#neoliberalizm
Explore tagged Tumblr posts
Text
Hep Eksik Kılınıyor Hayat!
Didaktik, belirgin bir biçimde saplant��larla donatılmış, duraksamadan yok etmenin yolunu arşınlayan bir biçimde hayata kastın devam olunduğu bir zemindeyiz. İnsanlık mefhumu, insana ait olan hakkaniyet / hak ve hürriyet tanımlamalarının topyekun zehirlendiği, afaki bir biçimde görmezden gelindiği bir zeminin ortasındayız. Her yanımız simsiyah. Hemen her günümüz kapkaranlık. Dünden ağır bir şimdi, şimdiden teyakkuz halinde yıkımlar bir biçimde sınırlandırmalar üstünden ilerleyen, yok etmenin eşiklerini araya duran bir yerin hazin öyküsüdür mesele. Her şekilde hemen her anlamda, sıradanın hakkının, hukukunun alelade değil doğrudan milimetrik yıkıma terk edildiği zeminde mübalağa değil doğrudan yaşadığımız yerin halidir mesele, meselemiz.
Madun siyaset aktörlerinin hepsinin, hep birlikte ama en çok da baş efendi ve şürekasının suna geldiği yenilenmiş ülke şablonunda bu mesel olunan yıkımın / yok etme / çürütmeye dair pek çok örnek birlikte var edilir. Gündelik yaşam tahayyülünün açmazlara rehineliği bir yanda, toptancı bir zihniyetin artık vahamet sınırlarını da aşan sınırlama çabaları diğer yanda, her durumda o yok etme istemi sürekli güncel bir mesele kılınır. Belirsiz değil her anlamda doğrudan yinelenen haller / tahayyül ve pratiklerle birlikte o cürüm sahasına bir adım daha yaklaşılır. Yazılı, verili hakların ters yüz edildiği, ya hiç, ya yok sayıldığı kala kala bir avuç insani mefhumun savunusunun avuntu kabilinden bildirildiği yerde yıkımın her nereyi, her neyi kapsadığı zaten afakidir. Cürümlere tutunarak ilerleyen bir menzilde, salt rakamlardan ibaret görülen asgari ücretin güncellenmesi, memur, emekli maaşlarına doğrudan yapılmış müdahaleler bir iyileştirmeyi değil tam aksine, güncellendikçe daha da dipsiz bir karanlığı arşınlamayı mümkün kılar. Cerahat elinin, eline kan bulaşıp oturmuş o sermaye ile kotardığı vizyonsuz ülke pratikte zorun / ceberut olagelen bir sarmalın kendisi olarak güncellenendir. Budur artık yeni ülke, her dem daha ağır yıkımların sahnelendiği bir cerahat sarmalı.
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “ENAG'ın yüzde 108,58 olarak açıkladığı yıllık enflasyonu TÜİK'in yüzde 38,21 olarak açıklaması üzerine KESK İstanbul Şubeler Platformu Cevahir AVM önünde "İnsanca yaşanacak ücret istiyoruz" şiarıyla basın açıklaması gerçekleştirdi. Tüm illerde ortak gerçekleştirilen basın açıklamasını İstanbul'da KESK İstanbul Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Ayfer Koçak okudu.
"İyileştirme Gerçek Enflasyon Üzerinden Yapılsın"
Basın açıklamasında esnasında "TÜİK şaşırma, maaşımı aşırma", "Rakamlar sahte, yoksulluk gerçek", "Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz" sloganları atıldı. Basın açıklaması öncesinde konuşan Eğitim Sen İstanbul 1 Nolu Şube Başkanı Mesut Mike, "Maaşlarımızın yoksulluk sınırı üzerinde olmasını istiyoruz, bugün yoksulluk sınırı yapılan pek çok araştırmaya göre 34 bin ile 35 bin civarında. TÜİK'in açıkladığı enflasyon rakamlarının doğru olmadığını, bugün bize yansıyan yakıcı enflasyonun ise kesinlikle 100'ün üzerinde olduğunu görüyoruz, biliyoruz ve yaşıyoruz. O nedenle yapılan iyileştirmeler enflasyona ezdirilmeyecek deniyorsa zamların gerçek rakamlar üzerinden yapılması gerektiğini bir kez daha kamuoyuyla paylaşıyoruz" dedi.
"Büyümeyle Övünenler Refah Payını Emekçilerle Paylaşmıyor"
Koçak basın açıklamasına “Alanlardayız. Çünkü güvenli bir gelecek, güvenceli bir iş istiyoruz. Alanlardayız çünkü büyükşehirlerde 12 bin TL’yi aşan ev kiralarını karşılayacak gücümüz kalmadı” diye başladı. TÜİK’in hayat pahalılığını en az yarı yarıya düşük göstererek maaş artışlarımızı bir kara delik gibi yutmaya devam ettiğini ifade eden Koçak, “Yaşadığımız gerçek hayat pahalılığı ile ilgisi olmayan bu sanal rakamlar özellikle maaş zammı alacağımız dönemlerde daha da aşağı çekiliyor. Seyyanen yapılması zorunlu hale gelen artışlar bunun en büyük itirafıdır” dedi.
"22 Bin TL 55 Günde Bile Eridi"
Ülkeyi yönetenler tarafından yıllardır “işçiyi, memuru, emekliyi, asgari ücrete ezdirmedik” nutukları atıldığını vurgulayan Koçak, “Yandaş Memur-Sen yöneticilerinin her toplu sözleşmede iktidarın belirlediği hedef enflasyon rakamlarına imza atmasından bıktık. Türkiye tüm çalışanlar için bir asgari ücretliler ülkesine çevrilmiş bulunuyor. En yüksek ücreti alan kamu emekçisi maaşı dahi yoksulluk sınırı altında kalıyor” ifadelerini kullandı.
Koçak iktidarın seçimlerden önce verdiği “en düşük memur maaşı 22 bin TL olacak” sözünü hatırlatarak Türk lirasının sadece son 55 günde dolar karşısında %25 değer kaybettiğini ifade etti. AKP’nin her fırsatta büyüme rakamları ile övündüğünü vurgulayan Koçak, o büyüme rakamlarını emeği, alın teri ile yaratanlara, bizlere refah payı vermeye yanaşmadığını söyledi.
"Ağustos Ayında Ankara’da Olacağız"
Kamu emekçilerine seslenen Koçak, “Gelin yıllardır tekrarlanan bizi her geçen gün daha sefalete iten bu oyuna artık dur diyelim. Ne TÜİK’in sahte enflasyon rakamlarına ne iktidarın refah payı aldatmacasına kanmayalım. Yandaş basının müjde haberlerine itibar etmeyelim. Bugün sunulan 17.55 + 8077 seyyanen zam ile kamu emekçilerinin eline geçek olan gelir bugünkü yoksulluk sınırının dahil çok altında kalmaktadır” dedi. Toplu iş sözleşmesi süreci için bilerek kamu emekçilerinin tatilde olduğu ağustos ayının tercih edildiğinin altını çizen Koçak, tüm kamu emekçilerini Ankara’ya davet etti.
"İnsanca Yaşanacak Ücret İçin Mücadele Etmek Zorundayız"
Kamu emekçilerini, emeklileri yıllardır kaybettiren bu yoksulluk ve sefalet düzenine karşı insanca yaşayacak ücret, güvenceli iş, güvenli gelecek mücadelesinde omuz omuza vermeye çağıran Koçak, KESK adına talepleri yineledi:
* Bunun için en düşük kamu emekçisi maaşı temmuz ayı itibari ile eş ve çocuk yardımı, yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalıdır.
* Her üç ayda bir yoksulluk sınırında yaşanan artışa göre güncellenmeli, üzerine her çeyrekte yaşanan büyüme rakamları refah payı olarak eklenmelidir.
* Gelir vergisi birinci dilim oranı %15 ten %10’a düşürülmeli, yoksulluk sınırına kadar olan maaşlar-ücretler birinci vergi diliminde sabitlenmelidir.
* Seçim öncesi verilen kira yardımı, mülakatın kaldırılması sözlerinin gereği zamana yayılmadan hemen yerine getirilmelidir.”
Daimi bir biçimde kendi kötülük eşiğini durmadan güncelleyen bir zemindeyiz vesselam. Hiç kimseyi ezdirmedik lafzı döndürülüp, ısıtılıp aralıksız servis edilirken oluşturulan tüm o cerahatin her neye tekabül ettiği zaten başlı başına dile getirilenler ile anlatılmıştır. Bugünün ülkesinin dününden de ağır bir sınamayı, iyileştirme diyerek kaktırma çabasının vardığı düzlemin ne kadar hazin bir sonucu beraberinde getirdiği o eylemlerle çıka geleni, itirazı dikkatle baktığımızda gözler önüne serer. İktidarın yalan / riyayla birlikte kurduğu ve var ettiği ülke tiradının nasıl da boşa düştüğü gözler önündedir. Büyüme rakamları, bir biçimde var edilen muktedir ülke olma halleri, hiçbir surette yaşamda imkanları, olasılık, ihtimalleri bırakılmamış bir kesimi / büyük çoğunluğu sessizlikle kuşatır. Geçinmenin bir biçimde tamama erdirilip, lütfen var edilen iyileştirmeler karşısında anında gerisin geriye iptal olunmasının / heder edilmesinin mesel edilmediği bir yerde emekçilerin sesini kim, nasıl, nerede duyacaktır? Sahiden bunca bodoslamadan ilerlenen bir yok etme kültürünün, ekonomik çökertme halinin ortasında, bütünüyle var edilen imdat çığlıklarını kim nerede, ne zaman duyacaktır?
Düzenleme diye düzensizliğin, iyileştirme diye yoksunlaştırma hallerinin, gelir artırımı ve refah derken yerinde sayan bir eksiltmeyi reva gören, bunu sadece asgari ücretliye değil aynı zamanda kendisinin de oy deposu kıldığı / bildiği emeklilere de var eden bir düzlemde kim neyin hakkını, nerede ne zaman duyacaktır? “Önergelere göre yüzde 25'lik zam, daha önce 5 bin 500 liradan 7 bin 500 liraya yükseltilen en düşük emekli aylığına uygulanmayacak. Emekli zamları sadece kök aylıklara yapılacak. Buna göre örneğin kök aylığı 6 bin lira olup Hazine desteğiyle 7.500 lira aylık alan emeklinin 6 bin liralık kök aylığına yüzde 25 zam yapılacak.” Sonucunda dönüp dolaşıp, batmaya son sürat devam denilen bir menzilde iki gıdım hayat hakkını da çok görmeye devam diyenlerin elinde kalakalır ülke? Misal, hiçbir biçimde görünür kılınmayan, artık mevzu dahi edilemeyen o asgari ücretle / devlet memurunun asgarisi arasındaki uçurum bahsi ne açılır / ne söz hakkı ne de tek bir itiraza yer bıraktırılır. Ülke nüfusunun ekseriyetle ezici çoğunluğuna takdim edilen / eline kan oturmuş sermayenin vermemek için kırk takla atıp, vergisinden düşmeye gayret ettiği asgari ücretin kuş kadar kılınması mesel olunmaz, bu açık imdatları kim ne zaman duyacaktır ki sahiden?
