#hayata saldırı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yarın İhtimali Kalır Mı?
Zembereğinden boşalırcasına – kötülük temsili ile kuşatılıyor ülke. Erk, muktedir, iktidar siyasal istemi, figürünün tamamlayıcısı olagelen şiddet dozu günbegün arttırılırken nefret edimine kol kanat geren, ırkçı kümelenmesiyle birlikte bir kötülük temsili farazi değil ol marazi ülke gerçekliğini imliyor artık. Ekonomik, sosyal politik, güncel hayata doğrudan ve kesintisiz bir çökertme haline denek edilmiş insanların, o yoksunluk hallerinde bir de bütünüyle kimlikleri / inançlarına yönelik ayrımcılık ile kuşatılıyor olmasıdır meselesidir bu kötülük temsili. Genel geçer değil basbayağı tertipli bir düzen / nizam halinin içinde ol muktedirin aştık dediği ayrım, bir iktidar pratiğini somutlaştıran diğer kliklerin katkısıyla birlikte süreğen bir gerçekliğe / hakikate dönüştürülür. Cerahat nüfusu arttırıldıkça yıkımı peyderpey var edildikçe kötülük bir normatif kılınır. Tüm bu memleket profili yeniden ve yılmadan biçimlendirilirken kötülük bir sabit, nefret bir olgu, ayrımcılık merkez sağcılık için elzem bir tavra dönüştürülür. Geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız salgın güncesinden bu yana sürgit yeniden denenen bir pratik toplamında bu ülkenin ötekileri için hayat zindan kılınmaya çalışılır. Biyopolitik bir mezbaha haline dönüştürülen yerde öteki değil ol halk toplamının sahibi / vatanın gerçek sahibi olduğu söylenen kesimler de dahil hedefe açık bir halde konulur. Ne ki kimseler farkına varmaz.
Tümüyle kötülük sahiplenilirken ayrımcılığın kimleri nasıl kapsayacağından bahis hiç açılmaz. Lakin günbegün yaratılan iklimde bir gün o Türk, ertesi gün Suriyeli mülteci, bir başka gün Ermeni, beri gün Yahudi muhakkak ki o yıkıcı / kör karanlığı sabitleyici olan o nefrete yem edilir. Bunu iktidar söylemlerinin cafcaflı hallerindeki aştık / bitti bahsinin de tam da kıyısında biriken, faşist partinin pratikleriyle görebilmek zaten mümkündür. Hepsi bir, hep birden var edilen nefret söylemi o kötülük halini duraksamadan bir başkasına açık ve aleni ayrımcılığı imgeler. Aralıksız bir biçimde süre giden o hedefleme halinin başta ve kalıcı bir yıkıma önayak olmasının içler acısı pratikleriyle yaşam kuşatılır. Duraksama nedir bilinmeden imal edilen ayrımcılık hallerinin takvim yaprakları acıya çıkan bir ülke sınırlarında her günü nasıl da mahvettiği artık az çok belirginken halen bu inat, bu kör kör karanlıklara devam diyebilme cüretinin sorgulanması ne zamandır hangi zaman? Bitimsiz olagelen ayrıştırma, mamafih yenilenen ve sürgit devamlılığına çabalanan ötekileştirme hal ve istikametinde kime nasıl bir yer, nasıl bir yurt vaat edilebilir. Böyle bir sahnenin ol yurt olma ihtimali hala var mıdır?
Agos Gazetesinden aktaralım: “İstanbul Sarıyer Büyükdere'deki Santa Maria Kilisesi'ne pazar ayinine maskeli 2 saldırgan tarafından silahlı saldırı düzenlendi.
Saldırıdan hemen sonra ajanslara yansıyan bilgilere göre maskeli iki kişi ayin sırasında kiliseye girerek ateş açtı. Kilisede bulunanlar, kendilerini korumak içini kendini yere attı.
Saldırıda ayine katılanlar arasında bulunan C.T. adlı kişi hayatını kaybetti.
Bölgeye çok sayıda polis ve sağlık ekibi sevk edildi.
Emniyet güçleri, saldırganları yakalamak için çalışma başlattı.
Saldırı anına ilişkin görüntüler medyaya yansıdı.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya şu açıklamayı yaptı:
"Bugün Saat 11.40 sıralarında Sarıyer Büyükdere Mahallesinde bulunan Santa Maria Kilisesindeki ayin sırasında, ayine katılanlar içinde bulunan C.T. maskeli 2 kişi tarafından silahlı saldırıya uğramış ve maalesef hayatını kaybetmiştir.
Konuyla ilgi geniş çaplı soruşturma ve saldırganları yakalamak için çalışmalar başlatılmıştır.
Bu alçak saldırıyı şiddetle kınıyoruz."
Saldırıyı gerçekleştirdiği düşünülen kişilerin kameri görüntüler de basınla paylaşıldı.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, saldırıyla ilgili olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldığını belirterek "Olayın aydınlatılması için bir başsavcı vekili ve iki cumhuriyet savcısı görevlendirilmiştir" açıklamasında bulundu.
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Ömer Çelik, sosyal medya hesabından "Ayin sırasında bir vatandaşımıza yönelik silahlı saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Güvenlik güçlerimiz konuyla ilgili geniş çaplı bir soruşturma yürütmektedir. Vatandaşlarımızın huzur ve güvenliğine kast edenler, asla emellerine ulaşamayacaktır. " açıklamasında bulundu.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "İstanbul Sarıyer’de Santa Maria Kilisesinde ayin sırasında bir şahsa yapılan silahlı saldırıyı en güçlü şekilde kınıyor, hayatını kaybeden şahsın ailesine başsağlığı diliyoruz. Güvenlik güçlerimiz olayın aydınlatılması ve faillerin adalet önünde hesap vermesi için geniş çaplı bir soruşturma yürütmektedir." dedi.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu "Sarıyer’deki Santa Maria Kilisesi'nde yapılan pazar ayinine yönelik silahlı saldırıyı kınıyorum. Şehrimizin inanç mekanlarına saldırarak birliğimizi ve huzurumuzu bozmaya çalışanlara asla izin vermeyeceğiz" dedi.
İstanbul Valisi Davut Gül ise "Saldırı tek kişiye oldu, yaralanan yok" açıklamasında bulundu.
Davut Gül, "Hepimizin başı sağ olsun. 52 yaşında bir vatandaşımız hayatını kaybetti. Polisimizin savcılığımızın araştırması devam ediyor. Yaralı yok, tek bir kişiye saldırı olmuş. İçeri girilmiş ve vefat eden kişiye saldırıda bulunulmuş. İçişleri Bakanlığımızın açıklaması olayın çerçevesini çiziyor. Paylaşılan diğer bilgilere itibar etmeyelim. Olay çok yeni. Herkes görevini yapıyor. Failler yakalanıp yargılanacak. Cumhurbaşkanımız olayı takip ediyor." açıklamasında bulundu.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, saldırıyla ilgili Sarıyer Kaymakamı Ömer Kalaylı, Santa Maria İtalyan Kilisesi Rahibi Anton Bulai ve Polonya’nın İstanbul Başkonsolosu Witold Lesniak ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi.
Tüm cemaate başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerini ileten Erdoğan, faillerin en kısa sürede yakalanması için gereken adımların atılmakta olduğunu ifade etti.
İstanbul Valisi Davut Gül "Saldırı tek kişiye oldu, yaralanan yok" dedi.
Saldırı anına ilişkin görüntüler medyaya yansıdı.
Ölen Tuncer Murat Cihan’in yeğeni Çağın Cihan, Gazete Duvar'dan Ferhat Yaşar'a konuştu. Cihan “Kendisi amcam olur. Sadece oraya ziyarete geldi ve tesadüfen ona denk geldi. Sade masum biriydi ve kesinlikle masum bir kurbandı. Emekliydi, hafif zihinsel engelliydi. Son iki aydır da pazarları kiliseye gidip geliyordu" dedi.
Saldırıda ölen Cihan’ın dayısı Kazım Aydemir ise “Benimle birlikte kiliseye geliyordu. Cemaat tarafından çok sevilen biriydi. Boşu boşuna öldürdüler. Çok fazla üzgünüz” dedi”
Daha önce Bakırköy, Kuzguncuk Ermeni Kiliseleri’nde yaşatılanlarda olduğu gibi daha önce Gevriye Eğo’nun Merdin’de, Şimuni ve Hürmüz Diril’in kayıp / eksikli kılınan ol cinayetleri ve sonrasındaki muğlaklıktan haberdar olduğumuz bir tedirginlik haline yine esir edilir ülkedeki bir avuç Hristiyan yurttaş. Kötülüğü bir normatif kılanların aralıksız olarak nefreti yaygınlaştırma gayretine düşen, yazsak en az on parti, söylesek en azından milyonlarca insan tarafından desteklenen / yönlendirilen ocaklar, dernekler, siyasi denile gelirken bildiğiniz çeteleşmiş ari ırk sevdalısı zümreler vesaireler vesaireler etraflıca bu karanlığı yenilerken kim Tuncer Murat Cihan’ın hesabını verecektir sahi ama sahiden de! Düzeni var eden temsilin, bir yandan olayı gizlilik örtüsü ile kapatmaya teşne olması bir yandan da o salyalar saçarak nefretini kusmaya devam diyen yapıların üstün körü olayı, cinayeti (adı üstünde) geçiştirmeye çalıştığı zeminde kim güvende olabilir sahi ama sahi. Kolay lokma olarak tanımlanan, nasılsa kuşatıldıkları vakit teslim olacaklarına dair bir algı / olgu ekseninde hayatları gözetim ve denetime tabi kılınan insanların hakikatleri her ne olacaktır? İki zanlının kamu önüne alelacele çıkartılması sonrasında birliğimiz asla ve kata bozamayacaklar şablonu yeniden sakız edilirken o cinayetin faillerinin sırtları sahi ama sahiden de sıvazlanıp durulmamıştır diyebilir miyiz? Kolluk kuvvetinin bir var hep yok addedildiği bir sahneleme sonrasında kim nasıl güvende hissedebilir ki? Soruların ardılı sıra geldiği bir cinayet / tahakküm / yıkım girdabının ardından geriye kocaman bir boşluk kalıyor. İnsanların kimliklerinin, aidiyet ve inançlarının halen mesel teşkil edildiği bir yerde, hayatların biricikliği söz konusu edilmesin isteniyor. Kötülük temsili her yanı, her günü kuşatırken bunlar dert edilmesin isteniyor. Lafta değil doğrudan / sahiden bir yerin yaşamla bağları kopartılırken yarın her neyi getirecektir. Tümüyle bu girdap halinin içerisinde bir yarın ihtimali kalır mı? Bırakılmış mıdır.... Bir avuç kalakalan azınlıkların bu günlerdeki en büyük meselesi budur, bu kadardır. Bir yarın ihtimali söz konusu mudur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Santa Maria Latin Katolik Kilisesi’nden – Dilara ŞENKAYA – Reuters
#meram#mesele#söz hakkı#yara#santa maria katolik kilisesi#sarıyer#büyükdere#azınlıklar#ışid#saldırı#tahakküm#devlet nedir?#barış#sulh#sözcükler#hristiyanlık#arzihal#hristiyan#yok etme#derdest etme#biyopolitik#tehdit#savaşım#nefes almak#başka türkiye vardır#şans#türkiye'de yaşamak#insanlık#hakikat
2 notes
·
View notes
Text
Ukraynalı Generalin TürkAkım'a Saldırı Onayı İddiası
Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’nin eski komutanı Valery Zaluzhny, Karadeniz’de bulunan TürkAkım doğalgaz boru hattını hedef alan bir sabotaj planını hayata geçirme girişiminde bulunmuştu. Alman yayın organı Der Spiegel, bu planın başarısız olduğunu ve Nord Stream saldırısıyla eş zamanlı gerçekleşmesi gerektiğini bildirdi. Bu iddialar, Karadeniz’de süregelen enerji güvenliği tartışmalarını yeniden…
0 notes
Text
Pilot il Konya'dan 'su tasarrufu' çağrısı
https://pazaryerigundem.com/haber/175640/pilot-il-konyadan-su-tasarrufu-cagrisi/
Pilot il Konya'dan 'su tasarrufu' çağrısı
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay, düzenlediği basın toplantısında Büyükşehir Belediyesi’nin hayata geçirdiği çevre yatırımlarını ve su tasarrufu konusunda yürüttükleri çalışmaları anlattı.
KONYA (İGFA) – Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay, Büyükşehir Belediyesi tarafından hayata geçirilen çevre yatırımları ve su tasarrufu konusunda basın toplantısı gerçekleştirdi.
Büyükşehir Taş Bina Kültür Sanat’ta düzenlenen toplantıda konuşan Başkan Altay, dünyayı tehdit eden en önemli sorunların başında küresel iklim değişikliğinin geldiğine dikkat çekerek, “Bu tehditle birlikte, mevsimlerin düzeni bozulmakta, doğal afetlerin sayısı ve şiddeti artmakta, tarımsal verimlilik hızla azalmaktadır. İklim değişikliği sadece doğayı değil, aynı zamanda ekonomimizi, sağlığımızı ve genel yaşam kalitemizi tehdit eden en önemli unsurlardan biridir” diye konuştu.
“ÇOK DAHA YAŞANILABİLİR BİR DÜNYANIN İNŞASI İÇİN ÇALIŞMAYA DEVAM EDİYORUZ”
Sadece Konya Büyükşehir Belediye Başkanı olarak değil; Dünya Belediyeler Birliği, Türk Dünyası Belediyeler Birliği ve Uluslararası Tarım Şehirleri Birliği Başkanı olarak, çevreye duyarlı politikalar geliştirdiklerini ve küresel iklim değişikliği ile mücadeleyi en etkin şekilde yürüttüklerini kaydeden Başkan Altay şöyle devam etti:
“Bu kapsamda geçtiğimiz haftalarda Endonezya’da düzenlenen 10’uncu Dünya Su Forumu’nda suyun korunması, sürdürülebilir kullanımı ve adaletli dağıtımı konusuna dikkat çektim. Özellikle eli kanlı çocuk katili Netanyahu yönetiminin Gazzeli kardeşlerimizi su ve gıdadan mahrum bırakması, toplantıda altını çizdiğim en önemli hususlardan biriydi. Bildiğiniz gibi kana susamış, insanlıktan nasibini almamış Hitler özentisi Netanyahu ve ekibi, Filistin’deki alçak saldırılarını sürdürmeye devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde İsrail’in Refah’ta güvenli bölgedeki kampa yaptığı saldırı, yüreğinde insanlık taşıyan herkesin içinde derin bir yara bırakmıştır. Buradan sadece; siyasi varlığını çocuk cesetleriyle korumaya çalışan, kanla beslenen, katil Netanyahu ve ekibini değil, bu katliama ses çıkaramayan sözde medeni devletleri ve teşkilatları da bir kez daha şiddetle kınıyorum. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle; ‘Dünya 5’ten büyüktür.’ İnsanlığın ortak vicdanı, 5’ten büyüktür. Bizler sesimizin çıktığı kadar Filistin’in ve tüm dünya mazlumlarının sesi olmaya devam ederken, tertemiz doğasıyla çok daha yaşanılabilir bir dünyanın inşası için de çalışmaya devam ediyoruz.”
Başkan Altay, konuşmasının devamında Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından hayata geçirilen çevre yatırımlarını ve KOSKİ Genel Müdürlüğü’nce yürütülen su tasarruf çalışmalarını anlattı.
“SIFIR KARBON BİNALAR PROJESİ”NİN DÜNYADAKİ 4 PİLOT ŞEHRİNDEN BİRİSİ KONYA
İklim Dostu Yeşil Binalara Uyum ve Yeşil Enerji Yönetimi Çalışmaları çerçevesinde; Küresel Çevre Fonu tarafından desteklenen “Sıfır Karbon Binalar Projesi”nin dünyadaki 4 pilot şehrinden birinin Konya olduğunu hatırlatan Başkan Altay, “Şu an şehrimizde inşasına devam ettiğimiz Şehir Kütüphanemiz, Sıfır Karbon ve Yeşil Bina kriterlerine uygun olarak inşa edilen Türkiye’deki ilk proje olacak. Doğa temelli çözümler dikkate alınarak tasarlanan Şehir Kütüphanemiz, mevcut durumda bulunan ağaçları kesilmeden yeşil dokunun dağılımı dikkate alınarak inşa ediliyor. Yine şehrimizin sembol binaları olan Büyükşehir Stadyumu, Spor ve Kongre Merkezi, Bilim Merkezi ve Konya Tropikal Kelebek Bahçesi de yeşil sertifika almış yapılardır” açıklamasını yaptı.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Bu ülkenin temel çıkmazı, celladına âşık edildiği için trajedisinin ne olduğunu bilememesi, o yüzden de trajedisinin komediye dönüşmesi. Sonra da ağlanacak hâline gülmesi, gülünecek hâline ağlayacak duruma düşmesi.
TÜRKİYE’NİN BAŞINA GELEN EN BÜYÜK FELÂKET!
“Türkiye nedir?”, “Türkiye’nin iki asırdır yaşadığı şey nedir?” sorusuna cevap olarak kurduğum daha sarsıcı, daha düşündürücü, yeri ve zamanı geldiğinde her zaman üstüne basa basa vurgulayarak tekrar ettiğim cümle şu: Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket başına ne gediğini bilememesidir. Daha kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. En kötüsü ise, celladına âşık edilmesi ve tasmalı çekirgelere dönüştürülmesidir.
