#Hristiyan
Explore tagged Tumblr posts
triptoartsworld · 2 years ago
Text
İsa seni kutsasın
Tumblr media
151 notes · View notes
ilmiyyat1453 · 1 year ago
Text
"Tıpkı 1932’de Belçika’daki Güzellik Yarışması’nda Müslüman Türk kızının mayo ile karşılarında olmasına sevinip onu şampiyon yapan Hristiyan jüri üyeleri gibi.. Allah’ın rızası olmadıktan sonra Dünya Şampiyonu olmuşsun.. hava!”
Düzce Kaynaşlı Belediye Başkanı Birol Şahin
50 notes · View notes
kubalatte · 23 days ago
Text
İnsanların tanrı inancını sadece sıkıntılarından bir kaçamak, umut olarak kullanması o kadar rezil geliyor ki… Kötü bir olay yaşıyorlar ve tanrı inancını sadece bu kötü olaydan bir kurtuluş kaçamak olarak kullanıyorlar evet bana bu kötü olayı yaşattı şuan mutlu ama bunun karşılığını elbet diğer dünyada alacak diye kendilerini tatmin ediyorlar. Madem tanrı inancını nasılsa diğer dünyada karşılığını alacak diyerek bir tatmin aracı olarak kullanıyorsun, senin yaptığın kötülüklerin diğer dünyada bir karşılığı olup olmayacağını neden düşünmüyorsun? İnsanlar o kadar nankör ki normalde aklının ucuna bile gelmeyen tanrı inancını kötü olay yaşadığında ağrı hafifletici olarak kullanır. Madem tanrıya bu kadar bağlısınız onu sadece acınızda bir karşılık verici olarak kafanızda bulundurmayın. Çünkü çok aciz duruyor.
3 notes · View notes
serhatnigiz · 2 months ago
Text
Tarihsel Din ve İnanç Temsiliyetizminden Hareketle Kızılbaş-Aleviliğe Dair Genel Bir Değerlendirme
Tumblr media
Antik Sümer tabletlerinde “Al” ya da “la” kadın “ay tanrıçası” olarak geçmektedir. Sümerlerde üç büyük tapınaktan birinin adı “kerim” tapınağıdır. Başka bir deyişle, “Al kerim” ya da “la kerim” tapınakları ay tanrıçasının tapınaklarıdır. Sümer tanrılarının zaman içinde Mısır’ın “çok tanrılı” Amon dinine ve “tek tanrılı” Aton dinine geçtiği bilinmektedir. Aynı şekilde bu tanrıların Mısır üzerinden Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı semavi dinlere geçtiği de bilinmektedir.
İslam’da “la” ya da “al” (Arapça’da “a“ harfi olmadığı için “el” olarak çevrilmiştir) “el-la-h” (“h” yaratıcılık simgesidir) “el-lah”, “yaratıcı tanrıçanın Ay’a yansıyan nuru” (ışığı) anlamına gelmektedir. “La ilahe” (kadın tanrıca) ve “İllallah” (erkek tanrılar) ilişkisi ise; kadın tanrıca etrafına dizilmiş erkek tanrıları sembolize etmektedir. Zira erkek tanrıların baş tanrısı da “al” ve “la” tanrıçasıdır.
Dolayısıyla; “Al-i lik” bu tanrıçanın en yüksek tanrı olduğunu sembolize eden kavramlardan biri ola gelmiştir. Misal, Osmanlı Hanedanlığın da bile “Al-i Osman”, “yüksek Osman” anlamında kullanılmaktaydı. Başka bir deyişle, bu kavram “tanrının en yüksek makamına” ve onun yeryüzündeki “gölgesine” işaret etmektedir.
Alevilik kendisini ister Sümerlere ister Hititlere dayandırmaya çalışsın, hatta Alevilik kendisinin “gerçek İslam” olduğunu iddia etsin ya da Alevilik kendisinin “İslam öncesi bir inanç veyahut din” olduğunu iddia etsin, neticede Alevilikte tıpkı İslam gibi, bir dinsel temsil sistemi olarak Sümer dinine, Mısır dinine, İbraniliğe, gök-tengriciliğe, güneş tanrısına (“Ra” ya “Tug-ra” ya) kadar uzanan geniş bir din ve inanç spektrumunun bir parçası ola gelmiştir. Aleviliğin ya da benzeri inançların tek bir kökenden ya da orijinden geldiği söylenemez. Başka bir deyişle, Alevilikte diğer dinler gibi birçok kaynak ve ölçekten ayrı ayrı süzülerek günümüze kadar gelmiş olan bir inanç sisteminin devamıdır.
Yukardaki tanımlara ek olarak şunu da belirtmek gerekir ki; “Aya yansıyan nur/güneşin nuru/ışığıdır”. Güneş tanrısı gerçekte bir erkek tanrısıdır. Yine de evrenin merkezinde toplanmış bu erkek güneş tanrılarının merkezinde ise baş tanrı olarak daima baş kadın tanrıca bulunmaktadır. İşte çok farklı inanç ve dinlerde kendisini gösteren “la” dan “ra” ya, “ra” dan “la” ya yansıyan bu nur/ışık baş kadın tanrıçanın nuru/ışığıdır. Tüm kültürlerde göstermelikte olsa kadın cinsinin ve bu cinsin icatçı-doğurganlık rolünün “kutsanmasının” kökeninde de yine din ve inanç merkezli bu bakış açısı vardır. Her ne kadar farkında dahi olunmasa da! İnsan başta tapınmaya “kadına” tapınmayla başlamıştır. Keza insan olarak erkeğinde kadınında asıl kaynağı “doğuran” ve “yaratan” kadından başkası değildir.
Son yıllarda “Al-i liğe” işaret eden ve “Alev” kavramı ile “ışık” kavramını birleştiren kimi yorumcular Aleviliğin en eski inançlardan/dinlerden biri olduğunu ileri sürmektedir. Aynı yorumcular Aleviliğin kökenlerini Sümer öncesi “Mu medeniyetine” kadar götürmektedir. Mu Aristoteles öncesi eski Greklerin (deniz kolonileri döneminde) Akdeniz’de battığını iddia ettiği medeniyettir. Gerçekte ise İslam’da dahil olmak üzere tüm dinlerin/inançların kökeninde alev/ateş/ışık dini/inancı zaten vardır. Haliyle Aleviliğin İslam öncesi dönemine yapılan göndermelerin tümü Alevilik ile ilkel “eşitlikçi” komünal sistem arasında bir bağ kurma çabasına dayanmaktadır. Lakin kurulmak istenen bağın ilkel komünal dönemden günümüze kadar “süreklilik içinde kopuş olmadan” devam eden bir inanç/din olduğu iddiası ise abartılı ve ütopik bir yaklaşımdır. Dahası bu iddianın somut delilleri ve antropolojik bulguları da ele geçmemiştir.
Her şeyden önce dünya üzerinde var olmuş olan tüm dinler ve inançlar (ve onların ürettiği semboller ve sembolik diller) temsiliyetizmin gölgesinde belirmişlerdir. Örneğin, Alevilikte gözlemlenen Ali ve Ali’nin etrafındaki 12 İmanlar sembollüde temsiliyetist bir semboldür. İsa ve 12 havariler sembollüde temsiliyetist bir semboldür. Dahası; “al” ve “la” ile başlayıp devam eden tüm inanç ve din sembolleri temsiliyetist sembollerdir. Ve bu semboller bugünde farklı dinler ve inançlar tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Dolayısıyla, bu sembollerin tek bir din ve inanç kaynaklı olduğunu sanmak bu türden tezler ortaya koymaya çalışanları da derin bir yanılgıya sürüklemektedir. Keza mistik, dinsel ve inançsal temsiliyetizm formlarının kültürel yansımaları tarihsel ve kozmopolit bir içeriğe de sahiptir.