BirGün Gazetesinden iliştirelim: “Temmuz ayı memur maaş katsayısındaki yeni düzenleme kapsamında artırılan sosyal yardım ödemeleri artırıldı.
Düzenlemeye göre, yaşlı aylığı 2 bin 348, yüzde 40-69 engelli aylığı 1874, yüzde 70 ve üzeri engelli aylığı ise 2 bin 811 liraya yükseltildi.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, artışa ilişkin yazılı bir açıklama yaptı.
Göktaş, açıklamasında, "Yapılan yeni düzenleme sonrasında sosyal yardım programlarımızın aylık ödemelerini artışlı bir şekilde hak sahiplerimizin hesaplarına yatıracağız" dedi.
Dezavantajlı durumdaki bireylerin çeşitli hizmet ve sosyal yardım modelleriyle desteklendiğini ifade eden Göktaş, memur maaş katsayısında yapılan düzenleme sonrası sosyal yardım programlarının aylık ödemelerini artırdıklarını belirtti.
Bakan Göktaş, şunları kaydetti:
"Temmuz ayı memur maaş katsayısında yapılan yeni düzenleme sonrasında sosyal hizmet modelleri kapsamındaki yaşlı aylığı 1997 liradan 2 bin 348 liraya, yüzde 40-69 arası engelli oranına sahip vatandaşların aylığı 1594 liradan 1874 liraya, yüzde 70 ve üzeri engelli raporu bulunan vatanda��ların aylığı da 2 bin 392 liradan 2 bin 811 liraya yükseldi. Diğer yandan 18 yaş altı engelli yakını olan vatandaşlara ödenen engelli yakını aylığı 1594 liradan 1874 liraya, hafif silikozis aylığı 3 bin 445 liradan 4 bin 50 liraya, orta silikozis aylığı 3 bin 938 liradan 4 bin 629 liraya, ağır silikozis aylığı ise 4 bin 388 liradan 5 bin 158 liraya çıktı."
Her şey ortadayken hangisini neresinden yazarsınız sahiden? Bütünüyle kafasını kuma gömülü tutmaya devam diyen hazirunun varlığı söz konusuyken şu yukarıdaki haberlerin hiçbir anlamı yok mudur? Sokağa çıktığınızda düşünmekten heder olup, dalgın dalgın bir yerlere yetişme telaşında olan insanlara bir tek olumlanabilir bahis açılabilir mi? Yok o iş sandığınız gibi değil denilebilir mi? Marketlerde, öyle on yıldız, beş yıldız, kocaman mega bilmem ne marketlerde değil, un ufak edilmiş hayatlarında hayatta kalmak için bir mücadeleye tutunanların ucuz ürünlerden hangisi daha ucuz bunu alabilmek için bile kırk kez düşünmesinin hesabını mesela kim fark edecektir? Bıraktık, içkiyi, sigarayı, bıraktık o dışarıda yemeği içmeyi, bir yerlerde bir konsere / tiyatroya / sinemaya gidebilmeyi bir tek kitap alabilmenin bile imkansız kılındığı yerde cehaletin yükseltilen duvarlarını bütün bu yoksunluğa dair kime neyi anlatabiliriz sahiden? Bir biçimde sınırlanan, daha da eksik kılınan, her defasında hizaya geçip emir erliğine devam etmesi beklenen, duraksamadan da oyuna talip olunup, yaşam sürmesi beklenen insanların hayatına tek bir iyileştirme sahi ama sahiden de söz konusu edilebilir mi? Markette parası kalmadığı için ketçap çalmaya çalışanı, bir biçimde ekmeğe katık edip onunla yaşayabilmeyi aklında gerekçelendirebilir mi yaygın medya soytarıları, sarayın palyaçoları, üç kuruşa onurlarını satanlar, şunlar ve dahi bunlar! Sahiden!
Didaktik, saplantılarla donatılmış, duraksamadan yok etmenin yolunu arşınlayan bir biçimde hayata kastın devam olunduğu bir zemindeyiz. Ezdirmedik halkımızı derken baş efendi bizatihi nereye yollandığımızı da göstere gelen günlerden geçmekteyiz. Kemerdeki sıkılacak deliğin kalmadığı, katığın ekmekten mülhem ağırlıkta olduğu bir ülkede fikriyat hep geri plana aksettirilirken çığ gibi yükselen faturalar mesela ezdirilmeyen yurttaşları hiç bildirmemektedir. Bütünüyle vergilendirme dilimlerinin tarumar edildiği bir yerde her harcamasını mahsup ettirip, vergi kaçıran mümtaz, müesses nizam asalaklarını mesela kim ne zaman görecektir? Beşli çete nam bir kolektifin memleketin her gününde ol yerli ve milliyi sömüre geldiği bir düzlemde, milletin a. koyacağız buyuranların var ettiği tüm o çürümenin hesabını kim verecektir mesela, sahiden? Devlete ödenen harçların en asgari yüzde elli küsur arttırıldığı, artık bir hayal kılınmış ülke içindeki takoz hiçbir işlemi tek bir kerede var edemeyen dandik telefonların yanında sahiden bir şeye benzeyen, hayır illa ayfon değil, x, y, z marka bir telefonun kayıt ücreti yüzde üç yüz otuz neye dayanarak arttılılır, kaçak şebekesinin başı zaten ak partili bir temsil iken misal! Sahiden yol nereyedir, her neresidir gidilen! Kesintisiz bir girdap halini alıyor koca memleket. Düşman addettiği kesimlerin var edemeyeceği bir ekonomik buhranı memleketin sahici, öz, yerli ve milli denilen evlatları var ediyor. Kış çok daha ağır şartlara gebe kılınırken bir mübalağaya gerek kalmazdan yaşam yağmalanırken, şimşek efendi, hafize hanım, bilmiyoruz kimler kimler için devletin kasası sonuna kadar açılırken, onca yağma var edilip durulurken yıkıma karşı el aman feryadını ne zaman ortaklaştırabileceğiz mesele budur. Tümüyle gemi su aldı, batmaya devam ediyor. Sahiden bunca badirenin ortasında bir imdat çığlığını ortaklaştırmak ne zamandır, iş işten geçmeden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Nicole TUNG – Bloomberg
#gelir eşitsizliği#ekonomik#çökertme#asgari#hayat hakkı#yaşamak meselesi#sözcükler#darmaduman#kör karanlık#biyopolitika#yol nereye?#kölelik düzeni#neoliberalizm#akp102#asrın felaketi: akp#baş efendi#zulmat#yıldırı#tehdit dili#kesk#emek#prekarya#mücadele#yol ayrımı#düş kırımı#hayat akarken#demokrasi101#türkiye gerçekliği#siyasa
2 notes
·
View notes
Text
Według rodzinnego mitu wywodzę się od Rajmunda Rembielińskiego, Doskonałego Wolnomularza, "pełniącego funkcję Wielkiego Dozorcy w loży masońskiej Wielki Wschód Narodowy Polski". Nazywa się go też "Ojcem Łodzi Przemysłowej". Jako prezes Komisji Województwa Mazowieckiego w 1820 roku dokonał objazdu po województwie, czego efektem było utworzenie planu jego uprzemysłowienia.
Po wizycie w Łodzi w lipcu, wstępnie określił zasady regulujące obszar zabudowy Starego Miasta oraz przyszłego osiedla sukienniczego, wyznaczenia miejsca na Nowy Rynek oraz określenia przebiegu przyszłych ulic, w tym nowego traktu piotrkowskiego na terenie Nowego Miasta".
Jestem zatem dzieckiem neoliberalizmu i przemysłu i Masonerii, które okryły Łódź niegdyś chwałą, a obecnie (tu zapisz już "masoneria") dążą do stworzenia bezdusznego, pozbawionego społeczeństwa obywatelskiego kieratu.
Krążące nad Łodzią kruki wzywają, tych co znają ich język. Obserwują centralizację i upartyjnianie Kultury, nonszalancję urzędników, próby wyprowadzania kapitału z budżetów na nią przeznaczonych.
Przemysław Owczarek napisał obecnie najważniejszą książkę z nurtu poezji zaangażowanej (rapsodię łotrzykowską o Robinie Łódziu) i to od nas zależy, czy proces alchemiczny (albedo) się dokona.
Mity i bogowie żyją cieleśnie w systemie. Ale ty też jesteś bogiem, uświadom to sobie, sobie (którym).
#RodzinneMity#Rajmund Rembieliński#Wolnomularstwo#WielkiWschódNarodowyPolski#OjciecŁodziPrzemysłowej#HistoriaŁodzi#ŁódźPrzemysłowa#KomisjaMazowiecka#Urbanistyka#StareMiastoŁódź#NowyRynek#TraktPiotrkowski#PrzemysłŁódzki#Masoneria#Neoliberalizm#Przemysł#SpołeczeństwoObywatelskie#KulturaŁódź#Centralizacja#PoezjaZaangażowana#PrzemysławOwczarek#RapsodiaŁotrzykowska#RobinŁódź#Alchemia#Albedo#MityIBogowie#BogowieWSystemie#UrbanMythology#HistoriaPolski#KulturaIPolityka
1 note
·
View note
Text
Alfredo Saad-Filho – Kriz Çağı (2023)
Gittikçe otoriterleşen neoliberalizm, demokrasiyi tehdit eder hale geldi. Alfredo Saad-Filho, süregelen küresel ekonomik kriz, siyasi kriz ve pandemi gibi yürürlükteki neoliberalizm çağındaki üç krizi Marksist ekonomi politik bakış açısından tartışıyor. Kitap, pandemi sonrası siyasal-iktisadi bağlamın nasıl bir manzara gösterebileceği ve mevcut siyasete karşı siyasal alternatifler izlememizi…
View On WordPress
#2023#Alfredo Saad-Filho#Kriz Çağı#Neoliberalizm Demokrasinin Çöküşü ve Pandemi#Yordam Kitap#Şükrü Alpagut
0 notes
Note
the hate game on this website is insane ja cie wyzywam od neoliberalow a ty nie wiesz o co biega no dobra
neos – nowy i łac. liberalis — wolnościowy) to kierunek myśli politycznej i filozoficznej zakładający tolerancję, wolność dla innych poglądów, a także wolność gospodarczą. Neoliberalizm wyłonił się po II wojnie światowej jako wersja liberalizmu klasycznego, kładąca nacisk na aspekt ekonomiczny.