Yani ülkenin yok olmanın eşiğine sürüklenmesi ama ülkenin insanlarının başlarına gelen felâketin yok olmalarına neden olacak kadar alttan alta büyüyen, sinsi bir felâket olduğunu görememeleri. Güle oynaya kendi sonlarını getirecek marjinal, temelsiz, yıkıcı işlere, kendi elleriyle kendilerini intihara sürükleyen tahripkâr jakoben mühendislik projelerine imza atmaları.
Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet’le birlikte ivme kazanarak süren bu süreç, İslâm’ın hayattan uzaklaştırılması felâketin başlangıcıdır. Hem kişilerin hem toplumun hem de devletin hayatından uzaklaştırması bu toplumun sonunu, yok oluşunu getirecektir kaçınılmaz olarak.
Kaçınılmaz olarak diyorum çünkü İslâm, Müslümanlara güçlü direnç noktaları verir ve Müslümanların Müslümanca hayat sürdürmeleri ölçüsünde İslâm varlığını / etkisini sürdürür. Ama Müslümanların İslâm’la ilişkileri zayıflarsa İslâm, kilisesi olmadığı için o toplumun hayatından çekilir gider. Endülüs’te yaşanan şey aynı zamanda böyle bir şeydi işte.
TÜRKİYE DIŞARIDAN DEĞİL İÇERİDEN ELE GEÇİRİLDİ
Türkiye, fiilî bir Endülüsleşme (=yok oluş) felâketi yaşamadı ama zihnî bir Endülüsleşme felâketi yaşıyor Tanzimat’tan bu yana. Dışarıdan bir saldırı değil, içeriden bir saldırı var. Devşirme çeteler, İngilizlerin desteği ile devleti ele geçirdiler: Bürokratik bir oligarşi ilan ettiler. Padişahı kuşattılar, “esir aldılar,” emperyalistlerin istediği adımları adım adım hayata geçirdiler. Osmanlı’yı borç batağına gömen, memorandum (iflas) ilan etmesine neden olan, Meclis-i Mebusan’ın kurulmasıyla da mebuslarının çoğunluğunun gayri Müslimlerden oluştuğu için devletin iç / siyasî darbe ile ele geçirilmesine yol açan bütün yıkımlara bu aşağılık, satılık, hain devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri imza attılar.
“Aptal mıydı, uyuyor muydu Osmanlı, neden engel olamadı? Hep mi dış güçler suçlu?” diyecek olanlar ya salaktır ya da asalaktır.
Batılılar Osmanlı’yı çökertmek için 1396 Niğbolu Zaferi’nden itibaren hep Haçlı saldırıları düzenlediler. Osmanlı’yı durdurmak ve çökertmek için savaştılar asırlarca.
Osmanlı da asırlarca direndi, Avrupa’nın içlerine kadar yürüdü, Balkanlara İslâm’ın adaletini, kardeşlik ve barış iklimini hediye etti. Balkanlar Müslümanlaştı.
Bu durum Batılıları ürküttü. Batılılar, Amerika’nın işgalinden, yağmalanmasından ve Sanayi Devrimi’nden itibaren maddî olarak güçlendiler ve bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, bütün kültürleri tarumar eden, bütün dinleri paçavraya çeviren büyük bir emperyalist ve kolonyalist saldırı ürettiler. Dünyayı köleleştirdiler.
DEVŞİRMELERDEN KURTULAMADIĞIMIZ SÜRECE…
Bu ülkeyi bu ülkenin has çocukları yönetmiyor. Bu ülkeye, bu ülkenin kurumlarına ve kaderine bu toplumun has çocukları, sahici, samimi Müslüman çocukları şekil ve yön vermiyor.
Her zaman söylediğim gibi: Devşirmeler ve devşirmelerin devşirmeleri şekil ve yön veriyor: 40- 50 bin kişilik bir şebeke bunlar. Ülkenin ekonomisini (ve dolayısıyla kültürden medyaya, eğitimden yüksek bürokrasiye kadar ülkenin her şeyini kontrolleri altında tutan) 350 aile ülkenin kaderine hükmediyor. İki asırdır böyle bu.
Bu ülke iki asır önce elimizden alındı. Biz bu ülkenin geri-alınması mücadelesi veriyoruz iki asırdır. Abdülaziz’den Abdülhamid’e, Menderes’ten Özal’a, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Erbakan’a ve Erdoğan’a kadar bu ülkenin has çocukları ülkeyi elimizden alan devşirmelerden ve onların devşirmelerinden geri alma savaşı veriyorlar. Erdoğan hâriç hepsi de ya darbe yiyerek uzaklaştırıldı ya da yok edildi, şehit edildi. Erdoğan’ı sevin sevmeyin ama gerçek şu ki, Erdoğan direniyor. Ve hatta mesafe kat ediyor ülkeyi elimizden alanları tasfiye sürecinde.
Elde edilen mesafe yeterli mi geleceğimiz adına? Bence değil ama hiç olmazsa, direniş sürüyor, o direnişin inşaya, Müslümanca bir gelecek inşasına dönüştürülmesi lazım.
Müslümanca bir gelecek inşasını siyasetten beklemek en büyük hatası bu ülkenin İslâmî kesimlerinin. Düşünce, kültür, sanat, ahlâk, estetik, şehircilik, mimari, tarım ve hepsinden önemlisi de eğitimde köklü adımların atılması, geleceğimizi inşa edecek inanmış ve adanmış kuşakların yetiştirilmesi tek çıkar yolumuzdur.
Bendeniz bunun için mücadele ediyorum MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) ile. Önümüzü açacak öncü kuşakları yetiştirmeye, yeni Gazalî’lerin, Razî’lerin, Sinan’ların, Itrî’lerin yetişmesini sağlayacak mümbit tohumları ekmeye çalışıyoruz.
Bu işin başka yolu yok. Çocuklarımızı ve ülkemizi yok olmaktan kurtarmanın en zekice, en sonuç getirici yolu bu: Günü kurtarmak değil, geleceği kurmak, geleceği kurtarmak.
Geleceğimizi kuracak adam yetiştirecek adamları yetiştiremezsek ülkeyi de, çocuklarımızı da küresel sistemin uşaklığını yapan, onların çıkarlarını pekiştirmek için ülkenin altını oymaktan çekinmeyen baronik masonik şebekelerin boyunduruğundan kurtaramayız. Bu meseleyi tartışmaya somut önerilerle devam edeceğim inşallah.
Vesselâm.
Yusuf Kaplan
17/05/2024 Cuma
#Türkiye#Cumhuriyet#Yusuf Kaplan#doğa#travel photography#travel destinations#travel#manzara#view#natural#europe#africa
31 notes
·
View notes
Text
Aydınlar ve Kandiller
✍🏻 Anıl Güven
https://www.gundemarsivi.com/aydinlar-ve-kandiller/
Nazım Hikmet’in “Bir umuttur yaşamak” tümcesinden hayata baktığımız zaman, toplumda oluşan ya da oluşmuş umut kırıklıklarının örtüsünü kaldıran; dünyadaki gelişmeleri izleyen, bilgi sahibi olduğu konuları anlatıp yorumlayan, eğitim düzeyi yüksek, ahlaklı bakış açısına iye insanlara aydın kişi diyoruz.
Bir de her konuda uzmanlaşmış, hangi okuldan mezun olduğu bilinmeyen, soyu silik; TV kanallarının müdavimi, yalanı doğruymuş gibi topluma şırıngalayan, siyasal erkin önüne yapıştırdığı kağıtları ezberinden okuyan kandiller vardır. Çoğu da İç Anadolu‘nun yoksul mahallelerinin çeperlerinde yetişmiş, abdestli , namazlı (cuma günleri seccadesini koltuk altında taşır), oruçlu kişilerdir.
Ulusumuzun demografik yapısının bozulmasına neden oluşturan; Afganistan’dan, Suriye’den, Afrika’dan, Pakistan’dan gelen kim olduğu belirsiz yığınların kabullenilmesini, bu kişilerin (ki, tamamına yakını erkek!) toplum içinde kabul görmesini, tarımda, hayvan otlatmakta, küçük sanayi kuruluşlarında ucuz iş gücü olarak istihdam edilmesinin ekonomiye olağanüstü yararı olacağını ballı dudakla önermektedirler! Bu önermeyi yapan kişilerin içinde, geçmişin (ya da günümüzün solcusu – ki; özünde bunlar Neo Liberal Solcu! -) anlı şanlı DEVRİMCİSİ olarak saygı gören, imde Ulus devleti modası geçmiş bir yapı olarak değerlendiren yönetsel erkçe satın alınmış (ahlakını para karşılığı terk etmiş) kişiler, kendilerine inanan, onların geçmişine inanılmaz saygı duyan kitleyi kakofonileriyle boğup (hepsinin dili fırıncı küreği gibidir, çok güzel de laf yapar) yarına dair öngörüde bulunurlar!
Fetullah Gülen ve onunla kolkola yürümekten haz alan AKP muktedirleri (Ak parti iktidara geldiğinde devleti yönetecek insan yığınından yoksundu. Bu açığı eğitim düzeyi yüksek olan bu cemaatin kendilerine önerdiği kişilerle kapattı.) zaman içinde çıkar çatışmasına dönüşen paylaşım dolayısıyla bir birlerini boğdular…
Televizyon Kanalları, Yazılı Basın hızlıca el değiştirdi. Laik, Demokratik, Devrimci, Hukuk Devletine karşı İslamcı bir kalkışma olduğunu sezinleyen toplumcu kesim ülkenin her kentinde gösteri düzenledi. Duyarlı aydınlarımız bu mitinglerde kürsüye çıkıp yurttaşlara geleceğimizin karanlığa sürüklediğini anlatmaya çalıştı…
Ne yazık ki; birlikten güç doğurmasını beceremeyen, kişisel çıkarlarını öne çıkaran birileri güzel bir gelecek sunan bu girişimi ne yazık ki baltaladı! Toplumsal muhalefetin içindeki bu karmaşıklığı gören Fetullahçı yapı olağanüstü bir atak yaptı. Sivil Toplum Kuruluşlarına ve TSK’ne saldırı başlattı!
Adları öne çıkmış, ülkenin aydınları gece yarısı, sabaha karşı Terörle Mücadele ve Siyasi şubenin görevli polislerince SAVCILIK buyruğuyla gözaltına alınmaya başlandı… Dalga dalga yayılan Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gözaltı ve tutuklamaların ardından, (Hukuk Profesörü Süheyl Batum‘un söylemiyle: ”Kağıttan Kaplan Türk Silahlı Kuvvetleri“) 2000 Yıllık bir ordunun üst düzey komutanları bir BAVULdan çıkan düzmece evraklarla tutsak edildi…
ABD ve AB emperyalizminin yetiştirdiği basın ve iletişim uzmanları ülkeyi inanılmaz yalan sisine boğdu.
TV Kanalları 24 saat boyunca toplumsal muhalefeti darbe yapmakla suçlayan yayınlar yaptı… Yurttaşlar bu söylemin karşısında sustu!
Siyasal yapının bürokrat kedimi İslamcıların eline verilmişti. AKP olanı biteni kenardan sessizce izlemeyi yeğlemişti.
Bir ara sayın Başbakan: ”Ben bu davanın Savcısıyım“ dedi!
Ana muhalefet partisi lideri de: “Ben de bu davanın Avukatıyım“ dedi!
İslamcı yapının tek bir amacı vardı: Üniter yapıyı parçalamak!
Konu buraya gelmişken Üniter Cumhuriyet savunucusu Robespierre, 2 Ağustos 1793 günü Fransız Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada, federalist isyancıları şu sözlerle suçluyordu:
“Güçlü bir fesat komitesi, Avrupa’nın zorbalarıyla gizliden gizliye işbirliği ediyor. Yabancı silahların gücü ve içeride çıkaracağı kargaşalıklarla, bizleri bu yüzkarası uzlaşmayı (üniter cumhuriyet yerine federasyonu) kabul etmek zorunda bırakacağını umuyor.” *
“Ya Cumhuriyet ‘in içerdeki ve dışarıdaki düşmanlarını boğacağız ya da Cumhuriyet’le birlikte yok olup gideceğiz
… içerideki düşmanlar , dışarıdaki düşmanların birleştikleri , yurdumuzu içinden parçalayan katiller değiller mi?
… bunlar kardeş kavgasını körüklemek ve manevi karşı- devrim yoluyla politik karşı devrimi ( üniter cumhuriyete’e karşı Federalizmi) hazırlayan satın alınmış yazarlar değil mi?” **
Toplumsal yapının içinde KANDİL görevi gören , satın alınmış beyinler; imbiklerinden sızan uslamlama dışı din sosuna buladıkları düşünceyle inanan kesimi yanlarına alarak Laik Cumhuriyetin karşısında konuşlanmaya başladılar.
TBMM sıralarında oturan bir Milletvekili de: ”85 Yıllık karanlığa son !” Çığırtkanlığında bulununca istemlenen yolun taşları ivedice döşenmeye başlandı.
Ardından Parlementonun içinde yasal siyasi parti gibi duran Kürt ayrılıkçığı, yatmakta olduğu kış uykusundan uyandı. Anadilde eğitim hakkı ve özerklik konusunda yeri göğü inletmeye başladı! Abdullah Öcalan’a özgürlük söylemi Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sokağa indi…
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde: “Demokrasi bizim için bir trendir, istediğimiz zaman ineriz!” Sözünü söyleyen RTE Başbakanlık koltuğunda oturuyordu! Kardeşim, dediği kişi Abdullah Gül’de Cumhurbaşkanı olmuştu!
Ülkede inanılmaz bir gerginlik, ayrılık ve kopuş yaşanıyordu!… Sokakta gülen insan yüzü kalmamıştı…
…..
………..
…………..
Geçmişte ülkenin ışığını yakan onlarca bilim insanı, düşünür, şair, halk ozanı, yazar, gazeteci öldürülmüştü. Emperyalizm ulusumuzun yıkımına engel olan, direnen Türklük bilincine ermiş kişileri gömmüş olmanın rahatlığıyla yol temizliğini tamamlamıştı. Sırada halkların kardeşliği, Anayasal yurttaşlık kavramlarıyla içi boş söylemlerle yurttaş bilincinden azınlık haklarına oradan da Federasyona doğru yürüyüş başladı; koltuk sevdalısı milletvekilleri kurucu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ‘ün önerdiği çağcıl dünya değil, ortaçağın karanlığına alkış vurmaya başladılar.
Aydın ahlakı (çok küçük birkaç kişinin dışında) da çöküşe geçti. Silivri soğuk söylemiyle yurttaşların soluğunu da kestiler.
Kandiller TV ekranlarında aydaki madenlerin Türk ekonomisine katkısını tartışırken, 50 milyon $ karşılığında turistik bir seyahate ASTRONOT gönderdik. Oysa birkaç yıl önce Tank Palet Fabrikasını bu hükümet (AKP aslında hükümet değil Devlettir) Katarlılara satmıştı!
Kandilli tayfası bu satışı öve öve bitirmemişti; ekonominin uçtuğuna izleyen ve dinleyenlere inandırmışlardı!
Oysa aydın harcanan bu paranın hesabını yönetenlerden sorar… Uğur Mumcu, Abdi İpekçi yaşasaydı Türkiye’deki yurtseverleri ayağa kaldırırdı. Muammer Aksoy yaşasaydı Türk Yargısı önünde bunların yargılanmasının önünü açardı…
Ulusumuzu boğan bu karanlığın hesabını soracak toplum önderi kalmadı. Aydın olduğunu sanan Neo Liberal p*ç kuruları da azınlık güzellemesi, Türk Edebiyatı yerine Türkiye Edebiyatının halk ağzında yaygınlaşması için var gücüyle çalışıyor!…
Ulus devlet düşmanı olan sözde Marksist Leninist sol çapulcuları “ÖZ BELİRTİM“ hakkının Birleşmiş Milletler, devletlerin toprak bütünlüğünün self determinasyon hakkından daha önde olduğunu kabul etmektedir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dönem sözcüsü Miraslov Lajcak; self determinasyonun bir hak olmakla beraber bu hakkın kullanılabilmesi için iki şart koşulduğunu ifade etmiştir.
1) Bu hak kullanılırken devletlerin toprak bütünlüğü ihlal edilmeyecektir.
2) Bu hak kullanılırken meseleye taraf olan herkes mutabakat halinde olacaktır. Bu ve bunu anıştıran yüzlerce yazılı belge varken; Doğu ve Güneydoğu Anadolu toprağını ”Kendi g*tü gibi gören, önüne gelene vereceğini“ zanneden kandilcilerin söylemlerini de unutmayalım.
Aydın ve kandil arasındaki ayrımı çok iyi yapmak zorundayız.
