Link
Seyyar bellek
İsa’dan önce 47 yılının üçüncü gününde Antik Çağ’ın en ünlü kütüphanesi cayır cayır yandı. (…) alevler İskenderiye Kütüphanesi’ndeki binlerce papirüs rulonun büyük bir kısmını kül etti.
Birkaç bin yıl sonra Kuzey Amerikalı lejyonlar Irak’ı istila ettiler ve George W....
15 notes
·
View notes
Text
İKİ SERGİNİN ARDINDAKİ ÖLÜM
1992’de yaşanan bir motosiklet kazası ve hayata gözlerini yuman 19 yaşında bir kız. Pera Müzesi’ndeki Altın Çocuklar ve Flashback sergilerinin arka planında bilinmeyen hikâyesi... --OYNAKBEYi--
İki sanatçının ortak benliği olarak Jakober-Vu
Pera Müzesi’nde Ekim ayında açılan ve 6 Ocak 2013 tarihinde sona erecek iki sergi var. Şayet hâlâ görmediyseniz muhakkak gidilmesi gereken iki sergi. Biri, Altın Çocuklar / 16-19. Yüzyıl Avrupası’ndan Portreler, diğeri Flashback - Yapıtlar adını taşıyor. İlki dünyada gerçek anlamıyla ‘eşi’ olmayan bir koleksiyon. İkincisi bu eşsiz koleksiyonun sahibi sanatçıların kendi eserleri. Ressam Yannick Vu ve heykeltıraş Ben Jakober’in ayrı ayrı kendi eserleri kadar, ikili olarak da eserleri bulunuyor. Yani, Jakober ile Vu arasında bir başka evliliğin var olduğunu söyleyebiliriz. Bu, heykelle resmin, Batı’ya özgü teknolojik taşkınlık ile dengenin, malzemelere karşı kayıtsızlık ile sanatın her zaman bir buluyma alanı olması gerekliliğinin evliliği. Haliyle Jakober-Vu adlı bir üçüncü sanatçıdan bile söz edilebiliyor kimi eserlerde. Yaratımları bu kadar iç içe geçmiş iki sanatçı, karı kocanın Flashback isimli sergisinde yer alan Planta Cara adlı eser aslında iki sergiye birden ışık tutuyor... Yaklaşık dört metre yükseklikte tahta direk üzerine asılmış 20 siyah motosiklet kaskıyla adeta bir mezar taşını andıran eser, sanatçı çiftin, kızları Maima'ya adanmış. Zira, bir motosiklet tutkunu olan kızları, 1992'de henüz 19 yaşındayken geçirdiği trafik kazasında hayata veda etmiş. Bu ölüm, Jakober-Vu çiftinin hayatları kadar, yarattıkları eserleri, hattâ koleksiyonlarına dahil ettikleri eserlerin bile içeriğini etkilemiş...
Planta Cara Yapıtın bir söz oyunu niteliği taşıyan İspanyolca adı hem ‘pahalı bitki’ hem de Planta sözcüğ��ne bir ‘r’ eklendiğinde ‘göğüs germek’ anlamına gelir. Ben Jakober ile Yannick Vu’nun 1992’de bir motosiklet kazasında ölen 19 yaşındaki kızları Maima’nın anısına yapılmıştır,
Kızımızın ölümü bize manevilik kazandırdı
Kızlarını bir daha asla göremeyeceğini öğrendikleri geçenin üzerinden aylar geçer. Ben Jakober; acısını kabullenip ilk 'cruxigram’ını yaptığı gün, ‘ışığın çocuklarının karanlığın çocuklarına karşı savaşı’nın kendisi için güzel başladığından emin olarak yeni serisini oluşturmaya başlar. Eşi Yannick Vu bu seriyi “Acının beyaz çölü belirince Jakober yokluğun siyahına yüz çevirdi ve aniden, çözülmesi gereken harflerin ardında saklı duran gizemli ruh, bütün bir hayata ve anlamına kendi tutarlılığını verdi” sözleriyle tanımlıyor. Ben Jakober ise ölümün etkisini ve seriyi şöyle açıklıyor: “Kızımızın ölümü, beni Cruxigramlar adlı sergiyi yapmaya yöneltti. Şapel üzerinde çalışmaya başlayınca, Yannick de bana katıldı. Kızımızın ölümü bize bir tür -bunu söylemekte zorlanıyorum- manevilik kazandırdı; ama belirtmeliyim ki, bu yapıtlara bir kutsallık duygusu verirken yaklaşımlarımız birbirinden farklı oluyor. Başımıza gelen talihsizlik, tür ve biçim olarak yeni bir yaratıcı güç verdi bize, aynı zamanda bizi yalnızca sanatsal çalışmamızda değil, yaşamamızda da birleştiren yeni bir yaklaşım kazandırdı.
Chartres Kızı Maima 1992’de 19 yaşında ölünce, yalnızca siyah-beyaz düşünüp çalışabilen sanatçı Cruxigrams adı verilen seriyi yaptı. Metal, ahşap ve kumaş gibi çeşitli malzemelerin kullanıldığı kare bulmaca şekillerini temel alan bu çalışmaların tümü, ünlü katedrallerin ya da azizlerin adını taşır. Seramik karolardan oluşan Chartres serideki ilk çalışmadır.
Koleksiyonun ilk eseri Kirazlı Kız
Maira’nın ölümü, sanatçı çiftin toplamı 160 eseri bulan ve içeriği açısından dünyadaki tek örnek olan koleksiyonlarını da şekillendirmiş. 1970’li yılların başlarında Yannick en sonunda, uzun zamandır çok istediği bir resmi, Mayorkalı ressam Juan Mestre i Bosch’un (1826-1893) Kirazlı Kız’ını satın alır. Başlangıçta dekoratif parçalar olarak gördükleri şey, kızları henüz 19 yaşında bir trafik kazasında ölünce bir saplantıya dönüşür. Kirazlı Kız, ekilen ilk tohumdur. Zamanla filizlenerek, müzayede, sanat tacirleri, sanatçıların dostları ve sporsorlar aracılığıyla edindikleri, çoğunluğu 16. ve 17. yüzyıla ait, günümüzde yamlaşık 160 çocuk portresini içeren bir koleksiyonun oluşmasını sağlar. Bu resimler, kral ailesinden kişilerin ya da soylu saraylıların portreleridir.
Çocuklara duyulan aşkın sonucu
Koleksiyon otuz yılı aşkın bir sürede, beceriyle geniş bilgi birikimi ve büyük aşkla -tablolardaki çocuklara duyulan büyük aşkla- oluşturulmuş; bu çocukların bazıları çok küçük, birkaç aylık bebekler, diğerleriyse çoktan ergenlik çağına girmiş ve ileride nasıl olacaklarını tahmin etmek mümkün. Yannick ve Ben Jakober başından beri bu çocukların yaşamöykülerini öğrenmeyi, başlarına gelenlerin izini sürmeyi amaç edinmiş. Koleksiyonun zamansal ve coğrafi kapsamı, sadece Avrupa siyasi tarihinin dört yüzyılına değil, aynı zamanda geleneklerin, batıl inançların, sembolik dilin, tasvir yöntemlerinin tarihine ve her ülkenin geçerli moda akımlarına yakından bakmak için de fırsat veriyor.
Avrupa tarihinde de ‘kızın adı yok’
Potrelerde yer alan kız çocuklarının yaşamöykülerinden anlaşıldığı gibi, kraliyet kanı taşıyanlar, Avrupa saltanatları arasında dolaşımdaki para gibi kullanılmış; bazen henüz üç dört yaşında olsalar dahi prenslerle sözlendirilmiş, tahtına geçecekleri düşünülen ülkelere eğitime gönderilmiyş, siyasal ilişkilerin değişmesi ya da çocuk sahibi olmaları için çok uzun zaman gerekmesi halinde de daha uygun bir kısmet bulunması beklentisiyle memleketlerine geri gönderilmişlerdir.
Kendimizi gezgin kabul ediyoruz
Çünkü, Macar asıllı Ben, Viyana’da doğdu, İngiltere’de yetişti ve Fransa’da yaşadı; Yannick; Vietnamlı bir baba ile Fransız bir annenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya geldi. İkimiz de yaratıcı çalışmalarımızı sürdürmek ve vakfı kurmak için İspanya’yı seçtik, ne var ki yılın bir bölümünü Marakeş’te geçiriyoruz. Ortak çalışmalar geçmişte Venedik Bienali, Plaires Kültür Merkesi, Montenay Galerisi, Sao Paolo Bienali, Mecsarnok Müzesi, Santa Barbara Kalesi, Valencia Bienali, Palacio de Sastago vb. sergilemiş olmamıza rağmen 1983’te Viyana’da Brandstatter Galerisi’ndeki ve daha sonra 1989’da gene Viyana’da Wirthle Galerisi’ndeki sergiden bu yana erken dönem çalışmalarımız sergilenmemişti. O iki sergide de, Yannick Vu’nun ‘otoportreleri’ yer almıyordu.
#Altın Çocuklar#Flashback#Flasback Yapıtlar#Pera Müzesi#Sergi#Yannick Vu#Ben Jakober#Jakober-Vu#Golden Children#16.-19. Yüzyıl Avrupası'ndan Portreler#Planta Cara#Cruxigram#Cruxigrams#Chartres#Kirazlı Kız#Juan Mestre i Bosch#sergi#kültür#art#sanat#oynakbeyi
8 notes
·
View notes
Text
“BÜYÜK YALAN’IN EGEMEN OLDUĞU BİR ÇAĞDA YAŞIYORUZ”
Son romanı ‘Özgürlük’, ABD’de yayımlandıktan sonra 23 Ağustos 2010 tarihinde Time dergisinin kapağında Jonathan Franzen’in fotoğrafı yer alıyordu. “Büyük Amerikalı Yazar” başlığıyla anılıyordu Franzen. Devamında, “yarattığı karakterler ne sırlar çözüyor, ne sihirli güçlere sahipler ne de gelecekten geliyorlar. Jonathon Franzen, yeni romanı Özgürlük’te bize bugün nasıl yaşadığımızı gösteriyor,” diyordu Time. Kıpır kıpır bir dedikoduyla başlayan Özgürlük romanında Franzen, daha aileden başlamak üzere, gündelik hayatımızda ne kadar özgür olduğumuzu veya kendimizi ne kadar özgür sandığımızı ele alıyor. Aile, evlilik, cinsellik kavramları üzerinden bugünün dünyasını aktarıyordu. Time’ın “Büyük Amerikalı Yazar” olarak andığı Franzen’le Sel Yayınları tarafından yayınlanan Özgürlük romanı üzerine konuştuk.
--OYNAKBEYi--
Çağdaş Amerikan edebiyatının en çok övgü alan yazarısınız. Time dergisinin kapağında yer almanız da bunu açıkça gösteriyor. Sanki çağdaş Amerikan edebiyatının tamamından siz sorumluymuşsunuz gibi bir hava esiyor. Son kitabınızın adından da esinlenerek gördüğünüz bu yoğun ilginin bir yazar olarak özgürlüğünüzü nasıl etkilediğini sormak istiyorum.
-Sorunuzu yanıtlamak için öncelikle özgürlükten ne anladığımızı konuşmamız gerekir. Özgürlüğü en önemli değer olarak gören yaklaşımı ya da onun bir benzeri olan yeniyetmelerin sonsuz özgürlük anlayışını temel aldığınızda, günlük programıma ya da işime yapılan her tür müdahalenin özgürlüğüme yapılmış bir saldırı olduğu açıktır. Amerikan edebiyatının sözcüsü konumunda olmak ise kuşkusuz çeşitli müdahalelere açık olmayı gerektirir. Ancak özgürlüğü seçim yapma zorunluluğundan bir kurtuluş olarak görürseniz -bir insanın ne yapması gerektiğini bildiği zaman bunu bilmediği zaman olduğundan daha özgür olduğuna inanırsanız- bir edebiyat görevi üstlenmiş olduğumu ve bu dünyaya yapmak için geldiğim işi yaptığımı düşünmenin benim için son derece özgürleştirici bir ruh hali olduğunu görebilirsiniz. Bu açıdan bakıldığında ben şu an tüm yaşamım boyunca olduğumdan daha da özgürüm. Aslında özgürlükle ilgili bu iki farklı anlayış arasındaki çatışma, Özgürlük adlı romanımın da ana konularından birini oluşturuyor.
Özgürlük, Düzeltmeler’in yayımlanmasından oldukça uzun bir süre sonra yayımlandı. Arada geçen bu uzun süre boyunca neler yaptığınızı bize anlatabilir misiniz?
-Zamanımın çoğunu başka tür yazı çalışmalarıyla geçirdim. Denemeler ve gazete yazıları kaleme aldım, çeviriler yaptım. Üçüncü (Düzeltmeler) ve dördüncü (Özgürlük) romanlarım arasında iki tane kurmaca olmayan kitap, bir tane de çeviri yayımladım. Denemelerimi topladığım son kitabım olan ve A.B.D.’de kısa bir süre once yayımlanan Farther Away’in büyük bir bölümünü de bu iki romanım arasındaki dönemde kaleme almıştım. Bir romanda söyleyecek yeni bir şey bulmam oldukça uzun bir zaman alıyor. Söyleyecek yeni bir şey olmadan roman yazmak da benim inandığım bir edebiyat anlayışı değil kesinlikle.
EVLİLİK HEM KORKUNÇ HEM HARİKA OLMALIDIR
Özgürlük’te geleneksel bir kurum olan “aile”nin ne kadar acımasız olduğunu görüyoruz. Ama yine de televizyonlarda yayınlanan dizilerde bile, “aileyi koruma”nın önemiyle ilgili nakaratı sürekli duyuyoruz. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
-Ailenin “acımasız” bir kurum olduğu fikrine katılmadığımı söylemek isterim öncelikle. Kuşkusuz aileler, bireylerin çok fazla acı çekmesine neden olabilirler; ancak güçlü duyguların -özellikle de sevginin- yaşandığı her ortamda insanlar acı çekebilirler. Hayatı acı çekmeden, özellikle de sevgiden kaynaklanan acıyı hissetmeden yaşamak, hiç yaşamamış olmak demektir.
Yine Özgürlük’te aile kurumu kadar ele aldığım, evlilik kurumunu sorgulamak gibi bir amacım da yok, ancak evliliğin yarattığı şiddetli gerilim anları ilgimi çekiyor. Bu gerilim anları, özgürlüğün sözünü ettiğim iki farklı yorumu nedeniyle yaşanır: İlk yorumda bireyin hakları öne çıkar, ikinci yorumda ise başka insanlara olan sadakat ve bağlılık özgürlüğün kendisini yaratır. Bana göre gerçekten kötü olan evlilik, bu tür gerilim anlarının hiç yaşanmadığı evliliktir. Evlilik, aynı anda hem korkunç hem de harika olmalıdır.
Özgürlük dedikodu ile başlıyor! Romanın temel dinamiklerinden birisi dedikodu... Özgürlük ve dedikodu birbiriyle ne derecede ilintili sizce?
Bu sorunuzun yanıtı da özgürlükten ne anladığımıza bağlı. Özgürlük’te dedikodu yapanlardan birinin, baş kahramanların “nasıl bir yaşam süreceklerine henüz karar vermediklerini” söylediğini anımsarsınız. Nasıl bir yaşam süreceklerine karar vermiş insanların, başkalarının kendileriyle ilgili söylediklerini umursadıklarını ben hiç sanmıyorum. Dedikoduları umursamadağınız müddetçe öğür olabilmek adına bir adım daha atmış olursunuz.
Günlük hayatımızda sürekli birilerinden onay almak ve aile bireyleri başta olmak üzere çevremizdeki herkesin hoşuna gitmek için çaba harcıyoruz. Başta romanınız olmak üzere, gündelik hayatta insanlar da, birçok şeyi başkalarının hoşuna gitmek için yapıyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Herkes beğenilmek ister kuşkusuz. Bir romancı olarak aileleri ilginç bulmamın nedenlerinden biri, sizin de belirttiğiniz gibi, insanların aile ortamında tamamen beğenilmelerinin mümkün olmamasıdır. Ailelerde duygusal baskı o kadar yüksektir ki bireyler kendilerini sürekli beğenilen kişiler olarak hissedemezler. Aşk, nefret, isyan, rekabet gibi yoğunluğu yüksek duygular, insanların beğenilmek için takındıkları maskeleri yüzlerinden çıkarıp atar ve insanların da bu durumda kendileri olmaktan başka bir seçenekleri kalmaz. “Seçeneğin olmaması” daha önce de söylediğim gibi bir tür özgürlüktür.
Romanlarımda aileleri ele almamın başka bir nedeni de, aile bireylerinin yeni teknolojik araçlardan farklı olarak yapmalarını istediğimiz şeyleri her zaman yapmamalarıdır. Teknolojinin yarattığı sahte özgürlüklerden ve sevgiye dayalı ilişkilerin yarattığı gerçek özgürlüklerden sık sık söz etmemin nedeni de tam olarak budur.
Sanki bunun bir devamı olarak, herkesin yüzünde son derece mutlu bir ifade var ama aslında kimse gerçekten mutlu değil…
Hepimiz bir gün öleceğiz ve o güne kadar da büyük olasılıkla sık sık acı çekeceğiz, bu nedenle mutluluğu sürekli yaşanabilecek bir ruh hali olarak görmemek gerekir. Ancak bir insanın mutlu olduğu anlardan -saatler, haftalar, hatta bazen yıllar- söz etmek mümkündür. 2009’da Özgürlük’ü yazarken mutluydum. Yazı yazma beni genellikle mutsuz eder, ama o dönemde mutlu bir mutsuzluk yaşıyordum. Yapacak bir işim vardı ve bu işi yapabileceğime her geçen gün daha fazla inanıyordum. İşte benim için mutluluk budur. Romanımdaki kahramanlarımın yanılgısı da aslında, bu mutluluk düyüncesinden kaynaklanıyor. Sürekli olmasını isteseniz bile, mutluluk kısa ve kesintilidir...
CİNSELLİK SORUN OLMAKTAN ��IKARSA İNSAN İNSAN OLMAKTAN ÇIKAR
Özgürlük, bir yandan da Amerika’nın hiç de söylendiği gibi bir ‘özgürlükler ülkesi’olmadığını ve ‘özgürlük’ün daha ev içinde sona erdiğini gösteriyor.
Serbest piyasayı ve onun rekabete dayalı koşullarını bu kadar destekleyen bir toplumun aile hayatında her gün yaşanan rekabetten söz etmekten hiç hoşlanmaması çok tuhaf. Bir romancı olarak üstlendiğim görevlerden birinin, içinde yaşadığım toplumun konuşmaktan rahatsız olduğu şeyleri bulup onlardan hikâyeler oluşturmak olduğunu düşünüyorum. Örneğin, cinsellikle ilgili yazmayı kesinlikle seviyorum. Okurları rahatsız etmeden bu konuda yazabildiğimi düşünüyorum, ama beni cinsellikle ilgili yazmaya yönelten asıl neden, teknolojik tüketim araçlarının insana özgü bu eylemi ele almayı becerememiş olmaları. Büyük Yalan’ın -teknolojinin bizim tüm sorunlarımızı çözeceği yalanının- egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu yalana inanmayan ve onun egemenliğine karşı çıkan romancı da, bu büyük yalanın gerçek yüzünü gösterecek, eski ve yok edilemez olan kimi insani dürtüleri (cinsellik gibi) anlatmaya yöneliyor doğal olarak. Cinselliğin bir sorun olmaktan çıktığı gün ben insanların da insan olmaktan çıktığına inanacağım.
TOLSTOY’UN OLGUNLUĞUNA ERİŞMEYİ ARZULUYORUM
Özgürlük’te kimi klasik yapıtlara ve isimlere, özellikle de Tolstoy’un adı geçiyor, çünkü kahramanlardan biri olan Patty onun kitabını okuyor ve birden Savaş ve Barış’ın içinde kendi hikâyesinin olduğunu görüyor. Tolstoy’un iki büyük romanının mucizevi güzellikte kitaplar olduğunu düşünüyorum ve kişisel olarak da bu yazarın olgunluğuna erişmeyi arzuluyorum. Ancak ben modernist bir eğitim aldım ve yaşadığımız postmodern çağa uygun olan edebi biçimin, on dokuzuncu yüzyıl realist roman anlayışından çok modernist yaklaşımda bulunabileceğini düşünüyorum.
FRENZEN VE GÜNDEM...
OPRAH
Aslında, tam olarak Oprah Winfrey ve kurduğu Kitap Kulübü’nü eleştirdiğim söylenemez. Yalnızca Oprah’nın yazarların yapması gerektiğini düşündüğü kimi reklam çalışmalarından kişisel olarak hazzetmediğimi açıkladım. Bir de herkesin bildiği şu gerçeği anımsatma hatasını yaptım: Birçok Amerikalı okur için bir kitabın üzerinde Oprah Kitap Kulübü bandı olması o kitabı satın almamak için geçerli bir neden olabilir. Benim bu uyarılarımı Oprah eleştiri olarak değerlendirdi. Onunki gibi bir servete ve güce sahip olan kişiler, insanların görüşlerini ve konuşmalarını denetlemeye alışmışlardır bir kez. Bir yazar olarak ben, herhangi bir denetleme mekanizmasına takılmadan kendi görüşümü kendi seçtiğim sözcüklerle açıklamayı istedim sadece.
e-KİTAP
E-kitaba teorik olarak bir itirazım yok. Ancak ben kitapları bu formatta okumayı sevmiyorum. Bir de internet korsanlığı ve (Amazon.com gibi) internet tekelleri nedeniyle yazarların kısa bir süre sonra yazdıklarından kazandıklarıyla hayatlarını sürdürebilecekleri konusunda endişeleniyorum. Ancak daha genel olarak teknolojik araçların sınırsız tüketimi benim asıl düşmanım, çünkü bu tür bir tüketimin benim önemsediğim tüm insani değerler için tehlikeli, sinsi ve yıpratıcı bir tehdit olduğunu düşünüyorum.
POPÜLER KÜLTÜR
Popüler müzik, Büyük Yalan’a eşlik eden müzik türüdür. Rock and roll da kendisini hâlâ toplumsal düzene bir tür isyan hareketi olarak tanımladığına göre, Özgürlük'teki Richard Katz gibileri rock’ın kendisini Orta Çaplı Bir Yalan olarak görüyorlar. Richard'ın romandaki varlığı, kimliği ve karakteri bir nebze de olsa, bu popüler kültür anlayışının bir yansıması. Büyük Yalan'ın yanında yürüyen bir kültürün, yalancı bir ürünü..
#Corrections#Düzeltmeler#Freedom#Jonathan Franzen#Oprah Winfrey#Sel Yayıncılık#Time#Time magazine#Tolstoy#e-book#e-kitap#edebiyat#kitap#roman#röportaj#söyleşi#Özgürlük#oynakbeyi
4 notes
·
View notes
Text
"EDEBİYATTA HUZUR İSTEMİYORUM BEN"
Günümüz Türk öykücülüğünün "iyi" yazarlarından birisi Yalçın Tosun. Yayımlanan iki kitabının da ödüllendirilmiş olması, bunu "seçiciler kurulu" nezdinde de ispatlıyor. Ne eksiği ne fazlası olan, tam olarak, kararında ve kusursuz kurgulanmış, okuru dürtükleyen Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler isimli ilk kitabıyla Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülünü kazanmıştı. Yine en ince detayına kadar düşünülmüş, hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı, çocukları tekinsiz, erkekleri güven vermeyen, kadınları yalnız, aşkların "aşk" gibi yaşandığı öyküler toplamı Peruk Gibi Hüzünlü adlı ikinci kitabıyla da 58. Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. Yalçın Tosun'la bir araya geldik ve kitabına, ödüle, öykücülüğüne dair konuştuk.(*)
--OYNAKBEYi--
İlk kitabına mukayeseyle, Peruk Gibi Hüzünlü'de Yalçın Tosun'un asıl sesini bulduğunu düşünüyorum, katılıyor musun buna?
Tamamen aynı fikirdeyim. İlk kitabı 2004-2008 yılları arasında yazdım. Uzun bir süre. İlk kitapların çok tuhaf bir büyüsü vardır, hatalarıyla da kusurlarıyla da güzeldir. Benim için, ilk kitabım daha iyiydi veya ikincisi daha iyiydi gibi bir yorum yapmak çok zor. Benim şu an geldiğim ya da gelmek istediğim noktaya daha yakın öykülerin bir toplamını yapsak ikinci kitaptan daha fazla öykü girecektir demem daha doğru olur. Bir de şu var; ilk kitabım kısa öykünün boşluklarıyla, sözcükleri yerli yerine oturtmasıyla, yazarın yetisini ortaya koyan bir kitap. Ama biraz daha uzun öykü yazdığımda, aynı yoğunluğu bulabilecek miyim, sorusu vardı hep. İşte ikinci kitapta bunun örnekleri var. Biraz kendimi bununla da sınadım. Bu durumda senin de sözünü ettiğin sesi bulma noktalarına daha da yaklaştığımı söyleyebilirim. Ama ilk kitabım olmasaydı bu kitap olmazdı!
İlk kitabının daha ismiyle şaşırıyordu okurlar; aile gibi toplumca "kutsal" addedilen bir kurumun "ölümcül" olduğunu dile getiriyordun. İkinci kitabındaki öykülerde de çocukların aslında ne kadar 'zalim' olabileceğini gösteriyorsun...
Şimdi söylediğinde düşünüyorum da, gerçekten ilk öykülerdeki çocukların tekinsiz olduğunu görüyoruz. İnsanın zalimlik topumları çocuklukta atılan bir şey. Her zaman da dış etkenlerle zalimleşmiyoruz, bazen doğuştan gelen bu zalimlik hissini, ya başkaları ya biz besliyoruz. İlk kitap belki biraz daha sertti, ama ikinci kitapta böyle bir adalet hissiyle de yaklaşmış olabilirim ve bu yüzden çocukların daha çocukken bile sandığımız kadar masum olmadıklarını dile getiriyorum. Bunu da tabi ki kendi çocukluğumdan ve çevremden yola çıkarak, okuyup izlediklerimden hareketle söylüyorum. Bir yazar olarak çocuğa bugüne kadar onlara yüklenmiş imajla bakıyorsanız, kadına size öğretilmiş imgelerle, erkeğe yine aşnı şekilde bakıyorsanız yazar olarak bir sıfır geride başlıyorsunuz. İyi ve kötünün bu kadar dengelenmiş olduğu bir hayatta çocuklara da kadınlara da eşcinsellere de, yaşlılara da böyle bakmaya çalışıyorum. Yazar önce anlamaya çalışmalı, sonra diğer şeylere geçmeli.
OKURU CİDDİYE ALIRSANIZ DAHA CESUR OLURSUNUZ
Başta ilk kitabındaki öyküler olmak üzere öykülerinin en belirgin özelliği okuru davet ediyor olması. Necatigil'in "boşlukları okur doldursun" dediği gibi, isteyen okurun devamını getirebileceği öyküler bunlar. Bir o kadar da okura biraz sorumluluk yükleyen öyküler aslında.
Ben de öyle düşünüyorum. Biraz daha genişletmek gerekirse, okuru ciddiye alan bir tavır bu. Bunu şöyle kurguluyorum; okuru ciddiye alırsanız o boşlukları doldurmasına duyduğunuz güvenle öyküyü daha cesur bir yerde bırakabiliyorsunuz. Okur veya yazar herkesin söylediği bir şeydir; kısa öykü tek bir sözcükle dibe vurabileceği gibi zirveye de çıkabilir. Okura, okurun zekasına, birikimine güvenmezseniz çok sıradanlaşıp sıkıcı olabilir. Ben hep bilinçi boşluklar bırakıyorum ve genelde bittiği anda da okur fark eder bunu. Zaman zaman iki üç sayfalık öykü bittikten sonra, dönüp bir daha okumalarını istiyorum çünkü. Bu anlamda bütün öykülerin homojen bir boşluk taşıdığını düşünmüyorum. Bazıları daha kapalı bazıları daha açık. Ama açık olanlarda bile dediğim gibi ne bir sözcük eksik ne de fazla olsun istiyorum. Okur kendi içinde tamamlasın istiyorum...
Öykülerindeki aşkın "cinsiyet üstü" bir aşk olduğunu söylemek gerek. Kutsal aşk imgesi değil bu, aşkı kabulleniş şeklinle alakalı sanırım bu, değil mi?
Aşkı çok yücelten biri değilim! iki erkek iki kadın birbirini seviyor veya cinsel açıdan birbirini çekiyorsa buna başkasının bir sözünün olamayacağını düşünüyorum. Aşkın varlığını kabul ediyorum ben. Yüceltmiyorum, aşkı olduğu gibi kabullenip üzerine daha fazla anlam yüklemiyorum. Her insan her insanı sevebilir, daha ötesi yok bunun. Saygı duymak kendini ve insanı kabullenmek, bir arada yaşamak ve hiçbir şeyi de olduğundan fazla yüceltmemek gerekiyor. Bir şeyi olduğundan fazla yüceltmediğiniz zaman onu olduğundan aşağı da görmüyorsunuz. Yeri neyse orada oluyor, mesafe ve tarafsızlık sağlar bu insana...
En kalabalık öykülerinde bile kahramanların o kadar yalnızlar ki. Yalnızlar mı çekiyor seni?
Gerçekten öyleler, yalnızlar. Altın Günü öyküsündeki gibi, orta sınıf kadınlar arasındaki muhabbetler çocukluğuman beri beni çok çekmişir. Ben de gitmiştim altın günlerine ve onların dedikodularını dinlemek çok hoşuma giderdi. O zamandan beri şunu gördüm, kadın kadının kurdu olabiliyor. Kadınların kendi aralarındaki iktidar çok farklı yerlerden filizlenebiliyor. Çok fazla karakter var orada ama bir yanda da bir veya birkaç dram var. Senin en başta söylediğin şeye benziyor, hepsinin bir dramı olsa da bu onların zalim olmasını engellemiyor. Birine güvenmenin zorluğunu yaşadığımız anda yalnızlaşıyoruz. Diğer öykülerimin kahramanları da gerçekten yalnızlar ve birçoğu bundan kurtulmak için bir çaba da göstermiyorlar. Hattâ bunun farkında bile değiller. Bunu ya zalimlikle kapatmaya çalışıyorlar, ya da bir başka mücadele içindeler...
...BİZİMLE BERABER KİRLENİYOR ÇÜNKÜ
Üç Kadınlı Şehir öykünde, şimdiye kadar kaleme alınan "şehir" öykülerinden farklı olarak, şehir de söze geliyor...
Ben bu şehri çok seviyorum ve şehir adına üzülüyorum. O öyküdeki üç kadın da birbiriyle bağlantılı kadınlar ve aslında üçünün tek ortak tarafı İstanbul'da yaşıyor olmaları. Üçü için de İstanbul'un farklı anlamları var. Birinin göç ettiği şehir. Diğeri burada doğmuş ama hep başka şeyler istemiş ve şehri çok seviyor. Üçüncü de ekonomik olarak diğerlerinden farklı bir noktada olduğu gibi şehirel olan ilişkisi de bambaşka ve hiçbir şey umrunda olmadığı gibi şehir de umrunda değil. İstanbul'la bu kadar kesişen üç karakteri anlattıktan sonra sözü birde İstanbul'a vermek istedim. Üçü aynı ortamda olmuyorlar ama ortak noktaları burası işte. Şehrin de kendine göre yargıları var, çünkü o da bu kirlenmeden payını almış ve o da bu üçünü yargılıyor. ��ünkü İstanbul'u da olduğu gibi kabul ediyorum. Bizimle beraber kirleniyor çünkü...
Aslında okura tebessüm ettiren öykülerinde bile bir huzursuzluk sezmek mümkün. Bu senin edebiyata yaklaşımından mı kaynaklanıyor?