Współcześnie pojęcie to – w oderwaniu od jego pierwotnego historycznego kontekstu – funkcjonuje głównie jako ogólne, pejoratywne określenie polityki postrzeganej jako nadmiernie leseferystyczna, mająca zaniedbywać dobro społeczeństwa z powodu bezwzględnej nieufności wobec zawodności państwa i przez dążenie do masowej prywatyzacji, deregulacji, zaciskania pasa wydatków publicznych, redukcji podatków oraz minimalizacji ingerencji politycznych w gospodarkę. Oryginalnie, idea neoliberalizmu została sformułowana głównie w okresie 1920–1960 w odpowiedzi na identyczne obawy o ówczesną kondycję „nadmiernie leseferystycznego” liberalizmu i narastanie znaczenia totalitaryzmów oraz gospodarek planowych, jako nowa, pragmatyczna i pluralistyczna wizja liberalizmu troszczącego się o sprawiedliwość społeczną oraz równość szans przy obronie ogólnie kapitalistycznej organizacji gospodarki
Neoliberalizm to ideologia ekonomiczna, która promuje ograniczenie interwencji państwa w gospodarkę oraz promowanie wolnego rynku i prywatnej inicjatywy. Neoliberałowie wierzą, że wolny rynek, niskie podatki, deregulacja oraz ograniczenie ingerencji państwa prowadzą do większej efektywności gospodarczej i wzrostu dobrobytu społeczeństwa.
ale ja nawet nie jestem neolibkiem
3 notes
·
View notes
Text
Sınıfın Yeniden Üretimi: Eğitim, Neoliberalizm ve İstanbul'da Yeni Orta Sınıfın Yükselişi (İng. Reproducing Class: Education, Neoliberalism, and the Rise of the New Middle Class in Istanbul), Henry J. Rutz ve Erol M. Balkan'ın yaptıkları araştırmalara dayanıyor. İlk araştırma yazarlarında yer aldığı bir ekip tarafından gerçekleşe nicel bir araştırmayken ikinci araştırma Erol M. Balkan'ın doktora araştırması kapsamında yaptığı nitel araştırmaya dayanmaktadır. 1980 sonrasında neoliberalizmin Türkiye'de yerleşmesiyle beraber liseye giriş sınavları da rekabetçi bir hale gelir. Özellikle orta sınıf için çocuklarının bu sınavlarda başarılı olarak Türkiye'nin elit okullarda okuması bir sosyal sermaye edinimi ve toplumsal konumda yükselme anlamına gelmeye başlar. Tabii ki bu sınav sistemine uygun bir eğitim piyasası (özel okullar, dershaneler, özel dersler) oluşur. Bu araştırma bu üç sac ayağında Türkiye'nin 90'lı yıllarındaki eğitim ve sınıf ilişkisini araştırıyor. İyi bir çalışma olsa da günümüz için artık bu araştırmanın çok bir değeri yok zira o dönem ki eğitim sistemiyle günümüzdeki inanılmaz derecede farklılaşmış durumda. Ama eğitim sisteminin tarihselliğini anlamak için iyi bir eser olduğunu düşünüyorum.
2 notes
·
View notes
Text
Byung-Chul Han, 1959, Seul, Güney Kore doğumlu İsviçre ve Almanya vatandaşı yazar, filozof ve kültür eleştirmenidir.
Günümüz toplumuna dair derin ve incelikli analizler içeren eserleri birçok dile çevrilmiş olan Han'ın 18., 19. ve 20. yüzyıl felsefesinden beslenen çalışmalarının başlıca referansları arasında Alman İdealizmi (özellikle G. W. F. Hegel), Karl Marx, Friedrich Nietzsche, Frankfurt Okulu, Martin Heidegger, Jacques Derrida, Michel Foucault ve Giorgio Agamben gösterilebilir. Etik, fenomenoloji, postyapısalcılık, kültür kuramı, estetik, din, medya kuramı, yapısöküm gibi konularda tartışma yürüten Han, psikolojik rahatsızlıklar, iktidar, neoliberalizm, kapitalizm, sosyal medya ve popüler kültür gibi temalar ve bu temalar arasındaki ilişkiler üzerine teoriler geliştirmiştir. (Kaynak:Vikipedi)
youtube
0 notes
Text
Neoliberalizm ve Neofaşizm: Bir Ortakyaşarlık Öyküsü - Foti Benlisoy
Avrupa Parlamentosu seçimleri, hemen akabinde de Fransa’daki meclis seçimi, “aşırı sağın” siyasal merkezin zaptına dönük uzun yürüyüşünün hızlanarak devam ettiğini gösteriyor.[1] Aşırı sağ, artık gelip geçici bir siyasal reaksiyondan ziyade Avrupa siyasal yelpazesinin hiç de “aşırı” falan sayılmayan makbul, meşru ve kalıcı bir parçası. Neoliberal merkezin (Tarık Ali’nin meşhur tabiriyle…
0 notes
Text
neoliberalizm aşırı büyüme bitti kardeşim, insanlar kendini zenci yaptı
Sadece türkiyede değil bu başka yerlerde de böyle
Almanlarda zenci mesela bu çözülmesi gereken bir sorun
0 notes
Text
1 Mayıs'tan Artakalan...
Mütemadiyen kendini tekrardan var eden bir cerahat sarmalının orta yerinde buluyor iş bu ülke kendisini. Hak talanından, gündelik yaşamın eğrelti kılınmasına, ekonomik verilerin sıradana karşıt konumlandırılmasından despotizmin yükseltilmesine her anlamda kuşatma gerçek kılınıyor. Tümüyle bir cerahat sarmalının ortasına demirlemiş ülke gerçekliği belli bir hakikatin ta kendisi ilan ediliyor. Tahakküm, tecrit ve terörü ajandasından eksik etmeyen geri koymayan bir devletli aksiyonunun projeksiyonu hep daha ağırı, hep daha fenasını imliyor artık. Tespit olunan, bildirilen, yaşatılan kadar bir de hayatta görünmeyen, anılmayan ama varlığını her dem muhafaza eden bir tehdit döngüsü aralıksız yinele geliyor. O cerahat sarmalının tam da ortasına demirleyen ülkenin gerçekliğini var edebilmek için eldeki tüm imkanları seferber eden, günü kapkaranlık, şimdiyi meçhul, yarını muamma / muallak kılan bir tavır veya anlayışın insafında hangi mesel çözümlenebilir. Yaraların hangisi derlenip toparlanır sahiden!
Tümüyle kendini inkar, tamamıyla örtbas edilmek istenenin cerahatli kıvrımlarında yol, yön araya duran bir iktidar kliğinin neyi nasıl cerahate teslim ettiği gündelik bir mesele değildir. Yirmi bir koca yıllık iktidar pratiğinin dönüştürdüğü yer, ulaştığı merhale başlı başına bu tahayyüllerin ta kendisinden türetilir. Mütemadiyen kendini tekrardan var edip duraksamadan icraat eylenen tahakküm halleri, pratikleriyle bir cerahat sarmalının kesin, kati ve aralıksız imali güncellenir. Eldeki en büyük başarıları da o cerahati bir icraatın ta kendisiymiş gibi aksettirmek olur. Yurttaşın haklarının talan edilebildiği bir zemini açık bir biçimde riyayla, rüyalar memleketi diye atfetmek başlı başına bir çıkarımdır. Muktedir ve avenesi olanların var ettiği açmazlarla, girift, kötücül, katran karası bir menzilin imali ne haldedir, görmek anlamak mümkün olacaktır. Cerahatin ortasına terki diyar edilmenin her nasıl var edildiği az çok 1 Mayıs gösterileri sırasında özellikle İstanbul’da cereyan eden tahakküm halinden belirgin olacaktır.
Taksim’e çıkan tüm arterlerin, hemen tüm ulaşım imkanlarının, metrosundan, vapuruna, tramvayından, metrobüsüne kadar abartıp teleferiği engellemeye varan bir cerahatle ol tahakkümün her nasıl biçimlendirildiği zaten ortaya çıkar. Bir kent abluka altına alınır. Koca bir kentin önemli iş menzillerine varabilmek mucize kılınır. Araç bulunsa yollar kapalıdır. Açık yol bulunsa araç oralardan geçememektedir. Araç da yol da bulunsa bu defa da tabana kuvvetle ancak iş yerine varılabilecektir. İş yerine varılsa var edilmiş emek bayramında daha dakikasında eksiklik var edilip mesaiden düşüm halleri işe geç kalındığı öne sürülerek sille tokat var edilir. Hap kadar kılınmış hak kavramının, emeğin ve direniş mefhumunun gününde yeniden dayatmalara dönüştüğü bir zeminin gerçekliği söz konusu olur. Mütemadiyen kendini tekrar eden bir sarmal içerisinde cerahat dört koldan savunulup duruyor işte, eş zamanlı. İçişleri bakanı nam Yerlikaya gönençlenip dururken, elli bine yakın kolluğun sabaha karşı üçte kaldırıp, beşte askeri nizam yollara döktürülüp, direk edildiği bir zeminin ortasındayızdır. Deli Dumrul kanunları gibi, Bozdoğan geçidini kapatmaktan, istediği sokağı açıp, dilediği caddeyi tutup, o akışı müsait bu akışta ilerleme halini imkansız addeden, kendine var edilmiş eziyeti içselleştirip, kalan halktan hıncını da pekala çıkartabilen bir cerahat imal edilir. Edilir ki, o cerahat içerisinde rehin edilmiş olan ülke fark edilmesin diye taklalar atılır. 1 Mayıs, 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı değil, zorbanın / zorbalıkla bütünleşik olanların eza günüdür. Zulmün dört bir yanda ister üniforma, ister lacivert takım elbise, isterse de sivil görünümlü olarak yinelendiği bir hali işaret etmektedir, iş bu yeni ülkede.
Murat Uysal’ın Evrensel Gazetesindeki haberidir: “İstanbul’da DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDH tarafından oluşturulan Tertip Komitesi, İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs için Taksim’i adres gösterirken, emekçilere Saraçhane’de buluşmak üzere çağrı yaptı. Saraçhane’ye götürülen DİSK’e bağlı sendikalara üye işçiler ise hiçbir hazırlık yapılmadan götürüldüklerini, 1 Mayıs günü “Önlüklerinizi giyin, alana gidiyoruz” denildiğini anlattı.
İstanbul 1 Mayıs’ı için Taksim’e çağrı yapan Tertip Komitesi, buluşma noktası olarak Saraçhane’yi belirledi. Bozdoğan Kemeri önüne duvar ören polis kitlenin Taksim’e yürümesini engellerken, Tertip Komitesi ise birkaç saat sonra ‘faaliyetin son bulduğunu’ açıklayarak geri çekildi. Emekçiler bu tutum nedeniyle Tertip Komitesi’ni protesto ederken, alana götürülen işçiler ise umdukları ile bulduklarının zıt olduğunu aktardı.
