#yaşadığım nereden belli?
Explore tagged Tumblr posts
Photo
‘’Yaşadığım nereden belli? Gecem dertli, günüm dertli.’’ 🎶 Gönül Şen - Dertli Dertli
#gönül şen#yaşadığım nereden belli?#gecem dertli#günüm dertli#şarkı alıntıları#dertli dertli#arabesk#meyusadam
9 notes
·
View notes
Text
İçimden bir şey, "yazsana haydi, yaz " diyor, ama neyi yazmalıyım, önünde iki büklüm oturduğum klavyenin harfleri bile bilmiyor, içim bilmiyor, dışım zaten bilinmezliğe biat etmekte, yaşadığım odanın penceresi bilmem kaç on gündür asla kapanmamış, dışardan gelen tozla, içeride ufak çaplı bir çamur deryası oluşmaması adına, sadece yağmurlar yağarken kapanmış, tüm bu kapanmamaya inat, ben içimin sesini dinlesem de, içime kapanıklığın köşe sıkışmışlığını haddinden fazla yaşıyordum, pencereyi örten kalın güneşlik perdenin milimetrik bir kıpırdaması bile olmadan. Köşeye sıkışmışlık derken de, düzenli hale getirmeyi denediğim uzun ve tempolu yürüyüşlerimde, köşe başlarını tutan lüks araçlara, her yerde ışıl ışıl, görgüsüz bir azametle yükselen rezidanslara, içinde yaşayan köşe dönücülere son derece, hatta bir açıölçerin bile ölçmekte zorlanacağı derecede uyuz kaparak, kendi kendime konuşarak, karşı kaldırımdan gelenlerin" deli herhalde" bakışları altında, bu uyuz kapmalı yürüyüşleri yapıyordum. Ama ne yürüyüş!
Teknolojiden de elbette kopmuyoruz ya hiçbir zaman, telefonun akıllı olmasına güvenip, bir adet pedometre kuruyorum ki, bakalım ben gerçekten ne yürüyorum, ne kadar yürüyorum, resmi belgelerle konuşayım, dedim. Malum, sürekli her şeyin her dalgasına karşı boşa kürek çektiğim hissi dünyanın bütün küreklerinde bir kıllanma yaratırken ve herhangi bir ağrım için bile resmi belgenin istendiği bu günlerde, bu kendi başıma yarattığım bir düzen oturtma üzerine kurulu yürüyüşlerin resmi bir belgesi olmalıydı. Hedef altı bin adım, henüz yirmi dakika bile dolmamışken, " pat" diye bir kutlamalı patlangaç sesi geliyor bir yerden, çevreme bakıyorum, bir adet maganda ya da, gecenin geç saatinin ırzına geçen bir kına gecesi yok. Ses çantamdan geliyor. Altı bin adımı tamamladığım için, akıllı telefon uygulaması beni takdir ediyor. Vay be akıllı telefon uygulaması, ruhumu okşadın, teşekkürler!
Eve varınca daha bir takdir edilmeyi bekleyen çocuk bakışlarıyla ekrana bakıyorum, on bin küsürlerde adım sayısı , sekiz kilometre yürüyüş, altı yüz fazlası kalori yakmışım. Bunu yaklaşık olarak otuz dört gündür yapıyorum, ama ilk kez elimde kanıtlısı var, soran olursa hani, soran da olmaz ya, " al bak!" demelik bir belge var elimde, hayattakki kürek çekişe inanmayanlara gösteremediğin cinsten bir belge bu. Sonuç? Beş kilo daha fazla alıyorum, dayanılmaz kas, bel, bacak, ayak, başımı gövdemin üstünde taşıyan kaç tane anatomik bölge varsa, hepsi dayanılmaz bir ağrı miras bırakıyor bana, çok bölgesinde, çoktan da fazla terör tehlikesi yaşayan ülke sınırları gibi.
Şu içimdeki bir şey var ya, hani "yazsana" diyen... Neyi yazayım diye tekrar soruyorum, Şenol Güneş'i mi yazmalıyım, bilmiyorum ki, adam benden daha mutsuz bakıyor hayata, ve bir o kadar çaresiz izliyor maçları kenardan, otobanın kenarında çaresizce aç ve susuz kalan bir adamın böylesine mutsuz ve çaresiz bir bakışı yok ki. Şenol Güneş'i eliyorum, Şenol Güneş zaten bu yazının içine neden, nereden geldi, o bile belirsiz.
Ben bu kent soylu meselesine de takılmıyor değilim aslında. Hipodrom gibi bir yolun sağı solu kimin nasıl aldığı belli olmayan lüks evlerle doluyor, taşıyor, taşmakla kalmayıp, beni her önlerinden ge��işinde ayıplayarak taş yağmuruna tutuyor. Taş yağmuru olmasa da, en azından kafama bir ayakkabı geliyor, önünden geçtiğim " modern zaman kalesi" bahçesinden. Çocuğun teki sadece zevkine ya da sebebini asla bilemeyeceğim bir sebeple ayağından ayakkabılarını fırlatıyor, bir ikincisi daha tam kafama gelmek üzereyken, gövdeme asla yakışmayan bir balet figürüyle bertaraf ediyorum bu ayakkabı saldırısını. Ağzımdan çıkan tek kelime " PİÇ"...
Bu evlerin sahiplerinin meslek algoritmasını kafamda yaratmaya çalışıyorum, hepsi doktor olamaz, hukukçu? Polis, asker zaten mobilize adam, öğretmen desen de değil, o kadar çok okul yok, olsa da o kadar maaş yok... İmam olabilir mi? Zorlarsak o kadar cami çıkar da, imam? Hepsinin sahibi belediye başkanı da olamaz, hele şehrin başkanı hiç olamaz, adamlar zaten derebeylik sisteminin kamusallaşan alanlarına dikmiş surları. E kim lan burada oturanlar? Sekiz kilometrelik mesafede sadece sekiz binden fazla daire var, hepsinde azami nüfus üç olsa, çekirdek aile kavramı hala kaldıysa, eder sana yirmi dört bin! Yirmi dört bin piçkurusu babası ve anası var öyleyse bu evlerde oturan şeklinde hayıflanıyorum.
Teşhissizlik beni her zaman deli etmiştir, "piç"in kafama gelen ayakkabısının sebebini bilmemek beni delirttiği kadar, gelir dağılımın teşhissizliği içindeki zaten belli başlı şeylerin şeffaflığı ama buna rağmen hızını kesmeden devam etmesi, aşkın bile reçetesiz olması ve teşhissizliği beni sinir küpüne fazlasıyla dönüştürüyor. Şu an yaşadıklarıma bir teşhis koymaya çalışıyorum mesela, en çok da köşeye sıkışmışlık hissimde. Gösterge bilime başvuruyorum, Marx'ı, Engels'i zaten biliyorum, ama hislerimin olası galibiyet formüllerini onlarda bulamıyorum. Roland Barthes çıka geliyor ve diyor ki, "adlandırılmak istemeyen toplumsal sınıf". Bu anonimlik bir hayalet gibi geziniyor hayatın her damarında. Hırsızlıklarını, cehaletlerini, tecavüzlerini, kifayetsiz birer muhteris oluşlarını gizliyor bu isimsizlik. Failler hiçbir zaman bulunamıyor, ve hatta senden çaldıklarını tarihin süzgecinden, toplumun zihninden ve bilinçaltından o kadar ustaca, bir ekmek hamuru unu eler gibi eleyip, buna ses edecek olanlara " bir lokma, bir hırka " şeklinde bir somun ekmek olarak yediriyorlar ki...
Kelimelerini , eğitimini, yeteneğini, hangi siyasi gücün yanında olurlarsa olsunlar, seni de kendileri gibi isimsiz ama yok olmaya mahkum bırakmayı öyle bir başarıyorlar ki. Sorunu teşhis etsem de isimlendiremiyor, gözün gördüğüne, bakın işte buradalar, diyemiyorum. Köşesine sıkıştığım hayatın en gizli yerinde gizli gizli sigara içmeye devam ediyorum, ismi bile olmayan bir tütünle.
Kent soylu mu? Güldürme beni... Ne demiştim, " Piç kurusu..." bunların hepsi.( Ben demedim, içimdeki ses dedi)
0 notes
Text
“İçime işlemiş binlerce şey. Ama hepsi eski eskiden taa eskiden kalma. Yani bitmiş, tükenmiş bir yaşamdan arta kalanlar denilebilir mi? İlgisizligimi bile tüketen ben.
Biten, tükenen ne?
Gençliğim mi? Oysa zaman güneşli bir tarladır Öyle olmalıydı. Nereden bakarsan bak, her şeyi görebilirsin; uzaktır biraz belki, işte hepsi o kadar ama…” diyordu Selçuk Baran, yelkovan kuşu kitabında…
Öyle ya, içimdeki onca yılın kalıntısını kendi başıma değiştiremezdim ki…
Ben olarak yaşadığım her mücadelenin, her savaşın, her yenilginin izi, birden güneşin doğuşu ile silinip yok olmazdı ki…
Belki gizlide kalan bazı yaralar görünür olur, bazen yaklaşmaya korktuğun o silüetin korkacak bir şey olmadığı belli olur.
Belki de ben fazla geldim yalnızlığıma…
Gerçekten belki de kendimi yalnızlığımla baş başa bırakmamalıydım.
Yalnızlıkla kalınan yalnızlık…
Tek başına gelinen dünyada, sevgi üzerine kurulmuş tüm cümleler adına, kendi kendinle verilen savaşta yenilmek kimin suçu acaba…?
Ayrıca neden şuçlu aranır ki?
Zamanın elinde duran bıçağın, güneşte parlamasıyla kamaşan gözler…
Biz diye başlaması gereken cümlelerle yalnız bırakılan hisler.
Bir çocuğun dolaba saklanması kadar beyhude bir zaman.