* Alıntılar: Robespierre / Devrim Notları
Anıl Güven
Selanik
#gundemarsivi #anilguven #aydinlar #kandil #kandiller #siyasalcinayetler #siyaset #haberler #gelismeler #devrimnotlari #hayat #toplum #yasam
0 notes
Link
Savile'nin gerçek hayattaki kurbanlarının ifadeleri dizide hayata geçiriliyor; Steve Coogan, kamuya mal olmuş bir figürün kadınları, gençleri ve çocukları nasıl istismar ettiğini ve ayrıca ulusu nasıl manipüle ettiğini göstermek için yeniden canlandırmalarda Savile'ı canlandırıyor.Her bölümde, çocuklukları ve gençlik yıllarında onun ellerine yapılan saldırı deneyimlerini cesurca anlatan, gerçek hayatta hayatta kalanlardan dördü Darien, Susan, Samantha Brown ve Kevin Cook yer alıyor.Yazar Neil McKay ve yönetici yapımcı Jeff Pope ayrıca dizideki her hikayenin hassas bir şekilde anlatıldığından emin olmak için hayatta kalan diğer birkaç kişiyle birlikte çalıştı.Savile'nin 2011'deki ölümünün ardından yüzlerce başka kurban, 1970'li ve 80'li yıllarda, bazı durumlarda Jim'll Fix It adlı televizyon programının çekimleri sırasında kendilerini taciz ettiğini, tecavüz ettiğini veya istismar ettiğini bildirmek için öne çıktı.Polise yöneltilen iddiaların sayısı 450'yi aştı.Bilgilerinizi girerek şunları kabul etmiş olursunuz: Şartlar ve koşullar Ve Gizlilik Politikası. Aboneliğinizi istediğiniz zaman iptal edebilirsiniz.Pope şöyle açıkladı: "Dramaya gerçek bir bağlam kazandırmak istediğimizi her zaman biliyorduk ve her zaman kurbanlar ve hayatta kalanlarla ekranda anlar yaşamayı planlamıştık."Savile'nin istismar ettiği çok sayıda insanı en iyi temsil edecek bir kesit elde ettiğimizi hissedene kadar araştırma boyunca çalışmaya devam ettik."SusanBBCSoyadını vermeyen Susan, 1972'de Savile ile tanıştığında Leeds'te gözlükçüydü.O zamanlar 21 yaşındaki adam, kırklı yaşlarının ortasındaki BBC sunucusu tarafından "ürkütülüyordu". Adam göz muayenesi için iş yerine gelmişti ve bodrumda onunla yalnız kaldığında rahatsız olduğunu hatırlıyordu.Daha sonra Susan'a gözlüğünü düzeltmek için ev ziyareti yapıp yapamayacağını sordu. Onu özellikle sordu ve onu "büyük tokmaklı ve kısa etekli olan" olarak tanımladı.Evine girdiğinde kapıyı arkasından kapattığını, kilitlediğini ve kendisine cinsel saldırıda bulunduğunu belirtti. Susan daha sonra işine geri döndü ve bazı meslektaşlarına olanları anlattı, bazıları "buna güldü". Susan arkadaşlarına anlatmasına rağmen olanları ailesine açıklamadı. Ayrıca kendisine inanılmaması korkusuyla olayı polise bildirmedi.Buna benzer daha fazlaSusan, Savile'i birkaç yıl sonra şans eseri Leeds'teki bir parkta tekrar gören az sayıdaki kurbandan biridir. Hayatta kalan kişi, onu hatırlayıp hatırlamadığını sormak için yanına gitti ve onu daha önce hiç görmediğini söyledi.Savile'nin ölümünün ardından tacize uğradığına dair raporlar ortaya çıkmaya başladıktan sonra Susan, kendi hikayesini paylaşmak için Batı Yorkshire Polisi ile temasa geçti.Şimdi, üç çocuk annesi emekli ve daha önce 2016'da bir Louis Theroux belgeselinde travmatik deneyimini anlatıyordu. Bu röportajı izledikten sonra McKay, altı yıldan uzun bir süre önce The Reckoning'deki rolünü tartışmak için ona yaklaştı.Dizide Susan, Savile'nin öldüğünü duyunca "memnun" olduğunu ama aynı zamanda işlediği suçlardan cezasız kurtulduğu için de kızdığını söyledi.Kevin CookBBC56 yaşındaki Kevin, 1977'de yavru izci grubunun bir parçası olarak Jim'll Fix It'e davet edildiğinde dokuz yaşındaydı.Bu Sabah'ta Kevin, bu deneyimi başlangıçta çocukların eğlenmeye ve birbirlerine yumurta atmaya teşvik edildiği "şimdiye kadarki en iyi gün" olarak tanımladı."Başlamak için harika bir anıydı" diye ekledi.Grubuna, hepsine toplu olarak sunulacak bir Jim'll Fix It rozeti alacakları söylendi, bu da "herkes rozeti istiyordu" diye gençleri biraz hayal kırıklığına uğrattı.Ancak çekimlerden sonra Savile, Kevin'e yaklaştı ve kendi rozetini isteyip istemediğini sordu; daha sonra pis ve karanlık bir soyunma odasına götürüldüğünde "rozetini kazanmak ister misin" ifadesini kullandı.Kevin, annesinin kendisine hediye etmesi için bir kravat vermesinin ardından Savile'in onu seçtiğinden şüphelenir.Kevin, cinsel saldırı sırasında odaya ikinci bir adamın (kimliği henüz doğrulanmadı) girdiğini ve Kevin'e fiziksel olarak vurduğunu iddia etti. Savile daha sonra "hiçbir şey olmamış gibi" davranmadan önce kısa bir tehditte bulundu.Kevin onlarca yıldır saldırısını bir sır olarak sakladı. Ancak 2012 yılında başka bir çocuğun Savile tarafından istismara uğradığını duyunca olayı karısına açtı ve polise telefon etti.O zamandan beri Kevin, belgesellerde, basın röportajlarında ve Panorama'nın bir bölümünde cinsel saldırıdan bahsetti. 2016'da ayrıca Dame Janet Smith'in BBC'de kültüre ilişkin bağımsız araştırmasına da önemli kanıtlar verdi.Özellikle Hesaplaşma'da Kevin, bu projenin, Savile'nin hayata döndürüldüğünü gördüğü için saldırı hakkında açtığı önceki birçok olaydan daha zorlu olduğunu itiraf etti.This Morning'de dramatizasyon üzerine düşünürken "Tamamen farklı" dedi. "Daha önce bu duyguları yaşamamıştım... Yani eşim çok iyi davrandı, gerçekten destek verdi ama bu benim için bile tamamen yeni bir şey."Samantha BrownBBCDört çocuk annesi Samantha Brown, Stoke Mandeville Hastanesi'nde Savile tarafından saldırıya uğradığında 11 yaşındaydı.Sam her hafta, yırtıcı hayvanın ondan yararlandığı papaz evinden toplama plakasını almak zorunda kalıyordu. Kilise doluyken, Sam'in annesi tören için hazır bulunurken Samantha, Savile'nin kendisine cinsel tacizde bulunduğunu, ardından onu susturmak için dört parmağını boğazına soktuğunu söyledi.Hatta sanki yakalanabileceği heyecanı veriyormuşçasına kapıyı hafif aralık bıraktığını bile hatırlıyor."Kapının bir tarafında yaklaşık beş dakika kadar orada olurdum ve parmaklarını ağzıma koyardı ve ben de elimde tabakla dışarı çıkabilmem için rahibin konuşmayı bırakması için dua ederdim." The Sun'a söyledi."O kadar kalabalık bir şapeldi ki. Her sıra dolu olurdu ve insanlar hastane yataklarındaydı. Birinin beni görmesini istedim, birinin beni görmesini istedim. Ama asla görmediler."56 yaşındaki oyuncu, The Reckoning'e katkıda bulunmanın ve kendi saldırısının yeniden canlandırılmasının izlenmesinin "boşaltıcı" bir deneyim olduğunu söyledi."Bundan korkuyordum ve komik olan şu ki, onu izlediğimizde benim olduğuma inanmak gerçekten zordu. Ama o küçük kız için çok üzüldüm. O küçük kız için kalbim kırıldı" diye ekledi."Ama bir haftam vardı ve sonunda onun ben olduğu ve benim de o olduğu gerçeğini kabul ettim."Samantha, The Reckoning'in yanı sıra daha önce Netflix belgeseli Jimmy Savile: A British Horror Story'de uğradığı tacizden bahsetmişti.DarienBBCDarien, 13 ya da 14 yaşındayken, kariyerinin başlangıcında, ulusal bir figür haline gelmeden çok önce, Leeds'teki bir dans salonunda çalışırken Savile ile iki korkunç karşılaşma yaşadı.Pope ve McKay, Savile'nin hayatının ve kariyerinin farklı alanlarından hayatta kalanlarla röportaj yaptıklarından emin olmak istediler; dans salonu sahnesi de bunun önemli bir parçasıydı.Dizinin yayınlanmasından önce Pope, hayatta kalanlar hakkında şunları söyledi: "Onlar çok farklı insanlar, hayatın farklı kesimlerinden ve ülkenin farklı yerlerinden, dolayısıyla hepsinin paylaşacak farklı deneyimleri vardı ve bu da Savile'nin istismarının büyük boyutunu gösteriyor. "Dizide Darien, Savile'nin işlediği iğrenç suçlardan uzaklaşmak için göz önünde saklanma tekniğinden ve ikili yaşamını kolaylaştıran kültürden samimi bir şekilde bahsetti.Darien şunları söyledi: "BBC'yi ve diğer kurumları olağanüstü buldum, aslında hepimizin tanıdığı bir adam hakkında konuşuyorlardı, onu bir azize dönüştürmek istiyorlardı."Sanırım Jimmy Savile'e karşı suçlamaların olduğu biliniyordu... bunun bir daha olmasına izin vermeyin. Yapma. Lütfen."Bu makalede dile getirilen sorunlardan herhangi birinden etkilendiyseniz bilgi ve destek için NHS web sitesini veya Mağdur Desteğini ziyaret edin.Devamını oku:Reckoning'in tamamı artık BBC iPlayer'da izlenebiliyor. Drama kapsamımıza daha fazla göz atın veya neler olduğunu öğrenmek için TV Rehberimizi ve Yayın Rehberimizi ziyaret edin.Radio Times dergisini bugün deneyin ve yalnızca 10 £ karşılığında 10 sayıya sahip olun, AYRICA evinize teslim edilen 10 £ John Lewis and Partners kuponu da alın - hemen abone olun. TV'nin en büyük yıldızlarından daha fazlası için The Radio Times Podcast'ini dinleyin.
0 notes
Link
Savile'nin gerçek hayattaki kurbanlarının ifadeleri dizide hayata geçiriliyor; Steve Coogan, kamuya mal olmuş bir figürün kadınları, gençleri ve çocukları nasıl istismar ettiğini ve ayrıca ulusu nasıl manipüle ettiğini göstermek için yeniden canlandırmalarda Savile'ı canlandırıyor.Her bölümde, çocuklukları ve gençlik yıllarında onun ellerine yapılan saldırı deneyimlerini cesurca anlatan, gerçek hayatta hayatta kalanlardan dördü Darien, Susan, Samantha Brown ve Kevin Cook yer alıyor.Yazar Neil McKay ve yönetici yapımcı Jeff Pope ayrıca dizideki her hikayenin hassas bir şekilde anlatıldığından emin olmak için hayatta kalan diğer birkaç kişiyle birlikte çalıştı.Savile'nin 2011'deki ölümünün ardından yüzlerce başka kurban, 1970'li ve 80'li yıllarda, bazı durumlarda Jim'll Fix It adlı televizyon programının çekimleri sırasında kendilerini taciz ettiğini, tecavüz ettiğini veya istismar ettiğini bildirmek için öne çıktı.Polise yöneltilen iddiaların sayısı 450'yi aştı.Bilgilerinizi girerek şunları kabul etmiş olursunuz: Şartlar ve koşullar Ve Gizlilik Politikası. Aboneliğinizi istediğiniz zaman iptal edebilirsiniz.Pope şöyle açıkladı: "Dramaya gerçek bir bağlam kazandırmak istediğimizi her zaman biliyorduk ve her zaman kurbanlar ve hayatta kalanlarla ekranda anlar yaşamayı planlamıştık."Savile'nin istismar ettiği çok sayıda insanı en iyi temsil edecek bir kesit elde ettiğimizi hissedene kadar araştırma boyunca çalışmaya devam ettik."SusanBBCSoyadını vermeyen Susan, 1972'de Savile ile tanıştığında Leeds'te gözlükçüydü.O zamanlar 21 yaşındaki adam, kırklı yaşlarının ortasındaki BBC sunucusu tarafından "ürkütülüyordu". Adam göz muayenesi için iş yerine gelmişti ve bodrumda onunla yalnız kaldığında rahatsız olduğunu hatırlıyordu.Daha sonra Susan'a gözlüğünü düzeltmek için ev ziyareti yapıp yapamayacağını sordu. Onu özellikle sordu ve onu "büyük tokmaklı ve kısa etekli olan" olarak tanımladı.Evine girdiğinde kapıyı arkasından kapattığını, kilitlediğini ve kendisine cinsel saldırıda bulunduğunu belirtti. Susan daha sonra işine geri döndü ve bazı meslektaşlarına olanları anlattı, bazıları "buna güldü". Susan arkadaşlarına anlatmasına rağmen olanları ailesine açıklamadı. Ayrıca kendisine inanılmaması korkusuyla olayı polise bildirmedi.Buna benzer daha fazlaSusan, Savile'i birkaç yıl sonra şans eseri Leeds'teki bir parkta tekrar gören az sayıdaki kurbandan biridir. Hayatta kalan kişi, onu hatırlayıp hatırlamadığını sormak için yanına gitti ve onu daha önce hiç görmediğini söyledi.Savile'nin ölümünün ardından tacize uğradığına dair raporlar ortaya çıkmaya başladıktan sonra Susan, kendi hikayesini paylaşmak için Batı Yorkshire Polisi ile temasa geçti.Şimdi, üç çocuk annesi emekli ve daha önce 2016'da bir Louis Theroux belgeselinde travmatik deneyimini anlatıyordu. Bu röportajı izledikten sonra McKay, altı yıldan uzun bir süre önce The Reckoning'deki rolünü tartışmak için ona yaklaştı.Dizide Susan, Savile'nin öldüğünü duyunca "memnun" olduğunu ama aynı zamanda işlediği suçlardan cezasız kurtulduğu için de kızdığını söyledi.Kevin CookBBC56 yaşındaki Kevin, 1977'de yavru izci grubunun bir parçası olarak Jim'll Fix It'e davet edildiğinde dokuz yaşındaydı.Bu Sabah'ta Kevin, bu deneyimi başlangıçta çocukların eğlenmeye ve birbirlerine yumurta atmaya teşvik edildiği "şimdiye kadarki en iyi gün" olarak tanımladı."Başlamak için harika bir anıydı" diye ekledi.Grubuna, hepsine toplu olarak sunulacak bir Jim'll Fix It rozeti alacakları söylendi, bu da "herkes rozeti istiyordu" diye gençleri biraz hayal kırıklığına uğrattı.Ancak çekimlerden sonra Savile, Kevin'e yaklaştı ve kendi rozetini isteyip istemediğini sordu; daha sonra pis ve karanlık bir soyunma odasına götürüldüğünde "rozetini kazanmak ister misin" ifadesini kullandı.Kevin, annesinin kendisine hediye etmesi için bir kravat vermesinin ardından Savile'in onu seçtiğinden şüphelenir.Kevin, cinsel saldırı sırasında odaya ikinci bir adamın (kimliği henüz doğrulanmadı) girdiğini ve Kevin'e fiziksel olarak vurduğunu iddia etti. Savile daha sonra "hiçbir şey olmamış gibi" davranmadan önce kısa bir tehditte bulundu.Kevin onlarca yıldır saldırısını bir sır olarak sakladı. Ancak 2012 yılında başka bir çocuğun Savile tarafından istismara uğradığını duyunca olayı karısına açtı ve polise telefon etti.O zamandan beri Kevin, belgesellerde, basın röportajlarında ve Panorama'nın bir bölümünde cinsel saldırıdan bahsetti. 2016'da ayrıca Dame Janet Smith'in BBC'de kültüre ilişkin bağımsız araştırmasına da önemli kanıtlar verdi.Özellikle Hesaplaşma'da Kevin, bu projenin, Savile'nin hayata döndürüldüğünü gördüğü için saldırı hakkında açtığı önceki birçok olaydan daha zorlu olduğunu itiraf etti.This Morning'de dramatizasyon üzerine düşünürken "Tamamen farklı" dedi. "Daha önce bu duyguları yaşamamıştım... Yani eşim çok iyi davrandı, gerçekten destek verdi ama bu benim için bile tamamen yeni bir şey."Samantha BrownBBCDört çocuk annesi Samantha Brown, Stoke Mandeville Hastanesi'nde Savile tarafından saldırıya uğradığında 11 yaşındaydı.Sam her hafta, yırtıcı hayvanın ondan yararlandığı papaz evinden toplama plakasını almak zorunda kalıyordu. Kilise doluyken, Sam'in annesi tören için hazır bulunurken Samantha, Savile'nin kendisine cinsel tacizde bulunduğunu, ardından onu susturmak için dört parmağını boğazına soktuğunu söyledi.Hatta sanki yakalanabileceği heyecanı veriyormuşçasına kapıyı hafif aralık bıraktığını bile hatırlıyor."Kapının bir tarafında yaklaşık beş dakika kadar orada olurdum ve parmaklarını ağzıma koyardı ve ben de elimde tabakla dışarı çıkabilmem için rahibin konuşmayı bırakması için dua ederdim." The Sun'a söyledi."O kadar kalabalık bir şapeldi ki. Her sıra dolu olurdu ve insanlar hastane yataklarındaydı. Birinin beni görmesini istedim, birinin beni görmesini istedim. Ama asla görmediler."56 yaşındaki oyuncu, The Reckoning'e katkıda bulunmanın ve kendi saldırısının yeniden canlandırılmasının izlenmesinin "boşaltıcı" bir deneyim olduğunu söyledi."Bundan korkuyordum ve komik olan şu ki, onu izlediğimizde benim olduğuma inanmak gerçekten zordu. Ama o küçük kız için çok üzüldüm. O küçük kız için kalbim kırıldı" diye ekledi."Ama bir haftam vardı ve sonunda onun ben olduğu ve benim de o olduğu gerçeğini kabul ettim."Samantha, The Reckoning'in yanı sıra daha önce Netflix belgeseli Jimmy Savile: A British Horror Story'de uğradığı tacizden bahsetmişti.DarienBBCDarien, 13 ya da 14 yaşındayken, kariyerinin başlangıcında, ulusal bir figür haline gelmeden çok önce, Leeds'teki bir dans salonunda çalışırken Savile ile iki korkunç karşılaşma yaşadı.Pope ve McKay, Savile'nin hayatının ve kariyerinin farklı alanlarından hayatta kalanlarla röportaj yaptıklarından emin olmak istediler; dans salonu sahnesi de bunun önemli bir parçasıydı.Dizinin yayınlanmasından önce Pope, hayatta kalanlar hakkında şunları söyledi: "Onlar çok farklı insanlar, hayatın farklı kesimlerinden ve ülkenin farklı yerlerinden, dolayısıyla hepsinin paylaşacak farklı deneyimleri vardı ve bu da Savile'nin istismarının büyük boyutunu gösteriyor. "Dizide Darien, Savile'nin işlediği iğrenç suçlardan uzaklaşmak için göz önünde saklanma tekniğinden ve ikili yaşamını kolaylaştıran kültürden samimi bir şekilde bahsetti.Darien şunları söyledi: "BBC'yi ve diğer kurumları olağanüstü buldum, aslında hepimizin tanıdığı bir adam hakkında konuşuyorlardı, onu bir azize dönüştürmek istiyorlardı."Sanırım Jimmy Savile'e karşı suçlamaların olduğu biliniyordu... bunun bir daha olmasına izin vermeyin. Yapma. Lütfen."Bu makalede dile getirilen sorunlardan herhangi birinden etkilendiyseniz bilgi ve destek için NHS web sitesini veya Mağdur Desteğini ziyaret edin.Devamını oku:Reckoning'in tamamı artık BBC iPlayer'da izlenebiliyor. Drama kapsamımıza daha fazla göz atın veya neler olduğunu öğrenmek için TV Rehberimizi ve Yayın Rehberimizi ziyaret edin.Radio Times dergisini bugün deneyin ve yalnızca 10 £ karşılığında 10 sayıya sahip olun, AYRICA evinize teslim edilen 10 £ John Lewis and Partners kuponu da alın - hemen abone olun. TV'nin en büyük yıldızlarından daha fazlası için The Radio Times Podcast'ini dinleyin.
