#kapitalist çürüme
Explore tagged Tumblr posts
Text
🎯 Kapitalizmin Çürümeyen Bir Tarafı Kalmadı 🎯
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#kapitalist çürüme
0 notes
Video
tumblr
Eski dünya ölüyor, yeni bir dünya doğuyor. Kıtaların ekonomik, politik ve kültürel yaşamına egemen olan kapitalist medeniyet çürüme aşamasında. Artık yeni ve daha yıkıcı savaşlar doğuyor. Süregelen ekonomik kriz, elleri ya da beyniyle çalışan geniş halk kitlelerine giderek daha da ağır bir yük bindiriyor. Günümüzde yaşanan kriz kapitalizmin çıplaklığını ortaya koyuyor. Hırsızlık ve dolandırıcılık, işsizlik ve terör, kıtlık ve savaş sistemi olduğu artık eskisinden daha da gözler önünde. Kapitalizmin yaşadığı genel kriz kültürüne de yansıyor. Burjuvazinin ekonomik ve siyasi mekanizmaları çürüme içinde. Felsefesi, edebiyatı ve sanatı iflas etmiş durumda. Bu değişim evresinde sanatçının rolü ancak ve ancak devrimsel nitelikte olabilir. Sanatçı, boş ve sıkıcı estetik anlayışın kalan son zerrelerini de yıkarak insan zihninde halen uyuklamakta olan yaratıcı güdüyü ortaya çıkarmalı. Sanatımız devrimci bir dönemin sanatı yeni bir çağın gelişini müjdeleyen dünyanın tepkisiyle eş zamanlı.
Manifesto (2015)
18 notes
·
View notes
Text
Çürüyen Türkiye’nin beşeri krizi | Temel Demirer
“Görünen şey hiçbir zaman
söylenenin içine sığmaz.”[2]
‘Kapitalist Uygarlık Krizi İnsan(lık) Hâl(ler)i ve Çürüme’ başlıklı konuşmamda[3] insanı anlamak/ ve anlatmanın zor bir şey olduğundan söz etmiştim. “Türk(iye) İnsanı”nından[4] söz etmek ise, hepsinden güç…
0 notes
Text
Kapitalist uygarlık krizi: insan(lık) hâl(ler)i ve çürüme - Temel Demirer
“Minerva’nın Baykuşu kanatlarını ancak gün batarken açar.”[2] Demokritos’un, “Hakikât uçurumun dibindedir,” uyarıları eşliğindeki bir günbatımında; Minerva’nın Baykuşu kanatlarını açmasını umarken; şimdi “İnsan(lık)”ı konuşmanın, kavramanın, tartışmanın, “çözümleme”nin tam zamanı.[3] Antonio Gramsci’nin, “İnsan nedir? Nasıl cevap vermeli buna? Bunun tanımını insanın kendisinde, yani her bireyde…
View On WordPress
0 notes
Text
Kaç Bedel!
Yeni Türkiye şablonunun yerle yeksan olunmaya mahkum kılındığı bir güncellik şimdilik t��m hayatımızın her anını kapsıyor. Her şeyin birbirine karıştırıldığı, deyim uygunsa tam da kördüğüm kılınmış gündelik yaşam pratikleri bir yandan da bedene yönelik tacizlerle o mahvetme retoriği sabit olunuyor. Devlet kendi eskisinin başını yerken, bugünden şimdisi ve şu anını tüketiyor. Yurttaşına nefes aldırmak gibi bir beklentisi olmadığında, çökertme, tahakküm etme ve terörle bir hat çiziyor. Ufku sığlığın dibinde olan bir katran karanlığına mersiyeler düzülüp, yeni ülke kutsanıyor. Ne ki bütün şatafat bir anlığına sustuğunda acı dolu hakikat kendiliğinden avaza dökülüyor. Bedene yönelik tahakküm hallerinin yekunla devletin milletine ne edebileceğinin tam karşılığına dikiliveren muktedir aklının her hali, hamlesi büyük, güçlü olanın da zayi olunduğu gerçekliğini daha da belirginleştiriyor.
Yeni Türkiye tanımının bariz bir cürüm / çürüme ekseni üstünden yükseldiği artık hemen hiç gizlenemeyecek bir hakikat haline dönüşüyor. Hiçbir şerhe ihtiyaç kalmaksızın devlet denilenin suna geldiği her seçenek, hayatın mahvına çıkageliyor. Simsiyah bir ülke halini bütünüyle bununla birleşmiş yıkım / yok etme istemini, her gün müştereklerimiz olanlara karşıt / yıkıcı bir etkinlik hali kalıcı kılınır. Bugünün meseli olagelen yıkımı bir “olağan” hal / yol, bir istikamet addeden muktedirin cürümleri kanunlarıyla var ettiklerinde görmek olasıdır. Hayatın paramparça, artık alenen tepetakla konulmasını hali / halleri günceyi tam anlamıyla kapsar. Erk, muktedir, iktidarın ülke diskuru bu ahvalde ilerler. Ülke halinin bir yıkıma çıkmasına mani olmak bir yana bunu icraat kabilinden suna gelir. Yönelimin bariz bir karanlığa çıkması, ilerleyen günlerin getireceği her türden kötülüğün daimi bir hizaya araç bellenmesi ve nicesiyle doksan sekiz yıllık bir ülke deneyiminin / yönetim katının ol demokrasi, şu cumhuriyet pratiklerinden kopuşu da kesintisiz kılınır.
Bariz bir işkence halini yeniden yeniden türeten, güncelleyen, doğrular üretip hatalarla bir hat imal etmeye / yön çıkarımına girişen yerin hakikatinde halkın haklarının söz konusu dahi edilmediği afakidir. Yanlışların imal edilmiş ol propaganda aygıtları, seslendirilmiş ola gelen metinlerle hakikat gibi yansıtılmasının ceremesi her dem olduğu gibi yeniden bu ülkedeki sıradana kestirilir. Cürümler ekseninde yürümeye devam diyenlerin ülkesi, aleni bir tahakkümün devamlılığı sorgusuz, sualsiz biati var edebilme halinin devamlılığı adına yapılan edilen her şey o yeni ülke titrinin de bir hayra değil, basbayağı zulme, cürme, açık bir kötülüğün devamlılığına yollanmasının önü açılır. Baş Efendi ve sultasının, baş faşist ile birlikte kotardıkları “isimsiz koalisyonun” cevher olarak ilerlediği istikamet demokrasi ve adalet bahislerinin yıkımından güç bulandır. O koltukların mabatları, cepleri için nasıl da mühim olduğu bahsi kenarda ötelenip, gizli tutulup, vatan millet sakarya denilirken ol cürüm eksen, çürüten yer hakkaniyete kavuşturulur. 21. yüzyılın en ağır ve sancılı halleri içerisinde debelenmeye devam eden ülkenin hakikati bu bahse içkindir.
Zilan Akay’ın BirGün Gazetesindeki haberidir: “İktidar blokunda yaşanan oy kaybı sürüyor. Neredeyse tüm kamuoyu yoklamaları AKP’nin yüzde 30 sınırında gezdiğini, MHP’nin ise baraj altında kaldığını gösteriyor. AKP’den uzaklaşan seçmenin en önemli gerekçesi ise ekonomi başta olmak üzere iktidarın politikalarına karşı duyulan öfke. Daha önce AKP’ye oy verip bugün başka bir partiye oy vereceğini ya da oy kullanmayacağını söyleyen seçmeninin tutumuna ilişkin MAK tarafından son paylaşılan verilerde, yurttaşa sorulan “Neden AKP’ye oy vermek istemediği” sorusuna katılımcıların yüzde 49’u “Kızdırdılar”, yüzde 33’ü “Üzdüler”, yüzde 11’iyse “Küstürdüler” yanıtını verdi.
Konuya ilişkin BirGün’e değerlendirmelerde bulunan MAK Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Kulat, “Rakamları doğru okumak gerekiyor. Biz insanlara ilk olarak şu soruları sorduk: AKP kurulduğu günden bugüne, herhangi bir seçimde bir ya da birden fazla oy verdiniz mi? Yani sadece bir seçimde ya da birden fazla seçimde AKP’ye oy veren kişilere sorarak anketi hazırladık. Anketlere göre ülkede yaşayan kesimin 4 de 3’ü, AKP’ye oy vermiş görünüyor. Bunların içinden bir kısmı belli bir süre geçtikten sonra farklı nedenlerden dolayı AKP’ye oy vermekten vazgeçmiş. Öncelikle olarak bunu tespit etmek istedik. Bu insanların bize söylediği nedenleri kızdırdılar, küstürdüler ve üzdüler olmak üzere üç başlık altında topladık. Sonuçlardan anlaşılan AKP’nin ciddi bir oy kaybı yaşadığıdır” ifadelerini kullandı.
AKP’de yaşanan oy kaybında ekonomideki kaybın etkili olduğuna dikkat çeken Kulat, şunları kaydetti: “Sadece Türkiye’de değil, dünyada kanaat değiştiren politikaların oluştuğu dönemlerde hep ekonomi ilk sırada yer alır. Ekonomi toplumun siyasi tercihlerinden neredeyse yüzde 70’lik bir etkiye sahiptir. Fikir ağırlıklı olan ideolojik partilerde ekonomi çok etkili olamayabilir, ancak kitle partileri için önemli bir etkendir. AKP’nin oy kaybetmesinde ekonomi başta olmak üzere başka sorunlar da var. Türkiye’nin en önemli sorunu nedir diye sorduğumuzda seçmenler, ilk sıraya ekonomiyi yerleştirdi. Ancak bunun dışında göçmenler, adalet ve eğitim gibi toplumda geniş kitleleri en çok ilgilendiren konu başlıkları da öne çıktı.”
Seçmenlerin, AKP’nin ekonomi politikalarına olumlu yaklaşmadığını belirten Kulat, şu değerlendirmeyi yaptı: “İktidarın ekonomiyi düzeltebileceğine çok büyük bir kesim inanmıyor. Aynı kesim muhalefetin ekonomiyi düzelteceğine daha fazla inanıyor ama tam ikna olabilmiş değil. Dolayısıyla muhalefetin güçlü bir ekonomik söylem geliştirmesi gerekiyor. Muhakkak muhalefetin içerisinde bulunan ekonomistler var, bu kişileri daha fazla öne çıkarmak gerekiyor. Muhalefetin ekonomi stratejilerinde seçmene umut vermesi ve eğer biz iktidar olursak ekonomiyi düzeltiriz mesajını vermesi gerekiyor.” AKP’nin anketlerde yaşadığı oy kaybını değerlendiren Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) Başkanı Ertan Aksoy ise, “AKP seçmeninin erimesinde, ekonomideki çöküşün topluma yansıması tetikleyici. Ancak tek sebep bu değil. Bununla birlikte muhalefetin yeni dönemde ısrarla iktidarın yarattığı yapay gündemler yerine seçmenin gerçek gündemlerine bağlı kalması etkilidir. İktidarın bütün çabasına rağmen onların istediği konuların tartışılmasında öte kendi gündemine bağlı kalması belirleyici. Özellikle 2019’dan sonra yerel yönetimler ve genel merkezin yürüttüğü siyaset sayesinde toplumun önemli bir kısmı artık muhalefetinin yönetebileceğine dair daha büyük bir inanca sahip” ifadelerini kullandı.