Alevilikte tüm din ve inanç sistemleri gibi kendisine hangi yorumu ve sembolü seçerse seçsin içinden çıktığı tarihsel ve toplumsal koşulların bir ürünüdür. Bu da Aleviliğin her zaman değil, zaman zaman devrimci bir toplumsal nesnellik örüntüsüne sahip olduğunu göstermektedir. Haliyle bu örüntü her din her inanç ve her mezhep gibi devlet ve egemen iktidar örüntüsü altında biçimlenen bir örüntüdür. Başka bir deyişle, temsiliyetist yorum ve sembollere sahip olan tüm inanç ve din sistemleri temsiliyetizmin bir başka görüngüsü olan devlet, devletlü-sınıflar ve egemen iktidar ilişkilerine dayanan tarihsel ve toplumsal örüntülerle birlikte oluşa gelmişlerdir. Haliyle bu gerçeğin üzerinden atlanarak din ve inanç sistemlerine dair hakikatler de ortaya konulamaz. [1].
Tüm inanç ve din sistemlerinin kökeninde mutlaka temsiliyetizm yatmaktadır. Dolayısıyla; dinsel ve inançsal temsiliyetizm, gerçekte toplumsal “alt yapı”nın “üst yapı”daki tezahüründen bağımsız olmadığı gibi, toplumsal alt yapıdaki icatçı-kullanıcı emek araçlarından, devletlerden, devletlü sınıflardan ve zümrelerden de asla bağımsız olamamıştır.
Aleviliğin çok eski bir inanç ve din olduğu ile ilgili pek çok şey söylene dursun, tarihte birkaç dönem hariç (Karmatiler, İsmaililer vs.), Alevilik her daim dışlanmış bir din ve inanç sistemi ola gelmiştir. Aleviliğin “ötekileştirilmediği” böylesi bir dönem olmuşsa da; İslam öncesi Aleviliğe ilişkin çok fazla kayıt olmadığından dolayı, İslam öncesi Aleviliğe dair yapılan yorumların önemli bir bölümünün de ayakları yere basmamaktadır. Her “Alevilik çeşidi”, her çağa, her coğrafyaya göre kendine haz bir çizgiye sahip olmuştur. Alevilik yeri geldiğinde ezilenlerin destansı miti haline gelmiş (örneğin, Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdal vs.); yeri geldiğinde ise yönetimsel bir erke dönüşmüştür (örneğin, Osmanlı’nın başlangıcındaki ahilik, Yeniçerilerdeki ocak geleneği, İsmaililer devleti vs.). Başka bir deyişle, Alevilikte tıpkı diğer dinler ve inançlar gibi kendi çağının temsiliyetizm biçimlerinin belirli bir tezahürü ola gelmiştir.
Öte yandan, Alevilik Horasan/Yesevilik/Hacı Bektaşi Veli, Anadolu ve Ortadoğu/Irak/Bağdat/Basra/Vefailik/Batinilik gibi geniş bir coğrafyayı kapsayan inançsal ve dinsel bir temsil figürüdür de. Bu sebeple eski Türk inancı ve dini olan gök-tengricilikten hareketle Aleviliğin gerçekte bir Türk dini ve inancı olduğunu iddia eden akımlarda aynı derece de sorunludur. Gök-tengri inancının ve dininin kökeninde yer alan “güneş giysili insanlar” mitinden kalkarak (Sakalar, İskitler vs.) Aleviliğin salt Türklere ait bir din ve inanç olduğunu varsaymak ile tıpkı gök-tengrici pro-türklüğün Amerikan yerlilerini de kapsadığını varsaymak arasında pek bir fark bulunmamaktadır. Şayet bu yorumcular gibi hareket edecek ve mantık kuracak olursak; tüm Kızılderilerin Türk olduğunu iddia edebileceğimiz gibi, Aleviliğinde tümden bir Türk inancı ve dini olduğunu da iddia edebiliriz! Maalesef bu Türkçü yorumcuların Aleviliğe dair çok eski kaynakların günümüze ulaşmamasının getirdiği hırçınlıkla Asya’ya, Afrika’ya ve hatta Amerika’ya kadar uzanan gök-tengriciliğe (paganizme) Aleviliği de katmasına şaşırmamak gerekir. Gerçi bu yorumcuların tümü, göktengrici kökenli toplulukları ırksal manada Türk ilan ederek, kendi kafalarında yaratmış oldukları Pantürkizm ütopyasına sahte bir “bilimsel zemin” yaratmanın da peşindedir.
Diğer yandan, “alev-ateş-ışık” “mu-sümer-hitit” hattında ilerleyen yorumcularda Aleviliğin ilkel komüninal bir din ve inanç olduğunu iddia etmektedir. Biraz çekingence de olsa bu iddiayı destekleyen yorumcuların Aleviliği ilkel komünal bir inanç ve din olarak görmelerindeki temel kaygı ise kuşkusuz siyasi ve ideolojiktir. Bu da bir noktaya kadar mazur görülebilir. Zira salt duyusal olan bu ihtiyaç, emeğin ansal ve soyut düzleminin bir varlık nedeni de olabilir. Dolayısıyla; emeğin ansal ve soyut düzleminde kaldığı oranda bu duyusal ihtiyaç bir sorun da yaratmaz. Lakin bu ihtiyaç somut davranışın belirlenmesine vesile olursa, bu seferde klan ve soy kültüne doğru ilerleyerek, yeni tip bir dinsel ırkçılığın türevine de dönüşebilir. Dolayısıyla; bu temsiliyetist kimlikçi eğilimde zaman içinde Türkçü aleviciliğin ya da Kürtçü aleviciliğin içine düştüğü durum gibi bir hal de alabilir. Ki dönem dönem Alevilik bu şekilde haller aldıkça siyasal atmosfer çok sıcak çatışmalara da gebe olabilmektedir.
Tarihsel dinlerin ve inançların analizinden hareketle Aleviliğe dair kimi tespitler yaptıktan sonra, Aleviliğe ilişkin günümüz Türkiye’sinde devam eden tartışma başlıklarına da kısaca değinmek gerekir. Kuşkusuz bu değinmeler yine Aleviliğin İslam öncesi ve İslam’la birlikte içine girdiği yeni evreye ilişkin olmak zorundadır.
Alevilik denilince toplum içerisinde akla gelen ilk sorular şunlardır: Alevilik İslam’ın içinde mi, dışında mı, özünde mi, yoksa kenarında mı köşesinde mi? Yazı içerisinde de belirtilmiş olduğu gibi özellikle “yurt dışındaki Alevilerin” bir bölümü ateşli bir biçimde “Alevilik İslam’ın dışındadır” tezini savunmaktadır. Bu tezi savunanlara göre Aleviliğin kökenleri 3000 yıl öncesine Sümerlere, Hititlere, Luvilere vs. kadar uzanmaktadır. Bu tez Aleviliğin İslamiyet öncesine dair kimi doğrulara işaret etse de, yazı içerisinde de belirtilmiş olduğu gibi bu tez eksik bir tezdir. Aleviliğe ister inanç diyelim, ister din diyelim, ister mezhep diyelim hepsi bir yola çıkar. Tüm inançlar, tüm dinler, tüm mezhepler, bir yol olma iddiasındadır. Bu yolda yürüyüp yürümemeye (talip olmaya) o inanca, o dine, o mezhebe, (o yola) mensup olan kişiler karar verir. Dolayısıyla; o yol, o yolda yürüyenin de bir dizi kurala ve kaideye uymasını buyurur. Misal, Aleviler arasında sıkça kullanılan "eline beline diline hakim ol!" sözü bu kurallara ve kaidelere verilebilecek olan ahlaki bir örnektir. Kuşkusuz Alevilik sadece bundan ibarette değildir. Ayrıntıya girilecek olursa; semah, cem ayini, deyişler, söylenceler vs. gibi Alevi ritüellerinin tarihsel, sınıfsal ve kültürel uzamlarına dair de pek çok şey söylenebilir.