Edebiyatta huzurluzluğu seviyorum. Dürtükleyici, soru sordurucu, gülerken birden bir darbe almamızı seviyorum. Çünkü hayatı da böyle yaşıyorum. Zaman zaman bir arkadaşımızın iyi haberine gülerken içten içe 'o kadar da gerekmiyordu' diyebiliyoruz. Birisinin ölüm haberi bizi üzmüş olsa bile, çok yaşlıydı zaten diyebiliyoruz örneğin. Birisinin kötü haberine üzülürken bir tarafımızla sevinebiliyoruz da zaman zaman. Bunlar çok da ikiyüzlülük değil bence. Bunun için bunları yazmak gerekiyor. Huzursuzluk da buradan çıkıyor belki. Ben bizzat huzursuz bir insanım zaten, bunun da bir etkisi vardır elbette. Huzursuzluğun benim edebiyatımda hep olacağına inanıyorum. Edebiyatta huzur istemiyorum ben.
Öyleyse, kimdir Yalçın Tosun'un yazarları?
Aslında çoğu huzursuz yazarlar. Kimi bunu bir kadın erkek ilişkisi üzerinden yapıyor Raymond Carver gibi, kimisi hiç yoldan gitmeyip kendi içini kazımaya başlıyor Rilke gibi. Hep diken üstündeyizdir. Çünkü kahramanları sürekli bir gerilim içindedir belki de. Truman Capote beni etkileyen isimlerdendir, öyküleriyle romanlarıyla. Cehof, Mansfield ve Cehov benim için önemli sac ayaklmarıdır. Romancı olarak Paveze ve Svevo'yu saymalıyım. Onlar bende "yazmak ne güzel" düşüncesini doğurmuşlardır. İkisi de huzursuz adamlardır ve bende kırılma noktalarıdır. Saul Below da bunlardan biridir. Türk yazarlardan ise Sait Faik elbette başta gelenidir. Tezer Özlü, Füruzan, Sevim Burak ki ikinci kitapta ona adadığım bir öyküm vardır, Tomris Uyar yine anmam gereken isimlerdendir. Benimle aynı kuyaktan olan isimler arasında Sine Ergun geliyor ilk aklıma. Unuttuğum isimler muhakkak vardır tabi. Erkeklerin dünyası bana fazla hoyrat ve daha az derinlikli gelmiştir dünyaya baktığımda. Çevreme baktığımda meselâ. Erkek yazarlarda da böyle bir şefkatli taraf aradım ve erkek yazarlarda da bu çerçevenin dışına çıkabilmiş olanları seviyorum Fikret Ürgüp ve Murathan Mungan'ı saymalıyım bu noktada.
Nasıl yazıyorsun?
Hasan Ali Toptaş'ın bir belgeselde kurduğu cümleyi ben de uzun süredir söylüyorum aslında. Bilinçdışı bir bilinçle yazıyorum ben öykülerimi. Bir öyküyü günler boyunca kafamda düşünüyorum, ama hiçbir not almıyorum ona dair. Gerçekten yazmaya değerse beni terk etmiyor çünkü öykü. Kafama sürekli bir şeyler gelir, dizeler gelir cümleler gelir. Gnlerce haftalarca farklı farklı öyküleri gün içinde düşünüyorum. Yazmaya başladığımda da çok fazla vaktimi almıyor. Uzun uzun düşündüğüm ama hiç planlamadığım şeyler bunlar. Romanda bu olmaz muhtemelen. Düşünme faslı uzun sürebiliyor tabi, beni de şaşırtıyor yazdıktan sonra...
SAİT FAİK İSMİNİN YANINDA ANILMAK MUTLU EDİYOR BENİ
Sait Faik Hikâye Armağanı'nın yüklediklerini aslında yeni idrak ediyorum. Tören bitti çok güzel bir akşam geçirdik, ama bir anda hazmedilebilecek bir şey değil. İlk kitabımla Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü'nü almıştım., İlk kitapla ödül alınca; büyük mutluluğun yanında bundan sonra neler olacak diye tedirgin olabiliyor insan. O ödülün özelliği, o yıl yayımlanmış şiir, roman, hikâye gibi bütün türler arasındaki bir elemeden geçerek alınmış bir ödül. Haliyle ilk kitaba vermeleri onlar için de bir risk aslında. Bana söyledikleri şey, "bundan sonra sizi çok sıkı takip edeceğiz, çünkü sizinle birlikte biz de bir sorumluluk aldık," dediler. İkinci kitap Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanınca ödüllendirilmenin insana verdiği bir yüreklenme hissi var. Önemsediğiniz kişiler tarafından seçilmiş olunca daha güzel bir yere gidiyor iş. Çok büyük bir korku duymasam da biraz da kendimi birçok kişi adına sorumlu hissediyorum. Bu baskı değil, biraz daha sorumluluk yüklüyor. Fakat 'doğru yolda' olduğumun da mesajını verdi. Sait Faik isminin yanında adımın anılması ayrıca mutlu ediyor beni.
AYSEL GÜREL'E YAZILAN ŞİİR KİTABIN ADI OLDU
Kitabın ismi senin de bildiğin gibi bir şiirimden geliyor. Şiirin hikâyesini anlatmak gerek önce; şiiri yazmaya başladığımda Aysel Gürel yeni ölmüştü. Aysel Gürel hem benim hem de şiiri besteleyen arkadaşım Mabel Matiz'in tanımadan çok sevdiğimiz bir insandı. Onun ölümündan sonra yazmış olsam da, tamamen de onu anlatan bir şiir değil tabii ki. Peruk imgesine insanların yüklediği bütün o farklı anlamların yanında, peruğun hüzünlü olabileceğini bana ilk hissettiren isimlerden biriydi Aysel Gürel. O deli dolu yaşantısına rağmen o renkli peruklarla bunu bir maske gibi kullandığını düşünüyordum. Peruğa başka açıdan da bakılabilir; örneğin kanser hastası bir annenin taktığı peruk diye yorumlayan da olmuş, zorunlu seks işçiliği yapan travesti de olabilir, barlarda pavyonlarda çalışan kadınlara da ait olabilir. Kitaba isim koyarken, şiiri oluşturan ikili dizelerin çok rahat bir biçimde dörder öyküyü ayrı ayrı içine alabildiğini fark ettim. Bu nedenle Peruk Gibi Hüzünlü şiiri, kitabın da adı oldu. Gerçekten okurlara olduğu gibi bana da çok fazla şey çağrıştıran bir ad bu. Biraz da bunun için tercih ettim...
(*) Fotoğraflar: Yaşar K. Canpolat.
#Yalçın Tosun#Peruk Gibi Hüzünlü#Edebiyatta Huzur İstemiyorum Ben#Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler#Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü#Sait Fâik Hikâye Armağanı#öykü#hikâye#röportaj#söyleşi#oynakbeyi#edebiyat#kitap#Aysel Gürel#Mabel Matiz#YKY
5 notes
·
View notes
Text
SİMON KUPER'LE KÜÇÜK BİR SOHBET
Türkiye'de birçok insanın futbola bakışını değiştiren isimlerin arasındadır Simon Kuper. Türkçede "Futbol Asla Sadece Futbol Değildir" adıyla yayımlanan kitabını televizlyonda en çok güldüğümüz, yorumlarını eleştirdiğimiz, sosyal medyada yapılan geyiklerle trend olan isimlerin bile anmadan edemediği yazardır. 'Endüstriyel futbol'a muhalif olanlar arasında, milyon dolarlarla transfer edilen futbolcular kadar popülerliği vardır. Kuper'in Türkçede yayımlanan son kitabı Futbol Adamları, modern futbola damgasını vurmuş futblolcu ve teknik direktör portrelerini içeriyor. Hâlâ aktif futbol yaşantısını sürdüren starlardan geçmişin efsanelerine, Cruijfuf'tan Messi'ye futbolun yetenekli isimlerine, Pasarella'dan Guardiola ve Maurinho'ya dahi teknik direktörlere, Anelka, Roberco Carlos, Dirk Kuyt'tan Ribery'ye yolu Türkiye'den geçen futbolculara kadar onlarca ismin portresini yazdığı kitabının yayımlanmasını fırsat bilerek Kuper'e ulaştık. Kitabından Euro 2012'ye, şike olaylarından gündemin diğer olaylarına kadar konuştuk...
--OYNAKBEYi--
Futbol Adamları’nda modern futbolun dev isimlerinin portrelerini çiziyorsunuz. Yaptığınız görüşmelerde, sizi en çok etkileyen isim hangisiydi?
Çocukluk kahramanım Johan Cruijff’tu. Dolayısıyla onunla görüşmek hem iyi hem de korkunç bir deneyimdi. Kitapta açıkladığım gibi, sonunda travmatik bir anlaşmazlık çıktı. Ama belki de en ilginç görüşmeler eski oyuncularla yaptıklarımdı. Onlar daha rahattılar ve daha çok vakitleri vardı; bir kafede oturup arkadaş gibi konuştuk. Mesela Bruce Grobbelaar, Johhny Rep ve Bernd Holzenbein. Rep ve Holzenbein, 74 Dünya Kupası finalinde rakiptiler. Bunlar en iyi hatırladıklarım.
Portrelerini çizdiğiniz futbol adamlarının çoğunun alt sınıftan gelmesi dikkat çekiyor.
Bazıları alt sınıfta yetiyen insanların motivasyon unsuru olarak, 'kazanma arzusu'nu öne çıkarıyorlar. Ben, kazanma arzusundan kaynaklandığını düşünmüyorum. Bence, alt sınıflardan gelen çocuklar sokakta top oynayarak daha çok vakit geçiriyorlar. Dolayısıyla da evde ders çalışan, bilgisayarda oyun oynayan orta-sınıf kökenli çocuklardan daha iyi futbolcular oluyorlar. Tek sebep pratik sanırım. Malcolm Gladwell’in ne yazdığını hatırlayın. Herhangi bir konuda iyi olmak için, 10.000 saat pratik yapmalısınız.
GUARDİOLA FUTBOL ÜZERİNE YENİ FİKİRLERİ OLAN BİR HOCA
Teknik direktörler içinde bu sene en çok bahsi geçenler öyle veya böyle Mourinho ve Pep Guardiola oldu. Aradan geçen zamanda Maurinho Madrid’e gelip rekorlar kırarken Guardiola izne ayrıldı...
İkisinin de kitapta yer alması harika! Gelecekte neler yaparlar bilemiyorum. Şampiyonlar Ligi, tahmin yürütülmesi imkansız bir olay. İspanya liginde ya Barça ya da Madrid şampiyon olacaktır. Çünkü bir sürü maç var ve sonunda en iyi takım kazanıyor. Ama Şampiyonlar Ligi’nde kötü bir gece geçirip elenirsiniz. Geçen sene Barcelona’nın başına geldiği gibi. Madrid elbette seneye kazanabilir. Ama kazanacaklar mı? En ufak bir fikrim yok. Futbolun Şifreleri’nde açıkladığım gibi, çoğu teknik direktörün öyle büyük bir fark yaratmadığını düşünüyorum. Oyuncular çok daha önemli.
Guardiola'ya gelince... Bence bir sene dinlenecektir. Yoksa neden yaşadığınız yerin takımını bırakıp -ki dünyanın en iyisi- anında başka bir yere imza atasınız ki? Guardiola, futbol üzerine kişisel ve yeni fikirleri olan bir hoca, bunları tazelemek için vakte ihtiyacı var.
Oyuncuları anlattığınız bölüm içerisinde en Matthaus ve Ballack bölümünde “şef” metaforunu kullanıyorsunuz. Bugünkü Alman Milli Takımı’nda başka uluslardan oyuncular da varken, bu takım içinde şef kim olur?
Etnik kökenin belirleyici olduğunu sanmıyorum. Lafı açılmışken, daha geçenlerde, Philip Lahm’ın, takımda üç tane güçlü oyuncu olduğunu söylediğini okudum: Kendisi, Bastian Schweinsteiger ve Mertesacker. Bir başka deyişle, etnik bakımdan üç saf Alman. Ama sanırım bu bir tesadüf.
MESUT ÖZİL HENÜZ O KADAR BÜYÜK DEĞİL
Mesut Özil birgün Alman milli takımının “şef”i olabilir mi sizce?
Bir gün belki, ama henüz o kadar büyük bir oyuncu değil. Takımda düzenli olarak oynamaya başlayalı daha bir iki yıl oldu. Ayrıca, sahada baskın bir konumda bulmuyorum onu. Klasik bir on numara değil, keza top isteyip dağıtan bir oyun kurucu da değil. Daha ziyade, boş alana kaçan ve başkalarından top alan bir oyuncu. Böyle bir uyuncu, bu kadar hızlı bir şekilde lider olmaya eğilimli değildir.
BELKİ BİRGÜN ARDA'YI DA YAZARIM
Birgün portresini yazabileceğiniz bir Türk futbolcu olursa kim olur?
Korkarım son yıllarda Türk futbolunu yakından takip etmiyorum. Ama Hidddink mevcut jenerasyonun en kaliteli oyunculardan oluşmadığını söylerken haklı olduğu kanaatindeyim. Hiçbirinin Avrupa’nın en büyük kulüplerinde oynamaması dikkat çekici bir şey. 2010 Eylülü’nde İstanbul’da Türkiye-Belçika maçını izlerken, Türklerin Messi’si Arda’dan bir kez daha çok etkilenmiştim. Arkadaşım Yiğiter Uluğ bana biraz Arda’nın ailesini anlattı, etkilendim. Belki bir gün onun hakkında yazma şansı bulurum; tercihan, Türkiye, 2014 Dünya Kupası’na katılırsa.
Hazır Hiddink demişken, kitapta da anlattığınız Hiddink'in Türkiye'deki iki tecrübesinde kendi kariyerinin altında bir grafik çizdi...
Öncelikle, her zaman derim ki, hocalar bu kadar önemli değildir. Oyuncular çok daha önemli. Şu an Türkiye harika bir jenerasyona sahipmişe benzemiyor. Ayrıca, Almanya’yla aynı grupta olmanız şanssızlıktı. Üçüncü olarak, Hiddink yaşlandıkça -şu an 65 yaşında- işine daha az zaman ayırıyor. Belki oyuncu aramaya daha çok vakit ayırabilirdi, bilemiyorum.
ALTI YIL ÖNCEKİ KUYT'I BEKLEMEYİN
Kuyt bir defasında 'Robin van Persie'nin tekniğine sahip değilim,' itirafında bulunmuytu. Ancak sahip olduğu Hollandalı yeteneklerinden birisi olan 'mantalite' onu çok ileriye götürdü.Korkarım Fenerbahçe Kuyt’la anlaşmakta biraz geç kaldı. Türk kulüpleri, yıldız futbolcuları getirmeye çok meraklılar, çünkü taraftarlar bunu seviyor, ama en iyi oyuncular en iyi çağlarında Türkiye’ye gitmiyorlar. Böylece Türk kulüpleri, artık Avrupa’nın büyük takımlarında oynayamayacak kadar yaşlı futbolculara imza attırıyorlar. Mesela Roberto Carlos. Lütfen beş altı yıl önceki Kuyt’ı beklemeyin. Fizik gücüyle oynayan bir oyuncu o ve bu tipler erken çöker; forvetler de erken çöker.
CEZA VERİLMESZE FUTBOLUNUZ BİTER
Takip edebildiyseniz şike süreci olarak adlandırılan olayları siz nasıl gözlemliyorsunuz?
Türkiye’de ne olup bitiyor bilmiyorum. Şikenin dünya çapında artış gösterdiğini gayet iyi biliyorum ve bu profesyonel futbolu bitirecek tek şey. Taraftarlar maçın ayarlandığını bilirlerse, maça gitmezler. İtalya’daki 2006 Calciopoli skandalında bunu gördük. Geçen ay TFF’nin bütün takımları akladığını duyunca hayal kırıklığına uğradım. Birilerinin şike yaptığından eminim. Sahtekarlarınızı cezalandırmalısınız (hangi kulüplerin olaya karıştığını bilmiyorum), aksi takdirde futbolunuz biter.
FAVORİM İSPANYA
Euro 2012 için favorim İspanya. Bildiğiniz gibi, dünyanın en iyi topçuları onlarda. Yaş ortalamalarına baksak, sadece Xavi biraz yaşlı. Henüz şahane bir oyun oynamadılar, ama geçen Dünya Kupası’nda da sadece yarıfinalde Almanlara karşı harika oynadılar. Mükemmel oynamadan kazanmak, çok iyi bir takıma işaret eder.
#Simon Kuper#Futbol Adamları#röportaj#oynakbeyi#futbol#Euro 2012#Johan Cruyff#Johan Cruijff#Guardiola#Mourinho#Mesut Özil#Arda Turan#Messi#Philip Lahm#Bastian Schweinsteiger#Guus Hiddink#Dirk Kuyt#İspanya Milli Takımı#İthaki Yayınları#kitap
4 notes
·
View notes
Text
HİÇ EKSİLMEYEN DEVRİMCİ BİR RUH TAŞIDIM
Çağdaş Türk şiirinin toplumcu isimlerindendir Hüseyin Haydar. Hattâ "devrimci şair" nitelemesiyel anılır. Şiirleri de buna uygundur zaten. Slogan atmadan ama yüksek sesle söylenen şiirlerin şairidir Hüseyin Haydar. Başta Amerika'nın Irak'ı işgalinden hareket ederek Anadolu'dan Uzak Asya'ya uzanan, Deniz Gezmiş'ten Spartaküs'e, Mevlânâ'dan Timur'a kadar önemli tarihi figürleri andığı ve bütüncül bir kültür coğrafyası olarak "kadim doğu"ya adadığı şiirleri "Doğu Tabletleri" ile 2012 Yunus Nadi Şiir Ödülü'ne layık görüldü. Düzenlenen törende ödülünü alan Hüseyin Haydar'la ödül sonrası, 'Doğu Tabletleri' üzerine konuştuk.
--OYNAKBEYi--
Konuya Doğu Tabletleri isimli kitabınızla kazandığınız, 2012 Yunus Nadi “Şiir” Ödülü’yle girmek gerek, ne hissediyorsunuz?
Basınımızın kurucularından Yunus Nadi adına konulmuş böylesine köklü bir ödüle değer görülmek insanı gönendiriyor. Bir de Türk şiirinin, Türk aydınlanmasının çok önemli isimlerinden oluşan seçkin bir jürinin oylarıyla ve ittifakla kazanmak ayrı bir onur.
Sizin ve şiirleriniz için söylenen sözlerin başında “devrimci şair” ifadesi var. Ama diğer taraftan da “devrim”in kalmadığına dair yorumlar var, ne düşünüyorsunuz?
Evet, her zaman ve hiç eksilmeyen devrimci bir ruh taşıdım. Yaşantım devrim kavramının bütün çağrışımları içinde şekillendi. Bugün de öyle. Buna karşın “devrimci şair” tanımlaması bana, bir şair için fazlalık gibi görünüyor. Çünkü devrimci olmak, dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde insanın en önemli erdemlerindendir. Ve şairler erdemli olmak zorundadır... “Devrim durumu”nun kalmadığı görüşü ise hayata aykırı. Hele hele bugün dünya büyük devrim dalgalarına gebeyken... sancıları hissediliyorken.
Doğu Tabletleri’nin "Sunuş" kısmında Doğu’nun ne olduğunu soruyorsunuz. Nedir sizce Doğu; bir coğrafya mı, yoksa kadim kültürler bütünü mü? Ayrıca “sunuş”u Doğu Tabletleri için müstakil bir manifesto olarak değerlendirebilir miyiz?
Sondan başlarsak, Doğu Tabletleri için kullandığınız manifesto tanımını yerinde buluyorum. İlk kez siz kullanmış oluyorsunuz. Ortaya konulan yapıtı ve amacını açıklayan doğru bir yaklaşım. Doğu nedir? Yine “sunuş”un diline dönersek; Doğu, nefes alırken bizim ciğerlerimizin kullanmadığımız yanıdır. Denilebilir ki, 80 yıldır ciğerlerimizin hep Batı yanıyla soluklandık ve bu nedenle yarım nefesle yaşadık. Nefes darlığı çektik. Toplumsal, düşünsel bedenimizde “solunum yetmezliğinin” yarattığı sağlık sorunları ortadadır... Bir başka deyişle Doğu, beynimizin kullanmadığımız “doğu lobu”dur. Sizin “Manifesto” tanımınız burada değer buluyor: Ey şair, derin nefes al; göğsün temiz havayla şişsin. Ey şair, beyninin tamamını kullan; beynin tutuşsun.
Her ne kadar sunuş yazısının bir manifesto olduğunu söylesem de, aslında tek tek her tablette / şiirde bir manifesto söylemi bulmak mümkün. Yüksek sesle söylenen şiirler bunlar!
Bu saptamanız da doğru. Tabletler’i derinliğine okuduğumuzda bunu görebiliriz. Yüksek ses, yüksek volüm. Şiirde zor olan. Söylevciye dönüşme tehlikesi olduğu için... Önce konuşma diline ineceksiniz ve oradan içbükey, kat kat anlam dalgalarıyla derinleşeceksiniz. Bazen de tersi. Öyle ki, imgesel anlamın patlamalarıyla oluşan alana insan ruhu dolacak. İnsan bu çekime kapılacak. Doğu Tabletleri’nin bu çekimine kapılan insanlarda ağlayanların sayısı az değildir. Belki de mahşer uğultusu içinden sıyrılmak isteyen bireylerin varoluş çığlıklarıdır. Gerçeğin ve haklılığın haykırılışı gibi. Kendi haklılığına dayanan güvenle sesini yükseltme arzusu.
DERİNLİĞE ULAŞABİLMEK İÇİN OKUR BİRİKİM SAHİBİ OLMALI
Doğu Tabletleri’nin sesleniş şekli kadar dili, kelimeleri de önemli aslında. Eski Türkçe kelimelere sık rastlanıyor; dile dair bu tutumunuzun altı çizilmeli belki de.
Çocuk yaşımdan beri sözcüklere ilgi duydum, onların büyüsüne kapıldım. Niçin öyle seslendirildiklerini, bunu kimin yaptığını, “acaba ben de yapamaz mıyım”ı düşündüm geldim. Defterler dolusu “sözcük bilgisi” çalıştım... Son 20 yıldan beri de zamanımın yarısını dil çalışmaları alıyor. Yakında, yeni bir tezle okuyucunun karşısına çıkacağımı umuyorum. Doğu Tabletleri’ndeki dil tutumuna gelince, bütünüyle yapıtın kendi gerekliliğinden kaynaklanıyor. Başka türlü olamazdı. Doğu Tabletleri, nice yıllar küçümsenmiş, yoksayılmış, ilgisiz kalınmış Asya imgelerini, bozkır mitolojilerini, Doğu’ya özgü söz birikimini yeniden gündeme taşıyor. Bir anlamda, büyük bir insanlık kalıtına işaret ediyor.
Doğu Tabletleri, tarihten, kültür tarihinden isimlere, sözlere, olaylara göndermeler barındırıyor. Haliyle, Hüseyin Haydar şiiri en azından tarihsel açıdan birikim sahibi okur gerektiriyor diyebilir miyiz?
Şiirlerin derinliğine tam olarak ulaşabilmek için bu gerekiyor. Şiirde yoğunluk artınca, anlayış azalır. Anlayış azalınca kitlesel anlamda okuyucu ilgisi de düşer. Bu, şairlerin en önemli sorunudur. Peki, ben nasıl bir çözüm buldum? Dikkat edilirse hemen her şiirde, bir giriş kolaylığı vardır. Bunun için ilk kapının eşiği engindir. Hemen herkes içeriye kolayca girebilir. Girdiği alanla yetinen okurlar olabilir. Küçük bir avlu. Birkaç ağaç. Duvarda oynaşan günışığı, kulağa yansıyan bir türkü sesi vs. Bununla yetinmeyen okur, ikinci kapıyı bulur ve oradan geçer. Bu kez daha geniş bir alana çıkılır. Daha zengin bir görüntü ve daha yüksek bir müzik sizi karşılar. Bununla da yetinmiyorsanız, iç kapılardan birini daha bulup zorlamalısınız. İşte, şiirin yapısındaki anlayışın birbirinin içinden geçerek genişlemesi, her türden okuyucuyu size kazandırıyor. Şiire tutunacak kadar onu duyumsayanlar ya da öteye ve daha öteye geçenler.
Gerçekten de “Birinci Tablet, Uygarlar”da (ki daha sonra da karşımıza çıkacak olan) Amerika’nın Irak ve diğer işgallerine koyu bir tepki var. Haliyle evrensel bir tavır söz konusu. Buradan sizin şair ve şiir anlayışınıza da varabiliriz elbette. Bunun aslında uzun bir cevabı olacağının farkındayım, kısaca değerlendirmenizi istersem; ne söylersiniz?
Şiir için olmazsa olmaz bir koşul vardır: Büyük Fikir! Büyük Fikir, büyük yapıtlara hayat verir. Beni yazmaya iten işte budur. Belki de, ya da bir anlamda sizin “Evrensel Tavır” dediğinizin yansımasıdır. Büyük Fikri olmayan ya da onu sonradan yitiren şairin işi bitiktir. Şiiri elinden kayar gider. Yoksun kalan şair onun hayaliyle oyalanıp durur. Eğer Büyük Fikir bulanıksa, zayıfsa şiir de o oranda bulanıklaşır, zayıflar. Türk şiiri, Büyük Fikrin güçlü olduğu dönemlerde yükselmiş, büyük yapıtlar vermiştir. Yine öyle olacak. Büyük yapıtlar kapıdadır.
Sadece Türk tarihinden söz edemeyiz elbette; şiirlerde Mezopotamya kültürüne dair göndermeler de söz konusu. Tablet kavramı bile buradan kaynaklı belki de… Ne söylemek istersiniz?
Öncelikle belirtmeliyim ki, benim tarihi yüceltmek, tarihteki olayları kavratmak gibi bir çabam yok. Benim için tarih bilinci, bugünün sorunlarının çözümünde işe yarayabilir. Bu nedenle çözüm masasını tarihin ortasına kuruyorum. 2000 yıl öncesinin bozkırına kurulu bir masa. Etrafında dönemin kişileri oturuyor. Masanın üzerinde bugünün sorunları var. İşte o sorunlar evrensel karakter taşıdığı için çözüm işe yarıyor. Tablet kavramı, böylesi bir gereksinimden ortaya çıktı. Yani zamana kayıt düşen yazıyla... Kalıcılık, sonsuzluk sözkonusu.
Şiirinizin kahramanları (gerçekten andığınız isimleri kahraman olarak anmak gerekiyor) Mevlana’dan Deniz Gezmiş’e, Spartaküs’ten Timur’a kadar uzanıyor. Ama hepsi kendi içinde birer devrimci oldukları kadar bir o kadar da “emek” insanı… Yani emekçi yönleriyle şiirinizde yer alıyorlar demek ne kadar doğru olur?
Yeryüzünde en büyük mücadele, insanın yetkinleşme mücadelesidir. Bunun üzerine çıkabilecek, insanın başka hiçbir ideali yoktur. En uçtaki ölümsüzlük arayışı bile bu yetkinleşme çabasının altındadır. İşte vurguladığınız emek bu süreçte ortaya çıkıyor. Halklar ancak emekleriyle övünebilirler. Devrimci öncüler ise en büyük emekçilerdir. Emeksiz devrimcilik olmaz. Olursa kuru gürültüdür, boştur.
Günümüzde (elbette birtakım isimleri hariç tutarak) bireyci bir şiir anlayışı daha sık karşımıza çıkıyor. Oysa Doğu Tabletleri, okura olduğu kadar şairlere de toplumsal mücadele çağrısı yapan şiirler…
Şiirin varlığı, çözümü şiir gerektiren sorunların ele alınma sırasında ortaya çıkar. Şair, insan olarak toplumsal bir varlıktır. İnsanın yetkinleşme sürecinde o, şairlik “görev”ini üstlenmiştir. Şiirini ortaya koyarken tutumunu kendisi belirleyecektir. Bireye odaklanarak toplumsal karakterli bir sorunu çözüyorsa bu, o şairin bireyci olduğu anlamına gelmez. “Bireyci” diye tanımladığımız şair, bireyi mutlaklaştırır, toplum üyesi insan tekinin taleplerini, toplumun ortak taleplerinin önüne koyar. Örneğin bireyin para kazanma hırsını mutlaklaştırarak bunu bir erdemmiş gibi sunar ve topluma atılan kazığı perdeler. Bireyciliği, bencilliği yayar; adanmışlığı, özveriyi, bölüşmeyi yasaklar. Sonuçta bu öyle bir noktaya varır ki birey, içinde yaşadığı toplumsal gerçeklere sırtını döner. Böyle yapmakla şair, toplumun yetkinleşme çabasına karşı bir konuma düşer. Doğu Tabletleri’nin, okuyucuya ve şairlere mücadele çağrısı, ülkemizin ve dünyanın geçtiği zor günlere denk gelmiştir.
BU VAHŞETTEN HEPİMİZ SORUMLUYUZ
Doğu Tabletleri’nin ilk on tanesi, 2003 yılının şubat ayının birkaç gününde yazıldı. Bu şiirlerin tümü, dönemin E Dergisinde kapaktan verilerek yayınlandı. Sözünü ettiğim tarih, ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları yaptığı bir dönemdi. Irak’a yapılan 1991 saldırısını ise koltuklarımıza yaslanarak yaşamıştık… İleri teknolojiye dayalı devlet şiddeti azmıştı. Aşşağılık olabilecek ne varsa hepsinin utancına katlanarak, dizlerimizi karnımıza çekip izlemiştik. O sıra birkaç şiir de yazmıştım; Sudan Gövde kitabımdadır. Ama bu kez durum daha kabul edilemezdi; canavar daha istekliydi. İşte, kitabın ilk şiiri, “Doğu Tabletleri, Uygarlar” bunu anlatır, manifesto böyle başlar. Bir başdönmesi, mide bulantısıyla… derin bir öfkeyle ve acıyla yazıldı. O ay ABD saldırdı. Bugün durum ortada: 1,5 milyon ölü, milyonlarca sakat, ruh hastası, sürgün, öksüz, yetim ve çöplüğe, batakhaneye çevrilmiş bir insanlık coğrafyası. Ve kapısında, altın çivilerle çakılmış bir tabela: “Demokrasi.” Oysa bu coğrafya insanlığın ilk vatanıdır. Bu vahşetten hepimiz sorumluyuz. Daha sonra diğer şiirler geldi ve kendi kendini var eden sanatsal bir süreçle yapıta ulaştık.
#Hiç Eksilmeyen Devrimci Bir Ruh Taşıdım#Hüseyin Haydar#Devrimci Şair#Doğu Tabletleri#Yunus Nadi Şiir Ödülü#oynakbeyi#kitap#söyleşi#röportaj#edebiyat#Şiir
1 note
·
View note
Text
GİTTİĞİM HER YERDEN, ORAYA TEKRAR DÖNECEĞİM HİSSİYLE AYRILIRIM
Onuncu gezi kitabı, Yine Bana Döneceksin'de Nedim Gürsel okurlarını Akdeniz coğrafyasında bir seyahate çıkarıyor. Aslında Metaxas darbesi sonrası, Yunan halkının krala olan özlemini dile getirmek için söylediği "Taksanartis" şarkısının Türkçesi Yine Bana Döneceksin. Nedim Gürsel uzun yıllara dayanan, zaman zaman tekrarlanan seyahatlerinde tuttuğu seyir defterlerini düzenlediğinde bu coğrafyaların kendisine böyle seslendiğini duymuş adeta! Ancak bu kez daha fazla kişisel izler de taşıyor. Yunanistan'dan Filistin'e, Rodos'tan Tolouse'a, Fas'tan Berlin'e ve Rio'ya uzanan geniş coğrafyasında, per kenti orayla özdeşleşen edebiyatçılarla beraber gezdiriyor bizi. Erotizm, politika, sanat ise her coğrafyanın kendine özgü yapısıyla karşımıza çıkıyor. Nedim Gürsel'le DOğan Kitap tarafından yayınlanan Yine Bana Döneceksin isimli seyahat kitabıyla ilgili konuştuk.