SODEV olarak haftalık Meclis grup konuşmalarının içerik analizlerini yaptıklarını belirten Aksoy, şöyle konuştu: “Her içerik analizi bize gösteriyor ki iktidar toplumun gündeminden kopuk. İktidar kanadı ısrarla sorunları kabul edip çözüm sunmak yerine sorunları reddeden bir anlayış içerisinde devam ediyor. Muhalefet ise bu anlamda üzerine düşeni yapıyor. Sorunların varlığı kabul ediyor, büyüklüğünü tarif ediyor ve çözüm önerilerini sunuyor.”
Yeni diye çıkagelen, yenilenmiş olduğu zikredilen devlet / ülke pratiğinin aralıksız yirmi koca yılda suna geldiği her şeyin çürümeye çıkmasının nişanesi haberdedir. Covid19’dan ileri sürülen salgın koşullarında halen ayda altı bine yakın yurttaşını yitiren bir menzilin o yönetim katının bütün o hali görmezden gelmesinin meselesi de bir anda dökülüverir. Bir ekonomi prangasında, eline kan bulaşmış sermayenin yolunda yürümeye devam edip bir yıkımı, ekonomik ve sağlık pratiklerini rezil bir kapitalizmle dönüştüren, sistemin çarkları dönsün de isterse insanlar acından ölsün kabalığına duhul olan bir yerin tragedyası sürer. Ol anketlerin var ettiği belki de sandıktan mühim olan şey, bütün dünya bizi kıskanıyor gibi iddialı cümleler kurulurken, sıradan halkın aslında tek başına terk edilmesinin hali, utanç verici sureti karşımıza çıkmaktadır. En son bütçe görüşmelerinde dahi, silaha, dini bir siyasi pratik olarak var eden diyanet kurumuna, yandaşlara peşkeş çekmekten kendini hala alıkoyamayan bir zihniyet var edilir. Dahası gümbürtüsü hep sonradan çıkan bütün o bizi kıskanan ülkelerle kapalı kapılar ardında var edilmiş pazarlıklarla birlikte süre giden kazıklar da cabasıdır. Sistem her yanıyla mavi ekran vermeye, alarm halini muhafaza edip geleceği yıkıma rehin ederken halen sorumluların sorumluluklarından bihaberliği meselin özetini bildirir. Kim verecek ki hesabını!
Uğur Ökdemir’in Evrensel Gazetesindeki haberidir: “Bursa’nın Yıldırım ilçesinde yurttaşlar, “Hayat pahalılığının herkes farkında ama kimse ses çıkarmıyor” diyor. Tek pazar çantasında iki ailenin alışverişi var. 700 bine yakın nüfusuyla Bursa’nın en büyük ilçelerinden biri olan Yıldırım’da bulunan Teleferik pazar alanında geçtiğimiz gün Emek Partisi Yıldırım İlçe örgütü “Geçinemiyoruz, Zamlar Geri Çekilsin, Ücretler Artırılsın” konulu bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamayı takip ederken pazardaki yoksullaşmaya ve insanların tepkilerine şahit olduk. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın "Porsiyonları küçültün" önerisi, ücretlerin erimesiyle kendiliğinden gerçek olmuş.
Pazarın hemen girişinde tatlı satan ve 55 yaşının üzerinde olan bir kadın açıklama sonrası, “Aslında herkes yoksullaştı, bu tür açıklamaların çok fazla yapılması gerekiyor” diyerek insanların çıkış yolu aradığını söyledi.
İnsanların ses çıkarmamasının nedeninin korku olduğunu ifade eden kadın, “Her şey çok pahalı, insanların alım gücü çok düştü. Bunu da tezgahlarda yapılan satışla görebiliyoruz” dedi.
Saray’da yaşayanların insanların feryadını, çaresizliğini duymak yerine sağır ve dilsizi oynadığını belirten kadın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “2023’e birlikte yürüyor muyuz” söylemine ilişkin, “Bunu hangi yüzle soruyor anlamış değilim” diyerek tepki gösterdi.
Pazar alışverişini yapıp evin yolunu tutan bir kadın da zamlar karşısında artan pahalılığa şu sözlerle tepkisini dile getirdi: “Pazar sepetinin dolu olduğuna bakmayın iki ailenin alışverişi var burada. Her zaman çıkamıyoruz pazara ayda bir anca. Geçen hafta 60 liraya aldığım yağ 70 lira olmuş. Marketlere gidip denetim yapıyorlar ama onlar çıkınca hemen fiyatları arttırıyorlar.”
Aldığı ürünün bir sonraki hafta aynı fiyatta olmadığını söyleyen bir başka kadın ise, “Pazarcılara da bir şey demiyorum. Bu ürün onlara gelene kadar zamlanıyor, onlar da kendi zammını koyarak satıyor. Olan bizlere oluyor. Eskiden kilo kilo alırdık ama şimdi bunun gerçekliği yok” diyerek yaşadığı yoksullaşmayı anlattı.
Tüm tezgahları tek tek dolandığını söyleyen kadın, “Hangi tezgahta ürün daha ucuz onu alıyorum. Artık ürün kaliteli veya kalitesiz ona bakmadan alıyorum. Geçinmek her geçen gün zorlaşıyor. Kış ayı geldi ve giderlerimiz daha da artacak bunu biliyorum. O yüzden nereden tasarruf yapabilirim onu düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
Emek Partisi Yıldırım İlçe Örgütü “Geçinemiyoruz, Zamlar geri çekilsin, ücretler artırılsın” talebiyle yaptığı açıklamada, “Sermaye partileri oyu halktan alıp sermayeye hizmet ediyor. Bir yanda vergi yükü altında ezilen ve her gün gelen zamlarla temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan milyonlarca işçi, emekçi, emekli ve yoksul köylü; diğer yanda halktan toplanan vergilerle oluşan bütçeyi iktidar eliyle hortumlayan yandaş sermaye grupları var” dedi. Açıklamada, enflasyon karşısında ücret ve maaşların erimeye devam ettiği vurgulanırken, “Emekçi halk kitleleri, hayat pahalılığı ve borç batağında çırpındığı, geçiş garantili köprü ve otoyollar, uçuş garantili havaalanları, hasta garantili şehir hastaneleri aracılığıyla milyonlarca lira inşaat şirketlerine aktarılmaktadır. Kamu-Özel Ortaklığı adı altında halkın birikimi şirketlere peşkeş çekilmektedir” denildi.
Emek Partisi Yıldırım İlçe Örgütü, taleplerini şöyle açıkladı:
*Elektrik, su, doğal gaz, telefon, internet faturalarına yapılan zamlar geri alınmalı, geliri olmayan ailelerin faturaları devlet tarafından ödenmelidir.
*Başta asgari ücret olmak üzere, işçilerin eriyen ücretleri gerçek enflasyon oranında artırılmalı, ek zam yapılmalıdır.
*Asgari ücret insanca yaşanacak bir düzeye çıkarılmalı ve vergiden muaf olmalıdır.
*Hanesinde çalışan olmayan her eve en az asgari ücret kadar ödeme yapılmalıdır.
*KDV başta olmak üzere temel tüketim maddeleri üzerindeki tüm dolaylı vergiler kaldırılmalıdır.”
Bütünleşik hedeflerin birlikteliği, ekranlardan yaygınlaştırılmaya hala çabalanan masallar karşısında halkın gerçekliği alenidir. Yeni Türkiye şablonunun onca zamanda türettiği bir sabit kıldığı şeyin yıkımdan, eksiltmeden, sürekli olarak diyetten gayrısı olmadığı bir defa daha kanıtlanır. Hangi yere, hangi sokağa, hangi semte bakarsanız bakın görebileceğiniz o manzara şu yukarıdaki “isyan” meramından, “yoksulluk” ile zoraki mesaiye tabi tutulmuş ola gelen halkın sözünden ayrı değildir. Büyük ülke nidaları, herkesin kıskandığı yer diye kestirmeden atılıp tutulan vecizlerin savunduğu tahayyüllerin boşa düşmesi kesintisizdir işte. Yalın, doğrudan bir sınanma halinin, her günü, her yanı, her yöresi bir kere daha nihai anlamda hayatın kuşatmasına çıktığı / çıkartıldığı yerin her neresi yenidir sahiden! Yeni ülke şablonunun defaatle cürme çıktığı bir sahne / yer hala en büyük sonucu bildiren bu yerdeki sıradanın halini de göstere gelendir. İyi de nereye kadar, iyi de daha ne kadar? Atıldı mı mangalda kül bırakılmayan kendi kendine yetebilen ülke mecazının, sadece ve sadece muktedirleri kapsayan bir muhafaza olmasının ceremesi, bedeli, diyeti daha kaç kez daha kaç yıl sıradana yük edilecektir, bunun her neresi yenidir, yeni ülkedir, sahi ama sahiden!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Mücahid YAPICI – AP Photo
#meram#arzihal#durum#tahayyül#biyopolitika#ekonomik çöküş#çürüme#eksiltme#yoksullaştırma#fakirlik#hayat hakkı#standart#yaşamak#müştereklerimiz#ne olacak böyle#enflasyon#kök karanlık#siyasa#pragmatism#kapitalist#neoliberalizm#neden#ne hakla#cüret#fecaat#fasit döngü#yıkımın meseli#quo vadis
0 notes
Text
“Çağımız çalışma asrıymış, öyle diyorlar; aslında acı, sefalet ve çürüme asrı…” diyor Karl Marx’ın damadı Küba’lı marksist Paul Lafargue. Kendisi öğrendiğim üzere sosyalizm ve devrim davasının en ateşli savunucularından. Tembellik Hakkı kısa bir kitap olmasına rağmen Komünist 👇
Manifesto’dan sonra en çok dile çevrilen, en çok baskısı yapılan ve tartışılan kitaplardan biriymiş. Lafargue göre toplumun her kesimi tembellik yapma hakkına sahip olmalı. Bu hakka sadece üst kesim, din adamları ve yöneticilerin sahip olmasını haksız buluyor. Hatta bunu şöyle eleştiriyor: “Çalışın, çalışın proleterler, toplumsal serveti ve bireysel sefaletinizi büyütmek için çalışın; çalışın çalışın ki yoksullaştıkça çalışmak ve sefilleşmek için daha çok nedeniniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız kanunu budur.”
Kendi kısa fakat üzerine uzun uzun konuşulup tartışılacak bir kitap. Birde Lafargue’nin şu tanımı da bana çok tanıdık geldi: 🤷🏻♀️
“Azla yetinme dini...”
