#belirleyiciliği
Explore tagged Tumblr posts
merzifontarihi · 2 years ago
Text
Dünyada Merzifonlu Kara Mustafa paşaya bakış. Almanya İmparatoru ile yaptığı Vasvar Barış Antlaşmasını bozmak istemeyen Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa Tököli’nin müracaatını reddetti. Fakat Tököli, Fazıl Ahmet Paşa’nın ölümü üzerine sadrazam olan Kara Mustafa Paşa’yı hediyeler göndererek elde etmeyi başardı. Sayfa 7 / Viyana Önlerinde Kara Mustafa Paşa / Richard F.Kreutel Sultan IV. Mehmet, belki çok ihtiraslı biri değildi ancak, bir hizmetkarının hırsları tarafından kışkırtılmıştı. Sadrazam Kara Mustafa, büyük devlet adamı Köprülü’ nün yeğeni olmasına rağmen, yükselmesini diğer yetenekleri ve ilişkilerinden ziyade fiziksel güzelliği ve İslam’ın hükümdarlarına hükmeden Valide Sultan’ın, diğer deyişle Sultan Ana’nın ilgisine borçlu idi. Burada, sadece Polonyalılara ve Ruslara karşı olan olaylarla sınırlı değil, bütün olaylarda, Kara Mustafa’nın şan-şöhret ve ganimet tutkusunun belirleyiciliği vardı. Sayfa 24/ Viyana 1683/ H.Elliot Madlen
Dünyada Merzifonlu Kara Mustafa paşaya bakış. Almanya İmparatoru ile yaptığı Vasvar Barış Antlaşmasını bozmak istemeyen Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa Tököli’nin müracaatını reddetti. Fakat Tököli, Fazıl Ahmet Paşa’nın ölümü üzerine sadrazam olan Kara Mustafa Paşa’yı hediyeler göndererek elde etmeyi başardı. Sayfa 7 / Viyana Önlerinde Kara Mustafa Paşa / Richard F.Kreutel Sultan IV. Mehmet, belki çok ihtiraslı biri değildi ancak, bir hizmetkarının hırsları tarafından kışkırtılmıştı. Sadrazam Kara Mustafa, büyük devlet adamı Köprülü’ nün yeğeni olmasına rağmen, yükselmesini diğer yetenekleri ve ilişkilerinden ziyade fiziksel güzelliği ve İslam’ın hükümdarlarına hükmeden Valide Sultan’ın, diğer deyişle Sultan Ana’nın ilgisine borçlu idi. Burada, sadece Polonyalılara ve Ruslara karşı olan olaylarla sınırlı değil, bütün olaylarda, Kara Mustafa’nın şan-şöhret ve ganimet tutkusunun belirleyiciliği vardı. Sayfa 24/ Viyana 1683/ H.Elliot Madlen
Dünyada Merzifonlu Kara Mustafa paşaya bakış. Almanya İmparatoru ile yaptığı Vasvar Barış Antlaşmasını bozmak istemeyen Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa Tököli’nin müracaatını reddetti. Fakat Tököli, Fazıl Ahmet Paşa’nın ölümü üzerine sadrazam olan Kara Mustafa Paşa’yı hediyeler göndererek elde etmeyi başardı. Sayfa 7 / Viyana Önlerinde Kara Mustafa Paşa / Richard F.Kreutel Sultan IV. Mehmet, belki çok…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
sebperest · 6 months ago
Text
Avrupa'nın öküzleri barışmaz
"Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir: İsâ, şer'im ile amel edip ümmetimden olacak."
Lemeat'ta bir 'ikiz iki deha' analizi var:
"Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu..." ila ahir.
Devamını sonraya bırakmakla birlikte şöyle bir soruyla yüzleşelim hemen: 'İkiz iki deha' nedir? İdeoloji midir? Sistem midir? Kavim midir? Felsefe midir? Eğilim midir? Nasıl-nice birşeydir ki, evvela Roma-Yunan ile görünmüş, ancak Bediüzzaman'ın yaşadığı çağa da Alman-Fransız olarak gelebilmiştir?
Proudhon'nun 'Sanatın Prensibi'ni okurken yeni bir bakış açısı kazandığımı söyleyebilirim mevzua dair. Özeti şöyle: Proudhon, reform hareketi ile Roma, rönesans hareketiyle de Yunan arasında bağlar kuruyor. Ona göre ne 'reform' ne de 'rönesans' Batı için yeni şeyler değil. Ya? Özündeki 'yol açıcı' değerlere geri dönmüş oluyor onlarla Avrupa. Tabii biraz daha açılması gerek buranın. 'Yol açıcı' ne demek? Putperest Roma'nın İsevîlikle yaşadığı kavgayı nasıl aştığını anımsayalım şimdi: Kanlı bastırma çabalarının ardından pes etmişti imparatorluk. Hristiyanlığı da putperestlikle barıştırarak sinesine basmıştı. Hatta imparatorluğun resmi dini olarak kabul etmişti. Böylece düzenin devamı güvenceye alınmıştı. Eğer Roma hristiyanlığı kabullenmeseydi parçalanması işten bile değildi. Parçalanmak yerine hasmıyla uzlaşmayı seçti. Tıpkı bugün liberalizmin gittiği her ülkenin 'satılabileceklerine' yaptığı gibi...
Binlerce yıl önce yaşanan bu hâdise Roma için bir 'reform' anlamına geliyordu. Evet. Dinlerini değiştirmişlerdi. Tabii putperest köklerinden tamamen kopmamışlardı. (Köklerden kopmak kolay mı?) Heykellerini muhafaza ediyorlardı. Ama 'güncelleme' yapmışlardı. Tanrı sayısını azaltmışlardı. Kimbilir kaçtan üçe kadar düşürmüşlerdi. Eh, az değişiklik sayılmazdı bu da. Ne şiş yansın ne kebap misali düzenlerinin önünü açmışlardı böylece. Elbette her devletin bir sonu vardı. Onlarınki de yaklaşıyordu. Lakin bu hamleyle ömürlerini uzattıklarını kabul etmek yerinde olur. Güncelleme epey idare etti onları.
Nihayetinde parçalanmaktan kurtulamadılar. Uzun bir süre de karanlık çağları içinde boğuldu durdular. Gerçi manevi karanlıkları asla bitmemiştir. Fakat maddi anlamda eski savletli zamanlarına dönebilmek için bir güncellemeye daha ihtiyaç duydular. İşte aydınlanma çağının meşhur 'reform'u böyle birşeydir. Putperestlik hristiyanlığa dönüşerek nasıl güncellemiştir kendisini, aynen öyle de, hristiyanlık da protestanlığa dönüşerek tekrar bir güncelleme yapmıştır-yaşamıştır. Başlangıç noktası Almanya'dır. Ancak Almanya'da kalmamıştır. Batı dünyacılığının dehşetlenmesi reform hareketiyle başat gider. Artık uhreviliğin pek belirleyiciliği yoktur. Çalışmak ibadettir ama ibadet çalışmak değildir.
Peki o zaman 'reform' aslında nedir? Halisane din kaygısı mıdır? Sahiden İncil'i daha iyi anlamak için mi yapılmıştır? Onunla yaşanan sekülerleşmeye baktığınızda böyle olmadığını görürsünüz. Yani, protestanlık, Batılıları daha dindar yapmamıştır. Aksine maneviyattan uzaklaştırmıştır. (Mesela: Ateist-deist miktarı tavan yapmıştır.) Fakat, Batı, yine reformla dinini 'yol açıcı' bir şekle büründürmüştür. Asıl hedefi dünyayı elde etmektir. Putperestlik gün gelip 'engeller gibi durduğunda' nasıl rafa kaldırıldıysa, hristiyanlık da 'engeller gibi göründüğü' anda rafa kaldırılmıştır. Max Weber haklıdır yani:
"Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz." Dünyevileşmek için inanışın de uhreviyetten uzaklaşması şarttır. Reformla Batı'da olan aslında budur. Yani reform Batı faydacılığının dine kadar sirayet etmesidir. İtikadın dahi dünyaya göre belirlenmesidir. Şekillenmesidir. Mühendisliktir. Yahut da tam söylenişiyle: Reform, Roma faydacılığının, Alman sûretinde yeniden Avrupa'ya dönüşüdür. (Türkiye'de dini güncelleme çabalarının nasıl bir maksada yönelik olduğunu buradan çıkarabilirsiniz.)
Peki 'Yunan' ile 'rönesans' nasıl bağdaştırılacak? Burada Bediüzzaman'ın "Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti..." demesini hatırlamak gerekiyor. 'Maddeperest' reformun çizgisine denk geliyorsa 'hayal-âlûd' da rönesansın arkasındaki sırra denk geliyor. İşte şimdi Proudhon'dan alıntı yapabiliriz:
"Yunan sanatı açısından değer taşıyan korkunç eğilim, 'Graecia Mendax: Yalancı Yunanistan' sözünde ifadesini bulan 'yalancı' sıfatıydı. Bu sıfat Yunan sanatını şöhretin en üst basamaklarına kadar yükselttikten sonra onu tüm çürümüşlüklerin dipsiz uçurumuna alaşağı etti. Ancak gerçekçi ya da idealist düşüncenin tüm itirazları güzellik karşısında etkisizdi ve daha önemlisi, akla dayanan pekçok eleştiri sonuçsuz kaldı. (...) Nitekim akıl ve ahlak bize bir miktar ihtiyatlılığı dayatsa da, güzellik daima bizi kendine çeker ve eninde sonunda bizi ele geçirir. (...) Raffaello, resmin görevinin ve kuralının doğayı yeniden icra etmek değil, nesneleri temsil etmek olduğunu ileri sürdü. Resim 'Şeyleri doğanın yaptığı gibi değil, yapması gerektiği gibi: di fare le cose non como le fa la natura, ma como ella le dovrebbe fare...' temsil etmeliydi."
Efendim, soğuğa sormuşlar 'Nerelisin?' diye, demiş ki: 'Aslen Sivaslıyım ama Kars'ta yaşıyorum.' Aynen o hesap, rönesans daha çok İtalyan sanatçılar elinden tezahür etmişse de, kelimenin kökeni Fransızcadır. 'Yeniden doğuş' anlamı içerir. Felsefî altyapısı da yine Fransızlara aittir. Ve rönesansla başlayan sanat bir ölçüde 'manipülasyon' barındırır bünyesinde. Gerçeği bükebilme yeteneği/cerbezesi kazandırır sahibine. 'Şeyleri, doğanın yaptığı gibi değil, yapması gerektiği gibi' yansıtma bugün de Batı (me)deniyetinin üzerinde durduğu sistemin önemli bir ayağını oluşturur. (Sineması, tiyatrosu, medyası, sosyalmedyası vs. yine rönesansın bu manipülatif dehası peşinde yürümektedir. Olanı değil kendince 'olması gerekeni' sunmaktadır. İnsanlığa yapılan algı operasyonlarının bini bir paradır.) Biraz evvel birincisine 'Roma faydacılığı' demiştik. İkincisine de şu ismi verebiliriz: 'Yunan manipülasyonculuğu.'
Septisizme (Sofestailik/Sûfestaîyye) dair okumalar yaptığınızda, Yunan felsefesinin, 'herşeyi istediği şekle sokabilme' konusunda zirve yaptığını görürsünüz. Hatta, Aristo'ya mantığı geliştirme fikrini veren, bu tarz cerbezelere karşı koyma isteğidir. Yine TDV İslam Ansiklopedisi'nin 'Sûfestaiyye' maddesinde aktarıldığına göre Arapçaya geçen safsata kelimesi de aynı köktendir:
"Antik Yunan düşüncesinin ilk dönemlerinde belli bir alanda uzmanlığı olan bilge kişiye sofist denilirken sonraları zayıf delilleri güçlü gibi göstermeye çalışan ve belâgatla insanları ikna edip amacına ulaşmak isteyen hatipler için kullanılmaya başlanmıştır. Sofistlerin ortaya çıkmasında eski Yunan’daki çeşitli ekollerin varlık ve bilgi konusunda farklı, bazan da birbirine zıt düşünceler ileri sürmesinin etkisi olmuştur. Bu tür görüşler zihinleri karıştırmış ve katı şüpheciliğin artmasına yol açmıştır. Sokrat’a yönelik safsataları sebebiyle Eflâtun ve diğer filozoflar tarafından şiddetle eleştirilen sofistlerin en meşhuru Protagoras’tır. Felsefe tarihinde sofistlere karşı gösterilen tavır Aristo ile devam etmiş, bunlar, Roma döneminde bütünüyle popüler kültür ve bilimsel olmayan şüphecilikle özdeşleştirilmiştir."
Batı bugün de bu iki ayağın üstünde durur işte: 1) Seküler fayda sağlayabileceği herşeyi realist bir şekilde sinesine basar, kullanır, kendisine katar. 2) Yine seküler bir fayda sözkonusuysa her gerçeğin yerine bir hayal koyabilir. Nasıl arzuluyorsa öyle gösterir. Nasıl gerektiğini düşünüyorsa öyle resmeder. İşte, Roma-Yunan iki dehasının, Bediüzzaman için Alman-Fransız olarak tenasuh etmesi arkasındaki hikmet bu olabilir. Allahu a'lem. Hristiyanlık ne kadar uğraşırsa uğraşsın dünyacılığın bu iki şeklini ıslah edip barıştıramamıştır. Bu iki deha türü, elbette ismetsiz dehalardır bunlar, tekrar sahaya dönmeyi başarmışlardır. Peki neden birbirleriyle imtizaç edemezler? Çünkü birisi 'gerçeği bir ölçüde kabullenmeyle' ilerlerken diğeri 'gerçekliği ortadan kaldırma yeteneğiyle' çalışır. Kabullenme-reddetme arzuları birbirinin zıttı olduklarından mürşidim öyle der:
"Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi."
Fakat metnin devamında bir müjde de var:
"Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur'ân'da olan nuru, şeriat hidayeti, şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezcu ittihadı..." 
Eh, evet, hadi bakalım. Üzerine düşünmeye başlayalım. Buradan, Yunan'ın yalancı dehasıyla değil fakat, Roma'nın faydacı dehasıyla İslam'ın barışmasının mümkün olduğu fikrine mi varmalıyız? Yahut da Batı'nın realist tarafının bir şekilde onu İslam'a yaklaştırdığını-yaklaştıracağını mı düşünmeliyiz? Veyahut da maslahatçılığın en nihayet Batı'yı İslam'a getireceğine mi uyanmalıyız? Ne demeliyiz? Ne söylesek bir ucu gayba bakıyor. 'En doğrusunu Allah bilir...' deyip yazıyı burada sonlandıralım en iyisi...
5 notes · View notes
eduxmars · 2 months ago
Text
YKS Nedir ve Nasıl Çalışılır?
Yükseköğretime Geçiş Sınavı her yıl düzenli olarak ÖSYM tarafından yapılan Temel Yeterlilik Testi (TYT), Alan Yeterlilik Testi (AYT) ve Yabancı Dil Testi (YDT) olmak üzere ü�� oturumdan oluşan bir sınav sistemidir. YKS’ nin ilk oturumu olan TYT %40 oranında belirleyicidir. Genellikle 9. ve 10. sınıf konularını kapsamaktadır. İkinci oturum olan AYT ise %60 oranla belirleyiciliği yüksek olan sınavdır. 11. ve 12. Sınıf konularını kapsamaktadır.
0 notes
benimpencerelerim · 1 year ago
Text
IYI KOTU VURDUMDUYMAZ
İYİ NEYDİ?
Gülünü değerli kılan ona ayırdığın zamandır. Küçük Prens Sevgi Emektir. Selvi Boylum, Al Yazmalım Bütün Oğullarım. Arthur Miller
İnsanlar müslüman, ateist, hristiyan, milliyetçi, solcu, sağcı, ülkücü, dindar, vs gibi kimliklere sahip olmalarına rağmen temelde ikiye ayrılır: İyi İnsanlar, Kötü İnsanlar.
İyi insan sadece kendine iyi değil bütün canlılara karşı iyidir. HAS müslüman, has solcu gibi. İyi insan bütün canlıları sever, onlara emek verir. Yılana bile. Fedakardır.