0 notes
Text
Sağlıkta Şiddete Acil Çözüm, Ağır Ceza Gelmeli ..
Sağlıkta Şiddete Acil Çözüm Getirilmeli ! Türk Sağlık Sen konu hakkında önemli bir açıklama yaptı. Sendikanın açıklaması şöyle, “Ağır Ceza Gelmeli. Sağlık sektöründe artan şiddet olayları, insanlık dışı saldırılarla sağlık çalışanlarının can güvenliğinin tehdit altında olduğu bir gerçeği ortaya koymaktadır. Son olarak, Trabzon’da bir hastane acil servisinde yaşanan gece saatlerindeki hasta yakınları tarafından gerçekleştirilen saldırı, sağlık güvenliği görevlisi Ali Kemal Sağlam’ın vücuduna aldığı darbeler nedeniyle kalbinin durmasına neden olmuş, ancak yapılan müdahale ve anjiyo sonucunda hayata döndürülmüştür. Şu anda yoğun bakımda tedavisi devam etmektedir. Kendisine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Sağlıkta şiddetin kökünün kazınması için sağlık kurumlarının sıfır tolerans politikası benimsemesi gerekmektedir. Herhangi bir suçun ertelenmesi veya para cezasına çevrilmesi mümkün olmamalıdır, aksine hapis cezalarıyla cezalandırılmalıdır” Sağlıkta şiddet mi, toplumsal şiddet mi? “Şiddet olaylarını sadece kınamak, unutmak veya izole vakalar gibi görmek, bu tür şiddetin önünün alınmasına yardımcı olmaz. Sağlık çalışanlarının, hastaları tedavi ederken kendi can güvenliklerinden endişe etmek zorunda kalmaları kabul edilemez bir durumdur. Bu nedenle, bir kez daha vurguluyoruz ki, sağlık sektöründeki şiddete karşı caydırıcı ve etkili yaptırımlar acilen uygulanmalıdır. En ağır cezalar şiddetin önüne geçmek için gereklidir. Sağlık çalışanlarının can güvenliği ve sağlık hizmetlerinin sürdürülebilirliği için bu adımların hızla atılması gerekmektedir. Sağlık çalışanlarına şiddetin son bulması için hep birlikte mücadele etmeliyiz. (BSHA-Bilim Ve Sağlık Haber Ajansı) Read the full article
0 notes
Text
Mücadeleyi Farklı Cephelere Yaymak: Politikada ve Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler
Guy Debord, Çeviri: Kaya Özsezgin, Elçin Gen
22 Haziran 1963’te Danimarka’nın Odense kentindeki Galleri Exi’de, Sitüasyonist Enternasyonal’in düzenlediği “RSG-6’nın Yok Edilişi” sergisi açıldı. Sergi, Barış Casusları adlı Britanyalı bir grubun iki ay önce gerçekleştirdiği eylemin devamı olarak tasarlanmıştı. Barış Casusları, nükleer bir saldırı durumunda Britanya hükümeti mensuplarının saklanması için inşa edilen RSG-6 adlı gizli bir sığınağı keşfetmiş ve yayınladıkları bildiriyle bu gizli planı kamuya ifşa etmişti. Bildiri Britanya kamuoyunda skandala yol açmıştı.
Barış Casusları, 1962’de yaşanan Küba füze kriziyle Soğuk Savaş’ın açık bir nükleer savaş tehdidine bürünmesi sonucunda tırmanan savaş-karşıtı hareketin parçasıydı. Sitüasyonistler, İngiltere’deki eylemi tarihsel ve kuramsal bir çerçeveye yerleştirmek, ve Debord’un ifadesiyle egemen güçlere karşı savaşı farklı cephelere yaymak amacıyla Odense sergisini düzenlediler. Hedefleri, Barış Casusları’nınki gibi münferit görünen eylemleri geniş bir bakış açısıyla birleştirmekti.
Galerideki ilk oda, kesintisiz siren seslerinin duyulduğu, sedyelerle ve cesetlerle dolu bir sığınağa dönüştürülmüştü. Yandaki odanın duvarlarına, hedef tahtası olarak, Kennedy, Hruşçev, de Gaulle gibi, dönemin politik liderlerinin resimleri asılmıştı. Ziyaretçiler hedeflere ateş etmeye davet ediliyordu. Resimlerin yanında, Debord’un ‘talimatlar’ dizisi asılıydı; bunlar, üzerlerinde “yabancılaşmış emeğe son”, “felsefeyi hayata geçir” gibi sloganların yazıldığı beyaz tuvallerdi. Bir sonraki odada, J.V. Martin’in “termonükleer haritalar”ı sergileniyordu: dünyanın, üçüncü dünya savaşı çıktıktan sonraki halini tasvir eden büyük resimler. Termonükleer haritaların yanında da, Michele Bernstein’in zaferler serisi yer alıyordu: “Paris Komünü’nün Zaferi”, “İspanyol Cumhuriyetçilerinin Zaferi” ve “1358 Köylü Ayaklanmasının Zaferi”. Alçıyla ve oyuncak askerlerle yapılmış bu üçboyutlu tablolar, yenilgiye uğramış devrimci mücadeleleri zafer biçiminde yeniden canlandırıyordu.
“RSG-6’nın Yok Edilişi” sergisinden geriye, birkaç siyah-beyaz fotoğraf dışında belge kalmadı. Ancak Debord’un 8 Mayıs 1963’te Sitüasyonist Enternasyonal’in Danimarka sözcüsü J.V. Martin’e gönderdiği mektupta, etkinliğin çerçevesi ve nasıl tasarlanacağı ayrıntılarıyla açıklanmıştı. Ayrıca sergi kataloğunda, Debord’un hem bu sergiyi hem de başka yerlerdeki eylemleri değerlendirdiği “Politikada ve Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler” başlıklı metni yayınlanmıştı. [EG]
Kaynaklar:
Frances Stracey, “Destruktion RSG-6: Towards a Situationist Avant-garde Today”, Neo-Avantgarde içinde, ed. David Hopkins (Amsterdam ve New York: Rodopi, 2006) s. 311-329.
J.V. Martin’e Guy Debord, 8 Mayıs 1963 Sevgili Martin,
6 Mayıs [1963] tarihli mektubunda aktardığın gelişmeler bizi çok heyecanlandırdı. Nash-karşıtı[1] ve nükleer-karşıtı yeni galerinin[2] sanatsal ve kuramsal kontrolünü ele almaya çalışman gerektiği konusunda hepimiz mutabıkız (Nash’i yasakla!).[3]
İlişikte, galerinin açılışı için düşünülebilecek, kapsamlı bir tasarı gönderiyoruz. Tabii sen bunu uygun bulmayabilirsin. Veya belki içinden bazı ayrıntıları seçersin. Biz yine de tamamını tarif ediyoruz, bizce hayli etraflı bir tasarı.
Galeriyi, ilişikteki şemada olduğu gibi üç bölüme ayırmak gerekecek: ikinci bölüm (isyan), ilkinden (sığınak) ve üçüncüsünden (sergi) biraz daha büyük olmalı.
I – SIĞINAK [derkenar: “Kapının önünde (kaldırımda) parçalanmış bir araba ve “Giriş”]
İlk bölüm, dehşet verici bir nükleer saldırı sığınağı, içinde şunlar olacak:
- portatif yatak - birkaç kutu konserve - birkaç şişe su
Ses ambiyansı için: kesintisiz siren sesi, teybe kaydedilmiş (sürekli dönecek).
Bu bölümde yumuşak ve rahatsız edici bir ışık olacak (mesela yanıp sönen mavi ışık olabilir).
Aşırı miktarda deodoran sıkılıp, nefes almayı zorlaştıran bir hava oluşturulacak. Radyoaktif koruma tulumu giymiş iki asistan (başlıkları ve gözlükleriyle), insanlara bu odada 10 dakika kalmaları gerektiğini söyleyecek.
Biri ilaç dağıtacak (fikir, her ziyaretçinin bunu yutması).
İlacın üzerinde RSG-6 etiketi olacak. Bir de şunu yazmalı: "RSG-6’nın yok edilişine davetlisiniz."
Elinde bir manken varsa, torba içine yerleştirip bir köşeye koy – cesetmiş gibi.
NOT: İngilizlerin Danger! Official Secret – RSG-6 bildirisi var mı sende? Yoksa gönderebiliriz. Onu da cam çerçeveyle bir duvara asarsın.
II – İSYAN
İkinci bölüm sezgiye ve isyana ayrılıyor.
- duvarlarda, mantar panolar üzerinde, şu liderlerin büyük boy fotoğrafları: Kennedy, İngiltere Kraliçesi, de Gaulle, Hruşçev, Franco, Adenauer, Danimarka Kralı.
- dikine konmuş üç tüfek, insanlar bunlarla fotoğraflara ateş edecek. Bir lideri gözünden vuranlara, Situationistik Revolution dergisinin bir kopyası verilecek – bu dergiler bir sonraki bölümde de ziyaretçiye sunulacak.
- Martin’in resimleri, imzalanmış, satışa sunulacak. Bu resimler şöyle hazırlanıyor:
a) Coğrafi haritaları kabartmalı şekilde düzenle (alçıyla, dağlar filan olsun). Danimarka, İskandinavya, Avrupa, Amerika vs. haritaları olabilir.
b) Üzerlerine rastgele boya fırlat. Felaket havası verecek ve sanki bir cilt hastalığında olduğu gibi tahribat izlerini anımsatacak renkler seç.
c) Alçıya (veya boyaya) atık malzeme ve her nevi çöp katılabilir (saç, makine yağı, kırık cam, hurda demir parçaları...). Genel fikir, bu ülkelerin dev bir füzeden bakıldığındaki görüntüsünü yansıtmak. Ülke sınırlarının seçilebilir olması gerek.
d) Resimlerden birine şu ismi vermeli: Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlamasından iki saat sonrası.
Bir diğeri şöyle: İkinci günde, 82 mega-ceset sayıldı (veya mega-ölüm).
Bir başkası: Dünya Savaşı’nın başlamasından 2 saat 15 dakika sonrası. Vs.
III – SERGİ
Üçüncü bölüm, bildiğimiz galeri. Sanatsal yaratıcılığa ayrılmış küçük bir mekân.
- Mümkünse, bir kokteyl. - Sitüasyonist dergi ve bildiriler. - Martin ve diğerlerinin resimleri.
Katalog sadece bu bölümde dağıtılacak (daha önce değil). Resimlerin politik –sitüasyonist– başlıkları olabilir. Misal:
İspanyol [İç] Savaşı’nı yeniden başlatıyoruz, bu sefer kazanmak için savaşacağız. Gracchus Babeuf’e övgü. Devrimi yarım yapanlar olsa olsa kendi mezarlarını kazarlar (Saint-Just). Mutluluk Avrupa’da yeni bir fikir; ölüm, hatta nükleer ölüm, eski. Kennedy, Hruşçev, Papa ve Franco: bütün ülkelerin liderleri birleşmiş; strontiyumları birarada. Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin eksiğini tamamlayamaz. Çok Yaşa Marx ve Lumumba! Paris Komünü’nün Zaferi. Christian Christensen’e Saygı. Özgürlüğün olduğu yerde devlet yoktur (Lenin). Başkan Eisenhower, Zengakuren’in[4] müthiş gösterileri karşısında utançla kaçıyor. Dünyada bir hayalet dolaşıyor: işçi konseyleri iktidarının hayaleti.
NOT: Resimlerin yanında kolajlar da sergilenebilir.
Dostlukla, Guy
Kaynak: http://www.notbored.org/debord-8May1963.html
Çeviri: Elçin Gen
Politikada ve Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler
Guy Debord
[...] Biz bütünleşmiş bir sanat ve politika vizyonundan bahsettiğimizde, hiçbir şekilde sanatın politikaya tabi olmasını önermiyoruz. Bizler için, ya da bu çağı yanılgıdan arınmış bir bakışla görmeye başlayan hiç kimse için, 1930'ların sonundan bu yana artık hiçbir yerde modern sanat yoktur, aynı şekilde hiçbir yerde daha ileri aşamada bir devrimci politika oluşumu da yoktur. Modern sanatın da devrimci politikanın da günümüzdeki canlanışı, ancak onların aşılması biçiminde olabilir, ki bu da onların en temel hedeflerinin gerçekleşmesi demektir.
Sitüasyonistlerin sözünü ettikleri yeni karşılaşma her yerde karşımıza çıkmaktadır bugün. Mevcut güçlerin düzenlediği, iletişimsizliğin ve yalıtılmışlığın damgasını taşıyan dev mekânlarda, bir ülkeden ötekine, bir kıtadan diğerine, yeni skandal türleri aracılığıyla belirtiler su yüzüne çıkıyor: etkileşimler çoktan başladı.
Nerede olursa olsun avangardın görevi, bu deneyimleri ve bu insanları biraraya getirmektir, yani hem bu tür grupları birleştirmek, hem de projelerine bütünlüklü bir temel oluşturmak. Gelecekteki devrimci çağın bu ilk hamlelerinin gelişimine ortam hazırlamalı, onları açıklamalı ve tanıtmalıyız. Bunlar, yeni mücadele biçimlerini ve yeni –açık ya da örtük– bir içeriği bünyelerinde toplamalarıyla ayırt ediliyorlar: bu içerik, mevcut dünyanın eleştirisi. Modernleşme yönündeki sürekli çabalarıyla övünen hâkim toplum muhatabını bulacaktır artık, çünkü nihayet modernleşmiş bir olumsuzlama üretmiştir.
Biz, bizi anlamaktan aciz hırslı entelektüellerin ya da sanatçıların sitüasyonist harekete karışmalarını engellemek için ne gerekiyorsa yaptık; en son örneği Nashist “sitüasyonizm” olan ��eşitli tahrifleri reddedip açıkça itham etmek konusunda da son derece kararlı davrandık; bu yeni radikal hamlelerin sahiplerini sitüasyonist olarak kabul etmekte, onları desteklemekte ve asla reddetmemekte de aynı kararlılığı gösteriyoruz, her ne kadar bu hamlelerin çoğu bugünün devrimci programının bütünlüğünün tamamen bilincinde olmayıp sadece bu genel yönde ilerliyor olsa bile.