--OYNAKBEYi--
Her ne kadar gezi yazıları toplaması olsa da bu kez alışık olduğumuz Nedim Gürsel gezi yazılarından hem içerik olarak hem de metinlerin arka planı açısından biraz farklı. Bunun özel bir sebebi var mı?
Bunun özelliği sizin de dikkatinizi çektiği üzere, anıyla izlenimlerin bir arada yazılmış olması. Bu kitap aslında sıcak bir coğrafyayı anlatıyor. Hem siyasi anlamda hem de cinsel açıdan... İlk aşkın coğrafyası Yunanistan ve sonrasında Kıbrıs, akabinde de Akdeniz adaları ağırlıklı bir kitap. Elbette Orta Avrupa kentleri de var ama asıl ağırlık noktasını oluşturan bölge Akdeniz Coğrafyası. Kıbrıs ve Yunanistan'a hayatımın bir bölümünde yolum çok sık düştü. İlk eşim Yunanlıydı, onunla yaşadıklarım, onunla birlikte çıktığımız Yunanistan içindeki yolculuklar da var ama aynı zamanda bir dönem Türk edebiyatını da etkilemiş, Yunan şiiri içinde de çıktığımız bir yolculuk var. Bütün bu yolculukları hem özneml bir bakışla, hem de bu coğrafyanın tarihi ve edebiyatıyla eklemlemeye çalıştım diyebilirim.
10. gezi kitabınız Yine Bana Döneceksin. İlk sayfadan son sayfaya kadar gezdiğiniz yerler kadar, sizin kendi içsel yolculuğunuza, edebiyat eserlerinize ve edebiyat esinlenmelerine de tanıklık ediyoruz.
Aslında doğru bir formül. Gerçekten de kendime dönüş kitabı olarak da adlandırılabilir. Biraz yaşla alakalı da olabilir. Artık belli bir yaştan sonra insan biraz eskiye ve haliyle kendine dönüşü yaşıyor. Eskiyi yeniden yad ederek, başka bir bakışla değerlendirmeye yorumlamaya çalışıyor. Bu biraz da kendime, yaşadıklarıma, anılarıma, okuduklarıma, görüp hatırladıklarıma, okuyup gördüklerime dönüş oldu. Gittiğim her yerden aklıma kazınan her şehirden yine ona döneceğim hissiyle ayrılırım... Bu açıdan diğer kitaplarımda olduğu gibi belki biraz daha fazla, öznel tarafı ağır basan, bir yaklaşım sözkonusu.
Kitabı kabaca şematize edersek, Yunanistan erotik, Kıbrıs-Ortadoğu politik, Akdeniz kültürünü oluşturan Avrupa şehirleri ise daha estetik açıdan anlatılıyor. Hareket noktalarınız bunlar mıydı?
Elbette bu önemli bir değerlendirme. Çıkış noktalarım bilinçli olduğu kadar tesadüfi olarak da kendiliğinden oldu. Diğer bölümlere nazaran Yunanistan daha cinsel bir algıyla okunacaktır. Aslında Antik Yunan'dan gelen bir imge bu. Bugün hâlâ Atina'da arkeoloji müzesinde sergilenen vazolara bakacak olursanız birçoğu son derece müstehcen, neredeyse pornografiktir. Yunanistan'a ilk gittiğimde, arkeoloji müzesi gezilerimde en çok dikkatimi çeken şeylerdern birisiydi bu. Öyle veya böyle bu coğrafyadaki cinsel algının seviyesinin ve tabudan ne kadar uzak durduklarının da bir yansıması bu. Yunanistan benim için cinselliğin bir simgesi olduğu kadar ilk aşkımın da mekânıdır. Uzun süre orada yaşadım. Sevgililerim oldu. Ama bu kitabı yazarken bir barış kültürü de yeşertmeye çalıştım. Hatırlayacaksınız, 80'lerin ortasında da 90'ların başında da Yunanistan'la savaş noktasına gelmiştik ülke olarak. 1986 yılında Abdi İpekçi ödülünü aldığımda Yunanistan'a bir heyetle gitmiştik. Yekta Kara ve Teodorakis ortak konser vermişlerdi ve aldığım o ödülün siyasi bir boyutu da olmuştu. Çünkü yaşanan onca gerilimden sonra, neredeyse ilk temaslardan birisiydi. Aslına bakarsanız milliyetçi çevrelerce çok eleştirildim o yıllarda. Fakat şimdi, herkes benim o yıllarda dile getirdiğim şeyleri söylüyor. Barışın ne kadar önemli olduğunu dile getiriyor, gerilimlerin beyhude olduğunu söylüyor. Ama o yıllarda Türk-Yunan dostluğunu savunmak o kadar da kolay değildi. Özal döneminde Ege sorunu dolayısıyla neredeyse savaşacaktık. Korkunçtu şahsen... Kıbrıs 1974'ten beri başta Türkiye'nin olmak üzere Yunanistan'ın ve haliyle Avrupa'nın da politik meseleleri arasında. O yıllarda Avrupa Birliği perspektifimiz henüz yoktu, resmen üye de değildik. Bu bağlamda Türk-Yunan yakınlaşmasını savunduğum için çok eleştirildim. Bu kitapta o yakınmalar da var. Berlin Duvarı yıkılalı kaç yıl oldu, oysa Kıbrıs'taki Yeşil Hat hâlâ aşılamadı, tam olarak. Ortadoğu'da ilk önce Beyrut'a gitmiştim ve iç savaşın yaralarını yeni sarıyordu. O bölge hâlâ kaynıyor. İsrail-Filistin hadisesine bir de Suriye'nin karışıklığı eklendi... Diğer coğrafyalar da sözünü ettiğiniz gibi değerlendirildiği zaman politik veya erotik yanlarından çok estetik yönüyle girer hayatıma. Bu da yazılarıma yansıyor haliyle...
Kitapta Kıbrıs'a ait müstakil bölümde ümitvar konuşurken, daha sonraki sayfalarda Kıbrıs başımıza bela oldu diyorsunuz! Öyle mi görüyorsunuz gerçekten?
Sert bir cümle gerçekten. Ama öyle düşünüyorum samimiyetle. Kıbrıs'ın bu durumu, bu statüsü çok olumsuz bir faktör hem onlar için hem bizim açımızdan. 1974'ten beri böyle bu. Kıbrıs'ta çözümsüzlük yıllarca Türkiye'ye hiçbir yarar sağlamadı. 1974 askeri müdahalesi o zamanın koşulları içinde kaçınılmaz bir durum muydu, bunu da sorgulamak gerek. Siyasetçiler mi bunu istedi, ordu mu buna diretti bunları da artık değerlendirebilmeliyiz. Çünkü sonuçta bu askeri müdahale, adanın nüfusunun %18'unu oluşturan Türklerin %40'lık bir toprak kazanmasını sağladı. Bu da bir açıdan baktığımızda işgal oluyor. Bugün gelinen noktada hâlâ bunun izleri var. Her ne kadar Annan Planı'nı Türkler kabul ettiyse de, Rumlar kabul etmedi. Hasılı kelam Kıbrıs Harekâtı'nın olumsuz sbonuçlarını, AB ile olan ilişkelerimizde yakından gördük, halâ da görmekteyiz. Göreceğiz de... Çünkü yakında Rum kesimi'ni AB'ye alacaklar ve o zaman her şey daha da sarpa saracak. O vakit bu bela sıfatı biraz da doğru!
Kitabın en önemli unsuru edebiyat izleği. Kavafis, Seferis, Mahmud Derviş, Nâzım Hikmet, Baudelaire... Gezdiğiniz yerleri hep bir edebiyatçı ve eserleriyle beraber mi değerlendirirsiniz?
Benim gezi kitaplarımın temelinde bu var. Ben bir coğrafyaya gittiğim zaman o çcoğrafyayı aynı zamanda edebiyatıyla birlikte keşfetmeyi seviyorum. Okuru da bir kentte dolaştırırken o kentin etkilediği yazarların dünyasında da dolaştırmayı istiyorum. Zaten sadece bu yöntemle yazmakta olduğum bir kitap var şu sıra elimde. Gittiğim yerde, herhangi bir yazarın dünyası o kentle bütünleşmişse, coğrafya daha başka birboyut kazanıyor bende. Örneğin şu an yazmakta olduğum kitapta Moskova'yı anlatırken Moskova'da gördüğüm Gogol heykelinden hareket ediyorum. Ölü şairler kenti diyorum oraya; Nâzım Hikmet, Mayakovski ve Yesenin ilk aklıma gelenler. Ben okurlarımı sadece bir kentte, manzarada değil o kentin yazarlarının eserlerinde veya dünyalarında da dolaştırmak istiyorum...
Bu kitabınızda "ada"lar dikkati çekiyor. Gezmeyi en sevdiğiniz yerler neresidir?
Adalar gerçekten bu kitapta özel bir yere sahip. Ada imgesi yazarlık hayatımda Sait Faik, Burgazadası ve orada yaşayan insanlar dolayısıyla yer edinmiştir. Edebiyattaki diğer "ada" metinleri de her zaman önemlidir benim için. Yazı, yazar kendisi bir adadır zaten. Bunun haricinde ada hem bir yere aittir hem ayrıksıdır, bu varlık durumu bile son derece çatışmalarla doludur benim için. Adalar dışında tarihi kentler hoşuma gider. Doğadan, ormandan, manzaradan ve benzeri unsurlardan çok büyük kentler, bu kentlerin tarihsel mirası ve mimari dokusu beni daha çok çeker...
Katarlar bahsinde, dikkat çeken şey "coğrafyasıyla insanıyla naif ve iyi niyetli topraklarda bu kadar kan dökülmesi," karşısında üzüntünüzü de hissettiriyorsunuz...
Kitabın temasını aslında bu şekilde değerlendirebiliriz. Bir tema bütünlüğü açısından bakınca böyle söylemek mümkün. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Fransa Katarları, Anadolu, Ege, Yunanistan, Kıbrıs, Balkanlar, Hırvatistan, Bosna... bunların hepsi coğrafi olarak, doğal güzellik olarak, medeniyet olarak olağanüstü yerler ancak tarih boyunca hattâ bundan 20 yıl önce bile büyük din savaşları, büyük kan dökümleri yaşanmış. Nâzım'ın söyledikleri karşılıyor aslında. Hasret şiirinde buralar için ne der: "Bu cehennem bu cennet bizim" der. Devamındaki "yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yine bu topraklar için söylenebilecek en güzel temennidir. Tam olarak ne zaman gerçekleşir, işte onu bilemiyorum...
CEM SULTAN MASUM OLDUĞU KADAR MUHTERİSTİ
Uzun zamandır Cem Sultan'ın romanını yazma projem var. Hattâ kimi bölümlerini oluşturduğumu bile söyleyebilirim. Ama uzun süredir tamamlayamadığım bir proje bu. Cem Sultan'ı özellikle Fransa'dan bir şatodan bir şatoya dolaştırılmasını, hakkında çıkarılan efsaneleri ve asıl önemlisi de sürgün acısını, belki bir parça da kendi maceramla özdeşleştirererk, bugüne taşıyarak anlatırım diye düşünüyorum. Cem Sultan'a dair birçok metin kaleme alındı hem Türkiye'de hem Batı'da. Ben daha çok onun iç dünyasını ve hırsını anlatmaya çabalayacağım. Kendisi ilk sürgün şair olarak adlandırılabilecek bir kimliğe sahip. Aynı zamanda da bir o kadar da muhteris, taht hırsı olan bir insan...
TRAJEDİNİN COĞRAFYASIDIR AKDENİZ
Kitabı bir tema bütünlüğü açısından değerlendirdiğimizde, ana temanın Akdeniz'in trajedisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, Akdeniz coğrafyasını "aşk"la, "sevgi" ile bir arada anarken, aynı topraklarda binlerce yıldır dökülen kan, yaşanan yıkımlar da karşımıza çıkar. Akdenizin trajedisi budur, bir o kadar da trajedinin coğrafyasıdır Akdeniz! Tıpkı Nietzsche'nin tragedya tanımında olduğu gibi Dionysos ve Apollon arasında gider gelir. Akdeniz coğrafyası benim için, Akdeniz duyarlılığı diyebileceğimiz bir duyarlılıkla sınırlı değil. Aynı zamanda cinselliğin de bir simgesi. Hedonist yaşam şekli, Akdeniz coğrafyasını en iyi özetleyen yaşam şeklidir. Tabi buna karşın üç tek tanrılı din de yine bu coğrafyada doğmuş. Dinsel ve kutsal değerler de ön plana çıkmış. Akdeniz'i çevreleyen ülkeler hem birbirlerini çok güzel şekkilendirmişler hem de tarihsel olarak birbirlerinden bir o kadar ayrılmışlar. Çok tanrılı dinler, tek tanrılı dinler ve kadim kültürlerin beşiği olmuş. Sonra rönesansı doğurmuş bir coğrafya. Evrensel anlamda imparatorlukların beşiği olmuştur Akdeniz. Afrika'nın kuzeyi, Avrupa'nın güneyi, Ortadoğu, Anadolu... dünyanın en zengin kültürü Akdeniz coğrafyasında var. İnsan buna nasıl hayran kalmaz bunu nasıl sevmez ve ayrı değerlendirmez ki? Tüm bunlar kat kat tarihsel özellikleridir bu coğrafyanın. Ama; Ortadoğu, Kuzey Afrika, Fransa'da Katarlar, Anadolu, Ege, Yunanistan, Kıbrıs, Balkanlar, Hırvatistan, Bosna... bunların hepsi coğrafi olarak doğal güzellik olarak, medeniyet olarak olağanüstü yerler. Ancak tarih boyunca bugüne kadar gelen büyük din savaşları, büyük kan dökümleri yaşanmış ve yaşanıyor yine burada.
AB KONUSUNDA KARAMSARIM
Benim Yunanistan-Türkiye ilişkileri için dostluğun mümkün olduğunu söz ettiğim yıllarda, milliyetçi çevreler beni eleştirmişlerdi. Oysa bugünün aydınları, yıllar önce benim söylediğim söylemleri dile getiriyorlar. Kıbrıs'ın ve Ortadoğu'nun durumu ortada! Askeri, politik, uluslararası alanda birçok dinamik var ve daha uzun yıllar devam edecek bu. AB meselesinde ise biraz karamsar olduğum bir gerçek. 2005 yılında AB ile müzakereler başladığında açıkçası bir dinamik oluşmuştu memlekette ve umutluydum. Ne yazık ki hükümet artık AB sayfasını kapattı. Fasıllarda bir gelişme yok, anlaşıldı ki aslında Avrupa vizyonu gerçek anlamda dindar ve muhafazakar AK Pardti'nin hayatında ve varlığında da yok. Sadece ordunun gücünü kırmak için veya benzeri ekonomik veya siyasi iç ve dış hamleleri yapabilmek için uyguladıkları bir taktikten ibaretmiş... Biz AB'den ve tam üyelikten giderek uzaklaşan otoriter bir rejime doğru yönelen bir ülke halini aldık. Avrupa'nın üzerinde yükseldiği değerler; düşünce özgürlüğü, demokrasi, laiklik artık Türkiye'nin gündeminde değil ne yazık ki. Haliyle bu karamsarlık da sirayet ediyor kitaba. Dolayısıyla Avrupa'dan söz ederken karamsarım. AMa tıpkı Kıbrıs meselesinde olduğu gibi, AB konusunda da iki tarafın hataları sözkonusu. Çünkü Avrupa'da da başta eski Cumhurbaşkanı Sarkozy olmak üzere dışlayıcı bir tutum sergilendiği de bir gerçek. Bu bizim ulusal gururumuzu da bir ölçüde rencide etti. Başta Sarkozy ve diğerleri, Türkiye konusunda çok aşırı bir dışlayıcı söylem geliştirdi. Bizim ve Avrupa'daki Türklerin kimliği üzerinden seçim malzemesi bir siyaset güdüldü ve yer yer alaycı bir tutum bile sergilediler... Bu da ister istemez Türkiye'de ve özellikle genç kesimde bir tepkiye yol açtı. Onun da getirdiği bir olumsuzluk var.
O ZAMAN SARAYBOSNA ÖLÜM TEHDİDİ ALTINDAYDI ŞİMDİ ÖLÜM TEHDİDİ ALTINDA OLAN BENİM
Saraybosna'ya ilk defa 17 yıl önce gittim. O günlerde Saraybosna'da savaş ve yıkım yaşanıyordu. İşgal altındaydı, her gün bombalar patlıyor binalar yakılıyor, yıkılıyordu. İnsanlar ölüyordu. Kadınlar ve insanlık tecavüze uğruyordu! 6 Nisan 2012 Bosna savaşının 20. yıldönümüydü. Neredeyse dün gibi, o acılar o kadar taze ve sıcak aslında. Orada yaşananlar insanlık tarihinin en büyük kara lekelerinden birisi. En kötüsü de 20. yüzyılın sonunda, Avrupa'nın gözleri önünde yaşandı. Ama bugün yaralarını sardı insanlar ve kent. Elbette hatıralar yaşayacak. Ama yeni nesiller, daha yeni nesiller bunu tarihte okuyacaklar. Bu açıdan bakacak olursak bir umut ışığı gibidir. O zaman Saraybosna ölüm tehdidi altındaydı, şimdi ölüm tehdidi altında olan benim. Elbette yaşlanıyor olmanın bir yansıması bu cümle, bunu yadsıyamayız. Onlar için başka bir dönem var, benim için başka bir dönem. Benim açımdan bir gerçek var ki o da ölüme daha da yaklaşıyorum...
YAZAR OLARAK OSMANLI'YA HAYRAN DEĞİLİM! OSMANLI'YI ANLAMA VE DEĞERLENDİRME ÇABASINDAYIM
Bence Osmanlı kültürü derinlemesine ele alındığında dikkatli olmak gerek. O dönemin koşulları içinde bakıldığında, Osmanlı, hoşgörü ortamını yaratabilmiş. Bu çok önemli. Pax Ottomanika yaşadı Balkanlar, 400 yıl süresince. Bu fikir, eleştirildiği kadar onay da gördü. Eski Demir Perde ülkeleri veya balkanlarda resmi söylem "biz Avrupa'ya göre geri kaldık, Türklerin yüzünden" şeklindedir. Oysa, Osmanlı oraya sadece baskı götürmemiş, medeniyetiyle beraber gitmiştir. Öyle ki birbirinden farklı halklar barış içinde birbirlerini kırmadan yüzlyerce yıl yaşayabilmişler. Daha sonra milliyetçiliğin gelişmesi ve ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla o coğrafya kan gölüne dönmüş... Bunun haricinde Osmanlı hayranlığım olmadığı gibi zaman zaman peydahlanan 'Ottomanya' anlalyışına da karşıyım. Hattâ hatırlarsınız Fatih'in hemcinsi delikanlılara olan ilgisini kaleme aldığım için Boğazkesen'de çok eleştirilmiştim. Birtakım çevreler üzerime gelmişti o dönemde. Oysa bilimsel kaynaklardan hareketle yazmıştım bunu...Ben Osmanlı döneminde Balkanlar'da 400 yıl barış içinde yaşadı halklar derken, onlara hayranlıkla veya öykünerek bunları söylemiyorum. Kapanmış bir tarihsel dönemi, kendi içinde analiz edip anlamak açısından değerlendirilmeli bu. Ben bir yazar olarak hayranlıktan ziyade anlama ve değerlendirme çabası içindeyim...
#Yine Bana Döneceksin#Nedim Gürsel#Doğan Kitap#Gezi#röportaj#söyleşi#edebiyat#oynakbeyi#kitap#Yunanistan#Kıbrıs#1974 Kıbrıs Barış Harekâtı#Saraybosna#AB#Kavafis#Seferis#Mayakovski#Nâzım Hikmet#Mahmud Derviş#Cem Sultan
3 notes
·
View notes
Text
TARİH ANLAYIŞIMIZ, "GERÇEK, RİVAYET ve HAMASET"İN KARIŞIMINDAN İBARET
29 Mayıs tarihi İstanbul'un fethinin 559'uncu senesiydi. Tatil olsun mu olmasın mı tartışmalarını bir kenara koyarsak, Fatih ve fetih yeniden tartışılıp gündeme geldi, her sene olduğu gibi... Sadece Türkiye tarihi açısından değil, dünya tarihinde de önemli kırılma noktası olan İstanbul'un fethi, yakın zamanda dolaylı yoldan edebiyatımızda yeniden anlatıldı... İstanbul Hatırası isimli romanından sonra Ahmet Ümit bu sefer, arkaplanında İstanbul'un fethinin, daha doğrusu II. Mehmed döneminin olduğu bir romanla karşımıza çıktı. Yeni romanı Sultanı Öldürmek'te, tarihçi Müştak Serhazin zaman zaman yaşadığı bilinç kayıplarından birinde kendini bir cinayetin zanlısı olarak değerlendirip unuttuğu cinayet ânını doğru hatırlamak için çabalar. Öldürdüğüne inandığı kişi, kendisi gibi tarihçi ve büyük aşk yaşadığı Nüzhet'tir. Kimseye söylemediği bir proje üzerinde çalışan Nüzhet'in evrak-ı metrukesi, Fatih Sultan Mehmed dönemi ve baba katli, kardeş katli gibi konulara odaklanmıştır. Müştak bir yandan Nüzhet'i kendisinin mi yoksa bir başkasının mı öldürdüğünün peşine düşerken, bir yandan da Nüzhet'in araştırması üzerinden Fatih ve dönemindeki kimi olayları değerlendirecektir, diğer tarihçi dostlarıyla birlikte. Alışılmış romanlarının dışına çıkarak, "bi kez psikolojik bir roman yazdım" diyen Ahmet Ümit'le Everest Yayınları'ndan çıkan romanını ve tarihe bakışını konuştuk.
--OYNAKBEYİ--
İstanbul Hatırası'ndan sonra II. Mehmet'in İstanbul'un fethinin arkaplanı oluşturduğu bir roman Sultanı Öldürmek. Bir kitap diğerini mi doğurdu?
Öyle de denebilir. Patasana'dan bu yana benim romanlarımın arka planını Anadolu'daki tarihi kültür oluşturur. İstanbul Hatırası'nı kaleme alırken bilhassa Fatih'i anlattığım bölümler için birtakım kitaplar toplamaya başlamıştımb İstanbul Hatırası'nı bitirdikten sonra kendi kendime, artık sıra Fatih'e ve haliyle Osmanlı'ya geldi dedim. Osmanlı döneminde de fethi anlatmak istedim. Çünkü hepimizin kabul edeceği gibi, önemli bir kırılma noktası, yani devletten imparatorluğa evrilmesini sağlayan bir olay bu. Fatih de adeta, bir roman kahramanı. Bu etkileyici hikâyeye sahip Fatih'i yazmak istedim. Üç yılımı aldı son noktayı koyana kadar geçen süre. Yola ilk çıktığımda, ne bugünkü televizyon dizileri ne de sinema filmi vardı ortada...
Romanda tarihi olaylar, polisiye olaya ve bugüne oranla daha fazla yer buluyor. Haliyle birileri çıkıp buna "Fatih'in ve fethin romanı" derse ne kadar doğru olur sizce?
Hiç doğru olmaz. Çünkü sadece fethin ve II. Mehmet'in yani Fatih'in anlatıldığı bir roman değil. O arka planım benim. Bu başlı başına Müştak Serhazin'in romanı. Kahramanımız Müştak Serhazin aynı zamanda bir tarihçi olduğu için, tarihi nasıl okumalıyız sorusunun sorulduğu bir roman bu. Bu soruyu sorarken de, romanda ele aldığım olayların öznesi ve önemli bir tarihi figür olan Fatih Sultan Mehmet'in hayatına bir yaklaşmaktır. Asıl mesele buydu.
Öldürülen Nüzhet de, zanlılar da birer tarihçi, hepsi de Fatih'e ve dönemine farklı bir açıdan yaklaşıyorlar aslında...
Sormak istediğim soruyu en iyi onlar dile getirebilirdi çünkü. Tarih nedir? Tarih bize tarihçilerin anlattığı mıdır yoksa geçmişte yaşanan hakikatler midir? Romanda da Fatih ve dönemi tartışılırken bu konu ele alınıyor aslında. Zanlıları yaratırken ben, bir yandan da o tarihsel sürece bakış açısındaki farklılıkları ele almaya çalıştım. Zira zanlıların hepsinin bu döneme bakış açısı farklı. Fatih Sultan Mehmet zehirlendi mi sorusu, 500 yıldır ortada duran ve tartışılan bir mesele. Hattâ 1964 yılında Abdi İpekçi ve Elif Naci bu iddiayı ortaya atıyorlar ve dönemin müftüsü bunun yapılabileceğini, mezarın açılıp kontrol edilebileceğini dile getiriyor ama yapılmıyor. Fakat katilin kim olduğunu bulmamız, doğal olarak mümkün değil. Sadece Fatih'in ölüm şeklini tesbit edebiliriz. Bunun tarihi bir hakikat anlamında bir önemi yok mu? Bence var. Peki neden bununla ilgilenmiyoruz, işte bunun yanıtı Fatih'in nasıl öldüğünün yanıtından daha önemli bence... Çünkü biz tarihteki hakikatlerle yüzleşmek yerine, tarihi sadece başarılarımızın anlatıldığı, öne çıkarıldığı ve abartıldığı bir alan olarak görüyoruz.
Kitapta kahramanlar aracılığıyla tarihin tanımını farklı şekillerde yapıyorsunuz. Sizin kişisel tarih tanımınız nedir?
Tarih geçmişle ilgilenen bir bilim dalı diyoruz ya, hakikati gösterebilen bir bilim dalı mı diye sormamız gerek. Şayet bu soruyu soracak olursak, bence değil, diye cevaplarım. Mümkün değil. O hakikate yakın şeyleri elde edebiliriz ama tam olarak değil. Belki bundan yüz yıl sonra daha fazla şey elde edebiliriz bugüne dair, tabi yeterli kaynak olması kaydıyla. Yeterli kaynak olduğu uzaman bile, yorum katmadan aktarmak oldukça zor olur. Hal böyle olunca da hakikatten uzaklaşır. Çünkü tarihçi bir ulusa, dine, bir dünya görüşüne aittirler muhakkak. İnsanlar neticede. Veya tüm bunları kapsayan bir görüşe ait olabilir. Haliyle o vesikayı okurken, o anıta bakarken bu dünya görüşüyle bakıyor. Birtakım önkoşullarla bakıyor ve yorumluyor, yorumlarken kendi görüşünü katmak zorunda. Çünkü tarihçi sadece vesikaları bulan kişi değil, aynı zamanda bu vesikaları yorumlayan kişidir. Yani bireysel ve ideolojik birtakım yorumlarda bulunulması dolayısıyla hakikate kusursuz elde etmek mümkün değildir. Örneğin Osmanlı mutfağındaki yemeklere ait bir vesika bulduk diyelim; tarihçi bunu yorumlarken 'çok yağlı yemekler vardı o yüzdien nikris-gut hastalığı yaygın bir hastalıktı' diyebilir, bir başkası da sofranın aslında ne kadar masraflı tariflerden oluştuğunu söyleyebilir. Menünün zengiliğine bakarak savrukluğa veya az çeşit barındırmasını krize bağlamak bile dünya görüşüyle şekillenebilir. Nesnel bir şekilde hakikat neydi onu bilmiyoruz. Haliyle benim yapacağım bir tanım da çok yeterli olmayacaktır. Çünkü tarihi kazananlar yazıyor hâlâ. Kaybedenler yazdığı zamnan da nesnel yazmıyorlar ne yazık ki! Fetih meselesini ele alalım, fetheden tarafın kayıtları ile içeriden fethedilen tarafın kayıtları farklı şeyler söyler. Asker sayısı farklıdır, mücadala şekilleri farklıdır. Birisi kahramanca anlatır, diğeri yağma ve benzeri ifadeler kullanır. Dolayısıyla ortaya nesnel bir tarihin çıkma ihtimali azalır.
Peki biz nasıl bir tarih okuması yapmalıyız?
Nesnele varmak için mukayeseli okumalıyız. Bunun birkaç yolu var, birincisi o dönemde dünyada başka kimler var? Osmanlı'nın muadili olarak Avrupa'da Habsburg Hanedanı var, İran'da kim var, Asya'da kim var, Kuzey'de kim var... bunların o dönem metinlerine bakmamız gerekir. Örneğin Habsburg önemli bir örnek. Osmanlı'yla aşağı yukarı aynı zamanda tarih sahnesinde var olup, aynı zamanda I. Dünya Savaşı'ndan sonra tarih sahnesinden silinmişler. Haliyle Osmanlı'yı iyi anlayabilmek için Habsburg'u da bilmelisin, anlamalısın. Bir döneme ait bir şeyi öğrenmek istiyorsan okuyabileceğin bütün kaynakları okumalısın. O zaman objektif bir bakış açısı kazanabilirsin. Ama bu da yine senin yorumun olacaktır... Aklına yatan çıkarımı göz önünde bulunduracaksın...
Tarihçilerin bakış açısını da romantik olarak değerlendiriyor kahramanınız, tarihçilere de eleştiriler var. Tarihçiler nasıl yaklaşmalı peki?
Şu çok önemli, resmi tarih dediğimiz şey bazen bizatihi devlet tarafından yazdırılıyor. Bazen de devlet sana resmi ağızla, böyle bir şey yap demese de, tarihçi dahil olduğu ulus, din ve ideoloji açısından taraf tutuyor. Mümkünse tarihçi bütün bunlardan sıyrılıp nesnel bakabilmeli. O anlamda 'romantik' dediğim şey bu. Orada önemli bir şey var, bunun altını çizmek gerekiyor. Bizim bugün yazan tarihçilerimiz, elbette kazanmış bir imparatorluktuk, vurduk mu öldürürüz şeklinde hamasetten ibaret şeyler yazan insanlar değil. Eski tarihçilerimize bakalım. Bir imparatorluk çökmüş, yıkılıyor ve bu arada bir tarih yazımı yaratmaya çalışıyorlar. Nâmık Kemal'de bunun örneğini görebiliriz. Artık yıkılmış bu imparatorluktan geç kalmış bir ulus devlet çıkaracaklar. Yunanistan, Bulgaristan bağımsızlığına kavuşmuş, diğer taraflar kaynıyor, her yer gitmiş ve sen geç kalmışsın. Ardı ardına yenilgiler de gelince tarihin olumlu tarafına bakmaya yöneliyor insanlar. Romantik dediğim şey bu. Bunu devam ettirirsen, hâlâ bu bakış açısıyla hareket eden bir tarihçi ve anlayış sakattır. Biz çok kahramandık, muhteşemdik unsurnlarının altını çizmişler vaktiyle. Ama bu, bizi doğru yere götürmüyor. Tarih eğer bir bilimse, çok basit bir formülasyonla şunu söyleriz; tarihi biz niye okuruz, bugünü anlamak için. Sonuç olarak, geçmişi öğreniriz, bugünü anlarız ve geçmişle bugün arasında bir kıyaslama yaparak geleceğe yönelik bir projeksiyon yaparız. Geçmişte bu oldu, bugün bu var, gelecekte de bu olur diye plan yaparız. Ama hakikate dayanmayan bir tarih üzerinden bunu yaparsak, eksiklerle dolu bir tarih yazımı yaparsak bu formül çöker. Oysa, 1302'de fiilen kurulmuş bir beylikten 1453'te yani 151 yıl sonra imparatorluk haline evrilmiş olmak bile yeterince büyük bir başarı. Artık komplekslerimizden arınmamız gerekir. Bundan sonrası ajitasyon ve propogandadır.
Fethi anlatırken bile bu ajitasyona düşüyoruz...