Güneşin ufukta çaresizce sönüşü…
20 notes
·
View notes
Photo
Cevher Baba`nın Kadınlık Halleri Gazeteciler gelir bazen yaşadığım dağ başına. Elli yıldır inmiyorum ne köye, ne de şehre. Yaşım doksanı geçti zaten. Dağ başında öleceğim, öyle söz verdim benden önce yitip de gidiveren anamın, babamın ve kardeşlerimin ruhlarına. Bir ruha söz vermek ne demektir, bilir misiniz ? İğne oyalı yazmalar biriktirmektir mesela, mor, mavi ve daha nice renkte. Çiçekler iliştirmektir o yazmalara, tomurcuk yaprakları olan çiçekler. “Cevher Baba” der bana buralarda kadınlar. Kadınlar ne diyorsa odur ve bana “Cevher Baba” diye seslenir çocuklar, bıyığı terlememiş gencecikler ve her yaştan adamlar. Derim ki onlara, “ben adamlığı kadınlardan öğrendim; adamlık dediğimiz kadınlıktır aynı zamanda ve ruhumda bir kadın var. Şefkatli, cesur, ürkek ve yorgun bir adam olduğum kadar, kadınım da ben. “ Bakarlar yüzüme öylece. Anlamazlar beni de haber ederler gazetecilere, “burada “Cevher Baba” deriz bir adam var, iyi bir adam ama kadınmış, bilemedik ki derdi neymiş…” Genç bir kadın geldi bugün, gazeteciymiş. “Merhaba Cevher Baba, ben Leyla” dedi. “Hoş geldin kızım” dedim.. “Sana tütün getirdim” dedi, “saralım mı beraber?” “Sen sigara içer misin Leyla?” diye sordum. “Yok” dedi, “senin için getirdim tütünü, hadi saralım beraber…” “Niye zahmet ettin kızım?” dedim. Baktım, o başlamış bile tütünü sarmaya. “Benim için mi sarıyorsun Leyla?” dedim, “sen de yardım etsene bana Cevher Baba” dedi gülümseyerek. Saatlerce tütün sardık Leyla`yla. Sustuk uzunca. “Gazeteciymişsin ama bana bir soru bile sormadın” dedim. “Mesleğim gazetecilik” dedi, “ama seni tanımaya geldim ben, sen çok güzel bir adamsın ” dedi. “Nereden anladın?” dedim. “Bir kadınla yan yana oturup sevgiyle, saygıyla susan her adam güzeldir” dedi. “Susarım Leyla” dedim, “güzel susarım ben...” Bir turna geçti üzerimizden o anda. “Böyle bir kuşum ben “ dedim, “hep yalnız uçtum kızım…” “Bulamadın mı eşini Cevher Baba?” dedi. Ses etmedim. Kalktım yerimden. “Toprakladır meşguliyetim, nohut yetiştiririm ben. Nohut pişireyim mi sana kızım?” dedim. O da kalktı yerinden ve sarıldı bana.” canımsın sen” diyerek. O tütün sarmaya devam etti, ben nohut pişirmeye başladım. Nohut aşı yedik Leyla`yla. Ayran da yaptım ona. Onun hediyesi tütün, benim hediyem de nohut ve ayrandı. “Kadınlık hallerim vardır kızım” dedim. “Senin her halin çok güzel Cevher Baba” dedi. Ellerimi aldı ellerinin içine. Tırnaklarıma baktı, “toprak birikmiş” dedi, “topraksın sen.” “Toprağa “ana” derler dedim. “Bilirim” dedi, “anadır toprak, doğurandır, sen de doğuransın” dedi. “Anlatayım mı doğurduklarımı Leyla?” dedim. “Anlat Cevher Baba” dedi, “sen anlat, ben dinleyeyim…” “Ben daha bebeyken soluverdi anam” dedim, “ruhumda bir bebek kokusu var ve anamın kokusu.” Gözleri doldu Leyla`nın. “Kadınlar anlar beni” dedim, “hiç olmazsa kınamazlar.” “Ben de anlarım “dedi. “Dört bacım vardı. Toprak oldular, çiçekler açtı üzerlerinde, çiçekler soldu. Sevdiceklerim oldu, her biri gül gibi, karanfil gibi koktu ruhumun içinde. Ruhum bahar bahçedir güzel kızım. Ölü kadınlar uyur o bahar bahçede ve benim ölmek gibi bir derdim yok. Yaslarını tutan bir adam olmalı yanı başlarında, çiçekler eken, fidanlar, filizler büyüten, onları umutla yad eden bir adam. “ Elimi sımsıkı tuttu Leyla. “Özgürlüğü doğurdum kızım” dedim. “Kadınları sevdim” dedim, “anamı, bacılarımı, bana yarenlik eden, ablalık, analık yapan kadınları sevdim. Ben kadınları sevdikçe özgürleştim ve toprağı sevdim mesela, börtü böceği, gökyüzünü, doğayı. “ “Baban?” dedi Leyla, “babanı da sevdin mi Cevher Baba?” “Babamı da sevdim, onu da kendi ellerimle verdim toprağa” dedim. “İçine kapanıktı babam, anamı da içinden severmiş, beni ve bacılarımı da içinden sevdi. Onun da içinde bir kadın vardı oysa. Kabul etmedi bunu. Hep kaskatı durdu. Ne ateşte eridi, ne de suda çözüldü. Onun yerine de eridim ben , onun yerine de çözüldüm. Onu da sarıp sarmaladım ruhuma. “Baba bana sarılsana” dediğimde bile susandı. Sabrı, emeği, sadakati doğurdum ve babamın da payı vardır bunda. Bir baba, evladını karşılıksız sevebilir, ama ben bir evlat olarak babamı karşılıksız sevdim ve anasıymış gibi üzerine titredim” dedim. Kurt ulumaları geliyordu ötemizden. Bana sokuldu Leyla. “Korkma kızım” dedim, “dostumuzdur kurtlar, ilişmezler bize.” “Nereden belli?” dedi sesi titreyerek. “Bir anne kurt, dört yavrusundan birini bırakıp gitmişti. Dört günlüktü yavru. Onu ben aldım evime, yavrummuş gibi öpüp kokladım. Bir hafta geçmedi, geldi bir kurt sürüsü. Tanıdım o anneyi. Kucakladım yavrusunu, koydum az öteme ve döndüm evime. Sokuldu yavrusuna. Benim gibi öpüp kokladı. Kurt sürüsü geride kaldı. Anne kurt evime kadar geldi. Pencereme yüzünü sürdü. Ağladım ben Leyla, onun ilk günlerde yapmadığı anneliği yapmıştım yavrusuna ve buna müteşekkirdi. Korkma kızım, dostumuzdur kurtlar. Say bunu da içimdeki kadına, anneye ve babaya…” “Ben gazeteciyim” dedi Leyla. “Ama yazmayacağım bunları Cevher Baba. “ “İster yaz, ister yazma, rivayet türlüdür hakkımda” dedim. “Babam beni hep döverdi” dedi. “Sende öyle bir cevher var ki, öyle bir şefkat var ki, öyle bir anne yüreği ve baba yüreği var ki, senden bir ricam olacak “ dedi. “Söyle kızım” dedim. “Bir sigara içimlik” dedi, “bir sigara içimlik koyayım başımı dizlerine…” Nice canlara analık ve babalık yaptım, dostluk ve kardeşlik. Leyla da bir kızımdır benim. Çok yaftalandım, kınandım, çok hor görüldüm. Ama hikâyemi dosdoğru anlattım Leyla`ya, Leyla, -öz kızım- dosdoğru anladı beni. Öyle dosdoğru anladı ki, başını dizlerime değil ruhuma yaslayıverdi… Beni asker anneleri, Cumartesi Anneleri anladı, anam, bacılarım, sevdiceklerim, kurt sürüleri anladı. Yaralıydı hepsi, ben onların yaralarını sardım, onlar benim yaralarımı… Cevherimi sorarlar bana, saklamam ne adamlığımı, ne de kadınlığımı; bilen bilsin doksan küsur yaşındaki bir adamın kadınlık hallerini… Ergür Altan
16 notes
·
View notes
Photo
Bekle beni : indiğim cehennemden çıkaracağım seni. Dinle, dinle: Çünkü kefaret olmadan yaşadığım coşkudan içimde şimdi mutluluğa benzer bir hıçkırık doğuyordu. Istırabın hıçkırıkları değildi, daha önce duymamıştım onları: beni doğurmak için bölünen yaşamımın hıçkırıklarıydı. O çöl kumlarında bir ilk, bir ürkek adak gibi hassas olmaya başlıyordum, bir çiçeğin adağı. Ne adadım? Kendimden ne adayabilirdim – çöl olan ben, onu arayan ve bulan ben. Bir hıçkırık sundum. Kendi cehennemimde nihayet ağlıyordum. Kullandığım ve terlettiğim karanlığın kendi kanatları, kendim için kullandığım ve terlettiğim, kendim için – benim için Sen’di, sen, sessizliğin görkemi. Ben Sen değilim: kendim Sen’sin. Sadece bu nedenle Sen’i doğrudan hiç hissedemeyeceğim: çünkü sen kemdimsin. Ah, Tanrım, büyük bir şaşkınlıkla anlamaya başlıyordum: cehennemi cümbüşümün kendisi insan işkencesiydi. Nasıl tahmin edebilirdim ki? İnsanın acı çekerken de kahkaha attığını bilmeseydim. İnsanın böyle acı çekebileceğini bilmiyordum. İşte o zaman en derindeki acı mutluluğumu çağırdım. Hıçkırıkta Tanrı bana geldi, şimdi beni dolduran Tanrı. Tanrı’ya cehennemi sundum. İlk hıçkırık – korkunç zevkim ve şenliğimden gelen – yeni bir acı doğurdu: şimdi kendi çölümün çiçeği kadar hafif ve çaresiz olan bir acı. Artık akan yaşlar bir aşk için akan yaşlar gibiydi. Tanrı, hiçbir zaman benim O’nu anladığım gibi anlaşılmayacaktı: doğarken kendini kaldıramayıp öylece kırılan bir çiçek gibi kıran beni. Ama şimdi acı çekmenin mutluluğum olduğunu biliyordum, insanlığıma katlanamadığımdan bir Tanrı’ya kaçıp kaçmadığımı soruyordum kendime. Çünkü benim kadar önemsiz olmayan birine ihtiyacım vardı, şefkat duymadan, teselli etmeden rezilliğimi kabul edecek, benden çok daha büyük birine –benim gibi, benim gibi olmayacak! bir doğa ithamcısı olmayacak, kendi nefret ve sevgilerinin gücünden korkan biri değil benim gibi. Şimdi, tam şu anda bir şüphe kavrıyor yakamı. Tanrı ya da nasıl çağrılıyorsan: şimdi sadece küçük bir yardım istiyorum: ama senin bana yardım etmen gerekiyor, benim sen olduğum şeklindeki belirsiz yolla değil, açıktan, gözle görülür şekilde. Çünkü tam olarak şunu bilmeliyim: hissettiğim şeyi hissediyor muyum yoksa hissetmek istediğim şeyi mi hissediyorum? ya da hissedilmesi gereken şeyi mi? Çünkü artık bir idealin somutlaşmasını bile istemiyorum, istediğim, sadece bir tohum olmak. O tohumdan, idealler yeniden doğacak olsa bile, ya gerçek olanlar, bir yolun başlangıcı olan, ya da sahteleri, birikimlerden ibaret olan. Hissetmek istediğim şeyi hissediyor olabilir miyim? Çünkü bir milimlik fark bile çok ve o milimetrelik alan beni gerçekte kurtarabilir ya da gördüğüm her şeyi yeniden kaybetmeme neden olabilir. Tehlikeli bu. İnsanoğlu hissettiği şeyi över durur. Bu da en az hissettiğini lanetlemek kadar tehlikeli. Tanrı’ya cehennemimi sundum. Ve zalimliğimi, sevgilim, zalimliğim birden durdu. Ve birden o çöl, cennet denen şeyin hâlâ muğlak olan taslağıydı. Bir cennetin ıslaklığı. Başka bir şey değil ama tastamam aynı o çöl. Ve ben nereden geldiği belli olmayan bir ışık görüp şaşıran biri gibi şaşırdım. Deneyimlediğim şeyin, o cehennemî hasisliğin özünün aşk denen şey olduğunu anlamış mıydım? Ama – bir nötraşk? Nötraşk. Nötr olan fısıldıyordu. Hayatım boyunca aradığım şeye uzanıyordum: en nihai kimlik olan ve ifadesiz dediğime. Resimlerde gözlerimdeki hep buydu: ifadesiz bir mutluluk, mutluluğun ne olduğunu bilmeyen mutluluk – hep kaba kavramlardan yapılmış kaba insanlığım için çok hassas bir mutluluk. – Sözcüksüz bir cehennemden bahsetmek için kendime çok çaba harcadım. Şimdi sadece ne hissedildiğini içeren ve ondan önce “aşk” kelimesinin sadece tozlu bir nesne olduğu aşktan nasıl bahsedebilirim?
Clarice Lispector, G.H.'ye Göre Çile s.130-131 Fotoğraflar: Kantemir Balagov’un 2019 yapımı, “Beanpole” (Uzun Kız) filminden, (Viktoria Miroshnichenko).