Dağılımı bilemiyoruz ama ülkemizde iyi insanlar da var, kötüler de. Parkta köpeğini tasmasız dolaştırırken çevreye hiç dikkat etmeden geçip giden ve bu arada köpeğinden korkan kedilerin sağa sola kaçışmasını, ağaçlara tırmanmasını umursamayan, dert etmeyen sadece kendisiyle ve sahip olduklarıyla meşgul, bencil insanlar da var, çocuğuna uyuyan ördeği uyandırmayalım diyen, duyarlı insanlar da.
Evet, maalesef, bazı insanlar sadece kendilerine müslüman, kendilerine iyi. Diğer insanlara ve canlılara karşı kayıtsız, iyi değil, ya da kötüler. Çünkü iyi olmak için az çok çaba sarfetmek gerekir, emek vermek gerekir, elini taşın altına sokmak gerekir.
İyi insan her canlıyı sevdiği için, sevgi de emek demek olduğu için, hepsine emek ayıracak ve sadece kendi konforunu MAKSİMİZE etmek yerine bütün TOPLULUĞUN (kendisi, köpeği, diğer insanlar, kediler) konforunu maksimize edecektir. Fedakarlık yapacak, kendi maksimum konforundan feragat edip enerjisini kendi konforuyla diğer canlıların konforu arasında dağıtacaktır.
İyiliğin de kötülüğün de dereceleri var. Kendi konforunu azaltacağı için çevreye ve köpeğinin diğer canlıları korkutmasına dikkat etmeyen insan en hafifi kötü insanların. Bir de arabasının önünde yatıyor, kalkmıyor, kıpırdamıyor(maksimum konforunu azaltıyor) diye KÖPEĞİ EZEN CANAVARLAR var içimizde. %90'ı MÜSLÜMAN ve YARADILANI YARADANDAN ötürü SEVEN HALKIMIZ içinde bu kategoriye giren sayısız insan var.
Öte yandan mutlak iyi, kötü kişilik, karakter diye bir şeyin olmadığını, iyilik ve kötülüğün çevrenin, koşulların fonksiyonu olduğunu savunan görüşler de var. Hatta davranışsal iktisatla popüler olan insan zaaflarından biri, temel atıf hatası bu görüşleri desteklemek için kullanılıyor.
bkmkitap.com/the-tipping-point-kivilcim-ani
1. kişinin kendi kişilik özelliklerinin, tutum ve inançlarının davranışlarını belirlemedeki rolünü abartması, buna karşılık durumsal etkenlerin davranışlarını belirlemedeki rolünü azımsaması.  2. insanların belirli bir duruma kendisi düştüğünde bunun nedeni olarak durumsal etkenleri gösterme eğiliminde olması; aynı duruma başkası düştüğünde, neden olarak onun psikolojik özelliklerini gösterme eğiliminde olması. bakınız: aktör-gözlemci etkisi, atıf, atıf kuramı karşılaştırınız: hatalı atıf, kendine hizmet eden yanlılık
y=f(k,c, ,...) İyilik/Kötülük=f(kişilik, çevre koşulları, ...) y=k+c+5 y=2k+c+5 y=k+3c+5
Davranışlarımız kişiliğimizin ve durumların, koşulların bir fonksiyonudur. Ama aynı iki değişkenin fonksiyonu olan bir sürü fonksiyon vardır. Bazılarında birinci değişkenin belirleyiciliği çok yüksek, bazılarında ikincininki çok yüksektir, bazılarında ise yaklaşık olarak eşittir. Hemen her insanın fonksiyonu farklıdır. Ama genel olarak üç kategori olduğunu söyleyebiliriz. Bazılarında davranışlara kişilik damgasını vurur, bazılarında koşullar, bazılarında ise her ikisi de eşit ağırlıklara sahiptir. İyi/Kötü kişi olabildiğince çok farklı durumda iyilik/kötülük yapan kişidir. Sophie'nin seçimi gibi trajik durumlarda iyi olmak/kalmak zordur. Yılana karşı kedisini seçmeyen insan yoktur büyük olasılıkla. Ama bu, bütün insanların aynı derecede bencil, iyi, kötü olduğu anlamına gelmez.
Uyuyan ördeği rahatsız etmeyen biriyle, çevredeki kedileri hiç düşünmeden köpeğiyle gezen biri, hemen hemen benzer koşullar altında oldukları için aynı derecede iyi/kötü değildir.
Üç tür farkındalık (ing, awareness) vardır. Kendinin (duygu, düşünce, zaaflar, üstünlükler, köpeğininkiler, vs) farkındalığı. Diğerlerinin (öteki insanlar, kediler, vs) farkındalığı. Çevrenin, tabiatın, doğal güzelliklerin, tehlikelerin, güzel/kötü kokuların, gökkuşağının, vs farkındalığı.
Sadece kendisinin farkında olup diğerlerinin farkında olmayan, umursamayan insanlar bencildir,kötüdür. Çevrenin de (güzelliklerinin, tehlikelerinin, vs) farkında değilse hayatı ıskalamaktadır. Farkındalığın da dereceleri vardır. Kapasitemiz sınırlıdır. Farkındalık penceremizin bir maksimum büyüklüğü vardır. Ve farkındalık da çaba ister, emek, dikkat harcamak gerektirir.
Öte yandan insanların her durumda iyiyi, kötüyü seçme özgürlüğü olduğunu ve böyle davrananların da olduğunu savunanlar da var.
bkmkitap.com/insanin-anlam-arayisi
Bu açıdan bakıldığında, toplama kampı sakinlerinin ruhsal tepkilerinin, belli fiziksel ve toplumsal koşulların yalın bir dışavurumunun ötesinde bir şey olduğu anlaşılmalıdır. Uykusuzluk, yetersiz beslenme ve çeşitli ruhsal stresler gibi koşullar, kamp sakinlerinin mutlaka belli yollardan tepki vereceğini düşündürse de, son çözümlemede bir tutuklunun nasıl insan olacağının, tek başına kampın etkileriyle değil, içsel bir kararın sonucu olarak ortaya çıktığı açıklık kazanır. Dolayısıyla bu tür koşullar altında bile, temelde insan ne olacağına - ruhsal ve tinsel olarak ne olacağına - karar verebilmektedir. İnsan, onurunu toplama kampında bile koruyabilir.
Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal (tinsel) özgürlüktür.
Son olarak, çok büyük de olsa anlık, bir defalık iyilik, kötülükle daha küçük de olsa sürekliliği olan iyilik ve kötülükleri ayırt etmek ve kişilikle ilişkisine bakmak gerekir.
sinefil.com/title/nk0558y
1916 yılının mart ayında Pançovilla liderliğindeki Meksikalı asiler Birleşik Devletler sınırını geçerek Kolombus’a saldırır. Bu saldırıya karşılık vermek için hazırlanan süvari birliğine gönderilen Binbaşı Thorne, askerleri izleyip savaş sırasında gösterdikleri kahramanlıkları kaydetmekte ve isimlerini terfi listesine almaktadır. Binbaşı Thorne, bir tutuklu kadın, bir teğmen ve ödül adayı dört askerle Kordura’ya yola çıkar.
This seemingly simple task becomes increasingly complex as the incessant squabbling between Thorn and the men threatens to destroy them all. Eager to learn more about their acts of bravery, Thorn finds the men to be hostile toward him. A series of harrowing incidents make it clear that the apparent heroes were motivated by ambition, terror, or chance, while it is the disgraced Thorn who possesses moral courage. The men soon become insubordinate ultimately turning against Thorn, forcing him to fight the soldiers to save his own life. The movie ends with the men learning personal, not physical, courage from Thorn's example. Görünüşte basit olan bu görev, Thorn ile adamlar arasındaki aralıksız çekişmelerin hepsini yok etme tehdidi oluşturmasıyla giderek daha karmaşık hale gelir. Onların cesaret eylemleri hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen Thorn, adamların kendisine düşman olduğunu fark eder. Bir dizi üzücü olay, görünen kahramanların hırs, terör veya şansla motive edildiğini, ahlaki cesarete sahip olanın ise hor görülen Thorn olduğunu açıkça ortaya koyar. Adamlar çok geçmeden isyankar hale gelir ve sonunda Thorn'a karşı cephe alırlar ve onu kendi hayatını kurtarmak için savaşmaya zorlarlar. Film, askerlerin Thorn'un örneğinden fiziksel değil kişisel cesareti öğrenmesiyle sona erer.
0 notes
donkulotvandam · 1 year ago
Text
Ne yaşıyorum, neler yaşanıyor hiçbir fikrim yok. Hayatım çok hızlı değişiyor. İki hafta konuştuğum insan sanki ezelden beri hayatımdaymış gibi yaşamaya başlıyorum. Sonra ya o gidiyor ya da ben çıkarıyorum ve bam, yeniden başlamam gerekiyor. Bu kadar kapılma bazı şeylere.
Kaliteli arkadaşlar edinmek, insanları dinlerken gözümde değişik perspektifler canlandırmak istiyorum. Hayatımdaki doyum noktasına ulaşabilmek için güzel bir değişim yaşamam, bu değişimi ellerimle yaratmam lazım.
Bir ay evvel hastalıklı bir haldeydim. Ama sonra sıkıldım. Bu kez öyle olmaz, toparlamak için dışarıdan bir desteğe ihtiyaç duyacağım diye düşünürken içimde bir şey, "Eh yeter be" dedi ve bir anda güçlendim.
Kendimi sevmediğimi zannediyordum, kendime kötü davranıyordum. Sanki birkaç hafta evvel bu hislerde boğulan ben değilmişim gibi ani bir şekilde duruşum, bakışım, tavırlarım değişti.
Çok hızlı değişiyorum. Etrafımdakilerin buna nasıl şaşırdığını tahmin edemiyorum. İyi bir şey olmadığını biliyorum. Ruh halimde ve bunun sonucunda günlük yaşantımda bir istikrar yakalamaya çalışıyorum.
Dünyayı yeniden keşfediyorum aslında. Saçma bir yolculuğa çıktım. Önceden zaten elimde olan her şey tek tek düştü, şimdi bunları yeniden topluyorum. Daha ileri bir noktada olabilirdim. Ama üzülmüyorum. Güçlü, başarılı ve kendi ayakları üstünde duran bir insan olmak tek önceliğim. Her geçen gün bunu daha ileriye taşıyacağım, daha netleştireceğim. Dış etkenlerin ruhumda ve kalbimde belirleyiciliği olmasına izin vermeyeceğim. Ben bir insanım. İnsan dediğin, insan olduğu için bile çok değerlidir. Hadsiz dengesizlerin, komplekslilerin, kendini beğenmişlerin, bencillerin, şımarıkların bunu görememesi beni sinirlendiremez. Sadece bütün hislerim hiç var olmamış gibi olur ve çeker giderim.
1 note · View note
hissleringolgesinde · 2 years ago
Text
Bir kızı kadın yapan bakireliği, doğurganlığı, fiziki güzelliği, şiddete karşı dayanıklılığı ve iki kişilik bir ailedeki statüsü değildir.
Bir erkeği adam yapan cinsel iktidarı, dürtülerindeki sınırda sevdiği insanın belirleyiciliği, seçilebilir ve ulaşılabilirliği, sosyolojik, fiziki ve parasal gücü değildir.
Ama insanı insan yapan duygularını istediğiyle değil hissettiğiyle paylaşabilmesidir.
Sorgulanamaz seçimleriniz, bitmek bilmeyen istekleriniz, çıkar arayışındaki eylemleriniz ve duyguları alet ettiğiniz fikirlerinizle birlikte tüm önyargısal düşüncelerinizin canı... Cennete gitsin
303 notes · View notes
raconroll · 4 years ago
Text
Ölmeden Önce İzlenmesi Gerekilen 5 Dizi
selam ! belirleyiciliği benim tarafımdan yapılan naçizane beş adet dizi önerisi. herhangi bir önem sırası yoktur, aklıma geldiği gibi yazdım.hatta ilk dört öneriyi yaparken hiç zorlanmadım diyebilirim. bu listeden izlemediğiniz herhangi bir dizi varsa, şuana kadar uyandığınız tüm sabahlara şükredebilir; yoksa da huzurla bir yerlerde ölmeyi bekleyebilirsiniz. film endüstrisinin seyrine ve gelişimine göre belki ileride bir beşli daha çıkartabilirim. esenlikler ve bittabi iyi seyirler. 
True Detective
Breaking Bad
Fargo
Black Mirror
The Night Of
8 notes · View notes
epifizz · 4 years ago
Note
astronominin hikayesi nasıl başladı epi
Bu gökteki tanrının doğuşunun hikayesidir aynı zamanda. İnsan doğanın içerisinde, onunla etkileşimli ve ona bağımlıdır. Doğanın bilinmez kaosu, spontane zihin için onun öngörülemezliği bu zihin için düzenli ve sabit yapıları güvenli ve çekici kılmıştır. Çünkü bunlar her zaman güvenilir referans ve ölçüm noktaları olmuştur. 
Mısır’ın Nil’i bu konuda harika bir örnektir. Özellikle tarıma geçildiğinde Nil’in verimli kıyıları hem çok önemli hem de spontane bir zihin için öngörülemez taşkınlar sebebiyle aynı zamanda çokça tehlikeliydi ancak gökyüzünde yıldızlar vardı ve yeterince uzun bakarsan adeta andaki bizlere kaostaki düzeni fısıldıyorlardı... Yıldızların asla aksamadan seyreden periyodik hareketleri (ki bu temelde Dünya’nın hareketiydi) Nil’in de periyodik olarak taşkınlık verdiği zamanları ölçmek için harika bir referans noktası oluşturuyordu ve ilerleyen gözlem ve birikimlerle hangi vakit neyin daha verimli halde yetiştireleceği de bu referans sistemine yerleşiyordu adeta. İnsanlar bu referans noktasının düzenliliği ve kurulan ilişki sebebiyle bir adım daha öne çıkmış ve gökteki bu hareketliliğin yer yüzünü şekillendirdiğini, her türlü sırrın gök yüzünün düzenliliği ve ahengi içinde yazılı olduğuna inanmışlardı. Mevsimlerin periyodik hareketlerinin de yıldızların bu hareketinin bir sonucu olduğu düşüncesi gibi. Tanrının parmağı gök yüzünden bize işaret ediyordu adeta. Bu ilgi gittikçe arttı ve gök çok daha merak edilen bir alan haline geldi. Gökyüzündeki düzenli yapılar sınıflandırılıyor, birbiri ile ilişki kuruluyor ve daha çok şey açıklanma gayesi güdülüyordu. Bu gaye öyle bir noktaya ulaştı ki astroloji gibi insanın iç sistemini dahi etkilediği savları ortaya çıkmaya başladı, periyodik bir ölçüm olarak harika bir referans bulan insanlık yine de olguların kaynağını temelde yanlış yerde arıyordu ancak mevcut düzenlilik bilgi birikiminin gelişimini birçok konuda besledi ve düzenli bir yapının yasalarının belirleyiciliği altında hissetmek bilinmezliğin korku sisinde bir merhem gibi geldi insana. 
Bu hususta mesela Aristotales’in devinmeyen devindiricisi yani tanrısının sabit yıldızlar sisteminin hemen üstünde olduğu ve yıldızlara çıkıldıkça ilahi seviyenin -çünkü düzenliliğin- arttığı görüşü hiç de şaşırtıcı değildir. Bu bakışın izlerini felsefenin içinde de takip etmek pekala mümkündür. Bu düzenliliğin ilerleyen zamanlarında matematiğin açıklayıcılığı da benzer bir ilgiyi aynı zamanda bu alana da kaydırmıştır. Hemen hemen her inanç sistemi bir astronomik evren görüşünü yansıtmaktadır.
6 notes · View notes
cirkinadam · 6 years ago
Note
Pazartesi günü doğum günüm. Keşke hiç var olmasaydım. Kimse için bir önem taşımıyorum. Değer verdiğim hiçbir insan hatırlamayacak. Biraz ağır geliyor sanırım.