6 notes
·
View notes
Video
youtube
Görmeyen var mı? Yol TV’nin sokak röportajlarının birinde, aniden gelişen bir kontratak ve doksana takılan top: “Bu devlette hard kapitalizm var!” Sosyal medyada izlenme rekorları kıran bu video bize ne söylüyor? Hard kapitalizm nedir, nasıl işler, bir topluma neler yapar? Türkiye hard kapitalizmi nelere gebe? Altı bölümlük Hard Kapitalizm dosyasının beşinci bölümünde Umut-Sen örgütlenme koordinatörü Başaran Aksu ile röportaj....
Hard kapitalizmin, ünlü videodaki ifadelerle, “leşçi”, “can alıcı” yönüyle başlayalım. Türkiye kapitalizmi bunu nasıl yapıyor?
Başaran Aksu: On beş gün önce maden işçileriyle örgütlenmek için gittiğimiz Kemah’tan dönerken iki tane akbabanın bir leşin üzerine çöktüğünü gördüm. Tam karşı dağlarda bir Amerikan maden firması vardı. Dağa çökmüştü. Akbabanın eylemi onun doğallığı, ama kapitalist sömürü düzeninde hem doğaya çökmüş, koca bir dağı ortadan kaldırmış bir şirketinki değil. Orada çalışan işçiler hem bir siyanür tehdidiyle hem de oradaki toz ve gazdan dolayı bedenlerinden oluyor. Yani akbabanın doğal eylemi, kapitalizmin insana yukarıdan dayattığı ve bunu ordularla, yasalarla kurduğu bir düzene dönüşmüş. Aynı zamanda çok güçlü ideolojik ambalajlara ve korunaklara sahipler. Aşağıda çalışan toplumun dörtte üçünü de bu koşullara isyan etmeden tutabiliyorlar. Bu insanların kendi kaderleri hakkında söz söyleme hakkı yok. “İnsanca yaşam” diye evrensel olarak tanımlanmış normların hiçbirini gerçekleştirme olanağı yok. Hard kapitalizm deyince, Türkiye, Bangladeş, Nijerya gibi ülkeleri yan yana koyalım, bir de “soft” olanları bir tarafa koyalım. Bu tarafa doğru transfer edilen ve yeniden üretilen hakikat ne oluyor? Doğrudan iş cinayetleri! Burada patronların iş cinayeti işleme özgürlüğü var, sendikal hakları engelleme özgürlüğü var, paralarıyla sendikaları satın alma özgürlükleri var… İş cinayeti oluyor, ama iş cinayetinin olduğu yerde diğer işçi çalışmaya devam ediyor. Nedir “leşçi”, “can alıcı” hard kapitalizm? Orada sen ölürsün, yanındaki arkadaşın çalışmaya devam eder. Bunun bir kin, öfke, isyan biriktirmemesi eşyanın tabiatına aykırı aslında.
Alttan bir tepki gelişiyor. Ama bu tepkinin bir muhatabı yok. Hard kapitalizm karşısında hard bir sınıf siyaseti, devrim siyaseti yok, organize şekilde ortaya çıkmıyor. Tekil düzeylerde isyan ve tepkiler olarak kalıyor.
Buna bir ad veren, “leşçi, can alıcı, hard kapitalizm” diyenler var. Bu dil bize ne söylüyor?
Hard kapitalizm varsa, onu dile getiren, eleştiren, “leşçi”, “kan emici” diye niteleyen bir tavır ve etki de var tabii. Bu tavra bakarsanız, “mıy mıy” konuşmuyorlar, doğrudan eyleme işaret ediyorlar. Alttan bir tepki gelişiyor. Ama bu tepkinin bir muhatabı yok. Hard kapitalizm karşısında hard bir sınıf siyaseti, devrim siyaseti yok, organize şekilde ortaya çıkmıyor. Tekil düzeylerde isyan ve tepkiler olarak kalıyor. Erzurum ya da Kütahya’da taşeron işçiler çıkıp “Vereceksin kadromuzu” diyor mesela. Bunlar büyük racon kesmeler. Sonuçta sol, bu işin erbabı bile daha lisanı münasiple eleştiri yapmaya çalışırken, dipteki insan otoriteyi öyle görmüyor. Zaten ona göre bundan daha gerisi yok çünkü. Bir gerisi iş cinayetleri, bir gerisi yoksulluk ve açlık, bir gerisi torbacılığa düşmek, bir gerisi çürümenin konusu olma. Burada neyin ne kadar çürüdüğü, hangisinin direnmeye devam ettiği de hâlâ belirsiz. İkisi iç içe. Çürüme ile direnme eğilimi birlikte aynı sahada yaşıyor. Aynı isyanda çürüme ve direnme eğilimi devam ediyor.
Peki, yakın zamanda ya da ileride hangi eğilim baskın gelir? Bu dil bir şeye işaret ediyor mu?
Eskiden Müslüm Gürses’ten doğru, jiletçilik gibi pratiklerle dile geliyordu isyan, şimdi yeni ifade biçimleri ve yeni sembollerle dile geliyor, hiphop, rap gibi. Gazapizm’in “Ölüler Dirilerden Çalacak” diyerek dile getirdiği gibi. Esenyurt, Bağcılar, Çinçin, Haymana’da hiphop toplulukları oluşuyor. Bunlar protest topluluklar. Hard kapitalizmin doğrudan geleceksizleştirdiği, mesleksizleştirdiği, güçsüzleştirdiği gençler bu topluluklar ve onların sözleri etrafında kenetleniyor. Ama henüz bunun bir politik muhtevası yok.
Eskiden jiletçilik gibi pratiklerle dile geliyordu isyan, şimdi yeni ifade biçimleri ve yeni sembollerle dile geliyor, hiphop, rap gibi. Gazapizm’in “Ölüler Dirilerden Çalacak” diyerek dile getirdiği gibi. Esenyurt, Bağcılar, Çinçin, Haymana’da hiphop toplulukları oluşuyor. Hard kapitalizmin geleceksizleştirdiği, mesleksizleştirdiği, güçsüzleştirdiği gençler bu topluluklar etrafında kenetleniyor.
Çok çeşitli bireyselleşme formları var. Toplum kendisine dayatılan formlarla yaşamayı sorguluyor. Bu da bu döneme ait bir “devrimci” program. Toplumun yaşadığı sert ortamın karşısında onu yıkacak şeyi bugünün bireyselleşme formlarında bulabiliriz.
“Hard kapitalizm”i tedavüle sokan Azadî Kaya bunu “Devletsiz millet, milletsiz devlet olmaz” diyen birine karşı söyledi. Aynı zamanda işyerinde kimliğinden ötürü maruz kaldığı ayrımcılığı da anlattı. Hard kapitalizm milliyetçiliği nasıl kullanıyor?
Bugün göçmen işçiler üzerinden milliyetçilik yeniden üretiliyor. Göçmenleri, mesela Antep’te, tekstil fabrikalarında çalıştıran, bunu organize eden doğrudan devlet, MİT, polis. Misal, Denizli’deki iş insanları ayağı kalkıyor ve diyorlar ki “Biz Antep tekstiliyle yarışamıyoruz, onlar Suriyeli emeği kullanıyorlar”. Soma’da, Divriği’de, Denizli’de ya da Antep’te Türkün, Kürdün, Alevinin veya Sünninin, yani aşağıdakinin tepkisini oraya yöneltiyor. Kıran kırana bir bastırma, aşağıdaki emeği denetleme göçmen nesnesi üzerinden kuruluyor. Eskiden en dipteki emek, en vahşi sömürülen Kürtlerdi. Şimdi bir katman olarak Kürtlerin yerine göçmenler yerleştirildi. Dolayısıyla bir kentin, bir mahallenin tamamı göçmen emeğine ve varlığına karşı harekete geçirilebiliyor. Bunu harekete geçirense devletin kendisi. “Bizim emeğimizi çalıyor” ya da “ucuzlatıyor” lafları işçiyle ilgili değil, bu patronun işine geliyor. Bu şartlara riayet edilmesi isteniyor.
Milliyetçilik ve din sömürüsü kapitalist sisteme entegredir; ülkücü mafyalar, cemaatler üzerinden entegredir. Yasayı da bu mantıkla düzenlediler zaten. Buralara bu grupları monte edip örgütlenmeyi imkânsız hale getirdiler. Şimdi bu süreç akamete uğramaya başladı. Çalışma yaşamının içine entegre edilen bu yapı holdingleşti. Holdinge sahip olmayan cemaat, mafya grubu yok. Burada sert bir durum var: Uzel Holding örneğindeki gibi, 11 yıl bir tek işçinin tazminatını ödemiyorsun, ama devlet işçinin karşısında konumlanıyor. Toplumun dörtte üçü bunu yaşıyor. Bu açıdan çürüme ile direnme, karşı devrim ve devrim aynı anda var oluyor.
Muhalefetin kapitalizmin sertleşmesinde nasıl bir payı var?
Öfkenin toplumsal hayat içinde kurucu bir güce dönüştürülmesi gibi bir gelenek yok. Bir anlık vuku buluyor, sonra da “Emek çalışması yapmak lâzım”, “İşçi çalışması yapmak lâzım”, “Meclis faaliyeti yapmak lâzım” deniyor. Yani “yapmak lâzımcılık” var, ama “yapıcılık” yok. Çünkü yapan, o dönüşüm sürecinin uzun olacağını düşünüyor ve kendi faniliğini hesaba katarak düşüncesini sınırlandırıyor: “Bu bizim hayatımızda vuku bulmayabilir” diyor. İlla kendi görmek istiyor. Kendi varlığına da pay biçmek istiyor. Ama bu yapmakla sorumlu olduğumuz şey bizim hayatımızda vuku bulmayabilir, uzun erimlidir zaten, sonra insanlar gelir, onu alır ve oradan başka bir yere götürürler.
Çok çeşitli bireyselleşme formları var. Toplum kendisine dayatılan formlarla yaşamayı sorguluyor. Bu da bu döneme ait bir “devrimci” program. Toplumun yaşadığı sert ortamın karşısında onu yıkacak şeyi bugünün bireyselleşme formlarında bulabiliriz.
Hard kapitalizm muhalefetin onayı ve davranışıyla da kendi varoluş koşullarını sağlıyor. Düzen muhalefetinden bağımsız ayakta kalmıyor, muhalefetiyle beraber, onun katkılarıyla ayakta kalıyor. Yani, hard kapitalizmin doğrudan saldırılarına dolaylı onaylar sunan bir konumlanış var. Bu kadar iş cinayeti oluyor. Bunun sonucunda veriler açıklıyoruz. Bu bir kenti ya da insanları harekete geçiren bir şey olamıyor. Sınıfsal bir şey var. Ama işçi kim ki! Sahte önderliklerin ürettiğinden daha net bir tahlili var o arkadaşımızın: “Leşçi, can alıcı hard kapitalizm.” Demek ki senin tahliline ihtiyacı yok. Türkiye’deki algı şu: “İşçi sınıfı bizim aklımıza muhtaç. Biz hakikatin bilgisine sahibiz. Biz aydınlanmacıyız. Bu insanlar da aydınlanacaklar.” Kürt hareketi mesela bunu tersyüz etti. En yoksul kesimler temsil mekanizmalarında yer buldu, tekstil işçisi de yer buldu, ev kadını da yer buldu. O yüzden bu kadar toplumda kabul gördüler. Burada temsilin tersyüz edilmesi durumu var.