30 notes
·
View notes
Text
Yalancının sahnesi yalnız kalana kadardır
Niye moruk niye? Neden inanıyoruz? Neden bazı şeylere inanmak zor geliyor? Bu dünyadaki en büyük savaş hatırlamak ve unutmak arasındadır. Aynı oranda da en büyük antlaşma inanmak ve kabullenmek arasındadır. Sonu gelmiyor kardeşim. Geberip gidene kadar sonu gelmiyor bu durumun. Çünkü gördüğüne inanmak daha zor geliyor. Görmediğini kabullenmek de aynı bağlamda daha kolay. Kaybedene kadar kabulleniyorusun, kaybedince de Anıtkabir nöbet değişimi gibi bir nizamda duygu değişikliği oluyor ve kabullenmek yerini kendini inandırmaya bırakıyor. Ama doğruya değil. Başka bir yalana. Evet dostum, belki de kendine yapacağın en büyük iyilik bir yalana sığınmak ya da inanmaktır. Tarifsiz duygular yaşadın mı hiç? Ben uzun zamadır yaşıyorum. Şimdi nasıl desem, hani uzaktan bir yemek görürsün ve canın çeker ya, sonra tadına bakarsın iğrençtir. İnsan boku gibi düşün moruk. Kokusu dayanılmazdır fakat sen yaparsın onu ve rahatsız etmez seni bakmak. İşte bu ikisinin tam tersi duygular yaşıyorum. Yalan söylüyorum, inanmıyorum, inandıramıyorum ve sonunda da hep yalnız kalıyorum. Bir ara yalnız kalmak için çabalarken şimdi canımı yakıyor yalnızlık. Yalnızlık ne pis bir şey be oğlum. Kanser gibi, veba gibi, kaza gibi ve hatta ne yaparsan yap seni öldürmeyen intihar gibi. Hepsi aynı yani. Şimdi sana arasındaki bağları anlatırdım ve sonunda da "haaa harbi la böyle evet" dedirtirdim ama uğraşamam amına koyim. Düşün ve anla. Ya da şöyle söyleyeyim, aynı ateşe elimizi sokarsak belki aynı şekilde bağırırız ama senin tarifin farklı olur. Bu da böyle işte. Aynı tarifi hissedersin diye açıklamıyorum. Bu ulvi görevi sana bırakıyorum. Eninim ki yaparsın. Her neyse. İnsanın kaçtığı ve merak ettiği şeyler genelde aynıdır. Ben hayatım boyunca hep saçma sapan şeyleri merak ettim dayıcım. Ama bunlar beni yaraladı. İnsan en büyük darbeyi iyi bildiği ve öğrendiği şeylerden yerken fark ediyor aslında her şeyin yalan olduğunu. İllüminaticilerin, tasavvufçuların dediği veya filmlerde duyduğun şeyler gibi değil bu yalanlar. Kendi içinde ağzını kapatırken o tarifsiz duyguların, görmezden geldiğin ve sırtını sıvazlayandan bahsediyorum. Yalan! Merhaba. Bugün yalan hakkında bir şeyler yazacam ama ne kadar iyi olur bilmiyorum. Konuya nasıl girilir onu da bilmiyorum. Çünkü planlı yazmıyorum buraya. Hani yazacaklarımı düşünüp, kurgulayıp ve birkaç deneme yapıp yazmıyorum. İnancın olsun yazıp yazıp silmiyorum da. Çünkü burası bana çok samimi geliyor. Çünkü hiç bilmiyorum buranın orospuluğunu. Fark ettiysen sadece yazı arşivi var burada, sağ üstte. Ne kaç kişi girmiş tabelası, ne benimle iletişime geç sekmesi, ne de başka bir şey var. Sadece yazıyorum moruk. Bu kadar. Biliyorum yüzlerce kişi okumuyor ama ben bunu bilerek yazıyorum. İşte asıl içtenlik bu. Seyirciye oynamamanın verdiği huzurla yazıyorum. Özgün ve konuşma üslubumla yazmaya çalışmak dışında hiçbir sikimsonik tribe girmiyorum. Zaten ne gerek var ki öyle hareketlere? Samimiyet diyorum ya, ben onu cami hocasının yağmur yağarken saklanmamıza kızıp "rahmet yağıyor evladım, insan rahmetten kaçar mı hiç?" dedikten sonra camiye girdiğinde, utancımızı belli etmemek için saklandığımız yerden çıkıp gülerek ıslandığımızda ve koşmak yerine o yağmurun altında top oynadığımız zamanlarda bıraktım kuzen. Çünkü bu sözü diyen herkesin şemsiyesi vardı. Afrika hariç amına koyim! İşte böyle şeylere inanan çocuklar yalana da inandırmayı çok profesyonel şekilde yapabilir. Kendini kandıranların yüzüne gülümsemeyi de! Babam, ben 15 yaşındayken köpeğimi götürdüğünde de ona inandım ben. Hiç suçlamadım. Neden yaptın diye bir kere sordum sadece. Didiklemedim. Hani Chuck Palahniuk, "babalarımız tanrı modelidir" diyor ya, harbiden öyle lan. Ona inancını kaybederse tutunamıyor bir daha. Her neyse ya. Aklıma geldi yine garip oldum. Ben samimiyet kelimesi geçen hiçbir söze inanmak istemiyorum kuzen. Çünkü içtenlikle söylenen her söz, duyan kişi için yıkımdır. Bunu Kurtlar Vadisi dizisinin bitmeyen bölümlerinden çok yaşadım. O nedenle "tüm kalbimle söylüyorum", "samimi söylüyorum", "ciddiyim bak" tarzı başlayan cümlelerin amına koyim. Hepsi psikoloji kurtarma çabaları sadece. Sene 2012. 4 Şubat günü bir işe başladım. 8 Şubatta da dövme yaptırdım. Mecburiyetten. Hani Osmanlı döneminde kardeşini öldüren şehzade Selim vardı ya, işte onun gibi kulağıma küpe olsun diye yaptırdım ben de. Bir daha aynı boku yemeyeyim diye. Ama yedim moruk. Vallah bak. Hala da yiyorum. İnanıyorum. Allah, ayetine "kahrolası insan ne kadar da nankördür" yazdırmış ya, ben de aynını koluma yazdırdım. Askerden gelince en büyük kazığı 5 yıllık sevgilimden ve 23 yıllık kuzenimden yedim. Aynı anda hem de. Bir sene sonra da farklı bir kazığı yine dayımın oğlundan yedim. O kadar içten ve samimi bir kazık yedim ki anlatamam. Hani tarifi olmayan duygular dedim ya yazı başında, bu duygunun ismini bile koyamam. Kürtaj edilen bir duyguydu yaşadığım. Ama kızgın değilim. Ders sonuçta. Çünkü babamı kaybedersem bir gün; kime güveneceğimi bilmesem de, kime güvenmeyeceğimi biliyorum artık. Yalanı doğuran gizlilik, gizliği doğuran hata, hatayı doğuran insandır. Basit bir denklem. Önemli olan ders almaktır derler ya, üniversite gibi düşün hayatı. Alttan aldığın dersleri verirsen mezun olursun. Yani ölürsün. O nedenle inandığımız şeyler bizi sürekli yaralayacak. Biz tekar yapacağız. Tekrar yaralayacak. İnsanı ne öldürür diye sorsam herkes bir sürü şey der. İnsanı şüphe öldürür moruk. Bak şimdi aklıma ne geldi yazarken. Sene yine 2012 olması lazım. Bizim Hasan bir kadına aşık olmuş ama öyle böyle değil. Hiç görmediği birine. Sadece ses ve fotoğraf. O kadar aşık ki, son halife onun kadar iyi yayamaz dini. O derece sağlam duygularla bağlanmış görmediği birine. Ama aşk denilen illet böyledir ya; kadın, karşılık vermiyor buna. İnanmıyor. Öyle sikindirik bir durum işte. Ben konuyu bağlayamam ve konuya giriş yapamam genelde. Adamı teselli edeyim derken mercimek çorbasının tarifini verdim amına koyim. Çocuk bana inandırmaya çalışıyor, ben inandım diyorum ama yetmiyor ona. Çünkü insansın moruk. İnkar doğanda var. Ve yenilmek de. İnandıramadı Hasan da içindekini. Zaten hep böyle olur; içindeki en iyi görüldüğü zaman inanılmaz. Sonra noldu bilyor musun? Hasan başkası işe nişanlandı. Gözümün önünde haykırarak ağlayan adam, başkası ile mutlu olmaya çalıştı. Oldu da. Bak gerçekten inanıyorum oldu. Çünkü inanmak kendinle başlar. Yalana inandığın kadar doğruya inanamazsın. İnandıramazsın. Çünkü savunma mekanizması denilen soyut kavram bunun için var. Seni kurtarmak için. Enis abi hep şunu der, "kınama oğlum. Yaşamadan ölmezsin." Bu sözü nereden duydu bilmiyorum ama ben artık inanıyorum. Vallah. Şimdi nereye bağlayacağım iyi oku. Hasan'ın tersine ben aynı şeyi yaşadım. Hem de adama kızdığım ve asla yapmam deyip ters gelen durumun ikiz kardeşini yaşadım. Kimin sözüydü hatırlamıyorum ama "dert sik gibidir, büyüğü kendine zannedersin." sözüne inanıyorum artık. Çünkü herkes japon yarağı gini olan derdini zenci siki gibi anlatmaya bayılır. Hatta yuh amına koyim dersin ve şükretmiş gibi yaparsın. Her neyse. Ben de aynı yılın sonunda aynı tarz şeyler yaşadım ve teselli edecek, anlatınca inandırcak, hatta elimden tutacak kimse yoktu. Önce kabullendim, sonra inandım. Kendi kafama silah dayayıp boş mukaveleye imza atan yıldız futbolcu gibi hem de. Sonra o antlaşmayı yırtıp en büyük savaşı içimde yaşıyorum. (Bknz. Unutmak ve hatırlamak) Çok kötü bir şey lan yalana inanmak, inandırmak, inandırılmak, inanmak zorunda kalmak... Esbap sükut etmesi durumunun sonsuz tekrarı. Rol yapmadan yaşamak. Kim ne yazarsa yazsın, herkes yaşadığından çok başkalarına yaşattığını yazıyor. Ben kendime yaşattıklarımı yazsam dersin ki; "senin ruhuna yaptığını ne Hitler Yahudilere yapmış, ne de İbrahim putlara." Her şey yalan dostum. Yaşadığın her şey. Kullanılmış bir hayata sahipsin. Burununu silip katladığın ve temiz tarafını dışarıda tuttuğun mendilden farksız hayatlara sahibiz. Rol yapmak niye? Bebek lakaplı arkadaşım öyle bir kızla beraberdi ki, herkes arkasından gavat diye konuşurdu. Bunu bildiği halde devam ederdi. Kız o kadar acıtırdı ki bu elemanı, sadece bana anlatırdı içini. Ciddiyim bak. Amına koyim inandırmak zorunda değilim sikime inan, inanma. Her neyse. Ayrıldılar kuzen. İlk defa birine "Neden?" Diye sordum. Cevabı da onun ağzından yazıyorum aşağıya. "Annesi istememiş benle beraber olmasını Cihan. Sevmemiş beni. Ulan sanki herkes peygamber torunu da bir ben orospu çocuğuyum amına koyim. Ama bir şey diyeyim mi, beni kızına layık görmeyen o annesi kızının ne mal olduğunu bilse acaba ne yapardı? Hiç öyle bakma oğlum arkamdan konuşulanları biliyorum çocuk değilim, 30 yaşında adamım. Ama kapattım kulağımı lan. Arkadaşlarımla konuşmadım icabında. Lan sıf canı çekti diye gece gece işten çıkıp istediği yemeği aldım lan. Ama bunları ona demedim, diyemedim. Sırf evlenip boşandım diye laf yapan annesine 'senin kızın çok mu temiz amına koyduğumun karısı' da diyemedim. İçime attım lan hep. Belki beni sevmemiştir ama mutlu etti ya o bile yeter lan. Ki kendi de söylemese sevdiğini bırakmakla belli etti sevmediğini. Aklım almıyor lan! İnsan sevmediği ile nasıl beraber olur amına koyayım. Dün gibi lan. Daha dün sesini duymadan uyumadığım insan şimdi yaşıyor mu bilmiyorum. Çok koyuyor be. İnsanın yaşamaya devam etmesi için temel ihtiyaçları vardır ya, yemek, su, hatta oksijen. Elini tutunca karşılanıyordu tüm ihtiyaçlarım. Yemin ederim. Lokantada yemek yerken bile dizin dokunsun bana derdim. O derece lan. Peki ya şimdi? Amına koyayım ulan içimi sikiyor çektiğim her nefes." Anlıyor musun kardeşim? İnsan neden yalana inanmak ister bilyor musun? Bilmek ister misin? Huzur için amına koyim. O birkaç saniyelik huzur için! Yazının zirvesinde "ben peygamberim dersem ne yapardın?" diye sormuştum ya. Ne yapıyorsan onu yapmaya devam et. İnandığın her şeyin bir gün yalan olabilme ihtimalini düşünmeden ve sorgulamadan. Anı kurtarmak için devam et yalanlar söylemeye ve inanmaya... 22.8.2020
6 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 134. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 134: Hayalet Kralı Tanımak, Hayalet Kralla Oynamak
İlk başta, Xie Lian birbirlerini uzun zamandır görmediklerini hissediyor, sahiden onu çok özlüyordu. Her ne kadar bu ‘uzun zaman’ sadece birkaç gün olsa da. Ancak kimin aklına Hua Cheng’in hep yanında, saklanıyor olduğu gelirdi ki, ve aniden Xie Lian neşelenmişti, önceki tüm endişeleri ve gerginliği tamamen unutulmuştu. Öyle gülüyordu ki bir daha doğrulamayacak gibiydi.
“Gege, beni oyuna getirdin.” Hua Cheng suçladı.
Xie Lian fırça ve kütüğü aldı, ve konuştu. “Suçu bana atma, önce San Lang benimle oynadı. Dur tahmin edeyim… ocağı patlattığım günden beri buradasın değil mi?”
Hua Cheng övdü. “Ah, sahiden de öyle. Gege nereden bildin? Harikasın!”