Gerçekten bu bakış açısı algı kısıtlamasına sebep olur. Örneğin altını çizdiğin gibi, Konstantinopol'ü sadece Türkler işgal etmemişti. Birçok başka uyruklu insan da vardı. İçeride de Şehzade Orhan başta olmak üzere kimi Türkler, Latinler, Almanlar var... Bu böyle büyük bir savaştı, bunu anlamamız gerekir. Fatih adeta belli bir görevle tahta gelmiş bir kahraman gibi anlatılıyor, oysa bir sürü saray entrikasının içinden çıkıp gelmiş bir insan.
MÜŞTAK SERHAZİN GİBİ PSİKOJENİK FÜG HASTASIYIZ
Romanda önemli isim sembolizasyonları var, ama kahramanımız Müştak Serhazin'in ülke ölçeğinde bir sembolizasyona sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?
Birçok kahramanımın ismini özellikle seçtiğimi söylemeliyim gerçekten. Nüzhet için de, Tahir Hakkı için de böyle. Müştak Serhazin konusunda da haklı olduğunu söylemem gerek. Çünkü Müştak Serhazin aslında biziz. Müştak özleyen demek. Serhazin ise yıkılmış bir impatarorluğa hazin durumdaki bir insana işaret ediyor. Onun hastalığının biraz psikojenik füg olmasının sebebi de bu. Unutkan bir karakter. Çünkü biz unutkan bir milletiz. Bir ay önce onarca insan ölmüştür, on gün ortalık yıkılır on birinci gün unutulur. Tarihi hiçbir zaman bütün gerçekliği içinde kavrayamayacağız. Bir nevi toplumsal psikojenik füg hastasıyız. Unutmaya endeksli yaşıyoruz, unutkan bir milletiz, o yüzden gerçekler hep gölgeli olarak kalacak hayatımızda.
Neden tarihi bütün gerçekliği içinde kavrayamayacağız?
Çünkü tarihe bakış açımızın daha farklı olması gerekiyor. Bir örnek vereyim; Sovyetler Birliği'nde ulusal onur ortadan kaldırılmıştı. Yani eski dönemlerindeki olayların, hamasî bir şekilde kullanılmaması için bilinçli bir projeydi bu. Ama, II. Dünya Savaşı'nda Faşist Almanya saldırıya geçince, halkı nasıl bir motivasyonla direnişe çağıracaklarını düşünüp bizim Deli Petro dediğimiz Büyük Petro figürünü yeniden canlandırdılar. Rus olmak gururunu yeniden ortaya çıkardılar ve insanları bu sayede mücadeleye çağırdılar. Her şeyi reddettiğin zaman ortada kalırsın. Bu feodal dönemdi, iyi değildi diye diye unutturamazsın çünkü geçmişinde bu var. Yüzleşmek ve çatışmak zoundasın. Müştak Serhazin neden biziz? Çünkü Cumhuriyet de bunu yaptı. Osmanlı'yla hesaplaşmadı. İmparatorluk yıkıldı, cumhuriyet ilan edildi ve birden bire harfleri, dili her şeyi değiştirip ortadan kaldırdılar. Bu bir hesaplaşma değil. Oturursun, aşama aşama her dönemin sebeplerini açıklayarak ele alırsın ve ona göre sağlam bir temel kurarsın. Biz Hititler'den geliyoruz diyenler çıktı! Birden Osmanlı'yı, Selçuklular'ı unuttuk. Yeniden hatırladığımızda da şekil değiştirdi. Tarih anlayışımız gerçek, rivayet ve hamasetin bir karışımı halini aldı. Bu da birtakım tabuları doğuruyor. Ola ki tabuya dokunacak olursan da, birileri çıkıp 'orada dur bakalım' diye itiraz ediyor.
BABALARIMIZLA HESAPLAŞMAMIZ GEREK
Romana geri dönecek olursak, aslında roman karakterleriniz aracılığıyla II. Mehmed'in yani Fatih'in psikolojik portresini çizmeye çalışıyorsunuz...
Temel hedeflerimden birisi buydu zaten. Aslına bakarsanız gerçek anlamda II. Mehmet'in psikolojisini açıklamak mümkün değil elbette. Ama kendi kalemimle, okura farklı bir bakış açısı sunmak istiyorum. II. Mehmet'in Fatih olmadan önce bir çocuk olduğunu söylemek istiyorum. Biz II. Mehmet'i adam gibi tanımıyoruz. Çünkü onu insanüstü bir canlı haline getiriyoruz. II. Mehmed'den Fatih'e evrilmesinde en önemli şey Mehmed'in yaşadıkları. 12 yaşında tahta geçiyor, sonra tahttan alıyorlar, sonra yine geçiyor. Henüz merkezileşememiş bir devlet var ve uç beyleri ile vezirler iktidar oyunu çeviriyorlar. Çandarlı Halil bir taraftan, Zağanos Paşa ve Saruca Paşa diğer taraftan entrikalar çeviriyor. Bu güç oyunlarının tam ortasına düşmüş henüz çocuk yaşta bir insan. 12 yaşında bir şehzadenin önünde iki alternatif var, birincisi ölüm diğeri padişah olmak. Böyle bir eğitimden geçiyorsun. Baba daha ölmeden tahta geçiyor II. Mehmed. Sonra Haçlı birliği kurulunca II. Murad yeniden tahta geçiyor. Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği sıradaki çığlığı gibi, "beni niye yalnız bıraktın baba," bile diyemiyor. Herkes ona karşı, baba da ona karşı olunca travma başlıyor.
II. Mehmed'i Fatih yapan psikolojinin temelinde de bu travma yatmıyor mu?
Tabii ki. Konstantinapolis'i almasının siyasi, ekonomik sebeplerinin dışında psikolojik sebebi aslında bu. Tahta geçtiğinde Karamanoğulları Avrupa'ya ihbarda bulunuyor. II. Murad tahta 12 yaşında oğlunu getirdi diye. Hemen Haçlı ordusu kuruluyor. Vezirlerin bir kısmı II. Murad'ın orduya kumanda etmesini söylerken bir kısmı da II. Mehmed'in kumanda etmesi gerektiğini söylüyor. Fatih babasına, orduyu ben kumanda edeyim sen Edirne'de tahtta kal diyor. Çünkü o da iktidarını kaybetmek istemiyor. Şayet II. Mehmed Varna Savaşı'nı kazanan padişah olsaydı, daha ilk aşamada rüştünü ispatlamış olacaktı. Fakat II. Murad orduyu kumanda edip, savaşı kazanınca II. Mehmed'in varlığının da bir anlamı kalmıyor. Haliyle babasından daha büyük bir şey yapması gerekiyor. O da Konstantinapolis'i almak.
Aslında kitabın temel dayanağı da bu "babayı öldürmek" mefhumu. Bilhassa psikolojik açıdan babayı öldürmenin etrafında dönüyorsunuz.
Babayı öldürmek, psikolojik açıdan en önemli hareket noktası. Fiili olanın haricinde, babayı öldürmek eski kültürü öldürmek anlamına gelir. Yani biz büyürken üzerimizde baskı kuran güç, iktidar ve benzerini ortadan kaldırmak gerekir. Babalarımızla hesaplaşmamız gerekir. Batılı yazarlar babalarını öldürmüşlerdir. Eserlerinde bunu fazlasıyla görürüz. Yaşam biçimiyle de böyledir orada. Belli bir yaşa geldikten sonra evden çıkar, çıkmasa bile kendi ekonomik bağımsızlığını oluşturur ve hayat biçimini oluşturur insan. Biz ise babamızı öldüremeyiz. İronik olan, gerçek anlamda çeker silahı öldürürüz, çeker bıçağı öldürürüz. Ama, baba bir iktidar ve güç olarak her zaman vardır hayatımızda. Kültür olarak öldüremeyiz asla. Biz geçmiş kültürle hasaplaşmayız, onu hep iyi anarız. Babayı eleştirmeyiz, saygıyla selamlarız. Haliyle gelişme de çok zor olur. Bizim edebiyatımızda da yoktur babayı öldürmek. Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler gibi bir romanımız yok. Bunun anlamı şu; bugün kutsallarımızdan kurtulamamızın sebeplerinden birisi bu. Babanın olmadığı noktada bile bir akil adama ihtiyacımız var bizim! Örneğin, televizyon dizisinde adamın babası yaşıyor, ama ona asıl babalık yapan, güçlü hale getiren Dayı'dan akıl alıyor adam... Tanrı, Allah, Zeus ve son olarak onun temsilcisi baba. O kraldır. Sophokles'in eserindeki gibi Oidipus babayı öldürür. Neden? Bunun arkasında yatarn, Allah'ı, Kralı, otoriteyi ortadan kaldırmaktır. Zaten kitabımda, Freud ve Dostoyevski'ye göndermenin çok olmasının sebebi de budur.
Müştak Serhazin'in trajedisi de burada başlıyor değil mi? Babası ölmüş olmasına rağmen, babasının sesini sürekli duyuyor ve Tahir Hakkı da babasının yerine geçiyor...
Zaten birbirinin karşıtı iki karakter gibi değerlendirdim Müştak ile II. Mehmed'i. Biri bir salyangoz gibi sürekli kendi içine kapanan, içine kapandıkça yine kendine dönen Müştak ve diğer taraftan dünyayı fethetmeye soyunmuş bir Sultan Mehmed. Bunlar iki karşıtlık oluşturur. Müştak'ın psikolojisini değerlendirirken şunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Anne figürünün yerini Nüzhet, baba figürünün yerini hocası Tahir Hakkı alıyor. Ezik, siniz bir insan Müştak. Ayrıca Müştak, roman yazarının vicdanı olarak orada yer alıyor. Çünkü Fatih ve dönemine dair bütün metinlerde, Osmanlı ordusunun kahramanlıkları öne çıkarılır ve içerideki insanların, şehirleri, eşyaları, evleri yağmalanan insanların acıları unutulur. Bu acı ve korku, bu kadar elle tutulur yoğunluktayken, bir romancı olarak sadece kazananları anlatmak vicdanıma aykırı geliyor. Zaten edebiyata da aykırıdır. Bir yazar olarak yenilenlerin de acısını anlatmak zorundayım. Müştak biraz da bu vicdandır!
O KADAR ÇOK KUTSALIMIZ VAR Kİ!
Bu topraklarda tebaa, kul kültürü yaygındır. Hititliler, Romalılar, Doğu Romalılar ve en sonunda Osmanlılar döneminde, tahttaki zümre hariç herkes kuldu. Peki Cumhuriyet olduğunda bu psikolojiden kurtulduk mu? Tam olarak değil. Atatürk birçoğu için padişahın yerine geçti. Başka bir parti yok, ona karşı koyabilecek kimse yok. Tek parti var CHP, onun da lideri Atatürk. Atatürk vefat etti, İnönü geldi. İnönü gitti seçimle Menderes geldi, Menderes gitti Demirel geldi. Demirel'in lakabı bile 'baba'. Burada baştakilerin durumunu değil halkın, iradesiz tebaanın, yani topyekün kulların bakış açısından söz ediyorum. İmparator, kral, padişah, başbakan diye bir silsile halinde gidiyor. Burada baştakilerin durumunu değil, halkın, iradesiz tebaanın, yani topyekün kulların bakış açısından söz ediyorum. Bu toprakların temel iktidar dinamiği ne yazık ki büyük bir otorite ihtiyacından geçiyor, güçlü tek adam! Bir ülkeyi yönetirken iki şey lazım; birincisi devlet bürokrasisi ve ordu, ikincisi ise maneviyat. Bu maneviyatı da siyasi liderler, önderler temsil eder oluyorlar. Fatih, Hattuşili, Sezar, Konstantin, Atatürk, Menderes, Demirel ve Tayyip Erdoğan bile giderek bir kutsalı temsil eden insanlar halini alıyorlar. Onların temsil ettiği ideoloji de tabu halini alıyor. Tabumuz çoğaldıkça kutsal olanın sayısı da artıyor. O kadar çok kutsalımız var ki, böyle olunca da hiçbir şeye dokunamıyoruz. Bugün nasıl Fatih için bir şey söyleyemiyorsak, Atatürk için de söyleyemeyiz, Tayyip Erdoğan için de söyleyemez hale geliyoruz. Ama, tarih başta olmak üzere herhangi bir bilimde kutsallık olursa sarpa sarar her şey!
İNASÜNSTÜ BİR VARLIĞIN BENİM ROMANIMDA YERİ YOK
Fatih, her şeyi doğru yapan bir kahraman, kusursuz bir insan değil. Klişe bir kullanımdır ama, insani zayıflıkları olan Fatih'ten söz ediyorum. Ama onu göstermek yerine işaret ettim. Meraklı okur o işareti görüp farklı kaynaklana da yönelebilmeli. Benim Fatih çözümlemem gerçeği mi yansıtıyor bilinmez, ama tablolarda gördüğümüz elinde kılıç beyaz atının sırtındaki adamın da Fatih'i ne kadar yansıttığı tartışılmalıdır. O tablodakiyle değil, insan olan Fatih'le daha fazla empati kurulabilir. Ölebilirsin de, tahta da çıkabilirsin. İşte bu gerilim bizim empati kurmamızı sağlayan şey. O seçilmiş kişidir, dendiği anda empati biter, kahraman başlar ve bizim gerçeklik alğımız ortadan kalkar. İnsanlıktan çıkar, insanüstü olur ve insanüstü varlığın da benim romanımda yeri yok.
BAŞKOMİSER NEVZAT'IN OLDUĞU ROMANLAR YAZMAKTAN SIKILDIM
Bu romanın benim romanlarım açısından asıl yeniliği, katil olduğunu düşünen bir kişinin anlatıcı olduğu bir roman olması. Yani katilin anlatıcı olduğu romanları okuduk. Ben zanlının-şüphelinin anlatıcı olduğu bir romanı yazmak istedim, başka örneği vardır ama ben bilmiyorum. Anlatıcı sürekli ben mi öldürdüm başkası mı öldürdü şüphesiyle hareket ediyor. Burada kahramanımız bir anti kahraman. Zavallı bir insan. O yüzden referanslarım polisiye romanlardan çok diğer edebî eserlere öneliktir. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sının Raskolnikov'u ve Yeraltından Notlar'ın kahramanı başı çeker. Anayurt Oteli, Tutunamayanlar ve Şato temel ilham kaynaklarımdır. Polisiye metinlerden çok bunlara var bu kitabımda referans olarak. Diğer romanlarımla mukayese edildiğinde, daha fazla psikolojik roman olduğunu söylemeliyim. Tarihi roman olarak, aşk romanı olarak ve polisiye roman olarak da okunabilir. Dört katmanlı bir roman bu ve dil de farklı. Neden bunu yaptım? Çünkü sıkılmıştım, hep aynı şekilde Başkomiser Nevzat'ın ana kahraman olduğu romanlar yazmaktan sıkıldım. Benim sıkılmam ise ölümüm demektir.
KAYNAKÇASI ZENGİN BİR KİTAP
Kitabı yazarken yararlandığım kaynaklar hayli fazla gerçekten... Tam sayı veremesem de, 150'den az değil. Bunların hepsini baştan sona okumadım tabii. Çünkü ben burada tarihçilik yapmıyorum. Örneğin gemilerin karadan yürütülmesi meselesini ele alalım; bu gerçek mi, rivayet mi hâlâ sorulur. Bunu romanda kullanabilmek için çok farklı kaynaklar okumam gerekiyordu, haliyle bu konuya değinen metinlerin, karadan gemi geçirme bölümlerini okudum. Fatih'in daha doğrusu II. Mehmed'in tahta çıkması ve tahttan indirilmesi ve sonra yeniden çıkmasına dair çok fazla metin var. Her kaynak ayrı ele almış. II. Murad'ın öldürülmesi veya eceliyle ölmesine dair tartışmalar, Alaaddin Ali'nin öldürülmesinin arkasında yatanlar meselesi uzun uzadıya okunması gereken konu başlıklarıydı benim için. Çünkü Alaaddin Ali ölmese II. Mehmed'in tahta çıkması çok zor. Bunun için de karşılıklı okumalar yapmak gerekiyor. Batılı tarihçiler bizden çok daha fazla ve çok daha önce bu konuları yazmışlar. Fetih bile öyledir. Bizde bir Tursun Bey'in ve Âşık Paşazade'nin tarihi vardır ama o da çok kısa geçer. Batılı kaynaklar ise onlarcadır ve dolayısıyla bunların arasında hakikate yakın olanı bulmak için detaylı bir okuma yapmak gerekiyordu, haliyle bu da sayıca fazla bir kaynakçaya müracaat etmeme sebep oldu. Yoksa alayım oradan koyayım gibi bir şey olmadığını okurlar görecektirler.
BİRGÜN ÖRGÜT İÇİN RAPOR YAZDIM, SONRA YAZAR OLDUM
Kitapta Müştak Serhazin'e söylenen, "sadece okumak yetmez yazmalısın. Güçlü bir kalemin var," sözünü ne yazık ki gerçek hayatımda duymadım. Benim yazarlığım tümüyle rastlantı sonucu ortaya çıkmıştır. Yazar olmalıyım sözünü de kullanmadım ben. 22 yaşına kadar günlük, şiir yazmadım hiçbir şey yapmadım edebiyata dair. 1982'de Kenan Evren anayasa referandumunu halk oylamasına sunmuştu ve ben 'hayır' diyenler arasındaydım. Ayrıca örgütlü mücadele içindeydim. Bir eylem yaptık ve eylem sebebiyle bana bağlı bir arkadaşım tutuklandı. Bu tutuklanma dolayısıyla, örgüt benden bir rapor istedi. Raporumu, kuru bir şekilde yazmak yerine bir öykü halinde aktardım. O rapor da bir şans eseri 40 ayrı dilde yayınlanan Barış ve Sosyalizm Sorunları'nda yayımlandı. O noktadan sonra ben yazar olmak yönünde hareket ettim. Hatta Moskova'dayken yazar olmak istediğimiz söyleyip, bunun için bir okul var mı diye soruyordum. Konuya o kadar da uzaktım aslında. Parti de o zaman bana, sen yazar değil gazeteci ol dedi. Ben ise inadına yazar oldum...
#Sultanı Öldürmek#Ahmet Ümit#röportaj#oynakbeyi#roman#edebiyat#Fatih#Fatih Sultan Mehmet#II. Mehmed#İstanbul'un Fethi#Fetih 1453#29 Mayıs#Müştak Serhazin#tarih#Tarihi Roman#tarih nedir#gemileri karadan yürütmek
4 notes
·
View notes
Text
EN ÇOK YAZI GÖRÜNSÜN İSTEDİM BU KİTAPTA
Volkan'ın Romanı'ndan sonra geçtiğimiz aylarda ikinci romanına imza attı Ahmet Tulgar, Çocuklar ve Canavarları ile... Bir mafya adamını baltayla öldürüp teslim olan ünlü yazar Sarp Kaya ve onu sorgulayan bir cinayet büro komiserinin yolları kesişiyor bu kez. Çok zeki bir yazar ve sıradanlaşmış hayatından iyice sıkılmış bir komiser. Bir süre sonra, kimin tutuklu kimin sorgucu olduğu birbirine karışır. Daha sonra kimin suçlu kimin masum olduğu da karışacaktır, ama bir o kadar da birbirlerine muhtaç olacaklardır. Herkesin 'yalnız' kalmaktan korktuğu dünyada, daha çocukken 'canavarlar' yaratmamızın sebebi de bu yalnızlık korkusudur belki de! Ahmet Tulgar'la yeni romanı 'Çocuklar ve Canavarları' üzerine konuşurken Tulgar sadece romana dair değil, hayata dair de cevaplar verdi.
--OYNAKBEYi--
Romanın 'yazar' kahramanın isminden başlamalı belki de. Sarp Kaya adında bir isim sembolizasyonu var mı? Belki de onun sesini doğrudan duymamamız da bunda etken.
Kesinlikle öyle bir sembolizasyon var. Gerçekten de kendisine ulaşılmasını biraz zoraştıran bir insan. Diğer taraftan da aslında bütün roman içinde bir sisiphos efsanesine dair bir gönderme içeriyor. Zira gerek kendisiyle yapıan sorguda veya gerekse bize anlattığı kadarıyla, tam yukarıya çıkarırken o büyük kaya kütlesi yeniden aşağı yuvarlanıyor. Çoğu zaman bizi de, onu sorgulayan polisi de altına alarak geri yuvarlanıyor. Metinde onu konuşurken değil, onun konuştuklarını bir başkası tarafından aktarması ile görüyoruz. Yazarın konuşmaması anlamında da şunu söyleyebiliriz, yazar, komiserin yani sorgu şefinin ağzından, onu beynine girerek konuşuyor bizimle. Aslında komiser, alıştığımız anlamdaki 'anlatıcı'dan ziyade bir 'aktarıcı' olarak karşımıza çıkıyor.
Sarp Kaya, yazının korkutucu gücü, üzerine konuşuyor ilk başlarda. Komiser de okumanın aslında ne kadar tehlikeli olduğuna, bir süre sonra huzursuzluğun artmasına dair birtakım söylemler dile getiriyor kitapta...
Hem yazarda hem komiserde büyük bir sıkıntı var aslında. Yazar, bu sıkıntıyı yazarak aşıyor. Komiser için ise okuyarak bunu aşma, bu sıkıntıdan kurtulma bunu yenme çabası doğuyor sonra. Bu elbette bir varoluş sıkıntısıdır. İkisi de sıkıntıyı yenmenin aslında çok büyük sorunları da beraberinde getireceğinin farkındalar. Örneğin komiserin kendisi, bir süre sonra tutsak düşüyor. Önce edebiyata, sonra yazıya yani okumaya tutsak düşüyor. Gerçekten de yazı üzerine devamlı olarak düşünülüyor kitapta. Aslında yazar Sarp Kaya da dilin gücüne vakıf olabilmek için yer yer dînî unsurları da dahil ederek konuşuyor. Çünkü bütün din kitapları aslında hep aynı cümlenin versiyonuyla başlarlar. 'Önce söz vardı' cümlesinin türevleriyle başlar bütün din kitapları. Sarp Kaya da dil üzerinden, yazı üzerinden yeni bir fizik yaratmak istiyor. Cezaevinin duvarı yoktur dediği anda, o duvarın gerçekten yok olmasını istiyor. Dilin bu kadar kudretli bir şey olmasını istiyor Sarp Kaya. Dilin gücünü en uç noktaya taşımak yatıyor burada. Ben aslında yazı olmak istiyorum demesindeki giz de budur...
Okurun da bunun üzerine düşünmesini istediniz mi?
Zaten en çok arzuladığım şey bu. Kahramanlar yazı üzerine düşünüyorlar, bir süre sonra okur da düşünecektir. Olaylar bize birinci elden bir anlatıcı aracılığıyla gelmiyor. Ya yazılı ifadenin parçaları olarak geliyor, ya mektuplar halinde, ya da komiserin aktardıklarıyla geliyor. O mektuplar da yazarın veya komiserin okuyup bize anlattığı üzerinden aktarılıyor. Onlar okuyup bize kendi istedikleri kadarını aktarıyorlar. Yani hiçbirimiz hiçbirimiz, okur olarak birinci elden dinlemiyoruz. Hep bir aktarıcı var, bu da kademeli bir aktarım yaratıyor. Bir yandan bugün geçen, cereyan eden bir olayı, diğer yandan daha önceden yaşanan olayları, zamandizinsel bir süreç içerisinde kademeli olarak görüyoruz. Okur da burada, kitabın kahramanları kadar okumak ve yazmak sorunsalı ile yakından ilgililer, çünkü onlar okuyacaklar. Burada bir şeyi itiraf etmeliyim. Çok ağır şeyler yazdım, anlattığım olaylar çok sarsıcı olabilecek şeyler. İç içe o kadar çok şey olmasını istedim ki temelde en çok yazı görünsün istedim bu kitapta. Cümle yapıları, kelimeler her şey çok bariz olsun istedim. Okur yeni gerçeklikler keşfetmek için o dil üzerine daha fazla düşünsün istedim.
ÖLDÜRMÜYORSAN ASIL O ZAMAN SEVİYORSUNDUR
Bir bölümün başlığı "Öldürmek istemediğimiz için sevmek birini" adını taşıyor. Oscar Wilde'ın Reading Zındanı Baladı'nı anımsatıyor, ama tam tersi söylemle...
Kitapta bu tarz başka birçok göndermenin olması gibi bu da doğru bir tespit. Aşk meselesi üzerinde bunu çok yaptım gerçekten. O kadar çok seviyorsan birisini artık onu senden bağımsız kendi hakları olan, kendi yaşama hakkına sahip bir birey olmasına katlanamıyorsun. Ya sen onun bir parçası olmayı ya da onun senin bir parçan olmasını istiyorsun. Sevdiğinin bağımsız kimliğine tahammül edememe dolayısıyla tek çare olarak ölüm geliyor akla. Kimi zaman duyarız, 'o kadar çok seviyordum ki öldürdüm,' diyen katilleri. Kitaptaki yazar, buna karşı çıkıp tam tersi olması gerektiğini savunuyor. Bu kadar öldürmeye hakkın ve imkanın olduğu halde öldürmüyorsan, asıl o zaman seviyorsundur, diyor. Öldürmezsen gerçek anlamda seviyorsundur. Buradaki asıl gönderme, yine uhrevi olana dairdir. Çünkü kutsal kitaplarda 'öldürmeyeceksin' emri yer alır. Öldürebileceğin ve öldürmek istediğin birini öldürmemek daha büyük bir sevgidir.
Parçalanmış İfadeler bölümlerindeki mors alfabesi aracılığıyla iletişim ile yazar ve komiserin mektuplaşmaları aslında birbirine çok paralel, hattâ neredeyse aynı. Ne dersiniz?
Çok doğru. Şeklen bir paralellik kurulabileceği gibi içerik olarak da paralel bir koşutluk var. Çünkü o mors alfabesinde konuşulan şeyler, yazar tarafından komisere yazılan mektuplarla anlatılıyor, ama kendisi üzerinden. Dikkatle bakacak olursak, mektuplardaki kimi yerler, mors alfabesinin yazıya dökülmüş halidir. Kitabın sonunda da bunların ne kadarının gerçek ne kadarının kurmaca olduğunu, yine bu mektuplardaki deşifrelerde görüyoruz. Çok uzakta olmuş bir olay, çocukluklarında olmuş bir olay hayat tarafından gizleniyor, şifreye dökülüyor ve yazar bu geçmişteki olayın şifrelenmiş haline tanıklık ediyor. Daha sonra bu geçmişteki şifreleri çözerek komisere anlatıyor. Komiser de bunu bize anlatıyor. Bu sayede bizler, geçmişte iki çocuğun geçmişte yaşadığını, onların annesinin yaşadıklarını ve büyüdüklerinde neler olduğunu öğreniyoruz. Ta ki komiser bizi tekrar şaşırtana kadar.
Bu paralellik aslında kitabın bütününde var! Biri çok eskiden olmuş, diğeri ise kitabın sonuna doğru olacak iki ayrı olay birbirinin aynısı ve iç içeler...
Kitabın temel şifrelerinden birisi de bu elbette. Romandaki kadınların dramı, erkeğin kendi dünyasının dışındaki dünyasından, haberdar olmadığı noktada başlıyor. Çocuklar da aynı şekilde, anne ile babanın dünyalarına birbirlerini sokmamaları sebebiyle yaşadıkları mağduriyeti yaşıyorlar. İki kardeş büyüdüklerinde, neden bunu yapıyorlar diye sormalıyız. Çünkü çocukken gördükleri bir şey var, kitabın başındaki tiyatro sahnesi, sözünü ettiğimiz o eski hikâyeyi ele alıyor. Nusret'in kâtiple, komiserin de yazarla olan ilişkisi; eski hikâyedeki iki çocuğun annesiz büyümesi ve sonraki hikâyedeki çocukların annesiz büyüyecek olması tamamen paralel. Uzunlukları ve zamanları farklı ama temelde iç içe aynı hikâyeyi okuyoruz. Sözünü ettiğim 'yazı' önde olacak arzusunun bir sonucu da diyebiliriz buna.
POLİS KAHRAMANLAR BENİ CEZBEDİYOR
Benim polis kahramanlara bir yönelimim var denebilir. Zira Volkan'ın Kitabı'nda da kahramanım polisti, burada da öyle. Polis kahraman beni çok cezbediyor. Bir kere polislerin bir yalnızlık imgesi olduğunu düşünüyorum. Kahvede oturuyoruz diyelim, içeriye bir iki polis gelse ve bu biliniyor olsa bir şekilde kendimize bir çekidüzen veririz. Onlar da insanları huzursuz ettiklerinin farkındadırlar. Bunu bilerek isteyerek böyle davrandıkları da bir gerçek, ama evlerin en ücra köşelerine kadar girebilen bu adamlar aslında bir o kadar da dışlanıyorlar. Bu bir yalnızlık yaratıyor. Polis her zaman soru sorar, asla ona soru sorulmaz. Cevap vermezler, zaten bir soru sorduğun zaman cevap da veremezler. Cevap vermeye dair bir mekanizmaları yok gibidir adeta. Aslında, kimse polisin vereceği cevapla da ilgilenmez. Herkes onların sorularıyla ilgilenir. Ben de, bu durumu genişletip onların hayatla ilgili sorulara verdikleri cevapları merak ediyorum. Birbirimizin cevaplarını merak ederiz ama onların cevapları bizi ilgilendirmez. Zaten hiç soruyla karşılaşmadıkları için bir cevapları yoktur onların... Hikâye roman üretmeye çok müsait bir karakterdir polis karakteri. Sadece polisiye hikâyelerdeki bulmacalar değildir yazarı veya okuru çeken. O polis karakterlerinin hepsi aslında inanılmaz derinliklere sahip tiplerdir... Örneğin Emrah Serbes'in romanı Behzat Ç. de, benim Volkan'ın Romanı da yine polis karakter üzerinedir... Süperkahraman değiller, ama bir o kadar da trajik kimlikler.
YAZILI OLAN HER ŞEY BANA DAHA GÜZEL GELİR
Hiç abartmadan söylemem gerekirse, yazı yazmak dışındaki alanlarda son derece beceriksiz bir insanım. Hiçbir el becerim yoktur, tamir edemem, sakarımdır. Otomobil kullanmayı bile bilmem, hiçbir zaman öğrenemeyeceğime inanmışımdır. Annem eski bir dansçı olmasına rağmen, ondan hiç yetenek geçmemiş bana. Örneğin biraz ritm tutabilirim ama belirli figürlerin olduğu dansları vals, tango ve benzeri dansları asla başaramam. Dünyaya dair tek ilişkim dil ve yazmak üzerindendir. Yazılı olan her şey bana daha güzel gelir. Hattâ, her şey yazılı olduğu zaman daha güzel gelir. Manzaraya bakmak değil, o manzarayı bir metinden okumak daha güzeldir. Hayat, müzik bile öyledir. Müzik bile edebiyatta veya yazıda bahsedildiğinde beni daha çok kendine çeker. Dünya bana çok güzel geliyor, çünkü dünyadan binlerce hikâye çıkıyor ve bunların sonsuzluğu bana hayatı daha yaşanılır hnissettiriyor. Hayata dair her şey yazıyla ilişkiye girdikten sonra daha kıymetli ve katlanılabilir gelir bana.
AFFETMENİN TEK YOLUDUR ASLINDA EDEBİYAT!