Alevilik İslam içinde mi, dışında mı tartışmasına dönersek; Alevilerin diğer kesimi ise “Alevilik İslam’ın içindedir”, Alevilik İslamiyet’in içinde Hz. Ali’nin ve Ehlibeyt’in yolunu takip etmektir tezini savunmaktadır. Hak-Muhammed-Ali yoluyla kastedilen de budur. Başka bir deyişle, bu 12 imamların yoludur. Şimdi bu durum da kim haklı? Gerçekte her iki tarafta tarihsel olarak kısmen haklıdır. Dolayısıyla; Alevilik İslam’dan önce var olduğu gibi, İslam içinde de varlığını sürdürmeye devam eden bir inanç, din ve kültür dünyasıdır.
Alevi İslam Hak-Muhammed-Ali’yi merkezine alan bir inançtır, dindir. Kaldı ki; Aleviliğin Sünni İslamla da bir bağı yoktur. Osmanlı’nın müslümanlaşması sürecinde İslamla tanışan bu kitleler İslam’ın içinde konumlanarak ali taraftarlarına dönüşmüşler ve merkezi Sünnilik karşısında muhalif bir konumda yer almışlardır. İslam tarihinde merkezde kim varsa; Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar vs. o zamanda "ali taraftarları" bu merkezlere karşı muhalif konumdaydılar. İslam tarihinde Hz. Muhammed’in damadı olan Ali yaşadığı dönemde kim merkezde ise Ebubekir’e, Ömer’e, Osman’a vs. hepsine muhalefet etmiştir. Kısacası, Alevilerin "Aliciliği" yine merkeze muhaliflikleriyle paralellik içindedir. Hz. Muhammed öldükten sonra Hz. Ali hep muhalif konumdadır, ta ki öldürülene kadar! Dolayısıyla; İslam tarihinde kim ki muhaliftir (Sünni bile olsa) muhakkak Ali’yi kendine bayrak edinmiştir. Keza bu “alici muhalefet” dönemin dinsel temsiliyetist iktidar mücadeleleri ile yakından bağlantılıdır. Lakin bu muhalefet devlet odaklı iktidar temsiliyetizmine dayanan bir muhalefetten çok, dini ve ruhani bir muhalefet olma özelliğine de sahiptir. Biz ati Hz. Ali’nin “muhalifliğinin” tüm detayları ise bu yazının konusu değildir.
Anadolu’da Ali’nin tarafını tutanlar Kızılbaş-Alevilerdir. Bunun İran’daki Şii Alicilikle ya da Suriye’deki Arap Aliciliği ile bağı yoktur. Bağ varsa bile bu bağ mutlak değil, kısmi bir bağdır. Alevi Aliciliği Anadolu’ya özgü bir Aliciliktir. Nasıl ki İslamiyet öncesi Alevilik kavramı alevden ya da ışıktan yana olanlar (medusilik, zerdüştlük, alev-ışık dinleri vs.) gibi bir anlama geliyorsa, İslamiyet’in içine giren Alevilik kavramı da bu sefer “alinin tarafını tutanlar” manasına gelmektedir. Ya da bunu soyutlama diliyle söylememiz gerekir ise, İslamiyet içinde “merkeze karşı muhalefet eden Ali’cilere” Alevi adı verilir. Dolayısıyla; bir din ve inanç olmanın da ötesinde Alevilik gerçekte son derece muhalif bir akımdır da; bu muhalifliği onun daima sapkın (heretik) olarak damgalanmasına da neden olmuştur.
Alevilik İslam’dan önce hatta Hristiyanlıktan öncede Anadolu’da vardı. Ancak İslam’ın içinde bir anlamda “İslam’ın özünü” yani Muhammedi İslam’ı savunan ve Emevilere, Abbasilere, Osmanlılara muhalif durmuş olanlarda yine Kızılbaş-Alevi topluluklarının içinden çıkmıştır. Sonuç olarak; İslamiyet öncesi İslamiyet dışı bir Alevilik olduğu gibi, İslamiyet sonrası İslamiyet içi bir Alevilikte vardır. İslam gelmeden çok önce antik dönemde saz çalan, deyiş söyleyen, semah yapan “alev-ışık toplulukları” vardır ama bu İslamiyet öncesi Ali’siz Aleviliktir. Hatta bu Alevilik (adı Alevilik olmasa da) Yahudilikten ve Hristiyanlıktan bile öncedir. Bu dönemde “alev-ışık dini” olarak “arkaik-Alevilik” fetiş doğa inanışlarının ve ritüellerinin özelliklerini göstermektedir.
Kısacası, Alevilik ilkçağlardan başlayarak bugüne kadar devam eden bir sürecin sonucunda oluşmuş olan çok boyutlu bir kimliktir. Dahası; geçmişten süzülüp gelen “totem Aleviliğini”, “fetiş Aleviliğini”, “pagan Aleviliğini” günümüzün modern kavram setleriyle yorumlayarak, Alevi tarihini bu şekilde okuyanların olduğunu da biliyoruz. Bütün bu tartışmalara tanıklık ediyoruz. Her ne kadar bu Alevilik formlarının İslam Aleviliği ile bağı yokmuş gibi gözükse de, temsiliyetist din ve inanç biçimlerinin totemden pagandan süzüle süzüle semaviye kadar çıktığına ve iç içe geçerek dinsel ve inançsal bir armoniye dönüştüğüne şahit olsak da, her semavi dinin içerisinde tüm din ve inanç biçimlerinin olduğunu da bildiğimizden dolayı, Aleviliği ilkel komünalizme kadar götürmeye çalışmanın bir din olduğuna da tanıklık etmekteyiz.
İster alici Alevilik ister alisiz Alevilik tüm din ve inanç sistemlerinin kaynağında temsiliyetist tarihsel ve toplumsal algılar yatmaktadır. Bu yüzden Hindistan’daki Hindulardan tutunda Anadolu’daki Aleviler arasında temsiliyetizm açısından çokta bir fark yoktur. Dolayısıyla, insanlar kendi varlıklarını dinsel ve mistik varoluş çerçevesi içinde her ne kadar ifade etmiş olsalar da, temsiliyetist dinin ve mistizmin gölgesinde var olduklarının farkında dahi değildirler. Özetle, Aleviliğin bir din ve inanç olarak geldiği son nokta budur. İslam’ın hem içindeki hem de dışındaki en muhalif ekollerden biri kuşkusuz Aleviliktir. Aleviliğe dönük düşmanlığın arka planında yatan nedenlerden biri de budur. Bu nedenledir ki, İslam tarihinde “merkezde” kim yer alıyorsa son çözümlemede Alevilikten pekte haz etmemiştir. Bu yüzden Alevilik daima “dinsiz” bir akım olarak görülmüştür. Başka bir yandan da Alevilik; merkezi bir din ve inanç sistemi olmaktan çok “iktidarsızlık perspektifi” ile hareket eden nesnel ve ruhsal bir geleneğe de sahip olmuştur. Bu geleneğin çok katmanlı yapısı ise bu değinmenin konusu dışında kalmaktadır. İşin kötü tarafı bu “çok katmanlı yapı” bugün dahi yeterince incelenmiş değildir.
Öte yandan, her kim “Alevilik İslam dışıdır” derse, kuşkusuz bu yaklaşımda bir yorum olarak Alevilik dışı kabul edilemez. Herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalıdır. Hiç kimse bir inanca inanmak ya da inanmamak zorunda bırakılamaz. İnanç ve din konuları tüzerk değil, özerk olmak zorundadır. Örneğin bir devletin resmi dini olamaz. Dahası, din devlet olamaz. Tersi de devlette din olamaz. Maalesef tüm devlet ve din-inanç sistemleri bu gerçeği birbirine karıştırmaya devam etmektedir. Zira inanç ve din alanı kişilerin tercihidir ve sadece onları bağlamaktadır. Bu yüzden bir kimse bir başkasını her hangi bir inanca ya da dine zorlayamayacağı gibi, kendisi de başkaları tarafından her hangi bir dine ya da inanca zorlanmamalıdır. İnanç ve din meselesi karşısındaki gerçek özgürlükçü ve devrimci tutum bunu gerektirmektedir.