Xie Lian elini salladı. “Ne harikası? San Lang eğer bir başkasının kılığına girmek istiyorsan böyle tembellik etme. Eğer fark edemesem o zaman bir tuhaflık olurdu. Ve ben de gelmiş yemeğimi ikinci bir kişinin yiyebileceğini düşünüyordum… ehem, ama, ‘En yakışıklısı kim? En güçlüsü? En zengini? En çok hayranlık duyduğun?’ Hahahahaha…”
“…Gege, lütfen olanları unutalım.” Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu.
Xie Lian ise kesin olarak reddetti. “Hayır. Sonsuza dek hatırlayacağım.
Hua Cheng kederle konuştu. “Gege her ne kadar sen mutlu olduğun için mutlu olsam da, sahiden bu kadar komik mi?”
Xie Lian karnına sarıldı. “Elbette! Seninle karşılaştıktan sonra mutlu olabilmenin çok kolay bir şey olduğunu yeniden keşfettim, hahaha…”
Bunu duyunca Hua Cheng gözlerini açıp kapattı ve Xie Lian’ın kahkahaları biraz dindi, biraz önce söyledikleriyle biraz fazla şey açık ettiğini fark etmişti. Şimdi sakinleşince, biraz acemice davrandığını bile düşünüyordu. Boğazını temizledi, Xie Lian gözlerinin kenarını ovuşturdu ve kendisini yüz ifadesini toparlamaya zorladı. “Pekala, bu kadar eğlendiğimiz yeter. Gerçek Lang Ying nerede? Neden onun yerine geçtim? Onu geri getir.”
Hua Cheng tembelce cevapladı. “Onu geçici bir konuk olarak Hayalet Şehre gönderdim.”
Onu alan Hua Cheng olduğu için Xie Lian endişeli değildi. Başını salladı ve tekrar konuşmak üzereydi ki, ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Ling Wen Puji Manastırından elleri iki yanında yürüyerek çıktı. “Ekselansları.”
Hua Cheng’in gerçek kimliğini ifşa etmeye niyeti yoktu bu yüzden Xie Lian da bahsetmedi, diğerlerinin önünde o hala Lang Ying’miş gibi davranacaktı. Ling Wen’in ciddi ifadesini görünce Xie Lian da farkında olmadan ciddileşti, gülümsemesi tamamen silinmişti. “Nasıldı? Brokarlı Öl… Bai Jing’in bir şeyi mi var?”
“Hayır. Gayet iyi.” Dedi Ling Wen. “Sadece, mutfaktan tuhaf bir koku yükseliyordu. Ekselansları bir şey mi pişiriyorsun?”
Xie Lian hızla cevapladı. “Ah evet. Yemek yapıyorum.”
Bir süre düşündükten sonra, Ling Wen saygılı bir ton kullanarak oldukça saygısız bir şey söyledi. “Lütfen çöpe dök Ekselansları. Her ne pişiriyorsan, muhtemelen şimdiden rezalet hale gelmiş.”
“…”
İki saat sonra akşam çökmüştü.
Puji Manastırında, sunak masasında Hua Cheng, Ling Wen ve Quan Yi Zhen küçük ahşap masanın etrafında bir daire oluşturmuşlardı. Xie Lian mutfaktaki tencereyi getirdi ve masaya koydu. Kapağını açtığı anda, pek çok kar beyazı ve sevimli, yuvarlak ve yumuşak köfteler ortaya çıktı, tencerede bilgiç bir halde duruyorlardı.
“Suyla yahni yapmamış mıydın? Nasıl köfteye döndüler?” Quan Yi Zhen bilmek istedi.
Xie Lian tanıştırdı. “Bu yemeğin adı ‘Bozulmaz Erdem Köftesi’” ÇN: ‘Yeşim Kadar Temiz; Buz Kadar Saf’ olarak geçen deyim ‘Bozulmaz Erdem’ anlamına gelir. Genellikle kızları tanımlamak için kullanılır. Xie Lian ise küçük sevimli köfteleri için kullanmış.
“Suyla yahni yapmamış mıydın? Nasıl köfteye döndüler?” Quan Yi Zhen cevap talep etti.
Xie Lian sunumuna devam etti. “Köfte yoğurmak belli bir güç gerektirir, ne çok sert ne de çok yumuşak, bu yüzden yemeği tamamlamak çok zaman ve ilgi istedi.”
“Suyla yahni yapmamış mıydın? Nasıl köfteye döndüler?” Quan Yi Zhen bir kez daha cevap talep etti.
“…”
Quan Yi Zhen katı konuştuğu için Xie Lian sıcak bir şekilde açıkladı. “Pişirmek için su kullandım, haklısın. Ama ateşi ve zamanlamayı kontrol etmekte biraz sıkıntı yaşadığım için tüm tencere kurumuştu, bu yüzden yeni baharatlar ekledim ve köfteye dönüştürdüm.”
Bunu duyunca Ling Wen içten bir şekilde övdü. “Ekselansları sahiden sıradışı bir düşünce tarzın var, tarihte emsali yok, bu hizmetkar derin bir saygı duyuyor.”
“Teşekkür ederim, teşekkür ederim, övgünü hak etmiyorum.” Dedi Xie Lian.
“Hiçte değil.” Dedi Ling Wen. “En azından, inanıyorum ki, tarihte başka hiç kimse ‘Bozulmaz Erdem Köftesi’ adında bir yemek yapmayacaktır.”
Xie Lian herkese yemek çubukları uzattı. “Kim bilir, kim bilir. Lütfen başlayın.”
Ling Wen ve Quan Yi Zhen yemek çubuklarını sağ elleriyle aldılar ve aynı anda masanın kenarında durmakta olan soğuk çöreklere uzandılar. Sadece Hua Cheng Bozulmaz Erdem Köftesine uzanmıştı, ağzına atmış ve bir an sonra belirtmişti. “Çok güzel.”
Bunu görünce Quan Yi Zhen’in gözleri irileşti. Hua Cheng ardından ekledi. “Tadı biraz yavan.”
“Tamam. Düzgünce not edildi.” Dedi Xie Lian.
Yanında oturmakta olan sargılı çocuğun parlak, çimento topları kadar pürüzsüz köftelerden yediğini ve böyle bir geribildirimde bulunduğunu ardına dek açılmış gözleriyle izleyen Quan Yi Zhen tamamen ikna olmuş görünüyordu. Bir süre düşündükten sonra, o da köftelere uzandı.
Xie Lian gülümsemesini korudu. Gülümsedi ve Quan Yi Zhen’in yutmasını izledi. Onun yüzü solarken gülümsemeye devam etti. O bir daha kalkamayacak halde yere düşerken gülümsedi. Xie Lian sorarken de gülümsemeye devam etti. “Bir sorun mu var?”
Hua Cheng cevapladı. “Muhtemelen çok hızlı yiyip boğuldu.”
Ling Wen sırıttı. Tam bu sırada Xie Lian aniden kulağının dibinde aşina bir ses duydu. “Gege.”
Lang Ying’in boğuk sesi değildi ve küçük Hua Cheng’in toy ve tembel sesine de benzemiyordu, Hua Cheng’in her zamanki sesiydi. Xie Lian’la ruhani iletişim rünleri aracılığıyla konuşuyordu. Xie Lian’ın kirpikleri hafifçe kalktı ve cevap verdi. “Efendim?”
“Ling Wen acımasız ve kurnaz birisi, kalpsiz ve merhametsiz. Onu buraya getirdiğin için, artık işler kolayca sonlanmayabilir.”
Xie Lian hayatında ilk kez birisinin Ling Wen hakkında böyle yorumlar yaptığını duyuyordu. Bir süre kafa yorduktan sonra yanıtladı. “Görünüşe göre Brokarlı Ölümsüze karşı iyi bir niyetle yaklaşıyor, bu kısmı yanlış olamaz.”
“İyi bir niyet ve merhametsizlik taban tabana zıt değildir. O cennetteki bir numaralı sivil tanrı, onun gözleri ve kulakları her yerde, ve elleri her yere uzanır. Gege onun yardımcılarına karşı tetikte olmalısın.”
“General Pei mi?” Xie Lian sordu.
“O değil.” Hua Cheng cevapladı. “Eğer Su Tiranı hala etrafta olsaydı kesinlikle bu durumu baskılaması için Su Tiranından yardım isterdi, çünkü Shi Wu Du her zaman yakınındakilere yardım eder, mantıklı olan seçeneğe değil. Ama söz konusu Pei Ming’se, ona tüm gerçekleri anlattığın sürece bozulmuş tarafa yardım etmeyi seçmeyecektir. Gege, dikkatli ol.”
“Pekala, olacağım.” Dedi Xie Lian. “Günün bitiyor olması iyi bir şey.”
Ancak Hua Cheng’in kulaklarındaki sesi hala karanlıktı. “Hayır. Gege, yanlış anladın. Sana başka bir şeye karşı dikkatli olmanı söylüyorum. Burada başka birisi daha var.”
Tam bu sırada bir dizi çın, çın, tiz çan sesi Xie Lian’ın kulaklarına çalındı. Hua Cheng hafifçe kaşlarını çattı. Xie Lian penceredeki çatlaklardan dışarıya baktığı zaman elinde bir çan bulunan orta yaşlı bir efsuncu gördü, Puji Manastırına çanı sallayarak yaklaşıyordu.
Adamın üzerindeki cübbe oldukça pahalıydı, sırtında bir hazine sandığı taşıyordu ve göğsü sarı tılsımlarla kaplanmıştı. Yürürken çanı çalmaya devam etti. Xie Lian’ın böyle şeyleri tanırdı ve elindekinin iyi bir eşya olduğunu anlayabiliyordu. Eğer etrafta sıradan canavarlar veya iblisler olsa, muhtemelen çan sesiyle başlarına ağrılar girer ve geri çekilme zorunda kalırlardı. Efsuncu yaklaştı, birkaç geniş, beyaz kaşlı ve sarı cübbeli keşiş de ellerinde asalarla ona katıldı.
Kısa bir süre sonra sanki bir buluşma planlanmış gibi elli altmış kişilik bir kalabalık oluştu. Birbirlerini gördüklerine hiç şaşırmayarak Puji Manastırının etrafını sardılar.
Ekip sadece gösteriş yapmıyordu, bedenleri çeşitli ruhani eşyalarla sarılıydı, elleri ve ayakları istikrarlı bir şekilde duruyor, açıkça yetenekli kişilerdi. Cennet mensupları ruhani güçlerini tapınanlarının adaklarından alırdı ve efsuncular ile keşişler ise inandıkları cennet mensuplarından ruhani güç alırdı. Bu keşişler ve efsuncular, cennet mensubu, Xie Lian’dan bile daha fazla ruhani güç barındırıyorlardı. Bunca kişi aniden geldiği için, toplanma sebepleri iyi bir şey olamazdı. Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı, barış içinde geldiklerini hiç sanmıyordu.
Hua Cheng kasesini ve yemek çubuklarını bırakarak ayağa kalktı. Xie Lian ruhani iletişim rününden onun ofladığını duydu. “Yaşlı keşişler ve pis efsuncular beni buraya kadar takip etmeye cüret etmişler. Kapına bela getirdiğim için özür dilerim gege. Ben çıkıp dikkatlerini başka yöne çekerim.”
Xie Lian onu yakaladı. “Hareket etme.”
Ling Wen irkilmişti. “Neler oluyor?”
Xie Lian iletişim rünlerinden Hua Cheng’le konuştu. “Gitme. Dürüst ol, TongLu Dağının açılması seni sahiden etkiliyor mu?”
“Hayır.” Hua Cheng cevapladı.
Xie Lian sargıların ardındaki gözlere dikkatle baktı. “Yalan söyleme. Sen Yüce Hayalet Kralısın. Onlar gibi ölümlülerden korkman için hiçbir sebep yok, o zaman neden onları dövmek veya doğrudan kovalamak yerine, dikkatlerini başka yöne çekiyorsun? Bu forma sadece şaka olsun diye bürünmedin değil mi?”
TongLu Dağının tekrar açılmasıyla, hayalet veya iblis ne kadar güçlü olursa, üzerindeki tesir de o kadar güçlü oluyordu. Hayaletler ilk uyandırıldıklarında Xie Lian kendi gözleriyle Hua Cheng’in çektiği çileyi görmüştü. Kapıların tekrar açılma zamanı yaklaştıkça, titremeler gittikçe şiddetleniyordu. Bu şartlar altında, eğer Xie Lian’ın kendisi olsa, geçici olarak gerçek halini mühürlemeyi ve küçük bir yaratığa dönüşmeyi tercih ederdi, ruhani güçlerini muhafaza eder ve delirmesine engel olurdu, mührü kaldırmadan önce ise kapıların resmi olarak açılmasını beklerdi.