Ama sol siyasetlerde seçilebilecek bir yere işçi konmaz, önce parti başkanı konur. Çünkü o ODTÜ’de, Bilkent’te, Boğaziçi’nde okumuştur. Bir işçi için en doğrusunu işçiden daha iyi bildiğini iddia eder. İşçi ile Sultanbeyli’de çalışır öğretmen, mühendis, ama iş bitince koşarak Kadıköy’e iner. Sultanbeyli’de kalmaz. İşçi aileleriyle beraber zaman geçireyim demez, o çocukların eğitim dünyasına nasıl katkım olur, buradan ben neler öğrenebilirim demez. Bu beyaz yakalılık içinde hard kapitalizm denen şeyin üretilmesine hizmet ediyorlar, çünkü bunlar yönetici sınıfın etrafında dizilmiş toplumsal katmanlar. Engeli oluşturan da tam bu. Aşağıdaki neden bunu tersine çeviremiyor, çünkü bunlar önlerini tıkamışlar.
Sendikaya üye işçi 2500 lira maaş alıyor, sendika başkanı 22 bin lira alıyor. Bu nasıl bir yoldaşlık? Benim açlıktan ağzım kokacak, sen bunu yapacaksın, ama biz güya aynı kavgayı veriyoruz. Bunlar tartışmalı konular; bir taraftan fedakârca yürüyen bir mücadele var, bir taraftan da böyle bir temsiliyet ilişkisi söz konusu.
Peki, ne yapmalı?
Şimdi durum buyken dipteki feryadın, isyanın bir yapılaşmaya, bir kuruculuğa, bir harekete dönüşmesi nasıl mümkün olacak ki? Kırk yıldır bu durum devam ediyor. Fatsa’da Organize Sanayi Bölgesi var, 8 bin tekstil işçisi çalışıyor, 7 bini kadın. Fatsa’da bir avuç solcu kalmış. Geçmişte yerel yönetim deneyimi olmuş bir kent Fatsa, değil mi? Ama şimdi oradaki bir avuç solcu, işçiyi tanımaz. Kültürel ve mekânsal olarak ayrışmışlar, bu ayrışma olunca politik bir şey kurmak mümkün değil ki. İşçi seni tanımıyor, sana dokunamıyor. İlişkisel olarak onlar için sen şeytansın, öyle formatlıyorlar. Bu formatın dağılması için onların dünyasına girmen lâzım, seni tanımaları lâzım, sana saldırmaları lâzım, seni dövmeleri lâzım, bunun bir deneyime dönüşmesi lâzım. Oralarda bu bedeller üretilmedikçe toplumun böyle bir dönüşümü de mümkün olmayacak. Emekçi sınıfları karşı devrimin bir tamponu olarak kullanmaya devam edecekler. Akademide ve soldaki analizlerin çoğunda sadece analiz vardır, toplumu sadece analiz ederler. Bunu yaparken de korkuturlar, “gericilik geliyor, laiklik gidiyor”, falan da filan da. Bu analizlerle sosyalistler kendi topluluklarını, çevrelerini korkutuyorlar, bu da en öndeki kesimler oldukları için diğer kesimlere doğru hızla yayılıyor. Bu da pasifizmi yaygın bir toplumsal davranış biçimine dönüştürüyor. “Hard kapitalizm”i söyleyen kişide bir doğrudanlık var. Sana oynamıyor. Hakikat neyse onu olduğu gibi gözüne sokuyor. Küfrünü de sakınmıyor. O öyledir. Ama bu topluluk onu da seyirlik bir nesne olarak görüyor, ona öyle bakıyor.
Kültürel ve mekânsal ayrışma olunca politik bir şey kurmak mümkün değil. İşçi seni tanımıyor, sana dokunamıyor. Onlar için sen şeytansın, öyle formatlıyorlar. Bu formatın dağılması için onların dünyasına girmen lâzım, seni tanımaları lâzım, sana saldırmaları lâzım, seni dövmeleri lâzım, bunun bir deneyime dönüşmesi lâzım.
Ne yapmalı? Analizin yanına, “peki, görevler ne” diye eklemek lâzım. “Onlar bir avuç, biz milyonlarız” diyorsun. O zaman bu milyonların hareketini stratejik olarak nasıl yaratacağız, bunu hangi biçimlerde yapacağız? Basın açıklamasıyla, piknikle, Twitter’dan videolarla yapabilir miyiz? 100 bin değil de 1 milyar bildiri dağıtırsak toplum da bizimle beraber mi aydınlanacak? Böyle bir hikâye var mı, örneğine rastlanmış mıdır?
Bu soruların yanıtı geleceğe dair; yeninin devrimini, yeni isyanın kodlarını ve ilişkisini bize tanımlar. Acenteci olmamak lâzım, teorik ve felsefi düzeyde, isyan hareketinin bugünkü tartışması ile bağını kurmak lazım. “Mükemmeliyetçiliğe her vurgu vazgeçmenin bir biçimidir” der bir İtalyan. Bu, teslimiyetçiliğe götürür. Bir şey yaptırmaz. “Zaten düşman güçlü, yapacak bir şey yok, kıçımızın üzerine oturalım.” İş buna dönüyor. Bu da konformizmi üretiyor.
Önümüzdeki altı aya ilişkin öngörüleriniz neler? Türkiye kapitalizmi daha ne kadar sertleşir?
Kriz derinleşiyor. İktidar muhalefet ile beraber derinleşen krizin faturasını emekçiye ödetmenin yolunu bulacak. “Muhalefeti ile beraber” diyorum, çünkü basın açıklaması yapıp “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” demekle olacak şey değil. Kriz çok büyük gelecek, büyük vuracak. “Hard”lık dipte bir çarpan etkisi yapacak, bunun sonucunda doğacak öfke hareketleri ise önümüzdeki zaman diliminde ortaya çıkacak. Ancak şimdi düzenin İmamoğlu ve Babacan gibi iki can simidi var. Dolayısıyla, muhalefetiyle de birlikte düzen daha güçlü. En kötü durumda devreye sokacakları can simitleri var. Bunu başardılar. Bunun arkasına toplumun muhalif kesimlerini de yedeklediler. Düzen krize daha hazırlıklı.
https://www.birartibir.org/siyaset/396-curume-ve-direnme-ic-ice#.XSrunOKGxUs.twitter
3 notes
·
View notes
Text
Yüz yıl sonra Ekim Devrimi ve ardından kurulan iktidarların bozulup çürüdüğü ve yıkıldığı, büyük emek ve özverilerle insanlığa armağan edilen kazanımların emperyalist kapitalist barbarlık eliyle yok edilerek insanın kendine düşman haline getirilmeye çalışıldığı bir çürüme çağında dönüp yeniden Ekime bakmak, onun insanın kendini gerçekleştirmesine yaptığı katkıdan esinlenmenin büyük bir değeri olacağı kanısındayız. Çünkü sosyalizm sadece insanı maddi-ekonomik zincirlerinden kurtarmakla kalmamış aynı zamanda ve bununla bağı içinde yeni bir insan tipinin de müjdesini vermiştir. Ve bu tarihsel serüveni en iyi anlatan şeylerden birinin de edebiyat olduğu su götürmez bir gerçektir.
Birçok insanı sosyalizm fikrine yaklaştıran, sosyalizmi kuru bir analiz olmaktan çıkararak kanlı canlı bir tarihsel deneyim halinde kavramasına yol açan devrim romanıdır.
0 notes
Text
CHP’den “TKP”ye Çürüme Her Yerde
Cumhuriyet yıkıldı ve artık yıkıntılarla derme çatma bir gecekondudur elde kalan. Cumhuriyet’in yıkılması AKP’nin yerine yenisini kurabileceği anlamına gelmiyor. Üstelik bunun, AKP herkesi ikna etmiş olsa bile kurulamayacağını (https://turabiyerli.blogspot.com.tr/2013/10/ikinci-cumhuriyeti-kurmak-icin-rza.html) söyledik. Biliyoruz ki nesnelliği olan bir kurucu söylem olmadan yeni bir kuruluş olanaklı değildir. Nesnelliği olan bir kurucu söylem ise nesnelliğin doğru okunmasıyla geliştirilebilir.
Bugün, tarihi sınıf savaşları tarihi olarak algılayanlar için iki yol bulunuyor. Birincisi, kapitalizmin alanının demokratik hakların savunusuyla daraltılabileceği düşüncesine dayalı demokrasiyi genişletme yoludur. İkincisi ise, kapitalist sistemin işleyişine, tıkanma noktalarına ve kendini yaşatmak için ihtiyaç duyduğu çözümlere odaklanılması gerektiği düşüncesine dayalı ve bu noktalardan sistem karşıtı tutumlarla kapitalizmi yıkma yoludur. Birinci yol en gelişkin haliyle radikal demokrasi ile ifade edilebilir. İkinci yol esasen radikal cumhuriyettir. Burada kritik kavramlar demokrasi ve cumhuriyet iken aslında tartışılan sosyalizm ile liberalizmdir.
Debray, sosyalizm ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir derken haklıdır. Dün olduğu gibi bugün de kendini sosyalist olarak tanımlayanlarda toplumsal eşitsizlikler teması “insan hakları” sloganının arkasına geçmektedir. Toplumsal özgürlük olmadan bireysel özgürlüğün olamayacağı, toplumsal özgürlüğün ise toplumsal eşitsizlik ortadan kalkmadan sağlanamayacağı unutulunca sosyalistler, liberalizmin bir versiyonu olan radikal demokrasiye kayarlar ve bu noktadan sonra kendini sosyalist olarak gören birinin ABD ile aynı cephede savaşırken ölmesi şaşırtıcı olmaz.
Eşitsizlikler üzerine kurulu ve bunu yeniden üretmek zorunda olan küresel sermaye sistemi, merkez lehine çevre ulus-devletleri eriterek ömrünü uzatmak istiyor. İki büyük emperyalist paylaşım savaşına rağmen sosyalist sistem nedeniyle tamamlayamadığı sürecini ilerletmek için tüm olanaklarını kullanıyor. Sermayeye yeni alanlar açılması ve merkezileşme, özelleştirmeler, ulus-devletlerin parçalanması ve eritilmesi ile sağlanıyor. Her yerde, birey-devlet karşıtlığı üzerinden bireyin özgürlüğünün artması için devletin küçültülmesi gerekliliği ile özelleştirmeleri nasıl yutturdularsa, çevre ulus-devletlerde etnik ve dinsel farklılıklar, özgürlükler adı altında parlatılarak işçi sınıfını, sınıf kimliğinin oluşumunu engelleyerek etnik ve dinsel kimliklere hapsedip parçalamaktadırlar.