Doğum gününün ne önemi var ki ya da birinin bunu hatırlayıp hatırlamamasının. Şundan eminim belki doğum gününü hatırlamayacak kimse ama diğer gün belki birkaç hafta sonra nasıl olduğunu merak ettiği için seni arayıp soranlar olacak. Belki herhangi bir sebepten dolayı arayamasa bile sadece iyi olduğunu umut edenler olacak seni düşünüp. Doğum günün sadece bir tarih. Başka bir belirleyiciliği yok. Yine de doğum günün kutlu olsun.
1 note · View note
devrimcikadinlar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Kazanmanın hakikati direnişin politiği
Seçim start anından seçim sonrasına, yani sınırını iktidarın değil halk güçlerinin belirlediği an'a kadar devam edecek birleşik demokratik kitle seferberliği, sonuç alma iradesiyle bugün AKP-Saray-MHP iktidarının yol açtığı bütün belirsizliği, kısırlığı, savaşı, krizi, darbeyi süpürüp atabilir. Yeni bir durum yaratabilir.
Etkin Haber Ajansı / 25 Nisan 2018 Çarşamba
FİGEN YÜKSEKDAĞ- Son zamanlarda siyaset gündemi 2019'a gün saymak ve ölüm-cenaze saymak arasında gidip geliyordu. Saray'ın mutlak bekası için, bütün muhalefeti susturarak ya da ağır saldırılar altında savunmaya iterek gündemi belirleyenler, şimdi yine kendi belirledikleri seçimin peşinden sürüklemeye karar verdiler toplumu. İlk bakışta gücün belirleyiciliği gibi görünüyor. "Ol" deyince olduran hegemonların kudreti! Bir gece ansızın savaş çıkarıp "Hadi Afrin'e, Kızılelma'ya" diyebilir, bir gün aniden "Aslında seçime gidecektik, yürüyün sandıklara" komutu verebilirler.
Topluma ölüm saydırıp, ölümü alkışlatıp, sıtma yerine kendi illetli varlıklarına razı edebilirler. Evet, ilk bakışta durum böyle. Ama eğer, gözünüzü kaçırmayıp bakmaya devam ederseniz; tutuldukları iktidar illetinin onları ne kadar zayıf düşürdüğünü, en parlak güç gösterileri yaparken bile kırılma fobisinden kurtulamadıklarını, aşırı öfke ve takıntıya saplandıklarını, bütün siyasi, ekonomik sermayeyi tüketip duvara dayandıklarını bilmenin anksiyete haliyle nasıl gelecek kaygısına gark olduklarını görürsünüz.
Elbette bu durum yeni oluşmadı. AKP-Saray iktidarının yaşanan siyasi krizi günübirlik yöntemlerle ve açık, arsız zora, darbe-faşizm silahına sarılarak bastıracağını sanması, krizini daha da derinleştirdi. Bu yanıyla bugün merkez siyaset alanında yaşanan genel kriz, özel anlamda AKP-Saray-MHP krizidir. Türkiye tarihinde çok çeşitli dönemlerde siyasi yönetme krizi yaşandı. Devletin yapısal demokratik dönüşüm sorunlarıyla ilgili kriz ve kaos, iç siyasetten eksik olmadı. Ama bu kez ilk defa yapısal kriz bir siyasi parti ve onun uzantısıyla özdeşleşiyor, merkezleşiyor. Mevcut iktidarın krizden kurtulma, ikbalini güvenceleme sorununun, devletin-milletin beka sorunuyla özdeşleştirilmesi de bir yanıyla bu durumdan kaynaklanıyor. AKP-Saray iktidarının kriziyle devletin yapısal krizinin iç içe geçtiği, birbirini derinleştirdiği böylesi koşullarda buldukları varoluş formülü, mevcut devlet yapısını daha da merkezileştirmek, tekçileştirmek, faşist kurumsallaşmayı restore ederek miadını uzatmak anlamına gelen başkanlık sistemi-rejimi oldu. Uzun süredir hazırlığı yapılan, uğruna savaşlar çıkarılıp kan dökülen, darbe yapılan bu rejim değişikliği süreci, şimdi uzatmaları oynamadan sonuca vardırılmak isteniyor. Artık uzatmalara mecali kalmayan oyun kurucular, tez elden seçime gidip durumu kurtarma telaşındalar.
KAÇKIN SEÇİM
Siyasetin nabzını biraz olsun tutanlar, zaten erken seçim, baskın seçim planlarını biliyordu. Ama 24 Haziran, daha çok "kaçkın seçim" adını hak ediyor. Seçim kararı alınmadan üç gün önceye kadar, erken seçim tartışmalarına tevessül eden AKP'lileri fırçalayan Erdoğan, üç gün sonra Bahçeli'nin düdüğü üflemesiyle 2018 sonbaharını, hatta MHP'nin Ağustos vadesini beklemeden seçim yörüngesine kilitlendi. Seçim sandıkları ve atmosferi yine AKP-Saray iktidarının kaçış limanı oldu böylece. Türkiye tarihinde, dört yıl içerisinde beş kez seçim yapan iktidar olarak ayrıcalıklı bir yer edindiklerini de söylemek lazım. Bu ayrıcalığın onlara istedikleri zaman sandıklarla, seçim sistemiyle oynama hakkını verdiğini düşünüyorlar ve son yıllarda da böyle yapıyorlar. Bu kadar çok seçime-sandıklara gitmek, faşizmsiz, OHAL'siz, savaşsız bir ortamda olsaydı ve halkın siyasete katılım kriteri olarak benimsenseydi, demokrasi göstergesi sayılabilirdi. Ama bizim memlekette sık sık kurulan sandıklar, iktidarın yönetme krizinin göstergesi, baskı ve dikta düzeninin sigortası, koruyucu kalkanı olmuş durumda. Her tür faşizmi uyguluyor, bütün yerel ve evrensel yasaları, kriterleri istediği gibi kırıp döküyor, sonra bir sandık kurup bütün suçları, kirli çamaşırları temizliyorsun. Bugün de iktidarın suçları, kirli çamaşırları öyle birikti ki, bunları sandığa atıp kurtulmadan yürümeye takati yok. Bir süredir zaten adı konulmamış bir seçim kampanyası yürütüyorlardı. Ama bu kampanyayı bir çatlak ve enerji çökmesi olmadan, ateşledikleri yeni ve daha büyük krizler patlamadan, sonbahara kadar olsun götürme şansları yoktu. Hem kendi sıkışmışlıklarını aşmak hem de muhalefeti zaman sınırıyla sıkıştırmak için sandık manevrasını yaptılar.
DİRENMENİN POLİTİĞİ ESAS ALINMALI
Şimdi asıl önemli olan, AKP-Saray-MHP koalisyonunun manevralarını boşa çıkaracak bir hareket ve konumlanıştır elbette. Ortada halklar, devrim ve demokrasi güçlerinin lehine reel olanaklar kalmadığına göre, önümüzdeki yaz, bunu yaratmak için iyi bir mevsimdir. Açık ki bugün reel politik sınırları görüp kabuğuna çekilen, zora-zorluklara teslim olup yaratıcı enerjisini ve iradesini yitiren ya da tavsatan hiçbir gücün, bırakalım kazanmayı, yaşama şansı yoktur. Tam da bu ağır kuşatılmışlık, adaletsizlik, vicdansızlık ve kaba güçten başka yönetme ayrıcalığı kalmamış gayrimeşruluk karşısında, yaratma ve kazanma hakikatini büyütmek zorundayız. Yaşamsal olan budur; birileri koca bir toplumu öldürmeye bilenmiş, kilitlenmişken, yaralı toplumsal yaşam fonksiyonlarını ayağa dikmenin yolu, tarih boyunca olduğu gibi bugün de buradan geçiyor. Bütün rasyonel siyasi kalıpların dağılıp parçalandığı bir gerçeklik içinde yaşamı kazanmak, direnmenin politiğini esas alan bir çizgiyi gerektiriyor. Belli anlarda parlayıp sönen ya da genel-reel siyasi söylem ve eylem arasında sıradanlaşan tepkilerin, direnişin politiğini yaratmaya yetmediği ortada. Sorun ve çözüm inisiyatiflerinde darlık, yüzeysellik, günü kurtarma eğilimi, cüretli çıkışlar yapamama hali de var olan direniş dinamiklerini doğru politize edemiyor, durumu değiştirme, sonucu belirleme gücü yaratamıyor. Muhalefetin bu patinaj durumu, iktidarın elindeki başlıca koza dönüşüyor.
24 Haziran'daki seçime giderken, patinaj durumundan çıkıp, bu koz iktidarın elinden alındığında her şey çok radikal olarak değişir. Mesele muhalefet güçlerinin tekçi AKP-Saray iktidarı karşısında sadece "Hayır" diyerek birleşmesinde değil, sonuç alma konusunda hiç değilse asgari bir kararlılığa sahip olmasındadır. Anayasa referandumu sürecinde bu kararlılığa sahip olmamanın, burada ortaklaşamamanın sonuçlarını gördük. Gerçekte kazanılmış bir seçim ama sandıkta kaybedilmiş bir politik muharebeyle baş başa kaldı bütün "Hayır" cephesi. İktidar, elindeki güç ve olanakları sandıklara ahlaksız müdahale için kullanarak formel olarak kazandı; ama muhalefet ve antifaşist demokrasi ekseni, elindeki en önemli güç ve olanağı, haklılık ve meşru direniş tasarrufunu kullanamadı. Bugün de benzer bir durumla karşı karşıya kalmak en önemli risktir. Bu nedenle adaylıklardan, ittifaklardan öte bir kez daha böyle bir duruma izin vermeme hedef açıklığı ve kararlılığı olmalı.
SEÇİM ERTESİNE HAZIRLIKLI OLMAK
Yani, önümüzdeki seçimin kritik birinci halkası, toplumu faşizme karşı özgürleştirecek, özgüven kazandıracak bir harekete lokomotif olmak; ikincisi ise iktidarın sandıklara yapacağı operasyona ve seçim ertesine hazırlıklı olmaktır. Eğer OHAL'e, süper eşitsiz koşullarda, YSK ve seçim kurullarının iktidar tekeline alınması koşullarında seçime giriliyorsa, geçerli bir nedenimizin olması gerekir. Bütün bunlara rağmen kazanma iddiasını büyütmek, mücadelecilik çıtasını yükseltmek temel gerekçemizdir. Özgürlük, emek ve demokrasi güçlerinin seçimlere katılımı, asıl anlamını burada bulabilir. Sadece bu hareket tarzıyla, kaçkın seçim ve arsız faşizm uygulamalarının onaylanması, kabullenilmesi riski ortadan kaldırılabilir.
POLİTİK DİRENİŞ SEÇİMİ
Sonuçta 2018 Haziran seçimleri, halklarımız ve tüm demokrasi, özgürlük, barış güçleri için bir politik direniş seçimidir. Kazanma iddia ve hakikati de direnişin politiğinin her meşru biçimde ve zeminde yayılıp büyütülmesi üzerinde yükselebilir.
Seçim start anından seçim sonrasına, yani sınırını iktidarın değil halk güçlerinin belirlediği an'a kadar devam edecek birleşik demokratik kitle seferberliği, sonuç alma iradesiyle bugün AKP-Saray-MHP iktidarının yol açtığı bütün belirsizliği, kısırlığı, savaşı, krizi, darbeyi süpürüp atabilir. Yeni bir durum yaratabilir. Şüphesiz ki, politikada yeni bir durum belirlemede, eşik atlama mücadelesinde HDP ve bileşenleri tayin edici rol oynayacaktır. Seçim-sandık mengenesine sıkıştırılamayan toplumun tarihsel hayati ihtiyacının kadın, emek, doğa, özgürlük merkezli yeni bir yaşam, yeni bir politika olduğunu bilen ve bunun kazanılması için verdiği mücadele içinde sağlamlaşan bir parti ve birikim olarak Haziran seçimlerinin belirleyici partisidir. Hepsinden önemlisi HDP, en zor ve imkânsız denilen koşullarda kazanmanın mümkün olduğuna kanıttır.
HAZİRAN'I SEVERİZ
Şimdi de her zaman yaptığımız şeyi daha iyi yapacağız sadece: Direnmenin daha iyisini, inanmanın daha iyisini, haklılığımıza ve halklarımıza güvenmenin daha iyisini, çalışmanın üretmenin daha iyisini... 8 Mart, Newroz, 1 Mayıs meydanlarından direnç ve kararlılık toplayarak OHAL'i boşa çıkaran, saldırıları, ambargoları aşan bir toplumsal harekete ulaşmak mümkün. Çünkü Haziran'da her şey mümkündür. Haziran, beklenmedik bir anda yapılan seçimin takvimi değildir sadece. Beklenmedik bir anda gürleyen isyanın, beklenmedik bir anda gülümseyen zaferin, beklenmedik bir anda işçi tulumuna bürünüp tarih yazan umudun ilkyazıdır.
Evet, Gezi'siyle, 7'siyle, 15-16'sıyla Haziran'ı severiz. Haziran da bizleri sever. Direniş ve zaferin ruhunu, hareketini, bütün kahrı-cefasıyla, bütün rengi-coşkusuyla kuşanmak için bundan iyi iklim olmaz.
*Ara başlıklar bize aittir...
ETHA
10 notes · View notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Çürüme
Tumblr media
Bir çürüme hali hasıl oluyor. Bu sahadaki yaşamın, müşterek olan toplum bahsinin hemen hiç esamesi okunmuyor. Üçüncü sayfa haberi olarak sınıflandırılan her fecaat artık yekten gündemin omurgası kılınıyor. Dirayetin, izanın yitirildiği, şiddet ve linç kültürünün açıkta yol bulduğu / aldığı bir saha hakkaniyete taşınıyor. İş bu sahnedeki yıkım biteviye ardışık kılınıyor. Sıradan olanın hakkı da hukuku da tastamam linç olunuyor artık. Büyük ülke, ol mutlak (muğlak) büyüklüğü iddia olunan sahanın can yakıcı bir biçimde sıradana kastı hiç kesintisiz devam olunuyor. Bir çürüme hasılı kelam ulu orta biçimlendiriliyor. Tabeladaki insani edimlerin, anayasal hakların sokakta bir karşılığı, devletli nezdinde bir anlamı ve ol işlevi bırakılmıyor artık.
Müştereklerimiz çalınırken, her gün daha ağır kuşatmaların zemini kılınıyor. Bir ‘çürüme’ silsilesi bu sahayı kuşatıyor. Yurt, vatan, ev ya da sahnenin tüm anlamları bütün bütün bu güncellik içinde derdest ediliyor. Yer de yurt da kimliksizleştiriliyor. Kötülük daim olarak ele alınırken yaratılan karanlığın daha öncekilere benzemeyen yeni kırımları beraberinde getirmesi kesintisiz olarak el eliyle sağlanıyor. Her icraat yıkımın ta kendine dönüşüyor iş bu cendereler sahasında. Her yıkım bambaşka bir müşterek kırımını ta kendisine dönüyor, dönüşüyor. Dört başı katran karası bir düzlem hakikat kılınıyor. Cerahatin kuşatması artık biteviye kılınan zulüm, zalimlik, iç kırımlar ile birlikte var ediliyor. Yükselen yegane hal, bahis artık vahşet kılınıyor. Bir çürüme haki kalıcı kılınıyor. Bariz belirgin, süresiz olarak bir yıkım sahasının her günü karanlıktır, bugünün hakikati bu sözce dahilindedir.
Biteviye bir zalimlik abecesi imal olunandır. Ötekisini hakir görmek, hedefe konulanları aradan çıkartmak için yalan ve riya her gün peşine düşülendir. Bir toprak parçasındaki o hayat idamesi artık esirgenen bir meseldir. Bir sahne artık biteviye başa göçertilen bütün bütün imal edilenler, yol verilenlerle sıradanın kuşatıldığı bir zemindir. Büyük dünyanın büyük lideri potansiyeli olduğu iddia olunanın halkına verdiği cefa, çıkarttığı her yasanın bir biçimde yepyeni kırılmaları beraberinde getirdiği konuşturulmaz. Tek adamın sözleri, seslendirdikleri kuralmış, kaideymiş gibi dikte olunurken, var edilen her yeni kırılmanın bir sonraki adımı yok etmek, bir sonrası ezmek olduğu söz konusu edilmeyendir. Baş amir ve şürekasının, kabine ve bürokrasinin ortaya serdiği dünün kemalist düzeneği ile bugünün tek adamına sabit olunmuş hallerinin birbirleriyle el sıkıştığı bir çürümenin tam ve kesintisiz mihmandarlığıdır, yol nereye!