Dipnot
[1] 15. Yüzyıldan sonra Osmanlı egemenliği altındaki Alevilik feodal döneme özgü devrimci bir isyan hareketidir de. Zira Sünni Osmanlının baskısı karşısında Aleviliği benimsemiş Türkmen, Kürt, Zaza halklarının oluşturduğu bu hareket aynı zamanda devrimci bir isyan hareketi olma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla; resmi tarih yazımına karşı çıkmak adına Aleviliğin salt din ve inanç kavramları üzerinden tartışılması, Kızılbaş-Aleviliğin bu yönünün gizlenmesinden başka da bir sonuç doğurmamaktadır. Haliyle bu tutum Aleviliği sürekli töhmet altında bırakmaya çalışan hakim sınıf ideolojilerinin de ekmeğine yağ sürmektedir. Tarihsel açıdan egemenlerin ve özellikle de Türkiye’deki devletçi ve statükocu kesimlerin Alevi düşmanlığının temelinde Aleviliği sadece Sünni İslam anlayışına dönük bir tehlike olarak görmeleri yatmamaktadır. Zira tarih boyunca egemenlerin yaptığı en başarılı işlerden biri de ezilenlere kendi tarihlerini unutturabilmiş olmalarıdır. Kaldı ki; bu düşmanlığın asıl nedeni Aleviliğin tarihsel dokusunun muhalif ve isyancı olmasıdır. Aleviler hem İslamiyet öncesi (ki o zaman kendilerine Alevi demiyorlardı) hem de İslamiyet sonrası dönemde yerleşik düzenle ve baskın otorite ile mücadele halinde olmuşlardır. Ve genellikle de ezilenden ve azınlık olandan yana tavır koymuşlardır. Dolayısıyla; Alevilik bir din ve inanç olduğu kadar, tarihsel dokusu itibariyle de içinde Türk, Kürt, Zaza, Arap vs. farklı etnik grupların da yer aldığı sosyal bir hareket olarak (özellikle de Anadolu coğrafyasında) doğmuş ve gelişmiştir. Dolayısıyla; Alevilik pek tabii bu coğrafyanın içinden çıkan “en yerli ve milli” hareketlerin başında gelmektedir. Aynı zamanda Alevilik yer yer ezilen feodal alt sınıfların sözcüsü olma özelliğini de kazanmıştır. Bu da Aleviliğin daha çok araştırılmasını ve arkasında bıraktığı sosyal ve kültürel izlerin daha da dikkatli bir şekilde (ayrıştırılarak ve süzülerek) incelenmesini zaruri kılmaktadır.
22.09.2024
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
seslimeram · 10 months ago
Text
Yarın İhtimali Kalır Mı?
Tumblr media
Zembereğinden boşalırcasına – kötülük temsili ile kuşatılıyor ülke. Erk, muktedir, iktidar siyasal istemi, figürünün tamamlayıcısı olagelen şiddet dozu günbegün arttırılırken nefret edimine kol kanat geren, ırkçı kümelenmesiyle birlikte bir kötülük temsili farazi değil ol marazi ülke gerçekliğini imliyor artık. Ekonomik, sosyal politik, güncel hayata doğrudan ve kesintisiz bir çökertme haline denek edilmiş insanların, o yoksunluk hallerinde bir de bütünüyle kimlikleri / inançlarına yönelik ayrımcılık ile kuşatılıyor olmasıdır meselesidir bu kötülük temsili. Genel geçer değil basbayağı tertipli bir düzen / nizam halinin içinde ol muktedirin aştık dediği ayrım, bir iktidar pratiğini somutlaştıran diğer kliklerin katkısıyla birlikte süreğen bir gerçekliğe / hakikate dönüştürülür. Cerahat nüfusu arttırıldıkça yıkımı peyderpey var edildikçe kötülük bir normatif kılınır. Tüm bu memleket profili yeniden ve yılmadan biçimlendirilirken kötülük bir sabit, nefret bir olgu, ayrımcılık merkez sağcılık için elzem bir tavra dönüştürülür. Geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız salgın güncesinden bu yana sürgit yeniden denenen bir pratik toplamında bu ülkenin ötekileri için hayat zindan kılınmaya çalışılır. Biyopolitik bir mezbaha haline dönüştürülen yerde öteki değil ol halk toplamının sahibi / vatanın gerçek sahibi olduğu söylenen kesimler de dahil hedefe açık bir halde konulur. Ne ki kimseler farkına varmaz.
Tümüyle kötülük sahiplenilirken ayrımcılığın kimleri nasıl kapsayacağından bahis hiç açılmaz. Lakin günbegün yaratılan iklimde bir gün o Türk, ertesi gün Suriyeli mülteci, bir başka gün Ermeni, beri gün Yahudi muhakkak ki o yıkıcı / kör karanlığı sabitleyici olan o nefrete yem edilir. Bunu iktidar söylemlerinin cafcaflı hallerindeki aştık / bitti bahsinin de tam da kıyısında biriken, faşist partinin pratikleriyle görebilmek zaten mümkündür. Hepsi bir, hep birden var edilen nefret söylemi o kötülük halini duraksamadan bir başkasına açık ve aleni ayrımcılığı imgeler. Aralıksız bir biçimde süre giden o hedefleme halinin başta ve kalıcı bir yıkıma önayak olmasının içler acısı pratikleriyle yaşam kuşatılır. Duraksama nedir bilinmeden imal edilen ayrımcılık hallerinin takvim yaprakları acıya çıkan bir ülke sınırlarında her günü nasıl da mahvettiği artık az çok belirginken halen bu inat, bu kör kör karanlıklara devam diyebilme cüretinin sorgulanması ne zamandır hangi zaman? Bitimsiz olagelen ayrıştırma, mamafih yenilenen ve sürgit devamlılığına çabalanan ötekileştirme hal ve istikametinde kime nasıl bir yer, nasıl bir yurt vaat edilebilir. Böyle bir sahnenin ol yurt olma ihtimali hala var mıdır?
Agos Gazetesinden aktaralım: “İstanbul Sarıyer Büyükdere'deki Santa Maria Kilisesi'ne pazar ayinine maskeli 2 saldırgan tarafından silahlı saldırı düzenlendi.
Saldırıdan hemen sonra ajanslara yansıyan bilgilere göre maskeli iki kişi ayin sırasında kiliseye girerek ateş açtı. Kilisede bulunanlar, kendilerini korumak içini kendini yere attı.
Saldırıda ayine katılanlar arasında bulunan C.T. adlı kişi hayatını kaybetti.
Bölgeye çok sayıda polis ve sağlık ekibi sevk edildi.
Emniyet güçleri, saldırganları yakalamak için çalışma başlattı.
Saldırı anına ilişkin görüntüler medyaya yansıdı.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya şu açıklamayı yaptı:
"Bugün Saat 11.40 sıralarında Sarıyer Büyükdere Mahallesinde bulunan Santa Maria Kilisesindeki ayin sırasında, ayine katılanlar içinde bulunan C.T. maskeli 2 kişi tarafından silahlı saldırıya uğramış ve maalesef hayatını kaybetmiştir.
Konuyla ilgi geniş çaplı soruşturma ve saldırganları yakalamak için çalışmalar başlatılmıştır.
Bu alçak saldırıyı şiddetle kınıyoruz."
Saldırıyı gerçekleştirdiği düşünülen kişilerin kameri görüntüler de basınla paylaşıldı.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, saldırıyla ilgili olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldığını belirterek "Olayın aydınlatılması için bir başsavcı vekili ve iki cumhuriyet savcısı görevlendirilmiştir" açıklamasında bulundu.