Kendi yazdığım kitaplarda, romanlarda, hikâyelerde de başkalarının yazdıklarında da okuduğum bütün kahramanları seviyorum. İyi bir edebiyat eseri onların yaşadıklarını, insanın aslında bir yandan da ne kadar masum olduğunu gösteriyor. Ne yaparsa yapsın aslında hayatın bir şekilde buna sebep olduğunu anlayabiliyorum. Örneğin bir işkenceciye, tetikçiye, iktidar sahibine, zorba bir insana gerçek hayatta öfke duyabilirim, hiç sevmeyebilirim. Ama onun hikâyesini okumaya veya yazmaya başladığımda onu çok daha derinden anlayabiliyorum. Bir yandan da bana ne kadar ihtiyacı olduğunu ve benim de ona ne kadar ihtiyacım olduğunu görüyorum. Güçsüzlüklerimizi zaaflarımızı tekrar tekrar görebiliyorum. Bu kadar savaşın kıyımın, katliamın, öfkenin olduğu bir dünyada insanlar birbirini anlıyorlarsa hâlâ bunda en büyük pay edebiyata ait. Affetmenin tek yoludur aslında edebiyat! Edebiyat, hayata bir netlik ayarı yapmamızı sağlar. Çünkü hayat bir yandan çok hızlı geçtiği için ve birbiriyle çok bağlantısız şeylerin araya karışması dolayısıyla bulanıktır. Edebiyat o netlik ayarını yapmamızı sağlar.
CUMA NAMAZI ERKEĞİN KENDİNE AİT ALAN İHTİYACINI DA KARŞILAR
Romanımdaki yazar Sarp Kaya, namazı bilhassa cuma namazını erkekliğin kutsanışı olarak değerlendiriyor. Bir açıdan ben de öyle düşünüyorum. Daha lise çağlarından itibaren, cuma namazı erkekler arasında ayrı bir mefhum halindedir. Birbirleriyle konuşurker bile daha erkekçe bir fiilin içinde olduklarını belli ederler. Cuma'ya gittim, cuma'daydım diye belirtirken tonları bile değişiktir. Adeta bir mesleki lonca sistemi gibidir. Cuma namazına gidiş anı, cuma namazı sırası ve sonrası çok fazla erkekçe bir an ve paylaşımdır. Kadının dışlandığı bir ritüel anıdır. Aslında erkeğin böyle alanlara ihtiyacı da vardır. Çünkü kadınlar kendi özel alanlarını çok rahat oluştururlar. Erkek ise kadının yanında biraz gergin, telaşlı, acemi, sarsak ve sakardır. O yüzden cuma namazı bu kendine ait alan ihtiyacını karşılar. Tanrının huzuruna bir madebin içinde ve kendi özel alanı içerisinde çıkış, gerçekten üzerinde durulması gereken bir olgudur. Zaten geleneksel yaşantıya baktığımız zaman perşembe öğle vaktinden cuma namazı olana kadar 'mübarek' zaman dilimi olarak değerlendirilir. Birçok insan cinsel yaşantısını bile bununla şekillendirir. Topluca, birbirlerine onay vererek o namazı kılar erkekler.
TEK EŞLİLİK İNSAN DOĞASINA HAKARETTİR
Tek eşliliğin büyük bir riyakarlık olduğunu düşünüyorum. Dünyada tek eşlilik kendi doğal akışıyla asla gerçekleşmedi, yani bu süreç dayatılma sonrası gerçekleşti. İnsan zekasına, doğasına ve ruhuna bir hakarettir. Bir kere, aşk dediğiniz şey o kadar güçlü ki geldiği zaman direnmek çok zor, ama bunu uzun süre taşımak daha zor. İnsan ruhu buna en basit savnuma mekanizmasını üretmiş. Bir süre sonra aşk duygusu azalır insanlarda. Ama aşk ihtiyacımız azalmaz asla. Bir şekilde içimizde yeniden güç kazandığında, eski arzu nesnesinden başka bir şeye yöneltiriz. Zaten o yeni şey, bizim içimizdeki aşkı alevlendirendir. Erkekler geleneksel toplumlarda çok eşliliği sürdürebilirlerken kadınlar da en azından zihnen bu sınırı aşıyorlar. Kimi kuaförüyle, kimi spor hocasıyla, kimi mahalledeki esnafla bir şekilde zihnen böyle bir ilişki kuruyor. İnsan o kadar derin ve zengin bir canlı ki, herkeste birçok cezbedici yan olabilir. Bu cezbedici şeyleri tek bir insanda bulmak mümkün olmayacağı gibi tek bir kişiden bunları beklemek de haksızlık. Zaten sosyolojik olarak baktığımız zaman da tek eşlilik bugünkü anlamıyla kapitalizm dolayısıyla çıkmış bir şey. Bu dayanışmayı, insanların klanlar halinde yaşayıp bir dayanışma organizasyonu oluşturup sermayeye karşı güçlü olmalarını engellemek için bilinçli olarak türetilmiş bir şey. Ama çok eşliliğe şu açıdan karşı olabilirim, 'erkek egemen' bir anlayış üzerinden, yani kadını ezmeye dayalı bir hal aldığı zaman karşı dururum. Tek eşlilik kötülük pompalıyor dünyaya.
BİZ SICAKKANLI MIYIZ? SICAKKANLI ROLÜ MÜ OYNUYORUZ?
Ben samimi bir insanım. Eserlerim üstüne sahiden düşünüyorum ben. Okuruma ve genel olarak okura saygım var benim. Onun zekasına, aklına çok büyük güvenim var. Anlaşılmazsa diye bir kaygım yok, ama herkesin hoşuna gideyim beni çok sevsinler gibi bir kaygım ve çabam da yok. Kitaptaki antipatiklik ve sempatiklik meselesi görsel ve fiziksel bir temanın altını çizmek için var aslında. Günümüz dünyasında, bihlhassa bizimki gibi toplumlarda birçok alanda o samimi olmayan vıcık vıcık riyayı görürsün. Çıkara dayalı bir tavardır bu. Bunun nasıl büyük bir kölelik olduğunu fark etmemiz gerek. Antipatiklik 'bireyci' bur durumdur aslında. Biz sıcakkanlı mıyız? Hayır! Aslında, sıcakkanlı rolü oynuyoruz. Ona zorunluyuz! Çünkü tek başımıza kendimizi güvende hissetmiyoruz. Batı toplumunda insanların böyle zorunlulukları veya ihtiyaçları yok. Oysa, burada var. Örneğin bir mağazaya girdiğinde o yarence tavır aslında büyük bir üçkağıdı da gizler. Hizmeti zamanında alamazsın, yalapşap bir muamele vardır ve bir yandan da çürük domatesleri de poşete dolduruverir yüzüne gülerken... Kişisel olarak baktığın zaman ne yazık ki o kadar antipatik olamıyorum. Çünkü bu toplumun bir üyesiyim ben de haliyle benim de bu 'birey' tavrını sağlam sergilemem imkansız. Zira toplum buna engel oluyor. Ama sözünü ettiğim manada, bireyci manada antipatik olmayı isterim elbette!
#Ahmet Tulgar#Behzat Ç.#Doğan Kitap#En Çok Yazı Görünsün İstedim Bu Kitapta#Reading Zındanı Baladı#Sarp Kaya#Volkan'ın Romanı#cuma namazı#dil#edebiyat#kitap#oynakbeyi#röportaj#tekeşlilik#tekeşlilik insan odğasına hakarettir#yazı#yazı üzerine düşünmek#Çocuklar ve Canavarları#roman
6 notes
·
View notes
Text
SELİM İLERİ'NİN 60 YILLIK İSTANBUL'U
Türk edebiyatının yaşayan İstanbullu yazarlarından ilk akla gelenidir Selim İleri. Yazdığı bütün yazılara, romanlara, öykülere istanbul kokusu sinmiştir. Fonunda Avni Lifij'in, Çallı İbrahim'in peyzajlarının olduğu metinlerdir kaleme aldığı. Bomboş sokaklardan inerken, bahçe duvarlarından sarkan mor salkımlar, onun eserlerinde yaşayan 'İstanbul Türkçesi' ile kelimelere dökülür. Şimdiye kadar birçok İstanbul üzerine 'müstakil' kitaba imza atmış olsa da, uzun zamandır kaleme aldığı yazılarını; anılarla, yaşantıyla harmanladığı denemeler kitabında bir araya getirdi Selim İleri. Yaşadığım İstanbul adını verdiği kitapta 60 yılını geçirdiği İstanbul'un 60 yılını, edebiyatını, mimarisini, kültürünü, uzun lafın kısası değişen tüm yönlerini anlatıyor. İstanbul'un yazarı Selim İleri ile kitabına, değişen İstanbul'a ve söyleşi yaptığımız saatlerden kısa süre önce açıklanan Aydın Doğan Vakfı Ödülü'ne dair konuştuk...
--OYNAKBEYi--
Selim İleri ismi, ilk akla gelen "İstanbul" yazarlarındandır. Sizin romanlarınızda, öykülerinizde, Bodrum'un mekân olduğu metinlerde bile hep bir İstanbul kokusu gelir. Bu kitap nasıl doğdu?
Aslına bakarsanız, en baştan beri İstanbul üzerine yazmak, daha doğrusu İstanbul yazıları temalı bir şey kaleme almak benim fikrim olmadı. 70'lerin sonu 80'lerin başında Hürriyet'te Ahmet Örs ve Çetin Emeç, pazar günleri İstanbul yazıları yazmamı istediler. Her pazar bu tema çerçevesinde yazılar kaleme aldım. Sonra bu İstanbul yazıları, belli bir okur kitlesinin ilgisini çekti. Daha sonra yazdığım, Cumhuriyet, Milliyet ve Zaman'da devam etti bu yazılar. Benim de hoşuma gitti bir süre sonra; hem birtakım anıları hatırlamamı sağladı, hem bazı yeni bilgiler edinmemi sağladı İstanbul'a dair, hem de bugün birçoklarının bilmediği İstanbul'u anlatmak fırsatı elime geçti. Ama bu kitap biraz farklı çünkü, gazete yazılarından oluşmasına rağmen seçilmiş yazılardan oluştu ve kendi içinde bir bütünlüğe sahiptir. Diğer İstanbul kitaplarımda "görsel malzeme" kendini gösterirken, bu kitapta bunları hiç kullanmadan bir şeyler anlattım.
Gerçekten de bilhassa resim, İstanbul yazılarınızda önemli kaynaklarınızdan en başta geleni. Bu kitabı oluştururken gözünüzün önünde kimlerin peyzajları canlanıyordu veya nasıl bir görüntü vardı?
Nazmi Ziya'ların, Çallı'ların yaşayıp da görselerdi dehşet içinde kalacakları bir peyzajdan söz edebilirim, gözümün önünde canlanan görüntüye dair. Onların o kuşağın, Avni Lifij'in Feyhaman Duran'ın tahmin edemeyecekleri, düşleyemeyecekleri bir peyzaj çıkacaktı muhakkak. Bu ne kadar İstanbul'un lehine veya aleyhine bunu tam olarak bilemiyorum. Benim resim sanatıyla eski ressamlarımızın eserleriyle bu kadar haşır neşir olmamın temelinde İstanbul'un ruhunu onların eserlerinden hissedebilmem yatar. Ama bugün yaşadığım şehirde o ruhu ne yazık ki ben hissedemiyorum. AVM'lerle, şehrin içine girmiş sanayii merkezleriyle, gökdelenlerle dolu ve her şeyin "hız"la beraber anıldığı bir yaşantı çerçevesinde, böyle bir peyzajın mümkün olmadığını görüyorum. Benim çocukluğumda Nazmi Ziya'nın tablolarındaki gibi, yokuş aşağı inen bomboş bir sokaktaki bahçe duvarlarından mor salkımlar sarkardı. Ben İstanbul deyince hâlâ böyle şeyler hissediyorum. Gözümün önünde silik görüntülerle olsa da bunlar vardı, ama bir yandan da penceremden bakıp gördüğüm trafik, beton, büyük kocaman binalar da yer aldı.
Kitabın girişinde de andığınız, "sürekli değişen İstanbul" olgusuna gelelim. Aslında İstanbul kurulduğu günden beri sürekli değişim ve hareket içinde. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bir defa İstanbul, dünyadaki diğer benzer 'tarihi şehir' kimliğine tamamen ters olarak, sürekli dokusu kimliği değişen bir şehir. Başka hiçbir şehirde bu kadar sürekli ve hızlı olmuyor bu. Ama unutmamak gerekir ki burada çok önemli bir farklılık var. İstanbul doğu-batı arasında bir şehir ve önemli bir odak noktası. Bunu coğrafi olarak gerçekleştirdiği gibi, kültürel ve zihniyet açısından da mümkün kılıyor. Bir yakasından diğerine geçtiğimizde Doğu-Batı arası bir geçiş yaşıyorsunuz. Bunun getirdiği bir mimari iç çatışma var. Tabii ki uygarlık açısından da bir çatışma var. Bu da birtakım değişiklikleri sürekli, hareketliliği zorunlu kılıyor.
Bir de herkesin İstanbul'a imza atma arzusu var!
İnsan müdahalesi olarak anabiliriz bunu... Özellikle son 40-50 yılda çok ciddi bir payı var. İmparatorluk başkenti İstanbul'dan Cumhuriyet'in bir şehrine dönüşen İstarnbul'a geçişte çok büyük bir mimari değişiklik, hazla bir hareketlilik yok. Birçok yenilik olmasına rağmen, yurt çapında birçok kökten değişim gerçekleşmesine rağmen İstanbul kendi kimliğini koruyabilmiş, insanlar da bunu korumuş. Elbette konut mimarisinde veya birtakım kamu binalarında değişen anlayışla beraber gözle görülür bir farklılık var, ancak sandığımız kadar yaygın ve hızlı değildir bu! Ama 50'lerden sonra, rahmetli Adnan Menderes'in büyük istimlak hamlesiyle "İstanbul'un taşıyla toprağıyla kendim ilgileneceğim" diyerek büyük bir değişime maruz kalmıştır İstanbul. Bunun kötülük olsun diye yapılmış olduğunu sanmıyorum. Bilhassa o yıllarda hayranlık duyulan, Amerika şehirleri gibi geniş caddeler, ferah alanlar için yapıldığı inancındayım. Ama bu, devrinde çok az sayıda olsa bile, birçok önemli ve uzman kişileri üzmüştür. Örneğin Menderes'e yakın olmasına rağmen Peyami Safa'yı bile üzmüş ve yazılarında bunu kaleme alıp, Menderes'i ularmıştır. Buna rağmen ciddiye alınmamış. Menderes gibi muhafazakâr bir insanın, kendi kültürüne ve tarihine bu kadar önem vermiş bir adamın, Mimar Sinan'ın eseri olan bir hamamı, çeşmeyi hattâ kimi zaman bir mescidi, istimlak uğruna nasıl ortadan kaldırmış olabileceğini hep düşünmüşümdür.
Hz. Muhammed'in müjdelediği şehirdir İstanbul, hele ki muhafazakâr kesim için çok mühim bir göndermedir bu! Başta sizin de andığınız gibi Menderes dönemi ve bugünün iktidarırını değerlendirdiğimiz zaman, şehrin silüeti bile değiştiriliyor artık! Bunun için ne hissediyorsunuz?
Baştan beri en şaşırdığım şeydir bu. Türkiye'deki başta muhafazakâr kesim olmak üzere, herkes Fatih'i çok ayrı tutar ve önemli bulur. İstanbul'u bu topraklara kazandırmasından sonra, büyük bir cesaretle şehrin Bizans'tan kalan birçok eserine dokunmaması önemlidir. Tamam, bazı kiliseleri camiiye çevirmiştir ama yine aynı cesaretle korumuştur ve çok da bilinçli bir tutum içindedir bu konuda. Halbuki sonra bu kaybolmuş. Menderes o yolları açarken eminim ki iyi niyetle hareket ediyordu ama neyi yok ettiğinin de ne yazık ki farkında değildi. Bugün geldiğimiz nokta ise daha da felaket. Sürekli tartışılıyor, kamuoyundan birtakım tepkiler dile getiriliyor, uzmanlar bunun ne kadar yanlış olduğunu birtakım ispatlarla dile getiriyorlar, yapılması gerekenin ne olduğunu söyleyip örnekler gösteriyorlar ama kimsenin bunları dikkate aldığını sanmıyorum. İstanbul gibi bir şehrin silüetinin, yani bütün görüntülerinde, yerli yabancı herkesin hafızasına kazınmış o görüntünün, düşüncesizce sadece rant için bozuluyor olması, yapanların yanına kâr kalması beni üzüyor.
SİYASİ İKTİDARLARIN TATBİKAT ALANIDIR İSTANBUL
İmparatorluk döneminden beri her iktidar özel olarak ilgileniyor aslında İstanbul'la!
Bu konuda, Dalan dönemi aklıma gelir önce. Birçoklarınca çok ışıltılıdır Dalan dönemi İstanbul'da. Ama birçok kişi şunu görmüyor veya görüp de ses çıkarmıyor; Dalan'ın restore ettirdiği, yenilettiği Bizans surları 1999 depreminde, eski olanlar santim oynamamışken, onarıldığı söylenen, yenilendiği söylenen kısımlar yıkıldılar. Dalan bir sembol tabi burada. Dalan ve onun sembolize ettiği insanlar gerçekten bilinçli ve muhafazakâr olsalardı, Yahya Kemal'i anımsaması gerekirdi. 1910'larda İttihat Terakki, Rumeli Hisarı'nı restore etmek ister ve bununla ilgili Yahya Kemal'e sorarlar ne düşündüğünü, "aman sakın hiçbir şeye dokunmayın! Var olanı koruyun yeter, tek taş bile eklemeyin," der. Her iktidar, bu şehre bir imza atmak ister. Amaçları belki birtakım güzellikler ve sürekli bu şehirle anılmak gibi bir arzudur. Ama bu imzalar hep biraz kanlı atılıyor, en azından İstanbul açısından... İstanbul, siyasi iktidarların tatbikat alanıdır bence!
Tevfik Fikret'in İstanbul için söylediği "Bin kocadan arta kalan bive-i bakir" sözü aslında İstanbul'u en iyi anlatan ifadelerden birisi. Sizin kitabınızda da "Yitik İstanbul" sözü yer aldığına göre, artık bive-i bâkir olarak söz etmek pek mümkün değil gibi...
O bitmeyen bekâretin silüet açısından ne yazık ki sonuna gelindi ne yazık ki. Bakın, Haydarpaşa Garı'nı otel yapabilirsiniz. Emek Sineması'na birtakım şeyler yapabilirsiniz, AKM'yi kendi halinde bırakabilirsiniz, ama şehrin siluetini bozmak, onun bekâretini bozmaktır. Haydarpaşa Garı'nın iki yanına iki gökdelen korsanız olmaz! ABD'de gökdelen şehirleri var. Bunu zaten planlayarak ve ona göre yapıyorlar. Gökdelenlerin kendisi gayri estetik değildir. Estetik bir açıdan yaklaştığınız müddetçe çok başarılıdır. Empire States binasına bugün binlerce ziyaretçi gidiyor, yakından, içinden görmek için. Ama siz sırf gökdelen olsun diye, Haydarpaşa Garı'nın yanına bunu yaparsanız olmaz. Gökdelen modernist anlayışın bir uzantısı. Ama siz birdenbire tarihi yapının yanına gökdelen dikerseniz gülerler! Örneğin Vatikan'daki kiliselerin yanına gökdelen koyarsanız gülerler. Aynı şekilde Haydarpaşa Garı'nın yanına iki gökdelen koyduğunuz anda, her şey sona erer. Peyami Safa'nın 1950'lerde yazdığı, "aman Suriçi'ne dokunmayın, şehri surdışından itibaren düzenleyin, planlayın büyütün," sözünü kimse ciddiye almamış. Ama bugün dünyadaki bütün tarihi kentlerin planlanması buna göre gerçekleşmiştir. Uzun lafın kısası, o bekâret bozulalı çok oldu kanaatimce...
Haydarpaşa Garı'ndan söz ettiniz az önce... Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Üzerinde birtakım tasarruflar planlanan en kamusal alan Haydarpaşa Garı'dır. Herkesin kullandığı, herkese ait, bu şehrin en önemli noktasında, az önce en kıymetli varlık olduğunu dile getirmeye çalıştığım silüeti gören ve o silüete dahil olan bir mekân Haydarpaşa Garı. Bu şehrin sade bir yurttaşı olarak birtakım sesler çıkarmam mümkün elbette, yazılarımda bunu dile getirmem mümkün, ancak bu kaç kişi tarafından duyulur. Kimler buna eşlik eder, bunu bilmek mümkün değil. Üzülerek kaderimize razı bir halde bekliyoruz. Bir noktadan sonra, "İstahbul'un kaderi buymuş" dedirtiyor tüm bu olanlar... Tatbikat devam ediyor sürekli olarak!
İSTANBULLULAR SONRADAN GELENLERE HAİNCE DAVRANDILAR
Kitabınızda da altını çizdiğiniz üzere ve yaşadığımız İstanbul açısından, bozulan sadece mimarî değil. Bunun suçlusu sadece yöneticiler olamaz değil mi?
Şehrin mimarisi, dokusu bozulduğu zaman sadece şekilde bir bozulma olmuyor. İnsan ilişkisi, komşuluk ilişkileri, sosyal ilişkiler, yaşayış şekli, insanların birbirleriyle temasını içeren, alışverişine dayalı her şey bozuluyor. Bu bir süre sonra çirkinliklere sebep oluyor. Bu çirkinliği gören insanların bundan ne kadar rahatsız olsalar da, bu çirkinlikten kendilerini koruyabilmeleri mümkün olmuyor. Aslına bakarsanız İstanbul ve İstanbullu da suçlu bu konuda. 1950 sonrasında iç göç başladığı zaman, İstanbullular Anadolu'dan gelenlere affedilmeyecek kadar hain davrandılar. Birincisi onları derhal dışlayıp, sanki hiç yoklarmış gibi davrandılar, ikncisi bir arada bulunmak zorunda kaldıkları mekânlarda, örneğin toplu taşıma araçlarında onları ağır şekilde aşağıladılar. Haliyle sonradan gelenler ne buraya dahil olabildiler, ne geldikleri yöredeki gibi kalabildiler. Kendilerini korumak zorundaydılar ve öyle bir savunma mekanizması geliştirdiler ki, önce kendi cemaatlerini oluşturdular, muhitlerini yarattılar, sonra İstanbul'u değiştirmeye başladılar. İstanbullu burayı korumayı, kendi burnu büyüklüğünü koruyarak uygulamaya çabaladı ve çok kötü şeylere sebep oldu bu.
Bugün kaybolmaya yüz tutmuş birçok kültürel unsur yaşatılmaya çalışılırken, tamamen unuttuğumuz başka olgular da var. Örneğin sizin Gelinlik Kız adlı öykünüzde geçen "tükenmez"geliyor ilk akla, siz neler söyleyebilirsiniz?
Elbette ben de önce tükenmezi sayabilirim. Artık yapan kaldı mı bilmiyorum veya hatırlayan kaç kişi kaldı tahmin etmek bile zor. Bunun haricinde Fenerbahçe-Moda sahillerine ıstakoz sepetleri konurdu. En yoksul kesimden insanın bile, avcılığı yerindeyse, sofrasında ıstakoz olabilirdi. O kadar çok vardı denizde ıstakoz. Doğa kirlenmesinin sonucunda birçok şey ortadan kayboldu. Bence en önemlisi ise daha farklı bir şey; Yahya Kemal'in sürekli "fethi gören şehir" olarak adlandırdığı Üsküdar ve ilerisinde insanlar kapılarını bile kilitlemezdi. Kimsenin bir korkusu yoktu, herkes birbiriyle konuşur, sokaklarda kilimler serilip oturulurdu. En önemlisi bu ortadan kalktı. İstanbul ailelerinin çok önemli bir kültürü vardı. Evde çalışan birisi varsa, sofrada onun da yeri vardı. Onun dışında bir şey yapmak kesinlikle mümkün değildi, şimdi yemek parası verip sofraları ayırıyolar. İnsanlar arasında göreceli de olsa bir eşitlik vardı, en azından çaba gösterilirdi. Şunun altını çizmek gerekir, İstanbul'un kozmopolit yapısı her zaman korunmalıdır. Ama bunu yaparken nasıl paskalya çöreğini korumak gerektiğinden söz ediyorsak, kebap ve lahmacun da buna dahil olmalıdır... Şİmdiki durum açısından değerlendirdiğimiz zaman ise, gökdelenle gecekonduyu bir arada tutabilmek gerektiği kanısındayım. Gökdelende yan yana iki komşu birbirini tanımazken, gecekondu hayatında daha "insani" bir yakınlık var. İkisini birbirinden en kolay ne ayırıyor? Deprem! Binaları depreme dayanıklı diye pazarlıyorlar. Deprem odaklı bir yaşam şeklinden insanî bir şey çıkarabilmek imkansız geliyor bana.
Kozmopolit İstanbul'u aslında en başta 6-7 Eylül Olayları'nda yitirdik bizler, değil mi?
Tamamen öyle! Meseleyi sadece bir paskalya çöreğine indirgeyenler var ne yazık ki, ama çok daha büyük şeyler yok oldu buralardan! Sizin de altını çizdiğiniz o kozmopolit anlayıştan, yaşayıştan söz ediyorum. Siyasetin karanlık yüzünün insanlara yaptırdığı şeylerdi o olaylar. O zamanki siyasetçiler ve polis teşkilatı böyle bir reaksiyon beklemiyorlardı ama 6-7 Eylül olayları öncesi ve sonrasıyla hem Türkiye'nin, hem de bir o kadar İstanbul'un ayıbıdır! O dönem mecliste Rum milletvekilleri vardı, Ermeni, Musevi milletvekilleri vardı. Bugün kaç tane var bilemiyorum. Sanırım yok! İstanbul bu anlamda bir sembol değerse, o dönemin İstanbul milletvekilleri arasında Ermeni, Rum, Musevi isimler olduğu için de bu kozmopolit yaşayışın sembolüydü! Onlar sadece kendi cemaatlerinden oy almadılar elbette. Bir de şunun altını çizmek gerekir, ben ve benim yaşımdakiler tanıklık ettik 6-7 Eylül olaylarına. Benim gibi yaşayanların, tanıkların hafızasında öyle bir iz bırakmış ki yaşımız 60 olmasına rağmen eserlerimizde ortaya çıkıyor hâlâ. O günü yaşamayanlar bile bunun ne kadar uygarlık dışı bir şey olduğunu bilerek ele alıyorlar. Yaptığınız kötülük asla yanınıza kalmaz. Kültürel olarak birçok şeyi yitirdik. Bunu düşünmek gerek, o kültürel eksikliği nasıl telafi edeceğiz?
İbharim Yıldırım'la Nişantaşı Suare için yaptığımız söyleşide "Benim sevdiğim eski Nişantaşı değil, bir hayal" demişti. Siz de istanbul bir hayaldi diyor musunuz?
Hayır. Asla! Çocukluğumun geçtiği Şifa, Moda, Bahariye, Kadıköy ve daha birçok yeri asla hayal olamayacak kadar gerçek ve güzellikle doluydu. İstanbul dünyanın en kötü yaşantısına bile inanılmaz zenginlikler katacak güzellikte bir şehriydi. Hâlâ da öyle aslına bakarsanız. Az önce bahsettiğim gecekondularda inanılmaz insanî saflıklara tesadüf edebilirsiniz. Çamaşırını sokakta yıkayan kadınları, kapısının önünde don atlet oynayan çocukları görebilirsiniz... Bunlar hâlâ bu şehrin güzellikleridir... Yitirdiklerimiz elbette üzer, ama asla hayal değildiler!
Selim İleri'ye göre her dönemde farklı bir İstanbul!
1950'ler: Umut yılları. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan barış ortamı, ABD'nin kurtarıcı olduğu fikri ve Menderes'in ilk döneminin de etkisiyle, hem Türkiye hem İstanbul için umutlu bir dönemdi.
1960'lar: Tatsızlıkların başlangıcı ve Yeşilçam yılları demeliyim. Her ne kadar, 27 Mayıs Demokrasi Bayramı olarak değerlendirildiyse de belirli aralıklarla tekrarlanacak ve ülkedeki birçok meselenin bugünkü hale gelmesine sebep olacak askerî darbenin yaşandığı bir dönem. Yeşilçam ise, Türkiye'yi izafi olsa da birçok gerilimden veya benzeri felaketten korumuştur. Her filmde mutlaka bir Ermeni, Rum, Musevi olurdu... Demokratik, çoğulcu ve kozmopolit bir kültür hâlâ vardı.
1970'ler: Arabesk yılları. Göç patlamış, umut içinde büyük şehre gelenler hayal kırıklıkları ve felaketlere sürüklenmiş, İstanbul artık bugünkü manadaki bozulmasına başlamış ve ortalığın puslu bir hal aldığı yıllardır. Bir o kadar da Tamirci Çırağı şarkısıdır benim için.
1980'ler: Karanlığın vahim bir biçimde başladığı yıllar. 1980 darbesiyle girilen karanlık bir dönem. Desteklemesem, yakın görmesem de Turgut Özal ile beraber biraz daha ışıltılı günlerin yaşandığı bir dönem.
1990'lar - 2000'ler: Birbirine çok yakın. Hırçınlaşmanın en üst seviyeye çıktığı yıllar. Artık yaşamın bir "yarış" halini aldığı yıllar. Birçok şey açık aydınlık olarak konuşulurken, iki tarafın birbirini anlamak isteyip de hiç anlamadığı ve artık garip bir kavganın, çıkar ilişkisinin içine girildiği yıllar.
Selim İleri'nin en beğendikleri
İstanbul Romanı: Herkesin aklına ilk Huzur gelir elbette, ama benim için Oktay Rifat'ın Bir Kadının Penceresinden adlı romanı.
İstanbul Şiiri: Behçet Necatigil'in şiirleri.
İstanbul Filmi: Öncelikle Ah Güzel İstanbul, ama en önemlisi Lütfi Akad'ın Vesikalı Yarim.
İstanbul Şarkısı: Müslüm Gürses'in yorumuyla Paramparça, Kibariye'nin yorumuyla Kara Kışlar, Gönül Akkor'un yorumuyla Güller ve Dudaklar, bunlara ilave olarak Sezen Aksu'nun birçok şarkısı benim için İstanbul'u anlatır.
İstanbul Ressamı: Nazmi Ziya, Avni Lifij ve onların dönemlerinin diğer ressamları.
İstanbul Öykücüleri: Sait Faik'i başta anmak boynumuzun borcu. Sonrasında, Oktay Akbal, Nezihe Meriç, Füruzan, Hulki Aktunç, Adnan Özyalçıner, Bilge Karasu...
İstanbul Yazarı: Benim bu konuda üç yazarım var. Samiha Ayverdi; İstanbul Geceleri ve Boğaziçi'nde Tarih adlı kitapları dolayısıyla... Bir de Sabahattin Ali. Aslında çoklukla Anadolu'yu anlatmış olmasına rağmen, örneğin İçimizdeki Şeytan romanı İstanbul'daki siyasi ve sosyal karmaşayı en iyi anlatan eserdir. Peyami Safa ise Server Bedii takma adıyla yazdığı Cingöz Recai metinleri dolayısıyla...
İSTANBUL TÜRKÇESİ, PAYİTAHTIN DİLDE YAŞAYAN HALİDİR
İstanbul Türkçesi için en güzel sözü Füsun Akatlı söylemiştir, Türkçenin Elenika'sıdır İstanbul Türkçesi diye. Çok severim ve çok doğru bir tabirdir. Peride Celâl'i burada anmak gerekir evvelâ, o ısrarla "nümero" derdi. Bu bir gülünçlük gibi gelse de, çok uluslu bir imparatorluk payitahtının dilde yaşayan halidir İstanbul Türkçesi. Siz bu özelliği yitirdikçe dilde de kendini gösterir. NÜmero diyen olmaz, tek tük bunu kullananlara gülerler... İnsanların birbirlerine giderken Muazzez Tahsin Hanım'ın romanındaki gibi 'bir demet violet alıp' gittikleri bir İstanbul vardı. Ama şimdi insanlar ekonomik birtakım kaygılar dolayısıyla birbirlerine giderken çiçek olmadıkları için, violet de diyen kalmıyor haliyle... Ben bunun tek sebebinin göç olduğuna da inanmıyorum ayrıca, çoğunlukla ekonomik ve başka siyasi sebepleri olduğu gün gibi ortada.