Yerli ve milli olarak kodlanmış olanın, dünün ittihat ve terakkici akımdan her ne farkı söz konusudur. Bu kadar yalın bir biçimde ortaklaşmış / bir düzlemde yeniden var edilmiş ola gelen o tahakküm etme hallerinin ardından her ne çıkacaktır. Zaferler, büyük ülke nidaları arasına sıkıştırılan göz dağları, her gün edilen ezberler, o ezberlerden çıkagelen hiddet hal ve tahayyülünün çürümeyi kesinkes kıldığı artık afakidir. Bir avukatın canını vermesinin hemen ardından çıkagelen, tek satırla dahi olsa kanıtlanmamış, suç olarak yöneltilmemiş olanı varmış gibi duyurarak, terörist, öldü gitti vs. izan ve insaftan yoksun tahayyüllerle o çürüme çoktan bu sathın kalbindedir. Canı handiyse göstere göstere çalınmış bir gençten kadının hayatını zindana çevirip, tecavüzden işkenceye her şeyi uygulayan bir kolluğu o ifşa mesajları boy boy sayfalarda paylaşılırken, babasının korucu olması ya da olmaması haline kafanın yorulduğu yerde, adaletin tükenmesidir çürüme, daha ne olsun!
Artık gündem dahi edilmeyen, iki satırlık bakan efendinin demeçleri arasındaki mutlak ve kati başarı hikayesine halel getirmeyecek cümlelerin kurulduğu covid19 salgını sürecinde o ortaya çıkan cerahatin ta kendisidir pekala çürüme. Bir mizansen değil, dosdoğru bu yer üstünde var edilmiş, sağlık politikasının vatandaşları ayırdığı, testin, kolluk ve seçkinlerle askere gideceklere ve yurtdışına çıkacaklara yönlendirildiği, kamunun ta kendisinin, tüm o müşterek hayatı var edip, çarkları çevirmeye devam edenlerin ücretli olan pcr testlerine terk edildiği bir düzlemde yıkımın göz ardı edilebirliğidir çürüme. Böylesinden bir ülkeyi var etmiş olmalarıdır sorun. Bütün bütün beş buçuk ayda ortaya serilen, sorumsuzluklar ülkesinde, hiçbir yapması gerekeni tam vaktinde yapmayan devletlinin tüm sağlık çalışanı ve doktorları, aynı zamanda da salgının ortasında hayat mücadelesine devam ettirmeye el mecbur koyulan sıradan insanı çoktan gözden çıkarttığı hakikati var edilendir. Daha nesi daha nasıl bahsi kalmayan çürüme bu hallerdedir.
Yeni Yaşam Gazetesi’nden aktaralım: “Ziya Selçuk, öğretmen maaşlarını yük olarak gördüğünü açıkladı. Açıklamanın ardından sosyal medyada tepkiler yükselirken, öğretmen maaşlarının yoksulluk sınırının altında olması dikkat çekti
Koronavirüs salgını nedeniyle yeni eğitim ve öğretim yılının ne zaman başlayacağına dair dün akşam bilgilendirme toplantısı düzenleyen Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre… Bu tüm okullar için böyledir. Yani asıl yük kira varsa kirada ve öğretmen maaşındadır. Geri kalan yük, vergi yüküdür ve elektrik su parasıdır. Eğer vergi yükü devam ederse, eğer maaş devam ederse, büyük ihtimal bizim masraflarımız da büyük bir azalma olmaz” sözleri kısa sürede sosyal medyanın gündemine oturdu.
Öğretmen maaşlarıyla ilgili sözlerine tepki gösteren sosyal medya kullanıcıları, Bakan Ziya Selçuk’u #ZiyaSelçukİstifa hashtagıyla istifaya çağırdı.
Türk-İş’in 2020 Mayıs ayı araştırmasına göre, yoksulluk sınırı 10 bin 402 liraya yükseldi. Öğretmen maaşları ise işe başlama derecesine göre değişirken, 3 bin – 5 bin TL arasında değişerek yoksulluk sınırının altında kaldı.
Öte yandan, Selçuk’ın öğretmen maaşlarını yük olarak görmesi, diğer bakanlıkların bütçe ve ödeneklerini tekrar gündeme getirdi.
2020 Yılı Bütçesi’ne göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi 2019 yılına göre 1.1 milyar TL arttı. Böylece diyanet, bütçe büyüklüğüne göre yapılan sıralamada, 16 bakanlıktan sekizinin bütçesini geride bıraktı. Ek ödenek talebiyle de dikkat çeken Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2020 yılı için 11.5 milyar TL, 2021 yılı için 12.3 milyar TL ve 2022 yılı için 13.1 milyar TL ödenek verilmesi öngörülerek, Diyanet’e üç yıl için yaklaşık 37 milyar TL ödenek ayrıldı.”
Geleceğe doğru hamleleri var etmek yerine, sermayeden bakan devşirip, sermayenin ağzı ile halihazırdaki bozuk düzeni onarmak yerine, öğretmen ücretlerine kafayı takan bir erk, muktedir, iktidar hangi doğruyu nasıl var edebilir? On dokuzuncu yılındaki bir iktidar hal ve tahayyülünün eğitim gibi niteliği, önceliği, geleceği belirleyiciliği bariz olan bir mesel üstüne yaklaşımı can sıkıcı değil midir? Bu kadar lalettayin, bu kadar biteviye çalakalem o muktedir algısı, şu yukarıdaki vecize sıkışmış metalaştırma, sıfır çektirmekten ötesini var etmeyen ülkede eğitim görenlere ne gibi bir ümidi sağlayabilir her nasıl, ne şekilde? Bundan ala çürüme mi olur?
Tumblr media
Gazete Karınca’dan iliştirelim: “Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkan Yardımcısı ve Hatay Milletvekili Barış Atay, İpek Er’e tecavüz eden ve intihara sürüklenmesine neden olan uzman çavuş Musa Orhan’a ilişkin bir haberi Twitter hesabı üzerinden paylaştı.
Atay, yaptığı paylaşımında, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu etiketleyerek, “Sen bir seri tecavüzcüyü korudun, kolladın Süleyman Soylu. Hayatın boyunca her fırsatta yüzüne vurulması, asla unutmaman için uğraşacağız” ifadelerini kullandı.
Söz konusu paylaşımı alıntılayarak yanıt veren Bakan Soylu ise Atay’a “Senden tam tecavüzcü olur” sözleriyle hakaret etti.
Ne Olmuştu?
Siirt’te görev yapan Musa Orhan isimli uzman çavuş, 18 yaşındaki İpek Er’e tecavüz etmiş ve intihara sürüklenmesine neden olmuştu.
16 Temmuz’da Batman’ın Beşiri ilçesinde yaşamına son vermeye teşebbüs eden genç kadın, 18 Ağustos’ta tedavi gördüğü hastanede vefat etmişti.
Bunun üzerine sosyal medyada “#MusaOrhanTutuklansın” etiketiyle kampanya başlatılmış, oluşan kamuoyu baskısıyla da cinsel saldırı faili Orhan 19 Ağustos’ta çıkarıldığı Siirt 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce “nitelikli cinsel saldırı” suçundan tutuklanmıştı.
Ancak aynı suçtan tutuklu yargılanması beklenen Musa Orhan, bir hafta tutuklu kaldıktan sonra, 25 Ağustos’ta Siirt 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı ile tahliye edilmişti.”
Gündemin satır aralarından çekilip, unutturulmaya çalışılan bir kadın cinayetinin sorgusuna düşmek eleştirilir. Düzenin, o emir erinin var ettiği insanlık dışı tutumu eleştirmek imkansız kılınmak istenir. Doksanların karanlığında çırak olan, daha sonra bir öyle bir böyle ama hep devletin kirli yüzünden bir temsil olan bir isme, milletvekili Atay tarafından yöneltilen eleştiriye yanıt bu yukarıdaki gibi çıkagelir. İçişleri nazırının ortaya serdiği im Türkiye’nin yenisinin her nerede kaldığını / olduğunu anladıkları dilden söze karıştıklarında ortaya çıkan utanç vesikasıdır. Bir uzman çavuşun peşinde koşa duran ol erkanın adalet makamına müdahalesi bir yandan, sırt onu eleştirdikleri için Chp üyesi bir insanın evinin basılması haline varan tahakküm etme halleri ortadayken çürümenin her nesini nasıl kodlayalım, daha açık ne görünebilir, gösterebilir olan biteni!
Bianet’ten aktaralım: “Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Barış Atay'a, beş kişilik bir grup, gece 01.30 sularında, Kadıköy'de arkadaşıyla birlikte gittiği bir mekândan çıkarken "vatan haini" diyerek saldırdı.
T24’ten Gözde Yel’in haberine göre, grubun yere düşürdükten sonra tekmelemeye başladığı Atay, Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde travma ve kaburgalarında kırık şüphesiyle tedaviye alındı.
Yaklaşık 3 saat önce tedavisi tamamlanan Atay, hastane çıkışında yaptığı açıklamada, “Şu an iyiyim, ciddi bir şey yok. Salı günü basın açıklaması yapacağız” dedi.
Atay’ın saldırganlar hakkında şikayetçi olacağı belirtilirken, saldırgan grubun olayın ardından kaçtığı, gözaltına alınan bir şüpheli bulunmadığı öğrenildi.
İstanbul Bağımsız Milletvekili Ahmet Şık da Atay'ın sağlık durumuna ilişkin bilgi almak için Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne gitti.
Şık, "Tesadüfi bir şey olduğunu düşünmüyoruz, Soylu'nun 'dikkat yakalanma' sözünden sonra olan bir olay. Çıktığı mekândan sonra bir ara sokağa girer girmez saldırıya uğruyor, takip edildiğini düşünüyoruz" dedi.
Atay'ın saldırıya uğramasının ardından Türkiye İşçi Partisi'nden yapılan açıklamada da şu ifadelere yer verildi: "Gün içinde Süleyman Soylu tarafından hedef gösterilen Genel Başkan Yardımcımız Barış Atay, bu gece 'kimliği belirsiz' bir grubun saldırısına uğramıştır. Barış yoldaşımızın sağlık durumu iyidir. Dayanışma dilekleri için teşekkür ederiz.”
Saldırıdan önceki saatlerde TİP Hatay Milletvekili Barış Atay, Siirt’te intihar girişiminde bulunduktan sonra kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden 18 yaşındaki İpek Er’e "nitelikli cinsel saldırı” suçlaması ile tutuklanan ve sonrasında tahliye edilen Musa Orhan'a ait olduğu iddia edilen telefon mesajları ile ilgili bir paylaşımda bulundu.  
Atay, paylaşıma İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'yu etiketleyerek, "Sen bir seri tecavüzcüyü korudun, kolladın. Hayatın boyunca her fırsatta yüzüne vurulması, asla unutmaman için uğraşacağız" diye yazdı.
Devamı da vardır;  Mezopotamya Ajansı'ndan aktaralım: İstanbul Kadıköy'de saldırıya uğramıştı. TİP avukatları saldırının meydana iş yerinin sahibiyle görüştü.Polisin de kendisiyle görüştüğünü yönünde bilgi veren iş yeri sahibi, olay akşamı kameranın fişini  “tesadüfen” çektiğini söyledi. Saldırının yaşandığı Dalga Sokak’ta da MOBESSE kamerası bulunmuyor.” Sonradan gelen edit: Üç zanlı, kamu baskısı ile yakalanır, şimdilik tutuklanır!
Bir çürüme hali hasıl oluyor menzilde. Barış Atay, muktedirin yancısı görünen, doksanların canilerinden birisinin yamağının hedefe koyduğu kaçıncı insandır o bahis bile bu sahada var edileni bildiriyor. Erk, muktedir, iktidar sıradanın hayat hakkını alaşağı etmeyi, edebilmeyi halen kafasında kurmaya devam ediyor. Biteviye, aralıksız düpedüz yalın bir faşizm iklimi güncelleniyor. Düpedüz kesintisiz bir biçimde bu sahadaki hayat mefhumu kesintiye uğratılıyor. Düpedüz dediğim dedik çaldığım düdük hallerinin orta yeri, hedefe kılınan insanlara hayatın dar edilmesi olarak çıka geliyor. Bir çürüme hasıl oluyor ne hesabını verecek olan var, ne de tek satır bu utanç vesikalarından bir ülkenin var edilip, edilmeyeceğine kafa yoran. Bir çürüme, kesif bir kokuşma, faşizme teslim olması beklentilenen bir ülke hakikati var. Ezilen, yerilen, hakir görülen sadece vekil değil her bir ötekisi olduğu bir Türkiye gerçekliği var. Bir çürüme süreğen kılınıyor...
Misak TUNÇBOYACI - İstan’2020
Görseller: Photos Courtesy From; Sasha Freemind v/ Unsplash
0 notes
iswhitechocolate · 7 years ago
Text
Doğru ve yanlış ne kadar doğru ne kadar yanlış?
Hatalarla yaşanmış bir hayat düşünün. İster 20 yıl, isterse 60 yıl olsun bu hayat. Yaşınızın, cinsiyetinizin, medeni halinizin, kilonuzun, boyunuzun hiç bir önemi yok. Hayatlarında yaptığınız doğru ve yanlış terazisi vardır. Bir tarafta yanlışlar bir tarafta doğrular. Silinmez. Ne doğru ne yanlış. Bu terazi sizin hayatınızı belirler mi? Bu terazinin sizin hayatınızı belirlemesi demek; artık yaşamadığınız anlamına gelir. İnsanlar bu hayatta her zaman doğru ya da her zaman yanlış yapamaz. Doğru ve yanlış algısı diğer insanların menfaatlerine yönelik kafalarının içinde yarattığı imgelerdir aslında. Benim için olan doğrular aslında bir çoğuna yanlış bir imgedir. Hakikati nasıl sorguladıysa filozoflar günümüzde hala hakikati nasıl sorguluyorsak aslında doğru ve yanlışları da sorguluyoruz. Yanlışlarla ve doğrularla hayatımızda pek çok şeyi var ederiz ya da yok ederiz. İçinizde neler düşündüğünüz ya da düşünmediğiniz kimsenin umrunda değildir. Onlar için hayattaki izleriniz yani doğrularınızın ve yanlışlarınızın arkasında bıraktığınız lekeler aslında.
Doğru ve yanlışı belirleyiciliği olan bir makine olsaydı bunu yalnızca matematik, fizik veya buna benzer işlemler için kullanılabilirdi. İnsan beyni bunun için en güzel makine aslında. Ama bu makine ne yazık ki davranışların doğruluğunu ve yanlışlığını saydam bir şekilde işleme tâbi tutamıyor. Bu yüzden toplumda ve insan ilişkilerinde her şey oldukça karmaşıktır ve tek düze indirgemektir tek amaç. A yolu her zaman için doğru ya da B yolu her zaman yanlış yol değildir.
2 notes · View notes
hetesiya · 4 years ago
Text
Sosyalizme Çağrı (Marksizm Hakkında) – Gustav Landauer – 8
Tumblr media
Marksizm
Marksizm kültürsüzdür ve dolayısıyla her zaman alayla ve övünmeyle başarısızlıklara ve nafile girişimlere işaret eder ve oldukça çocuksu bir yenilgi korkusuna sahiptir.