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Ömer Çelik, sosyal medya hesabından "Ayin sırasında bir vatandaşımıza yönelik silahlı saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Güvenlik güçlerimiz konuyla ilgili geniş çaplı bir soruşturma yürütmektedir. Vatandaşlarımızın huzur ve güvenliğine kast edenler, asla emellerine ulaşamayacaktır. " açıklamasında bulundu.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "İstanbul Sarıyer’de Santa Maria Kilisesinde ayin sırasında bir şahsa yapılan silahlı saldırıyı en güçlü şekilde kınıyor, hayatını kaybeden şahsın ailesine başsağlığı diliyoruz. Güvenlik güçlerimiz olayın aydınlatılması ve faillerin adalet önünde hesap vermesi için geniş çaplı bir soruşturma yürütmektedir." dedi.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu "Sarıyer’deki Santa Maria Kilisesi'nde yapılan pazar ayinine yönelik silahlı saldırıyı kınıyorum. Şehrimizin inanç mekanlarına saldırarak birliğimizi ve huzurumuzu bozmaya çalışanlara asla izin vermeyeceğiz" dedi.
İstanbul Valisi Davut Gül ise "Saldırı tek kişiye oldu, yaralanan yok" açıklamasında bulundu.
Davut Gül, "Hepimizin başı sağ olsun. 52 yaşında bir vatandaşımız hayatını kaybetti. Polisimizin savcılığımızın araştırması devam ediyor. Yaralı yok, tek bir kişiye saldırı olmuş. İçeri girilmiş ve vefat eden kişiye saldırıda bulunulmuş. İçişleri Bakanlığımızın açıklaması olayın çerçevesini çiziyor. Paylaşılan diğer bilgilere itibar etmeyelim. Olay çok yeni. Herkes görevini yapıyor. Failler yakalanıp yargılanacak. Cumhurbaşkanımız olayı takip ediyor." açıklamasında bulundu.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, saldırıyla ilgili Sarıyer Kaymakamı Ömer Kalaylı, Santa Maria İtalyan Kilisesi Rahibi Anton Bulai ve Polonya’nın İstanbul Başkonsolosu Witold Lesniak ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi.
Tüm cemaate başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerini ileten Erdoğan, faillerin en kısa sürede yakalanması için gereken adımların atılmakta olduğunu ifade etti.
İstanbul Valisi Davut Gül "Saldırı tek kişiye oldu, yaralanan yok" dedi.
Saldırı anına ilişkin görüntüler medyaya yansıdı.
Ölen Tuncer Murat Cihan’in yeğeni Çağın Cihan, Gazete Duvar'dan Ferhat Yaşar'a konuştu. Cihan “Kendisi amcam olur. Sadece oraya ziyarete geldi ve tesadüfen ona denk geldi. Sade masum biriydi ve kesinlikle masum bir kurbandı. Emekliydi, hafif zihinsel engelliydi. Son iki aydır da pazarları kiliseye gidip geliyordu" dedi.
Saldırıda ölen Cihan’ın dayısı Kazım Aydemir ise “Benimle birlikte kiliseye geliyordu. Cemaat tarafından çok sevilen biriydi. Boşu boşuna öldürdüler. Çok fazla üzgünüz” dedi”
Daha önce Bakırköy, Kuzguncuk Ermeni Kiliseleri’nde yaşatılanlarda olduğu gibi daha önce Gevriye Eğo’nun Merdin’de, Şimuni ve Hürmüz Diril’in kayıp / eksikli kılınan ol cinayetleri ve sonrasındaki muğlaklıktan haberdar olduğumuz bir tedirginlik haline yine esir edilir ülkedeki bir avuç Hristiyan yurttaş. Kötülüğü bir normatif kılanların aralıksız olarak nefreti yaygınlaştırma gayretine düşen, yazsak en az on parti, söylesek en azından milyonlarca insan tarafından desteklenen / yönlendirilen ocaklar, dernekler, siyasi denile gelirken bildiğiniz çeteleşmiş ari ırk sevdalısı zümreler vesaireler vesaireler etraflıca bu karanlığı yenilerken kim Tuncer Murat Cihan’ın hesabını verecektir sahi ama sahiden de! Düzeni var eden temsilin, bir yandan olayı gizlilik örtüsü ile kapatmaya teşne olması bir yandan da o salyalar saçarak nefretini kusmaya devam diyen yapıların üstün körü olayı, cinayeti (adı üstünde) geçiştirmeye çalıştığı zeminde kim güvende olabilir sahi ama sahi. Kolay lokma olarak tanımlanan, nasılsa kuşatıldıkları vakit teslim olacaklarına dair bir algı / olgu ekseninde hayatları gözetim ve denetime tabi kılınan insanların hakikatleri her ne olacaktır? İki zanlının kamu önüne alelacele çıkartılması sonrasında birliğimiz asla ve kata bozamayacaklar şablonu yeniden sakız edilirken o cinayetin faillerinin sırtları sahi ama sahiden de sıvazlanıp durulmamıştır diyebilir miyiz? Kolluk kuvvetinin bir var hep yok addedildiği bir sahneleme sonrasında kim nasıl güvende hissedebilir ki? Soruların ardılı sıra geldiği bir cinayet / tahakküm / yıkım girdabının ardından geriye kocaman bir boşluk kalıyor. İnsanların kimliklerinin, aidiyet ve inançlarının halen mesel teşkil edildiği bir yerde, hayatların biricikliği söz konusu edilmesin isteniyor. Kötülük temsili her yanı, her günü kuşatırken bunlar dert edilmesin isteniyor. Lafta değil doğrudan / sahiden bir yerin yaşamla bağları kopartılırken yarın her neyi getirecektir. Tümüyle bu girdap halinin içerisinde bir yarın ihtimali kalır mı? Bırakılmış mıdır.... Bir avuç kalakalan azınlıkların bu günlerdeki en büyük meselesi budur, bu kadardır. Bir yarın ihtimali söz konusu mudur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Santa Maria Latin Katolik Kilisesi’nden – Dilara ŞENKAYA – Reuters
2 notes · View notes
axacde · 1 year ago
Text
Müslüman Türk'sen Araplaşmış Türk'sün. Ama Gagavuz Türk'üysen, Hristiyan olduğun (Müslüman olmadığın) için, "öz" Türk'sün. Bu nasıl bir çifte standart? İsa(a.s.) İbrani asıllıydı, ama Hristiyanlık ondan itibaren ortaya çıktı. E o zaman, Hristiyan olanlara da çakma Yahudi ya da yan sanayi malı Yahudi falan mı diyeceğiz?
3 notes · View notes
oseytorvan · 2 years ago
Text
Okay, someone has to say it.
The Bible is not a fairy tale.
The Bible is more than a book.
Christianity is not a fandom. And even if you don't believe in God, you can't deny it.
Writing fanfiction about the Bible is blasphemy.
To ship biblical characters is blasphemy.
Making offensive jokes about God is blasphemy.
This is an obvious truth that many do not understand.
2 notes · View notes
rayhaber · 1 month ago
Text
IKBY Genel Seçimleri İçin Sandık Başına Gidiyor
IKBY’de Genel Seçimler İçin Sandık Başına Gidiliyor Irak’ın kuzeyinde bulunan Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY), 6 yıl aradan sonra gerçekleştireceği genel seçimler için halkını sandık başına çağırıyor. Bu seçimlerde, 2 milyon 899 binden fazla seçmenin oy kullanması bekleniyor. Oy verme işlemleri, bugün saat 07.00’de başlayarak 18.00’de sona erecek. Parlamentodaki 100 milletvekilini belirlemek…
0 notes
gundemsivas · 5 months ago
Text
Tumblr media
Aziz Vlas’ın anıt mezarı açılış için gün sayıyor https://gundemsivas.com/aziz-vlasin-anit-mezari-acilis-icin-gun-sayiyor/?utm_source=dlvr.it&utm_medium=tumblr
0 notes
israelandarabpeaceblog · 7 months ago
Text
İslam, Hristiyanlar ve Yahudileri nasıl görüyor?