Türkiye’de cumhuriyet bu iki kaldıraç kullanılarak yıkılmıştır. Sonuna kadar götürülmeyen bir cumhuriyetin mevcut sorunları tamamen çözmesi elbette beklenemezdi. Ancak, cumhuriyetin çözümün önünü açabileceği ve yıkılması ile çözümden tamamen uzaklaşılacağı açıktır.
Öte yandan kim hangi amaçla bu iki eksende siyaset yaparsa yapsın eşitsizlikleri üreten sermaye sisteminin safındadır ve işçi sınıfının karşısında yer almaktadır. Bu yüzden, Türkiye’de ya da Suriye’de ulus-devlet karşısında istediği kadar “özgürlük” mücadelesi verdiğini iddia etsin PYD’nin ABD ile ittifakı kaçınılmazdır. Buna şaşıranlar ve “ABD ile ortak anti emperyalist mücadele verilir mi?” diye soranları tehdit edenler kendi objektif rolleriyle yüzleşemeyecek olanlardır.
Bu onların sorunu. Ancak bu ülkede bir başka sorun daha tüm yakıcılığı ile karşımızda duruyor. Cumhuriyet sadece yıkılmakla kalmıyor. Yıkıntılar arasında kalan herkesi çürütüyor. Bugün referandum sonrası CHP’de yaşananlar bu çürümenin göstergelerinden başka bir şey değildir. Cumhuriyet yıkılırken onun kurucu partisinin çürümemesi mümkün müdür? Sadece CHP mi? Sol yapıların büyük çoğunluğunun siyaseti PKK tarafından belirlenir olmuş ve radikal demokrasi eksenine çoktan kaymışken belki de son kale “TKP”nin çürüme belirtileri göstermesi artık tüm eski yapıların giden cumhuriyet ile birlikte kaybolacağının işaretidir*.
Cumhuriyet’in yıkılması çürüme olmasaydı o kadar önemli olmayabilirdi. Yıkılanı yeniden kurabilirsiniz, ancak çürüyeni değil. Bugün çürüme çok büyük bir tehdittir ve yaşamın her alanında tüm değerleri tüm yapıları çürüterek yeninin kurulmasını neredeyse imkansız hale getirmektedir. Üstelik çürüme bulaşıcıdır ve temas ettiği her yeri çürütmektedir. Bu yapıların içinde kalanların da çürümesi kaçınılmazdır. Çıkış ancak çürüyen bu yapılardan kopmayla gerçekleştirilebilir. Radikal bir cumhuriyet için, sonuna kadar ilerletilecek bir cumhuriyet için yola çıkma zamanı çoktan geldi ve geçmek üzeredir. Nesnellik bunu dayatmaktadır ve sermaye sisteminin karşısında tek gerçekçi çözüm budur. Ötesinin barbarlık olduğu zaten biliniyor.
*Çürümenin son zamanlardaki bir örneğini vermekle yetinelim. “TKP”nin 1 Mayıs öncesi DİSK ziyareti ve liberallerle birlikte olacağını açıklaması alanda korsan parti liderinin TKP Genel Başkanı olarak anons edilmesi ile karşılık bulmuş ve anlamlı bir karşılık verilememiştir. Bu bile siyasetin silikleşmesinin, anlamsızlaşmasının ve çürümenin bir göstergesidir.
1 note
·
View note
Text
Çürümenin Estetiği
0
Çürümenin Estetiği Mehmet Ulusoy Berfin Yayınları
Kırk yıllık küreselci karşıdevrim yıllarının en önemli olgusu, kültürel yaşamda, sanat ve edebiyatta yaşanan büyük başkalaşım ve yabancılaşmadır. Söz konusu olan, sanat ve edebiyattaki toplumsal ve ulusal içeriğe, yüksek estetiksel niteliğe ve anlam kaygısına karşı açılan küreselci postmodernizmin içeriksizleştirme, kitschleştirme, bayağılaştırma savaşıdır.
Mehmet Ulusoy bu kitapta, emperyalist Yeni Ortaçağ’ın kültürel biçimi olarak postmodernizmi incelerken, asalaklaşmanın ve mafyalaşmanın doruğa çıktığı, üreticiliğin ve yaratıcılığın değerinin gözden düştüğü; “Tüketim Toplumu” da denen bu çağın düşünce ve yaşam tarzını, sanat anlayışını çok boyutlu ele alıyor. Batı merkezli kapitalist uygarlığın yaklaşık 250 yıllık gelişim dinamikleri içinde kültür ve sanatın serüvenini ele alıyor. Ayrıca Romantizm, Modernizm, Gerçekçilik, Toplumsal Gerçekçilik vb diğer sanat akımlarını inceliyor ve tartışıyor.
Özellikle burjuvazinin gericileşmeye başladığı 1848’lerden itibaren, liberal-bireyci öznelcilik ve gerçekçi-toplumsallık ekseninde çağdaş sanat akımlarının nasıl ayrıştığı, hangi aşamalardan geçtiği ve yeni biçimler aldığı geniş bir çerçevede ele alıyor.
Özcesi, postmodernizm, kapitalist-emperyalist uygarlığın çürüme ve çöküş sürecini, kültür-sanat biçimi olarak oldukça geniş ele alırken, ülkemize hangi biçimlerde yansıdığı, nasıl büyük bir özgürlük yanılsaması, hatta sahte bir özgürlükçülük ve estetikçilik olduğu son derece öğretici, zihin açıcı bir biçimde vurgulanıyor.
Sonuç olarak “Çürümenin Estetiği” günümüzün ruhsuzlaşmış ve çoraklaşmış sanat ve edebiyat dünyasında düzeyli, ufuk açıcı ve Batı merkezli tabuları yıkmada önemli bir kaynaktır.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://sizekitap.com/felsefe/curumenin-estetigi/
0 notes
Text
Kapitalist Çürüme Kıskacında İnsan
http://dlvr.it/R4HDTM
0 notes
Text
Dünya halklarının yüreğinde yaşayan Komutan Ernesto Che Guevara ile bir “röportaj” gerçekleştirdik.
Diyebiliriz ki, hayat sordu ve Komutan Che Guevara o tarihsel sözleriyle cevapladı. Bize de aktarmak düştü…
1 ) Sevgili Komutan Che Guevara, “Batı Uygarlığı” hakkında ne dersiniz?
CHE: “Batı Uygarlığı” parlak görünümünün altında, bir sırtlan ve çakal sürüsünden başka bir şey değilmiş meğer… bunlar, silahsız halkları yutarak beslenen canavarlar. (Politik Yazılar- syf:212)
2 ) Amerikan emperyalizmi hakkında ne düşünüyorsunuz?
CHE: İnsan soyunun en büyük düşmanı… (Sosyalizm ve İnsan- syf:179)
3 ) İnsanlığın sorunlarının çözümü nasıl sağlanır?
CHE: İnsanlığın bugün karşı karşıya bulunduğu sorunların tek doğru çözümü, bağımlı ülkelerin, gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından sömürülmesine son verilmesi, bu sömürünün tüm yönleriyle ortadan kaldırılmasıdır…(Politik Yazılar-syf:182)
4 ) Tekelci burjuvaziyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHE: Tekelci sermaye dünya üzerinde egemenliğini kuralı, insanlığın büyük çoğunluğunu yoksulluk içinde süründürüyor, en güçlü ülkelerin oluşturduğu grup tatlı karları kendi aralarında bölüşüyorlar. Bu ülkelerdeki yüksek yaşam düzeyi, bizimkilerin yoksulluk çekmesi temeline dayanıyor. Azgelişmiş halkların refah düzeyini yükseltmek içinse emperyalizmle savaşmak gerekiyor… (Politik Yazılar- syf:244)
5 ) Sizin için “maceracı” diyorlar?
CHE: Kurtuluşları uğruna mücadele eden halklar için tek çözümün silahlı savaş olduğuna inanıyorum, inançlarıma da bağlıyım. Bir çokları bana maceracı der, evet öyleyim. Ama farklı tipten bir maceracıyım: Doğru bildiğini savunmak için canını veren türden…( Yaşam Öyküsü- syf:179)
6 ) Ama küçük burjuva reformistler, her türden şiddete karşı çıkıyorlar?
CHE: Oligarşi, kendi anlaşmalarını, kendi sahte demokrasisini bozmakta ve … halka saldırmaktadır. Burada, yeniden Lenin’in sorusu ortaya çıkıyor: “Ne Yapmalı?” Cevaplıyoruz: Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası, uygun anda kullanmalıdırlar… (Askeri Yazılar-syf:165)
7) Yani?
CHE: Son sömürücü yenilgiye uğrayıncaya dek ateş ve kan eksik olmayacaktır… (Politik Yazılar-syf:114)
8 ) Pekala, bu amansız kavgada güç nedir, nasıl güçlü oluruz?
CHE: İnsanın kendi gücüne güvenmesinden, kendi gücünün bilincine varmasından başka gerçek güç kaynağı yoktur. Bir halk, gücünün bilincine vardığı zaman, mücadele etmeye ve ilerlemeye karar verdiği zaman, ger- çekten güçlüdür ve tüm düşmanlarına karşı koyabilir. (Sosyalizme Doğru-syf: 216)
9 ) Halkların gerçekten özgür olmasının temel şartı nedir?
CHE: Bir halkın üzerinde emperyalizmin ekonomik egemenliği son bulmadıkça, o özgürlük, özgürlük değildir… (Politik Yazılar-syf:245)
10)“Ilımlı” olmak hakkında ne dersiniz?
CHE: “Ilımlılık” da sömürgecilik ajanlarının kullanmayı sevdiği kelimelerden biridir. Korkanlar ya da herhangi bir birimde ihanet etmeyi düşünenler hep ılımlıdır. Halk ise, kesinlikle, hiçbir zaman ılımlı değildir… (Politik Yazılar-syf:51)
11 ) Bir devrimcinin en güzel niteliği nedir sevgili komutan?
CHE: Her şeyden önce, dünyanın neresinde olursa olsun, birisine karşı yapılan haksızlığı yüreklerinizin ta derinliklerinde hissedebilirsiniz. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir… (Yaşam Öyküsü-syf: 181)
12 ) Devrimci gibi görünen ama devrimci ahlak kurallarını çiğneyenler hakkında ne düşünüyorsunuz?
CHE: Devrimcilikten söz edip de devrimci ahlak kurallarını çiğneyenler, en tehlikeli hainlerdir. Bunlar devrimi yıkmaya çalışan kişilerdir, çünkü onları herkes görür, ne yaptıklarını bilir. Onlar herkes için kötü örneklerdir. Biz hiçbir şey bilmesek de, hiçbir şey bilmek istemesek de, halk her şeyi bilir, hiçbir şey gizli kalmaz… (Sosyalizme Doğru-syf:147)
13 ) Halka nasıl yaklaşmalıyız komutan?