Özellikle seçimden sonra gerek hükümetin hayata geçirmeye çalıştığı plan ve programlara gerek ceplerine giren paranın çabucak erimesine karşı 2024 1 Mayıs’ının görkemli geçeceğini umduklarını anlatan işçiler, Saraçhane’de yaşananların kendilerini “dumura uğrattığını” söyledi.
20-25 İşçiye Bir Broşür Düştü
DİSK’in en fazla üyeye sahip olan sendikası Genel-İş’in bir şubesiyle gelen bir belediye işçisi, 3 bine yakın işçinin çalıştığı belediyeden sadece 11 kişiyle Saraçhane’ye geldiklerini söyledi. Belediye işçisi, “Bunun böyle olacağı hazırlıklardan belliydi. Oysa bizler bu sene 1 Mayıs’ın en görkemli bir şekilde planlanacağını, seçimlerde darbe vurulan AKP’ye 1 Mayıs’ta gücümüzü göstereceğimizi sanıyorduk. Kürsülerden 1 Mayıs’ta Taksim’e çağrı yapan Genel-İş Genel Merkezi ne yazık ki bizlere gönderdiği programlarda bu çağrının çok gerisinde kalıyordu. Sayılarla size bunu anlatayım: Geçen sene 1 Mayıs’a hazırlanırken 1 Mayıs gününe neredeyse 1 ay kala hazırlıklarımız başlamıştı. Kadro talebimizin öne çıktığı afişler, taşeron çalıştırmaya karşı çıkan dövizler çok önceden elimize ulaşmıştı. 2 bine yakın böyle afiş vardı, ellerimizle astık. Bir bu kadar da broşürümüz vardı, bunları da dağıttık. Ancak bu sene bu sayı sadece 300’dü. 100 tane de broşür elimize ulaştı. Düşünebiliyor musunuz 20-25 işçiye bir broşür düşüyor? Hazırlıklarda genel merkezimiz sanki bu sene 1 Mayıs yapılmasını istemiyormuş gibiydi” dedi.
"İşçiler İkna Olmadı"
Sayısı az olan ve kendilerine geç ulaşan afişleri 30 Nisan günü asabildiklerini anlatan işçi belediye işçilerini 1 Mayıs’a katılmaları için ikna etmekte de güçlük çektiklerini söyledi. Genel-İş Genel Merkezi tarafından ellerine ulaşan broşürlerde ne kadro talepleri ne eriyen ücretlerine dair bir ibaret olduğunu söyleyen işçi, “Doğal olarak işçiler Taksim’den başka ibarenin olmadığı, nasıl Taksim’e girileceğinin dahi tarif edilmediği bir çağrıyla ikna olmuyor, aksine çekiniyorlardı. İktidarın baskısı bu seviyeye ulaşmışken gözaltından biber gazından çekinilir mi, diye soranlar olacaktır. Oluyor maalesef, sendikalar 1 Mayıs’ı anlatmazsa, eğitimler yapılmazsa, 1 Mayıs’tan bihaber işçiler senin dibini doldurmadığın ‘Haydi Taksim’e gidelim’ çağrına ‘Gözaltına alınırsam ne olacak’ diye tepki verir” diye konuştu.
“Bu halde Taksim’e çıksak ne ifade edecekti” diyen işçi şöyle devam etti: “Şimdi herkes eleştiriyor ya DİSK neden barikata yüklenmedi diye. Yüklenseydi, barikatı da yıksaydı biz Taksim’e hangi talebi götürecektik? Üzerimizde Genel-İş önlüklerinden başka bir şey yoktu. İşçilerin elinde ne bir döviz ne bir pankart vardı. Kadro talebimizin eriyen ücretlerimizin sözünün dahi edilmediği bir 1 Mayıs geçirdik. Özeleştiri yetmez, buna sebep olanlar kimlerle ne pazarlık yaptıysa ortaya dökülsün isterim.”
"1 Mayıs Yeterince Anlatılmadı"
DİSK’in en çok üyeye sahip sendikalarından bir diğeri olan Birleşik Metal-İş’in İstanbul’da örgütlü olduğu çok fazla iş yeri yok. Bu nedenle Birleşik Metal-İş Taksim kararı alınan İstanbul 1 Mayıs’ı için Gebze’de örgütlü olduğu fabrikalardan işçi getireceğini söylemişti. Her yıl Gebze’de kutlanan yerel 1 Mayıs’a da bu sene katılmayacağını duyurmuştu. Gebze’den Saraçhane Meydanı’na gelen Birleşik Metal-İş üyesi fabrikadaki 1 Mayıs’a hazırlık sürecini şöyle anlattı: “Genel Merkez cephesinde nasıldı bilmiyorum ama bizim fabrikamızda hem temsilciler hem de şube 1 Mayıs’ı anlatmakta zayıf kaldı. En azından bizim temsilcilerimiz Taksim’de yapılmayacağına çoktan ikna olmuş, ‘Ya Maltepe’ye gideriz ya Gebze’de kutlarız’ diyorlardı. Taksim işi netleşmeye başlayınca bu söylemlerin yerini ‘Çok kalabalık gitmeye gerek yok, engellenebiliriz’ sözleri aldı. İstanbul’a gideceklerin isim listesi dahi işçileri zoruyla hazırlandı. Genç işçilerin genç oldukları için haberdar olmadıkları, yaşlı işçilerin ise çoktan unuttukları 1 Mayıs’ın biz işçiler için anlamı yeterince anlatılamamış oldu”
"Sendikalara Olan Güveni Zedelediler"
Birleşik Metal-İş olarak alana zaten geç girdiklerini söyleyen bir metal işçisi, “Alanda taş çatlasın 1 saat kalmışızdır. Hemen otobüsün dibindeydik zaten, önümüzde bağlı bulunduğumuz şubenin adının yazdığı pankarttan başka pankart yoktu. Bazı fabrikalardan gelen işçiler önceki yıllarda kullandıkları pankartları getirmişti. Bunlar dışında bir talep yoktu. Alanda bekleme salonunda gibiydik. Sıkış tepiş geçen 1 saatin ardından Tertip Komitesinin “Eylemi bitirdik” duyurusuyla neye uğradığımızı şaşırdık. Gerisin geri otobüslerimize gönderildik. 1 Mayıs bir eşiktir, fabrikalarımıza geri döndüğümüzde patronlarımıza karşı daha bir özgüvenli olmamız beklenir sonuç olarak bunu kırdılar. Sendikalara güveni zedelediler, bugünkü kötü tablodan çok yarın işçileri sendika ile hareket etmeye nasıl ikna edeceğimizi düşünüyorum. Çünkü ertesi gün zaten AKP’li olan işçi televizyonlarda müdahaleyi görüp ‘İyi ki gelmemişim’ dedi. Alana gelen işçinin ise savunacak hiçbir şeyi yoktu, sendikacılar elimizden bunu aldı” diye konuştu.
"Talepler Yankılansın İstedik Ama..."
Enerji-Sen ile Saraçhane Meydanı’na gelen bir enerji işçisi ise sitemini şu sözlerle ifade etti: “Çok öfkeliyim. Yarı yolda bırakıldı, kandırıldık, terk edildik. Böyle bir karar alacak, alanda böyle davranacaksanız neden izinli eylem yapmadınız? Biz Enerji-Sen üyeleri olarak Taksim iradesini savunmaya geldik ancak konfederasyon böyle davranmadı. İsterdik ki iktidarın bu ablukası dağıtılsın, şehrin en kalabalık meydanlarında işçilerin talepleri yankılansın, ancak böyle olmadı.”
Bir cerahat sarmalına demirlemiş ülkenin onca masalının kıyısındaki hakikat bu yukarıda aksettirilen hayatların yaşadıklarıdır. Sıradan insanlara reva görülen üç kuruşluk yaşam hakkı mefhumunu daha da sömüren, dipsiz bir karanlıkta haydi bununla da başa çıkın artık diye çemkirilip durulan bir neoliberal çarkın ortasında yaşama dair umutların, emeğin gerçek karşılığına dair seslenişlerin önü Bozdoğan Kemerinin önünde, gerek siyasi özneler, gerekse de Taksim çağrısını var eden Disk ve Kesk’in eylemsizliği ya da umursamazlığı sayesinde heder olunur. Onca canhıraş, çözümü elzem olagelen yaranın orta yerinde, bir günlüğüne de olsa gerçekten emek mücadelesinin imkansızlıklar içinde yaşamaya mahkum kılınanların dertlerine dair bir sahipleniş söz konusu edilmez. Burjuva sermayenin, madun siyasetin baş aktörlerinin, düzen insanlarının, her şeyi güzelleme çaba ve isteminden aslında her ne oluyor buna dahi kafa yormayanların ülkesinde, o sessizlerin bir biçimde hakikatini bildirmesi men edilir. Tahakkümü var edenlerin ellerini ovuşturup durdukları bir zeminde, geleceğin ipotek altına bunca rahatça alınabildiği bir menzilde ol hakikat yeniden başka baharlara terk edilir. Böyle miydi direniş kültürü, bir günlük kadar da mı değildir, itiraz hakkını ortaklaştırabilme iradesi, nedir, yanıtsız konulur.
İktidar kanadının tamamının bu düzeninin böyle sürgit yinelenmesine önayak olduğu bir zeminde gerçekliği sorgulayabilmek ne ara söz konusu olacaktır. İçine terk edilip durulan o çetrefilli olmayan bataklığın, dipsiz koyağın, cerahatle bütünleşik menzilin hakikatine de bir reçete söz konusu edilebilir mi? Koca bir emek bayramının gümbürtüye konularak, bir kent tastamam işleyemez kılarak, mecburi bir gözaltını var ederek hangi sorunların ol üstünden gelinebilecektir ki! Anayasa Mahkemesinin hiçe yazıldığı, kararlarının geçersiz kılındığı / bildirildiği bir zeminde verili hakların kalanını kim nasıl kurtaracaktır ki sahi ama sahiden? Hak kavramının zayi olunabildiği bir zeminde başlı başına cerahati at koştuğu, yön ya da hiza belirlediği bir ülke gerçekliği söz konusu olur. Hazine bakanı ol Şimşek’in sıkın dişinizi, Mayıs’ta enflasyon pik yapacak, iki seneye kalmaz da tek haneyi görecek açıklamasının paralelinde, emeklilere bir asgari ücreti, çalışana Temmuz’daki ara zammı, emek dünyasındaki tazimat haklarının ilelebet hiç edileceği yepyeni düzenlemeler ya da emeklilik sistemlerinin katara eklendiği bir zeminde, sermayenin sesi her yerdeyken sıradan insanların hakkı ne olacaktır! Patavatsız bir halde ekonomik çökertmeyi zemine ol sıradanın sırtına yük olarak bindirdiği vergilendirmeler, tahakkuklar, kesintilerle birlikte var eden bir muktedirin, sahiden de herhangi bir çözümü var etme çabası / emaresi söz konusu edilebilir mi? Bütünüyle masallar anlatılırken, madun siyaset ılımlı havalardan bahis açıp dururken, yönelimini kulaklarını tıkayıp kendi bekalarını sağlama alma adına susanların muktedir olma hallerinde bir kez olsun sıradanın meseli anlaşılabilecek midir, sahiden de!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Bülent KILIÇ – via X (@Kilicbil)
#söz hakkı#meram#arzihal#yıldırı#tehdit#mayıs 1#emek#dayanışma#direniş#yıkım#yol nereye?#ekonomik#çökertme#düzen#neoliberalizm#akparti#çoruşma#hayat hakkı#insanlık#yara#yönelim#istikamet#hak arama#devrim#disk#işçi hakları#emeğin gündemi#prekarya#demokrasi#tehdit dili
1 note
·
View note
Text
FUTBOL DA KITLELERIN AFYONUDUR
ENGEREKLER ve ÇIYANLAR
AKP düzeni BURJUVA KANALI, istanbul çok güzeldi, sonra hava karardı diyerek işçilerin grevini, protestosunu ve yürüyüşünü gösteriyor, AÇIK AÇIK İŞÇİ ve HALK DÜŞMANLIĞI yapıyor.