İslam, Hristiyanlık ve Yahudilikle birlikte üç büyük semavi dinlerden biridir. Bu dinler, Allah olarak adlandırılan tek bir Tanrı'ya inançlarını paylaşırlar. Müslümanlar, Allah'ın İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlere kendini açıkladığına inanırlar.
İslam'ın kutsal kitabı olan Kuran, Hristiyanlar ve Yahudileri "kitap ehli" olarak tanır. Bu terim, Muhammed'den önce ilahi kitaplar alanları ifade eder. Kuran, Hristiyanlar ve Yahudilerin Tanrı ile geçerli bir antlaşmaya sahip olduklarını ve iyi işlerinden ötürü ödüllendirileceklerini doğrular.
İslam, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasındaki tarihsel ve teolojik bağlantıyı da kabul eder. Hepsi tek Tanrı'nın soyundan gelirler ve İbrahim'i tek tanrıcılığın babası olarak kabul ederler. Ayrıca farklı dillerde ve kültürlerde birçok ismi ve özelliği olan aynı Tanrı'ya taparlar.
Bu nedenle İslam, Hristiyanlar ve Yahudileri belirli bir etnik köken, ırk veya coğrafya ile sınırlı olmayan, tek bir Tanrı'ya inanan tüm müminlerin bulunduğu İslam topluluğunun (umma) sadık üyeleri olarak görür. İslam, Müslümanları, Hristiyanlar ve Yahudilerle, aynı değerler ve çıkarlar temelinde saygı göstermeye, diyalog kurmaya ve işbirliği yapmaya teşvik eder. İslam aynı zamanda çeşitliliğin kutlandığı ve insanlık onurunun korunduğu barışçıl ve hoşgörülü bir ortamı teşvik eder.
İslam, tek bir Tanrı'ya inanç etrafında tüm müminleri bir araya getirme ve semavi dinler arasında diyalogu teşvik etme potansiyeline sahiptir. Bu bakış açısı, tüm Hristiyanları ve Yahudileri İslam topluluğunun sadık üyeleri olarak kabul etmeyi destekler. Dinler arası ilişkileri güçlendirerek ortak değerleri vurgulayan İslam, barış ve anlayışın gelişimine katkıda bulunabilir.
0 notes
bunedycom · 2 years ago
Text
Fransa-Fas maçı öncesi Lübnan'da büyük korku!
Fransa-Fas maçı öncesi Lübnan’da büyük korku!
Katar’ın ev sahipliğindeki 2022 FIFA Dünya Kupası’nda Portekiz’i eleyerek yarı finale kalan Fas’ın tarihi başarısını kutlayan Lübnanlı Müslüman gençlerle Hristiyan bir grup arasında yaşanan kavga, acı bir iç savaş tarihine sahip ülkede endişeye neden oldu. Yerel basında çıkan haberlere ve sosyal medyaya yansıyan görüntülere göre, Fas’ın zaferini kutlamak isteyen ve ellerinde Fas ile Filistin…
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
ilmiyyat1453 · 11 months ago
Text
Tumblr media
Sohbetler Kitabı 1. Cild
Hakîkaten ne olduğumuz belli değil..
14 notes · View notes
sadrusseria · 11 months ago
Text
Ibn Katheer - may God Almighty have mercy on him (died 774 AH) - said:
The first word spoken by Christ while he was in the cradle: “I am the servant of God.”
He did not say: Son of God.
📙 Interpretation [677/2]
‏قال ابن كثير - رحمه الله تعالى (توفي٧٧٤هــ) :
أول كلمة نطق بها المسيح وهو في المهد ﴿ إني عبد الله ﴾
ولم يقل : ابن الله
📙 التفسير [٦٧٧/٢]
İbn Kesîr rahimehullah dedi ki :
Hz. Îsâ'nın (aleyhisselâm) beşikteyken söylediği ilk kelime "Ben Allah’ın kuluyum",
Ben "Allah'ın Oğluyum" demedi.
6 notes · View notes
ateist · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
0 notes
seslimeram · 1 year ago
Text
Binbir Yara
Tumblr media
Binbir yaranın üstünde yükseliyor ülke. Dününden şimdisine ulaşan, şimdiden yarınlarına tam anlamıyla taşınmak istenen cerahat nüvesinin dolaylarında o yaralar birer ikişer onar, yüzer büyüyor. Bir kıymık tanesi kadar başlayanın bugün bütün benliği / ülkeyi sarmasını aralıksız seyretmeye mecbur kaldığımız bir yerden sesleniyoruz. 1894-6 Kilikya kırımının her nasıl 1915 Medz Yeghern / Aghet’ine yol verdiğini bugün az çok biliyoruz. O Ermeni halkına reva görülenlerin, yok etmenin, Sayfo ile Süryanilere, Küçük Anadolu Kırımı ile Pontos Rumlarına, Smyrna Felaketi ile Rumların kalanına, eylendiğini biliyoruz az ya da çok. Bütünüyle Osmanlıdan çıkışın Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun temellendirilip var edildiği odaktan, cumhuriyetin yüz yıllık tarihinde nelerin ilga edildiğini mahvının her nasıl şekillendirildiğini artık az çok seziyoruz değil mi? Binbir yaranın üstüne basa basa var edilmiş kötülük dolu hallerin o Kilikya yıkımından sonra kademe kademe ötekiler için cehennem pratiğine Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünleri, 20 Dolar 20 Kg Tehciri gibi nicesi ile varılır. Deneyimlenen, uygun / reva görülen şey bir kere daha hayat pratiğinin aralıksız bir halde çalınmasıdır.
Binbir yara var edilirken söz naçar kalsın da nasıl olursa olsun diye hamleler birbiri ardıl sıra imal ediliyor. Bir memleketin yaşatan bir yer olmaktan alıkonulmasının güzergahına her gün yeni eklemeler yapılıyor. Cerahat öylesine kolayca, sıradan bir eylemmiş gibi tam ve eksiksiz çoğaltılıyor ki, yıkıntıların, berhava edilmiş olan hayat gailesinin, ilga edilmiş olagelen tecrübenin karşısında dur durak bilinmeden bir kötülük serencam eyliyor. Aleni bir biçimde kötülük istikamet eyleniyor. Nedir ki bunca tatsızlık hali değil mi diye soran eden olursa diye aralıksız yüceltilen kötülüğün kırıp döktüğü, nefretin ayrıştırdığı, lincin ve tehditlerin bitimsiz birer yaraya dönüştüğü bunların tümünün birlikte binbir yaraya en kestirmeden evrildiği ülke gerçekliği zaten her şeyi anlatacaktır. Ol takvim yapraklarında kendisine yer bulan, gel gelelim maarif takviminde görünmez addedilen, resmi olanların da pek çoğunda ismi dahi anılmayan yaraların günleri bütün bu anlatmak istediğimiz irin dolu karanlığı görünür kılar. Bir yeri, yurdu ev olmaktan çıkartan cerahatin meseli artık yalın, apaçık bir halde yaşatılan her gündedir. Gelmişi, geçmişi, dünü hepsini kapsayan bir şimdisi ve yarının ta kendisinde bu devinim, bunca açık nobran bir yıkımın tezgahta her gün var edildiği yerdir bu ülke, bir zamanların ülkesi!
