıyor, gökleri izliyordu. Karanlıkta, yıldızlar ışıldadı ve düşünceleri dalgın ve gizemliydi. Aniden, net, keskin bir kahkaha yukarıdan yükseldi.
“Hahahaha… ne yapıyorsun?”
Sesin sahibi tarafından pek çok kez ziyaret edilmiş olan Xie Lian, artık vahşi bir tepki vermiyordu. Ve onun öfkeli ve panik dolu ‘karşılama’sını duymayınca, sesin sahibi de ona doğru yürümeyi seçti ve Xie Lian’ın başının yanında durdu, eğildi ve sesi biraz hayal kırıklığına uğramış gibi geliyordu.
“Neyi bekliyorsun?”
Yarı ağlayan, yarı gülen maske ters duruyor ve tesadüfen tüm görüş alanını kapatıyordu. İkisi yüzleştiler, aralarında ancak birkaç santim mesafe vardı.
Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Defol git buradan, gökyüzünü izlememe engel oluyorsun.”
Defolup gitmesi söylenen Yüzü Olmayan Beyaz hiç sinirlenmiş görünmüyordu. Gülerek doğruldu, sesi daha bile cana yakındı, sanki şımarık bir çocuğa tahammül eden bir erişkin gibiydi. “Gökyüzünde bu kadar iyi olan ne varmış?”
“Senden daha güzel.” Diye karşılık verdi Xie Lian.
“Bu tavrın neden?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz. “Seni bıçaklayan ben değildim ve bunca zamandır burada yatmana izin veren de. Hepsini kendine yaptın. Umduğun karşılığı alamadın ama hala beni mi suçluyorsun?”
“Seni hiç ilgilendirmez.” Dedi Xie Lian.
Yüzü Olmayan Beyaz sempatiyle kıkırdadı. “Saf çocuk. Kılıcı çekmene birisi yardım eder mi sandın?”
Çevirmen: Nynaeve
140 notes
·
View notes
Text
Herkes elini eteğini çekti,
Gün yorgunu kaldırımlardan...
Vakit tamam!
Şiirden düşlerime dalabilirim...
İnsansız ve telaşsız
Saf bir yalnızlığa...
Yağmur da eşlik ediyorsa hele
Kelimelerin büyüsüne bırakıp ruhu,
Kaybolmalı insan...
Keşke içime yağsa bu yağmur...
Üşütse, titretse, tüketse ve sonunda
Temizlese ruhumu..
Tarasa saçlarımı usul usul
Siyahtan beyaza doğru...
Ve aklasa kararan umudumu...
Denizlerin, dağların arasından
Siyah gözlerine doğru yürüsem..
Ayağım sığ olmayan yerlerde, çamura batsa, düşsem,yaralansam, vazgeçmeden yürüsem...
Fırtına da koşup gelse,
Ömrüme düşmüş bir çift gözün ardından
Deli gibi yürüsem...
İsrafil kesse önümü,
Gökleri paramparça,
Dağları toz duman eden o suruyla çıksa karşıma:
''Koparırım kıyameti dur!'' dese...
"Çoktan ahımı aldı aşk..kopar kıyametini" desem,
Yürüsem...
Gözlerinden tenine..
Teninden ruhuna inmek için,
Kaç sonsuzluk
Yürüsem...
11 notes
·
View notes
Text
Saylarını unutmuşam,
mənim çoxlu kitablarım var.
Hərdən açıb oxuyuram,
hərdən susub bağlıyıram.
Bir səhifə xoş görünür,
bir səhifə boş görünür.
Bir sətirdə gülümsəyir,
bir sətirdə ağlayıram.
Toxunmuram heç birinə
hər biri bir xatirədir.
Arasına çiçək qoyub saxlayıram,
rəfdə dursun.
Hər biri bir ayrı fəsil,
hər biri bir başqa dünya...
Oxuduğum kitabları
indi çiçəklər oxusun.
Ətri gedir,
ruhu gedir,
cismi qalır,
ismi qalır.
Toz olub uçur havaya,
mənimlə bir qismi qalır.
Yaşadıram sətirlərin bir küncündə çiçəkləri
Özü getsə,
sözü getsə
mənlə qalar ləçəkləri.
Bəlkə mən də kitabların
arasında çiçəklər tək,
keçənləri yad etmişəm,
günlərimi şad etmişəm.
Sevinmişəm oxuduqca
dərdi, qəmi qurutmuşam.
Hansısa bir zərf içində,
hansısa bir rəf içində,
hansısa bir səhv içində
mən özümü unutmuşam.
13 notes
·
View notes
Text
Fındıklı’da kaldım
bir varmış bir yokmuş’la başlayıp öylece sürdürmüşüz. varmış’lar telaşlı yaşanmış, yokmuş’lar giderek çoğalmış... hayalet bir hayat yaratmış ve o hayaletin içine hapsetmişiz kendimizi. bir gün geldi ve şöyle dedi bir ses: bu hayaletin içi boş.
böyle bir günde avucumu açma cesaretinde bulundum. rüzgarlı bir gün. avucumda sıkı sıkıya tutup yıllarca beslediğimi sandığım her şeyin toz bulutu olup havaya karıştığını izledim. sahi şimdi ben kimim? öyle bilmiyorum ki ne hissettiğimi. öyle geçirgenim ki, hiçbir duygunun karşılığı kalmamış sanki. kazıyıp onardığım duvar, yeniden rutubet tutmuş. çürük renkleriyle her sabah bana zalim bir merhaba diyor. ve yaşıyorum. içi boş gülüyor, içi boş ağlıyor, içi boş şaşırıyorum. bir sonun gelmesini bekler gibi yaşıyorum. ölüm çok manalı geliyor. ölüm tek gerçek gibi geliyor. sis perdesinden kaçıp hakikate ulaşmak istiyor ruhum. bir kıvılcım ruhumun kanatlanıp gitmesine izin verdi verecek...
ben ne yapıyorum?
sahiden bu beklemeler, bu dağı taşı çatlatacak olan sabrım, bu katlanarak artan tevazum ve ‘buna da şükür’lerimle ben ne yapıyorum? Fındıklı’da bir merdivenin başındayım; nefes nefese çıktığım o merdivenlerden aniden aşağıya yuvarlanıyorum. köşedeki kafede kahkaha seslerine karışan kaşık sesleri... işte bu kadar. tramvaydan gelen sesler ve fırlayıp kendini yola atan yüzlerce göz. kimsenin ruhu o tramvayda değil. kimsenin ruhu o kafede değil. kimsenin ruhu istediği o denize uzanamadı...
ölüye yatıp bir kaşığa uzanıyorum.
15 notes
·
View notes
Note
Merhaba Ben yine ruhu toz olan kız Nasılsın İyisindir umarım Biliyor musun bugün attığım adımı da geri aldım işte bu kadar acizim
Merhaba. :)
Hâlâ hayattayım.
"Belki de böyle olması gerekiyordu."
14 notes
·
View notes
Text
Her kes göründüğü gibi toz pembe bir hayat yaşamaz. Eeğer bir kişinin ruhu mutsuzsa, o mutlu olduğunu söyleyerek sadece kendini kandırmış olur ama bir gün gerçeklerle yüzleşince yıkılır !!!!
2 notes
·
View notes