Neoliberal düzenle birlikte palazlanan ve AKP döneminde şaha kalkan kapitalistin sahibi olduğu kanal artık reytinge ihtiyaç duymuyor ki, orta sınıfa değil, sayısı devede kulak olan burjuva sınıfına yönelik programlar yapıyor.
Evrim Akın, ev gezmesi adında bir programla ünlülerin malikanelerine, saraylarına ziyaretler yapıyor ve hep birlikte burjuvazinin kanlı iktidarından iri paylar alanların saltanatlarını biz zavallı züğürt böcek halk yığınlarına teşhir ediyor.
Patronuma laf ettirmem diye övünen NAMUS ABİDESİ sempatik hanım da İŞÇİ ve HALKIN kanı üstünden milyonlar kazanırken diğer reaya kanal çalışanları işlerini yaparken kendi kuyusunu kazıp kendine ve çıkar birliği içinde olduğu züğürt halka ihanet ediyor.
FUTBOL KİTLELERİN AFYONUDUR (İki anlamda da, uyutur ve teselli eder, oyalar, keyif verir)
NEOLİBERALİZM, AKP iktidarı, yönetici elitlerinin tepede olduğu devasa çıkar hiyerarşisinin, REJİM BASINI ve KAPİTALİSTİ YARATMA, EMPERYALİST SÖMÜRÜ APARATLIĞIYLA ÜLKEYİ TALAN, YAĞMA ederken ceplerini doldurmaları ve yukardan aşağıya işbirliği yapan destekçi kitlelerine paylar dağıtması ve ülkedeki iktidara hizmet edecek ve halkı uyutarak oy kazandıracak, kazandırmaya yardım edecek her şeyi kontrolü altına aldığı gibi fethettiği FUTBOL ve her biri işlerini yapan aktörleri ve kurumlarıyla halkı afyonlayarak uyutması ve kurbağalar gibi yavaş yavaş kızartması. TÜRK JONES'LAR, FETİH, YAĞMA, TALAN
“1993-2003 arası Rusya’da çok güzel bir filmi baştan sona görmüştüm: Oligarkların doğuşu. Birçoğu metal madencilik, doğal kaynaklar gibi alanlarda idi. Türkiye’nin kısıtlı imkanlarında ben de gözüme Eti Krom’u kestirdim.”
Kim bu açık sözlü sermayedar?
Çoğu kimse Samsunspor Kulübü’nün hayırsever başkanı diye de tanır Şirketinin değeri üç kattan fazla artmış,serveti birkaç kez katlanmıştı.
Aynı dönemde ülke boğazına kadar borca batıp, taşını toprağını satacak hale gelirken, böylesine küresel servetin temeli neye dayanıyordu? “Makine mühendisiydim. 1993’te ABD’den döndüğümde ne yapacağımı bilmiyordum ancak ne yapmayacağımı biliyordum. Makine mühendisliği yapmayacaktım. Onun için Rusya ile kömür ticaretine başladım.”
Bloomberg’in haberindeki yanıt şuydu: “Her şey iflas etmiş bir krom ve gübre fabrikasını almasıyla başladı…” Aslında kastedilen, en değerli kamusal cevherlerden kromun özelleştirilmesiydi. Lakin iflas filan yoktu, düpedüz haraç mezat satış vardı.
“Bankalardan birer milyon dolarlık kredi aldım. Sonra kömür taşımacılığı için gemi kiralama derken işler büyüdü. Gemi aldım. Biraz para kazanmıştım. Türkiye yeni krizden çıkıyordu.”
Finansal serbestleşmenin külfeti halka yıkılıyordu. Bakkal dükkânı gibi açılan bankaların içi boşaltılmış, kamu bankası kredileri buhar olmuş, yüksek faiz ve enflasyonun coşturduğu iç borçlanma rantiye sınıfını güçlendirmişti. 10 yıl süren ‘devlet bütçesini talan etme şenlikleri’nden pay koparan herkesin elinde ciddi servetler birikmişti. TOBB’un bir yöneticisi “Bu kadar para kazandığımız bir dönem bir daha gelmez” demişti. AKP’yi tahmin edememişti anlaşılan.
Halkın payına düşen ise kışın ısınmak için çalışmak ve türlü ciğer hastalıklarını patlatan petro kokun zehrini solumaktı. (İş cinayetlerini de unutmayalım)
Esas mesele yeni başlıyordu. Sermayenin yarım asırlık hayalinin gerçekleşmesi için şafak söküyordu. Cumhuriyet mülkünü paylaşma zamanıydı. 70 milyar dolardan fazla özelleştirme memleketin altını oydu. Kelimenin hem mecazi, hem gerçek anlamıyla… Petrokimya, telekomünikasyon, enerji ve maden cevherleri gibi doğal kamu tekelleri ilk satışa çıkarılanlardı. İşte bugünkü rejimin karakterini anlamak isteyenler, 2004-2006 arası acele satılan üç doğal varlığa dikkat etmeli: Eti Bakır, Eti Alüminyum, Eti Krom. Türkiye’nin oligarklarının temeli böyle atıldı. Eti Alüminyum ve bakır Cengiz Holding’in, krom Yıldırım’ın oldu. 2008 mortgage krizi Batı’da finans piyasasını çökertirken, AKP’ye de aradığı imkanı sunuyordu. Krizi aşmak için finans kurumlarına enjekte edilen milyarlarca doların yarattığı devasa ucuz kredi havuzu içeride, AKP’nin rejim inşasının temellerini attı. Dış borcun patlamasını, ucuz kredi mekanizmasını, mega projeler adı altında özel sermaye gruplarına kaynak transferini, yandaş sermayedar ve yandaş medya yaratmayı vs. biliyoruz artık.
“1993-2003 arası Rusya’da çok güzel bir filmi baştan sona görmüştüm. Oligarkların doğuşunu. Ve birçoğu da metal madencilik, doğal kaynaklar gibi alanlarda idi. Türkiye’nin kısıtlı imkanlarında ben de gözüme Eti Krom’u kestirdim. Gemlik Gübreyi aldım.”
Eti Krom ne kadara satılmıştı biliyor musunuz? Bir yıllık ihracatının bile altında bir rakama, sadece 58 milyon dolara!
“Bu senenin başında Hollanda ve Belçika’da 1 milyon ton gübre üreten bir firmayı satın aldık. Nisan ayında Hırvatistan’da 1.3 milyon ton gübre üreten petro kimya firmasını aldık. Avrupa’da 1.5 milyon ton gübre üreten bir firmayla ilgileniyoruz. Madencilikte yeni yatırımlar yaptım. Rusya ve Kazakistan’daki krom madenini aldım. Kromda iflas etmiş firmadan başlayıp dünya üçüncülüğüne geldim. Bunları kimse getirip size vermiyor. Çalışıyorsunuz.” HALKIN AFYONU Spor kanalları, Erman, Rıdvan, Evrim, vs işlerini, ZÜĞÜRT TARAFTAR fanatikliğini yaparken her birine irili ufaklı paylar düşüyor. Züğürt halkın payına ise nesiller boyu, çocuklarının, torunlarının kullanacağı, yararlanacağı ülkenin değerli kaynaklarının modern emperalist ve sömürü düzeninde yok pahasına peşkeş çekilmesi oluyor.
AKP İKTİDARI, yönetici elitleri, besleme basını, yandaş sermayesi, orta sınıflarıyla Fado, Fiesta, FUTBOL ile züğürt halkı afyonlarken ÜLKEYİ ve HALKI YİYORLAR, kendileri zenginleşirken ülke bugünü ve geleceğiyle fakirleşiyor, kuru bakıra dönüyor. Halkın payına düşen ise kışın ısınmak için çalışmak ve türlü ciğer hastalıklarını patlatan petro kokun zehrini solumaktı.
İş cinayetlerini, Soma'yı, Karaman'ı, Bartın'ı, intihar eden yoksulları, akademisyenleri, yurt dışına kaçan değerli insan kaynağımızı, yok pahasına uzun saatler ve güvencesiz çalıştırılan işçileri, emek sömürüsünü, et ve süt fiyatlarının arşa ulaşmasını, tarımın ve çiftçinin çökertilmesini, eğitimin yerlerde sürünmesini, tarikatların egemenliğini, bürokrasiyi fethetmesini, doğal kaynaklarımızın kapitalist dünyaya peşkeş çekilmesini, ormanların, zeytinliklerin, sulak alanların maden ve diğer rantlar uğruna yok edilmesini ve hepsini sayamadığımız, bilmediğimiz envai çeşit kötülüğü futbol afyonunun keyfine kapılarak seyrettik sadece. Yani yavaş yavaş kızartılan kurbağalar gibi hiç tepki vermedik. Tepki vermeyi bırakın fark etmedik bile.
0 notes
Text
Hala, Umut İnsanda!
✍🏻 Ercan Eroğlu
https://www.gundemarsivi.com/hala-umut-insanda/
Paulo Freire dünyaca bilinen saygın bir eğitimcidir ve ülkemizde “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı yapıtıyla tanınmaya başlamıştır.
Kitaplarının birçoğu da Türkçemize kazandırılmıştır. Sözünü ettiğimiz yapıtında yaşamı boyunca okuryazar olmayan ve ezilen olarak ifade ettiği yoksul yetişkinlerin eğitimiyle ilgilenmiş bir eğitimcidir. Freire Ezilenlerin Pedagojisi kitabında sadece belli eğitim merkezinde uygulanacak alternatif bir pedagojiyi değil, amaçları kadar kullandığı araçları da özgürlükçü olan bir özgürleşme siyaseti önermektedir. Freire’e göre siyaset, kelimenin en geniş anlamıyla bir eğitim süreci olarak ifade edilebilir. Freire öncelikle “bankacı eğitim modeli” diye adlandırdığı ezberci eğitim yöntemini reddeder.