Altmış sekiz yıl önce var edilmiş 6-7 Eylül (1955) bütünüyle bu ülkedeki o ev olma hali ve muhteviyatının topyekun imha edilmesine bariz bir kanıtı oluşturur. Modern Türkiye nam tahayyülün kökünün kurutulmasının da başlangıç noktası olduğunu bugün artık çok aleni bir biçimde söyleyebileceğimiz bir karanlık kalkışma, devlet, onun yancısı faşistler ve galeyana getirilmiş olagelen yurttaşlardan mülhem çetelerin varlıkları, kurgudan has gerçekliğe geçişleriyle binbir acıya bir ek var edilir. Yılmaz Murat Bilican’ın T24’te yayınlanmış makalesinden iliştirelim: “1955 yılına bakarsak, ülke gündemindeki en önemli madde Kıbrıs sorunudur. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştur. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştır. Basın ve siyasi çevreler tarafından çok önceden başlatılan, Rum vatandaşlarını ve Yunanistan’ı hedef alan kampanyalar yürütülmektedir. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) kampanyalara katılan ve ön plana çıkan iki örgüttür. KTC başkanı Hikmet Bil, Hürriyet Gazetesi yazarı ve hükümetle yakın ilişkileri olan bir kişidir. Yönetim kurulu üyelerinin de hem basınla, hem hükümetle hem de Milli İstihbaratla ilişkileri bilinmektedir. "Türkiye Türklerindir" alt başlığıyla çıkan Hürriyet gazetesi, Yeni Sabah ve İzmir’de yayınlanan Gece Postası gazeteleri yoğun bir Fener Rum Patrikhanesi ve Yunanistan aleyhtarı yayın yürütmektedirler.
Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği ve konferansta, Türk kamuoyunun güçlü sesinden söz ederek elini güçlendirmek istediğini belirten telgrafı Hikmet Bil’le paylaşan Menderes, aslında olaylar için adeta başlat komutu verir. 5 Eylül tarihli gazetelerde üç Rum casusun yakalandığı haberi çıkar aynı gün Taksim’de bir Rum genci dövülür, bazı Rum gazeteler yakılır ve “Kıbrıs Türktür” yazılı bir pankart Patrikhane’ye bırakılır. Ortam oldukça sıcaktır.
Beklenen Kıvılcım Selanik’ten Gelir
6 Eylül günü öğlen saatlerinde radyolar, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığını duyurdu. (Gerçekte bahçeye atılan küçük çaplı bir patlayıcı binanın iki camını kırmıştı sadece) Demokrat Parti ve Milli istihbaratla yakın ilişkide olan Istanbul Ekspres gazetesi, bu haberle normal tirajının çok üstünde baskı yapar. (Bunun için önceden kağıt stoğu yaptığı iddia edilmiştir)
Öğleden sonra ellerinde tek tip sopalarla harekete geçen gruplar Önce İstiklal’de gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya ve yağmalamaya başlarlar. Yağma kısa sürede, diğer semtlere de yayılır. Sonradan tanıkların anlattıkları, grup liderlerinin ellerinde listelerin olduğunu ve buna göre hareket ettiklerini, bazı ev ve işyerlerinin önceden tebeşirle işaretlendiğini, cana zarar vermemek üzere uyarıldıklarını gösterir. (Bu sayede az can kaybı, bol tecavüz olmuştur.) Benzer eylemler İzmir’de de başlar. 6 Eylül gecesi olaylar artık çığırından çıkmıştır yağma ve zorbalık akıl almaz boyutlara ulaşmış ve kontrol kaybedilmiştir.”
Celal Bayar Efendi’nin “galiba dozu kaçırdık” itirafına rağmen unutturulmak isten bir yıkım halidir, var edilmiş olagelen. Cürümlerle, cerahatle, kesintisiz bir nefretle ortada hiç ama hiçbir zaman var edilmemiş olagelen bir saldırı haberi sonrasında kent sınırları içerisinde yaşamaya çalışan Rumlar başta olmak üzere, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Kıptiler, Bulgar ve Rus Hristiyanlar, Yahudiler, İstanbul dışında azdan az kalmış olagelen yukarıdaki dinsel inanç sahiplerinin yanında Arap Hristiyanlar, her milletten Katolikler ve gözdağına en kolay teslim edilebilecek olagelen bir başka kesim Romanlar hedef kılınır. İstanbul’da Şişli, Nişantaşı, Feriköy, Pangaltı, Beyoğlu, Samatya, Bakırköy, Yeşilköy’de yer alan ev, iş yerlerine, kent çeperine serpiştirilmiş kilise, ayazma ve dinsel ünvanlar taşıyan kurumlara, eğitim kurumlarına ve mezarlıklara, kısacası aidiyetini buralı hiç ama hiçbir zaman saymadıklarına tehdidi, bir de pogromu var ederek, onunla hemhal olarak imal eder bu ülke! Rum tarihçilere göre en az 15 ölü, üç yüzün üstünde yaralı ( kimlikleri ortaya çıkmasın diye saklanmayı mecburen tercih eden binler), bilinen en az altmış kadına doğrudan tecavüz, şiddet ve ötesinde işkenceye varan taarruzlar var edilir. Dönem için büyük bir rakam olan birkaç yüz bin kişilik bir güruh eliyle aşağı yukarı dört binin üstünde ev, 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, 5 binin üstünde dükkan / iş yeri olan binaya saldırı gerçekleştirilir. Tümünü üst üste koyduğunuz vakit binbir yaranın her nasıl biçimlendirildiği de az çok ortaya çıkar. Nihayetinde Rum’a gözdağını var edebilmek için en olmayacak şeylerin peşinden koşulurken, sahiden de ipin ucu bile isteye kaçırılır. Bir kentin belleği, dokusu tahrif edilir. İçine sinmiş olan ezgisi cenaze marşına dönüştürülür, bir kakofoni dışında hiçbir şeyin duyulmadığı, zebani inlemesiyle hayat takas edilir. Çürümüşlük içine rehin edilmiş ülke gerçek kılınır. (Veriler Uluslararası literatürde 6-7 Eylül hakkındaki en kapsamlı kitabın yazarı olarak tanınan Speros Vryonis’in verdiği rakamlardır.) https://t.co/cJShN18lZa
Bir de bütün bu yıkımı halen sahiplenen, arka çıkanlar vardır: “Yapanların eline sağlık, aynısını tekrar yapıp diğer azınlıkları da ülkemizden kovmalıyız tek kurtuluş yolumuz budur.” diye yaza duracaklardır binbir biçimde. İçlerindeki irinle, sinkaflara tutunarak, kin kusup nefret saçarak bir utanç organizasyonu / yıkım daha sahiplenilir. Modern ülke tahayyülünü var ederken içindeki gayrimüslimin sadece “zararsız” olanlarıyla bağ kuran, ötekilerini “düşman” gören bir zihniyetin tezahürü her gün bambaşka açılardan sokaktadır o 6-7 Eylül 1955’in karanlığının izindedir. Tümüyle ülkenin yenilenmesi halini, nefretle, ırkçılıkla, sonsuz bir kinle birlikte kurgulayan aklın sunduğu / yönlendirdiği her düzlem bir başka cerahati birlikte getirir. 68 yıl sonra ülkenin her nerede durduğu, yıkım / kırım ve cinai faaliyetlere, linç girişimlerine nasıl da meylettiğinin utanç verici suretleri bütün o birkaç günde var edilmiş olanı da sahiplenen ülkeyi / yurttaş denilen yepyeni kastın halini açık eder. Korkunç değil mi, gerçekten utanç verici değil mi?
Bianet’ten Hikmet Adal’ın haberinden aktaralım: “bianet editörü Ruken Tuncel’in ailesine yönelik ırkçı taciz ve saldırıya ilişkin yeni bir gelişme yaşandı.
Büyükçekmece 1. Aile Mahkemesi, Beylikdüzü İlçe Emniyet Müdürlüğünün olay günü, saldırgan M.Y. ve A.Y.’nin Tuncel ailesine yaklaşmasını engelleyen önleyici tedbir kararını kaldırdı.
Mahkeme, saldırının "komşuluk ilişkisinden kaynaklandığını" ileri sürerek 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun uygulanamayacağına hükmetti. Her cezai soruşturmanın 6284 sayılı yasa kapsamında değerlendirilemeyeceğine karar verdi.
Tuncel ailesinin avukatı Destina Yıldız mahkemenin kararını eleştirerek 6284 sayılı kanunun tam da bu ve benzer konular için var olduğunu söyledi.