Burada, bütünüyle onayladığımız birkaç hamle üzerinde duracağız sadece. 16 Ocak'ta Caracas'ta düzenlenen Fransız sanatı sergisine saldırı düzenleyen silahlı bir grup öğrenci, sergiden aldıkları beş tabloyu, siyasi mahkûmların salıverilmeleri koşuluyla iade edeceklerini açıkladılar. Güvenlik güçleri, Winston Bermudes, Louis Monselve ve Gladys Troconis'le giriştikleri silahlı çatışma sonucunda tabloları geri aldılar. Birkaç gün sonra, başka yoldaşlar söz konusu tabloları taşıyan polis kamyonuna bombalı saldırıda bulundu, ne yazık ki kamyon zarar görmedi. İşte geçmişin sanatına nasıl muamele edileceğini, hayatta gerçekten önemli olan şeyler uğruna nasıl yeniden oyuna dahil edileceklerini gösteren örnek bir olay. Gauguin'in (“her şeye cüret etme hakkını yerleştirmeye çalıştım”) ve van Gogh'un ölümünden bu yana, düşmanları tarafından ele geçirilen yapıtlarının kültür dünyasından gördükleri ruhlarına uygun yegâne karşılık, muhtemelen Venezüellalıların eylemi olmuştur. 1849'daki Dresden ayaklanması sırasında, Bakunin tabloların müzeden çıkarılmasını ve düşman saldırılarını önleyip önleyemeyeceğini görmek için kentin girişindeki barikatlara konulmasını önermişti (başarılı olamadı, o ayrı). İşte Caracas’taki çatışmanın, devrimci isyanın son yüzyıldaki en ateşli anlarından biriyle arasında nasıl bir bağ olduğunu, hatta onun ötesine nasıl geçtiğini görüyoruz.
Son haftalarda, İspanya'ya turistik geziler düzenleyen acentelere karşı yangın bombalarıyla saldırıda bulunan ya da nükleer silahlanmanın tehlikelerine karşı uyaran korsan radyo yayınları düzenleyen Danimarkalı yoldaşların eylemlerini de aynı derecede heyecan verici buluyoruz. İskandinav ülkelerindeki “sosyalleştirilmiş” kapitalizmin sıkıcı ve rahat bağlamında, o “insanileşmiş” düzenin temelinde yatan şiddetin bazı veçhelerini ifşa eden şiddetleriyle ortaya çıkıveren insanları görmek çok umut verici: Örneğin bu düzenin iletişim tekelini ya da turizm veya eğlence sektöründe örgütlenmiş yabancılaşma görünümlerini ifşa ediyorlar. Bu rahatlığın yol açtığı can sıkıntısının kabullenilmesi gereken başka bir yüzü daha vardır: Bu huzur yalnızca yaşamın kendisi olmamakla kalmaz, atomik ölüm tehdidine dayalıdır aynı zamanda; organize turizm yalnızca gezilen ülkeleri gizleyen sefil bir gösteri olmakla kalmaz, bu şekilde nötr bir gösteriye dönüştürülen ülkenin gerçeği, Franco rejiminin polisidir.
Nihayet, geçtiğimiz Nisan ayında “Altıncı Bölge’deki” sığınakların yerini ve planlarını ifşa eden İngiliz yoldaşların eyleminin, toprağın düzenlenmesinde ve otoritenin totaliter işleyişinin kurulup yerleşmesinde devlet gücünün vardığı aşamayı göstermesi bakımından büyük değeri vardır. Yalnızca savaş açısından yorumlanacak bir olgu değil bu. Şu anda, termonükleer bir savaş tehlikesinin her an her yerdeki varlığı, Doğu'da ve Batı'da, kitleleri baskı altında tutmaya, iktidar sığınakları yaratmaya hizmet eder. Yönetici sınıfların iktidarını, maddi ve psikolojik yönden güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Yüzeyde, modern kentçilikten geriye kalan her şey aynı amaca hizmet etmektedir, başka bir şeye değil. 1962'nin Nisan ayında yayınlanan sitüasyonist derginin (International Situationniste) yedinci sayısında, bir yıl önce ABD’de kurulan kişisel sığınakları konu alan yazıda şöyle denilmekteydi: “Her dolandırıcılıkta olduğu gibi, koruma sadece bir bahanedir. Sığınakların gerçek amacı, insanların uysallıklarını ölçmek ve böylece aynı zamanda pekiştirmek, bu uysallığı toplumdaki hâkim sınıfın yararına manipüle etmektir. Gelişmiş toplumda, tüketime yönelik yeni bir gıdanın piyasaya sürülmesi gibidir bu koruma çabası, daha önceki ürünlerin hiçbirine yer bırakmaz artık. İnsanları son derece yapay ihtiyaçlar duymaya sevk etmek için, onları daha fazla çalışmaya yönlendirir; kuşkusuz, böyle bir çalışma sonucunda da karşılanmaya gerek duyulmayan ihtiyaçlar kalacaktır geriye. ‘Büyük toplu konut’lar içinde biçimlenmiş olan yeni habitat, sığınakların mimarisinden tam olarak ayrılmış değildir; o mimarinin yalnızca daha alt düzeydeki bir örneğidir. Dünyanın yüzeyinin bu şekilde toplama kampı modeli temelinde örgütlenişi, gelişmekte olan bir toplum açısından olağandır. Yeraltında kalan bölümler, o toplumun marazi fazlalığını temsil eder. Bu hastalık, yüzeydeki ‘sağlığın’ gerçek yüzünü ortaya çıkarır.”
İngilizler bu hastalığın incelenmesine ciddi bir katkıda bulundular; böylece “normal” toplum incelemelerine de katkıda bulundular. Söz konusu incelemenin kendisi, “ihanet” adı altındaki eski ulusal tabuları ihlal etmekten sakınmayan, iktidarın rahatça işlemesi açısından hayati önem taşıyan gizliliği delen bir mücadelenin ayrılmaz parçasıdır; böylece modern toplumda “enformasyon” enflasyonunun kalın perdesi ardına saklanan pek çok meseleyi gün yüzüne çıkarır. Polisin çabalarına ve çok sayıda tutuklamaya karşın, sabotaj eylemi daha da genişletilerek taşradaki gizli karargâhlara baskın düzenlendi (direnmelerine rağmen bazı görevlilerin fotoğrafı çekildi), Britanya güvenlik merkezlerine ait kırk telefon hattının çok gizli numaralarının sürekli çevrilmesi sonucu hatlar kilitlendi.
Toplumsal mekânın hâkim örgütlenişine karşı girişilmiş bu ilk saldırıya selam durmak istedik ve Danimarka'da düzenlediğimiz “RSG-6'nın Yok Edilişi” sergisiyle onu genişlettik. Böylece, bu tür mücadeleyi uluslararası ölçeğe taşımanın yanı sıra, aynı küresel mücadelenin bir başka cephesine, sanatsal yaratım alanına da uzatabileceğimizi düşündük.
Burada, sitüasyonist hareket olarak da adlandırılması mümkün olan kültürel yaratım etkinliği, birleştirici kentçilik projeleriyle ya da hayatta sitüasyonların kurulmasıyla başlar ve bu yolda yapılanlar, günümüz toplumunda devrimci olanaklar bütünlüğünü gerçekleştirmeye adanmış hareketin tarihinden ayrı tutulamaz. Bununla beraber, kısa vadede, eleştirel sanat, sinemadan resme kültürel ifadenin mevcut araçları içinde gerçekleştirilebilir, her ne kadar nihai aşamada tüm bu sanatsal çerçeveyi yıkmak istiyor olsak da. Sitüasyonistlerin, détournement kuramıyla özetledikleri de budur. İçeriği bakımından eleştirel olan bu tür sanat, bizatihi formu bakımından kendini de eleştiriye tabi tutmak zorundadır. Böyle bir iş, yerleşik iletişim yöntemlerinin uzmanlaşmış alanı içerisindeki sınırların farkında olan, “şimdi kendi eleştirisini de bünyesinde barındıran” bir iletişim türü olacaktır.
“RSG-6” için, insanı düşünmeye kışkırtan bir ortam olarak önce bir atom bombası barınağı atmosferi hazırladık. Bundan sonra, böylesi bir ihtiyaç türünün kuvvetle olumsuzlanmasını sahneleyen bir bölgeyle karşılaşılıyor. Burada eleştirel bir biçimde kullanılan sanat aracı, resimdir.
Dada hareketiyle doruk noktasına ulaşan modern sanatın devrimci işlevi, dilden eyleme sanattaki bütün uzlaşımları ortadan kaldırmak oldu. Gelgelelim, sanatta ve felsefede yok edilenler henüz somut biçimde gazetelerden ve kiliselerden temizlenemediği için, ve silahların eleştirisi o dönemde eleştiri silahlarında gerekleşen ilerlemeleri takip etmediği için, dadaizmin kendisi, kabul görüp onaylanan bir kültürel stil olmanın ötesine geçemedi. Hatta Dada formu, 1920’den önce icat edilmiş stili ele geçirip kariyer yapan ve her ayrıntıyı muazzam ölçüde abartarak sömüren neo-dadaistlerin elinde gerici bir reklam aracına dönüştü ve mevcut dünyanın kabul edilip bezenmesine hizmet etti.
Bununla beraber, modern sanatın içerdiği olumsuz hakikat, onu kuşatan toplumun haklı çıkmış bir olumsuzlaması olmuştur her zaman. 1937'de Paris'te, dönemin Nazi elçisi Otto Abetz Guernica tablosu önünde Picasso'ya “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorduğunda, Picasso çok doğru biçimde şöyle yanıtlamıştı: “Hayır. Siz yaptınız.”
Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç sonuçlarının ardından şiirde ve modern sanatta çok yaygın olan olumsuzlama ve kara mizah, halen içinde yaşadığımız üçüncü savaş gösterisi bağlamında yeniden canlandırılmayı kesinlikle hak ediyor. Neo-dadacıların Marcel Duchamp'ın plastik sanatları reddetme yönündeki ilk tavrını (estetik) olumlulukla yüklemekten bahsetmelerine karşın, biz çok iyi biliyoruz ki, bugün dünyanın bize olumlu olarak sunduğu her şey, sadece, günümüzde kabul gören ifade biçimlerinin olumsuzluğunu sonsuzca yeniden doldurmaya yarar, ve bu yolla içinde yaşadığımız dönemin yegâne temsilî sanatını oluşturur. Sitüasyonistler biliyorlar ki, gerçek olumluluk başka bir yerden gelecektir ve şu aşamada olumsuzluk onu ortaya çıkarmaya katkıda bulunacaktır.
Her türlü resimsel saplantının ötesinde, ve umarız (uzun süredir miadını doldurmuş olduğu halde biçimsel inceliğinden ötürü üzerimizde etkili olan) bir plastik güzellik formuna itaat etmeye çağıran her şeyin ötesinde, burada çok açık birkaç noktanın altını çizmiş bulunmaktayız.
Boş tuvaller üzerine yazılan “talimatlar” ya da détourne edilmiş soyut resimler, duvarlara yazılmış sloganlar olarak anlaşılmalıdır. Kimi tablolara verilen siyasi bildiri biçimindeki isimler de aynı alaycılık duygusunu taşıyor ve şu an gözde olan, kendini dile getirilemez “saf işaretler”in resmine dayandırmaya çalışan akademizme gönderme yapıyor.
“Termonükleer haritalar”, resimde “yeni figürasyon” doğrultusunda tanık olduğumuz her türlü hummalı çabanın ötesindedir. Çünkü action painting’in en özgürleşmiş yöntemlerini, gelecek dünya savaşının farklı saatlerinde dünyanın çeşitli bölgelerini mükemmel bir realizmle temsil etme iddiasında bulunabilecek bir imgeyle birleştirirler.
Benzer şekilde ultramodern bir rastlantısallık ile Horace Vernet tarzı titiz bir realizmi birleştiren “Zafer Serisi”, savaş resmi geleneğini canlandırıyor. [...] Burada hedeflenen ters çevirme, geçmiş tarihi düzeltiyor, onu daha iyi, daha devrimci ve hiç olmadığı kadar başarılı yapıyor. “Zaferler”, Lautréamont’un büyük bir yüreklilikle her türlü badireye ve altında yatan mantığa meydan okuduğu o mutlak-iyimser détournement’ı sürdürüyor: “Kötülüğün varlığını kabul etmiyorum. İnsan mükemmeldir. Ruh düşmez. İlerleme vakidir. … Şimdiye kadar bedbahtlık, hep dehşeti ve acımayı kışkırtsın diye betimlenmiştir. Ben bunların karşıtını uyandırmak için, mutluluğu betimleyeceğim. … Dostlarım ölmedikçe, ölümden dem vurmayacağım.”
Çeviri: Kaya Özsezgin
Kaynak: “Politikada ve Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler”, Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş içinde, (ed.) Ali Artun (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 2010), çeviri gözden geçirildi.
[1] Sitüasyonist Enternasyonal’de Jorgen Nash’in etrafındaki İskandinav ve Alman sanatçılar ile, Debord’un başını çektiği Fransızlar arasında fikir ayrılığı yaşanır. “Nashist” diye anılanlar Enternasyonal’den tasfiye edilirler – ç.n.
[2] Odense kentindeki Galleri Exi’yi kastediyor – ç.n.
[3] Özgün metinde A bas le Nash, “ban the bomb” sloganına atıf – ç.n.
[4] Zengakuren, Japonya’daki devrimci öğrenci hareketinin genel ismi. Eisenhower’ın 1960’ta planlanan Japonya ziyareti, gösteriler nedeniyle iptal edilmişti. Sitüasyonist Enternasyonal, Zengakuren üyeleriyle yakın ilişki içindeydi – ç.n.
0 notes
Text
Bir ebeveyn olarak diyebilirim ki; çocuklarınızda sevmediğiniz hatta belkide nefret ettiğiniz bir özelliği sırf adına sevgi denilen duygularla kamufle etmeyin. Sizin bir parçanız olduğu halde sevilmeyen özelikleri olması yanlış bir ebeveyn tutumu değildir. Eğer bu sevimsiz özelikleri doğru zamanda ve uygun şartlarda çözümleyemezseniz ileride gireceği sosyal yaşantısına dahil olan insanlar da çocuklarınızdan ve sizinde sevmediğiniz özelliklerinden aynı oranda nefret edebilir. Çocuklarımıza ilgi ve sevgi gösterirken gözardı edilen ve onlar büyürken doğru bir şekilde anlam bulmaları yönünde teşvik edilmemesi, gelecekte olacakları kişiyi de güdük bırakabilir. Oysa doğru yer ve zamanda yanlışa yanlış denildiği vakit çocuklar bunu yetişkinler gibi içselleştirmez. Onların kaygıları, küçük düşme veya örselenme halleri daha çok kişiliklerine gerek fiziksel gerekse ruhsal anlamda bariz bir saldırı olduğunda gerginleşir. Henüz yeni deneyimlediği hayata dair doğru olanı yapmak çabası, aksi ya da inatçı davranarak kin gütmesinden daha baskındır. Fakat tam tersi doğru davranış yerine görmezlikten gelinen yanlış davranış pekiştiğinde gelecekte kuracağı ilişkileri de derinden etkileyecektir. Burada bahsi geçen çocukta sevilmeyen özelliklerden kasıt kendi baskın kişilik özelliklerinden değilde daha çok uygun davranışın ve sınırların belirlenememesinden kaynaklanır. Bilindiği gibi sınırlar hem doğru yerlere çekilmesi hem de korunması elzem olan güvenlik bariyerleridir. Kişiliğin gelişip olgunlaşabilmesi için de oldukça önemlidir. Karşıtı olan sınırsız davranma kişilikte fütursuzluğa sebep olur. Fütursuz olan umursamaz, aldırmaz ve dolayısıyla bir süre sonra başkaları tarafından umursanmaz, aldırış edilmez. Sağlıcakla kalın 🙋🏻♂️içaforiz
0 notes
Text
Denklemler Tarumar!
Denklemler tarumar ediliyor. Hayatla yolu kesişen mesellerde, bu fasit döngü içine rehin kılınmış sureti ülkede her türden insani denklem boşa düşürülüyor. Umut, ümit, hayal bir biçimde tahayyül, konu, mesel her ne olursa olsun yerle yeksan ediliyor behemehal. Tüm bu düzen içinden sunulanlarla gelişigüzel var edilenlerle beraber o aksiyon, bu tarumar hal ve istemi sürekli yineleniyor. Baş amir ve şürekasının sunduğu, savuna geldiği her eylem, hemen her dönemeçte var edilmiş her düzenlemeyle yaşamın denklemleri perişan ediliyor. Biyopolitik bir cerahat mefhumu haline dönüşen yeni ülkenin var ettiği yegane dönüşümlerden birisi bu bahistir.
Yeni yüzyıl jargonuna sığınarak var edilen ol yeni ülke pratiğinin de düş görü değil hor görü, hep fecaat için imal olunduğunu giz kılınmak istenir. Oysa iktidar tahayyülünün var ettiği her köşeye taşıdığı bu denklem silsilesi, tüm o müşterek yaşam idesini tarumar etmektir. Varılan yeni o’dur. Müştereklerimiz olagelen demokrasi, eşitlik, adalet, hürriyet, ifade özgürlüğü ve nicesinin dokusunun yıkımı imal edilendir. Denklemler tarumar edilirken, yol, yordam, umut ve daimi bir biçimde demokrasi mefhumu da çöpe basılandır. Yeni ülke bu izlek üstünde her günü dehşetin ta kendisinin esiri kılınmış, denklemini mahvetme şablonundan biçimlendiren bir yer karşı karşıya olduğumuzdur. Bir biçimde yaşam aksiyonunu delik deşik etmek yolunda yürünendir. Atıl duruma düşmüş ol muhalefetin kendi kendini gazlaması sonucunda çıkagelen idraksizlik noktasında hepten ama her dem olduğundan da geriye düşen hallerinin paralelinde, kini ve nefretiyle bir yol, gelecek şekillendirmesine düşen muktedir gerçekliğidir mesele.