Ancak bu durum her ne kadar hiddet işkencesinden korusa da, ruhani güçler mühürlendiği için başkalarının gafil avlamasına olanak tanıyordu. Xie Lian lanet etti. “Qi Rong, seni…”
O gece Qi Rong, Hua Cheng’e karşı kinlenmiş olan tüm efsuncuları ve keşişleri öne sürmekle tehdit etmişti, ama Xie Lian sadece blöf yaptığını düşünmüştü. Hua Cheng hafifçe başını iki yana salladı. “Gege, buraya sadece benim için geldiler. Ben gidince burada bir işleri kalmayacak. Her ne kadar şu anki durumda onları tek darbeyle öldüremesem de, hala defolup gitmelerini sağlayabilirim.”
Ancak, Xie Lian tehdit etti. “Eğer şimdi gideceksen, bir daha sakın beni görmeye gelme.”
“…”
“Ekselansları!” Hua Cheng haykırdı.
Hua Cheng her zaman kaygısız görünür, ama bir yandan da oldukça dikkatli bir şekilde düşünceli davranırdı. Geçmişte pek çok kez Xie Lian’a yardım etmişti ve şimdi, en sonunda, Xie Lian ona yardım etmek için bir fırsat bulmuştu, nasıl Hua Cheng’in tek başına gitmesine izin verebilirdi?
Xie Lian karanlık bir sesle konuştu. “Otur. Ben gidip onları karşılayacağım.”
Quan Yi Zhen müthiş bir zorlukla gözlerini açtı ve sersem bir halde sorabildi. “Biri… birisi mi geldi? Ben… onları döveyim mi?”
“…”
Sesi boğuktu. Xie Lian gözlerini kapatmasına yardım etti. “Qi Ying, sen sadece uzan. Ayrıca ölümlüleri öylece dövemezsin, meritlerini kaybedersin.”
Xie Lian bir süre kendini sıkıca ahşap kapıya yaslayarak dışarıdaki hareketleri dinledi. Bazı köylüler hala dışarıdaydılar ve bu günlük işlerini bitirmek üzereydiler, henüz akşam yemeği için evlerine dönememişlerdi ki dışarıda bunca efsuncu ve keşişi birden görünce şaşırmışlardı, soruyorlardı. “Efendiler burada ne işiniz var? Hepiniz Xie Daozhang için mi geldiniz?”
Öldürme güdüsüyle dolu bir keşiş ellerini bir duayla birleştirdi. “Amitabha Buddha. Değerli hayırsever kişi, bu yerin kötü yaratıklar tarafından ele geçirildiğini biliyor muydun?” *ÇN: Bir tür dua gibi, daha doğrusu Müslümanlıktaki ‘bismillahirrahmanirrahim’ gibi düşünebilirsiniz.
“Ne?!” Köylüler şok olmuştu. “KÖTÜ YARATIKLAR MI??? NE TÜR KÖTÜ YARATIKLAR?”
Bir diğer keşiş gizemli bir şekilde yanıtladı. “Dünyaya kaos getiren türünün tek örneği bir Hayalet Kral!”
“N-ne yapacağız şimdi biz?!” Köylüler haykırdı.
İlk gelen lüks cübbelere bürünmüş efsuncu onları yanıtladı. “Bize bırakın! Bugün, aynı yolda yürüyen bizler buraya tam olarak bu sebepten dolayı geldik, o kötü yaratığı yakalamak için ömürde bir gelecek bir fırsat doğdu!” Ardından tam ileriye yürüyecekti ki köyün başı onu itti. Efsuncu ona ters ters baktı. “Sen kimsin? Ne yapıyorsun?”
Köyün başı konuştu. “Ee, efendiler. Ben bu köyün başkanıyım. Burada olmanıza minnettarım, ama, hehe, gerçeği söylemek gerekirse, hepiniz çok pahalı görünüyorsunuz…”
“…”
Müsrif giysili efsuncu tekrar konuştu. “Kötülüğü defetmeye geldik, ödül beklediğimizi mi sandın?!” Ardından tekrar öne çıkacaktı, ama köylüler onları tekrar durdurdu. Keşişler ve efsuncular gittikçe sinirleniyordu ama insanları zorla itemezlerdi de, bu yüzden sabırsız bir sesle bilmek istediler. “Şimdi ne var?!”
Köyün başı ellerini ovuşturdu. “Eğer bedavaysa harika, cömert kalpleriyle kötülüğü yok etmeye gelen efendilere çok teşekkürler. Ama… sadece, bu köydeki işlerin hepsiyle Xie Daozhang ilgilenir. Eğer efendiler buraya Xie Daozhang’ın işini çalmaya geldilerse bizim için zor bir durum oluşacaktır.”
Keşiş ve efsuncular topluluğu birbirleriyle bakıştı. “Xie Daozhang?”
Böylece tartışmak için toplandılar. “Bu bölgede Xie hanesinden tanınmış, yetenekli bir efsuncu var mıydı?”
“Hiç sanmam.”
“Her şekilde ben duymadım. Muhtemelen sıradan birisidir.”
“Eğer duymadıysak o zaman önemli değildir. Boş verelim.”
Tartıştıktan sonra müsrif giysili efsuncu tekrar döndü. “Bu bahsettiğiniz Xie Daozhang burada yaşayan kişi mi?”
Köylüler cevapladı. “Evet.” Ardından bağırdılar. “Xie Daozhang! Xie Daozhang! Başka efsuncular geldi! Çok kalabalıklar! Evde misin?”
Sarı cübbeli bir keşiş dua ederek ellerini birleştirdi. “Amitabha Buddha. Xie Daozhang’ın burada olup olmaması önemli değil. Ama kötü yaratık şu anda evin içerisinde!”
Köylüler şok olmuşlardı. “NE????!”
Tam bu sırada Xie Lian kapıyı itti ve sakince dışarıya çıktı. “Buradayım. Neler oluyor?”
Köylüler hemen haykırdılar. “Daozhang, bu seçkin keşiş ve efsuncuların hepsi senin evinde bir… bir… hayalet…”
Xie Lian gülümsedi. “Aa? Nasıl fark ettiniz?”
“Ne çabuk kabul etti!”
Xie Lian onlara doğru bir kap attı. “Evet, sahiden bir hayalet var!”
Müsrif cübbeli efsuncu kabı yakaladı ve ilk başta çok sevinmiş göründü, ama içini açtığı anda gülümsemesi kayboldu. “Bir Yarı Boyalı Kadın mı?”
Ardından kabı geri attı, açıkça memnuniyetsiz görünüyordu. “Rol yapma dostum. Böylesine aşağılık bir yaratığa ‘Vahşet’ demek bile çok! Neden bahsettiğimizi sen de biliyorsun.”
Xie Lian kabı yakaladı ve adamın fırlatırken ki kol gücünün hiçte zayıf olmadığını fark etti, yıllarca sıkı bir şekilde kendisini geliştirmiş birisiydi ve dikkate değerdi. Diğer keşişler müsrif cübbeli efsuncuya hitaben konuştular. “Dao-Xiong, bu efsuncunun bedeni kötülük özüyle taşıyormuş gibi görünüyor, belki o…”
Müsrif cübbeli efsuncu konuştu. “Onun olup olmadığını ben, Cennet’in Gözü, tek bakışta söyleyebilirim!”
Ardından uzun bir çığlık attı, parmağını ısırdı ve alnına bir çizgi çekti ve birden yüzünde üçüncü bir göz büyüyormuş gibi göründü. Bu yeteneğini görünce Xie Lian da içten içe onu övdü ve kapıya yaslanarak gösterinin tadını çıkarttı. Müsrif cübbeli efsuncu ona baktı ve bir süre dikkatle inceledi. “Biliyordum… Kötülük özü! ÖYLESİNE AĞIR Kİ!!! HAYALET KRAL! DEMEK SAHİDEN YÜZÜNÜ DEĞİŞTİRDİN!”
Xie Lian donakaldı.
Onun gibi saygıdeğer, unvanlı bir cennet mensubunun üzerinde nasıl kötülük özü bulunabilirdi? Tam bu adamın biraz yetenekli olduğunu düşünüyordu ki, birden işler değişmiş ve hızla saçmalamaya mı başlamıştı?
Onu duyunca, etraftaki elli altmış kadar usta sanki korkunç bir düşmanla yüzleşmiş gibi göründüler ve her biri savaş duruşuna geçti. Hua Cheng ise iletişim rünlerinden Xie Lian’la konuştu. “Bu insanlar çok sinir bozucu.”
“Sorun yok. Her şey yolunda. Sen sadece otur.” Diye cevapladı Xie Lian.
Bir an sonra müsrif cübbeli efsuncu tekrar konuştu ama biraz kafası karışmış gibiydi. “…Öyle değil mi?”
Yanındaki keşiş sordu. “Ne değil?”
Müsrif cübbeli efsuncu alnındaki kanlı işareti ovaladı. “Tuhaf. Bu adama bakarken bazen kötülük özüyle sarılıyor, ama bazen ruhani ışıkla parlıyor ve bazen karanlık, cansız görünüyor… sahiden çok tuhaf.”
“Ne? Nasıl olur? Dao-Xiong, sahiden bu meseleyi çözebilir misin? Yoksa bırak biz halledelim.”
“Evet, nasıl o kadar tuhaf olabilir ki?”
Müsrif cübbeli efsuncu sinirle konuştu. “Ne? Yapamaz mıyım sandınız? Eğer ben yapamazsam, sizin yapabileceğinizi mi düşündünüz bir de? Ben, Cennet’in Gözü, yıllardır bu işin içindeyim ve çok nadiren yanılırım!”
Xie Lian alnını ovuşturdu, başını iki yana salladı ve nazik bir sesle sordu. “O zaman, neden bir bakıp vücudumun hangi kısmında kötülük özünün yoğunlaştığını söylemiyorsun?”
Cennet’in Gözü alnını sertçe ovaladı ve bir an daha baktıktan sonra katı bir sesle bildirdi. “DUDAKLARIN!”
“……………….”
· MXTX, Yazar Notu:
Kötülük Özü gibi bir şey dişler fırçalanarak veya ağız çalkanarak silinemez… Kutsal su kullanılmalıdır. (Oldukça acı ve oldukça tuhaftır) Xie Lian’ın yeni tarifler silahlar üretmesine izin vermek bana Hua Cheng’in yeni kıyafetler giymesinden sadece bir parçacık daha az keyif veriyor.
Çevirmen: Nynaeve
Not: Suika hala drive’daki yazıların kopyalanmasına izin vermiyor. Bazen, özellikle geç saatlerde, çeviri yaparken direk satır veya paragraf atladığımı fark ediyorum… Çok dikkat ediyorum ama umarım eksiklik olmuyordur.
159 notes
·
View notes
Text
Kastamonu ve Plajları
Bir süredir Ilgaz’da yaşıyoruz, Ankara’yı terk etmiş değiliz tabi; geri döneceğiz yüksek ihtimal ama bir süre için durum bu yani. Ablam dediğim kuzenim de Ilgaz’a gelelim de gezelim beraber dedi; gezmek deyince, mevsim de yaz olunca ilk işim Google Haritalar’dan Ilgaz’a en yakın deniz neredeymiş ona bakmak oldu, malum kızlar deniz diye deliriyor, çocukları eğlendirelim biraz. Haritalara göre de bu talihli yerleşim İnebolu çıktı, nereden bilebilirdik ki, bir liman şehri olan İnebolu’da denize girilecek bir yerin olmadığını.
Denize girilecek yer bulma ayrıntısı dışında tabi ben yine yapmışım her zaman ki hazırlığımı, aklımdaki plan öğlene kadar görülecek yerleri görürüz, öğleden sonra da çocukları denize sokarız, o gece İnebolu’da kalıp ertesi gün de Cide’ye geçip aynı senaryoyu orada da kurarız. Evdeki hesap misali, bizim hesap darmadağın oldu.
Birkaç yıl önce Amasra’ya giderken yolda uğradığımız manzara tepesi gibi bir yer olarak düşündüğüm Geriş Tepesi ilk durağımız oldu. Ancak bulduğumuz şey yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz şey oldu sadece ve yolu olmadığı için arabamızın altını sürttük, araba da Audi ablamın, ben epey bir mahcuplandım ve denize girmek dışındaki bütün planları sıfırladım.