Marksizm kültürsüz olandır ve dolayısıyla kitle-benzeri ve genel olan her şeyin dostudur. Onun açısından, Orta Çağ’a ait şehir cumhuriyetleri veya bir Köy İşareti veya bir Rus Mir’i   (topluluk) ya da İsviçre Ortak Mülkü’i (Allmend) veya komünist koloni gibi bir şey sosyalizmle en az benzerliğe sahip olandır, fakat geniş, merkezileşmiş devlet şimdiden onun gelecekteki devletine oldukça çok benzemektedir. Kendisine küçük köylünün refah düzeyinin yükseldiği, yüksek vasıflı ticaretin serpildiği, biraz sefaletin olduğu bir dönemde bulunan bir ülkeyi gösterin, o size kibirlice burun kıvıracaktır: Karl Marx ve halefleri tüm sosyalistlerin en büyüğü Proudhon’a küçük burjuva ve küçük köylü sosyalisti diyerek, daha kötü bir suçlama yapamayacaklarını düşündüler. Bu suçlama ne doğru idi ne de aşağılayıcı idi çünkü Proudhon kendi ulusunun halkına ve zamanına ağırlıklı olarak da küçük çiftçilere ve zanaatkârlara büyük kapitalizmin muntazam ilerleyişini beklemeden nasıl hemen sosyalizme erişebileceklerini müthiş bir şekilde göstermiştir. Ancak ilerlemeye inananların hepsi bir zamanlar orada bulunan ve fakat gerçekliğe dönüşmeyenin olasılığı ile ilgili bizleri dinlemek istemiyor ve Marksistler ve onların görüşlerini bulaştırdığı kimseler, kendilerinin kutsal kapitalizmin yukarı doğru hareketi olarak adlandırdığı aşağı doğru hareketten önce mümkün olan bir sosyalizmden birilerinin söz etmesine tahammül edemiyor. Oysa bizler, efsanevi gelişme ve toplumsal süreçleri, insanların ne istediğinden, ne yaptığından, ne istemiş olabileceğinden ve ne yapmış olabileceğinden ayırmıyoruz. Ancak bizler biliyoruz ki tüm bu olanların,  buna elbette irade ve eylem de dahil, belirleyiciliği ve zorunluluğu geçerlidir ve bunun istisnası yoktur; fakat bu yalnızca bir olgu sonrasında yani bir gerçeklik halihazırda orada olduktan sonra ve bu şekilde kendisi bir zorunluluk olduğunda böyledir. Bir şeyler olmadığında ise bu şeyler bu yüzden olası değildir çünkü örneğin acil çağrıların yöneltildiği ve aklın hararetle vazedildiği insanlar istemezlerdi ve makul olamazlardı. Aha! Marksistler zafer kazanmışçasına lafa karışacak, oysa Karl Marx bunun imkânı olmadığını öngörmüştü. Evet efendim, bizler cevap veriyoruz ve bu suretle O, sosyalizmin gelmemesi ile ilgili suçun belli bir kısmını üstlendi. Marx, o zamanlarda da ve çok sonraları da suçluları engelleyenlerden biriydi. Bizim fikrimize göre, insanlık tarihi, sırf kaynağı bilinmeyen süreçlerden ve pek çok küçük kitlesel olayların ve kusurların toplamından oluşmaz. Bize göre tarihin taşıyıcıları şahıslardır ve bize göre suçlu şahıslar da vardır. Proudhon’un, her peygamber, her elçi gibi, herhangi soğuk bir bilimsel gözlemciden daha güçlü bir şekilde, genellikle muazzam zamanlarda halkını en güzel ve en doğal olasılık olarak düşündüğü şeye yönlendirmenin imkânsızlığını hissedemeyeceğine inanan kimse var mı? Gerçekleştirmeye inanmanın,  büyük fiillerin, vizyoner davranışların ve insanoğlunun havarilerinin ve liderlerinin acil yaratıcılığının bir parçası olduğunu düşünen herhangi biri, onları kötü bilir. Onların kutsal gerçeklerine iman muhakkak ki bunun bir parçasıdır, fakat insanlığa dair ümitsizlik ve imkânsızlık hissi de böyledir! Büyük değişim ve yenilenme her nerede yaşanmışsa, değişimi meydana getiren mutat etken kesinlikle imkânsız ve inanılmaz olandır.
Fakat milliyetçiler tok halk sınıfları için 1870’lerden beri ne idiyse, Marksizm de yoksul kitleler için tam olarak odur: Başarıya tapanlar. Bu yüzden bizler, “materyalist tarih anlayışı” teriminin bir başka, daha doğru olan anlamını kavrıyoruz. Evet gerçekten de Marksistler kelimenin sıradan, kaba, popüler anlamıyla materyalisttir ve tıpkı milliyetçi andavallar gibi idealizmi indirgemeye ve yok etmeye çalışırlar.
Fakat Marksizm kültürsüzdür ve dolayısıyla her zaman alayla ve övünmeyle başarısızlıklara ve nafile girişimlere işaret eder ve oldukça çocuksu bir yenilgi korkusuna sahiptir. Deneyler ya da başarısızlıklar diye adlandırdığından başka hiçbir şeyi bu kadar hor görmez. Özellikle bu tür idealizm korkusunun, hevesin ve kahramanlığın çok az örtüştüğü Alman halkı için bu, rezil bir çöküşün utanılacak bir işaretidir, öyle ki bu tür acınası karakterler kendi esir edilmiş kitlelerinin liderleridirler. Fakat milliyetçiler tok halk sınıfları için 1870’lerden beri ne idiyse, Marksizm de yoksul kitleler için tam olarak odur: Başarıya tapanlar. Bu yüzden bizler, “materyalist tarih anlayışı” teriminin bir başka,  daha doğru olan anlamını kavrıyoruz. Evet gerçekten de Marksistler kelimenin sıradan, kaba, popüler anlamıyla materyalisttir ve tıpkı milliyetçi andavallar gibi idealizmi indirgemeye ve yok etmeye çalışırlar. Milliyetçi burjuva, Alman öğrencilerden ne anlam çıkarttıysa, Marksistler de geniş proleterya kesimlerinden onu, gençliği, yabaniliği, cesareti olmayan, herhangi bir girişimde bulunurken neşesiz, hizipsiz, aykırı düşüncesiz, orijinal ve bireysel olmayan ödlek küçük adamı çıkartmıştır. Fakat bunların hepsine ihtiyacımız var. Girişimlere ihtiyacımız var. Bin adamın Sicilya’ya sevk edilmesine ihtiyacımız var. Bu değerli Garibaldi-mizacına ihtiyacımız var ve başarısızlık üstüne başarısızlığa ve hiçbir şey tarafından korkutulamayan, başarıncaya kadar, bizler bitirinceye kadar, bizler fethedilemez oluncaya kadar, sıkı tutan ve dayanan ve tekrar tekrar yeniden başlayan zorlu mizaca ihtiyacımız var. Yenilgiler, yalnızlıklar, aksilikler tehlikesini üstlenmeyen kim olursa olsun hiçbir zaman zafer elde edemeyecektir. O siz Marksistler, sırtından bıçaklamak olarak adlandırdığınız şeyin dışında hiçbir şeyden korkmayan sizler, bunun kulağınıza ne kadar kötü geldiğini biliyorum. Sırtından bıçaklamak ifadesi sizin özel lügatinize ait ve belki de biraz haklılık payı var. Zira sizler düşmana yüzünüzden çok sırtınızı gösteriyorsunuz.  Sizin kuru mizacınızın yapıcı Proudhon’u ve yıkıcı Bakunin’i ya da Garibaldi gibi ateşli mizaçları nasıl itici ve nahoş bulduğunu ve onlardan nasıl derinden nefret ettiğini biliyorum.  Latin veya Kelt her şey, açık havanın ve vahşiliğin ve girişimin kokusunu alan her şey sizin için handiyse utanç vericidir. Kendinizi aptallık dediğiniz özgür, kişisel ya da gençlikle ilgili her şeyi partiden, hareketten ve kitlelerden dışlamaya yetecek kadar bezdirdiniz. Hakikaten de sistematik aptallık yerine – ki siz buna bilimimiz diyorsunuz – tahammül edemediğiniz hevesle dolup taşan fevri insanların kızgın-başlı aptallıklarına sahip olsaydık, işler sosyalizm için çok daha iyi olurdu. Evet, gerçekten de bizler sizin deney dediğiniz şeyi yapmak istiyoruz. Girişimlerde bulunmak istiyoruz. Yürekten yaratmak istiyoruz ve sonra, eğer gerekiyorsa zafere kavuşup toprak görünene kadar mahvolmak ve yenilgiye katlanmak istiyoruz. Beti benzi atmış, uyuşuk insanlar, kinik ve kültürsüz insanlarımızı yönlendiriyor; gelişmeleri beklemek yerine kırılgan bir gemiyle bilinmeyene doğru açık denizlere açılmayı tercih eden Kolomb mizaçlılar nerede? Bu gri suratlara gülecek olan genç, neşeli muzaffer Kızıllar nerede? Marksistler bu tür sözleri – ki bunlara bozulma diyorlar – bu tür heveskar bilimsel olmayan meydan okumaları duymaktan hoşlanmıyorlar. Biliyorum ve tam da bu nedenle bunları kendilerine söylemekten dolayı çok iyi hissediyorum. Onlara karşı kullandığım argümanlar sağlam ve tutarlı fakat onları argümanlarla çürütmek yerine alay ve kahkaha ile ölümüne sinirlendirdim ki bu da bana yakışır.
Bu yüzden kültürsüz Marksist, tümüyle çöküş halindeki kapitalizmin, sosyalist örgütle karşılaşabileceğini – Fransa’daki Şubat Devrimi sırasında olan da buydu – bir an olsun düşünmek için fazla zeki, aklı başında ve dikkatlidir. Tıpkı çöküş çağlarında, özellikle Almanya, Fransa, İsviçre ve Rusya’da korunmuş olan Orta Çağlar’daki yaşayan toplum biçimlerini, bunların gelecek sosyalist kültürün tohumlarını ve canlı kristallerini içerdiğini teslim etmek yerine öldürmeyi ve kapitalizmde boğmayı tercih etmesi gibi. Ancak biri Marksiste ekonomik koşulları mesela 19. Yüzyıl ortalarından sonra kasvetli fabrika sitemi, kırsal kesimdeki nüfus azalması, kitlelerin ve sefaletin homojenleşmesi, gerçek ihtiyaçlar yerine dünya pazarına bağlı ekonomisi ile İngiltere’deki durumu gösterse, O toplumsal üretimi, işbirliğini, ortak mülkiyetin başlangıcını görür. Kendini evindeymiş gibi hisseder.
Gerçek Marksist, henüz tereddütlü bir hal almamış ve ödün vermeye başlamamış ise (günümüzde elbette ki bu nesli tükenen Marksistler epey bir zamandır her tür ödünü veriyor) çiftlik kooperatifleri, kredi kooperatifleri ya da işçi kooperatifleri fevkalade gelişme gösterseler bile bunlarla herhangi bir şey yapmak istemiyor. Öte yandan kapitalist alışveriş mağazaları tümüyle farklı bir izlenim bırakıyor bu Marksist’in üzerinde. Çünkü verimsiz hırsızlık ve gasp ve değersiz çöpün satışı için çok fazla örgütsel ruh bunlara harcandı.
Fakat herhangi bir Marksist şu büyük, belirleyici soru ile hiç alakadar olmuş mudur: Dünya pazarı için ne üretilmiştir, tüketicilerin üstüne ne boşaltılmıştır? Nazarları her zaman sadece kendilerinin toplumsal üretim dediği kapitalist üretimin dış, önemsiz, yapay biçimlerine kilitlidir ki şimdi biz de bunu tartışmalıyız.
Marksizm, teknoloji ve teknolojinin ilerleyişinden daha önemli, daha harika, daha kutsal hiçbir şey tanımayan kültürsüz bir uyuşuktur. Böyle bir uyuşuğu, bitmez tükenmez kişiliğinin cömertliği ve zenginliği ve de ruh ve yaşam için önemi bakımından İsa ile karşı karşıya getirin – ki kendisi çok büyük bir sosyalisttir -, bunu, haç üstünde yaşayan İsa’nın önüne ve insanların ulaşımı ya da nakliye için yeni bir makinenin önüne getirin. Bu kişi dürüstse ve kültürel iki yüzlü değilse eğer, çarmıha gerilmiş İnsan Oğlunu tümüyle faydasız ve gereksiz bir fenomen olarak görecek ve gidip makinenin ardından koşacaktır.
Ve buna rağmen, kalbin ve ruhun bu sessizce, sakince acı çeken büyüklüğü zamanımızın tüm ulaşım makinelerine göre gerçekte ne kadar daha fazla kişiyi harekete geçirmiştir!
Ve buna rağmen insanlığın haçı üzerinde sessizce, sakince acı çeken bu büyüklük olmaksızın zamanımızın tüm ulaşım makineleri nerede olurdu?
Bu da burada söylenmeliydi, gerçi sadece hâlihazırda bilenler bunun ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayacaktır.
Marksizm’in kökenini anlamanın anahtarı, teknoloji için ilerleme yalakalarının sınır tanımayan referanslarıdır. Marksizm’in babası, ne tarih çalışması ne de Hegel’dir. Ne Smith’tir, ne de Ricardo; ne de Marksist-öncesi sosyalistlerden biridir. Ne devrimci demokratik koşuldur ne de insanlar arasında kültür ve güzellik için irade ve özlemdir. Marksizm’in babası buhardır.
Kocakarılar kahve telvesinden kehanette bulunur. Karl Marx buhardan kehanette bulundu.
Marx’ın sosyalizme benzerlik olarak düşündüğü, sosyalizm öncesi acil hazırlık aşaması, kapitalizm içerisinde buhar makinesinin teknik gerekliliklerinden kaynaklanan üretim tesisinin örgütlenmesinden başka bir şey değildi.
Bu cihetle birbirinden tümüyle farklı iki merkezileşme biçimi bu noktada birleşti: kapitalizmin ekonomik merkezileşmesi, kendi çevresinde mümkün olan en fazla parayı, emeği temerküz ettiren zengin adam ve güç merkezi olarak iş makinelerine sahip olması ve çalışan insanları kendisine yakın tutması gereken sanayi tesisinin, buhar-makinesinin teknik merkezileşmesi. Bu da büyük imalat tesislerini ve rafine iş bölümünü yarattı. Bu itibarla, kapitalizmin ekonomik merkezileşmesinin tamamı – birkaç izole vaka hariç – teknik tesisin merkezileşmesini gerektirmedi.  Buhar makinesi yerine insan çalışması-enerjisi ya da basit el- veya ayak ile çalıştırılan makinelerin kullanımı nerede ucuzsa orada kapitalist, fabrika yerine ev endüstrisinin köylerdeki kırsal kesimlerde ve tarlalarda yayılmasını tercih eder. Bu cihetle buhar makinesinin teknik gereksinimleri büyük fabrika binalarını ve fabrikalarla ve kiralık konutlarla dolu büyük şehirleri üretmiştir.  
Marksizm’in kökenini anlamanın anahtarı, teknoloji için ilerleme yalakalarının sınır tanımayan referanslarıdır. Marksizm’in babası, ne tarih çalışması ne de Hegel’dir. Ne Smith’tir, ne de Ricardo; ne de Marksist-öncesi sosyalistlerden biridir. Ne devrimci demokratik koşuldur ne de insanlar arasında kültür ve güzellik için irade ve özlemdir. Marksizm’in babası buhardır.
Köken olarak birbirinden ayrı ve tümüyle farklı bu iki merkezileşme biçimi, güçlü karşılıklı etkileri doğal olarak birleştirdi ve uyguladı. Kapitalizm buhar makinesi vasıtasıyla son derece hızlı gelişme gösterdi. Ancak teknik bakımdan merkezileşmiş kurumları, özellikle de daha çok kırsal kesimden işçilerin temerküzü ile – ki bu eğilim günümüzde de halen ivme kazanmaya devam etmektedir – kapitalizm, buhar ve su gücünün elektrik dağılımını güçleştirmektedir. Ki uygulamada doğası gereği merkezkaç bir etkiye sahip olacaktır. Yine de enerjinin söz konusu elektrik iletiminin küçük ayrı atölyelerin kapitalist sömürüsünü ürettiği de yadsınamaz. Örneğin Solingen’in bıçak-ağzı endüstrisi aynı zamanda küçük sanayi ve el sanatlarını olumlu bir şekilde güçlendirmiştir. Gelecekte bu potansiyel küçük sanayinin ve el sanatlarının yenilenmesine sebep olacak ve enerji ve motorları istihdam etmek için kooperatif örgütlerine geniş imkânlar sunacaktır.