Geçtiğimiz İstanbul İstiklal Caddesi saldırısı, Mersin’deki polise yönelik saldırı, öncesi ve sonrasında çıkagelen badireler, türlü çeşit hamasetle birlikte demokrasi olgusunun köküne, ta dibine kibrit suyu dökebilmek için var edilen uydur kaydır masa başı haberleri, iletişim başkanlığı propagandaları, maaşlı trollerin vatan, millet, sakarya bahislerini takip eden her hamleyle, cerahat var edilir. Denklemler alt üst edilirken, yıkım / yıldırı aralıksız bir şekilde Kürd halkının, siyasetinden sokağına her anlamda bulunduğu her yerdeki hal ve duruşuna yönelik saldırganlıkları beraberinde getirir. İstiklal Caddesindeki yakalanan ağ üyelerinin, birer ikişer detaylarından çıkagelen özgür suriye ordusu / heyet ül tahrir ül şam gibi mimli yapıların ifşaatları, halin de hayata dair verilen değerin de esef verici bir halde nasıl da çürütüldüğünü göstere gelir. Akseden yıkımın, var edilmiş cerahatin üstüne bina edilmiş nobran, hep bilindik tahayyüllerle insanların hayat haklarının derdest edilen bir mesele dönüşümü kesintisiz kılınır.
Vaka, yara, yıkım değil tastamam doğrudan iktidar hanesine yazılan oy artışının sorgulandığı bir zeminde kim nasıl güvendedir ki sahiden de? Denklemler alt üst edilirken, cerahatin köküne dair bildirimleri, adalet tecellisi çabasını değil, dahiliye nazırı palyaçonun, meclis komisyonunda insanlıktan çık��p geleni terörist, gideni hain, berikini iş birlikçi diye azarlamaya çabaladığı şaklaban halleriyle baş başına bırakılır bir memleket. İyi de denklemler tarumar edilirken, hayat bir kere daha ehven olandan ayrıştırılırken, yara güncellenirken, Kürd sorunu ayrı insanlık sorunu apayrı delişmen, gelişigüzel yerle bir edilirken, bir asırlık yaralara yenileri eklenip durulurken kim neyi nasıl düzeltecektir, her ne şekilde?
Gazete Karınca’dan aktaralım: “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait savaş uçakları, 20 Kasım Pazar gününün ilk saatlerinde Kuzey ve Doğu Suriye ile Irak Federe Kürdistan Bölgesi’ne dönük hava saldırıları düzenledi.
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) resmi Twitter hesabından yaptığı ilk paylaşımda, hava saldırılarıyla ilgili olarak Taksim saldırısına gönderme yaparak “Hesap zamanı” yazdı. Paylaşımda, havalanmakta olan bir F-16 savaş uçağının fotoğrafı da paylaşıldı.
MSB ardından söz konusu hava harekatına “Pençe Kılıç” adı verildiğini açıkladı.
İlk gelen bilgilere göre, TSK’ye ait savaş uçakları tarafından Kuzey ve Doğu Suriye’nin Kobani kentinin yanı sıra Til Rıfat, Şehba ve Derik de hedef alındı.
Bölgeden yayın yapan medya kuruluşları, TSK’ye ait savaş uçaklarının Gire Spi ve Zirgan’da Şam rejim güçlerine ait noktaları da hedef aldığını belirtti.
BBC Türkçe’nin haberine göre Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Sözcüsü Ferhad Şami de, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, Kobani’nin bombalandığını, Tel Abyad’ın doğusundaki Kazali, Til Rıfat ve Zirgan’da Şam rejim güçlerinin hedef alındığını söyledi.
Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) ise Türkiye’nin Halep ve Haseke’de düzenlediği hava saldırılarında SDG’nin en az altı üyesinin yanı sıra altı Suriyeli askerin de yaşamını yitirdiğini öne sürdü.
Rudaw’ın aktardığına göre SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi de Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Türkiye’nin güvenli noktaları bombalaması tüm bölgeyi tehdit ediyor” ifadelerini kullandı.
Gece boyu süren hava saldırılarının ardından, sabah saatlerinde Kobani’de bulunan Miştenur tepesinin yeniden bombalandığı belirtildi.
TSK’nin hava saldırılarını takip eden gazetecilerden ANHA muhabiri İslam Abdullah’ın hayatını kaybettiği de gelen bilgiler arasında.
Öte yandan NTV’nin haberinde, TSK’nin Suriye hava sahasını da kullandığı belirtildi. Bu bilgi, Rusya’nın kontrolündeki Suriye hava sahasının yıllar sonra ilk kez Türk savaş uçaklarına açılması anlamına geliyor.
Habertürk Televizyonu yayınında konuşan emekli Korgeneral ve Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin, savaş uçaklarının hava sahasını kullanabilmesi için ABD, Rusya ve İran’a önceden haber verdiğini belirtti. ABD’nin Erbil Başkonsolosluğu’nun açıklamasını hatırlatan Pekin, şunları söyledi:
Hem Suriye hava sahası hem Irak hava sahası hem de bazı yerlerde eğer Süleymaniye’ye gireceklerse İran hava sahasından da geçtikleri olmuştur. Bunu nereden anlıyoruz? Dün Erbil Konsolosluğu’nun yaptığı açıklama var. Açıklamaya baktığımız zaman Türkiye böyle bir harekat yapacağı zaman taraflara, ABD’ye söyler, İran’a da söyler, bu bölgede harekat yapacağım diye hava sahasıyla ilgili gerekli koordinatları sağlar. Bunu büyük ihtimalle Rusya’yla da yapmışlardır. Erbil Konsolosluğu sadece Amerikan vatandaşlarına bu bölgelerde dikkat etmeleri gerektiğini, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hem Irak hem de Suriye’nin kuzeyinde operasyon hazırlığı yaptığına dair bildiri yayınladı. Dolayısıyla tarafların haberi var. Çünkü hava sahasını kullanacaklar.
İstanbul’un Beyoğlu ilçesindeki İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım’da gerçekleştirilen bombalı saldırı sonucunda 6 kişi yaşamını yitirmiş, onlarca kişi yaralanmıştı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu başta olmak üzere iktidar yetkilileri, saldırıdan PKK’yi sorumlu tutmuştu. PKK ise saldırıyla ilişkisi olmadığını açıklamıştı.
Diğer yandan ABD’nin Irak Erbil’deki konsolosluğu, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yaşayan vatandaşlarını olası bir askeri operasyona karşı uyarmıştı.”
Denklemler bir kere daha tarumar ediliyor. Daha önce Afrin’de, İdlib kırsalında denene gelmiş olagelen cürüm istemi bir kere daha bu defasında, planlı programlı, ince hesaplı bolca kitaplı İstiklal Caddesi saldırısı sonrasında bir kere daha devreye konulan yıkımla çıkageliyor. Hayatı tarumar etme isteminin, kesintisiz bir cerahat kültünün, aralıksız ol Kürd nefretine oynamanın vardığı eşik, demokrasi, eşitlik, adalet pratiklerine ne kadar da uzak kalındığını bir kez daha kanıtlıyor. PKK ile mücadele kartı ısıtılıp durulurken, hepi topu yüz elli kişi kaldılar diye geçiştirilirken sorun, bugün yeniden kırk senedir var edilmiş olagelen Kürd halkına yönelik sistematik yıldırı / terör / savaşla bir biçimde yeni bir istikametle barışmak lügatten çıkartılıyor. Meçhul, kimliksiz bir saldırı perspektifinin varlığına rağmen, Kobane hattının hedef kılınmasının, Rusya ve Amerika’dan icazet almadan değil bölgede eyleme geçmek, tek bir hamlenin var edilemeyeceği yerde hakkın da hukukun da alenen gasbı var edilir. Kötülük sarmalı, çarkıfelek gibi döndürüp durulan devletli / iktidar pratiği için bir kere daha zulüm yersiz bir biçimde çıkagelir. Hayatın tüm o sıradan insanların müşterek direnişiyle ayakta kalmış olagelen Kobane, Rojava devrimi bir kere daha böyle alt edilmek istenir. İşleri bittiği gün ortadan yok ettirilen ırak şam islam devletinin eksik bıraktığını tamamlama arzusunda yürüyen bir devlettir mesele. Bir biçimde komşusunu hala terörist zannedecek kadar, her ölümü, ama onlar hain diye aklama çabasına düşecek kadar kendisinden vazgeçmiş insan suretleridir mesele. Tümden denklemler tarumar ediliyor bu coğrafyada bir kere daha! İyi de nereye kadar?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Demokratik Suriye Güçleri (QSD), Türkiye'nin Kuzey ve Doğu Suriye’ye dönük saldırılarına dair açıklama yaptı. Açıklamada, İstanbul’daki saldırını bahane yapıldığına işaret edilerek, Dêrik, Dirbêsiyê, Ebû Rasên, Kobanî, Til Rifet ve Şehba'nın hedef alındığı aktarıldı. Açıklamada, "Saldırılar sonucunda Dêrik’in Teqil Beqil köyünde büyük bir katliam gerçekleştirildi. Bu köyde ilk olarak elektrik kurumunda çalışan bir memur şehit düştü. İlk saldırının ardından halk yaralılara yardım etmeye gittiği sırada savaş uçakları bir kez daha halkı hedef aldı ve büyük bir katliam gerçekleştirdi. Bombardımanda 11 yurttaş şehit düştü, 6 yurttaş da yaralandı. Elektrik dağıtım yeri de büyük zarar gördü" bilgileri paylaşıldı.
'Tüm Rojava Hedeflendi'
Açıklamada, "Dirbêsiyê bölgesinde buğday deposu görevlisi 2 kişi, Ebû Rasen hattında ise bir savaşçımız şehit düştü. Kobanê’de hava saldırıları sonucu 3 yurttaş yaralandı, çok sayıda evde hasarlar oluştu. Netleştirdiğimiz bilgilere göre saldırılarda Suriye rejimin 15 askeri de yaşamını yitirdi. Halklara düşmanlık eden, Kuzey ve Doğu Suriye ile Rojava halkının ortak yaşamına, bölgenin istikrarına tahammül edemeyen işgalci Türk devleti bu saldırılarla, soykırımcı ve faşist yüzünü bir kez daha gösterdi. Bu saldırlar sadece Kürt halkına karşı yapılmadı, saldırılarda Kuzey ve Doğu Suriye ile Rojava’daki tüm halk hedef alındı" ifadelerine yer verildi.
DAIŞ'e karşı verilen mücadelenin benzer şekilde devam edeceği vurgulanan açıklamada, "Katliamlar cevapsız kalmayacak. Uygun zaman ve yerde gerekli cevaplar verilecek. Halkımızın Türk devletinin saldırılarına karşı birliğini, beraberliğini ve kararlılığını daha da güçlendireceğine inanıyoruz. Halkımız aynı zamanda toprağına her zamankinden daha fazla bağlı kalacak, Türk devleti ve işbirlikçilerine karşı güçlü tutum sergileyecek" diye kaydedildi.”
Bütünüyle mahvetme retoriği üstünden ilerleyen, denklemini buna göre yeniden türeten, biçimlendiren bir aklın, destan yazıldı dediği şeyin sıradan insanların vatanlarını savunma iradesi olduğu gözlerden kaçırılır. Kendi yurtlarını niye savunmuyorlar ki o Suriyeliler diye çıkılan güzergahta, yurtlarını savunanlara da biçtikleri değeri göstermesi açısından o gece yarısı / sabah saatlerinde aralıklarla eylenen saldırılar her şeyi olduğu gibi gösterir. Kim neyin tarafındadır bilinmez de, her şeye oh olsun çekebilecek cürete / tıynete çoktan varmış bir ülke / yurttaş profili söz konusuyken, kurdun dişine kan değdi gibi yazılamaları troll hesaplar kadar, sözüm ona muhalifler sahiplenmeye devam ederken kim hangi yarından bahis açabilir. Dahası her sıkıştığı eşikte, herkesi ama istisnasız herkesi kuşatan, her yıkımdan kendince zaferle çıktığını dile getiren, iktidarını güncelleyen bir yapının var ettiği bu kaçıncı tuzaktır, hileli oyundur hiç düşündünüz mü? Dün Afrin, bugün Kobane, Tel Rifat, Qamişlo yarın neresi, nerelerdir sahiden de sorguluyor musunuz?
Denklemler tarumar ediliyor bir şimdiki zaman güncelliğinde. Her şeyin mot-a-mot bir yıkım haline entegre edildiği zamane güncesinde, iktidar pratiği olarak var edilmiş hemen her kötülüğün bir icraat kabilinden savunulması güncelleniyor. Her icraat bambaşka yıkım ve yaralara dönüşürken, sanki her şey normalmiş yolunda gidiyormuş gibi yapılması var edilenlerin üstüne tuz biber ekiyor. Bir biçimde yaşam erimini alt üst etmek çabasına düşülen kılınıyor. Kötülük göndere çekilirken, yaşam çarçur edilmiş kimin umuru diye geçiştiriliyor. Muktedir tahakkümünü yeniden bel bağladığı, özgür suriye ordusu ve bilumum cihatçı çeteden medet umarak tazelerken, giydirdiği pkk titrini de alacalı bulacalı kılarak bir kere daha bir taşla bir çok kuşu vurmaya çalışıyor. Devamı, devamlılığı sağlama alınmış olagelen ittihatçı tahayyülün yok etme istemi bir kere daha Kürd ve bütün özneleriyle demokrasi / adalet / hukuk arayan insanların kafalarına bombalar yağdırılarak var ediliyor. Bu satırlar not edilirken Karkamış’ta biri 5 yaşında bir çocuk, diğeri 20’lerinin ortasında bir kadın öğretmen can vermişti. Karşı kıyıda Derik’te aralarında çocukların da olduğu on bir can. Barışın esamesinin okutulmadığı bir zeminde bunca afaki cürüm sayesinde, bu kadar normalmiş gibi kan akıtılarak hangi gün yüzü var edilebilir, edilmiştir, edilecektir! Kürd ve Türk toplumları, Kürd ve Arap, Ezidi, Mıhellemi, Nasturi, Kıpti, Süryani, Ermeni, Alevi halklarının arasında açılmaya devam olunan o yıkıcı hattın, komşuluk bağlarını ilelebet kopartma gayretinin ardından her neye varılacaktır, hangi gün var edilecektir sahiden? Denklemler tarumar ediliyor, bütünüyle her yan kana, her yan yasa, her yan ağıda çıka geliyor. İyi mi böyle, layığınız bu mudur!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Emin ÖZMEN – Magnum Photos Creative
#meram#arzihal#durum tahayyülü#denklemler#hayat hakkı#kobane#rojava#devrim#kurdi#enternasyonel#hayat ne olacak#savaşa hayır#barışa ne oldu?#cürüm#cerahat#iklim#kötülük#başka türkiye vardır#yol#mana#ehemmiyet#kötülüğün güncesi#karanlık çağ#anlam#izlek#biyopolitika#yıkım#yıldırı#ne olacak#quo vadis?
9 notes
·
View notes
Text
"Kusurlu bir bedenim var" diye sesleniyor İmam-ı Zaman'a.
O "kusur" denilen, bombaların parçaladığı beden. Herkesin yaşamından ümidini kestiği denli ağır bir saldırı alan beden...
Ki, Uğradığı saldırı sonrası günlerce süren yaşam mücadelesinden sonra tutunabildi hayata. "Yaşayan Şehid" oluşu ondan...
Bu ifadeyi yasaklamasaydı eğer hep o sıfatla hitap edecektik.
Bir eli daha sonrada düzelmeyecek denli hasarlı. Bel kemiğinde de ciddi zarar var. Uzun yıllar, bombanın nüfûz ettiği bedenindeki acılarla yaşadı.
Düşmanların ve münafıkların her üç-beş yılda yaydıkları ölüm haberi, aslında bu denli ağır darbe almış bir bedenden bekledikleri mağlubiyet tahmini...
Ağa'nın yükünün ağırlığını, şedid düşmandan bilmiyoruz, onlara hayatın her alanında galip.
Tarihten günümüze, ceddinden kendisine kadar uzanan süreçte en büyük ve tahammülü zor olanı;
Cehalet,
Vefasızlık,
Ve tabi Münafıklık...
Rabbim sen ona güç ver!
Düşmanlarıyla aynı dönemde dillerini ok edip saplayanları rüsvâ et!
Menfaat ve Statü hırsındaki tezvirat ehlinin güldürme yüzünü.
Ağa'ya ve içinde oturduğu çadıra karşı düşman sevindirenleri zillet ehli kıl...
5 notes
·
View notes
Text
GERÇEK GÜNDEMİ BİLİYOR MUSUNUZ ?
Tosyalı Holding’in İskenderun'da hayata geçirilen 2,5 milyar dolarlık yassı çelik üretim fabrikasının bitme aşamasına geldiğini , bu fabrikada toplam 1300 işçinin istihdam edileceğini , yıllık 5 milyon tonla başlayıp kısa zamanda 10 milyon ton demir cevheri işleme kapasitesine ulaşmayı hedeflediğini ve böylece milyarlarca dolarlık çelik ithalatının buradan karşılanacağını , yani cari açığa büyük katkı sağlanacağını işittiniz mi ?
Peki Lineer Metal tarafından Siirt'te 3000 kişiye istihdam sağlayacak Çinko Izabe Tesisinin tamamlanmak üzere olduğunu?
İbişler Tekstil Fatsa Organize Sanayi Bölgesi’nde 10 bin m2'lik bir alanda tekstil fabrikası kurma kararı aldı. Fabrikada ilk aşamada 1.200 kişi istihdam edecek.