Benim kafadaki planlar iptal olunca, İnebolu’da da denize giremeyeceğimiz kesinleşince burada fazla vakit geçirmenin anlamsız olduğuna karar verip, hızlıca bir yemek yiyip apar topar Cide yoluna düştük. Yani İnebolu’yu o kadar gezemedik ki, oradaki tek fotoğrafımız da bu oldu. Ne aşı boyalı evleri, ne Oğuz’um Atay’ımın hatırasını yad etmek, ne şapka devriminin gerçekleştirildiği Türk Ocağı’nın gezilmesi hepsi hak getire.
Yemek yiyecek yer ararken çarşının içinde attığımız hızlı turdan edindiğim izlenim ise bir tenhalık, bir terk edilmişlik, boş verilmişlik hissinin yanında aslında ne muazzam bir güzelliğe sahip burası düşüncesi oldu. Çarşıda dikkatimi çeken yeni bina yoktu hiç, hepsi birbirinden güzel eski taş binalardı, bakmalara doyamadım ama tabi bakımsız kalmışlardı. Çarşı lafı açılmışken yemeğimizi Kristal Lokanta’sında yedik, yolu düşenlere memnun kaldığımızı belirteyim, mantı benzeri yöresel haluşkalarını yedik, hoş zaten Kastamonu sınırları içerisinde yemek yiyip de memnun kalmamak pek olası değil bence; mutfağını çok beğeniyorum doğrusu.
Ee madem İnebolu’da denize giremiyoruz biz de Cide’ye şimdi geçelim o zaman; birbiri peşi sıra gelen iki sahil ilçesi ne kadar uzak olabilir ki; bunu derken aklımda bizim Karadeniz’in (Ordu, Giresun, Trabzon) dip dibe ilçeleri var, yarım saate denizdeyiz diye çocukları telkin ediyoruz; derken o da ne navigasyon yolu 2 saat gösteriyor, işte o anda anladım bir bokluk olduğunu ama inanmak istemedim. Meğer İnebolu’dan Cide’ye direkt yol yokmuş, Kastamonu Merkez’i dolaşarak yani içerden gitmek gerekiyormuş, birbuçuk-iki saatlik yolmuş, ama bizi navigasyonun soktuğu ise zor yollar adı altında televizyonda programı yapılacak ölçüde tehlikeli, keskin ve hiç bitmeyen virajlı, yol çizgisi dahi olmayan darlıkta, bir tarafı çok yüksek sarp uçurum; bu şekilde hızımızı 50′e çıkardığımızda mutlu olduğumuz 4 saati, çocukların bitmez mızıltılarıyla, kabak lastiklerin her frende viyk viyk sesiyle yüreğimiz ağzımızda gittik. Yalnız şunu da belirtmek zorundayım böyle de bir güzellik görmedim ben, korkudan şöyle bir gönül rahatlığıyla izleyemedim ama, büyüleyici denecek kadar güzel yollardan geçtik. Abartıyorsun diyenleri böyle alalım:
https://www.ntv.com.tr/galeri/seyahat/kastamonuda-maviyle-yesilin-bulustugu-zorlu-guzergah-cide,w_dBObAXU0KHqhZ2KqOcHw/7e5c7EepB0iuUJJiyNo_aQ
Cide’ye varmanın bizim için kurban kesmeyi gerektiren bir olay halini almasına neden olan Google Haritalar’a buradan en derin ve kalbi küfürlerimi iletmek isterim.
Yolda perti çıkan çocuklarımıza kendimizi affettirmek için Cide’nin en iyi oteli sözünü verdik, kaç para olursa olsun gözümüzü karartmıştık ama şansımızdan Cide’de otel yoktu bir Kastamonu Üniversitesi’nin konukevi bir de Uygulama Oteli vardı. Konukevinde o gece için yer vardı sadece ama havuzu var diye burayı seçtik, ertesi gece için de Uygulama Otelini ayarladık.
Saat akşam olmuştu artık ama çocukları denize sokmama ihtimalimiz yoktu ve ne mutlu ki otelimizin hemen önünde çok güzel bir halk plajı vardı. Eşyaları odaya atmamızla denize koşmamış bir oldu.
Safranbolu dönüşü yaptığımız kaza sonucu yaptığım bu kadar eziyete değer miydi muhasebesinin bir benzerini yaşadığım bu yolculuğun sonunda sorumun cevabını Çınar denize mutlulukla koşarken ki gülüşünü görünce anında aldım; bu gülüşü görmek için değerdi ve bütün yorgunluğum çocukların bu mutluluğuyla silindi, büyük bir rahatlama ile koca bir oh çekerek bize de bu manzarayı izlemek kaldı.
Akşam yemeği için Rıhtım Restoran önerildi, tabi ki sevdik, denizin üstünde püfür püfür, çocukları sıcak çorbayla ısıtmanın derdindeyiz.
Çınar’ın önünde fotoğraf çekindiği Kerempe Feneri görmek istediğim yerlerden biriydi. Yol kenarında şöyle bir tepeden gördüm de fotoğraftakinden bile güzel görünüyordu ama durup gezecek durumumuz yoktu, içimde kalmasın diye ben de fotoğrafını bu şekilde çektim.
Hızlıca yapılan otel kahvaltısının ardından
açmayan güneşe inat havuz keyfi.
Burada da havuzda üşümekten dudaklarına kadar moraran bir böceği ısıtma çabaları var. Bu kadar üşümeye iyi hasta olmadılar valla.
İlk otelimizi terk edip ikinciye yerleşiyoruz. Uygulama Oteli burası, temiz ve uygun fiyatlı, banyosu da küvetli, çocuklar küvette oynamanın derdindeler, biz de hazırlanıp gezmenin. Tabi ilk otelimizdeki odamız suitti, aynı genişlik ve rahatlığı bulmamız mümkün olmadı. Balkonu da olmayınca bir önceki gecenin balkon keyfini çok aradık.
Su faslından artık uzaklaşalım, biraz da gezelim görelim diyoruz. Eski yapıları çok seviyorsam, önünde oğlumu çekerim böyle.
Cideli yazarımız meşhur Rıfat Ilgaz’ın müzeye dönüşmüş evini gezerken gördüğüm Mehmet Saydur’un Rıfat Ilgaz’lı Yıllar kitabını okudum. Kitapla ilgili ayrı bir içerik oluşturmaya gerek yok dedim, burada geçirivereyim düşüncelerimi. İlk olarak Rıfat Ilgaz’ın memleketine olan bağlılığı çok dikkatimi çekti. Ülke/Dünya çapında bir şeyler başarmış insanlar bir zaman sonra memleketlerine geri dönüp orası için az bir gayret gösterse memleketin hiçbir yerinin kalkınma, gelişme gibi bir problemi olmazdı herhalde. Bir diğer dikkatimi çeken nokta ise Rıfat Ilgaz gibi bir yazarın Kastamonu��nun yerel gazetelerine yazılar yazıyor olmasıydı, adam hiç gocunmadan, hatta büyük bir şevk ve mutlulukla ilçe gazetelerine yazılar, şiirler yazmış. Bugün böyle bir şeyi hayal etmek bile güç sanki.
İnebolu Cide yolunda geçtiğimiz köylerde sahicilerini görüp bayıldığım Cide evleri.
Bazlamasıyla meşhur ilçede bazlama heykelimsisinden, i love bilmem nere yazılı şehirlerin göz kanatan estetik zevksizliğinden sonra ilaç gibi gelen Cide heykeli, o kadar çok beğendim ki Cide magnetim de böyle. Büyük küçük bütün şehirlerimize örnek olur inşallah. Buranın karşısında hediyelik eşyalar falan güzel tezgahlar var, meşhur Taşköprü sarımsağı ile, sarı sofra bezi aldım, sofra bezisi o kadar güzel ki, bakalım kıyıp da kullanabilecek miyim?
Akşam yemeğimizi ilk otelde yedik peşinden de sahil gezmesi, Cide de deniz kenarı hareketli baya çocuklar için oyun alanları da vardı keyifliydi.
Gitme vakti gelip çattığında açan güneş zalımsın. Çocukların denize vedası.
Dönüş yolunda Kastamonu’ya yemek için bir uğradık. Sıkıştırılmış programlı tatilimize Çınar’ın üstü başı dayanmadı, kirli pasaklı döndük böyle eve.
Hızlandırılmış Kastamonu turunu ihmal etmedik ama zaten yazın sonunda annemler Ilgaz’a geldiğinde Kastamonu’nun altını üstüne getireceğiz.Sabredip sonuna kadar okursanız o kısım da bu yazıda.
Kuşları korkutma, yemleme, koşturup, eğlenmece sonrası dondurmaya yumulma ile gezimizi noktalıyoruz.
Nereden
Nereye :)
Ama belli ki bizim Kastamonu’yla daha çok işimiz var.
Yukarıdaki kısa tatilimizde Kastamonu sahil ilçelerinden Abana eksik kalmıştı, günübirlik bir kaçamak ile de onu tamamlamış olduk. Her tarafın boyanmış taşlarla bezendiği çok güzel bir kafede dört dörtlük bir kahvaltı sonrası yüzmeye gidiyoruz.
Denizi çok taşlı, taşlı denize girmek benim için ölüm gerçekten, Allahtan Çınar bana mısın demedi de, tadını sonuna kadar çıkardı.
Kastamonu’nun meşhur etli ekmeği ile ufak bir çarşı turu sonrası Abana’ya veda ediyoruz.
Abana beni şaşırtan bir yer oldu, 3 bin nüfuslu küçücük bir yer, bu kadar küçük bir ilçe beklemiyordum, ama aynı zamanda da Kastamonu’nun turistik anlamda en altyapılı yeri de burası olsa gerek, baya tatil köyü benzeri bir oteli vardı yani. Bir de o kadar dağlık ve dağlar sahile yakın ki neredeyse sahil şeridinde tek sıra halinde bir yerleşim var, Abana’daki bütün evler deniz manzaralı desek yeri. İnebolu da dağlıktı, Cide ama bu konuda iyi baya, bisiklete de çok uygun bu açıdan. Büyük şehirden kaçıp köylere, kasabalara yerleşiyor ya insanlar, bunun için illa Ege şart değil arkadaşlar valla buraları da pek güzel.
Yazı bitirdik artık Çınar hasretine dayanamayan Annemleri gezdirmek lazım biraz, gezmek için de Kastamonu’dan iyisini bulamazdık tabi. İlk günümüz evde yapılan kahvaltıdan sonra orman havasında bir çay içmek amacıyla gittiğimiz Şehit Şerife Hatun Tabiat parkı. Çeşit çeşit hayvanları ile çocukların çok seveceği bir yer. Yeme içme yerleri de var ama biz denemedik. Biraz ilerisindeki Greenpark’ta kahvaltı yaptık, memnun kaldık, onu bir tavsiye olarak ekleyebilirim.
Bisiklet de kiralayabiliyorsunuz ama parkur olarak çok kısa oluyor, çok büyük bir yer değil çünkü, biz kardeşimle birkaç tur atıp akşam yiyeceğimiz alabalık ve helvayı hak etmenin derdindeyiz. Baldıran Alabalık Tesisi buradan sonraki adresimiz çünkü, ben buranın balığının hastasıyım, bizimkiler pek beğenmediler ama biz sık sık gidiyoruz, balığı kadar mantarı da müthiş.
Ertesi gün de dağı ormanı bırakıp bir şehir gezmesi yapalım diyoruz. Kastamonu bir Safranbolu, Beypazarı gibi adını duyuramamış belki ama eski evleriyle meşhur, deli konakları var gerçekten, çok güzel korunup, sahip çıkılmışlar.
Kastamonu çok tarihi bir şehir, o kadar çok tarihi eser var ki adım başı birini görüyorsunuz. Ayrıca Kastamonu resmen bir türbeler diyarı, o kadar fazlalar ki, tek tek gezip görmenin imkanı yok hoş gerek de yok ya neyse. Tarihi bir şehir dedik, en eski 12. yüzyıla kadar gidebildim ben gördüğüm eserlerle, daha eskiye giden varsa bilgilendirsin
Merdivenleri görünce nasıl çıkacağım ben deyip, çıkınca da gururla poz veren canım annem.
Yıllar önce de çok sevmiştim, bu gidişimde de düşüncem değişmedi, seni seviyorum saat kulesi.