CHE: Halka, şunu demek için yaklaşmamalıyız: “İşte geldik, sana yardımcı olacağız, bilimimiz sayesinde seni eğiteceğiz, sana yanlışlarını, kültürsüzlüğünü, bilgisizliğini göstereceğiz.” Biz, halka bir araştırıcı ruhuyla, alçak gönüllülükle gitmeli halkın büyük bilgelik kaynağından feyz almalıyız… (syf:54- Sosyalizm ve İnsan)
14 ) Devrimcinin fedakarlığı ile özgürlük arasında nasıl bir bağ vardır?
CHE: Fedakarlığımız bilinçlidir; yarattığımız özgürlüğün bedelidir… (Sosyalizm ve İnsan- syf:91)
15 ) Sevgili komutan, devrimin anlamı nedir bir devrimci için?
CHE: Devrimin dışında başka bir yaşam yoktur…(Sosyalizm ve İnsan- syf:89)
16)Özgürlük uğruna savaş, nasıl olmalı?
CHE: Özgürlük uğruna savaş, yalnızca savunma mücadelesi olmakla kalma- malı, aynı zamanda emperyalizme karşı saldırı savaşı olmalıdır… (Yaşam Öyküsü-syf: 98)
17)Yoldaşlık?
CHE: Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir haksızlık yapıldığında öfkeden titreyebiliyorsanız yoldaşız demektir… (Yaşam Öyküsü- syf:159)
18 ) Emperyalist işgale maruz kalan bir yerde, işgale direnenlerle politik yakınlığınız olmasa bile, işgale karşı çıkmak gerekir mi?
CHE: İşgal edilen tüm bölgeler için, hiçbir ayrım yapmaksızın, politik rejimi neymiş, bağımsızlığı uğruna savaşanların beklentileri neymiş diye sormadan mücadelemizi sürdürüyoruz… (Sosyalizme Doğru – syf:66)
19 ) Sosyalizmi nasıl tanımlıyorsunuz komutan?
CHE: Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur… ( Politik Yazılar-syf:246)
20 ) Sosyalist gelişim neyi garantiler?
CHE: Sosyalist gelişim, insan içindir, belirli bir yüksek düşünce için değildir. Amaç, yalnızca insanın mutluluğunu garantilemektir… (Ekonomik Yazılar – syf:69)
21 ) Burjuvazinin sanatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
CHE: Kültür alanında, kapitalizm, verebileceği her şeyi vermiş ve ondan geriye çürüyen bir cesedin iğrenç kokusundan, yani bugünkü sanat dekadansından (çürüme, gerileyiş) başka bir şey kalmamıştır… (Sosyalizm ve İnsan-syf:86)
22 ) Burjuvazi sanat alanında nasıl tahakküm kuruyor?
hedefi oldu. (Politik Yazılar- syf:62)
23 ) Lenin ustamız?
CHE: Lenin’in değerine paha biçilemez. Devrim teorisine en çok katkıda bulunan lider belki de odur. Belirli bir anda, Marksizm’i devletin sorunlarına uygulamayı bilmiş, bu çalışmalarından, evrensel geçerliliği olan yasalar çıkarmıştır. Emperyalizm, devlet ve devrim, devrimin çeşitli aşamalarında Parti’nin görevleri ve üretimin maddi gelişimi üzerine incelemeleri buna örnektir… (Yaşam Öyküsü- syf:90)
24 ) Can yoldaşımız Camilo Cienfuegos desek…
CHE: Camilo’nun politik tutumu, siyasi sorunlar karşısındaki kararlılığı, sağlamlığı ve halka inanışı da görülmeye değerdi. Neşeli, alçak gönüllü, şakacıydı… Camilo, küçük ispirto ocağında kedi eti pişirip yeni gelen- lere nefis bir yemek gibi sunardı. Bu Sierra’da uygulanan pek çok dene- meden biriydi. İkram edilen kedi etini geri çevirdiği için “sınavı” veremeyen çoktu. Camilo fıkra anlatmayı severdi, binlerce fıkra bilirdi. Bu da yapısının bir parçasıydı. İnsanlara değer vermesi, onlarla anlaşma yolu bulma yeteneği de kişiliğini oluşturan öğelerden biriydi… Camilo tehlikeyi ölçmezdi, tehlike onun için bir eğlenceydi, onlarla oynardı, tehlikeyle güreşir, üzeri- ne çeker ve şaşırtmaca yapardı; geril- lacı zihniyeti gereğince, hiçbir engel onu durduramaz, çizdiği yoldan döndüremezdi… (Savaş Anıları- syf:255)
25 ) Sevgili komutan, gerilla kimdir?
CHE: Mükemmel özgürlük savaşçısı, halkın seçtiği, kurtuluş savaşında halkın savaşçı öncüsüdür. (Askeri Yazılar- syf:141)
26 ) Pekala, gerilla neden savaşır?
CHE: Bu sorudan hareketle, kaçınılmaz olarak gerillacının toplumsal ıslahatçı olduğu, halkın kendisini ezenlere karşı, için için kaynayan protestosunun yankısını meydana getirmek için silahları eline aldığı ve tüm silahsız kardeşlerini rezillik ve yoksulluk içinde tutan toplumsal rejimi değiştirmek amacıyla dövüştüğü sonucuna varırız. (Askeri Yazılar- syf:34)
27 ) Tekelleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHE: Özel mülkiyetin, insanın insana karşı mücadelesinin en üst birimi olan tekel, halkı bölen, sömüren ve yozlaştıran en muhteşem silahtır. (…) Nerede bölünmemiş bir halk varsa, onu siyahlar ve beyazlar, yetenekli- ler ve yeteneksizler, okur yazarlar ve okuması yazması olmayanlar diye bölmeye çabalar, tek tek bireylere va- rana kadar tekrar tekrar böler, bireyi toplumun merkezi yapar. (Sosyalizm ve İnsan-syf:69)
28 ) Dünya halklarının tarihsel görevi nedir komutan?
CHE: Bize, bu dünyanın sömürülenlerine ve geri bıraktırılmışlarına düşen görev, emperyalizmi ayakta tutan temelleri yıkmaktır. (Sosyalizm ve İnsan- syf:173)
29 ) Sevgili komutan, halklara mesajınız nedir?
CHE: Eylemlerimizin her biri emperyalizme karşı bir savaş çığlığı ve insan soyunun en büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı halkların birleşmesine çağrıdır. Savaş çığlığımız tek bir kişinin bile kulağına erişecekse, silahlarımızı yerden kaldır- maya başka bir el uzanacaksa, daha başkaları mitralyöz sesleriyle yeni bir savaş ve zafer haykırışları arasında ölülerimize ağıt yakacaksa, ölüm ne- reden gelirse gelsin, hoş geldi safa geldi. (Sosyalizm ve İnsan- syf: 179)
Ümit İlter / Tavır dergisinden alınmıştır.
0 notes
Text
Böcekleşme…
“Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre”
K. Marks’ın defalarca okumak durumunda kaldığım eseridir ‘1844 el yazmaları’.
Kuramsal bakımdan kapitalizmin iktisadi ve toplumsal içeriği yanında insanın kendine çevresine ve emeğine yabancılaşmasının analizini yapar bu kitapta. Kapitalizminin yapısal çürüme fotoğrafını yansıtır adeta. Kapitalist üretimin/sömürünün yasalarını açıklarken insanın çok yönlü yabancılaşmasını da beraberinde açımlar.
Görsel: Osman Günay /35×50 / Kağıt üzerine yağlıboya
Edebiyatta bu tahlile yakın olarak Kafka’nın ‘Dönüşüm’ kitabını eş değer tutarım. Kafka da bu uzun oylumlu öyküde daha çok ekonomik nedenlerle bireyin kendi emeğine ve özüne yabancılaşması temalarına yer verir.
Totaliter yaşamın ritminden bunalan roman kahramanı G. Samsa’nın, bir gün sabah kalktığında kendini dev bir böcek olarak görmesi, modern çağın en çok içselleştirilen yabancılaşma metaforu olarak kendinden söz ettirir.
Günümüz Türkiye’sine şöyle bir bakalım, Marks’ın deyişiyle hangi birimiz bugün kişiliğiyle ‘yadsınma’ saldırısına maruz kalmıyor? Hangi birimiz emeğini satmaktan başka çaresi olmayan durumda değildir? Hangi birimiz paranın kölesi değiliz? Hangi birimiz ürettiğimiz küçük / büyük zenginlik karşısında dilenci konumunda değiliz?
Kendimizi toprağa parasız gömdürebiliyor muyuz? Kadınlar parasız çocuk doğurabiliyor mu? Seyahat özgürlüğümüz var mı? İstediğimiz bir dine inanabiliyor muyuz, inanıp inanmamakta özgür müyüz?.. Hayır. Metalaşmanın ve zamanın baskısı altında ezilmiş, kendi yaşamını yaşamak yerine, dayatılan değerler altında kontrolü başkalarının elinde olan bir insanlık durumu yani.
Özellikle bu son yüzyılda, Kafka’nın anlatmak istediği şekliyle her birimiz bir böcek kitinin testinden geçerek sınırlı(metamorfoz) bir yaşama mecbur tutuluyoruz sanki. Hemen herkesin ortaya sorduğu ‘biz insan değil miyiz’ sorusu durumun bir göstergesi adeta. Çünkü kapitalist sömürü şartlarında yaşamak, insanlığımızı test eden bir ‘böcekleşme’ durumuyla birebir örtüşüyor. Hemen her gün İşimizle ailemizle ve kendimizle ‘kaygı ve yetersizlik’ üzerinden yürüyen bir boğuşma halindeyiz özetle.
Dünyanın, kapitalizmin zekâsı olarak görülen Bill Gates, “bir ürüne uzun süre bağlı kalınmaması” formülünü ekler bu yaşama biçimine. Hatta COVİD 19 virüs salgınıyla birlikte yaş almış insana ve hatta herkese kayıtsızlığı (Teknolojik insan veya yapay zekâ) da beraberinde içerir bu formül. Sonuçlarını şimdiden yaşıyor ve görüyoruz, ilerleyen zamanda dehşetle izleyeceğiz bu insanlık durumunu.
İçimizdeki insan rüşeymini kaybetmemek ve eski ilk özüne kavuşturmak için “ne yapmalı?” sorusu öne çıkıyor bu noktada.
Hz İsa üzerinden, ünlü İngiliz bilim adamı Maurice Cornforth şöyle yanıt veriyor bu soruya: “Başkalarının sana nasıl davranmasını istiyorsan sen de başkalarına öyle davran; başkalarının senin için çalışmasını istiyorsan sen de başkaları için çalış; başkalarının senin ihtiyaçlarını karşılamasını istiyorsan sen de başkalarının ihtiyaçlarını karşıla; başkalarının sana karşı nazik, sempatik, saygılı olmasını istiyorsan sen de başkalarına öyle davran; başkalarının senin sırtından kar etmesini istemiyorsan, sen de başkalarının sırtından zenginleşmeye çalışma.