16. AYDIN DOĞAN ÖDÜLÜ İYİ EDEBİYATA EMEK HARCAMIŞ HERKESE VERİLMİŞ BİR ÖDÜL
İtiraf etmem gerekir ki beklemediğim bir ödüldü. Jüri üyesi, Doğan Hızlan arayıp haberi verdiğinde ilk aklıma gelen, "şaka mı acaba" düşüncesiydi. Ama bir o kadar da mutlu etti beni bu haber. Son yıllarda hiçbir ödülle veya yarışmayla alakam yok, kendi adıma ne kadar uzakta durabilirsem öyle mesafeli davranıyorum ödüllere. Bunun sebebi bir kırgınlık veya küskünlük değil, yanlış anlaşılmasın. Aydın Doğan Vakfı ödülü çok saygın bir ödül ve yıllar sonra ilk defa edebiyat alanında veriliyor. Bu çok sevindirdi beni öncelikle. İkincisi her saygın ödül gibi, müracaatla değil, seçimle gerçekleşen bir şey ve seçici kurul da saygın isimlerden meydana geliyor. Kurulun benim ismimde birleşmesi ayrı bir mutluluk elbette. Günübirlik edebiyat ortamının, çok satanın itibar gördüğü, günübirlik şöhretlerin revaçta olduğu günümüz edebiyat ortamında iyi edebiyatla ayakta kalmış kişilerin hepsine verilmiş, okurundan yazarına "iyi edebiyat"a emek harcamış herkese verilmiş bir ödül olarak değerlendiriyorum. 45 yıllık edebiyat hayatımda, edebiyatın öz değerlerini hiçbir zaman sarsmadım. Birtakım bireysel hatalar yapmış olabilirim ama öz edebiyatı her zaman savunmaya çalıştım. Bu ödül biraz da o yüzden sevindirdi beni...
[Söyleşide kullanılan Selim İleri fotoğrafları: Muhsin Akgün]
#Selim İleri#Yaşadığım İstanbul#kitap#röportaj#oynakbeyi#İstanbul#değişen İstanbul#eski İstanbul#Adnan Menderes#Tevfik Fikret#Avni Lifij#Çallı İbrahim#İstanbul Türkçesi#Aydın Doğan Vakfı#AVM#Peyami Safa#Mimar Sinan#Bedrettin Dalan#Yahya Kemal#Haydarpaşa Garı#Emek Sineması#AKM#gökdelen#İstanbullu#6-7 Eylül Olayları#6-7 Eylül
6 notes
·
View notes
Text
YERÜSTÜNÜ DEĞİŞTİRMENİN ZAMANI GELDİ
Aslında onlarca yıl öncesinden beri aramızdalar. Uzun süre görmezden gelindiler, sonra unutuldular, üvey evlat muamelesi gördüler, ciddiye alınmadılar. Ama hep var oldular. Yıllar önce kendi kendilerine düşündüklerini birbirlerine aktarıp, kafa kafaya verdiler. Hikâyesi eskiye dayanan Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) birkaç hafta önce hayata geçti! Yiğit Değer Bengi'nin başkanlığında FABİSAD çatısı altında toplanan derneğin kurucu üyelerinden yazar Altay Öktem ve Aşkın Güngör'ü sözcü tayin edip, FABİSAD'ı sorduk. Derneğin hikâyesini, neler yapacağını ve memleketimizdeki fantazya yazınının makus kaderini konuştuk...
--OYNAKBEYi--
BEKLEMEK ZORUNDA KALDIK
FABİSAD aslında çok yeni, resmi prosedürler biteli yaklaşık bir ay oluyor. Ama kurulma hikâyesi çok daha eskiye dayanıyor. 6 yıl önce akla gelen ve böyle bir dernek kuralım diye üzerinde konuştuğumuz bir projeydi. Yiğit Değer Bengi, Barış Müstecaplıoğlu ve ben bir araya geldiğimizde bunu konuşuyorduk. Türkiye'de fantazya, bilim kurgu ve korku gibi alt türlerle ilgilenen sanatın her alanındaki kişiyi bir araya getiren bir oluşumun ihtiyacını daha o zamanlardan dillendiriyor, üzerine konuşuyorduk. Konunun üzerine ilk düşündüğümüzde bir hayal gibiydi bu. Fakat birtakım koşulların gelişmesi için beklemek durumundaydık. 6-7 ay önce ciddi biçimde oturup ele aldık ve Aşkın Güngör, Barış Müstecaplıoğlu, Yiğit Değer Bengi, Ege Görgün, Doğu Yücel, Kayra Keri Küpçü ben oturup konuştuk ve projeye hız verdik. Daha sonra tek tek ulaşabildiğimiz insanlara ulaştık, hattâ Kayıp Rıhtım (kayiprihtim.org) sitesi ve FRP Net gibi, fantazya ve bilimkurgu meraklılarının bolca olduğu ve bir arada bulundukları internet alanlarının kurucuları ve üyeleriyle de bir araya geldik ve gerekli evrak prosedürünü bitirdikten sonra kuruluşu başardık.
EKSİĞİ TAMAMLADIK
Ülkemizde bugüne kadar fantastik, bilimkurgu ve korku türleriyle ilgili emek harcayanların bir araya gelmesi çok sınırlı bir seviyede gerçekleşmiş ya da hiç gerçekleşmemişti. Yazar, çizer, çevirmen, editör, sinemacı, senarist ve oyun yapımcısı olarak farklı dallarda üretim yapan ama beğenileri, amaçları, en önemlisi de hayalleri benzer bir çizgide olan bu insanları buluşturacak bir oluşumun eksikliği hep hissedildi. İşte, Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği ya da kısa adıyla FABİSAD temel olarak bu amaçla kuruldu. FABİSAD, fantastik, bilimkurgu ve korku dallarında eser verenleri ve bu eserlerin üretiminde faal olarak çalışanları bir araya getirmeyi; bu türlere ait yapıtların tanıtımına destek olmayı, fantazya ve bilimkurgu kültürünü yaygınlaştırarak ülkemizde hayal gücü ve yaratıcılığın gelişimine katkıda bulunmayı amaçlıyor. Bunca zaman o kadar uzun süre yeraltında bırakıldık ve biz de orada kaldık ki, artık yerüstünü zorlayıp o sınırları, yeryüzünü değiştirmeyi planlıyoruz.
FANTAZYA DÜNYASININ YURTDIŞIYLA TEMASINI SAĞLAYACAĞIZ
Bizim bir amacımız da yurtdışı bağlantılarını sağlamak olacak. Bu zamana kadar, fantazya türünde eser veren veya bu eserle ilgilenenler için yurtdışı bağlantılarını sağlamaları, mecburen bireysel oluyordu. Ama biz, resmi ve kurumsal olarak bu bağlantı aşamasında fantazya sanatçılarına yardımcı olmak için de varız. Derneğin uluslararası faaliyetlerinden birisi bu bağlantıları kurmak. HUGO ödülleri var örneğin. Türkiye'den bir çizer, yazar veya başka birisi buraya katılmak istediği zaman gerekli teması kurumsal açıdan sağlayacak bir mecra olacak FABİSAD! Bunun haricinde birtakım festivaller veya farklı çalışmalar, yazar söyleşileri, oturumlar düzenlemek için yurtdışındaki derneklerle temasa geçip gerçekleştireceğiz. Sözkonusu temaslara şimdiden geçildi bile...
İLK İCRAATIMIZ: GİOVANNİ ÖDÜLLERİ OLACAK
FABİSAD olarak ilk önce bir "Giovanni Ödülleri" vereceğiz. Derneğimizin onur üyelerinden zaten Giovanni Scognamillo! Bu yıl birincisini öykü dalında vereceğiz sonra roman ve başka türler için de verilecek, dönüşümlü olarak değişerek gerçekleştireceğiz bu ödülleri. Bunun haricinde birkaç ayrı festival planlıyoruz. Derneğin çatısı altında toplanan genç gönüllülerle üniversitelerin fantazya kulüpleriyle ve ilk başta da ismini saydığımız internet siteleri ile birlikte okullarda ve farklı şehirlerde festivaller, okuma günleri, atölye çalışmaları ve daha birçok etkinlik düzenleyeceğiz. Sinemacı üyelerimizle birlikte, bilhassa yönetmenlerle, birtakım aktiviteler gerçekleştireceğiz. Bunun içinde film projeleri de var. Dergi projelerimiz, yıllık projelerimiz olacak. Birçok proje var, ama biraz sakin olmamız gerekiyor. Zira aynı anda onlarca proje geliştirip halletmek yerine tek tek sakin sakin gerçekleştireceğiz bunları.
FANTAZYA VE BİLİMKURGU ARŞİVİMİZ OLACAK
Türk edebiyatında Kerime Nadir'i sadece "aşk romanları" üzerinden anarız. Oysa Onun "Dehşet Gecesi" isimli bir eseri vardır ve bir vampir hikâyesidir. Romans yazarı olmadan önce kaleme aldığı bir eserdir. Ama romanslarından önce yayımlayabilseydi ve Türk okurundan hak ettiği talebi görmüş olsaydı, Kerime Nadir belki de hiçbir zaman aşk eserleri yazmayacaktı. Kerime Nadir, Dehşet Gecesi'ni yazmış ama, yayımlanma şansını bile çok zor bulabilmiş. Sözünü ettiğimiz dönemde bu eserlerin yayınlanabilmesi çok zordu. Haliyle türün gelişmemesi doğal. Ama bizler söz konusu eserlerin yayımlanabilmesi için de çabalayacağız. Bu arşiv çalışmalarımızın en önemli tarafı olacak. Ulaşılamayan, bilinmeyen eserleri ortaya çıkaracağız. Birkaç tane arkadaşımız çok ciddi boyutta koleksiyona sahipler. Hem kitap ve film anlamında çok zengin bir arşivden söz ediyorum. Türkiye'de bugüne kadar yayımlanmış bütün film ve kitapların, yayınların birer örneğine sahipler. Bu listeye sitede de yer vereceğiz. Önceliği tabi yerli ürünlere vereceğiz. Sonrasında yabancıları da sıra gelecek. Türk bilimkurgu, fantazya eserleri sandığımızdan zengin bir sayıya ve geçmişe sahipler.
KİMLER VAR
FABİSAD'ın ilk yönetim kurulu üyeleri; Altay Öktem Barış Müstecaplıoğlu Doğu Yücel Erbuğ Kaya Hamit Çağlar Özdağ Kayra Küpçü Yiğit Değer Bengi'den oluşuyor. Giovanni Scognamillo, Sevin Okyay, Kenan Yarar, Hasan Çolakoğlu, Sadık Yemni gibi alanında usta isimler de onur üyeleri arasında yer alıyor. Ayrıca yakın zamanda yitirdiğimiz çizer Metin Demirhan ve yayıncı Emre Yerlikhan, Türkiye'deki fantazya kültürüne yaptıkları katkılardan dolayı onur üyesi olarak yer alıyorlar! FANTAZYA KONUSUNDA İKİYÜZLÜYÜZ
Edebiyat tarihine baktığımız zaman, polisiye bile rüştünü çok sonra ispatladı. Fantazya ve bilimkurgu ise biraz üvey evlat gibi görülüyor. Nedir bunun sebepleri?
Altay Öktem Elbette bu makus kaderimizi yenmek için de bir araya geliyoruz, bunu söylemekte bir sakınca yok. Ama bunun sebeplerini irdelemek gerek öncelikle. Bunun iki sebebi var, birincisi Türkiye'de çok uzun yıllar boyunca edebiyat toplumcu gerçekçi edebiyat çizgisindeydi. Bu anlayışın dışında kalan türleri ve eserleri, "kaçış edebiyatı" adıyla adlandırarak, bireysel hayallerin aktarıldığı ikinci sınıf metinler olarak yaklaşıldı. İkincisi bu baskının dışında, geneleklerimiz ve eğitim sistemimizden kaynaklanan bir bakış açımız var ki, hayal kurmak çok tehlikeli ve beyhude görülür. Sadece bu türlerin değil, bilim veya başka sanat dallarında da çok geri kalmamızın sebebi yine burada yatar. Çünkü eğitim sistemimizde ezbere dayanan bir müfredat var. Hayalden uzaklaştırılmaya çalışılır insanlar. Günledik yhayatta bile hayalperestlik çocuklukla bir tutulur. Oysa bilimsel gelişmelerin temelinde bu hayaller yatar. Örneğin Jules Verne'in yazdıkları birtakım bilimsel gelişmeleri tetiklemiştir. Amerika'da ilk uzay çalışmaları yapılmaya başlandığında, yapılan ilk gemiyi Arthur C. Klarke'a gezdiriyorlar. Örneğin Ray Bradbury'nin Dandelion Wine adlı romanının onuruna, Apollo astronot grubundan biri Ay'a indiğinde, bir kratere Dandelion Crater adını verir. Aramızdaki en önemli fark da biraz bu...
Aşkın Güngör Aslında bu yönde çok ikiyüzlü bir tavrımız var, biz toplum olarak güncel yaşantımız içinde çok olağanüstü bir dünyaya inanmışızdır. Cinler, periler, yatırlar, muskalar, türbelerle bir aradayız. Tanrı ile olan ilişkimizi yüzlerce yıldır aracı birtakım unsurlarla sağlarız. Din bile fantastik bir kültürler toplamıdır aslında. Bilimsel olmak konusunda bir korkumuz vardır nedense, ilk bilimkurgu örnekleri çok ağır aksak ilerleyen metinlerden seçilmiştir. Onun da olumsuz bir etkisi var. O metinler okurları boğdu biraz. Bilimkurguyu sadece geleceğe yönelik bir alternatif zaman diliminin anlatıldığı metinler olarak düşündüler, hattâ çok mekanik algıya yönelik metinler olarak yaklaştılar. Ama fantastik durum hayatının bu kadar içindeyken bu kadar mesafeli ve yabancı gibi davranması bizim iki yüzlülüğümüzün de bir göstergesidir.
Bir okur olarak, şöyle bir itirazım olacak; fantazya yazarlarının da uzun süre bu toprakların unsurlarına uzak durup, elf, ork veya benzeri "ithal" unsurları kullandıklarını görürüz. Bu da bir mesafe yaratmıyor mu okurda?
A.G. Kesinlikle doğru. Fantazya yazarları da kesinlikle suçsuz değiller. Bu tür metinler, bilhassa Batı kaynaklı ülkelerin kendi mitolojilerinden evrilerek yarattıkları ürünleri bizim yazarlarımız da kullandılar. İşin kötüsü bunu yaparken bu topraklara getirip, buradan isim de vermediler. Tom, Jack ve benzeri yabancı isimlerle ve yabancı isimli diyarlar uydurarak yazdılar. Bu topraklardaki insanların korku kodları az çok belli. Buradaki insan "alkarası"ndan, cin çarpmasından korkuyorken sen içine şeytan girmesi denen, Hıristiyan öğretisindeki unsuru anlatıp, bizim "cin çarpmış" dediğimiz deyimi bile es geçersen bu tarz aksaklıklar olacaktır muhakkak. Burada yazarlara düşen, şey kendi folklorik öğelerini birebir kullanmadan, ondan yararlanarak özgün ürünler vermek olmalıdır.
A.Ö. Derneğin kuruluş amaçlarından biri de bu bilinci yaratmak. O metinleri yazanları da çok suçlayamayız, çünkü edebiyat ve sanat yaratımı için bir beslenme süreci vardır ve bu beslenme sürecinde kaynaklarınız mühimdir. Kentli genç nesil yeterli kaynağı bulamayıp Batılı kaynaklardan beslendikçe sonuç bu hale geliyor. Günümüzde Türkiye'de yazılan bütün kazanımları arşivleri bir araya getirip bunları meraklılarına sunmak da derneğin faaliyetleri arasında yer alıyor.
#FABİSAD#Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği#fantastik#bilim kurgu#Altay Öktem#Aşkın Güngör#röportaj#oynakbeyi#Barış Müstecaplıoğlu#Yiğit Değer Bengi#Ege Görgün#Doğu Yücel#Kayra Keri Küpçü#FRP Net#Giovanni Scognamillo#HUGO#Kerime Nadir#Dehşet Gecesi#edebiyat#fantazya#diğer
10 notes
·
View notes
Text
BENİM SEVDİĞİM ESKİ NİŞANTAŞI DEĞİL, BİR HAYAL
"Bu gece, Nişantaşı ile ilgili öyküler ve çok daha başka şeyler anlatacak,. sizleri kimi zaman hüzünlü, kimi zaman neşeli, bambaşka bir geçmiş zaman yolculuğuna çıkaracağım," diyerek, daha ilk cümlesiyle bizi nasıl bir serüvene ortak ettiğini dile getiriyor İbrahim Yıldırım, Nişantaşı Suare'de. Çağdaş Türk edebiyatının, özgün kalemlerinden İbrahim Yıldırım, hayatının bir döneminin geçtiği semtlerle 'hesaplaşmasına' Nişantaşı ile başlıyor ve Nişantaşı Suare isimli monolog romanıyla, semtin sakinlerini, arka-ara sokaklarını, hırlısını hırsızını tekmili birden her yönünü kaleme alıyor. Bugün adım başı gökdelen, plaza, AVM olan İstanbul'da eski semt hayatının nasıl olduğuna dair, içeriden bir roman olan Nişantaşı Suare ile ilgili İbrahim Yıldırım'la konuştuk...
--OYNAKBEYi--
Nişantaşı Suare, bir monolog roman olsa da, bir o kadar da bir semtin monografisi... İstanbul'un en bilinen semtlerinden birinin, 50 küsur yıllık öyküsünü içeriyor.
Çok haklısınız, kitabın girişindeki notta belirtildiği gibi Nişantaşı Suare'ye anı, öykü, anlatı, özel bir semt monografisi de denilebilir. Ancak yine de 'roman'ın en doğru adlandırma olacağını düşünüyorum. Zira roman, bence bütün türlerle -diğerlerine kıyasla- kolayca ilişkiye girebilen, dolayısıyla onlarla arasına kalın duvarlar örmeyen, alışverişte bulunan bir yazınsal serüvendir. Nişantaşı Suare'de ise bu serüvenin başlangıcı, anlatıcının yaşıyla ilişki kurulduğunda, söylediğiniz gibi elli küsur yıla kadar iniyor. Öte yandan semtin tarihine yöneldiğimizde, roman Tanzimat Dönemi’ne kadar derinleşmeye de çalışıyor...
Bu kitabınızda kullandığınız dil ve anlatım -doğal olarak- diğer kitaplarınızdan daha farklı bir üsluba sahip. Yer yer atıflarda da bulunduğunuz meddah anlatımına yaklaşıyor...
Evet farklı bir çalışma oldu. Bu kez, edindiğim, uyguladığım biçeme zaman zaman müdahale etme gereği duydum. Çünkü öyküyü çağdaş bir meddah ya da kıssahana anlattıracaktım. Dolayısıyla dili ve anlatımı bu yapıya göre kurmam gerekiyordu. Ancak yine de benim üslubumun bilinen bazı unsurları metne sızdı. Örneğin gerundiumlar -yani zarf fiilleri- ulaçlar, bu kez baskın olmasa da Nişantaşı Suare'de yer aldı. Öte yandan Nişantaşı Suare'nin diğer altı romanımdan fiziksel bir farkı daha var; o da daha kısa, kas yapılı bir metin olması...
Mekân Nişantaşı ve verilen birçok bilgi gerçek olunca, romanda gerçekle kurmacanın karışması mümkün... Okurlar bunu bir anılar silsilesi olarak mı görmeli, yoksa tamamen kurmaca bir roman olarak değerlendirebilirler mi? Kemal Tahir'in deyimiyle "hepsi roman gerçeği mi?"
Anıların, gözlemlerin, izlenimlerin iç içe geçtiği bir metin Nişantaşı Suare... Ancak -en azından bence- bir anı olarak okunması sakıncalı olabilir. Çünkü ben romanların hayat bilgisi kadar hayal bilgisiyle yazılabileceğine inanan bir yazarım. Bu açıdan bakarsak, saptamanız çok doğru: Hepsi roman gerçeği. Ama yalnızca bu da değil, metinde bambaşka gerçekler, bambaşka hayaller de var...
Stavro odağında anlatılan sahne, 6-7 Eylül olaylarının küçük ölçekli bir tasviri gibi. Daha önce konuya dair birçok belge, tanıklık, roman yayınlandıysa da; "mahalleden" nasıl göründüğünü ilk defa okuyoruz aslında...
Hayır yanılmıyorsunuz, romanın bir bölümünde o kıyım-kırım günleri anlatıldı. Sizin bildiğiniz, okurun ise romanı okuduğunda tanık olacağı gibi, Camili Sokak uzun bir sofa’ya benzetilmişti. Kapıların açıldığı pencerelerin gözetlediği, iyiliklerin kötülüklerin birlikte yaşandığı ortak bir yaşam alanıydı burası... İşte 6-7 Eylül olaylarına, romandaki çocuk, böyle bir sofa'ya bakarak tanık olmuş; iyi bildiği insanların ansızın kötüleşmesini görmüş, daha sonra onların yalnızca bir insan olduğunu algılamaya başlamıştı...
PEŞİNE DÜŞMEMİZ GEREKEN TARİH SIRADAN İNSANLARIN ÖYKÜSÜDÜR
Nişantaşı Suare'de o semti var edenlerin oradaki insanlar olduğunu görüyoruz. Haliyle mekânlardaki değişimi içindeki sakinler sağlıyor. Buradan yola çıkarak hangi Nişantaşı'nı daha çok sevdiğinizi söyleyebilir misiniz?
Ben, bir semtin tarihinin ara ve arka sokaklarının, kuytularının, çıkmazlarının, aralıkların da tarihi olması gerektiğine inanıyor; bilen-yaşayan insanların bunları içtenlikle ve ah vah etmeden, güzelleme tuzağına düşmeden anlatmasına önem veriyorum. Romandaki anlatıcının söylediği gibi, bir semtin tarihi, gözde yapılarının, ünlü kişilerinin yanı sıra, sıradan insanların öyküleri, onların ürettiği söylencelerin, kayıplara karışmış evlerinin, hatta ve hatta hayvanlarının ve bitki örtüsünün de tarihidir. Belki daha çok bunların tarihidir, çünkü süslenmemiş, cilalanmamış, yüceltilmemişlerdir, olduğu gibidirler. Dolayısıyla bu sıraladıklarım tam anlamıyla gerçektir, peşine düşmemiz gereken tarih de budur! Sorunuzun 'hangi Nişantaşı' bölümüne gelince, doğrusu yanıt vermek benim için oldukça zor, çünkü benim sevdiğim eski Nişantaşı değil, bir hayal...
Romanın ilerleyişi Sıtkı'nın işlediği şimşir heykelle paralel aslında... Hem emeği, hem yaşanmışlıkları dile getiriyor sanki.
Haklısınız, metin, romanda eski bir devrimci ve tirendaz, yani okçu olarak tanıtılan Sıtkı'nın elinin işleyişiyle, heykeli şekillendirişiyle ilerliyor, böylece geçmişle bugün ya da şimdi arasında eleştirel ama yoruma açık bir ilişki kurulmaya çalışılıyor. Semtini terk etmek zorunda kalan Sıtkı'nın Nişantaşı'na adını veren dikilitaşın tarihine ne denli meraklı olduğu ve bu konuda bazı değişik görüşler öne sürdüğü okur tarafından içtenlikle algılanırsa, sanırım ok hak ettiği menzile ulaşmış olacak.
Baykuş metaforu, Nişantaşı'nın değişimine yahut semtte yaşanan kötü olaylara işaret ediyor sanki. İstanbul'un bugünkü haline baktığımız zaman, damına baykuşların tünediği evler ne yazık ki kalmadılar...
Gerçekten, baykuş ötüşü artık hiçbir yerden duyulmuyor. Bundan dolayı uğursuz sanılan bu sesin hayatımızdan çıkmasıyla her şey iyi gidiyor olmalı... Zira artık camdan veya betondan gökdelenlerimiz, adım başı AVM’lerimiz, uydu kentlerimiz, yer altı yollarımız, üstünü örtüp caddeye çevirdiğimiz derelerimiz var. Bu durumda baykuş nerede avlanacak, nereye konup bize kötülükleri haber verecek. Kısacası kötü habersiz kaldık, dolayısıyla her şey iyi gidiyor sanıyoruz. Öte yandan zaman zaman Yedikule'de sansara ve gelinciğe rastlandığı söyleniyor. Ara sıra baykuşlar da ötüyor olabilir. Bakalım sur dibindeki bu bostanlar, avcılarından ne zaman temizlenecek; gece avcıları, ne zaman av olacak?
Bugünün Nişantaşı'sı her ne kadar ziyadesiyle "elit" bir görünüme sahip olsa da, birkaç on yıl evvelki hâli aslında bu halinden çok farklıymış ve bunu anlatıyorsunuz... Bir mukayese yapmak gerekirse hangisini tercih edersiniz?
Nişantaşı şanslı bir semt, geçmişte de ziyadesiyle güzideydi. Bugün de öyle, yani olağanüstü elit, hatta üstenci, sanki geçmişin mirasını hak ettiğini sanan snop asilzadeler gibi seçkin! Aslında bütün bu belirlemeler kuşaktan kuşağa aktarılan bir yanılsamadan başka bir şey değil. Geçmişte arka sokaklarla anayollar arasında hemen algılanan farklar, yaşam biçimleri vardı. Bugün bunlar pek hissedilmiyor, çünkü insanlar birbirinin aynı gibi. Ama bu bir eşitlik değil, farklılığın günümüze uyarlanışı... Zira büyük bir ekonomik tehcir gerçekleşmiş, ortahalliler semtten sürülmüş, onların yerini giyimleriyle, kuşamlarıyla, davranışlarıyla üst sınıf özlemi duyan bir örnek, renkli bir kalabalık almıştır. Hayır onları soymayalım, öyle kalsınlar ve bizlere “elit” belirlemesinin ne denli yanıltıcı olduğunu kanıtlamaya devam etsinler... Mukayese konusuna gelince ben yaşadığım yerlerden hiçbir zaman memnun olmadım, bundan dolayı Nişantaşı ile elimden geldiğince hesaplaştım. Aksaray ve Kınalıada ile görülecek hesaplarım da var…
İLK DURAĞIM NİŞANTAŞI'YDI DEVAMI DA GELECEK
Uzunca bir süredir, yaşadığım yerlerle, semtlerle, mekânlarla hesaplaşmayı, onlarla ödeşmeyi düşünüyor; böylece 'değişim', 'gelişme' dediğimiz şeyleri kurcalamaya, bu kavramların iyi ve kötü yönlerini tartışmayı planlıyordum. Nişantaşı ve Camili Sokak bu 'heves'in ilk aşaması oldu. Sanırım bundan sonra, Aksaray-Fındıkzade-Kocamustafapaşa-Yedikule hattıyla uğraşacağım; ardından da Kınalıada'ya uğrayacağım... Buraları benim yaşamımın çeşitli dönemlerinde yoğun olarak ilişki kurduğum yerler...
GÜVENLİKLİ SİTELERDEN ÜRKÜYORUM
Günümüz İstanbul'u romandaki mahalle hayatından uzak, "uydu kentler"le, nizamiye kapısından ve şifrelerle girilen sitelerle dolu. Buna dair hisleriniz nedir?
Açıkçası ürküyorum. O tür yerlere girdiğimde kendimi bir av gibi hissediyorum. Bu yerlerin güvenlik takıntıları ben de ayrıca derin bir güvensizlik duygusu uyandırıyor... Yalnız bu da değil kameralar, x ray cihazları, üstten bakan üniformalı görevliler, kimlik kontrolleri, sanki ziyaretçi değilsiniz de peşin peşin suçlusunuz, dolayısıyla misafiri olduğunuz kişilerin konutlarında bu duyguyla oturuyor, bir an önce kendinizi sokağa atmak, özgürleşmek istiyorsunuz. Gerçi sokak da tekin değil, orada da kameralar ve başka şeyler var. Gelişme bu olmalı. Bu söylediklerim, oralarda yaşayanlar ve böyle hayatı hedefleyen gençler için anlamsız gelebilir, ama benim yaşımın gerçeği bu! Kim bilir şu an yirmi yaşında olanlar, otuz kırk yıl sonra hangi duygularla, hangi özlemlerle, hangi hayallerle geçmişlerini anacaklar; bilinir mi?
#İbrahim Yıldırım#Nişantaşı Suare#roman#oynakbeyi#röportaj#kitap#edebiyat#İstanbul#eski İstanbul yaşamı#eski semtler#6-7 Eylül#6-7 Eylül Olayları#eski Nişantaşı#semt monografisi#monolog#meddah
15 notes
·
View notes
Text
PARSLA BERABER BAŞKA ŞEYLERİ DE YİTİRDİK
Tarih, 22 Ocak 1974* tarihini gösterdiğinde gazetelerin birinci sayfasında "Son Anadolu Parsı"nın öldürüldüğü haberi yer alıyordu. Bugün ancak arşivlerde veya ansiklopedilerde karşımıza çıkan Anadolu Parsı'nın son görüntüsü, ölü bir bedene aitti. Sözkonusu parsla beraber bu topraklardan başka şeyler de ortadan kalkmıştı aslında... Aradan 38 yıl geçtikten sonra, son Anadolu Parsı'nın öldürüldüğü yıl doğan Faruk Duman, "Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur" adını verdiği ve Son Anadolu Parsı'na adadığı romanında, pars imgesiyle birlikte yitirdiğimiz başka şeyleri de ele alıyor... Faruk Duman'la, İncir Tarihi romanından sonra, yeniden 'doğacı' bir anlayışla kaleme aldığı Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur isimli romanına, parsa ve yitirdiklerimize dair konuştuk...
--OYNAKBEYi--
"Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur" kitabın adı olduğu kadar, belki de son cümlesi. Her ne kadar o son parsın hikâyesinin anlatılmadığı, daha çok "imge" yönüyle ele alındığı bir metinden söz etsek de, ilhamı nereden geldi?
Gerçekten özellikle belirtmekte fayda görüyorum ki; daha çok bir imge olarak yaklaştığımı söylemeliyim. Zaten birebir parsı anlatmak için tutup benim parslarla ilgili şahsen alanım olmayan bir araştırmaya girişmem gerekiyor. Bunu yapmadım. Bir önceki deneme kitabımda, kaplanlar üzerine bir yazı yazmıştım. Kaplanların yitimi, ortadan kayboluşu üzerineydi bu. O zaman Türkiye'deki diğer hayvanlar ve bilhassa Anadolu Parsı ile ilgili durumu, bilgileri de merak ettim. Anadolu Parsı'nın kayboluşu da ayrıca etkiledi. Sürekli söylüyoruz ya; "ormanlar yok oluyor, göller kuruyor.." diye... Aslında yırtıcılığıyla, gücüyle meşhur bir hayvanın kaybetmesi, bu savaştan mağlup olarak ayrılması, soyunun tükenmesi biraz bizim sahip olduğumuz birtakım değerlerin de, bilhassa doğayla ilgili değerlerin kaybedilmesi anlamına geliyor. Anadolu coğrafyasında yaşayan insanlar olarak, neleri kaybettiğimizle ilgili bir imge bu... Sadece Pars'ın ortadan kalkması değil mesele, başka yitirdiğimiz değerler, duygulara yönelik bir şey.
Yitirdiğimiz değerler ve duyguların haricinde başka kültürel unsurlar da sözkonusu elbette...