Teknolojinin ve sermayenin merkezileşmesinin söz konusu bileşimi sonradan yüksek yoğunluklu kapitalist merkezileşmenin – ticaret, bankacılık, toptan ve perakende ticaret, ulaşım, vs. – daha çok ilerlemesine yol açmıştır.
Yine de genellikle bu ikisinden bağımsız olarak üçüncü bir merkezileşme günümüzde gelişti: devlet bürokrasisinin ve askeri sistemin merkezileşmesi. Devasa fabrikalar ve kiralık konutlara ek olarak, bir başka devasa bina grubu şehirlerde yükseldi: bürokratların kışlaları (bu kamu binalarının her birinde yüzlerce küçük oda, her gri odada bir, iki ya da üç yeşil masa ve her yeşil masada, kulak arkalarında bir kalem ve ellerinde beslenme çantası bulunan, bir, iki ya da üç esneyen küçük memur) ve (binlerce güçlü genç adamın faydasız sporla zaman geçirdiği – spor, faydalı bir iş sonrası sadece dinlenmeye hizmet etmelidir – sıkıldığı ve her tür cinsel aptallık ve müstehcenlikle uğraştığı) askerlerin kışlaları.
Tüm bu merkezcilikten kaynaklanan bu kadar kültürsüzlükle, aşırı kalabalıklaşma ile, yeryüzünden ve kültürden uzaklaştırma ile, bu kadar emek israfı ile, verimsiz çalışma ve aylak aylak gezinmeden dolayı aşırı yüklenme ile, bu kadar anlamsız sefalet ile bizler zamanımızın ilave kışlalarının giderek daha çok sayıda ve büyük olduğunu – ıslahhaneler, hapishaneler ve cezaevleri ve genelevler – görüyoruz.
Marksistler kendi doktrinlerinin sırf teşebbüslerin teknik merkezileşmesinin bir ürünü olduğunu reddettiği zaman bizler, işin aslı, kasvetli, çirkin, tek tip, sınırlayıcı ve baskıcı merkezciliğin tüm biçimlerinin, bir dereceye kadar, Marksizm için emsal olduğunu ve Marksizm’in kökenini, gelişmesini ve yayılmasını etkilediğini kabul etmeliyiz.  Bu bakımdan gerçek Marksistlerin şu anda neredeyse yalnızca çavuş, küçük memur ve bürokratların hâkim olduğu ülkelerde, yani Prusya ve Rusya’da bulunması şaşırtıcı değildir. Kaba müstebitliği ile “disiplin” kelimesi Prusya ordusu ve Alman Prusya Sosyal Demokrasisi’ndeki sıklıkta başka hiçbir yerde bu kadar duyulmamaktadır. Yine de bu merkezileştirmelerden hiçbiri, buharın teknik merkezileşmesi hariç, adına gerçekten ve tam olarak “sosyalizm” denebilecek bir ucube üretmeleri için tesis edilmemiştir.
Şiirsel olmayan Marx’ın lirik bir biçimde söylediği gibi sosyalizm hiçbir zaman kapitalizmden “çiçek açmayacak”tır fakat onun doktrini ve partisi – Marksizm ve Sosyal Demokrasi- buhar enerjisinden gelişmiştir.
İşçilerin ve zanaatkârların ve köylülerin kızları ve oğullarının yurtlarından nasıl uzaklaştığını ve göçmen mahsul-toplayıcılarından oluşan ordularla nasıl yer değiştirdiğini izleyin! Her sabah binlercesinin nasıl fabrikalara girdiğini ve akşamleyin nasıl yeniden tükürüldüklerini izleyin!
Komunist Manifesto’da Marx ve Engels, kendi sosyalizmlerinin başlangıcı için “en gelişmiş ülkeler” için teklif ettikleri önlemlerden biri olarak (kapitalizmden gelen nurun tasviri ve önsezisi olarak değil),  “herkes için aynı çalışma zorunluluğu, özellikle tarım için, sanayi ordularının tesisi,”  ifadesini kullanmıştır. Bu tür bir sosyalizm muhakkak ki kapitalizmin örselenmemiş, daha fazla gelişmesinden doğar!
Buna, kapitalistlerin ve servetlerinin sayısı sanki daha az olabilirmiş gibi bakan kapitalist temerküzü ekleyin. Zamanımızın merkezileşmiş devletinin her yerde hazır ve nazır olan hükümet modelini de ekleyin ve son olarak sanayi makinelerinin gitgide daha fazla mükemmelleşmesini, iş bölümünün giderek artmasını, vasıfsız makine operatörünün eğitimli zanaatkârın yerini almasını ekleyin. Fakat tüm bunlar abartı ve karikatürleştirilmiş bir ışıkta değerlendirilmektedir zira hepsinin bir başka yönü vardır ve bunlar hiçbir zaman şematik, lineer olmayan gelişmeler değildir. Bunlar, çeşitli eğilimlerin mücadelesi ve dengesidir fakat Marksizm’in gördüğü her şey, her zaman garip bir şekilde basitleştirilmekte ve karikatürleştirilmektedir. Son olarak, çalışma saatlerinin giderek azalacağına ve insanların giderek daha verimli olacağına dair ümidi de ekleyin: sonra geleceğin devleti sona erer. Marksistlerin gelecekteki devleti: hükümet, kapitalist ve teknolojik merkezileşme ağacındaki çiçek.
Yine de eklenmelidir ki Marksist, özellikle boş hayallerini düşlerken – ki bir rüya hiçbir zaman daha boş ve tatsız olamaz ve hayal gücü kıt hayalciler diye birileri var olmuşlarsa eğer, Marksistler bunların en kötüleridir. Merkeziyetçiliğini ve ekonomik bürokrasisini günümüz devletlerinin ötesine taşır ve malların üretimini ve dağıtımını düzenlemek ve yönetmek için bir dünya örgütünü savunurlar. Bu Marx’ın enternasyonelciliğidir. Enternasyonelde eskiden her şeyin Londra-merkezli genel konsey tarafından düzenlenip burada her şeye karar verilmesinin beklenmesi ve bugün Sosyal Demokrasi’de tüm kararların Berlin’de alınması gibi, bu dünya üretim otoritesi de bir gün her kaba bakacak ve defterinde kayıtlı her bir makine için [gerekli] yağ miktarına sahip olacaktır.
[Soğanın] bir katı daha [açılacak] ve Marksizm tanımımız bitecek.
Ve yine de müteakip ifade proleterlerin devrimciler olarak doğduğu iddiasından daha doğrudur: proleterler kültürsüz uyuşuk doğanlardır. Marksist, küçük burjuvadan çok aşağılayıcı bir biçimde bahseder fakat küçük burjuva denilebilecek yaşamın her niteliği ve alışkanlığı ortalama bir proleterin özelliğidir, tıpkı, mateessüf, hapishanelerdeki ve cezaevlerindeki hücrelerin çoğunda dahi kültürsüz uyuşukların olması gibi.
Bu insanların sosyalizm dediği örgüt biçimleri tümüyle kapitalizm içinde çiçek açar; fakat bu örgütler  – buhar kanalıyla sürekli genişleyen bu fabrikalar – halen daha özel teşebbüslerin, sömürücülerin ellerindedir. Mamafih şimdiden gördük ki bunların rekabet ile daha da az sayıya düşürülmesi beklenmektedir. Kişi bunun ne anlama geldiğini net bir şekilde gözünde canlandırmalıdır: önce yüz bin – sonra birkaç bin – sonra birkaç yüz – sonra 70 ya da 50 – sonra mutlaka canavar gibi devasa birkaç müteşebbis.
Bunların karşısında işçiler, proleterler durmaktadır. Bunlar giderek daha da çoğalmaktadır, orta sınıflar yok olmaktadır ve işçilerin sayısının artmasıyla makinelerin sayısı, yoğunluğu ve gücü de büyümektedir. Böylece sadece işçilerin sayısı değil, işsizlerin, sözde yedek sanayi ordusunun sayısı da artmaktadır. Bu tanıma göre, kapitalizm çıkmaza varacak ve buna  – kalan birkaç kapitaliste – karşı mücadele, değişimden çıkarı olan sayısız ıskat edilmiş kitle açısından giderek daha da kolay hale gelecektir. Dolayısıyla hatırlanmalıdır ki Marksist doktrinde her şey içkindir, gerçi terim başka bir alandan alınmış ve yanlış uygulanmıştır. Burada hiçbir şeyin özel çaba ya da akli iç görü gerektirmediği, her şeyin düzgün bir şekilde toplumsal süreçten çıktığı anlamına gelir. Sözde sosyalist örgüt biçimleri hâlihazırda kapitalizmde içkindir. Benzeri şekilde proleteryada da mevcut koşullara aldırışsızlık içkindir, yani sosyalizme temayül, devrimci zihniyet proleterlerin bütünleyici bir unsurudur. Proleterlerin kaybedecek hiçbir şeyi yoktur; kazanacakları bir dünya vardır!
Ne kadar güzel, hakikaten ne kadar da şiirsel bir ifadedir, bu (ki ne Marx’tan ne de Engels’den çıkar) ve ne kadar da iddia edildiği gibi gerçeği barındırır.
Ve yine de müteakip ifade proleterlerin devrimciler olarak doğduğu iddiasından daha doğrudur: proleterler kültürsüz uyuşuk doğanlardır. Marksist, küçük burjuvadan çok aşağılayıcı bir biçimde bahseder fakat küçük burjuva denilebilecek yaşamın her niteliği ve alışkanlığı ortalama bir proleterin özelliğidir, tıpkı, mateessüf, hapishanelerdeki ve cezaevlerindeki hücrelerin çoğunda dahi kültürsüz uyuşukların olması gibi. Dilimden sürçen bu “mateessüf” ile ben elbette hiçbir şekilde kültürlü insanların özgür olmasına hayıflanmış değilim fakat yoksul aptallar, şartların kurbanları, bu yüzden yasal olarak tesis edilmiş sözleşmeleri ihlal etmek zorunda kalanlar açısından hakikaten üzücüdür. Tıpkı dünyada olan her şeyin olması gerektiği gibi, bunun insan ruhundaki sözleşmenin yerini alan asi zihniyetin bir sonucu bile olmaması gibi. Aslında bozdukları sözleşme, mizaçlarında, düşüncelerinde, hem dertlilerini ve hatta bazen de kendilerini kötü idare etme biçimlerinde, genellikle, en az diğer insanların çoğunda olduğu kadar, sıkı bir biçimde yaşar.
Burada bahsettiğimiz şey proleteryanın kültürsüz zihniyetinin ki laf arasında bu Marksizm’in kültürsüzlüğü sistematikleştirmesinin nedenlerinden biridir, proleterya tarafından da çok iyi anlaşılmış olmasıdır. Hiçbir istisnai vasıf olmayan ortalama bir proleteryayı kullanışlı bir parti liderine dönüştürmek için sadece dilin eğitimle çok sığ yaldızlanması gerekmektedir – bu da en hızlı ve en ucuz, adına parti okulları denen polikliniklerde yapılmaktadır.
Böylece bunlar ve diğer parti liderleri doğal bir biçimde proleteryanın toplumsal gereklilikle devrim yaptığını, en azından bunların çok azının – ki ne de olsa giderek çok daha az sayıda insanı ihtiva etmekte ve tabiatı gereği giderek daha kırılgan bir hale gelmektedirler – kapitalizmi aşmak için halen gerekli olduğunu (vazeden) Marksist doktrine sıkıca yapışmaktadırlar.
sosyalizmlerinin tıpkı tüm kapitalizm ve tasnif etme biçimlerini ve nihai tekamülüne ilerlemek için bugün mevcut olan tek biçimlilik ve benzeşme (leveling) eğilimine izin vermesi gibi, proleterya da kendi sosyalizmine sürüklenmektedir. Kapitalist teşebbüsün proleteryası, devlet proleteryası haline dönüşür ve bu tür bir sosyalizm başladığında proleterleşme gerçekten de tahmin edildiği gibi devasa oranlara ulaşır. İstisnasız herkes devletin bir çalışanı olur.
Kapitalizm, kendi kaçınılmaz çöküşüne yol açan yukarıda listelenmiş faktörlere ek olması bakımından bir başka içkin tehlikeyi, krizleri içermektedir. Alman Sosyal Demokrasi programının öylesine güzel ve öylesine gerçek Marksist terimlerle söylediği gibi (aksi takdirde gerçek olmayan çeşitli unsurlar dalabilir, ki bu programın yapıcıları da muhaliflerine şimdilerde revizyonist demektedir): üretim güçleri çağdaş toplumun kapasitesinin ötesinde büyümektedir. Bu ifade, üretim biçimlerinin çağdaş toplumda giderek daha fazla sosyalistleştiğini ve bu biçimlerin sadece doğru mülkiyet biçiminden yoksun olduğunu vazeden hakiki Marksist öğretisini içermektedir. Onlar buna toplumsal mülkiyet demektedir fakat kapitalist fabrika sistemine toplumsal üretim dedikleri zaman (bunu sadece Marx, Kapital’inde yapmış değildir, günümüz Sosyal Demokratları da şu anda etkin programlarında günümüz kapitalizm biçimlerindeki çalışmaya toplumsal çalışma demektedir) sosyalist emek biçimlerinin asıl (real) çıkarımlarını biliyoruz. Tıpkı kapitalizmdeki buhar teknolojisinin üretim biçimlerini sosyalist emek biçimi olarak düşündükleri gibi, merkezileşmiş devletin de toplumun toplumsal örgütlenmesi olarak, bürokratik yönetilen devlet mülkünü de ortak mülkiyet olarak düşünmektedirler! Bu insanların gerçekten de toplumun ne anlama geldiğine dair hiçbir insiyakı yoktur. Toplumun sadece toplumların toplumu, bir federasyon, yalnızca özgürlük olabileceğine ilişkin en ufak bir fikirleri bile yok. Dolayısıyla sosyalizmin anarşi ve federasyon olduğunu bilmiyorlar. Onlar sosyalizmin hükümet olduğuna inanıyorlarken kültüre susamış diğerleri sosyalizmi yaratmak istiyorlar çünkü kapitalizmin çözülmesinden ve sefaletinden ve beraberindeki yoksulluk, ruhsuzluk ve baskıdan – ki bu, ekonomik bireyselciliğin sadece öteki yüzüdür – kaçmak istiyorlar. Kısaca, devletten toplumların toplumuna ve gönüllü birliğe kaçmak istiyorlar.
Çünkü bu Marksistlerin de dediği üzere, sosyalizm hala, tabiri caizse vahşice ve şuursuzca üreten müteşebbislerin özel mülküdür. Ve bunlar sosyalist üretim güçlerine (bunları buhar gücü, mükemmelleştirilmiş üretim makineleri ve bol bol bulunan proleter kitleleri olarak okuyun) sahip oldukları için, yani bu durum, büyücü çırağının elindeki sihirli sopa gibi olduğundan; sonuç, malların akını, fazla üretim ve karmaşa olmalıdır. Diğer bir deyişle ayrıntılar ne olursa olsun krizler birbirini takip etmeli, her daim meydana gelmelidir, en azından Marksistlerin düşüncesine göre, çünkü istatistiksel anlamda kontrolü elinde bulunduran ve yöneten dünya devlet otoritesinin düzenleyici fonksiyonu, kendi kötücül aptal görüşlerine göre hâlihazırda var olan sosyalist üretim biçimi ile yürümek zorundadır. Bu kontrol otoritesi yokken “sosyalizm” hala kusurludur ve kargaşa çıkmalıdır. Kapitalizmin örgüt biçimleri iyidir fakat düzen, disiplin ve sıkı merkezileşmeden yoksundur. Kapitalizm ve hükümet bir araya gelmelidir ve devlet kapitalizminden bahsedeceğimiz yerde, bu Marksistler, sosyalizmin burada olduğunu söyler. Fakat sosyalizmlerinin tıpkı tüm kapitalizm ve tasnif etme biçimlerini ve nihai tekamülüne ilerlemek için bugün mevcut olan tek biçimlilik ve benzeşme (leveling) eğilimine izin vermesi gibi, proleterya da kendi sosyalizmine sürüklenmektedir. Kapitalist teşebbüsün proleteryası, devlet proleteryası haline dönüşür ve bu tür bir sosyalizm başladığında proleterleşme gerçekten de tahmin edildiği gibi devasa oranlara ulaşır. İstisnasız herkes devletin bir çalışanı olur.