Her ne kadar insanın yabancılaşmasını ortadan kaldıracak olan altın kurallar sayılsa da, önerinin özel mülkiyet koşullarında uygulanması pek olası değil gibi. Ama inanabiliriz bu hakikate. Sevgili Barkın Can TOPÇU’nun dediği gibi, “Hakikat bir yüzüyle söylem, diğer yüzüyle eylemdir, adanmışlıktır.”
Osman Günay
https://dunyalilar.org/boceklesme.html/
0 notes
Photo
Kapitalist uygarlık krizi: insan(lık) hâl(ler)i ve çürüme - Temel Demirer
0 notes
Text
Bir Normal Mümkün Mü?
Lafın eğilip büküldüğü gerçeğin, nihai gerçekliğin bir türlü doğrudan var edilmediği, ismi ya da cisminin paylaşılmadığı bir sahnedeyiz. Bir sahne diye çürüten bir çukurun kendisi olan / kılınan bir yerdeyiz. Gerçekliğimiz hiçbir zaman muktedirin aklına gelmedi. Gelse de umursanmadı, onu yerle bir etmek, hiç değilse tartışılması imkansız kılmak adına her ne varsa onunla çıkageldi bir muktedir. Lafı eğip bükerken, yalanlara, daimi bir biçimde yeniden yalanlara ve çokça yalanlara başvurup, en sonunda bir yalanlar sarmalının orta yerine demirleyen bir menzil var edildi, ediliyor. Hiçbir türlü hayatın her ne hallere, her ne şekilde çürümeye terk edildiği mevzu mesel olunmaz. Bu hallerin toplamında yılların harcandığı bir zeminde, tam da aranan dayanak olarak çıkagelen Covid-19 pandemisinin içinde eksik gedik tamamlamasına girişilir.
Bugün yaşadığımız sahanın her nasıl çukura dönüştüğünü göstere gelen ekonomik, sağlık ve hukuki çöküş hamleleri birbiri peşi sıra gelirken o salgın yönetiminin hiçleştirilmesi ve bu sahada süreğen bir denetim, gözetim ve tahakküm aparatı haline dönüşümüdür mesele. Ol sağlık bakanı koltuğunda oturan zatın “sorumlu hepimiziz” bahsine sıkıştırdığı yıkımın dört bir yanda bunca çoğaldığı bir zamanda iki satır açıklamayla geçiştirilen şey hakikatin yıkımıdır. Tümden, baş amir istemediği için bir saha yeniden deney sahası kılınır. Tüm ol yoğun bakımlarda yatak kapasitesi hızla sıfırlanmaya sevk ediliyormuş, insanlar hastaları için yatak arıyormuş bahisleri ortadayken, böyle bir sorun yokmuş gibi davranılır. Mesele her defasında sıradanın hayatına bir kere daha devletin gölgesini vurabilmektir.
Aşısı olan bir salgının (en azından bundan emin olmak istiyoruz) ortasında insanların bekalarını değil rant çevrelerinin, eline kan bulaşmış sermayenin, kendisi bakan olan turizm şirketi sahibi gibi mimli şahsiyetlerin, bir yap boz oyunundaki oyuncaklar gibi insanları tarif ettiği, köşeye kıstırdığı bir yapım İstanbul’un 4. Türkiye’nin 3. pikinde var edilir. Hemen her anlamda çürümeye yol vermiş, çürüterek gününü geçiren bir sahada yaşam pratiklerini işten eve, evden işe sıkıştıran, salgını sonlandırmak değil tam aksine devamlı bir hale sıkıştırmak, sürü bağışıklığını her yere taşımak üstünden bir ülke yeniden ve yeniden var edilir. Hakikat bu bahislerde açıklanmaz.
Hakikat bütün bir menzildeki yıkım ve tüm o yıldırı hali içerisinde denek addedilmiş olan halkın yaşamsal ivedi bir sağlık hakkından da mahrum konulmasını kapsar. Altmış bin vaka sayısının açıklandığı gün bir tedbir / ön alma değil, sermayeye hay hay, buyurun memleket sizin denilen bir açıklama silsilesi var edilir. Barış Atay’ın meramını baştan olan biten o açıklamaya yanıt olarak şu satıhta ekleyelim: “Tam kapanma ve hızlı aşılama ile düşürülebilirdi vaka ve ölüm sayısı... Kaç kişinin öldüğü falan umurunda değil Erdoğan’ın... Umurunda olan tek şey kendisini iktidarda tutabileceklerine inandığı sermayedarların gönlünü hoş etmek. Para için insan öldürene kiralık katil denir!”
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kabine Toplantısı ardından açıklamalarda bulundu.
*Türkiye'nin terör örgütleriyle, darbe heveslileriyle, ekonomik tetikçilerle, siyaset mühendisleriyle, sosyal kargaşa çıkartma gayretleriyle mücadelesinde kritik bir safhaya geldik.
* Birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize, hedeflerimize sahip çıkarak aşabileceğimiz bu mücadelenin önünü tıkamak isteyenlere aradıkları fırsatı vermeyeceğiz.
* Niğde, Eskişehir ve Ankara'da son 3 günde yaklaşık 7 bin 500 ton patates ve kuru soğan alınarak 15 ilimize sevk edilmiştir. Satın alma ve dağıtım işlemleri önümüzdeki günlerde de sürecektir.
* Artan vefat ve vaka sayıları, bizi tedbirleri sıkılaştırmaya götürdü.
* Ramazan ayının ilk iki haftasında kısmi kapanma uygulamasına geçiyoruz.
* Hafta sonu sokağa çıkma uygulaması sürerken hafta içi sokağa çıkma kısıtlamasının saatleri akşam 19.00 ve sabah 05.00 olarak güncellenmiştir.
* Olağanüstü ve zorunlu haller dışında şehirler arası ulaşım kısıtlanacak.
* 65 yaş ve 20 yaş altının toplu ulaşımı kullanma saatleri kısıtlanacak.
* Lokantalar sadece belirlenen saatlerde paket servis hizmeti verecek.
* Düğün, nişan, kına ve benzeri tüm toplantılar Ramazan Bayramı sonrasına ertelendi.
* Spor salonları bayram sonrasına dek kapalı olacak.
*Ramazan ayının ilk iki haftası sonrasında vaka sayılarında düşüş yaşanmazsa önlemler sıkılaştırılacak."
Gerçekliğin inatla paylaşılmaktan vazgeçildiği, hep böyle kılındığı bir yerde baş amirin ol sağlık bakanı ve bilim kurulu güruhunun birlikteliğinde şu yukarıdaki ucubelik kısıtlama var edilir. Sermayenin her anlamda, ya bizim sözümüz ya da bekanız tehlikede tehditleri gibi nice sözcüğün saçıldığı, itham ve yaftaların havalarda uçuştuğu bir yerde hayatın her koşulda ve şartta bedava kılınmasına devam olunur. Haftalık, beş iş gününü var etmek bir yana pandemide ancak aklına düşüren, onu da yardımların önünü kesmek için, işten atma bahsini kenarda tutarak güncelleyen, sağlığı değil sığlığı var eden bir sistemin sunduğu şey daha büyük acılardır. Bir günde altmış bin civarında insanın hayatlarında tahrifata yol açması muhtemel olan bir salgında cürümler konuşulmasın diye taklalar atılır. Bir varmış bir yokmuş yapılan aşılardan öncelikli olarak yararlanan insanların evlere yeniden yollandığı, 10-14 arası soluk almalarına müsamaha gösterilen, okula gitmesi gerekirken, evden okula gitmek için toplu taşıma kullanması yasaklanan öğrencilerden, aşılanmak bir yana, aşıya ulaşması için en altı aylık zamana ihtiyaç olan ama sürekli çalışmak zorunda bırakılan / kalan milyonlara toptan bir yönetmeme hali kesintisiz var edilir. Ortaya serilen tedbir görünümlü şarlatanlıklar da nüfuzlu ve sırtını devlete dayayanları kapsamayan bariz bir üç kağıt olduğu artık kesintisiz var edilir. Bunca gerçeklikten uzağa düşmüş bir yer, bir sahada hayatın normali kalmış mıdır, bırakılmış mıdır, kalacak mıdır, nedir yani?
Bianet’ten aktaralım: “Türk Tabipler Birliği (TTB), koronavirüs salgınıyla ilgili gelişmelere ilişkin siyasi partilerle yaptıkları görüşmeler kapsamında Halkların Demokratik Partisi'ni (HDP) ziyaret etti.
Ankara'da HDP Genel Merkezi'ne giden TTB Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı ve Merkez Konsey Üyesi Deniz Erdoğdu'yu, HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan ve Eş Genel Başkan Yardımcısı Tuncer Bakırhan karşıladı.
Burada konuşan Korur Fincancı, hükümetin salgın sürecini fırsat olarak gördüğünü ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bunu açıkça ifade ettiğini söyleyip "Toplumun 'Yaşam hakkımızdan vazgeçmiyoruz' demesinin önünü açmak gerekir" dedi.
Korur Fincancı, toplumdaki her kesime dayanışma çağrısı yapıp "Zorunlu üretim dışında üretim durmalı, zorunlu üretimde mutlaka dönüşümlü çalışma olmalı, azaltılmış insan sayısıyla ve iyi havalandırılmış ortamlarda çalışılmalı. Maske, mesafe, hijyen tekerlemesi doğru bir tekerleme değil. Bu; maske, mesafe ve havalandırma olmalı. Çünkü havalandırma olmayan ortamlarda bulaşın çok yoğun olduğunu biliyoruz. Şimdi bir işçi sınıf hastalığı olduğunu biz biliyoruz bu salgının. İşçi sınıfı çalışmak zorunda. Beyaz yakalı evinde çalışıyor, sermaye için bu büyük bir kâr alanı haline gelmiş üstelik" ifadelerini kullandı.
Pervin Buldan da şöyle konuştu: "Açıkçası dün açıklanan kısmi kapanma koşullarının şu anki mevcut durumu düzeltmeyeceğini düşünüyorum. AKP hükümetinin artık pandemi sürecini yönetemediğini de biliyoruz. O yüzden iş bizlere düşüyor. Bugün bir aşı meselesi bile bir muammaya dönüşmüş durumda. Sağlık çalışanlarının ve eğitim emekçilerinin büyük bir çoğunluğunun aşıdan yoksun olduğunu biliyoruz. İşçilerin, kadınların, çalışanların aşıdan yoksun olduğu bir dönemde hastalığın yayılması elbette daha fazla olacaktır."
Buldan, ayrıca salgının başından beri TTB ve sağlık meslek örgütlerinin açıklamalarını esas aldıklarını belirtti ve "Bu mücadelede birlikteyiz, sizin yanınızdayız" dedi.”
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Sağlık meslek örgütleri, "Yaşam hakkımızdan vazgeçmiyoruz, ölümleri durdurun" çağrısıyla yurt genelinde eylemler gerçekleştirdi.