Yerli güneş paneli üreticisi GTC Enerji ile HSB Marine , suda yüzen Güneş Enerjisi Santrali’ni (GES) kurup görücüye çıkardılar.
TUSAŞ , T-925 Genel Maksat Helikopteri'nin ilk uçuşunu 2025’te test edecek. Bizde yok ama ABD medyasında var.
Türkiye bir amfibi saldırı gemisini , Türk donanması için operasyonel bir drone gemisine dönüştürüyor. Yani uçak gemisi gibi düşünün. Farklı olarak üzerinde İHA ve SİHA’lar olacak.
Türkiye'nin ilk silahlı insansız deniz aracı ULAQ tamamlanmak üzere.
2021 yılının sonuna kadar tamamlanmış olacak toplam 83 adet baraj ve gölet hizmete açılacak.
TÜBİTAK tarafından baş ve boyun kanseri tedavisinde kullanılacak ilacın üretimi başladı. İlacın kilogram değeri tam 1 milyon dolar.
Çanakkale Köprüsü 18 Mart 2022 tarihinde, yani önümüzdeki yıl hizmete açılacak.
İlk yerli ve millî helikopter motoru üretildi ve helikopter üreten TUSAŞ’a teslim edildi.
Yine TUSAŞ’tan. 300 kilogramlık bombayı 5 metrekarelik bir alanın içine başarıyla bırakan Aksungur ve ANKA 2 uçaklarından 5 adet yapıldı.
ATAK taarruz helikopterlerinden tam 62 adet üretildi ve Jandarma ile Kara Kuvvetleri komutanlığına teslim edildi. Filipinler’e satılıyor şu anda, Pakistan ile görüşmeler sürmekte.
11,5 ton ağırlığında, 5000 beygir gücündeki millî taarruz helikopteri ATAK 2’nin seri üretimi 2025’te başlayacak.
HÜRKUŞ C eğitim ve Taarruz Jeti'nin teslimatı ise 2025’te yapılacak.
Bu arada Millî Muharip Uçak ise 2025’te ilk uçuşunu yapacak.
45 milyar dolar olan enerji ithalat faturamızı 10 milyar doların altına indirecek olan yenilenebilir enerji (Rüzgâr, güneş ve jeotermal) yatırımları hızla ilerliyor. Rüzgârda kurulu güç 10000 MW’a ulaştı.
Katar ile 5,2 milyar dolarlık yatırımla doğalgaz ve petrokimya yatırımı başladı.
Bu , Türkiye’nin yıllık ithalatını 1,4 milyar dolar azaltacak.
Cezayirli enerji şirketi Adana’da 1 milyar dolarlık yatırım kararıyla petrokimya tesisi kurarak Türkiye’nin yıllık ithalatını yarım milyar dolar eksiltecek...
Yazılanlar yapılmakta ve yapılacak olanların ÇOK MİNİK bir kısmıdır. İşte bunları gölgelemek için sürekli suni gündemler oluşturuyorlar...
34 notes
·
View notes
Text
♾️ Dünya Üçüncü Paylaşım Savaşı Kapıya Dayandı
Yurtta ve dünyada barışı başlatmıştı Mustafa Kemal Atatürk.
Birileri yeniden hırslarına yenilip savaşı başlatana kadar sürdü barış. Atatürk'ün hayata gözlerini yumduktan sonra çok yakın bir zamanda dünya ikinci paylaşım savaşını Almanya ve Hitler faşizmi başlatmıştı. Sonunda o savaş Rusya'nın galibiyeti ile sonuçlanması iki kutuplu soğuk savaş dönemi başlatmıştı.
İşin ilginç yanı savaş kararı alanların savaşmadığı savaşları açıyorlar günümüz canileri.
Ukrayna işgalini başlatma kararını veren Putin'in söylemleri yine tarihi kinlerle dolu.
Stefan Zewing'in dediği gibi birisi savaş kararı gibi barış kararı almalı.
Alınmıştı o karar bir asır önce.
Durduramadı diktatörler kendilerini gençleri sürdüler namluların önüne.
Rusya'da neticede emperyalist niyetleri olan bir devlettir. Putin ise bir diktatördür.
İkincisi yetmedi, şimdi üçüncü dünya paylaşım savaşını başlatmak için ilk sıcak çatışma ve saldırganlık bir asır önce Osmanlı İmparatorluğunu parçalama ve paylaşma niyeti ortaya çıkan Rusya'dan Ukrayna'yı işgale başlaması ile geldi. Rusya yarın çıkarları gereği Amerika, İngiltere ve Avrupa ile birlikte hareket edebilir.
Bu noktaya ise Rusya'nın iştahını kabartan bu bölgede emperyalist niyetini gerçekleştirmek için saldırgan bir faaliyet içinde olan Amerika ve İngiltere'dir.
Ve
Yeteri kadar dik durmayan iki yüzlü davranan Avrupa'dır.
Bütün kanlı savaşların niyetini besleyen ve büyüten batı barbarlığıdır.
Batı emperyalizminin amacı Ukrayna bahanesiyle Karadeniz tarafından ülkemizi güneyden olduğu gibi kuzeyden de kuşatmaktır.
Yetmiş yılını dolduran nato üyeliği bizim henüz aklımızı başımıza getirmiş olmaya yetmemiş olmalı ki Rus ve Ukrayna savaşında tarafsız olarak her iki komşumuz ile iyi ilişkiler içinde olmak milli çıkarlarımız gereği iken Atlantik sistemi gereği barbar batının da yanında olmak gibi zor bir durumla karşı karşıyayız.
İkinci dünya paylaşım savaşında ülkemizi savaşa sokmadan başarı ile dengeli bir siyaseti uygulayarak kurtaran İsmet İnönü'yü saygı ile anmak boynumuzun borcudur. Cumhuriyetin başlangıç ve nato belasını başlatana kadar ki dönemi eleştirenleri ve tersine politikalar ile bugün bizi açmaza sokan batı işbirliçi zihniyetini ise tarih bugün onların yönetmesi gereken imtihanı önlerine kendi hazırlıkları ile koymuştur.
Gelin görün ki bu cephede yetmiş yıl önce Kore'ye asker kanı satan Demokrat Parti'nin tarihi hatası yüzünden nato denen saldırgan terör örgütünün bir üyesi olarak dost görünümlü bir düşman olan Amerika ve batı ile bağımız sürüyor.
Anadolu küçük Amerika olacak diyenler, Anadolu aynı zamanda nato'nun toprağıdır diyenler nedense komşularımız Irak'ın ve Suriye'nin kuzeyinde ki bize karşı silahlı bir saldırganlığın hazırlığını görmezden gelmeyi bırakın buna destek veren politikalara alet oldular.
Dünya üçüncü paylaşım savaşı içimizde buna hizmet edenler sayesinde kapıya dayandı.
Bir asırlık bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar kendi milli savunma sistemlerini kurmak yerine önce Atlantik sistemi içinde yıkımı yaşaya yaşaya akıllanmadı bugün birde Rus savunma sistemlerini alarak iki emperyalist fil arasında kaldı.
Bu savaşın asıl hedef biziz Ukrayna bahanesidir.
Anadolu'nun Asya ile bağının koparılması amaçtır.
Türkiye Cumhuriyetini parçalamak isteyen bir asır önce Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak isteyen zihniyetler yine aynı niyetle ve farklı yüzle sahnedeler.
Yine çok işbirlikçi, yine çok hazırlıklı ve yine bizim en zayıf ekonomik dönemimiz ve kötü bir yönetime teslim edilmiş zamana denk getirilmiş olması önce hazırlanmış ve uygulamaya konmuş bir niyettir. Bunu anlamak için son yetmiş yıldır yaşadığımız darbeler, ekonomik ve siyasi krizlere baktığımızda bu niyeti çok açık ve net görmek mümkündür.
Irak, Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, Ukrayna hepsi bu planın bir parçasıdır.
Kuşatılan ülke ve asıl saldırı altında olan biziz.
Montrö Boğazlar Sözleşmesinin hedefe konmasının ve İstanbul'a ikinci bir su geçiş kanalı açılmasının amacı Amarika ve batı emperyalizminin Karadeniz'e istediği kadar savaş gemisi ile girmelerinin yolunu açmaktır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile emperyalizmin karşısına yine Mustafa Kemal Atatürk dehası çıkmıştır.
O zaman Türkiye Cumhuriyeti nasıl bir dış politika uygulamalıdır?
✓ Montrö Boğazlar Sözleşmesi önce milli çıkarlarımız sonra da bölgenin huzuru için en büyük kozumuzdur.
✓ Kanal İstanbul artık tarih olması gereken gereksiz ve bizim için gelecekte büyük sorunlara yol açacak bir proje olduğu için vazgeçilmelidir.
✓ Doğu ve Batı arasında dengeli bir dış politika uygulanmalıdır.
✓ Askeri, savunma, ekonomik alanda Türk Devletleri ile Türk Birliği kurulmalıdır.
✓ Hem atlantik sisteminden hemde Rus savunma sistemlerini kullanmanın bizim için büyük sorunlara yol açacağını artık görmek ve gardımızı ona göre almak zorundayız. Emperyalist devletler bu savunma sistemleri sayesinde içimize sızma, içimizden insan devşirme, darbe, iç karışıklık, siyasi ve ekonomik krizler üreterek bize zarar verdiklerini nato örneği yeteri kadar ders olmuştur. Kendi milli savunma sistemlerimizi kurmak için ivedi bir seferlik yapılmalıdır.
✓ Emperyalist niyetleri olan devletler ve sistemlerin dayatmacı tutumları bizi bölgede kullanmaya yöneliktir. Irak ve Suriye tecrübesi bize bunu ağır bir fatura ile öğretmiştir. Amerika'da, Rusya'da, Avrupa'da emperyalist devletler ve birliklerdir.
Yurtta barış dünyada barış en doğru savunma sistemidir. Bütün insanlığı koruyacak tek sistem budur. Bütün güç dengelerini bozacak ve hizaya getirecek fikirde budur.
İnsanlığın savaş çıkartan diktatör ve emperyalist niyetleri hak etmediği gibi hiçbir çocuk savaş görmeyi hak etmiyor.
Savaşa karşı olmak insan olmaktır.
][ Önder KARAÇAY ][
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#dünya üçüncü paylaşım savaşı#yurtta barış dünyada barış#mustafa kemal atatürk#rusya#ukrayna#savaş#işgal#diktatörler#emperyalizm#nato#kuşatma
3 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 180. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 180: Mühürlenen Ocak’tan Bir Yüce Yükselecektir
Sanki bilincini kaybetmiş gibi başı bir yana düşmüştü. Xie Lian onun Lang Ying olduğunu gördüğü zaman hemen onu kurtarmak için hareketlenmek istemişti ama hızla kendisini tuttu, kendine gelmeye başlıyordu: biraz önce burada Yüzü Olmayan Beyaz’dan başka hiç kimse yoktu, Lang Ying nereden çıkmıştı?
Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prensin saf ve kutsal heykelinin kanla lekelendiğini görünce Hua Cheng sahiden çok sinirlenmişti, yüzü karanlık bir öfke yayıyordu ve E-Ming’den de ürpertici bir hale sızıyordu.
“İn aşağıya.” Dedi.
Tahmin ettikleri gibi ‘Lang Ying’in düşen başı düzeldi, gözleri açıldı ve yavaşça kendisini kılıçtan ‘çekerek’ yere düştü.
Öncesinde, Yüzü Olmayan Beyaz ona saldırmak için çevresini saran gümüş kelebekleri geriye fırlattığında, kör edici gümüş ışığı kendisini ilahi heykelin tülünün altına gizlemek için kullanmış ve Lang Ying’in görüntüsünü almıştı. Kendisini Lang Ying gibi gösterebildiğine göre ise, Lang Ying’i daha önce görmüş olmalıydı.
“Gerçek Lang Ying nerede?” Diye sordu Xie Lian.
“Ekselansları, belki hiçbir zaman bir ‘gerçek Lang Ying’ olmadı.” Dedi Hua Cheng.
Eğer en başından beri ‘Lang Ying’ hiç var olmadıysa, o zaman sadece iyileşmekte olan Yüzü Olmayan Beyaz vardı, böylece de her şey kolayca açılanabilirdi. Ama Xie Lian hala Yu Jun Dağında ölen Minik Ying’i hatırlıyordu, bu nedenle daha mantıksız bir açıklamayı tercih ederdi.
Katı bir şekilde diğer bir ihtimale geçti ve yavaşça konuştu. “Ya da belki de… Lang Ying’i tüketmiştir.”
Bunu duyunca önlerindeki ‘Lang Ying’ uzamaya başladı, bedeni yukarıya doğru genişliyor ve yüzündeki bandajlar sökülerek düşüyor, altındaki maske ortaya çıkıyordu. Hafifçe başını kaldırdı, gülümser gibi görünüyordu. “Doğru tahmin.”
Demek sahiden öyle olmuştu.
Yüzü Olmayan Beyaz sahiden Jun Wu tarafından ezilmiş ve yok edilmişti. Ancak hayata tutunmuş ve parçalanmış bir ruh parçası olarak ölümlü diyarda kalmıştı. Ne kadar uzun zaman boyunca sürüklendiğini kim bilebilirdi, ama Lang Ying’i bulmuştu, onunla aynı bedene sahip bir hayaleti. Lang Ying’in aklını çelmek ve kandırmak için bir şeyler uydurmuş olmalıydı, böylece de Lang Yin onun bedenini kullanmasına izin vermişti, yoksa geriye kalan ruhu çok zayıftı, muhtemelen Lang Ying’i bile tüketmeyi başaramazdı. Lang Ying’in bedeninde kalmış ve yavaş yavaş iyileşmişti, ve nihayet Xie Lian ile Hua Cheng’in karşısındaydı: hayaletleri yiyen hayalet, Yüzü Olmayan Beyaz, bedeninde yaşadığı Lang Ying’i yemişti. Tıpkı He Xuan’ın Boş Lafların Efendisini yemesi gibi, Lang Ying onun kölesi haline gelmişti.
Sadece birkaç kelimede ‘Lang Ying’ tümüyle Yüzü Olmayan Beyaz’ın görüntüsüne bürünmüştü.
Hua Cheng ona baktı. “Neden Lang Ying onun ruhani bedenini kullanmana izin verdi?”
Böylesi bir istek hiç tanımadığın birinin gelip ‘lütfen kapılarını aç ve evinde yaşamam, senin yemeğinden yememe izin ver’ denmesiyle aynı şeydi. Lang Ying yine de yüzlerce yaşında bir hayaletti sonuçta, her ne kadar çekingen ve tereddütlü olsa da, bu kadar aptal olamazdı.
Yüzü Olmayan Beyaz sıcak bir şekilde cevap verdi. “Sorunu elbette cevaplayabilirim. Ama, yanındakinin cevabı duymak istediğinden emin misin?”
Hua Cheng başını çevirdi. Xie Lian’ın yüz ifadesi tuhaftı ve onun kendisine baktığını fark etmemişti bile.
Ardından Yüzü Olmayan Beyaz tekrar konuştu. “Soyadı Lang, Yong An, İnsan Yüzü Hastalığı. Onu yememe neden mi izin verdi? Nedenini tahmin edemiyor musun?”
Xie Lian’ın yüzü anında soldu, elinin sırtındaki damarlar belirginleşti ve kılıcını savurdu, bağırıyordu. “KAPA ÇENENİ!”
Yüzü Olmayan Beyaz kenara çekildi ve hamlesinden kaçındı, ama bir çınlama sesiyle saldırı kendi ilahi heykelinin kılıç tutan elini kesti. Şimdi başarmıştı işte; Tanrıyı Memnun Eden Veliaht Prens heykeli artık kırılmış bir kılıç tutuyordu ve heykelin kendisi de bu nedenle mahvolmuş bir esere dönüşmüştü. Xie Lian hemen kendine geldi, sanki başının üzerine bir kova soğuk su dökülmüş gibiydi. Sanki hayalet kelebekler de sinirlenmiş gibi ona doğru koştular. Yüzü Olmayan Beyaz hissiz bir şekilde kahkaha attı, normal ve rahat davranıyordu, kol yeniyle yüzünü örtmüştü, artık ısrarını sürdürmüyordu ve hızla karanlığa karıştı.
Xie Lian yerdeki kırılmış kılıca baktı ve Hua Cheng’e mırıldandı. “Özür dilerim…”
Ancak Hua Cheng. “Gege saçmalama. Neden benden özür diliyorsun. O gitti. Şimdi ne yapacağız?” Dedi.
Xie Lian kendisini toparladı ve cevap verdi. “Kaçtı mı? Ocak’a girmesine izin veremeyiz!”
İkisi On Bin Tanrının Mağarasında onu kovaladılar ve bir kez daha karlı dağlara çıktılar. Dışarıya çıktıkları anda, depremleri ve dağların titreyişini hissetmeye başladılar. Başlarını kaldırdılar ve dalgalar halinde çığların düştüğünü gördüler. Önceki tecrübelerine kıyasla, bu çığ kükremesi çok daha büyüktü, hiç küçük sayılmazdı. Sanki karların altına gömülmüş bir şey uyanmış ve kükrüyor gibiydi.
“Hala oraya ulaşabilir miyiz?!” Dedi Xie Lian.
Hua Cheng elini sıkıca tuttu ve konuştu. “Beni takip edersen evet!”