Bu ezberci yöntemde ezilenler, üzerlerine bilgi yatırımı yapılan boş kaplar olarak değerlendirilmektedir. Bankacı eğitim modelinde eğitim öğrenenlere sunulur. Bankacı eğitim modelinde öğrenenler nesne, öğretmenler veya siyasal liderler ise öznedir.
Bu modelde dünya;
Kapalı, durağan bir düzen, tamamlanmış bir gerçeklik olarak sunulur. Eğitim faaliyetlerinde diyalog karşıtı tek yanlı bir zorlama, diretme söz konusudur. Diyalog karşıtlığı; ezilenleri kaderciliğe iten, özgürlükten korkmalarına yol açan ve bu yüzden ezenlerin üzerlerindeki hükmetme isteğini pekiştiren bir model olarak ifade edilir. Freire diyalog karşıtlığının aksine ezilenlere dayatılmayan, onlarla diyalog içinde oluşturulan bir pedagojiyi “problem tanımlayıcı eğitim” modeli diye adlandırdığı bir metodolojiyi önerir. Freire’e göre yoksul ve eğitimsiz insanları “nesne” olarak algılayan, sınıf farklılığı nedeniyle insani ilişkiler yerine otoriter ilişkileri savunan düşünceler özgürleştirici olamaz. Özgürleşme, ezilenlere lütfedilecek bir olgu değildir ve bu şekilde sunulamaz; aksine ezilen insanların bağımsızlık uğruna verecekleri çabanın sonucudur. Freire’in önerdiği eğitim modelinde, “İnsanların dünya ile ilişkilerindeki problemleri tanımlamalarını, dünyayı insanın kendini yaratma (kendini gerçekleştirme) görevinde kullandığı bir malzeme olarak görmelerini sağlar.’‘ Diyalogun en önemli ön şartı ise insanlara gerçek anlamda inanmak ve insanları sevmektir. Burada “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” dizelerinin sahibi Zülfü Livaneli’yi de anmış olalım.
Büyük eğitimci Freire ve eğitim felsefesini kısaca andıktan sonra bu bağlamda dünya panoramasına kısaca değinmekte yarar var. Çünkü bankacı eğitim modeli başta bizim eğitim sistemimiz olmak üzere birçok ülkede egemen durumda. Bu eğitim modeli eleştirel düşünen, sorgulayan, özgürleştiren birey değil, tabii olan, uyumlu, itaatkâr birey yetiştirir.
Çok uzun süredir insanlık çok ciddi bir akıl tutulması yaşıyor. Bir yandan da insanlığın önündeki temel sorunlara ışık tutacak paradigma arayışlar sürüyor. Ülkemizde ve dünyada fikirler dünyasında hegemonya kurmuş olan düşünce akımlarının, kısaca hepsinin çıkış kaynağı olarak değerlendirilebilecek olan neoliberalizm insanlığa kan kusturmaya devam ediyor.
Bütün acımasızlığıyla İsrail-Filistin savaşı dünyanın orta yerinde sürüyor ve dünya ülkeleri izliyor. Oysa yaşanan adeta bir soykırım. İnsanlık adına ve geçmişten gelen geleneğimiz adına tarafımız belli ezilenlerden, mazlum Filistin Halkından yanayız. Hitlerin kıyımına uğramış, katledilmiş bir halkın seçilmişleri olan Binyamin Netenyahu hükümeti ABD ve birçok AB ülkesi desteği ile yeni savaş teknolojilerini mazlum Filistin halkı üzerinde kullanıyor.
Dünyanın gündeminde sadece savaş yok elbette.
Ukrayna Rusya savaşı da dâhil savaşların tetiklediği iklim, ekonomik, gıda ve enerji krizi, yoksulluğun küreselleşmesi, güneyden kuzeye doğru kitleler halinde yaşanan göç sorunu insanlığın önünde duran belki de orta vade de insanlığın sonunu getirebilecek sorunlar olarak karşımızda duruyor.
Ülkemiz de dünyada yaşanan bunca sorunun tam da orta yerinde bulunuyor ve doğrudan olumsuz olarak etkileniyor.
Ülkemizi nasıl bir gelecek bekliyor?
Çok uzun süredir eğitim, ekonomi, adalet, sağlık, tarım, demokratikleşme, basın özgürlüğü vb. birçok alanda, bir önceki yılı aratan bir şekilde artan, kronikleşen krizler yaşıyoruz. Kısa ve orta vadede krizden çıkış görünmüyor.
Prof. Dr. Mustafa Durmuş’un yakın zamanda Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonun düzenlediği panelde Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifinde, 2024 yılı için; 11 Trilyon 89 Milyar TL’lik gider (Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın yüzde 27’si); 8 Trilyon 437 Milyar TL’lik gelir öngörülüyor. Dolayısıyla bütçe açığının 2 Trilyon 651,9 Milyar TL (yüzde 6,4), faiz dışı açığın ise 1 trilyon 398 milyar TL olarak gerçekleşmesi öngörülüyor. Böylece önümüzdeki Orta Vadeli Plan döneminde 3 yılda 3 Trilyon 654 Milyar TL bütçe açığı verilmiş olacak. Bu üç yıllık dönemdeki faiz dışı açığın ise 945,3 Milyar TL’ye indirilmesi hedefleniyor. Bu da halka dönük sosyal harcamalarda ciddi bir kesinti olacağını ve / veya vergi yükünün daha da artacağını gösteriyor. Bu yılın Ocak–Eylül (9 aylık) dönemi bütçe açığının 512 Milyar TL olduğu dikkate alındığında, iktidar bloku yılın geri kalan son üç ayında 2 Trilyon 140 Milyar TL’lik bir açığı gerçekleştirecek harcamalarda bulunacak demektir. Yani iktidar sadece deprem harcamaları değil, yerel yönetim seçimleri yolunda çok ciddi harcama yapmayı da planlamış görünüyor. Tabi her şey tasarlandığı gibi giderse, fakat bu plan yapılırken Filistin İsrail savaşı gündemde yoktu!
20 milyonun üzerinde öğrencisi ve 1 milyon 300 bine yaklaşan öğretmen sayısıyla dev bir sistem olan eğitim sistemimiz bu hantal yapısıyla yönetilebilir olmaktan hızla çıkmaktadır.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın açıklamalarına göre, Milli Eğitim Bakanlığı için 2024 yılında 1 trilyon 90,2 milyar lira bütçe ayrıldı. Böylece bütçeden eğitime ayrılan pay yüzde 14,6 oldu. Eğitime ayrılan bu bütçe elbette ki yeterli değil. Belirlenen bu bütçenin içinde eğitim çalışanlarının ücretleri önemli bir pay tutuyor. Aslında eğitimin niteliğini geliştirmek için de geriye pek bir şey kalmıyor.
Eğitim sistemimizin yapısal sorunları nelerdir?
Belki de 20 yıl kadar önce bu sorunun cevabına ilk sıralara birçok eğitimci “öğretmen yetiştirme düzenimiz!” derdi. Ama artık eğitim sistemimizin en önemli sorunu eğitim bilim uzmanı ve iki öğrenci babası olarak diyebilirim ki laik, demokratik, çağdaş eğitimden hızla uzaklaşılması ve emekçi sınıfların, Freire gönderme yapalım “ezilenlerin” eğitime erişimidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı uzun yıllardır eğitim sistemimize dışardan ya da içerden müdahil olma çabasındadır. Örneğin 1996 yılında “Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif” oldukça kapsamlı bir çalışmayı kitaplaştırmıştır. ”Güle Oynaya Camiye Gel” projesi kapsamında 40 gün sabah namazına gelene bisiklet, okul öncesi eğitim çağındaki çocuklar için Kur’an Kursları açma ve kitap dağıtma, ÇEDES Projesinin (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi) amacı şöyle açıklanmış; “Öğrencilerimizin “millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerimizi benimseyen, koruyan ve geliştiren fertler olmalarına” ayrıca çağın ve geleceğin becerileriyle donanmış, bu donanımı insanlık hayrına sarf edebilen, bilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı; millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerimizi kendi yaşantılarında inşa etmiş; akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi, bedensel ve sosyal bakımdan dengeli bireyler olarak yetiştirilmesine katkı sağlamaktır.”
ÇEDES Koordinasyon Kurulu:
a) MEB DÖGM, DİB DHGM ve GSB GHGM’de, Daire Başkanları başkanlığında en az birer kişiden oluşan ortak kurulu,
b) İl ve ilçe düzeyinde İl / ilçe Müdürü ve Müftüsü başkanlığında il / ilçe müdür yardımcısı / müftü yardımcısı / şube müdürü, il / ilçe koordinatörleri, temsilci öğretmen, manevi danışman ve gençlik merkezi sorumlusu olmak üzere en az altışar kişiden oluşan ortak kurulu,
artık son aşama olarak Millî Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde yapılan değişiklikle, “Yatılı bölge ortaokullarının pansiyon kısımlarında ibadethane açılır. Okulöncesi eğitim ve ilköğretim kurumlarında talep edilmesi halinde ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak uygun mekân ayrılabilir” maddesi “okulöncesi eğitim ve ilköğretim kurumları ile yatılı bölge ortaokullarının pansiyon kısımlarında ibadet ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla doğal aydınlatmalı uygun mekânda mescit açılır” şeklinde değiştirildi.
Milli Eğitim Bakanlığının üst politika belgeleri incelendiğinde (MEB Stratejik Planı, Öğretmen Strateji Belgesi, Kalkınma Planı, OECD Bir Bakışta Eğitim, Orta Vadeli Program vb.) aslında bu uygulamaların söz konusu belgelerde yer almadığını görüyoruz. Bu tür projeler maalesef eğitim dünyasının dışından projelendirilmekte ve MEB’e sunulmaktadır. Kendi düşünceme göre, günümüz dünyasında yeri olmayan bu tür uygulamalar maalesef dışarıdan kotarılmaktadır. Yolukla, yoksullukla, yolsuzlukla debelenen insanlarımızın beklentileri çok başkadır.
Daha geçenlerde iki üniversite öğrencisi ekonomik nedenlerle kendi yaşamını sonlandırdı. Bu düzen maalesef sadece kendi mezar kazıcılığını yapmıyor, ülkemizin de mezarını kazıyor. Madde bağımlılığının yaygınlaştığı, erişiminin çok kolay olduğu, pandemi sonrası ağır psikolojik sorunlar ve öğrenme kayıpları yaşayan çocuklarımızın, eğitim dünyamızın sorunları aynı kalmakla birlikte yenileri de eklenmektedir.