Saat kulesine bakmanın ya da manzarayı izlemenin boş boş dikilmek olduğunu düşünen kardeşimin dikilip durmayalım diye bizi oturttuğu kafe. Neyse bir soluklanmış olduk, çünkü hedef tam karşısı, bu sefer kaleye çıkmaya niyetliyiz.
Kale yolunda karşıma çıkan bu taş bina sana söz bir dahaki sefere sendeyim.
Yorulduk, ofladık pofladık, vaz geçtik, geri döndük derken başardık. Gerçi annemi geride bırakıp, sen bekle biz geliyoruz dedik. Bir manzara da kaleden olsun o halde. Yol çok yokuş yorulmak istemiyorsanız araba yolu var kaleye kadar, ama yürümek daha güzel.
Torunu düşecek diye yüreği ağzına gelirken bir yandan da poz vermeye çalışan bir dede bırakıyorum.
Bu zafer benim pozuyla arkada bıraktığımız annemi çok bekletmiş olmanın telaşı içerisindeyim.
10 bin adımı geçtiğimizden emin oldunca da Kırcalar’a kuyu kebabı yemeye gidiyoruz. Rezervasyonumuzu yapıyoruz önceden saat 5′te çıkacak kebaba Çınar’a hamburger alıp yetişiyoruz. İki kilo kebap yesek de tatlıyı es geçmiyor künefe için bir kez daha yollara düşüyoruz. Ilgaz’a dönerken ise gömdüğümüz künefenin pişmanlığını attığımız adımlara bakarak yatıştırıyoruz.
Hayat gezince güzel sloganıma bu sefer koronaya inat lafını da ekliyorum. Sıkıntılı durumlar hayatımızda hep olacak asıl olan onlara rağmen, belki de inat, bir şeyler yapabilmektir.
1 note
·
View note
Photo
Cevher Baba`nın Kadınlık Halleri..
Gazeteciler gelir bazen yaşadığım dağ başına. Elli yıldır inmiyorum ne köye, ne de şehre. Yaşım doksanı geçti zaten. Dağ başında öleceğim, öyle söz verdim benden önce yitip de gidiveren anamın, babamın ve kardeşlerimin ruhlarına. Bir ruha söz vermek ne demektir, bilir misiniz ? İğne oyalı yazmalar biriktirmektir mesela, mor, mavi ve daha nice renkte. Çiçekler iliştirmektir o yazmalara, tomurcuk yaprakları olan çiçekler.
“Cevher Baba” der bana buralarda kadınlar. Kadınlar ne diyorsa odur ve bana “Cevher Baba” diye seslenir çocuklar, bıyığı terlememiş gencecikler ve her yaştan adamlar. Derim ki onlara, “ben adamlığı kadınlardan öğrendim; adamlık dediğimiz kadınlıktır aynı zamanda ve ruhumda bir kadın var. Şefkatli, cesur, ürkek ve yorgun bir adam olduğum kadar, kadınım da ben. “ Bakarlar yüzüme öylece. Anlamazlar beni de haber ederler gazetecilere, “burada “Cevher Baba” deriz bir adam var, iyi bir adam ama kadınmış, bilemedik ki derdi neymiş…”
Genç bir kadın geldi bugün, gazeteciymiş. “Merhaba Cevher Baba, ben Leyla” dedi. “Hoş geldin kızım” dedim.. “Sana tütün getirdim” dedi, “saralım mı beraber?” “Sen sigara içer misin Leyla?” diye sordum. “Yok” dedi, “senin için getirdim tütünü, hadi saralım beraber…” “Niye zahmet ettin kızım?” dedim. Baktım, o başlamış bile tütünü sarmaya. “Benim için mi sarıyorsun Leyla?” dedim, “sen de yardım etsene bana Cevher Baba” dedi gülümseyerek. Saatlerce tütün sardık Leyla`yla. Sustuk uzunca. “Gazeteciymişsin ama bana bir soru bile sormadın” dedim. “Mesleğim gazetecilik” dedi, “ama seni tanımaya geldim ben, sen çok güzel bir adamsın ” dedi. “Nereden anladın?” dedim. “Bir kadınla yan yana oturup sevgiyle, saygıyla susan her adam güzeldir” dedi. “Susarım Leyla” dedim, “güzel susarım ben...” Bir turna geçti üzerimizden o anda. “Böyle bir kuşum ben “ dedim, “hep yalnız uçtum kızım…” “Bulamadın mı eşini Cevher Baba?” dedi. Ses etmedim. Kalktım yerimden. “Toprakladır meşguliyetim, nohut yetiştiririm ben. Nohut pişireyim mi sana kızım?” dedim. O da kalktı yerinden ve sarıldı bana.” canımsın sen” diyerek. O tütün sarmaya devam etti, ben nohut pişirmeye başladım.
Nohut aşı yedik Leyla`yla. Ayran da yaptım ona. Onun hediyesi tütün, benim hediyem de nohut ve ayrandı. “Kadınlık hallerim vardır kızım” dedim. “Senin her halin çok güzel Cevher Baba” dedi. Ellerimi aldı ellerinin içine. Tırnaklarıma baktı, “toprak birikmiş” dedi, “topraksın sen.” “Toprağa “ana” derler dedim. “Bilirim” dedi, “anadır toprak, doğurandır, sen de doğuransın” dedi. “Anlatayım mı doğurduklarımı Leyla?” dedim. “Anlat Cevher Baba” dedi, “sen anlat, ben dinleyeyim…”
“Ben daha bebeyken soluverdi anam” dedim, “ruhumda bir bebek kokusu var ve anamın kokusu.” Gözleri doldu Leyla`nın. “Kadınlar anlar beni” dedim, “hiç olmazsa kınamazlar.” “Ben de anlarım “dedi. “Dört bacım vardı. Toprak oldular, çiçekler açtı üzerlerinde, çiçekler soldu. Sevdiceklerim oldu, her biri gül gibi, karanfil gibi koktu ruhumun içinde. Ruhum bahar bahçedir güzel kızım. Ölü kadınlar uyur o bahar bahçede ve benim ölmek gibi bir derdim yok. Yaslarını tutan bir adam olmalı yanı başlarında, çiçekler eken, fidanlar, filizler büyüten, onları umutla yad eden bir adam. “ Elimi sımsıkı tuttu Leyla. “Özgürlüğü doğurdum kızım” dedim. “Kadınları sevdim” dedim, “anamı, bacılarımı, bana yarenlik eden, ablalık, analık yapan kadınları sevdim. Ben kadınları sevdikçe özgürleştim ve toprağı sevdim mesela, börtü böceği, gökyüzünü, doğayı. “ “Baban?” dedi Leyla, “babanı da sevdin mi Cevher Baba?” “Babamı da sevdim, onu da kendi ellerimle verdim toprağa” dedim. “İçine kapanıktı babam, anamı da içinden severmiş, beni ve bacılarımı da içinden sevdi. Onun da içinde bir kadın vardı oysa. Kabul etmedi bunu. Hep kaskatı durdu. Ne ateşte eridi, ne de suda çözüldü. Onun yerine de eridim ben , onun yerine de çözüldüm. Onu da sarıp sarmaladım ruhuma. “Baba bana sarılsana” dediğimde bile susandı. Sabrı, emeği, sadakati doğurdum ve babamın da payı vardır bunda. Bir baba, evladını karşılıksız sevebilir, ama ben bir evlat olarak babamı karşılıksız sevdim ve anasıymış gibi üzerine titredim” dedim.
Kurt ulumaları geliyordu ötemizden. Bana sokuldu Leyla. “Korkma kızım” dedim, “dostumuzdur kurtlar, ilişmezler bize.” “Nereden belli?” dedi sesi titreyerek. “Bir anne kurt, dört yavrusundan birini bırakıp gitmişti. Dört günlüktü yavru. Onu ben aldım evime, yavrummuş gibi öpüp kokladım. Bir hafta geçmedi, geldi bir kurt sürüsü. Tanıdım o anneyi. Kucakladım yavrusunu, koydum az öteme ve döndüm evime. Sokuldu yavrusuna. Benim gibi öpüp kokladı. Kurt sürüsü geride kaldı. Anne kurt evime kadar geldi. Pencereme yüzünü sürdü. Ağladım ben Leyla, onun ilk günlerde yapmadığı anneliği yapmıştım yavrusuna ve buna müteşekkirdi. Korkma kızım, dostumuzdur kurtlar. Say bunu da içimdeki kadına, anneye ve babaya…”
“Ben gazeteciyim” dedi Leyla. “Ama yazmayacağım bunları Cevher Baba. “ “İster yaz, ister yazma, rivayet türlüdür hakkımda” dedim. “Babam beni hep döverdi” dedi. “Sende öyle bir cevher var ki, öyle bir şefkat var ki, öyle bir anne yüreği ve baba yüreği var ki, senden bir ricam olacak “ dedi. “Söyle kızım” dedim. “Bir sigara içimlik” dedi, “bir sigara içimlik koyayım başımı dizlerine…”
Nice canlara analık ve babalık yaptım, dostluk ve kardeşlik. Leyla da bir kızımdır benim. Çok yaftalandım, kınandım, çok hor görüldüm. Ama hikâyemi dosdoğru anlattım Leylaya, Leyla, -öz kızım- dosdoğru anladı beni. Öyle dosdoğru anladı ki, başını dizlerime değil ruhuma yaslayıverdi…
Beni Cumartesi Anneleri anladı, anam, bacılarım, sevdiceklerim, kurt sürüleri anladı. Yaralıydı hepsi, ben onların yaralarını sardım, onlar benim yaralarımı…
Cevherimi sorarlar bana, saklamam ne adamlığımı, ne de kadınlığımı; bilen bilsin doksan küsur yaşındaki bir adamın kadınlık hallerini…
Ergür Altan...
131 notes
·
View notes
Photo
Parmak İzleri Farklıdır Anacım bir türlü çözemedik şu işi.. Sanalla gerçek - gerçekle sanal içiçe girdi gitti… Ayh! Şimdi anlamayan olabilir… Neden mi bahsediyorum! Mesela bakmakla - görmek duymakla - anlamak gibi ufak nüanslardan bahsediyorum cicilerim. Mesela ben bir fotoğraf paylaşıyorum diyelim… aaaa! Dakkasına mesaj şu bu “kolilemişsin laçoyu”, “hızına kimse yetişemiyor” felan filan anneciğim. Delirsem mi, katil mi olsam? Sadece görmek istediği şeye odaklanıyor adam bukalemun gibi hayatım bi gözü benim profilde diğer gözü x cdnin profilinde sorsan cdler o..spu kendisi efendi seçici… ahh ahh tartmasını bilen anlar hayatım karşısındaki kaç gram… neyse ne! Adama diyorsun bi dön bak ama bakmakta yetmiyor işte cicim görmek lazım! bir de kime niye hesap veriyorum anlamış değilim. Kaldı ki sen nereden biliyorsun o video / fotoğraf kimle, ne zaman çekildi? Belli ki sende detayları görecek göz, bunları ayrımsayacak akıl yok! Aslında azıcık gayret etsen şu prematüre zekânı geliştirebilirsin… İşimiz gücümüz birilerini tanımlamak… Oysa tanımlamadan önce keşke tanıyabilsek. O zaman daha iyi iltişim kuracağımız kesin. Tanımadan tanımlamak ya da yargılamak kolay bebeğim… Neyse zaten dünyayı kurtarmak gibi bir hedefim yok sadece kendi adıma ufak dünyamda kendime biçtiğim zevklerim, sevinçlerim, üzüntülerim yani aslında senin gibi onun gibi bunun gibi bir yaşamın içindeyim… siz istediğiniz gibi göre bilirsiniz… bu benim öyle yaşadığım anlamına gelmeyecek elbette… onun için tanımadan kimseyi tanımlamayın aynı ana ve babadan doğan kardeşlerim bile insanlığı karakteri bambaşkayken neden birini veya bir grup insanı tanımlayıp kategorize ediyoruz ki? Hepimizin parmak izi farklı amacım… hadi no parking aşkısı…
3 notes
·
View notes
Text
Temet nosce.
merhaba sevgili ben.. aslında nereden başlayacağımı bilmiyorum ama bu da çok klasik değil mi ?Şöyle yapalım o zaman Johari Penceresi diye bir şey var biliyor musun ? (Tabi biliyorsun ama unuttun) bak dur kendim ben sana yani benliğime hatırlatayım..