İkisi düşmekte olan buz ve karlara karşı koştular. Sahiden de her ne kadar zor ve son derece tehlikeli olsa da, ve her attıkları bir adıma karşın üç adım geri gidiyor olsalar da, yine de karların en vahşi kısmını ve moloz parçalarını ve sayısız çukuru atlattılar, tükenmeyen enerjileriyle dağda bir yol açıyorlardı.
En sonunda en yüksek noktaya ulaştılar; buz dağın tepesini mühürlemişti, o kadar kalındı ki ne kadar derin olduğunu ve altında kaç donmuş katman olduğunu hiç kimse tahmin edemezdi. Xie Lian bir parça bile daha hızlı gitmeye çalışsa kayacağını hissediyordu, ama Hua Cheng elini tutmuştu ve istikrarlı adımlarla ilerliyordu, hiç korkusu yoktu. İkisi volkanın ağzına geldiler ve giriş cennete baş kaldıran devasa bir ağıza benziyordu, çok etkileyiciydi.
Aşağıya bakınca, tek görebildikleri karanlıktı. Belki sadece ona öyle geliyordu ama sanki ara sıra en derin girintilerde ürpertici bir kırmızı ışık çakıyordu, kah oradaydı kah yok oluyordu. Xie Lian nedense biraz paniklemiş hissetti ve başındaki bambu şapkayı aşağıya çekerek karlı rüzgarlardan uçmayacağından emin oldu. “İçeriye girdi mi?”
Hua Cheng sadece tek bir bakış attı ve yüz ifadesi katılaştı. “Evet.”
“Nereden biliyorsun?”
“Ocak kapanıyor.”
Xie Lian şaşırdı, bir anlığına hazırlıksız yakalanmıştı. “Neler oluyor? Neden bu kadar çabuk kapanıyor? Katliam başlamadan önce içeride en azından birkaç hayalet olması gerekmiyor muydu?”
“Normalde evet.” Dedi Hua Cheng. “Ancak, eğer Ocak içeriye girenin çıkmak için büyük bir potansiyel taşıdığından emin olursa, o hayalet dağın mühürlenmesini istediği sürece, mühürlenir.” Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Ben de öyle yapmıştım.”
“O zaman o bir Yüce mi değil mi?” Diye sordu Xie Lian. “Bir Yüce Hayalet Kralı Ocak’a tekrar girerse ne olur?”
“Yükselmiş bir cennet mensubunun bir diğer Cennet Musibetiyle yüzleşmesiyle aynı şey.”
Bunun anlamı da eğer zaten güçlüyse, çok daha güçleneceğiydi!
Eğer Yüzü Olmayan Beyaz’ın bu engeli aşmasına izin verirlerse, o zaman neler olacağını tahmin bile edemezlerdi.
Ve dağdan bir Yüce olarak ayrıldıktan sonra, arayacağı ilk kişi de Xie Lian olacaktı.
Dipsiz, sonsuz cehenneme bir süre daha baktıktan sonra Xie Lian yavaşça konuştu. “San Lang, ben… benim işleri çözümlemek için aşağıya inmem gerekebilir.”
“Gidelim. Ben de geliyorum.” Diye sessizce yanıtladı Hua Cheng.
Xie Lian başını kaldırdı ve ona baktı. Hua Cheng de öyle ve gözleri buluştu, gülerken tek kaşını kaldırmıştı. “Sadece aşağıya inip göz zevkini bozan bir şeyi öldürüp ardından Ocak’tan tekrar çıkacağız, hepsi bu. Hiçte zor değil.”
Onu bu kadar sakin görünce Xie Lian’ın da gerginliği çözülmeye başladı ve gülümsedi.
Bir an sonra Hua Cheng konuştu. “Ancak, bir şey daha var.”
Xie Lian. “?”
Başını eğdi ve Hua Cheng’in kollarından birisi aniden beline sarılarak onu kollarına aldı, diğer eli ise nazikçe çenesini kaldırdı. Bir an sonra dudakları buluşmuştu.
Kar fırtınasının içinde uzun bir süre öpüştüler ve sarıldılar, ardından dudakları yavaşça ayrıldı. Xie Lian bir süre sonra irkildi, kendine geldi ve kıpkırmızı oldu, gözleri ardına dek açılmıştı.
“…B-Bu nereden çıktı şimdi?!”
Her ne kadar böyle bir şeyi ilk kez yapıyor olmasalar da, öncesinde her seferinde hareketlerini haklı çıkartmak için önemli ve onurlu gerekçeleri vardı; ‘ruhani güç ödünç vermek’, ‘hava vermek’, ‘kazara’ gibi. Şimdi ise bir şeyler ifşa olmuştu, bu bahaneler bir anda gerçekliklerini yitirmiş ve bu hareketlerinin anlamı çok daha bariz olmuştu. Ellerini nereye koyması gerektiğini bile bilmiyordu; Hua Cheng’in koluna mu tutunmalıydı yoksa onu göğsünden itmeli miydi? Geri mi çekilmeliydi yoksa Hua Cheng’in yüzünü mü örtseydi?
Kulağının yanında, Hua Cheng bir nefes vermiş gibiydi ve fısıldadı. “…Sadece Ekselanslarına acil bir durumda kullanması için biraz ruhani güç aktardım… kabul edecek misin?”
Xie Lian farkında olmadan yutkundu ve kekeledi. “B-Bu biraz mı? Çok gibi… Ben, ben daha önceki seferki borçlarımı ödemedim…”
“Çok değil. Acele etmene gerek yok. Ödemekte gecikebilirsin, bir gün hesap kapanır.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian birkaç kez ‘evet evet’ dedi, ve tam kaçmak üzereydi ki Hua Cheng onu çekerek durdurarak işaret etti. “Ekselansları! Nereye koşuyorsun? Yanlış yöne gidiyorsun?”
Xie Lian ancak o zaman geldikleri yöne doğru koşmaya başlamış olduğunu fark etti ve hemen arkasını döndü, bir kez kaydı bile. Hızla bambu şapkasını başına bastırdı. “Y-yok. Ben, ben sadece biraz üşüdüm, biraz koşarsam ısınırım dedim…”
Şapkasını başına çekmişti ama sonra tekrar sırtına aldı, ardından tekrar başına koydu. En sonunda Hua Cheng’in elini tuttu, sıkıca kavramıştı. İkisi yan yana durarak aşağıdaki cehennemi izlediler.
Hua Cheng’in sesi her zamanki gibiydi. “Bu mesele çözüldükten sonra, gege’ye en çok gurur duyduğum heykelimi göstereceğim.”
“Tamam.” Diye cevapladı Xie Lian.
Ardından beraber aşağıya atladılar.
Rüzgar esintileri kulaklarında uçuştu, dalgalar o kadar güçlüydü ki onları eziyor gibiydi, ama elleri yine de ayrılmadı onun yerine daha sıkı tuttular.
Ancak beklenmedik bir şekilde, yolun yarısında Xie Lian ellerinin boş olduğunu fark etti.
Ne onun eli kaymıştı ne de Hua Cheng bırakmıştı; avucundaki el bir anda kaybolmuştu, artık yoktu.
Xie Lian’ın kalbi sıkıştı ve bağırdı. “SAN LANG?!”
Hızla düşüyordu ve biraz önceki bağırışı çoktan metrelerce üzerinde kalmıştı, sesi gerçek değil gibi geliyordu. Uzun bir süre sonra Xie Lian en sonunda yere indi. Hemen ayağa fırladı ve seslendi.
“San Lang?”
Cevap yoktu. Sadece yankı ona ne kadar engin ve boş bir yerde durmakta olduğunu söylüyordu.
Yukarısı dışında her yer kapkaranlıktı ve Xie Lian başını kaldırdı. Yukarıda kar beyazı bir gökyüzü vardı ve gittikçe küçülüyordu. Bu kapanan Ocak olmalıydı.
Ama Hua Cheng nereye gitmişti?
Xie Lian bir avuç meşalesi yaktı, etrafı aydınlatmak ve aşağıda ne olduğunu anlamak istiyordu. Ancak karanlık ölçülemeyecek kadar derindi ve küçük alevi hiçbir şey göstermiyordu, ışığın kendisi ise karanlığın hiçliğinde emiliyor gibiydi. Dahası yanlışlıkla güçlerini kontrol etmemiş ve alevler biraz fazla yükselmişti, neredeyse saçlarını yakacaktı, bu nedenle alevi hızla yere attı. Tesadüfen alevler biraz uzaktaki solgun beyaz bir figürü aydınlatmıştı.
Xie Lian hemen seslendi. “KİM VAR ORADA?!”
Beyaz siluet arkasını döndü ve sakince cevapladı. “Kim olduğumu biliyorsun.”
Her ne kadar konuşmuş olsa da adamın yüzündeki tek bir kas bile oynamamıştı. Doğal olarak. Sonuçta bu adamın bir yüzü yoktu, onun yerine yarı ağlayan yarı gülen bir maskesi vardı.
Xie Lian haykırdı. “SAN LANG!”
Her ne kadar bu yüzü gördüğü zaman kontrol edemediği ürpertiler ve dehşet hissi onu sarsa da, bu haykırışı korktuğu için değildi, endişelendiği içindi. Elbette yine kimse ona cevap vermemişti ve ağlayan-gülen maske her adımda ona daha da yaklaşıyordu.
“Artık bağırmana gerek yok. Ocak mühürlendi. Burada sen ve benden başka üçüncü bir kişi yok.”
Xie Lian tekrar başını kaldırdı. Öncesinde küçük kar beyazı gökyüzü parçasını görebiliyordu, ama şimdi, o küçük ışık da tümüyle etraflarındaki karanlık tarafından yutulmuştu. Bunun anlamı da Ocak’ın sahiden mühürlendiğiydi.
Xie Lian hiç böyle olmasını beklememişti. O ve Yüzü Olmayan Beyaz, ikisi, Ocak’ta mühürlenmişlerdi.
Sadece ikisi mi? Neden sadece ikisi vardı?!
Xie Lian Fang Xin’i kavradı ve ucunu ona çevirdi. “Burada neler oluyor? Ne karıştırıyorsun? O nerede? O nerede dedim?”
Yüzü Olmayan Beyaz kılıcın ucunu iki parmağıyla tuttu ve diğer eliyle kılıca bir fiske attı ve ÇIN! sesi tüm berraklığıyla çınladı.
“Gitti.”
Xie Lian onu izlerken gözleri buz gibiydi. “Düzgün bir şekilde açıkla. Ne demek ‘gitti’?”
“Artık seni takip etmek istemiyor. Gitti. Öldü. Sence ne anlama geliyor?” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.
“…”
Xie Lian önce kalbinin çöktüğünü hissetti ama hemen ardından vahşi bir öfke içinde gürledi ve saldırdı. “SAÇMALAMAYI KES!”
Yüzü Olmayan Beyaz bir kez daha hiç çaba harcamadan saldırısından kaçındı. “Tamam, tamam. Saçmalıyordum. Endişelenme, onu çoktan Ocak’ın dışına gönderdim, yani içeriye girmek istese bile çok geç kalacak.”
Xie Lian iyi olduğu sürece sahiden Hua Cheng’in yetişip yetişememesini hiç umursamıyordu, rahat bir nefes verdi.
Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Ama muhtemelen içeriye girmemesi daha iyi oldu. Yoksa, eğer şimdi öyle düşünmese bile sonraki halini görünce, hala seninle olmak ister mi bilmiyorum.”
Xie Lian artık ona katlanamıyordu ve bir kez daha kılıcını savurdu, kükredi. “KAPA ÇENENİ! BIKTIM SENDEN! NE İSTİYORSUN? NE İSTİYORSUN? DAHA NE KADAR BANA YAPIŞIP DURACAKSIN???”
Yüzü Olmayan Beyaz kolayca her hamlesinden kaçınıyordu ve Xie Lian öfkeyle haykırdı. “Neden ölmedin? NEDEN OCAK’A GELDİN?”
“Senin için!” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.
Xie Lian’ın hareketleri tökezledi ve bir nefes aldı. “Ne demek istiyorsun?”
Yüzü Olmayan Beyaz tembelce cevapladı. “Çünkü sen geldin. O yüzden ben de geldim.”
Onun böyle bir cevap verdiğini duyunca Xie Lian’ın yüzü çarpıldı.
Ancak ne kadar sinirlenirse sinirlensin, onu ne kadar öldürmek isterse istesin, sanki Yüzü Olmayan Beyaz onun bir sonraki hamlesinin ne olacağını tahmin ediyormuşçasına birkaç milimle kaçınıyordu. Xie Lian saldırdıkça gerçek daha acımasız oluyordu:
Kazanamazdı.
“Evet öyle.” Zihnini okurmuşçasına Yüzü Olmayan Beyaz cevap verdi. “Kazanamazsın.”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda bir bıçak Xie Lian’ın bileğini kesti. Korkunç bir acı tüm bedenini sardı ve Xie Lian istemsizce kılıcın tutuşunu gevşetti. Bir an sonra saçı yakalanmış; zorla geriye çekilmiş, ardından başı sertçe yere vurulmuştu!
Kulakları çınlıyordu, ağzından ve burnundan kanlar süzülüyordu, sersemlemiş bir haldeydi.
Bir süre geçtikten sonra Xie Lian bir elin kafasını tutarak, parçalanmış yerden kaldırdığını hissetti ve yukarıdan bir ses duydu.
“Ne acı, ne yazık.”
Xie Lian kendi kanında boğulacaktı.
Yüzü Olmayan Beyaz konuştu. “Ekselanslarıyla ne zaman karşılaşsam hep böyle görünüyor. İnsanı üzüyor. İnsanı heyecanlandırıyor.”
Xie Lian bir diğer ağız dolusu kanı tuttu, öksürerek atmaya direniyordu, sesi çatladı. “…Bu kadar memnun olma. Saha karşı kazanamıyor olabilirim ama… bir başkası bunu yapabilir. Ocak’tan çıksan bile Jun Wu seni tekrar öldürecek.”
Ayrıca hala Hua Cheng de vardı!
Ancak beklenmedik bir şekilde Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Ocak’tan çıkanın ben olacağımı kim söyledi?”
Bunu duyunca Xie Lian şaşırmıştı.
O çıkmayacak mıydı? O değilse kim çıkacaktı?
Yüzü Olmayan Beyaz gözlerine bakmak için yüzünü kaldırdı, sesi sıcacıktı. “Ekselansları, sanırım yanlış anladı. Ocak’tan sahiden bir Yüce çıkacak, ama, o ben olmayacağım. Sen olacaksın.”
Xie Lian tümüyle sarsılmıştı. “…Ne dedin sen? Ben…”
Sözlerini bitiremeden, ne demek istediğini anlamıştı ve bir anda şoktan soğuk soğuk terledi.
Yüzü Olmayan Beyaz konuştu. “Evet öyle. Tamam olarak öyle. Tebrikler, en sonunda benim gerçek amacımı anladın. Bu en sevdiğin ‘Üçüncü Seçenek’ değil mi?”
Şu anda Ocak’ta sadece bir Yüce ve bir Tanrı vardı ve görünüşe göre, sadece iki ihtimal bulunuyordu. Ya Yüzü Olmayan Beyaz onu öldürür ve Ocak’tan çıkardı; ya da ikisi Ocak’ta sonsuza dek kapalı kalır, kaçmanın ancak hayalini kurabilirlerdi.
Ancak aslında üçüncü bir yol daha vardı.
Eğer Xie Lian şu anda kendisini öldürür ve bir hayalet olarak Yüzü Olmayan Beyaz’ın beyazı katlederse o zaman bir Yüce olur ve Ocak’tan çıkardı!
Xie Lian en sonunda şoktan sıyrılmıştı. “AKLINDAN BİLE GEÇİRME! Delirdin mi sen? Ne istiyorsun sen? Neden bunu yapıyorsun?? Ben Yüce mi olacağım? Ben senin kadar deli değilim! Seni öldürmemi istesen bile, seni yenmeme imkan yok, Ocak böyle bir Yüce’yi tanımayacaktır!”
Bu çıplak gerçekti. Bir insan olarak diğerlerini gölgede bırakmak bir tanrı olmak anlamına gelmiyordu; ve bir tanrı olabilmek de hayalet olabileceği anlamına gelmiyordu.
Ancak Yüzü Olmayan Beyaz tekrar konuştu. “Sahi mi? Bu kadar emin olma.”
Ardından bir eli uzandı. Çok uzakta olmayan meşale ışığı sayesinde Xie Lian elinde bir maske belirdiğini görebiliyordu. Yüzü Olmayan Beyaz’ın kendi maskesiyle birebir aynıydı.
“Bu ağlayan-gülen maskeyi hala hatırlıyor musun?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz. “Sana yakışıyor.”
Xie Lian’ın gözleri yerinden fırladı ve dehşet bir akrep gibi onu sokmuştu, zihninin her yanını sararken yoğun ve keskindi.
Zayıf bir şekilde zorla konuştu. “…Çek şunu, çek şunu… ÇEK ŞUNU!”
Yüzü Olmayan Beyaz kahkaha atmaya başladı. “Görünüşe göre Ekselanslarının hafızası pek iyi değil. Eğer öyleyse, sana hatırlatayım mı, hım?”
Ardından ona daha fazla karşı çıkma şansı tanımadan, sonsuz bir karanlıkta eritilmiş trajik ağlayan-gülen maske Xie Lian’ın yüzüne sertçe kapandı.
Üçüncü Kitabın Sonu
Çevirmen: Nynaeve
Not: Dördüncü kitap on sekiz bölüm. Xie Lian’ın bahsetmekten kaçındığı, düştüğü zamanları anlatıyor.
167 notes
·
View notes