Küresel dünyada küresel bir güç olmak, gönenç içinde yaşayan bir toplum olmak istiyorsak, yolsuzlukların, yoksunlukların ve yoksulluğun olmadığı, daha yaşanabilir bir dünya ve Türkiye istiyorsak, demokratik, çağdaş ve laik bir eğitim sistemi zorunluluktur. Eğitimin dini saiklerle yönetildiği, içeriğinin dinselleştirildiği hiçbir ülke demokratik ve çağdaş değildir. Ülke ve birey olarak refah içinde mutlu olarak yaşamaz.
Son olarak çocuklarımız bilgisayar ya da cep telefonları aracılığıyla dijital bağımlılık yaşamaktadırlar.
Bu durum da onların sosyalleşmelerini engellemekte, iletişim becerilerini zayıflatma, birlikte iş yapma, çalışma alışkanlıklarını yok etmekte, dikkat dağınıklığına neden olmakta, endüstriyel beslenme alışkanlığı yaratmakta, aile bağlarının kopmasına neden olmaktadır.
9.216.000 nüfusuyla İsrail, 57 İslam ülkesinin 1 milyar 600 milyon nüfusa meydan okuyor, çevresi sarılmış durumda Ortadoğu’da çıbanbaşı olarak duruyor. Biz “hiç akletmez miyiz?” ArGe çalışmalarına önem veren, bilim ve teknolojiyi gündelik hayatın her alanında kullanan İsrail’in diğer ülkelerden ne farkı var? Bence bu işin sırrı “Hayatta en hakiki mürit ilimdir, fendir, ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir” (M. K. Atatürk) sözlerinde saklıdır.
Burada konuşmamı öğrenci arkadaşlarıma ve anne babalarımıza okuma önerisi olarak üç kitap ismini telaffuz etmek isterim.
1. Yazarı Johann Hari olan “Çalınan Dikkat” ve “Kaybolan Bağlar”
2. Yazarı, Richard Bach, “Martı Jonathan Livingston”
Herkese iyi okumalar diliyorum. Lakin okumakla kalmayalım, anlayıp yorumlayalım, önce kendimizi sonra yakın çevremizi değiştirelim. Benim umudum hala var. Umut İnsanda!
Umutmayalım, cesaret hayatın eleştirisidir.
Büyük öğretmen Fakir Bayburt’un ifadesiyle “Sonsuz bir yaşam sonsuz bir umutla yaşanır”.
Sevgiyle kalın.
Ercan EROĞLU
Eğitim Bilimleri Uzmanı
#ErcanEroğlu #Eğitim #EzilenlerinPedogojisi #Paulo Freire #Ekonomi #Filistin #İsrail #ÇEDES #Demokratikleşme #Özgürlük #gundemarsivi #ogrencisorunlari #egitimpolitikalari #butceacigi
0 notes
Text
Eğer CHP iktidara gelmek istiyorsa, öncelikle neoliberal politikanın ne olduğunu ve alternatiflerini iyi anlamalıdır. Kişisel temelli muhalefet, etnik ve dini ayrışmaya ve bölünmeye yol açabilir. Muhalefetin öncelikle kendi stratejisini belirlemesi, taşları mı yoksa köpekleri mi bağlayacağına karar vermesi gerekmektedir.
Neoliberalizm Nedir:
Neoliberalizm, devletlerin ekonomik hayata müdahalesini azaltmayı ve piyasa mekanizmasını güçlendirmeyi savunan bir ideolojidir. Neoliberalizm, 1970'lerden itibaren küreselleşme süreciyle birlikte yaygınlaşmış ve dünyanın birçok ülkesinde uygulanmıştır. Neoliberalizmin temel özellikleri şunlardır:
Özelleştirme: Kamuya ait işletmelerin özel sektöre devredilmesi
Serbestleştirme: Ticaret, yatırım ve finans alanlarındaki kısıtlamaların kaldırılması
Kurallar: Ticari hayatı düzenleyen kuralların azaltılması veya ortadan kaldırılması
Sosyal harcamaların kısılması: Başta Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetlerinin azaltılması veya ücretli hale getirilmesi
Neoliberalizm politikasının savunucuları, bu politikaların ekonomik büyümeyi, verimliliği, rekabeti ve bireysel özgürlüğü artıracağını iddia ederken, neoliberal politikaları eleştirenler ise neoliberalizmin eşitsizliğe yoksulluğa, çevre sorunlarına ve demokrasiye zarar verdiğini ileri sürerler.
Sosyalizm Nedir?
Sosyalizm ise, daha geniş halk kitlelerini kucaklayan toplumsal ve ekonomik bir sistemdir. Sosyalizmde, tüm üretim araçları toplumun ortak mülkiyetindedir.
Üretim planlı bir şekilde yapılır.
Sosyalizmin amacı ise, sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak ve kişilerin değil toplumun refahını artırmaktır.
Sosyalizm, kapitalizmin karşıtıdır.
Türkiye İçin Neoliberalizmin Alternatifleri
Bu soru, sadece Türkiye'de değil tüm dünyada son yıllarda pek çok akademik, siyasi ve toplumsal tartışmanın merkezinde yer almaktadır.
Neoliberalizm, devletin ekonomik hayattan geri çekilmesi, piyasanın özgürleştirilmesi, sosyal hakların kısıtlanması ve küreselleşmenin hızlanması gibi politikaları savunan bir ideoloji ve uygulamadır.
Neoliberalizmin sonuçları ise, eşitsizliğin artması, yoksulluğun yaygınlaşması, demokrasinin erozyona uğraması ve çevrenin tahribatı olarak görülmektedir.
Neoliberalizmde taşlar bağlı köpekler serbesttir.
Neoliberalizmin alternatifi olarak öne sürülen farklı yaklaşımlar vardır.
Bunlardan bazıları şunlardır:
Neoliberalizmin alternatifi, Sosyal demokrasi:
Devletin ekonomik hayata müdahale ederek, sosyal refahı arttırması ve piyasanın aşırılıklarını dengelemesi gerektiğini savunan bir siyasi akımdır.
Sosyal demokrasi, batıda uzun bir geçmişe sahiptir ve İskandinav ülkeleri bu akımın başarılı örnekleri olarak gösterilmektedir.
Neoliberalizmin alternatifi, Yeşil politika:
Ekolojik sorunların çözümünü ilk ve öncelikli hedef olarak belirleyen ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli öneren bir siyasi akım.
Yeşil politika, doğanın korunması, enerji tasarrufu, yenilenebilir kaynakların kullanımı ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi konulara odaklanmaktadır.
Yeşil politikalarda taşlarda köpeklerde serbesttir.
Neoliberalizmin alternatifi, Demokratik sosyalizm:
Kapitalizmin sınıfsal sömürüsüne ve eşitsizliğine karşı çıkan ve sosyal adaleti sağlamak için devrimci bir değişim isteyen bir siyasi akımdır.
Demokratik sosyalizm, işçilerin örgütlenmesi, üretim araçlarının kamulaştırılması ve ekonomik planlamanın yapılması gibi politikaları savunmaktadır.
Demokratik sosyalizmde köpekler bağlı taşlar serbesttir.
---
A.Atam
0 notes
Text
Funda Sönmez Öğütle – Sanayisizleşme, Konut Siyaseti, Orta Sınıf (2024)
Funda Sönmez Öğütle, neoliberalizm deyip geçilen pratiğin kentleri nasıl değiştirdiğini ve kentler üzerinden hayatı nasıl dönüştürdüğünü, titiz bir bakışla inceliyor. Kentler, nasıl bizzat kültürel sermaye ve beğeninin nesnesi haline geldiler? “İyi yaşam arzusu”, nasıl konut ve inşaat “rüyalarına” bağlandı? Orta sınıf “ideali” nasıl kabul gördü? Toplumsal gruplar, kâh kendi benzerleriyle aynı…
View On WordPress
0 notes
Text
FUTBOL DA KITLELERIN AFYONUDUR
ENGEREKLER ve ÇIYANLAR
AKP düzeni BURJUVA KANALI, istanbul çok güzeldi, sonra hava karardı diyerek işçilerin grevini, protestosunu ve yürüyüşünü gösteriyor, AÇIK AÇIK İŞÇİ ve HALK DÜŞMANLIĞI yapıyor.
Neoliberal düzenle birlikte palazlanan ve AKP döneminde şaha kalkan kapitalistin sahibi olduğu kanal artık reytinge ihtiyaç duymuyor ki, orta sınıfa değil, sayısı devede kulak olan burjuva sınıfına yönelik programlar yapıyor.
Evrim Akın, ev gezmesi adında bir programla ünlülerin malikanelerine, saraylarına ziyaretler yapıyor ve hep birlikte burjuvazinin kanlı iktidarından iri paylar alanların saltanatlarını biz zavallı züğürt böcek halk yığınlarına teşhir ediyor.
Patronuma laf ettirmem diye övünen NAMUS ABİDESİ sempatik hanım da İŞÇİ ve HALKIN kanı üstünden milyonlar kazanırken diğer reaya kanal çalışanları işlerini yaparken kendi kuyusunu kazıp kendine ve çıkar birliği içinde olduğu züğürt halka ihanet ediyor.
KAPİTALİZMİN, ONA EKLEMLENEN TÜRKİYE'DEKİ SERÜVENİ
FUTBOL KİTLELERİN AFYONUDUR (İki anlamda da, uyutur ve teselli eder, oyalar, keyif verir)
NEOLİBERALİZM, AKP iktidarı, yönetici elitlerinin tepede olduğu devasa çıkar hiyerarşisinin, REJİM BASINI ve KAPİTALİSTİ YARATMA, EMPERYALİST SÖMÜRÜ APARATLIĞIYLA ÜLKEYİ TALAN, YAĞMA ederken ceplerini doldurmaları ve yukardan aşağıya işbirliği yapan destekçi kitlelerine paylar dağıtması ve ülkedeki iktidara hizmet edecek ve halkı uyutarak oy kazandıracak, kazandırmaya yardım edecek her şeyi kontrolü altına aldığı gibi fethettiği FUTBOL ve her biri işlerini yapan aktörleri ve kurumlarıyla halkı afyonlayarak uyutması ve kurbağalar gibi yavaş yavaş kızartması. TÜRK JONES'LAR, FETİH, YAĞMA, TALAN
“1993-2003 arası Rusya’da çok güzel bir filmi baştan sona görmüştüm: Oligarkların doğuşu. Birçoğu metal madencilik, doğal kaynaklar gibi alanlarda idi. Türkiye’nin kısıtlı imkanlarında ben de gözüme Eti Krom’u kestirdim.”
Kim bu açık sözlü sermayedar?
Çoğu kimse Samsunspor Kulübü’nün hayırsever başkanı diye de tanır Şirketinin değeri üç kattan fazla artmış,serveti birkaç kez katlanmıştı.