Kapitalizm ve devlet bir araya gelmelidir – bu hakikatte Marksizm’in idealidir. Kendi ideallerini duymak istemeseler de bizler bu gelişme eğilimini teşvik etmek istediklerini görüyoruz. Devletin muazzam gücünün ve bürokratik viraneliğinin, sırf komünal yaşamımız ruhunu kaybettiği için, adalet ve sevgi, ekonomik birlikler ve küçük toplumsal organizmaların çiçeklenen çeşitliliği kaybolduğu için gerekli olduğunu görmüyorlar. Zamanımızın tüm bu derinden çürümüşlüğüne dair hiçbir şey görmüyorlar: ilerleme halisünasyonu görüyorlar. Teknoloji ilerler, elbette. Aslında her zaman olmasa bile pek çok kültür döneminde bunu yapar – teknik ilerlemesi olmayan kültürler de vardır. Teknoloji, özellikle çürüme, ruhun bireyselleştiği ve kitlelerin atomlaştığı dönemlerde ilerler. Bu tam da bizim bakış açımızdır. Zamanın rezilliği ile birlikte gerçek teknoloji ilerlemesi – bir kez olsun Marksistler için Marksistçe konuşmak adına – ideolojik üst yapı, yani Marksistlerin ilerici sosyalizm Ütopyası için gerçek, maddi temeldir. Ancak sadece ilerleyen teknoloji kendi küçük ruhlarına yansımakla kalmaz zamanın diğer eğilimleri de, kapitalizm de onların gözünde ilerlemedir ve onlar için merkezileşmiş devlet, ilerlemedir. Burada sözde materyalist tarih anlayışının dilini Marksistlerin kendilerine uyguluyor olmamız sırf ironi için değildir. Bunlar bu tarih anlayışını bir yerlerden aldılar ve şimdi biz de bunu bildiğimize göre, onu nerede bulduklarından önce, daha net bir şekilde söyleyebiliriz: bu anlayışı tümüyle kendi özlerinde buldular. Evet, gerçekten de Marksistlerin ruhsal yapıların ve düşünüşün zamanın koşulları ile ilişkisine dair söyledikleri, tüm çağdaşları için hakikaten doğrudur. Burada çağdaşlar derken tüm yaratıcı olmayanlar, karşı koymayanlar, hiçbir içsel temeli ve ruhsal şahsiyeti olmayanlar, sadece çocuk ve zamanlarının dışavurumu olanlar anlaşılmalıdır.  Yine kültürsüz gayretkeşe ve Marksist’e geldik. Marksist için kendi ideolojisinin sadece zamanımızın kötülüğünün üstyapısı olması oldukça doğrudur. Çürüme zamanlarında aslında zamanın dışavurumu olan ruh-suzluk hüküm sürer ve dolayısıyla bugün de Marksistler ağır basmaktadır. Kültür ve icra zamanlarının – kendilerinin ilerleme dediği – çöküş zamanlarından ortaya çıkamayacağını bilemiyorlar fakat bu zamanlar, doğaları gereği hiçbir zaman kendi zamanlarına ait olmayan kişilerin ruhlarından gelir. Bunların, büyük değişim zamanlarında tarih olarak adlandırılacak olanın ne kültürsüz ve uysal çağdaşlarla ne de toplumsal süreçlerle elde edilmediğini, aksine izole ve yalnız insanlarla başarıldığını bilemezler ve anlayamazlar ki bu insanlar izole edilmiştir çünkü halk ve toplum onların içinde evdedir ve hem onlara hem de onlarla birlikte kaçarlar.
Kapitalizm kesinlikle ne birden bire Marksistler’in “sosyalizmine” dönüşme, ne de revizyonistlerin sosyalizmine doğru gelişme eğilimi içinde değildir. Bu nedenle de ancak utangaç bir sesle çağrılabilir. Zamanımızda gerileme – bizim durumumuzda kapitalizm – kültür ve genişlemenin diğer zamanlarda sahip olduğu kadar bir canlılığa sahiptir.
Hiç şüphesiz Marksistler; yozlaşmamızın ön ve arka cephelerinin, kapitalist üretim ve devlet koşullarının bir araya getirilmesi halinde bunların ilerlemesi ve gelişmesinin amacına ulaşacağına ve böylelikle adalet ve eşitliğin tesis edileceğine inanır. İster önceki devletlerin ister dünya devletlerinin varisi olsun, şümullü ekonomik devletler, cumhuriyetçi ve demokratik bir yapıdır ve gerçekten de bu tür bir devletin yasalarının tüm avamın refahını temin edeceğine inanır, zira devleti avam oluşturur. Burada, tüm sönük fantezilerin bu en acınası noktasında bastırılamayan kahkahaları patlatmamız için bize izin verilmelidir. Aslında doymuş burjuva Ütopyasının bu tip aynadaki eksiksiz görüntüsü sadece kapitalizmin bozulmamış laboratuvar gelişmesinin bir ürünü olabilir. Şahsiyetsizleştirilmiş kültür ve çöküş çağının bu mükemmel idealine, bu cüceler hükümetine daha fazla zaman harcamayacağız. Gerçek kültürün boş değil, uygulanmış olduğunu ve gerçek toplumun, bireylerin bağlayıcı niteliklerinden, ruhtan, topluluklar yapısından ve birlikten çıkan gerçek, küçük yakınlıklar çeşitliliği olduğunu göreceğiz.  Marksistlerin işbu “sosyalizmi”,  gelişeceği varsayılan devasa bir guatrdır. Asla korkmayın, yakında gelişmeyeceğini göreceğiz. Fakat bizim sosyalizmimiz insanların yüreklerinde büyümelidir. Birbirine ait kişilerin yüreklerinin birlik ve ruh içinde büyümesine sebep olmak ister. Bunun alternatifi, pigme-sosyalizm ya da ruhun sosyalizmi değildir zira kitlelerin Marksistleri, hatta revizyonistleri bile takip etmesi halinde, kapitalizmin kalacağını çok yakında göreceğiz. Kapitalizm kesinlikle ne birden bire Marksistler’in “sosyalizmine”  dönüşme, ne de revizyonistlerin sosyalizmine doğru gelişme eğilimi içinde değildir. Bu nedenle de ancak utangaç bir sesle çağrılabilir. Zamanımızda gerileme – bizim durumumuzda kapitalizm – kültür ve genişlemenin diğer zamanlarda sahip olduğu kadar bir canlılığa sahiptir. Gerileme tümüyle köhnelik, çöküş temayülü ya da köklü değişiklik demek değildir. Gerileme, batış, halksızlık, ruhsuzluk Çağı yüzyıllarca veya bin yıl sürebilir. Gerileme, bizim durumumuzda kapitalizm, zamanımızda tam da çağdaş kültür ve genişlemede bulunmayan bu zindelik nisabına sahiptir. Gerileme, bizler sosyalizm için toplanmayı başaramadığımız ölçüde güç ve enerjiye sahiptir. Yüz yüze kaldığımız seçim sosyalizmin bir biçimi ya da diğeri arasında değil, basitçe kapitalizm veya sosyalizm, toplumun devleti, ruhsuz(luk) veya ruh arasındadır. Marksizm doktrini, kapitalizm dışına yönlendirmez. Ya da Marksizm doktrininde yer alan kapitalizmin zaman zaman Baron Münchhausen’ın kendi domuz kuyruğu ile tuhaf bir bataklıktan fantastik bir biçimde çıkma başarısını göstermesinin, yani, kapitalizmin kendi gelişmesinin faziletiyle kendi bataklığından çıkacağı kehanetinin hiçbir doğru tarafı da yoktur.    
Daha sonra bu doktrinin ne kadar yanlış olduğunu enine boyuna detaylarla göstermemiz gerekecek. Kapitalizmin, sosyalizmin herhangi bir biçimine doğru gelişmesini sağlayan içkin bir eğilim taşımadığını göstermek için şu anda sadece Marksistlerin sosyalizm dediği bu ucube, çirkin şeyden kendimizi kurtarmalıyız. Kapitalizm ne bu ne şu sosyalizm biçimine doğru gelişmez. Bunu göstermek için bazı soruları cevaplamalıyız.
O halde şu soruyu soralım: Toplumun, Marksistlerin resmettiği gibi olduğu doğru mudur? Toplumun daha fazla gelişmesi veya gelişmesi gerektiği veyahut muhtemelen bile olsa gelişebileceği doğru mudur? Kapitalistlerin sonunda tek bir devasa kapitalist kalana kadar birbirlerini yiyip bitireceği doğru mudur? Doğru mudur? yada sadece bir kapitalist mi olmalıdır? Orta sınıfların kaybolduğu, proleterleşmenin istisnasız hızla arttığı ve bu sürecin sonunun öngörülebileceği doğru mudur? İşsizliğin gittikçe daha kötü hale geldiği ve bu nedenle bu tür koşulların var olmaya devam edemeyeceği doğru mudur? Dışlanmış olanın üzerinde ruhsal bir etki mi vardır ki böylelikle, doğal bir ihtiyaçla ayağa kalkması, isyan etmesi, devrimciye dönüşmesi gereksin? Son olarak, krizlerin giderek daha kapsayıcı ve yıkıcı hale dönüştüğü doğru mudur? Kapitalizmin üretken kapasitesi kendisini aşacak mıdır ve bu yüzden de sözde sosyalizme mi dönüşecektir?
Tüm bunlar doğru mudur? Tüm bu uyarı, tehdit, kehanet ve karmaşık gözlemler hususunda gerçekten durum nedir?
Şimdi sormamız gereken sorular bunlar ve biz de, bizler, yani anarşistler başından beri, Marksizm var olduğundan beri hep bunları sorduk. Marksizm var olmadan çok önce gerçek sosyalizm, özellikle en büyük sosyalist Pierre Joseph Proudhon’un sosyalizmi vardı ve sonradan Marksizm ile gölgede bırakıldı, fakat bizler onu hayata döndürüyoruz. Bunlar bizim sorularımızdır ve bu sorular, çok farklı bir perspektiften, revizyonistlerin de yönelttiği sorulardır.
Marksizm’i tanımlarken orada burada temas ettiğimiz bu soruları cevaplandırıp kapitalizmin şu ana kadar özellikle Marksizm’in zaman-ideolojik [zeit-ideological –çn-] basitleştirmesi ve diyalektik karikatürü ile birlikte – Komünist Manifesto’nun ve Kapital’in ortaya çıkışından beri –  izlediği yolu ve koşullarımızın gerçek resmini karşılaştırdıktan sonra bizim sosyalizmimizin ve sosyalizme giden yolumuzun ne olduğunu söylemeye artık geçebiliriz. Sosyalizm – bunun derhal söylenmesine izin verin ve Marksistler kendi aptal ilerleme teorilerinin sis bulutları havada kaldığı müddetçe bunu duymalıdır –  kendi olasılığı için herhangi bir teknoloji biçimine ve ihtiyaçların tatminine bel bağlamaz. Yeterince insan isterse sosyalizm her zaman mümkündür. Fakat o, mevcut teknoloji seviyesine, sosyalizmi başlatan insan sayısına ve bu insanların geçmişten tevarüs ettikleri veya katkıda bulundukları araçlara bağlı olarak – hiçbir şey yoktan var olmaz – her zaman farklı görünecek, farklı başlayacak ve farklı ilerleyecektir. Buna göre, yukarıda da söylendiği üzere, burada ne bir ideal tanımı ne de bir Ütopya tasviri verilecektir. Öncelikle, koşullarımızı ve ruhsal mizacımızı daha açık bir biçimde incelemeliyiz. Ancak ondan sonra ne tür bir sosyalizme çağrıldığımızı, ne tür insana konuştuğumuzu söyleyebiliriz. Sosyalizm, hey siz Marksistler, her zaman ve herhangi bir teknoloji türü ile mümkündür. Doğru insanlar için her zaman çok ilkel teknoloji ile bile mümkündür. Öte yandan müthiş gelişmiş bir makine teknolojisi ile bile sosyalizm yanlış grup için her zaman imkânsızdır. Sosyalizmi getirmesi gereken hiçbir gelişme bilmiyoruz. Doğa yasası gereği bu tür bir zorunluluk hiç bilmiyoruz. Şimdi bu yüzden, Marksizm kadar çiçeklenmiş bizim zamanlarımızın ve bizim kapitalizmimizin asla sizin söylediğiniz gibi olmadığını göstereceğiz. Kapitalizm ille de sosyalizme dönüşmez. Yok olmak zorunda değildir. Sosyalizm ille de gelecek değildir, Marksizm’in kapital-devlet-proleterya-sosyalizmi de gelmek zorunda değildir ve bu o kadar da kötü değildir. İşin aslı, hiçbir sosyalizm gelmeli değildir – ki bu şimdi gösterilecektir.
Gerçi sosyalizm gelebilir ve gelmelidir – eğer biz onu istersek, eğer biz onu yaratırsak – ki bu da gösterilecektir.