Kesinlikle doğru. Baktığımız zaman, bu kaplanlar veya Anadolu Parsı, Anadolu coğrafyasının çok eski yıllarına ait hayvanlar. Bizim kadim kültürümüzde çokça yer etmiş canlılar. Örneğin Alper Tunga'daki "tunga", kaplan demek. Bektaşilerin kaplan postunu kullanması, 12 Hayvanlı Türk Takvimi'nde parsın yer alması... Bunlar konuyu derinleştirdikçe karşıma çıkan ve her seferinde daha da hoşuma giden şeyler. Bu da şu anlama geliyor; parsın, kaplanın ortadan kalkmasıyla beraber kadim kültüre yönelik birtakım genetik bilgiler de yok oluyor. Bunlar kullanılmadıkça, gözden ırak oldukça doğal olarak bunları da yitiriyoruz. Bu biraz aslında asıl üzüntü kaynağı, çünkü birtakım kültür unsunları da yok olmaya başlıyor. Bu durum dili de etkiliyor, kültürü de etkiliyor.
Hal böyle olunca hüzün peşinden geliyor, her ne kadar güçle birlikte anılan bir canlıdan söz ediyor olsak da...
Aslında buradaki güç iktidar anlamındaki bir güç değil elbette. Varlığın güçlü yapısı, güçlü yönüyle ilgili daha çok. Doğanın bir işleyişi var ve parsın gücü temsil etmesi, doğanın ikili yanını gösterir. Güçlü ve zayıfın birlikte var olduğunun ispatıdır. Ancak, güçlü taraf da yaşamını yitiriyorsa, doğanın varlığıyla ilgili değil de bize çağrıştırdıklarıyla ilgili bir hüzün de kendiliğinden geliyor. Elbette nesli tükenen her canlının ayrı bir üzücü sebebi vardır, birçok hayvanınki biraz dolaylı yoldan olur. Göllerin kuruması, çevrenin kirlenmesi, ormanların tükenmesi ve benzeri meseleler göçmen kuşların veya benzeri türlerin yok olmasına sebep olurken, bu tarz yırtıcıların avlanmayla yok olması daha doğrudan bir sebepten kaynaklanıyor. Bu da farklı bir hüznü doğruyor.
PANTEİST BİR ANLAYIŞA SAHİBİM
Bir önceki romanınız İncir Tarihi'nden sonra, bu romanınızda da orman anlatısı dikkat çekiyor. Kaleme aldığınız 'panteist' metinler, kendiliğinden mi geliyor yoksa bilinçli mi?
Panteist tavır, İncir Tarihi için de bunun için de doğru bir değerlendirme, yani panteist bir tavrım olduğu gerçek. Doğa ile ilişkili fikirlerden çok etkileniyorum açıkçası. Bir de zaman zaman değişik öykü ve roman fikirleri geliyor aklıma, farklı mekanlarda geçen. Ama, bilhassa içinde doğa, orman veya hayvanlar olan hikâyeleri hissettiğim zaman, daha doğrusu aklıma düştüğü zaman, yazmadan edemiyorum. Çünkü epeydir bu alana, yani dilimizin fazlasıyla hakim olduğu o panteist alana, hem yazar olarak hem de insan olarak duygularımla daha hakim olduğumu, daha doğrusu onun etki alanında daha fazla kaldığımı, hissediyorum. Bu, bir taraftan hem hissedilen, hem yazılmazsa olmayacak bir şey, hem de bir taraftan bilinçli bir tercih. Zira benim dünyaya bakışım edebiyata bakışımı da şekillendiriyor. Benim için önemli olanı fikirler ortaya çıktıktan sonra onun edebi yönüyle şiirsel tarafıyla, anlatımıyla uğraşmaktır. O yönünü daha çok önemsiyorum.
Anlatımda kurulan kısa ve bağlaşık cümleler, gerçekle hayalin ardışık ilerlediği hattâ yer yer birbirine karıştığı "düşsel bir ritm" sağlıyor gerçekten...
Sözünü ettiğin ifade, elbet hoşuma giden bir şey. Aslında ben dille uğraşırken bir taraftan da dilin içinde bir aura, genel bir atmosfer yaratmaya çalışıyorum. Şayet ormanı yazıyorsam, aslında ön plana çıkan şeyin sözcükler değil de o ormanın kokusu, yaprakların rengi, sisin yoğunluğu olmasını istiyorum. Kitaptaki anlatıcı karakterin, orada erimesini istiyorum. Örneğin anlatıcı, ormanda yürürken çocukluğundan kalan bir oyunu hatırlıyor. Yanyana yatan iki insanın nefes alıp verişleri bir süre sonra aynı ritmi yakalar. İki karın yanyana olunca, bir süre sonra karınlar birlikte inip kalkmaya başlar. Ben metinde de bu birlikteliğin olmasını istiyorum. Karakter ormanla birlikte yeni bir varlığa bürünüp o atmosferin bir parçası oluyor. Edebi olarak da hem burada hem de diğer kitaplarımda yapmaya calıştığım şey bu aslında. Sözünü ettiğin, düşten gerçeğe belirli belirsiz geçişler, karakterin o atmosfer içinde yavaş yavaş erimeye başlamasıdır, aynı şekilde sözcüklerin de...
Bu düşsellik biraz Pars imgesinden de kaynaklanıyor aslında. Romanda onu gerçekten görenlerin anlattıkları bile bir efsane gibi dile getiriliyor...
Borges, bir metninde şuna yakın bir söz eder; "bir kaplan aslında her zaman bir düştür bizim için." Dolayısıyla ne bizim gördüğümüz bir yırtıcı hayvana başkalarının inanması mümkündür, ne de bizim gerçekten o hayvanı görüp görmememizin gerçek olup olmaması önemli değildir. Önemli olan bizim o düşsel sahneyi yaşamış veya yaşadığımıza inanmış olmamızdır. Metindeki kadar gerçek hayatta denk geleceğimiz bir Pars zaten böyle bir şey, bir düştür. Benim romanda o yoğun siste, o yağmurlu havayla yakalamaya çalıştığım görüntü de zaten böyle bir görüntüydü. Bizim bu hayvanı ancak belli belirsiz görebilmemiz mümkündür. Önemli olan ona ne kadar inandığımızdır .
Bu bağlamda, anlatıcının ilk cümlesinden son cümlesine kadar anlattığı her şeyin bir sanrı olarak algılanması bile mümkün öyleyse?
Öyle denebilir. Aslında beni "Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur"u yazmak için heyecanlandıran da bu belirsizlikti. Yani benim sevdiğim belirsiz atmosfer ile Anadolu Parsı'nın sahip olduğu, yarattığı atmosferin bir yerde buluşup denk gelmesiydi. Şahsen yazacağım bir hikâyenin veya romanın, az çok sahip olduğu havayı veya görüntüyü -ki ben o sisli görüntüleri çok severim- baştan çizdikten sonra, ister istemez hikâye de o yöne doğru gidiyor. Dikkat edildiği zaman diğer metinlerimde de bu ve buna benzer unsurlar dikkat çekecektir. Bu belirsizlik, daha doğrusu biraz sisin ardında kalmış atmosfer, sözünü ettiğimiz düy-gerçek koşutluğunu ve haliyle sanrıyı doğuruyor. Her okur farklı değerlendirebilir. Ama bir gerçek var ki, parsı görmek veya onu gördüğüne inanmak ne kadar sanrı ise anlatıcınınki de o kadar gerçek veya sanrıdır...
(Ahab'ın Mobydick'e kavuşması, aslında aynı zamanda onun sonudur!)
AVCI, AVDA KENDİNE AİT OLANI ARAR
Başta Melville'in Mobydick romanı ve Yaşar Kemal'in Alageyik Destanı olmak üzere, av-avcı ilişkisinin tema olarak ele alındığı metinlerde ikili arasındaki, deyim yerindeyse, marazi aşk dikkat çeker. Sizin romanınızda da var buna yakın bir durum...
Aslında Yaşar Kemal'in Alageyik hikâyesi bu konunun en güzel anlatıldığı metinlerden birisidir. Avcı'nın dağdaki geyiğe duyduğu aşkı anlatır. Hattâ Ali evlenir, gerdek gecesi geyiğin sesini duyar ve birden delirmiş gibi, tüfeğini alıp evden dağa çıkar. Ben avla avcı arasındaki bu tür yorumların bize ait olduğunu düşünüyorum. Demek istediğim, avın böyle bir şey hissetmediği. Bizim birer avcı olduğumuzu varsayalım, dışarıdaki bir hayvana veya bir canlıya bizim kendi içimizde yarattığımız bir konum vardır. Aslında o av hayvanı, avcının içinden bir parçayı taşıyordur ve avcı da onun peşinden gider. Bu bir süreç olarak ele alınmalıdır, yoksa sıradan bilindik avdan söz etmiyorum. Avcı peşinde olduğu hayvana kendinden bir parça verir ve o peşine düştüğü şey aslında kendine ait parçadır. Ahab'ın da Mobydick'teki yaklaşımı budur. O balinada kendi içindeki ruhsal, dulgusal sinirsel duruma ulaşmanın derdindedir. Baktığımız zaan elbette aşkî olarak adlandırılabilir. Romandaki pars ve bütün avcılar arasındaki ilişki de yine böyle adlandırılabilir. Anlatıcının parsa yaklaşımı da özdeşlik kurmaktır, diğer avcılarınki de benzer bir arayıştır.
Romanda açık bir Rapunzel göndermesi olsa da başka metinleri anıştırma da sözkonusu. Bu açıdan bakacak olursak, buna bir pars masalı demek ne kadar doğru olur?
Hikâyenin belirsizliği diye en baştan beri sözünü ettiğim durumdan kaynaklanıyor bu. Yani hikâyenin bütün yapısını okura birebir aktaran metinleri sevmiyorum. Yapmaya çalıştığım şeyin, çok iyi olanları var, bugün döne döne okuduğumuz metinler bunlar. Ben de birebir anlatmayı seven yazarlardan değilim. Kendi yazdığım hikâyeyi yorumlamaktan da hoşlanmıyorum. Benim yazdıklarımın biraz masala yakın durmasının, öyle görünmesinin sebebi az önce sözünü ettiğimiz belirsizlik ve sisli atmosfer. Her ne kadar, birebir kullanmasam da, bir masalı alıp yeniden yazarak yeni bir metin yaratmak için çasbalamasam da, masallara bir okur olarak özel bir ilgim ve yatkınlığım var. Yazar olarak ise bunu ısrarla kullanayım diye bir çabam yok. Bunlar edebiyatın temeli olan anlatılar. İncir Tarihi'ndeki kadar masal üzerine gitmiş dğilim, hattâ o masaldan romana evrilen bir metindi. Burada kahramanımız biraz daha kendi sorunlarını yaşayan, bizim çevremizde görebileceğimiz, modern birey olarak anabileceğimiz bir karakter. Bu bağlamda oradaki sisi, kaplanı, ormanı başka bir yorumcu başka bir metin olarak da değerlendirebilir. Masal olarak da değerlendirilebilir elbette.
KADINA ŞİDDETİ YAZARKEN BİLE ZORLANDIM
Romanda, metin onu gerektirdiği için yazdığım sahnelerdi, abisinin Ceren'i dövdüğü sahneler. Ancak şunun bilinmesini isterim ki, yazarken en çok zorlandığım bölümler bunlardı. Kadının gördüğü şiddetin bence üstünde durulmalı. Genel ölçekte Türkiye ve dünyadaki tüm kadınların şiddet görmesini bilmek zaten yeterince acı veriyor. Roman özelinde ise, onu yazmak bile benim için oldukça zor ve huzursuz edici bir süreçti. Fazlasıyla üzüntü verici olduğunu söylemek isterim. Dilden de anlaşılacağı üzere, bir an evvel o bölümden kurtulmak ister gibi bir tavır dikkati çekecektir. Diğer bölümlerin aksine bu şiddet bölümleri yazarken beni çok huzursuz etti, okurları da edecektir... Bunun farkında olmak gerek, gerçek bir yana metinde böyle bir şeyi anmak bile bana sıkıntı verdi, bunun bir yerlerde gerçek olması durumu bile üzüyor insanı. Bunların yazılması bile yeterince utanç verici...
DAHA EKSİK BİR DÜNYAYA DOĞMUŞUM
İşi çok duygusallığa getirmeden söylemek gerekir ki, durum çok trajik! Benim doğum tarihimle son Anadolu Parsı'nın öldürüldüğü tarihin aynı olması, üzücü. Bunu, Anadolu Parsı ile ilgili bir şeyler okumaya başlayınca bölük pörçük fark etmiştim elbette. Bizim doğumumuzla bir muhteşem türün yok oluşunun aynı tarihe denk gelmesi; daha eksik bir dünyaya doğmuşum, hissi yaratıyor. Daha eksik bir Anadolu'ya doğmuşum. Ama bu aynı zamanda şunu da getiriyor; kimbilir daha nelerin eksildiği / eksileceği bir dünyaya doğuyoruz. Onuncu bölümün sonunda yaşanan karşılaşmayı okurlar okuduktan sonra daha iyi anlayacaklardır elbette ama, bir daha asla böyle bir karşılaşma yaşanamayacak!
NOT: 12 Hayvanlı Türk Takvimi, her yıla bir hayvanın denk geldiği ve 12 yıllık devirlerle ilerleyen bir takvim olup, 3. yılı BARS - BARIS - PARS yılıdır! Yapılan hesaplara göre 1974 Pars yılı olup, "Son Anadolu Parsı"nın da bu topraklarda göründüğü son yıldır!
#Faruk Duman#Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur#roman#röportaj#kitap#oynakbeyi#Can Yayınları#İncir Tarihi#Mobydick#Yaşar Kemal#panteist#Son Anadolu Parsı#22 Ocak 1974
13 notes
·
View notes
Text
"25 YILLIK YAKIŞIKLI BİR İNTİHAR"
IŞIK-FERRUH GENÇER'İN ÜNİVERSİTE YILLARINDA KURDUKLARI 'MÜZİK KİTAPLARI YAYINLAMAK' HAYALİ 25 YILI GERİDE BIRAKTI, BİRLİKTE HAYATA GEÇİRDİKLERİ PAN YAYINCILIK 25 YILDIR TÜRKİYE'YE MÜZİĞİ OKUTUYOR
Pan Yayıncılık. Türk yayın tarihinde 25'inci yılını geride bırakmış, artık 'köklü' olarak anılabilecek bir yayınevi. Üniversite kulüplerinde kurulan bir hayalin, idealin gerçekleşmiş hali. Işık ve Ferruh Gençer öğrencilik yıllarında hem dinleyici, hem icracı, hem de meraklısı olarak uğraştıkları müziğin daha iyi anlaşılması, herkes tarafından bilinçli dinlenip, okunması için bir yayınevi kurma fikrini hayata geçireli tam 25 yıl oldu. Enis Batur'un dediği gibi, "yakışıklı bir intihar" Pan Yayınları, bu tarihe kadar yüzlerce kitap yayınladılar ve bunlar içinde yerli yabancı müzisyenlerin hayatları, önemli kuram kitapları, yanında da şiir kitapları yayınladılar. Geçtiğimiz haftalarda Beşiktaş'taki kitabevlerinde yıldönümünü kutlayan yayınevinin kurucuları, Işık ve Ferruh Gençer çeyrek asırlık öykülerini anlattı.
--OYNAKBEYi--
Pan Yayınları'nı kurmak fikri nasıl doğdu?
1976-80 yıllarıydı. Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrenciydik. Üniversitemizde dersler kadar kulüp faaliyetleri de önemli bir yer tutardı. O yıllarda Türk Müziği Kulübü'nde hem koroda söyler hem de kulübün diğer faaliyetlerine katılırdık. 1978 yılında bir açık oturum düzenlemiş, bu açık oturumun metnini kitap haline getirmiştik. Sonradan kulüp üyeleri kendi aramızda şöyle bir karar aldık: mezuniyetten sonra herkes bir yandan kendi mesleğini icra edecek, bir yandan da müzik kitapları yayımlayan bir yayınevi kuracaktık. O yıllarda okuyup öğrenmek istediğimizde çok az sayıda müzik kitabına ulaşabiliyorduk. O halde biz kitap yayımlarsak bilgilenmek isteyen müzisyenler de okunacak kitaplara kavuşabilirdi. Tabii bu arada bizim de bilgi eksiklerimiz giderilebilirdi. Bu da bizim kültürle olan aktif bağımızın kopmamasını sağlayacaktı. Böyle bir amaçla yola çıktık
Bunu bir tek siz başardınız öyleyse?
Diğerleri için sanırım çalışma hayatı imkân tanımadı. Bizse evli olmanın da getirdiği avantajla bu fikirden hiç uzaklaşmadık. Ancak gerekli cesareti bir türlü bulamıyorduk. Bir tesadüfle Tahran'da Murat Bardakçı ile karşılaştık. Kendisini koro yıllarından zaten tanırdık. Bu fikrimizi ona söyleyince, kendimizi Orhan Nasuhioğlu'nun evinde, Rauf Yekta Bey'in Fransızca olarak kaleme aldığı "Türk Musikisi" kitabının çevirisinin yayın anlaşmasını yaparken bulduk. Böylece 1986 yılında teknik tabirle yayıncılığa başlamıştık.
Çok kolay gerçekleşmiş gibi duruyor. Hiç mi zorluk yaşamadınız?
Bizi bekleyen ilk problem müzikte yaşanan kutuplaşmaydı. Bizim önemli bir iddiamız vardı, “müzik” kitabı yayımlamak. Birbiriyle çatışan Türk müziği, Batı müziği, halk müziği, pop, arabesk vs… gibi kendini bir kampın üyesi addedenlerden değildik. Biz müzik başlığı altında iyi kalitede olmak üzere her kitabı yayımlayabilirdik. Bu kutuplaşmayı kırmak ve planladığımız üzere yayın programımızı düzenlerken, bir Türk müziği, bir Batı müziği alanında kitap yayımlayarak bir denge tutturmaya çalıştık. Ve hiç durmadan, "biz ayrım yapmadan, sadece müzik kitabı yayımlıyoruz" fikrini kabul ettirmeye çalıştık.
Peki ilk kitabınız neydi ve yayınevinin ismine nasıl karar verdiniz?
İlk kitabımızı Türk müziği alanından seçtik: Rauf Yekta Bey’in “Türk Musikisi”; ikincisiyse Batı müziğinin önemli bestecilerinden Anton Webern’in “Yeni Müziğe Doğru” başlıklı eseriydi. Üçüncüsü Murat Bardakçı’nın “Maragalı Abdülkadir” kitabıydı. İlk yıllarda bu dengeyi özellikle gözettik. Bu politikamız önceleri biraz yadırgansa da yayınevimizde hiçbir müzik dalının diğerinden üstün tutulmadığı okur tarafından kısa zamanda fark edildi. Yayınevinin adına gelince; aslında adının "Nikriz" olması istemiştik. Ama "Pan" neredeyse her kültürde kullanılmış bir çalgı adı olması dolayısıyla daha kapsayıcı bir isimdi. Bizim de yayın politikamıza daha uygun düştü. Logoyu çocukluk arkadaşımız grafiker Hasan Üçer yaptı. Hakikaten çok beğenilen, mükemmel bir logo oldu.
Pan Yayıncılık'ın kurucuları Işık ve Ferruh Gençer çifti oğulları Emre ve 20 yıllık çalışma arkadaşları ile bir arada (Soldan sağa ayaktakiler: Oktay Yüksel, Fatma Tulum, Emine Göç Tüzer. Oturanlar: Emre Gençer, Işık Gençer, Ferruh Gençer)
Tematik yayın yapıyorsunuz. Müzik kitaplarının ağırlıkta olduğu, köklü butik yayınevisiniz. Sözünü ettiğiniz "denge"nin dışında yayınlanacak kitabı neye göre belirliyorsunuz?
Yayın hayatına başladığımızda varolan müzik kitaplarının sayısı nerdeyse bir elin parmakları kadardı. Bir diğer sorun da süreklilikti. Yayımlanan kitaplar birkaç yıl içinde ortadan kayboluyor, yayınevleri satışı pek de kârlı olmadığı için bu tür kitapları yeniden basmaya yanaşmıyordu. Ve bu alanda çok eksik vardı. Kendimizce önemli olduğunu düşündüğümüz alanlarda kâh sipariş ederek, kâh Türkçeye çevirterek, kâh özendirerek kitap yazılmasını sağladık. Bazen okurlar bizi bir kitaba yönlendirdi, bazen yazarlar kendi dosyalarıyla geldiler. Böylece Çingene müziğinden elektronik müziğe, cazdan Anadolu pop-rock müziğine kadar değişik kitaplar yayımlayabildik. Maragalı Abdülkadir, Tanburi Küçük Artin, Dimitri Kantemir gibi Türk müziğinin anıt isimleri yine yayın listemizde yer buldu.
"ÖNEMLİ OLAN DİNLEYİCİNİN YETİŞMESİ"
Klişe bir benzetme olabilir ama, bir Don Kişot tavrı değil mi bu? Nasıl motive ediyorsunuz kendinizi?
Kurulurken amacımız sadece müzik kitapları yayımlamaktı. Bizim esas ilgi alanımız müzikti. Biz de bu alanda bir şeyler yapabilirdik. Yabancı dil bilmemiz sayesinde yabancı literatürü takip edebiliyorduk. Türk müziği ile ilgilenmiştik, o konuda da bir yol belirleyebileceğimizi düşünüyorduk. İşte bu düşünceler romantik sayılabilir. Ya da Enis Batur'un bizim için yazdığı gibi "yakışıklı bir intihar örneği". Bir süre sonra işlerin umduğumuz gibi olmadığını gördük. Ama yayıncılığı bırakmayı bir an bile düşünmedik. Hem yaptığın işi kendine izah edebiliyorsun, ben iyi bir iş yapıyorum, hayırlı bir iş yapıyorum diyorsun, hem de her insanın en çok isteği şeyi, kalıcılığı sağlıyorsun. Yaptığımız iş uzun yıllar kalacak, bunu biliyorsun. Bundan güzel ne olabilir... Kitapçılar raflarında bizim az satan kitaplarımıza beklediğimiz kadar yer vermeyince bir de kitabevi açmak zorunda kaldık. Böylelikle Türkiye’de yayımlanmış bütün müzik kitaplarını, ama sadece müzik kitaplarını satmaya başladık. Yayınevimiz kadar kitabevimiz de önemli bizim için. Hem bir buluşma noktası hem de 22 yıldır ayakta kalmayı başarmış bir kurum oldu.
Yayın kataloğunuza bakınca son yıllarda, tür çeşitliliği boyut kazanmış diyebilir miyiz?
Birkaç yıldır yayın politikamızda birtakım düzenlemeler yapmaya gayret ediyoruz. Bu değişikliğe İdil Biret'in yaptığı bir konuşma neden oldu. Boğaziçi Üniversitesi'ndeki bir konuşması sırasında İdil Biret, "Ben size istediğiniz kadar iyi piyanist yetiştiririm. Önemli olan o piyanistleri dinleyecek olanların yetişmesidir" demişti. Biz o anda fark ettik ki, biz hep mesleği müzik olanlara seslenmek istemişiz. Neredeyse akademik sayılacak kitaplar yayımlamışız. O günden sonra, "Beethoven Çorbayı Neden Fırlattı / Steven Isserlis", "La Traviata / Ufuk Çakmak" gibi özellikle gençlerin müzik alanında ufuklarını açabilecek kitaplar yayımlamaya karar verdik. Bu düşüncemizi felsefe alanında zaten uyguluyorduk. Çocukların dil hâkimiyetini artırmak, eleştirel düşünce ve felsefe ile tanışmalarını sağlamak üzere Nuran Direk'in "Filozof Çocuk", "Bilgin Çocuk" gibi kitaplarını yayımladık. Önümüzdeki yılda da "Çocuklarla Felsefe" kitabını yayımlayacağız. Belki 25 yıl sonra yapacağımız en büyük değişiklik felsefe alanında başlattığımız bu çabayı müzik alanında da sürdürmek olacak. Diğer bir değişiklikse e-kitap. E-kitaba daha fazla ağırlık vermeyi düşünüyoruz.
Müzik kitaplarının yanında şiir kitapları da yayımlıyorsunuz.
Şiir kitapları yayımlamak ise daha zor belki. Ne yazık, okuru daha az. Yunanistan'da şiir kitapları hâlâ bestseller. Oysa bizde herkes şiir yazıyor ama kimse okumuyor sanki. Avusturyalı Ernst Jandl'ın "Dilin İntikamı" kitabını yayımladık örneğin. Gerçekten olağanüstü. Kimse fark etmedi bile. Ama bizim için şiirin farklı bir önemi var. Şiir okunmalı, tartışılmalı. İnsanlar bir mısra ile günlerini geçirmeli, diye düşünüyoruz. Şiir, bu çetin dünya işlerine verilen bir mola gibi, bir nefes gibidir. Ve neden artık bu kadar önemsenmiyor anlamıyoruz... Türklerin yanısıra İranlı şairleri yayımlıyoruz, bir yandan da Avusturyalı şairleri. Ve bir gün şiire itibarı iade olunursa ve bizim bu konuda katkımız olursa çok sevineceğiz.
#Pan Yayıncılık#Pan Yayınları 25 Yaşında#Işık Gençer#Ferruh Gençer#Müzik Kitapları#kitap#oynakbeyi#müzik#röportaj#müziği okumak#İdil Biret
2 notes
·
View notes
Text
HERKES KENDİ TAŞRASINI YANINDA GETİRİR
Anadolu’nun küçük bir şehrinden İstanbul’a ilk geldiğim günlerde düşündüğüm ilk şey ‘şimdi hapı yuttuk’ olmuştu. Birkaçbin nüfuslu bir şehirden milyonların koşuşturduğu şehre gelince, insan fazlasıyla ürkebiliyor. Haliyle korkutucu gelen İstanbul’da, filmlerden gördüğüm muhitlerden kendi taşramı oluşturmuş ve bunun dışına çok fazla çıkmamıştım. Kopoy’u ilk okuduğumda gözümün önünde canlanan şey ilk önce bu oldu. Küçük bir taşra kasabasından İstanbul’un taşrası olarak adlandırabileceğimiz bir semtine geçici bir iş için gelen kahramanımız, orada kendi taşrasını yaratıyor. Deyim yerindeyse kendi köpek kulübesini inşa eden ‘yalnız’ adam bir süre sonra onarımını üstlendiği ofiste kendi hayatını da inşa edecektir. Ofisin bulunduğu handan asla uzaklaşmayan kahramanımız, kendi taşrasını bu han içinde kuracaktır. Anahter deliğinden izlediği insanların hayatını tahmin edecek ve karşı ofiste çalışan kadına âşık olacaktır. Bir köpek sadakatiyle önce işine, sonra hana ve daha sonra da aşkına bağlanacaktır! En kısa yoldan böyle özetleyebiliriz Kopoy’u. Kendisi de, sonradan İstanbul'a gelen yazar Barış Andırınlı ile ilk romanı Kopoy’u konuştuk.
--OYNAKBEYi--
İstanbul'a ilk geldiğin zaman ne düşünmüştün, ne hissettin?
1995 yılında üniversiteyi kazanınca geldim İstanbul'a. Aslında büyük şehre alışık sayılırdım, çünkü İzmir'den gelmiştim. Ama şu var; İstanbul'u ilk defa görüyordum ve burada yaşamaya gelmiştim. Elbette şehrin büyüklüğü insanın aklını başından alıyor, ama daha çok yeni bir başlangıç heyecanı vardı içimde. Yaşadığımız mekân her ne kadar İstanbul bile olsa hep belirli yerlerdi. Nisbeten güzel muhitlerden söz ediyorum tabi. Etiler, Levent, Hisarüstü... İstanbul içinde biraz daha rafine bir ortamda yaşıyordum. Kaybolurum, başıma bir şey gelir, bu şehir adamı yutar düşüncelerinden çok; tesadüf ettiğim 'büyük' adamlarla mukayese ettiğimde çok küçük bir insan olduğumun düşüncesi vardı daha ziyade. Tek başınasın ve büyük şeyler yapma hevesi vardı elbette...
Hatırlıyorum da ben, İstanbul'a ilk geldiğim sene; günlerce hep aynı yerleri, daha önceden bildiğim ama turistik olan noktaları dolaşıp, oralarda yaşıyordum. Sende de oldu mu böyle bir şey?
Sanırım herkeste olmuştur bu. Örneğin ben, ilk geldiğim sene Taksim'i bulamamıştım. Nasıl olduğunu anlatayım; Taksim otobüsüne bindim ve Gümüşsuyu'nda indim. Çünkü daha ileriye gitmekten korktum. Kaldığım yerden çok uzaklaşmıştım ve daha kaç durak olduğunu bilemediğim için, erken indim. Yavaş yavaş alanımı genişlettim. Yurt, okul arası dolaşıyordum ve alanımı yavaş yavaş genişlettim. Hisarüstü, Etiler, Levent, Sarıyer, Tarabya buraların bütünü zaten İzmir kadar bir alana denk geliyor. Korkunç bir ölçü bu. Hiç unutmam, Tarabya'da misafirhanede kalıyordum ve Sezen Aksu konserine gidecektim. Konser Rumeli Hisarı'ndaydı. Ben korkudan otobüse binemedim, çünkü otobüsün arada bir yerlere sapmasından korkuyordum. O endişe ile Tarabya'dan Hisar'a kadar yürüyerek gittim, saatler sürdü. Konser biletim de yoktu, bir de bilet almak için saatlerce bekledim, içeri girdiğimde ise, oturacak yer yoktu, konseri de ayakta izledim. İstanbul'u da büyük ölçüde yürüyerek keşfettim... Ama Sultanahmet ve Taksim'i çok sonra gördüm. Bir de güvenlik meselesi vardı; İzmir'den sonra İstanbul korkutucu geliyor elbette.
Aslında İstanbul'a veya benzeri büyük şehirlere gelenler, hemen kendi taşrasını oluşturuyorlar. Buna sen de, ben de dahiliz. Roman kahramanının da yaptığı bu değil mi?
Aslında o zaten taşrasıyla beraber geliyor. Herkes gibi... Evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibi; geçmişini, eskiden işlediği suçları, günahları yüklenip geliyor. Aslında İstanbul onun için bir sınav, çünkü geçmişiyle de hesaplaşmayı planlıyor burada. Dahası, hem görevi hem de konakladığı muhit itibariyle zaten buna da mecbur, yani kendine bir taşra oluşturmak zorunda kalıyor. Tüm bunlar bir araya gelince zaten kahramanımızın temel sıkıntısı meydana geliyor. Her şeyi küçük bir ofis içinde gerçekleştirmeye başlıyor, yeme içmesinden barınmasına, temizliğinden yapması gerekenlere kadar her şeyi aynı yerde yapmaya başlıyor. Ama sosyalleşmesi de gerek, birileriyle temasa girmesi gerek. Bunu da o taşra psikolojisiyle bir vasıta buluyor ve o da kapının anahtar deliği oluyor.
O anahtar deliği, aslında onun dış dünyaya açılan en geniş penceresi...
Elbette. Çünkü balkonu veya pencereyi değil, ofisin bulunduğu hanın koridorlarına açılan anahtar deliğini seçiyor. Ama o sayede de bütün handa ne olup bittiğini takip edebiliyor. Anahtar deliği, dış dünyaya açılabilmek için en dar delik, ama bir o kadar da en güvenli pencere yine orası. Kendini göstermeden, başkasına görünmeden her şeyi takip edebileceği tek alan orası. Zaten âşık olduğu kadınla, Banu'yla kapının önüne çıktığında yaşadığı karşılaşma, onun -deyim yerindeyse- paniklemesine sebep oluyor. Çünkü insan içine çıkmaya ve insanlara kendini göstermeye henüz hazır değil. Bu aslında bir iletişim değil, tek taraflı bir alımlama var, o kadar. Bütün hanın yaşayanlarını buradan görüyor ve oradaki insanların hepsi, aslında İstanbul'a farklı yerlerden gelen veya İstanbul'un farklı yerlerinden gelen insanlar. Bu sayede, kendisine vaadedilen dünyayı görüyor. Artık görmemesi gereken şeyleri gördükçe, başka hikâyelere dahil olmaya başlıyor...