Aynı dönemde ülke boğazına kadar borca batıp, taşını toprağını satacak hale gelirken, böylesine küresel servetin temeli neye dayanıyordu? “Makine mühendisiydim. 1993’te ABD’den döndüğümde ne yapacağımı bilmiyordum ancak ne yapmayacağımı biliyordum. Makine mühendisliği yapmayacaktım. Onun için Rusya ile kömür ticaretine başladım.”
Bloomberg’in haberindeki yanıt şuydu: “Her şey iflas etmiş bir krom ve gübre fabrikasını almasıyla başladı…” Aslında kastedilen, en değerli kamusal cevherlerden kromun özelleştirilmesiydi. Lakin iflas filan yoktu, düpedüz haraç mezat satış vardı.
“Bankalardan birer milyon dolarlık kredi aldım. Sonra kömür taşımacılığı için gemi kiralama derken işler büyüdü. Gemi aldım. Biraz para kazanmıştım. Türkiye yeni krizden çıkıyordu.”
Finansal serbestleşmenin külfeti halka yıkılıyordu. Bakkal dükkânı gibi açılan bankaların içi boşaltılmış, kamu bankası kredileri buhar olmuş, yüksek faiz ve enflasyonun coşturduğu iç borçlanma rantiye sınıfını güçlendirmişti. 10 yıl süren ‘devlet bütçesini talan etme şenlikleri’nden pay koparan herkesin elinde ciddi servetler birikmişti. TOBB’un bir yöneticisi “Bu kadar para kazandığımız bir dönem bir daha gelmez” demişti. AKP’yi tahmin edememişti anlaşılan.
Halkın payına düşen ise kışın ısınmak için çalışmak ve türlü ciğer hastalıklarını patlatan petro kokun zehrini solumaktı. (İş cinayetlerini de unutmayalım)
Esas mesele yeni başlıyordu. Sermayenin yarım asırlık hayalinin gerçekleşmesi için şafak söküyordu. Cumhuriyet mülkünü paylaşma zamanıydı. 70 milyar dolardan fazla özelleştirme memleketin altını oydu. Kelimenin hem mecazi, hem gerçek anlamıyla… Petrokimya, telekomünikasyon, enerji ve maden cevherleri gibi doğal kamu tekelleri ilk satışa çıkarılanlardı. İşte bugünkü rejimin karakterini anlamak isteyenler, 2004-2006 arası acele satılan üç doğal varlığa dikkat etmeli: Eti Bakır, Eti Alüminyum, Eti Krom. Türkiye’nin oligarklarının temeli böyle atıldı. Eti Alüminyum ve bakır Cengiz Holding’in, krom Yıldırım’ın oldu. 2008 mortgage krizi Batı’da finans piyasasını çökertirken, AKP’ye de aradığı imkanı sunuyordu. Krizi aşmak için finans kurumlarına enjekte edilen milyarlarca doların yarattığı devasa ucuz kredi havuzu içeride, AKP’nin rejim inşasının temellerini attı. Dış borcun patlamasını, ucuz kredi mekanizmasını, mega projeler adı altında özel sermaye gruplarına kaynak transferini, yandaş sermayedar ve yandaş medya yaratmayı vs. biliyoruz artık.
“1993-2003 arası Rusya’da çok güzel bir filmi baştan sona görmüştüm. Oligarkların doğuşunu. Ve birçoğu da metal madencilik, doğal kaynaklar gibi alanlarda idi. Türkiye’nin kısıtlı imkanlarında ben de gözüme Eti Krom’u kestirdim. Gemlik Gübreyi aldım.”
Eti Krom ne kadara satılmıştı biliyor musunuz? Bir yıllık ihracatının bile altında bir rakama, sadece 58 milyon dolara!
“Bu senenin başında Hollanda ve Belçika’da 1 milyon ton gübre üreten bir firmayı satın aldık. Nisan ayında Hırvatistan’da 1.3 milyon ton gübre üreten petro kimya firmasını aldık. Avrupa’da 1.5 milyon ton gübre üreten bir firmayla ilgileniyoruz. Madencilikte yeni yatırımlar yaptım. Rusya ve Kazakistan’daki krom madenini aldım. Kromda iflas etmiş firmadan başlayıp dünya üçüncülüğüne geldim. Bunları kimse getirip size vermiyor. Çalışıyorsunuz.” HALKIN AFYONU Spor kanalları, Erman, Rıdvan, Evrim, vs işlerini, ZÜĞÜRT TARAFTAR fanatikliğini yaparken her birine irili ufaklı paylar düşüyor. Züğürt halkın payına ise nesiller boyu, çocuklarının, torunlarının kullanacağı, yararlanacağı ülkenin değerli kaynaklarının modern emperalist ve sömürü düzeninde yok pahasına peşkeş çekilmesi oluyor.
AKP İKTİDARI, yönetici elitleri, besleme basını, yandaş sermayesi, orta sınıflarıyla Fado, Fiesta, FUTBOL ile züğürt halkı afyonlarken ÜLKEYİ ve HALKI YİYORLAR, kendileri zenginleşirken ülke bugünü ve geleceğiyle fakirleşiyor, kuru bakıra dönüyor. Halkın payına düşen ise kışın ısınmak için çalışmak ve türlü ciğer hastalıklarını patlatan petro kokun zehrini solumaktı.
İş cinayetlerini, Soma'yı, Karaman'ı, Bartın'ı, intihar eden yoksulları, akademisyenleri, yurt dışına kaçan değerli insan kaynağımızı, yok pahasına uzun saatler ve güvencesiz çalıştırılan işçileri, emek sömürüsünü, et ve süt fiyatlarının arşa ulaşmasını, tarımın ve çiftçinin çökertilmesini, eğitimin yerlerde sürünmesini, tarikatların egemenliğini, bürokrasiyi fethetmesini, doğal kaynaklarımızın kapitalist dünyaya peşkeş çekilmesini, ormanların, zeytinliklerin, sulak alanların maden ve diğer rantlar uğruna yok edilmesini ve hepsini sayamadığımız, bilmediğimiz envai çeşit kötülüğü futbol afyonunun keyfine kapılarak seyrettik sadece. Yani yavaş yavaş kızartılan kurbağalar gibi hiç tepki vermedik. Tepki vermeyi bırakın fark etmedik bile.
0 notes
Text
🗣️ Cumhuriyet Halk Partisinin Kuruluş Ayarlarına Geri Dönmesi
Değişim ve yenilenmenin ne amlamda olduğu iyi veya kötü olduğunu belirler. Her değişimin ve her yeninin, mutlaka iyi olduğu anlamına gelmez.
Değişim ileriye doğru ise iyidir ve gelişim demektir. Ancak değişim geriye doğruysa, iyi değildir; hatta geriledikçe dönüşür, başkalaşır…
Sonuç değil neden-sonuç önemli
Seçim yenilgisi nedeniyle “CHP’de değişim” konuşuluyor. Ancak ne yazık ki değişim sadece isimler üzerinden konuşuluyor.
Oysa isimlerden ziyade olaylar, hatta fikirler, dolayısıyla ilkeler konuşulmalı.
Atatürk’ün devrimci CHP’sinin nasıl dönüşüm geçirdiği, gericilikle nasıl uzlaştığı ve en sonunda Türkiye’yi nasıl siyasal İslamcılığa teslim ettiği, CHP üyelerinin asıl üzerinde durması gereken konu olması gerekirken batı işbirlikçisi bir başkasının konuşulması çok acıdır.
Özetle, muhasebeler, sadece sonuçlar üzerinden değil, neden-sonuçlar üzerinden yapıldığında anlamlıdır ve ileriye taşır.
Dünyanın ve Türkiye’nin önünde çok ciddi bir problem var: Neoliberal sistem çöküş işaretleri veriyor.
Kapitalistler, yenilginin panzehrini yine kapitalizmin içinde arayacaklar…
Çareyi neoliberalizmi yenilemekte görecekler. Çünkü başka çareleri yok. Bir çeşit Neo-neoliberalizm denenecek!
Nafile bir çaba olduğunu herkes yaşayacak.
CFR bağlantılı kişileri de getirrseniz.
Mümkün mü? Neo-neoliberalizm elbette mümkün ama çare değil, panzehir değil. Ölümün süresini uzatır.
Türkiye’nin önündeki fırsat kamulaştırmalar ve üretimdir.
Bizim için asıl mesele Türkiye’nin ne yapacağı elbette…
İktidar çaresizlik içinde ne yapacağı görülüyor; Mehmet Şimşek- Hafize Gaye Erkan ikilisinin ekonomi-politiği, CFR bağlantılı neoliberalizmin devamıdır.
Peki CHP ne yapmalı?
İşte isimleri değil, bunu tartışmalı CHP öncelikle…
Çünkü dünyanın önünde kapitalizmin yenilgisine karşın bir seçenek ve fırsat duruyor. Aynı seçenek ve fırsat, elbette Türkiye’nin de önündedir:
1) Kamuculuk.
2) Dolarsızlaşma
Program kendi ismini bulur
Evet, CHP seçenek olmak istiyor ise isim değil program tartışmalıdır.
CHP, Asya’nın, Afrika’nın, Güney Amerika’nın tartıştığı kamuculuğu ve dolarsızlaşmayı tartışmalıdır:
Bunu Türkiye’yi 500 milyar dolar borçtan kurtarmanın yolu olarak tartışmalıdır.
Bunu, çalışanları, yarısına yaygınlaşmış asgari ücret utancından kurtarmanın aracı olarak tartışmalıdır.
Bunu, tarımı endüstriyel tarım olarak yeniden ayağa kaldırmanın yöntemi olarak tartışmalıdır.
Bunu, kamu iktisadi kurumları yeniden inşa etmenin zemini olarak tartışmalıdır.
Bunu, zengini büyüten büyümenin değil, yoksulu ve emeği gözeten planlı kalkınmanın işleyişi olarak tartışmalıdır.
Cumhuriyet devrimlerinin devrimci barutu köklerde hazır bekliyor.
Program düzeyinde değişim, isim düzeyinde değişimi getirecektir zaten.
Kamuculuğun Atatürk gibi bir ismi var zaten. Oraya bir isim aramaya gerek yok.
İhtiyaç, devrimci baruttur öncelikle ve o da köklerdedir; Ziya Gökalp'de, Namık Kemal’de, Mustafa Kemal’de…
Yeni “dönüşmüş” CHP bunu başarabilir mi, tartışmalı tabii ki…Bu kafa ile olanaksız gözüküyor.
Ama tartışılmaz olan şudur: Kamuculuk Türkiye’nin ihtiyacıdır ve o ihtiyaç kendi partisini bulur/doğurur ve iktidar yapar en sonunda.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#Cumhuriyet Halk partisi
1 note
·
View note