Yıldız “Mahkeme ‘komşular arası ilişki’ demiş ama 6284 sayılı kanunun amacı ve kapsamına aykırı bir şekilde karar vermiş. Kanunun amaç ve kapsamı çok açık bu konuda. Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama ihtimali olan kadın, çocuk, aile bireyi ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişiler diyor. Şiddet söz konusu. Tehdit altında olan bir kadın söz konusu. Yasanın amacı zaten bunun önlenmesi. Kanunun uygulanabilmesi için şiddetin illa aile arasında olması gerekmiyor. Ama mahkeme buna rağmen ‘komşuculuk’ diyerek tedbir kararını kaldırmış. İtiraz edeceğiz” dedi.
Ruken Tuncel de “Emniyet aşamasında avukatımız Destina Yıldız 6284 sayılı kanun kapsamında önleyici tedbir kararı talep etti. Ancak mahkeme talebi komşuluk ilişkisi-kavgasına sığdırarak reddetti. Silahla tehdit var. Evde silah olduğu ifade ediliyor ama bunun için bir arama kararı dahi çıkarılmıyor. Üstüne tedbir kararı reddediliyor. Mahkemenin kararı aslında soruşturmanın ne şekilde yürütüleceğini gösteriyor. Var olan şey nefret saldırısı ama bu komşuluk kavgasıymış gibi gösterilmek isteniyor” diye konuştu.
Ne olmuştu?
bianet editörü Ruken Tuncel’in ailesi 10 Ağustos’ta İstanbul Beylikdüzü’ndeki evlerinde ırkçı tacize ve saldırıya uğradı. Tuncel saldırı sırasında evde değildi. Ancak kardeşi Sinem Tuncel darp, annesi ve teyzesi ise tehdit edildi.
Polisin aranması üzerine M.Y. “Polis size gelmez. Ben arayayım ki nasıl geliyor görün. Devlet benim, polis benim. Trabzonluyuz, sizi yakarız. Bu Aleviler, her ayak sizde. Uyuşturucu satmak sizde, eroin kullanmak sizde. Yürüyüşlere gidiyorsunuz, bu yürüyüşe gitmeye benzemez. Pompalım var benim, bir pompalıya bakarsınız. Şarjörü boşaltırım." dedi.
Bina sakinlerinin dışarıya çıkmasıyla da A.Y., Tuncel ailesine “Bunlar terörist" şeklinde, anne M.Y. de “Bunlar Ermeni, bunlar terörist” diye nefret söyleminde bulundu.
Geri dönen A.Y. bu sefer de Sinem Tuncel’in çenesine yumruk attı. M.Y. ise eline bir sopa alarak Sinem ve Ruken Tuncel’in teyzelerine vurmaya çalıştı. Sinem Tuncel araya girmesiyle darbe kendisine geldi ve yaralandı.
Aile daha sonra emniyete giderek ifade verdi ve M.Y. ile A.Y.’den şikayetçi oldu. Tuncel ailesi ayrıca bir başka komşuları E.Y.Y hakkında da ‘kışkırtma ve hedef göstermeden’ şikayette bulundu. Tuncel ailesi önleyici tedbir kararı çıkartarak M.Y. ve A.Y.’nin yanlarına yaklaşmasını yasaklattı.”
Bir gazetecinin başına getirilen saldırganlığın tamamlayıcı unsuru, ırkçı taciz olarak var edilir. Kanunlar önünde yurttaşın eşit olduğu zikredilirken, ol 6-7 Eylül’e her nasıl arka çıkılmaya devam olunduğunun da nişanelerinden birisidir sürgit paldır küldür sarf edilen cümleler. “Devlet benim, polis benim. Trabzonluyuz, sizi yakarız. Bu Aleviler, her ayak sizde. Uyuşturucu satmak sizde, eroin kullanmak sizde. Yürüyüşlere gidiyorsunuz, bu yürüyüşe gitmeye benzemez. Pompalım var benim, bir pompalıya bakarsınız. Şarjörü boşaltırım. Bunlar Ermeni, bunlar terörist” Böyle bir tahayyülle çıkagelen, nato kafa, nato mermer bir akıl tutulmasının karşısında sıradanın hayatının ehemmiyetini kim ne zaman fark edecektir ki sahiden? Yinelemelerle, bambaşka tanımlamalarla, sokakta her gün karşı karşıya kalınan, her gün başka bir yerde birimizden bir başka “ötekisini” hedefe koyan ve var edilmiş cüretin kötülüğü güncellenirken, cezasızlık zırhının sınırları da sonsuzluklara kadar ulaştırılan bir yerde hangi hakkaniyet, nasıl bir yüzleşme ihtimali söz konusu edilebilir ki? Tümüyle nobran, bir biçimde kötülükle soluk ala duran, içindeki kini, onca yıkımın sorumlusu addedebilecek bir öteki bulduğunda ona yükleyen şu herkesin sahibi olduğunu zanneden akıllarla tek bir iyi gün söz konusu edilebilir mi? Sahiden, nasıl!
Binbir yaranın üstünde yükseliyor ülke. Her anlamda şekillendirilmiş olagelen nefretin, her gün üstüne eklenmiş, boca edilmiş linçlerin kıyısında acıları biriktiriyor bir ülke. Bir tek yaraların çoğaltılmasına çaba sarf ediliyor. Dün Anastasia, Eleni, Anna’nın, dün Georges, Yanni, Stavri’nin başına getirilmiş onları bu deryadan çekip kopartmış olanın güncellenmesine devam olunuyor. Planlı programlı bir pogrom kalkışmasının ardılından yirmi dolar, yirmi kg yükle derdest etme halleri nasıl var edildiyse bir mübadele sarmalı Ermeni, Süryani, Kıpti, Arap Hristiyanlara var edildi, ediliyor. Şimdi o bilinmez, başa sanki hiç gelmez addedilen Alevi’ye, Kürd’e, Ezidi’ye, Arab’a binbir biçimde yeniden ve yeniden buluşturuluyor. Cerahatin menzili kılınan bir sahnede hayatın ederi, anlamı, tüm kapsamı derdest ediliyor. Ne hiddet tükeniyor, ne nerede hata yapılıyor buna kafa yorup, iki satır özeleştiri. Bir kuru özrün dahi çok görüldüğü bir zeminde yaşatılan her kırımdan, tahakküm hamlesinden sonra çıkagelen vatan, millet cümlelerinin de var edilen karanlığı örtbas etmek adına yinelendiği açıktır. Bir demokrasi pratiğinden uzaklaştıkça, hayatın bu sahnedeki duruşu / anlamı pejmürde bir kabalığa, eksiltmeye tabi tutuluyor. Bunca yıldır o yaşatan yerin, yok eden, tüketen bir cerahate evrimine dair itirazlar var ediliyor. Bugün şu raddede evi yok olmanın kıyısına taşımış bir zeminde dağ taş Türk’ün olsa ne yazar sahiden, her şeyi yitirdikten sonra? Tümüyle kötülüğün benliğine teslim olunduktan sonra her şey güllük gülistanlık dense ne yazar sahiden? Düşünüyor musunuz, kaybettiklerinizi, onca zamanda izi kalmasın denilenlerin bıraktığı izi, yarayı, bereyi... Sahiden oralarda mısınız, duyuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Speros VRYONIS’in Külliyatından: The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6 – 7, 1955, And The Destruction Of The Greek Community Of Istanbul
0 notes
dilperisanimmmm · 1 year ago
Text
Ateistlerin sürekli ateist olduklarını gösterme, duyurma çabaları ne boktan. Bok bok. Bok gibi değil, bombok. Olum anladık ateistin. Ben ateist olsam dümdüz davranırdım. Bunu birilerinin bilmesine gerek yok ki. Gerek yok. Biri sorunca söylersin. Ama ha bire ha bire. Çarpıcam bi tane ağzının ortasına o zman rahatlayacağım :) böyleleri karşıma canlı çıkarsa eğer düşünmeden şaplatırım, düşünmeden.
0 notes