"Pandemi değil sistem öldürür", "Herkese sağlık, güvenli gelecek", "Dönüşümlü çalışma, 6 saat iş günü" sloganlarının atıldığı açıklamalarda gelinen durumun vahametine dikkat çekildi. Yapılan konuşmalarda “Bugün geldiğimiz noktada, eksik, yanlış, tutarsız politikalar, başarısız salgın yönetimi neticesinde kontrol altına alınamayan Kovid-19 pandemisi üçüncü ve en büyük pikini yapıyor. Günlük vaka sayıları 60 bini aştı. Can kayıpları, gerçek sayının ancak üçte birini yansıtan resmi rakamlarda bile 300’e yaklaştı” denildi.
Pandemi servislerinin, yoğun bakımların yetersiz kaldığı vurgulandı ve "Birkaç gün son hasta seçmek zorunda kalacağız" uyarısı yapıldı. İyi yönetilemeyen sağlık sisteminden sağlık emekçilerinin sorumlu tutulmasına tepki gösterildi ve verilerin şeffaf şekilde paylaşılması talebi dile getirildi. "Çalışanlar sosyal ve ekonomik hiçbir kayba uğratılmadan zorunlu üretim alanları dışında tam kapanmaya gidilmelidir. Aşılamada hedef toplumsal bağışıklık olmalıdır, toplumun önüne net bir aşı takvimi koyulmalıdır" çağrısı yapıldı.
İstanbul ve Ankara eylemlerinde yaşananlar şöyledir: İstanbul'da sağlık emekçilerinin İl Sağlık Müdürlüğü önüne gitmeleri polis tarafından engellendi. Çemberlitaş tramvay durağında buluşarak, İl Sağlık Müdürlüğü önüne yürümek isteyen sağlıkçıların önü polis tarafından kesildi. Yürüyüşe izin verilmedi. Sağlık emekçileri açıklamalarını Çemberlitaş'ta yaptı.
Ankara'da düzenlenen açıklamada çeşitli illerden tabip odalarının adlarının yazdığı dövizler taşındı ve "Yaşam hakkımızdan vazgeçmiyoruz, ölümleri durdurun" talebi dile getirildi.
Açıklamaya Türk Tabipleri Birliği, Türk Dişhekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası, Tüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği, Türk Hemşireler Derneği gibi çok sayıda sağlık meslek örgütü katıldı. Ayrıca DİSK, KESK, TMMOB, CHP, HDP, EMEP, Sol Parti, TİP, TKP, Halkevleri, İHD temsilcileri de açıklamaya destek verdi.
Açıklamayı okuyan TTB Genel Sekreteri Vedat Bulut, "Halk sağlığını önceleyen bilimsel bilgiler ışığında salgının ilk gününden itibaren Sağlık Bakanlığı ile görüşmeler talep ettik, randevu taleplerimize yanıt gelmedi. 50 metreye varan yazılar yazdık, cevap alamadık, medya aracılığıyla uyardık yapılması gerekenleri söyledik ama duyulmadık. Bugün buradayız çünkü duymama görmeme şansınız yok. Bugün buradayız çünkü ölümleri görmeye tahammülümüz kalmadı, meslektaşlarımızın tükendiğine tanıklık etmeye tahammülümüz kalmadı!” dedi.
Açıklamada söz alan diğer konuşmacılar ise şunları dile getirdi: Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan: Salgın dönemi kapitalist sistemin yıkıcılığı kadar kapitalist devletlerin haydutluk ve barbarlığını da ortaya çıkarmıştır. Bugün devletler birbirlerini mazlemelerine el koyar hale gelmi, aşı rakebet güç takim tehdit ve şantaj unsuru haline gelmiştir.
CHP Ankara Milletvekili Murat Emir: Bu kadar gayri ciddi, bilim dışı bir yönetim pandemiyle mücadele edemez. Ölümlerin sorumlusu biz değil, sizsiniz. 83 milyon değil!
HDP Iğdır Milletvekili Habip Eksik: AKP, pandemi sürecini kendi iktidarını perçinlemek için fırsata çevirmeye çalışıyor. Sağlık meslek örgütlerini karar merciine alın. Aksi tajkdirde bu süreç birçok insanın sağlığını ve yaşamını yitirmesine neden olacak.
İzmir Tabip Odası Başkanı Lütfi Çamlı: Toplum sağlığını değil ekonomik kaygılaırı önceleyerek yöentmeye çalıştıkları bu pandemi için yeter diyoruz. Eğer yapamayacaksanız çekilin, biz yönetelim.
Genel Sağlık İş Genel Başkanı Zekiye Bacaksız: Bilimin ışığında karar verilmesini istiyoruz.
Türk Dişhekimleri Birliği Başkanı Prof. Dr. Atilla Ataç: Filyasyona çıkan tüm arkadaşlarımızın sosyal, ekonomik ve meslek saygınlığı dikkat edilmiyor. Sadece Ankara’da birgün önceye göre 50 kat pozitif vakası arttı. Kendi kurduğunuz filyasyon ekiplerinin verilerini bile açıkamıyorsunuz.
DİSK Ankara Bölge Temsilcisi Tayfun Görgün: Sağlık emekçilerinin sesine kulak verilmediği için bu kötü rakamlar ortaya çıktı.
KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik: Bu sabah Samsun ESM Şube Başkanımız Müşvik Veysel Erdoğan’ı Kovid-19 nedeniyle kaybettik. Kamu emekçileri ve işçiler olarak alınmayan önlemler altında çalıştırılıyoruz. Yaşamak ve yaşatmak istiyoruz.”
Cuma akşamı ajanslara düşen son rakam şu şekildedir. “Sağlık Bakanlığı, koronavirüs (Kovid-19) günlük hasta tablosunu paylaştı. Verilere göre, Türkiye'de koronavirüs nedeniyle son 24 saatte 289 kişi daha hayatını kaybetti, 2 bin 915 yeni hasta dahil olmak üzere 63 bin 82 yeni vaka tespit edildi. Koronavirüs nedeniyle toplam ölüm sayısı 35 bin 320’ye, toplam vaka sayısı ise 4 milyon 150 bin 39’a yükseldi.” Bütünüyle yalanlar ile bir medet yola çıkılan güzergahta, yıkım kaçınılmaz bir biçimde ulu orta her yeri kuşatandır. Ol İstanbul gözden zaten çıkarılmıştır, ne de olsa seçim ile ağır yenilginin faturası bir hal, bir yol ödetilecektir, salgın buna bir çare kılınır, bildirilir. Eğilip, bükülüp unutturulmak ve konuşturulmamak istenen şeyin nasıl bir yıkıma çıkıldığı, geçtiğimiz yıl içindeki ol Haziran açılmasının hazin sonuçlarının dahi örtbas olunduğunun daha yeni bildirildiği bir zeminin hakikatidir.
İnsanların tükenişe sevk edildiği, hekim ve sağlık çalışanlarının sınırlarının sonuna kadar zorlandığı, aşının öğretmenler gibi zorunlu / yüz yüze yoğun kalabalıklarla iletişim ve dahi çalışmaya mecbur kesimlere değil, öncelikli, imtiyazlı hamili kart yakınımızdır’lara reva görüldüğü yaşamak ve yaşatmak istiyoruz çığlıklarının duyulmadığı bir yerde sahiden hakikate hiç sıra gelecek midir? Hakikatin bunca eğilip büküldüğü herkesin ve her bir şeyin kenara köşeye kıstırılıp, linç edildiği, yok sayıldığı bir zeminin her yanı yeni, her günü bir ilericilik hamlesi taşısa ne olur? Bunca hamasetin içerisinde bir yol, bir yön, bir istikamet barındırmayan, oldu bitti var ettiği gibi yıkımlarla kendini güncelleyen bir yönetim anlayışı varken o pandemi, şu çöküş, bu çıkmaz sokaklardan bir umuda varmak söz konusu edilebilir mi? Resmi rakamlar bir yana ölüm kol gezerken, artık gizli saklı değil her yeri kuşatırken, yalanlardan doğru türetilebilir mi, hala böyle bir şey inat ve ısrarla mümkün müdür? Kısmi kapanmalar, günü kurtarmalık tedbirler, imtiyazı olana her şeyin serbest, kalan sıradan yurttaşa, evden işe, işten eve o da virüs kapmazsa bir hal, bir ihtimal reva görülen, tam da kapitalist dünyanın rüyalarını süsleyen bir kabusun artık hakikat kılındığı yerde, bir normal mümkün müdür? Bunca yalanla, bu kadar riyayla, tüm o örtbas bahislerinden sonra bir hayat “hala” ehven, nasıl kılınacaktır, böyle hallerle, bu bağnazlık silsilesi içinde, yerilip, yutulurken, çürütülüp, eksiltilirken nasıl, ne şekilde, her nerede!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Tabip Eyleminden – Eylem NAZLIER – Evrensel Gazetesi
#meram#arzihal#başka türkiye vardır#sağlık hakkı#yaşam#mücadele#covid19#pandemi#süreklilik#yıkım#çürüme#hayata ne oldu#normalleşme#anormal#baş amir#kötülük#kapitalist#neoliberalizm#ucuz numaralar#karanlık çağ#biyopolitika#yaşam hakkı#hal#gidişat#devlet102#günce#barış atay#kapanma#yıkım politikası#modern
0 notes
Text
Eşcinselliğin Toplumsal Tarihi
Parlak delikanlıları pasif ilişkiye özendiren Akdeniz halkı... Karısını özledikçe erkek hizmetçisiyle aşk yaşayan kont... Oğlan genelevine kapanan sûfî... Çevresine topladığı delikanlıların ırzına geçen sahte peygamber... Yaşamı boyunca delikanlıların yakışıklılıklarını överek, onlarla cinsel birliktelik kuran Osmanlı veziri... Hamam oğlanları ve köçekler... "Kadına yönelmek erkeklik midir?" itirazı ile dünyada tek bir erkek kalmasa bile yine de kadınlara ilgi duymayacağını yazan şair ve devlet adamı... En büyük zevki, eşiyle cinsel ilişkiye soktuğu delikanlılar ile cinsel ilişkiye girmek olan lord... Geceleri parlak oğlanlarla hamam sefâsı yapan Galata kadısı... Yazdığı kitapta, oğluna, oğlanlarla ilişki kurmasını öğütleyen devlet adamı... Yakışıklı delikanlılar ile aşk yaşayan papalar, dervişler, sultanlar ve şairler... Gılmanlar, mahbublar, oğlan fahişeler ve seks köleleri... Kapitalist toplumda çürüme ve yabancılaşma... Tecavüz ve eşcinsellik... Eşcinsel aşkın olabilirliği ve cinsel aşk... Antik Yunan ve Roma'dan Çin'e, Emeviler'den Osmanlı'ya; köleci toplumdan kapitalist topluma eşcinselliğin toplumsal ve sınıfsal tarihi ve kökeni.
Sayfa Sayısı: 472
Baskı Yılı: 2012
Dili: Türkçe Yayınevi: Tekin Yayınevi Sayfa Sayısı : 472 İlk Baskı Yılı : 2012 Dil : Türkçe ISBN: 9789944610438
0 notes