OSMAN İÇİN İSTANBUL NE İSE BANU DA O
Banu, aslında tek başına şehirli yaşantının özeti ve İstanbul gibi duruyor. İki kahramanın da ona olan aşkı sevgisi, sanki İstanbul'a olan zorunlu sevgi gibi duruyor. Kerem başkasıyla yapamaz, Osman artık taşradan İstanbul'a gelmiş ve ona âşık olmuş bir adam...
Elbette öyle. Herkesin nasıl kendi İstanbul'u varsa, herkesin de bir Banu'su var. Bu sadece romandaki kahramanlar için değil, okurlar için de böyle. Banu'nun görünüşünü anlatmamamın sebebi de bu biraz, herkes kendi kafasında istediği Banu'yu oluştursun istedim. Eli yüzü düzgün, alımlı ama bir o kadar da muğlak. Kendine güveni var, ama İstanbul gibi tedirgin edici. Osman meselâ onda farklı şeyler görüyor. Şehir adına, büyük şehir adına ne varsa aklında; hepsini Banu'da görüyor. Nasıl şehirde geçmişte işlediği günahlarını temize çekecekse, Banu ile de aynı şeyi yapmayı amaçlıyor. Şehvet, tutku, heyecan, aşk hepsini hem şehirden hem de Banu'dan bekliyor Osman.
Bir şekilde Osman'ın bulunduğu alandan çıkması, hiç görmediği İstanbul'a açılması, deyim yerindeyse 'kulübe'sinden çıkması da aslında Banu sayesinde ve onunla birlikte oluyor, öyle değil mi?
Zaten, Osman'ın anahtar deliğinden bakmak haricinde iletişime geçtiği tek kişi Kâmil Efendi. Han kapıcısı Kamil Efendi ile, kapının önünde oturuyorlar, çünkü kulübesini terk edemiyor. Ne zaman uzaklaşıyor? Banu'ya çiçek almak için, Banu'yla veterinere gitmek için veya onun peşine gitmek istediği zaman oluyor. Zaten ne zaman uzaklaşsa, arkasına bakarak yapıyor bunu. Banu onu kışkırtıyor çünkü...
Romanın önemli dinamiklerinden birisi, Osman'ın Banu'ya olan aşkı. Nasıl tanımlamak gerek bu aşkı?
Aslında diğer tanımlanabilir aşklar gibi bir aşktan bahsedemeyiz burada. Banu'ya olan hissi aslında tam bir aşk değil, sevgi hiç değil ama hastalıklı bir tutku bu. Yapamama, gidememe, kalamama hallerinden kurtulma arzusunu giderebilmek için Banu'ya tutunmaya çalışıyor Osman. Banu'yla gidebilme durumu bile ona heyecan veriyor. Çünkü o zamana kadar yapamadığı ne varsa onu yapacak. Taşra bağını da onunla kıracak, yeni bir sayfa açacak. Tüm bunlar aşktan büyük ihtiraslar barındırıyor. Osman'ın sahibi olduğu asırlık beşerî miras, ki bu taşralılıktır, ondan kurtulabileceğine olan inancı Banu'ya olan tutkusuyla vücuda geliyor. Buna ne kadar aşk deriz, tam bilemiyorum. Belki de hayvanî bir güdü bu...
HERKES YAŞADIĞI ŞEHRİN KURALLARINA UYAR
Peki bu hayvanî güdü, Osman'ın içindeki sadık tarafı, marazi bir 'köpekleşme'ye çeviriyor diyebilir miyiz?
Köpekleşmeyi imge olarak kullanırsak evet öyle, yoksa tek başına 'köpekleşme' çok basit ve yanlış bir tespit olur. Ancak roman boyunca yaşadıkları, onun bu dönüşümünü hızlandıran şeyler oluyor. İstanbul'a geldiğinde saf insanî tarafları daha ağır basmasına rağmen, hiçbir insanla iletişime geçmediğini, yabani bir hayvan gibi uzak davrandığını görüyoruz. Bir o kadar da özünü koruyor, çünkü saf bir yanı var, ahlâkî birtakım değerlere sahip çıkıyor hâlâ. Bunlar en basit, küçükleri sevmek, atalarına bağlılık, büyüklere saygı gibi çoğaltabileceğimiz şeyler. Osman Banu ile tanışmasa bu şekilde kalıp, vazifesini tamamlayıp memleketine dönecek. Ama ne zaman Banu'yla karşılaşıyor, o zaman İstanbul'u da görmeye başlıyor ve artık dönülymez bir yola giriyor. Bunun haricinde, verilen göreve bağlılığı, ofisten uzaklaşamaması, hattâ handan bile çok uzaklaşamaması aslında onun kulübesine bağlı bir köpek imajını haklı çıkarıyor. Her şeye rağmen Banu'ya olan sadakati ise köpeğin sahibine duyduğu sadakatle yakın. Aslında bu dönüşümü geçiren birçok insan var. Herkes kendi taşrasını yanında getirir. Fakat asla sonuna kadar öyle kalamaz. Çünkü İstanbul ufak ufak onları değiştirir, memleketine geri döndüğünde artık ne oralıdır ne de İstanbulludur. Bunu kötüleşmek olarak söylemek yanlıştır ama dğişimden söz etmek gerekir. Şehrin kurallarına uyar herkes.
Han kapıcısı Kâmil Efendi aslında, Osman'ın düşeceği durumu, yani Osman'ın gelecekteki halini gösteriyor.
Tamamen öyle. Kâmil Efendi, romandaki 'teyze'tipi ve Osman birbirinin aynısı tipler. Bu romanın baş kişisi aslında bu üçü de değil, 'imkansızlık' kavramı asıl kahraman bu romanda. Çünkü Osman ile 'teyze' konuşurlarken, 'bizim kafamız berrak olmalı, bizim kafamızın karışması gibi bir lüksümüz yok' der kadın ve Osman, bizin kim olduğunu sorduğunda sen, ben, Kâmil Efendi der. Biz Kâmil Efendi'de olamamanın en korkunç hallerini görürüz. Zamanında İstanbul'a gelmiş, birtakım imkânlar elde etmiş, yuva kurmuş vebir tiyatro kumpanyası macerasına karışmış. Belki de diğer benzerlerinin ulaşamayacağı maceralara dahil olmuş ve bir imkânsız aşka bulaşmış. Osman'ın Banu'ya duyduğu hissin benzeri olarak, Kâmil Efendi de bir Ermeni aktrise vuruluyor. Ömründe hiç tiyatro görmemiş Kâmil Efendi, tiyatro görüyor, Necmi'ye öykünüyor, Berta'ya tutuluyor. Berta'nın Necmi'ye hediye ettiği saati alıp ondan bir türlü kurtulamamasının sebebi de bu. Onu atamadığı gibi, geçmişini bu saatle yaşıyor. Ne zaman Necmi ve Berta olmadan tiyatroyu yaşatmaya devam etmeye çalışıyor, işte o zaman çuvallıyor. Osman'la Kâmil'in birbirini çok iyi anlamasının sebebi de bu ortak kaderleri zaten.
Bu ortak kaderi fark ettikleri anda birbirleriyle temas da azalıyor zaten...
Çünkü hepimiz öyleyiz. Taşradan ilk geldiğinde insan kendisinden çok bahsetmez. Öyküsünde gizlediği birçok şey vardır, bu sırlar ortaya çıktığı anda hem gizemini kaybeder, hem de zayıf karnı ortaya çıkmaya başlar bir nevi. Kâmil Efendi bir hezeyan anında bütün hikâyesini anlatıyor Osman'a ve ikisinin kaderindeki benzerlik ikisinin de kendi kabuklarına çekilmesine sebep oluyor. İkisi de bir daha birbirlerine bir şeyden bahsetmiyorlar. Teyze de aslında benzer, o da kendi hikâyesini anlattığı anda gidiyor oradan.
Hepsinin hikâyesi aslında yine taşralılık.
İşin tuhaf tarafı, taşralı bir insan için taşradan çıkana kadar taşra diye bir şey yok veya taşraya birisi gelene kadar bunun ayrımına varamıyor. Örneğin Osman'ın taşradaki hikâyesi, çocukken âşık olduğu memur kızı Esra geldiği zaman başlar. Osman da sanki o zamana kadar hiç taşrada yaşamamışız der. Denizin ne olduğunu bilmeyen balık gibi. Esra, Osman'a farklılıklarını gösteriyor deyim yerindeyse ayıplarını ortaya koyuyor, onu çırılçıplak bırakıyor. Bu yüzden Osman yıllarca kendine gelemiyor, bu aşk onun dengesinin bozulmasına sebep oluyor. İstanbul'a geldiğinde de karşısına Banu ve Kerem çıkıyor. Kendisi taşralılığının üzerine bir sünger çekmek istese de, Kerem onun taşralı tarafını sürekli öne çıkarıyor. Çünkü Kerem onun taşralı kimliğinin altını çiziyor, Osman'ın sadakatini her zaman taktir ediyor, onun daha güvenilir olduğuna inanıyor.
Aslında Osman'ın her İstiklâl Marşı'nı duyduğunda ağlaması bile, Türkiye'deki taşralı kimliğini açık eden bir unsur. Tıpkı küçükken TRT'de İstiklâl Marşı okunurken, ayağa kalkar öyle dinlememiz gibi...
Taşra hükmedilen insanlardan oluşur. Daha mülayim insanlardır. Bürokrasiden çekinir, devlet makamlarından ürkerler. İstiklâl Marşı, fener alayı, millî bayramlar, Atatürk'ün sesi onlarda coşku yaratır. Hakim devletin kendi üzerlerindeki iktidarını pekiştirir ve devletle olan tereddüt dolu ilişkisini her zaman canlı tutarlar. Taşralının devlet karşısında boynu kıldan incedir çünkü. Devlet ve bürokrasi taşraya bir lütufta bulunurmuş gibi davranır. Rütbeli asker, doktor, öğretmen, hakim, savcı taşraya geldikçe devlet tarafından görünür olur taşra... Bundan birkaç yıl önce, Ermeni asıllı bir kızın ağlaya ağlaya İstiklâl Marşı'nı okuduğunu da gördük biz, onun da elbet psikolojik birtakım sebepleri vardır örneğin. Televizyonlarda haber oldu, internette en çok paylaşılan video olmuştu. İstiklâl Marşı, dışarıda kalana manevi birtakım anlamlar taşıyor belki de.
çok fazla ustam vardır
Aslında bir dönemin birçok edebiyatçısını sayabilirim ustam olarak. Başta Sait Faik gelir, doğal olarak. Okurluk dönemim onunla doludur, Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve onların izini süren birçok isim vardır ustalarım arasında. Cumhuriyet dönemiyle başlayıp modern Türk edebiyatını oluşturan isimlerdir. Bunlar içinde Oğuz Atay, Yusuf Atılgan ve Leylâ Erbil de vardır.
#Kopoy#Barış Andırınlı#kitap#röportaj#edebiyat#oynakbeyi#taşra#taşralılık#İstiklâl Marşı#Hayy Kitap#Herkes Kendi Taşrasını Yanında Getirir
5 notes
·
View notes
Text
BİR YOL HİKÂYESİ
En baştan belirtmeliyim ki, bu vakte kadar Oynakbeyi olarak kaleme aldığım en kişisel yazılardan birisini okuyacaksınız. Genellikle yıldönümlerinde kişisel birtakım açıklamalarda bulunup diğer yazı veya fotoğraflarda, başarabildiğim ölçüde bireysel hayat serüvenimden bir şeyleri aktarmıyorum. Zaten gerek de yok, bana sorarsanız. Yalnız 14 Şubat 2012 tarihinde yaşadığım kısa süreli bir taksi yolculuğu esnasında dinlediğim hikâye, oturup satır satır yazmamı gerektiriyordu. Taksi yolculukları hakkında ne düşünürsünüz bilemem ama, ben kısa mesafede de uzun mesafede de (elbette şoförüne göre) sohbet açıp, taksiciyi dinlemeyi sevenlerdenim. Daha evelden, bir dostumla meseleyi "taksiciden al haberi" boyutuna getirip, gündeme dair her şeyi onlardan öğrenebileceğimize dair tespitte bırakmıştık. Ancak "sevgililer günü"nde yorucu bir taksi bekleme sonrası, kısacık bir yolculukta duyduğum 'gerçek' hikâye, içinde bulunduğum dönemdeki halet-i ruhiye itibariyle daha farklı etkilere sbebep oldu açıkçası. Şoförün anlattığı hikâyeyi, kurmaca dünyamız Resimli Hayat Ansiklopedisi'nde de anlatabilirdim. Neticede birçok gerçek olayı, hikâyelendirmişliğimiz de var. Ancak, dinlediğim hikâyeyi kurmaca-gerçek belirsizliğine sokmak, şoföre ve tavrına saygısızlık olurdu. En azından şimdilik. Belki bir gün hikâyelerde de anlatılacaktır. Neticede hep böyle olur...
Bundan sonrası, tamamen aramızdaki diyaloğun ve sözkonusu hikâyenin aktarılmasıdır.
-Hayırlı işler ustacım. Pera Palas'a doğru gideceğim ama, şayet açıksa Odakule tarafından Meşrutiyet Caddesi'nden çıkalım. Yok açık değilse Flash TV'nin orada inerim ben. -Yoruldun mu gardaş? -Sorma ustam, yüküm ağır. Bir de dengeli taşıyamayınca zorladı çok affedersin. -Neyse, artık rahattasın. Sakin sakin gideriz. -Gideriz. İstersen, hiç bu trafiğe girmeyelim, Dolapdere'ye inip Tarlabaşı'nın içlerinden çıkalım Tepebaşı'na doğru. -Vallaha gardaşım, tarif edersen gideriz. Ben bu taraflarda oturmirem. Asil şoförün babası rahatsızlanmış diye emanete geçtim. Haftasonları taksiye çıkirem. O vakıt buralara da yolum pek düşmir. Zaten, sabahtan beri duraktakiler çağırıp duruyor. -Sevgililer Günü ya ondandır. -Sevgilisinden değil gardaşım, bir de yağmur var ki hepten felc etti bizi. Bütün melmeket kendini atmış sokağa, binmeye taksi bulamazsın. -Öyle oldu benim de. Memleket nere ustam? -Ben? Ezzurumluyam! Senin melmeket nire? -Van Erciş. -Baaa... Ne güzeldii oraları. Amma bu deprem daş daş üstünde komamış. Gittin mi hiç? Bilir misin oraları? -Bilirim yakında gittim, ama. Oralarda büyümedik işte. Peder bey memur olunca tayin falan, sonra okul. -Allah kolaylık versin gardaş. Bu şehir maf eder adamı... -Ediyor, eder de. Sen ne kadardır buradasın ustacım? -Beeen, biin dokkuz yüz yetmiş ikki senesinde gelmişem buralara. Geldigim gibi işe girmişim, sigortamı yaptırmışım ottuz sekkiz yaşımda da emekliye ayrılmışım. O günden beri bakkalımı açmışım, dükkanımı işletiyorum. Ben kurtardım kendimi... Darısı başına. -Yaş kaç usta? -Been, elli dört yaşındayım. -Allah ömür versin. Çoluk çocuk? -(Derin bir nefes alarak) Yoktur. -... -Ben evlenmedim gardaşım. Şoförün ses tonu ve ardı ardına derin nefes almaları dolayısıyla, "en güzeli" falan gibi bekârlık sultanlıktır klişelerine giremedim. Hovarda diyaloğuna girmenin zamanı değildi zira. -Hayırdır ustacım. Tabi kusura bakmazsan, ters giden bir şey mi oldu ki? -En başından tersmiş kaderimiz gardaşım... Sınıf arkadaşımdı. Daha ilkokulda, hem de mahalleden komşumuzdu. Erzurum'daydık. Çocuktuk, oyun oynuyorduk. Ortaokula geçtik. Ben dedim seni seviyorum. O dedi, ben de seni seviyorum. Dedim bana varır mısın, dedi varacam... Hep görüştük, konuştuk. Hep. Görüşemediysek bilirdi bir sebebi vardır. Çalışırdım, inşaatta, demircide, hamallıkta, pazarlarda. Kimi vakıt okula da gitmez olduğum için, bilirdi gelememişim ki görüşememişiz. İşim biter bitmez giderdim yanına. Konuşurduk. Yetmiş ikki senesinde geldim İstanbul'a çalışayım, para kazanayım diye. Çalıştım da. İkki ayda bir kaçar giderdim Ezzirum'a. Sevdigimi görmeye. Anamı babamı da görür gelirdim. Sonra dayanamadım, geri döndüm Ezzirum'a. Dedim ben seni alacaam. Bana vari misen? Dedi he! Ben nasıl sevindim, nassıl sevindim ama gardaşım benim, abim benim. İlk defa o güni içki sürdüm agzıma. Sabahına anama babama gittim. Dedim böyleyken böyle. Herkes bilir ki, biz birbirimizi sevmişiz. Dedi, "tamam oğul, yarından geci yok sana isteyek. Haber edelim, anasına babasına." Gittik istedik. Dediler "verek vermesine de bu oğlanın askerliği yoktur." Dedim doğrudur. Hemen gittim teslim oldum askere yazıldım. -!! -Ben eskerdeyken, benim pohyiyen abimlen emmim bu gızın abisile babasınan kavgaya dutuşmuşlar. Sebebini ne sen sor ne ben söyleyem. Amma öyle bir sebeptir ki, sanki feleğin bir oyunudur bana. Sanki biri gelmiş çevirmiş çemberimi, fır fır dönsün allak bullak olsun kaderi demiş. Yani hiç de öyle kavga edilecek, küsülecek bir şey değildir benim canım abim. Güzel hemşerim. Benim pohyiyen abim, kızın babasının kaffasini üç ayrı yirden birden kırmış. Araya giren akrabaları olmuş, onlarla da kavga etmişler. Felaket bir şeye dönmüş niyeyse... Ben bir döndüm askerden, bana kızı göstermediler. Bizimkilere sordum, dediler beyleyken beyle. Dedim siz delisiz, nesiz? Cevap veremediler abim benim. Gittim yalvardım, yakardım. Kapılarında it gibi ağladım. Eşiklerinde yattım, babası evden çıkarken üzerimden geçti, yüzüme bakmadan. Ağabeysi zorla iteleye iteleye kovaladı beni. Ama bir kere araya küslük girmiş, kin girmiş, nefret girmiş. Demişim, "kurban olduklarım, ne benim bir kabahatim var ne bu kızın. Sizin ettiginiz haktan reva mıdır. Ne demeye sevenlere bunu edersiniz?" Vermediler cevap. Zaten neye verecekler, çocuk olsa güler onların kavgasına. Ben babalarımızı barıştırdım. Dediler, "tamamdır kavga küslük bitmiştir." Bitmemiş. Gittik kızı istemeye, ağabeysi dedi "ben vermem. Beni çığnayıp geçemezsiz!" Geçemedik, babasından sonra gelir dedik. Ben gene yalvardım yakardım. Bana yine günlerce göstermediler sevdigimin yüzüni. Birgün takip ettim, gizli gizli buluştuk ben diyeyim haftalarca, sen de aylarca. En son dedim, "ben seni kaçıracam. İstanbul'da işim hazır, yerim hazır. Bizi bulsalar bile ne edebilirler ki?" "Yok," dedi. "Kaçarak gelmem, dügünüm olsun isterim, anamın babamın rızası olsun isterim," dedi. "Vermeyecekler gülüm," dedim. "Vermezlerse kendimi zehirlerim," dedi. İkinci kere yalvardık, gittim ağabeysine yalvardım. Dedim, "al her şeyim önündedir. İster vur, ister öldür, dilimi kes, kolumu kes. Ben senin bacını sevmişem, o da beni sever. Bunu sen de bilirsin, ne diye zalımlık edersin?" Nuh bile demedi güzel abim. Bacısıylan çıktık karşısına, bacısı anasına da demiş; "Eger ki beni vermezseniz kendimi zehirlerim," demiş. Ağabeysine de dedi. Kabul etmedi. Gerçi ağabeysinin de değil kabahat. İşin içine bütün aile girmiş, hangi birini ikna edeceksin. Ağabeysi desen, amcası gelir, amcasını geçsen dayısı gelir. Bizimkiler öyle maf etmişler beni... Vermediler! Zehir içti. Fare zehri içti. Hemen öldürmii ki meret. Ben gittim babasını polise şikâyet ettim. Sekkiz yıl yattı babasıyla ağabeysi. Pişman oldular da neye yarar. Benim sevdiğim, onların kızı öldü! -!! -Ben de bir daha kimseye bakmadım. Kimseyi görmedim de! Kimseyi sevmedim de. Anam çok yalvardı, çok ağladı. Öldügü güne kadar, dedi evlen ha evlen. Yemin ettim evlenmedim. -Kusura bakma ustacım üzdüm gereksiz, canını sıktım akşam akşam. -Yok benim babam. Beni sen üzmedin, başkaları üzdü zaten. Ama sen sen ol kimseyi üzme emi. Dilerim onlar da seni üzmez...
Sadece özür dileyebildim şoförden. Teşekkür etmekle birlikte. İçinde bulunduğum sıkıcı ve sıkıntılı zaman diliminde kendi bilhassa "insan" ilişkilerinde yaşadığım başarısız ve üzücü tecbürebelerin ardına, dinlediğim bu "gerçek aşk hikâyesi", bende bir zamanlar veya hâlâ hayatımda olan dostlarım, sevgililerim, ailem ve başka insanlardan "kalbini kırdığım" için özür dilemek isteği uyandırdı açıkçası. Bir şekilde tesadüf edemeyeceklerim de, belki buradan denk gelirler temennisiyle... Aman dileyene kılıç kalkmazmış, özür dileyenin, kabahatinin farkına varıp bunu söyleyenin de boynu vurulmazmış. Özetle, keyfini kaçırdığım, huzurunu bozduğum, haksızlık ettiğim herkesten özür dilerim.
18 notes
·
View notes
Text
"bu uykudan uyanılacak bir dönem gelecektir elbette"
Türk edebiyatının 'tuhaf bir yazar'ıdır Leylâ Erbil. Bir o kadar da, bizi en iyi anlatanlar arasında gelir. Altı yıl aradan sonra, Erbil okurlarını fazlasıyla mutlu edecek, onunla yeni tanışacakların ise aklını başından alacak şiirsel romanı "Kalan" raflardaki yerini aldı. Bizans'tan Cumhuriyet'e kalan, Konstantinapol'den İstanbul'a evrilen bu şehirde, birbirinden farklı kültürlerden insanlarla bir arada büyüyen Lahzen. Lahzen'in evinden sokağına, sokağından mahallesine, mahallesinden şehrine, şehrinden ülkesine iç içe geçmiş ve birbirinin tersi yönlerde hareket eden anılar, tanıklıklar. Editör Ruken Kızıler'den ödünç alarak; "memleketin tüm insanlarının sökün ettiği; Yörüklerin, Yezidilerin, Ermenilerin, Rumların, Musevilerin, Kürtlerin, Türklerin, kara çarşaflıların, Lenin kasketli, haki montlu, postallı genç adamların ve kolunda bir güvercinle Hırant Dink'in eşlik ettiği bir 'farandola dansı' Kalan." Bir nevi kısa Türkiye tarihini yazdığı romanıyla ilgili Erbil'le konuştuk. Romanındaki gibi 'hiç büyük harf' kullanmadan cevapladı sorularımızı...
--OYNAKBEYi--
Erbil okurları için uzun bir aradan sonra yayınlandı son kitabınız Kalan... Okuduğumuz, kişisel hesaplaşmalar araya giren yılların etkisiyle mi oldu?
öyle de sayılabilir ya da sadece araya giren yılları değil dünyanın öteki zamanlarını da kapsayabilir.
Bir nevi kişisel ve kısa Türkiye tarihi okuyoruz “önsözce” bölümünde. Okuru hazırlamak için diyebilir miyiz buna?
yoo, okuru hazırlamayı falan düşünmem yazarken sadece metnin bütününü örmeyi amaçlamışımdır. önsözcede okura seslenirken 1. bölümde yazara sesleniyor anlatıcı, artık okur ve yazar yüzleşiyor da diyebiliriz.
Kitapta din olgusu, şüphesiz Kirkegaard dolayısıyla, önemli bir alanı oluşturuyor. Anlatıcının haricinde, Leylâ Erbil’in dine bakışı nasıldır?
kirkegaard’ın tam tersi! dinin özellikle ilkel toplumlardan başlayarak toplum düzenini kurmak adına insanları baskı altında tutmaktı amacı. şimdilerde ise demokrasinin cayılmaz öğesi sayılan oy kazanma adına her türlü devlet enstrümanlarını, pazarlayan haksız ama egemen bir güce dönüştü.
Kalan, İstanbul'un eski kozmopolit dokusunu değiştiren 6-7 Eylül olaylarına da değiniyor. Hz. İbrahim kıssasının da sıklıkla karşımıza çıkması dolayısıyla; insanlık tarihi, “kendi tanrısı” için öz evlatlarını kurban eden milletlerle dolu diyebilir miyiz?
ideolojilerin birer yanılsama olduğunu bizlerin de o ideolojilerin eline geçirdiği birer kukla özneler olduğumuzu düşünüyorum. nietzsche’nin dinin de, hazzın da, ahlakın da “soykütüğü”nü çıkarmasının üzerinden yüz yıldan çok zaman geçti. adorno ise, “...bir zamanlar liberal bir iletişim aracı olan yalan, her bireyin kendi çevresinde buz gibi bir atmosfer oluşturarak bu atmosfer sığınağı içinde semirmesini sağlayan küstahlık yöntemlerinden biri haline gelmiştir bugün” diyor. tarihin tüm zamanlarındaki sesi, vicdan sahiplerinin kulaklarını sürekli tırmalayan insan çığlıklarıyla dolu. bu uykudan uyanılacak bir dönem gelecektir elbette...
Bu yaşananların din dışında da sebepleri var elbette...
din faktörlerden biri, belki de zulüm için en kullanışlı bir araç olabilir ama tek değil. din kardeşlerinin de tarih boyunca birbirini boğazladıkları bilinen bir şey. şu anda kürtler örneğin din kardeşlerimiz değil mi? o boşluktaki asıl gerçeği halklara bir anlatabilsek! tarihin sesi, tüm zamanlarda vicdan sahiplerinin kulaklarını tırmalayan dinmeyen çığlıklarla doludur.
Türü ne olursa olsun, büyük hesaplaşmaların dile getirildiği keskin eleştiriler var kitapta. Azize Felicitas öldürüldükten sonra, katillernce azize ilan edilir. Hrant Dink ve Gonca Kuriş’e uzanan kurbanların azizleştirilmesi ne zaman olacak sizce?
listede sayılanların bir bölümü azize barbara gibi ortaçağ kafasının kurbanı. azize barbara’yı da babası, tıpkı ibrahim’in ishak’a yapmaya kalktığı gibi bir dağa götürür ve boğazını keser. zavallı gonca kuriş de o olaydan yüzlerce yıl sonra bugün denilecek kadar yakın bir zaman önce azıcık aydınlık söylemi kattığı konuşmaları yüzünden hizbullah tarafından kaçırılıp domuz bağıyla kabul edilemez bir ölüme terk edilmişti. hrant dink yoldaş ise daha karmaşık bir ilkellik yumağı... vaktiyle konstantinopolis’te asıl nedeni güç kavgası olan, ama din kavgası bahanesiyle bazı keşişlerin gözleri oyulup büyük adada zindana atılırdı. şimdi de aynı şey yapılıyor. yıllar sonra bir başka egemen gelir o keşişlerin sağ kalanlarını özgürlüğe kavuşturur ve isimlerini kilisenin “azizler” listesine alırdı! sizin dediğiniz gibi aynı insanlar pişmanlık getirip kabahatlerini gidermiyorlardı. bunu egemenler asla yapmaz.
"bu ülkedeki vicdan yokluğunun nedenini anlatsam..." diyorsunuz. Gerçekten hiç mi kalmadı vicdan bu topraklarda?
kalan adlı yeni kitabımda geçen belirttiğiniz o dilek, edebiyat içi bir okumaya girer. ama herhalde içinde kıvrım kıvrım yalanların yuva kurduğu, korkuyla kuşatılmış, hiçbir çağdaş güvenlik merciinin kalmadığı bir ülkede insanların vicdanı zaten hepten yok olmaya mahkûmdur. o zaman demokrasi nasıl bir şey oluyor… nedenini tam olarak anlatmak zor. böyle durumlara tarihin birçok sayfasında rastlarız. nedeni kişisel tutkular bile olabilir. neron gibi, hitler gibi… ya da çıkar ortaklığına dayalı yönetimler vicdanları bozabilir, korkular, yoksulluk, savaşlar, bazı aptal liberal entelektüellerin yardakçılıkları, halkın kendi yararlarını ayırt etmekten acizleştirilmesi, ahmaklaştırılması, dünyaya kendini beğendirme, ders verme aklı vb... binlerce neden, bilemiyorum...
Kitabın anlatım çeşitliliğine dikkat çekiyor; anıyla başlayıp sayıklama seyrinde ilerleyen metin, daha sonra “mesel” anlatımına dönüp hikâyeye geçiyor, baştan sona bir şiirsellik hakim ayrıca... dilin plastiğine olan ilginizden mi bu?
ben metinlerimde en iyi denetleyebileceğim dili ararım. elbette dilin plastik gücüne inanırım ama bu kez azıcık şiirsel, yer yer özün getirdiği biçemde kesikli ya da düz anlatımlı dili de, düşsel olanı da deneyerek verili olanın sınırlarını işgal ettim sanırım?
Bir okur olarak, şimdiye kadar okuduklarınız sizi aldattı mı? Sizi aldatmayan yazarlar kimlerdi?
evet! kitabımda geçen o cümle üzerine çeşitli açılardan bakarak konuşabiliriz. iyi de olur! halkın görüşünün değişmeye karşı nasıl bir bilinç oluşturduğu, (ben bunu jung’un, ilkellerde bulunan “çalılık ruhu” geni olarak yorumluyorum) neredeyse kuran-ı kerim dışında her kitaba, heykele, sanata düşmanlık taşıyan bir toplum olarak da durmadan açmak gerektiğine inanıyorum bu “çalılık ruhu”nu! aa! beni aldatmayan pek çok kitabım ve yazarım var elbette.
Kirkegaard kitabın düşünsel çıkış noktası belki de, hayatınızdaki yeri nedir?
kirkegaard’ın hayatımda önemli bir yer almasına hiçbir zaman izin vermedim. böyle bir şey yok. şiirsel bir dille iyi bir hıristiyan nasıl olunurmuşu anlatmak istediğini söyleyen bir yazarın üzerimde hiçbir etkisi olamaz! ben onun iyi bir filozof olamayacağını tartışmaya sokmak istedim. kitapta yazdığım gibi, mitoslardan, ideolojilerden, tanrı aşkından, vb. kurtulamamış bir beyin; en bilinen tasası da hegel’i silmek olan biri! sıradan adamlarda olan çeşitli tutkuları olana filozof deyip denemeyeceğini sorgulamak istedim.
Son olarak, kitapta da sıklıkla "kaygı" üzerinde durulduğu için; nedir sizi kaygılandıran şeyler?
yanıtım söylediklerimin bütününden çıkmıştır sanırım: ülkemizi daha hangi belaların beklediği kaygısı. zira barışa ait en ufak bir olasılık görünmüyor ufukta. bana şu karanlık günlerde içimi dökme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. evet iç dökme. başkaca bir şey gelmiyor şu sıra elimizden!
Fotoğraflar: Selçuk Şamiloğlu
#Leylâ Erbil#Kalan#Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları#röportaj#kitap#edebiyat#Tuhaf Bir Kadın#Tuhaf Bir Yazar#oynakbeyi
8 notes
·
View notes