Çev: Nesrin Aytekin
https://itaatsiz.org/?p=5519
0 notes
mimzedall · 5 years ago
Text
Bitmeyen Oyun [Metin Aydoğan]
Tumblr media
Metin Aydoğan'ın Bitmeyen Oyun kitabı ilk olarak 1999 yılında basılmış. Benim elimde 2005 yılında yapılan 45. baskısı var. Köprünün altından çok sular geçti diye düşündüğüm yerler oldu fakat genel itibariyle senaryo aynı aynı olduğu için, bugün yazılsa çok da farklı şeyler yazılmayacak diye düşündüm. Zaten kitabın kuruluş şekli de zamandan bağımsız. Atatürk dönemi Türkiyesi ile herhangi bir az gelişmiş dünya ülkesinin karşılaştırılması dersek eğer, yazar, mesela gidip başka bir ülkenin tarihini, politik olaylarını da araştırmış olsa idi aynı kitabı yazabilirdi. Gelelim notlarıma:
Tumblr media
Kamu iktisadi teşebbüslerinin artırılması az gelişmiş ülkeler için tek kurtuluş yoludur ve dünyada devletin belirleyiciliği ve müdahalesi olmadan kalkınabilmiş tek devlet yoktur, diyor yazar. Bu konu eskiden beri benim de kafamı kurcalıyor. Herkesin özgür olduğu, piyasaları aktörlerin belirlediği bir liberal ekonomi öngörüsü batılı devletlerin gözünden bizim gibi ülkeler için olmazsa olmaz olarak dayatılıyor. Kendileri için kazın ayağı öyle değil. Yine Aydoğan'ın bu kitabında görülebilir okuyucu tarafından, batılı ülkelerin gelişmemiş ülkelere dayattıkları çoğu kural kendileri için geçerli değil. Bize demokrasi ve insan hakları başlığı altında yüzlerce dayatmaları var. İş kendilerine gelince varlıklarını ve zenginliklerini korumak için tam tersini uyguluyorlar. KİT'lerin piyasadaki varlığı ya da devletin çeşitli müdahaleleri... Bizde olursa geri kalmışlık, onlarda olunca ilericilik. Metin Aydoğan'ın Atatürk sonrası yöneticiler ilgili kanaati de genel itibarı ile aynı. Çoğunlukla Batı-ABD yararına çalışan isimler. İsmet İnönü'yü bile yer yer bu çoğunluktan ayırt etmiyor. Atatürk sonrası dönemde yavaş yavaş Amerika'nın kucağına bırakılışımızın örnekleri insanın tüylerini diken diken edecek cinsten. Kitabın ikinci bölümü olan “ABD ile anlaşmak” bölümünde esefle okuyoruz ki Atatürk rahmetli olur olmaz bağımsızlığımızı ABD'nin avuçlarına bırakacak anlaşmalar imzalamaya başlıyoruz. 27 Şubat 1947'de yapılan 10 milyon dolarlık anlaşmayı okurken kafanızı duvara vurasınız gelecek. 23 Haziran 1939 ve 23 Şubat 1945't yapılan iki anlaşma daha var, tafsilatı dudak uçuklatıcı. Amerika, Atatürk sonrası Türkiye üzerindeki oyunlarını artırmaya başlıyor. Ülkemizden genç yetenekleri toplayarak kendilerine uygun bir eğitim verip geri gönderiyor. Amerika'da eğitim görmüş olan gençler de kritik yerlerde istihdam edilip Amerikan menfaatlerine uygun bir şekilde kararlar alıyorlar döndükleri zaman. Bu isimleri ben vermiyorum, sizin aklınıza gelmiştir zaten. Türk Milli Eğitimi, Amerikalıların önemli konularından birisi. 1949 yılından beri doğrudan eğitimimizin içindeler. Köy enstitülerini kapatan bunlar, eğitim sistemimizi bir kargaşaya mahkûm eden yine bunlar. Amerika'da yüz yıl önce eğitim sistemi nasılsa bugün de öyle. Bizde her yıl eğitim sisteminin değişmesinin sebebi eğitilmiş Türk hakkında duyulan endişeler bence. Petrol işletmeciliğinin devletin tekelinde olması Atatürk'e ait bir icraat. 1954 yılında petrol kanunu çıkarılarak yabancı şirketlere geniş imtiyazlar veriliyor. Siz de tüm bunları okurken... Kitabın üçüncü bölümü batının aslında zor durumda olduğunu anlatıyor. Finansal bir hastalık tüm batıyı sarmış durumda. Gerçekle bağını yitirmiş bir sistem var. İşsizlik giderek artıyor. Zenginle fakir arasındaki uçurum büyüyor. Gelir dağılımı müthiş adaletsiz ve giderek makas açılıyor. Dünya ölçeğinde adaletsizliklere bakıldığı zaman en zengin üç kişinin servetinin 48 ülkenin milli gelirlerine eşit olduğunu görürsünüz. Kitabın dördüncü bölümünde bu durumun gittikçe az gelişmiş ülkeler aleyhinde değiştiğini anlatıyor Aydoğan. Az gelişmiş ifadesini ben pek sevmiyorum ama şimdilik yerine kullanılacak bir şey yok. Çok sömürülen daha doğru belki de. Az gelişmiş ülkeler borca bağımlı hale getiriliyor. Oyunun oyuncuları ve kuralları çok güzel bir şekilde belirlenmiş. Tepki verecek milli unsurları yok et, kendi ülkende (ABD) eğitilmiş ve zehirlenmiş o ülke dahilerini geri gönder ve kararları bunlara aldır, sürekli borçlandır ve engel teşkil edecek unsurları ortadan kaldır. Tarımda bağımsızlık diye bir şey olmasın, ortadan kaldır. Tarım konusunda az gelişmiş ülkeleri kendine bağla. Kendi kendilerine yeten haldeki ülkelere hibrit tohum sat, kimyasallarla topraklarını zehirle, tarımlarını yok et. Karşı durma ihtimali ortaya çıkarsa bu defa terör silahına sarıl. Senin ülkende en ufak ayrılıkçı harekette tüm kafaları kes (Bkz. Teksas'ın ABD'den ayrılmak istemesi ve buna karşı ABD'nin aldığı tedbirler.) Türkiye gibi bir ülkede ise terörü ve teröristleri besle, kendi içinde asla demokrat olma fakat Türkiye gibi ülkelerde bölücülerin ve vatan hainlerinin daha rahat hareket etmelerini temin için insan haklarından demokrasiden bahset. Burada insan hakları yok, demokrasi yok diye Uluslararası platformlarda konuş dur. IMF, dünya bankası gibi kuruluşlarla, ayakta kalmış geleneksel ne varsa yık geç. Hep, devletin bir şeye karışmaması gerektiğini savun ki rahat parçalayasın. Eyalet sistemlerine geçişi teşvik et ki rahat sömüresin. Gümrük birlikleri ile milli ekonomileri çökert, Avrupa Birliği hayali kurdur, geleneği yok et... Uzun bir paragrafta tüm kitabın ana hatlarını çıkarabildiğini düşünüyorum. Metin Aydoğan'ın Bitmeyen Oyun kitabı ülkemizin üzerinde dönen alıcı kuşları ifşa niteliğinde bir eser. Bugüne kadar bu kadar derli toplu bir biçimde Türkiye'nin tüm sorunlarını ortaya dökebilmiş bir kitaba rastlamamıştım. Kitap aynı zamanda tüm konularla ilgili detaylı bir araştırma neticesinde Atatürk'ün de fikir ve aksiyonlarını da içermesi yönüyle başka bir zenginlik de taşıyor. Sonuna eklenmiş olan basından köşesi ve okuyucu mektupları köşesi -yazar için kıymetli olduğu anlaşılıyor- hacmi biraz artırması hasebiyle olmasa da olurmuş dedirtiyor okuyucuya. Biraz daha sadeleştirilip binlerce basılmalı ve üniversite öğrencilerine dağıtılmalı diye düşünüyorum. Bu sadeleştirme yapılırken yazarın, herkes tarafından paylaşılmayacak bazı fikirleri çıkarıp (28 Şubat'ın desteklenmesi gibi) ülkenin tüm namuslu insanlarının asgari müştereklerine inmesi kitabın kıymetini daha da artıracaktır. 450 sayfaya yaklaşan bu eser Metin Aydoğan tarafından yazılmış ve Umay Yayınları tarafından basılmış. Read the full article
0 notes
coffeineandstudy-blog · 7 years ago
Photo
Tumblr media
19Haziran2017
Selam,nasılsınız umarım çok iyisinizdir. Bu foto cuma gününden(16haziran) yani sınavdan bir gün öncesi,bir sürecin bitişini simgelediği için benim için değerli bir fotoğraf evet bir süreç bitti ve bambaşka bir süreç başladı. Aslında sınavla ilgili hiç mi hiç konuşmak istemiyorum ama kendimi yine de yazıyor buldum,saat gece 02.37. Aslında herhangi bir konuda herhangi biriyle herhangi bir şey konuşmak istemiyorum. Bir şeye başlıyorum sonra konuşmam yavaşlıyor,içimden bir ses anlamayacak boşver diyor bunu o kadar sık yaşıyorum ki. Ama bir taraftan da yazmak,anlatmak istiyorum daha doğrusu anlatmaya,anlaşılmaya çalışmak. Bu ihtiyaç galiba yemek içmek gibi bir şey anlaşılmak,anlatmak istiyoruz. Ama gel gör ki büyük bir çoğunluğumuzun anlamaya vakti yok sadece birkaç saniyede birkaç kelime ile bitsin istiyoruz ki yetiriyor da hemen teşhisi koyuyoruz. Öyle sanıyoruz aslında ,ama buna inancımız tam. Her neyse. Biraz sinirli biraz buruk biraz öfkeliyim ve birkaç duygu daha. Bir tarafım sisteme sövüyor diğer tarafım kendine yükleniyor. Sisteme kızıyorum çünkü sağlıklı bulmuyorum insanların o kadar emek verdiği bir sınavda bu kadar alelade saçma gereksiz hiçbir belirleyiciliği olmayan emek verenin hakkını alamayacağı bir sınav olduğu için kızıyorum ama sonra bırakıyorum kızmayı çünkü bunun bana bir faydası olmaz ve bir taraftan da belki de ülkemizde olabilecek en adaletli sınav sistemi diyorum. Kendime kızıyorum çünkü tüm hücrelerimle verdiğim emeğin karşılığını zerre almadığımı biliyorum diyorum ki bir yerlerde farkında olmadığın bir şeyleri yanlış yaptın. Her neyse her neyse. Kızıyorum ama sonra diyorum ki hiçbir şey boşuna değildir,eğlenmene bak. Hayal kurmaya,çabalamaya daha iyi olmaya çalışmaya devam. Çünkü ben bundan başka bir şey bilmiyorum. Hepimiz kendi zamanımızdayız ne geç ne erken. Yaşama tutunmak en büyük adaptasyonumuz. Yola devam🌸
11 notes · View notes
kolaydefter · 8 years ago
Text
DEĞİŞMELİ
"Alo merhaba: Sana söylemek istediğim o kadar çok şey var kil. ..Sanırım hiçbirini söyleyemeyeciğim. kimbilir, belki de benimle hiçbir zaman görüşmek istemeyeceksin. Ve ben -elim ne zaman telefona uzansa, ne zaman sana 'görüşelim mj?' demek için yanıp tutuşsam­ kendimi hep engellemek zorunda kalacağım. Arada bir yine düşlerime sokulacaksın. Bilinmezimde bir ışık ya da bir kabus olacaksın. "Hayır', diyeceksin; hayır seni görmek istemiyorum. Bir daha arama beni'. Üst üste defalarca reddedilmişliğim yetmiyormuş gibi... Bir kez daha incinecek bu yorgun yürek. Bazen kapımda belireceksin apansız ... Dayanamayıp geldiğini söyleyeceksin. Beni çok özlediğini. Gövdeni gövdeme yaslayacaksın sımsıcak.Kendini bırakınca bana, tepeden tırnağa titreyeceğim ... Düşümde elbet, yalnızca düşümde. Ilişkimizdeki çözümsüzlük kimbilir daha kaç yıl sürecek.Belki de ölünceye dek?... Sen değil, ben. Senin ölümün kadar saçma birşey düşünemiyorum. Yıllardır içimdeki imgenle nasıl diyalog halindeysem yine öyle yaşayıp gideceğiz birlikte. Sana hiçbir zaman yaklaşamayacağım. Büyüdükçe büyüyecek içimde ulaşılmazlığın. Bir daha asla almayacaksın beni yüreğine, biliyorum. “
Tiz mi tiz bir biiip sesiyle sıçradı yerinden. Sözcükleri kaydedilmiş, süre bitmişti. Kulak zarını ipince yırtıp geçen o sinyal sesi de artık çınlamaz olduğunda beyninde ... İşte o an büsbütün bir yitiklik, büsbütün bir ölüm sessizliği.... Düştü telefon elinden. Kordonun ucunda, boşlukta sallanıp duran o nesne kendisiydi. O an, sanki ilk kez görür gibiydi ellerini. O kolları, iki yanında iki demir külçesi. Bacakları gitmiş, iki gülle gelmişti yerine, Dışında boydan boya bir mengene; içinde cam parçaları ... Sözcüklerin susup duyguların haykırdığı o yerde, kendi karanlığına zincirlenmişti. Gittikçe dibe çekildiğini duyumsuyor, kıpırtısızlığın ataletinden kurtulamıyordu. Gözleri kara zeminde iki kara leke, gözleri yitmişliğin imlemi. Oysa anlatmak istiyordu herşeyi bir çırpıda. Anlatmak!. .. Yolu yoktu. Sözcüklere sığdırılmaya çalışılan bir dünyanın işkencehanesine ilk ziyareti değildi bu. İlk değildi "şimdi ve burada"nın içine sıkışıp kalmışlığı. Anın içindeki sonsuzluğu sezinliyor, çıldırtan bir isyan duyuyordu sınırlara. Her türlü engel, her türlü belirlenmişlik, her türlü zorunluluk ve bütün o uzlaşmalar, o boyun eğişler alev alev yakıyordu beynini. Varlığını kalıplar içinde dondurmuş bir dünyanın devingen, direngen, paramparça tutsağıydı o. Dil bir hapishaneden başka neydi ki!..
Genlerin belirleyiciliği. Ailenin, çevrenin. içine doğduğumuz toplumun, kültürün, çağın, düzenin ... Yazgı dediklerinde bir gerçek payı olsa gerek. Insan bütün bunlardan ne kadar bağımsız olabilir ki? Yaşama silbaştan başlanabilir mi? Kendini silbaştan kurabilir mi kişi? Yoksa "insanın doğası, özü ... " dedikleri gerçek mi? Belirleyici olan hangisi: Kendimizde -belli bir bilinç düzeyine eriştikten sonra­ yer ettiklerimiz mi? Yoksa bizi içerden ve dışardan kuşatan binbir etmen mi? Belli yasaların, iç zorunlulukların, iç buyrukların güdüleniminde bilgisayar kadar karmaşık bir makina mıdır yoksa insan? Başkalarının ve kendinin kuklası olmaktan kaçılabilir mi? Sarkacın ucuna asılı bir kukla: İşte ben!
Dünya durmadan dönüyorsa, insan içindeki ve dışındaki değişmezi nasıl ele geçirecekti ki? Değişenin içinde değişmeden kalan bir yan, bir öz var mıydı gerçekten? İnsanın doğası diye bir şey var mıydı? Varolma düzlemindeki değişimi, statikleştirilmiş, dondurulmuş bir içerikle düşünmemiz dilden mi kaynaklanıyordu yoksa? Değişmezliğin taşıyıcısı öncelikle dil miydi, yoksa varlık mı? Şu yasa dedikleri neyin nesiydi? Deneylerden elde edilen genelgeçer, evrensel, değişmez gerçekler mi; yoksa yalnızca insanın kesinliğe, mutlaklığa, değişmezliğe, bütünselliğe, tümellere duyduğu o tarih öncesi çağlara dek uzanan ihtiyacın doğurduğu hayaletlerden biri mi? Sağlam referans dedikleri bir şey var mıydı gerçekten? Yoksa bu yalnızca bir kabulden mi ibaretti? Bir kabul, ortak bir tasarım belki. .. Tıpkı ayaklarının altından durmadan kayan bu zemin gibi. ..
Evrensel ne demekti? Evrensel değerlerden bahsediliyordu hep ... İyi ama neydi bunlar, nerden gelmişlerdi? Sözkonusu evren, nasıl bir evren tasarımını imliyordu? Tek tek bireyler, nesiller, toplumlar, kültürler, hatta tür için geçerli olabilecek, hepsini kucaklayabilecek bir evrensellik var mıydı?
"Ne zamandır içinden çıkamadığım sorular bunlar. Yine de birilerinin, hayal bile edemeyeceğim kadar derin bir kavrayışla dünyaya yönelen birilerinin -belki de senin, dostum!- var olduğunu ve olacağını biliyorum. Her zaman daha ince, daha sağlam bakış açılarının olduğunu biliyorum. Benden daha iyi gören, kavrayan, düşünen, bilen, yaratan beyinlerin olduğunu düşünmek bende bir içerleme duygusuna yol açıyor mu dersin? Hayır, bunu olağan karşılıyorum; doğal değil mi böyle olması; ben kendimden başka biri olmaya özenmiyorum ki... Yapabileceğim en iyi şeyin kendi potansiyellerimi gerçekleştirmek olduğunu anladığımdan beri, belli bir eylem gücü kazandım, dünyaya daha sağlam yerleştim. Kendimi başkalarıyla kıyaslayıp kıyaslayıp aşağılık ve üstünlük duygularına kapıldığım yıllar, o dayanılmaz acılarla kıvrandığım yıllar geride kaldı artık. Ardımda bıraktım hepsini.Ama sen bir daha asla almayacaksın beni içine; biliyorum. Çünkü dayattım, çok dayattım ... Ve çözüldü ilişkimiz. Seninle paylaşmak istediğim herşeyi içime gömmek zorundayım, buna yazgılıyım. Buna yazgılı mıyım gerçekten? Bir daha asla... ASLA açmayacak mısın kapını? kesip attın, bitti!... Bir daha asla değişmeyecek mi bu kararın? Değişmeyecek mi, değişmeyecek mısın, değişmeyecek miyim, değişmedim mi, değişemez miyim, değişemez miyiz, değişemezler mi, dünyaaa! Sen gözlerimin kör noktasına takılı kalan dünya! Hayır istemiyorum yasalarını senin, istemiyorum zincirlerini... Göğsüme kazıdığın bu yazgıyı sevmiyorum hayır, hayır, hayır ...
DEĞİŞMELİ ... "  (devamı gelecek)
1 note · View note