Açık Alan: Kişinin kendi tarafından da başkaları tarafından da bilinen alandır. Bu alanda insanlar umutlarını, beklentilerini ya da korkularını çekinmeden diğer insanlarla paylaşmaktadırlar.
Kör Alan: Bu alan başkaları tarafından bilinen ancak kişinin bilmediği alanıdır.Başkalarının bir kişi hakkında edindiği izlenimlerle ilgilidir.
Saklı Alan: Bu alan kişinin bildiği ancak başkalarının bilmediği alandır. Kişi,bilinçli olarak bazı yanlarını gizlemek istemektedir.
Bilinmeyen Alan: Bu alan ise kişinin de başkalarının da bilmediği, karanlık alandır..
Sanırım benim Kör Alan ve Bilinmeyen Alan ile alakalı problemlerim var .. Özellikle ikincisi ile ..Beni bu hale ne getirdi bilmiyorum ama içimde cok büyük boşluklar bıraktı..Ben 1ciceksovalyesi’yim ama aslında ne olduğumdan emin değilim..içimde bilemediğim ama aslında sevdiğim bir karanlık bir şeyler var. Bunu gizliyorum.. Bu karanlık yolcu kontrol ondayken yaşıyormuş gibi hissediyorum.Ona karşı savaşmak istemiyorum , kazanmak istemiyorum.. Çok sağlıklı bir çocukluğum ya da çok sevecen iyi bir şekilde büyümedim.. Ama kendimi pek çok konuda yetiştirebildim.Ancak o da bi yerde son buldu sanırım, o yıllarca garsonluk yapan çocuk hayata beş sıfır geriden gelen çocuk skoru eşitlemişti , her hayal ettiğini ucundan kıyısından yapabilmişti. Sonra ne mi oldu ? Bunu bende karanlık yolcum da bilmiyor.. Üniversiteden mezun olacağım yıldan başlamak üzere her yıl ayrı ayrı süregelen sıkıntılar oldu sanırım sonrası askerlik , askerden döndüğümde yapacağım dediğim hiçbir şeyi yapamayıp daha da gerilemem , çevremin buna çok müsait olması.. Zaten yapı itibariyle melankolik bi insanım..Acaba en son ne zaman mutlu oldum gerçekten bunu doya doya hissettim? Ya da ağız dolusu güldüm hatırlamıyorum! Zaman zaman her şeyi dejavu sanıyordum, meğerse her gün aynı günü yaşıyormuşum. Aynı yenilmişlikler , aynı baştan başlama hisseleri.. Pek çok baştan başlayınca yapmak istediğim şeyler var aslında spora yazılmak mesela. Gerçi spora yazılmama da gerek yok bu dertlerimi kaldırsam yeter (Kötü espriydi evet bu saatlerde karanlık yolcu kontrolü ele alabiliyor.)..Bu arada başlamak istediğim şeyler olduğu gibi , bırakmak istediğimde onlarca şey var .. Buraya şunu yazmak çok isterdim ‘ istesem bırakırım dediğim her şeyin müptelası oldum, iradem zayıf değil tutkularım güçlü.’ Ama değilmiş! önceden olabilir ancak artık değil..Bir insan bu kadar yaşanmışlığa rağmen , sürekli aynı yanılgılara düşüp farklı sonuçlar nasıl bekleyebiliyor anlayabilmiş değilim.. Tüm hayatım boyunca kendime kızdığım kadar , kendime küstüğüm kadar kimseye küsmedim. Heleki son 48 saatte yaşadığım yerin yokuşunu kendime sinirimden burnumdan soluya soluya hiç çıkmamıştım.. Ama yine hata bendeydi çünkü bu ve buna benzer şeyleri daha önceden yaşamıştım..Bazen kendimi ıslak odunla dövesim bile geliyor..Nereden aklıma geldi bilmem. Çünkü zaman zaman ben , zaman zaman karanlık yolcum yazıyor..’İnsanlara bir şeyler anlatmaya çalışmak buharlı bir cama yazmaya benziyor.Özenle yazıyorsun.Apaçık belli oluyor anlattıkların sonra silinip gidiyor..’ Şimdi bi kaç dk ara verip okudum da yazdıklarımızı.. Bu melankoli , bu pesimistlik , bu kendime acıma duygum , bana hiç bir şey katmamış. Çünkü beklentiler sadece üzer.. Çok kimseden bir şey beklemem aslında ama yine de içimizde ruh var , vücudumuzda bir yürek ve bazen gerekli bazen gereksiz duygularımız ..Bir cuma hutbesinde duymuştum ‘ iyiler kaybediyor diye iyilik yapmaktan vazgeçmeyin. İyiler kaybederken kazanır’ diye. Bu hayat felsefem oldu. Ama hala içimde acaba ‘?’ diye saçma sapan şeyler kıpırdanıyor eminim doğru yolda olmaya çalışıyorum lakin o kıpırdanan şüpheler..Bir de içimde ergenliğimden beri atamadığım müptezellikler var . Sakinim , kibar , anlayışlı ,yapıcı biri olmaya çalışıyorum ama bu içimde serseri ruhum..Ama onuda zaman zaman çok seviyorum çünkü bu benim bana ait bu huylar..Lise sondayken birisine demiştim ki ‘ Onur , Şeref sadece bir erkek ismi değildir , ayıp olmasın diye sustuklarımı konuşsam ayıp ettiklerinizden utanırsınız’ :) hakkını vermişim , hep veririm iyi ya da kötü , veremediğim tek şey zaten kendime verdiğim hakkım..Çünkü cam silen çocuk alacak öcünü yeşil ışıktan.. Aslında o kadar çok şey yazasım var ama yazınında neresı giriş neresi gelişme o bile direk sonuç... Neyse onlara bugün 00.00 dan önce son veriyorum.. Ben artık bugün itibariyle farkettimki benim bütün yenilmişliğim kendime imiş. Bugün pek çok şeyin sonu ve başlangıcı .. Alfa ve omega.. Ama tek bir şeyin sonu değil benim buradaki melankolik ruhumun..
Bugün inşallah pek çok şeyin başlangıcı olacak..
Allah’ım ana ve babama karşı sesimi kıs , sözümü güzelleştir , kalbimi yumuşat..
Allah’ım dönüşü olmayan yollarla , halden anlamayan kullarla , içime ağır gelecek yorgunluklarla imtihan etme beni..
Allah’ım eğer bir gün umudumu kaybedersem, lütfen bana senin planlarının benim hayallerimden daha güzel olduğunu hatırlat.. Senden başka kimsemiz yok..
1 note
·
View note
Photo
İlk Aşkım
Hayatım oldukça karmaşıktı, hala daha öyle. Asıl karmaşıklığın kaynağı duygusal geçişler ve kendimi keşfetmeye olan heyecanımdı. Daha ilkokul 1. sınıfa giderken, pipimi sadece işemek için kullandığım dönemlerde sınıfta Miray diye bir kız vardı. Saçları çok güzeldi. Yüzü saçlarına göre o kadarda güzel değildi. Daha o yaşta sivilceleri vardı ama sempatik bir kızdı. 5 yaşından itibaren ileride yaşayacağım evlilik ve yetiştireceğim çocukların planlarını yapıyordum. Ne zaman ne öğreteceğimi ve nasıl bir baba olacağım konusunda sürekli bir şeyler düşünüyordum. Hayalimdeki eşe Miray çok yakındı. Fakat ne varki sınıfın popüler kızıydı ve benim gibi bir yavru ayıyla ilgilenmezdi. Bir önceki yazıda anlattığım gibi onlar doğaları gereği müptezel ve it kopuklarla ilgilenirdi.
3. sınıfa kadar kız beni pek siklemedi. Hoş bende peşinden koşmuyordum. Sadece göz göze geldiğimizde "Akşam gelirken ne alayım?" gibi babamdan kalma cümleler aklımdan geçiyordu. 3. sınıftan sonrada pek değişen bir şey olmamıştı aslında. Fakat benimle daha çok konuşmaya başlamıştı. Aptal aşık modunda değil, büyümüşte küçülmüş modundaydım.
5. sınıftan sonra sınıflarımız dağıtılmadan okulun içerisindeki başka bir binada orta okulu okumaya devam ettik. 7. sınıfta iletişimimiz biraz daha gelişti. Yanımda osuruyordu mesela. Tamam böyle pek romantik gibi durmuyor ama yanlışlıkla kaçırdığında ağzından osuruğa benzer ses çıkartıyordu. Hani "ben osurmadım salak ağzımla yapıyorum o sesi" gibi bir algı operasyonu. Yer mi bunu anadolu çocuuu...
Miray Nil Karaibrahimgil'in küçük haliydi. Hayır o bir ayı değildi. İnşallah ilk çocuktan sonra kilo almazdı. (Almış) Neyse işte siz hayal edin. Kalçası çok güzeldi. Ne gariptir ki kalçasına bakmak gerçekten çok geç aklıma gelmişti. Sanırım 6. sınıfa kadar götüne bakmamıştım kızın. 31 çekerken onu hayal edersem ayıp olacağı düşüncesiyle porno izlemeye başlamıştım. Aşkımıza zarar gelmesin maksat işte.
8. sınıfın sonuna doğru bizim sınıfın en eziği Zübeyir'den bir atak geldi. Miray ortalık malı değildi. Onu ne sınıftan nede okuldan biriyle ne gördüm nede duydum. Bir beden dersi için soyunurken Zübeyir salağı (varyemez oç hiç sevmem) "size bir şey söyleyeceğim beyler bi dinleyin" dedi o çatlak ciyak çiyan ses tonuyla. (Mahallede sürekli dayak yiyip en ince sesiyle "ne vuruyon ogluum" diyen bastı bacaklar vardır ya. Sesi aynı öyleydi. Hala daha öyle, bizim mahallede taklılıyor. Millet buna baktı tabi "ne söyleyecek acaba bu mal" edasıyla. "Ben Miraya aşığım olm hepiniz bilin ondan uzak durun" dedi. Millet güldü tabi. Bense sinirliydim. Daha kimse bir şey demeden "sen önce boklu donunu temizle amk ne aşkı sikerim senin aşkını" dedim. Ben de kendimden böyle bir şey beklemiyordum aslen ama teknik olarak yanlış bir şey söylemedim. Evet, beden dersi için soyunduğunda donunda hep bi bok lekesi vardı. (Götçülüğüm daha küçük yaştan belliymiş) Evet, sikerdim onun aşkısını.
Neyse işte orta okul öyle bitti gitti zaten Mirayda taşındı ne oldu bilmiyorum.
Şimdi facebook'tan baktım. "Koleje gidecek, öğretmen olacak" diyorlardı. Koleje gidememiş, öğretmen olamamış, bankacılık okumuş ama çalışmamış. Koca bulmuş Amerigaya gitmiş. Hep "Miray kilo aldı ayı gibi oldu çocuğu var" diye söylentiler oluyordu ara sıra. Hayır, hala fit bir kız, hala götü büyük. (Çocuğuyla kartopu oynamış)
Ameriga büyük atılım. Benle evlense ne olacaktı amk eşini başka erkeklerle paylaşmak zorunda kalmasından iyidir. Mutluluklar Miray...
Liseden
Lisede oldukça aktif bir öğrencilik hayatım vardı. Allah kahretmesin her şeyim aktif. Neyse. Mirayı unutmam çok zor olmadı, hayali bir şeydi neticede. Önüme sevişmek için 4-5 fırsat çıkmıştı o tipime rağmen. Elimin tersiyle itmiştim. İdeolojim var, hayallerim vardı çünkü. (Bkz. önceki blog yazısı)
Lise birin ortalarında eve dönerken yoldaki dükkanın tabelasını asan bir amca gördüm. Merdiveni yaslamışlar duvara pantolonu çatalına kadar inmiş ağızında sigara tipik trucker beardı. Bir kaç saniye o mükemmel göte kitlendim içim eridi. Oha dedim, "sen nabıyon!.." Hemen kafamı çevirip gittim. İlk defa gerçek anlamda bir erkeğe işte bu zamanlarda hallenmiştim. Elimle münasebet yaşadığım ileriki bir vakitte yine birden aklıma o mükemmel göt geldi ve aklıma gelir gelmez boşaldım. Biraz utanmayla "noluyoz amk" dedim. O utançla bir daha böyle bir şey düşünmemeliyim diyerek daha çok hetero pornosuyla zihnimi dolduruyordum.
İlk Fort
Her zamanki gibi bir sabah okula toplu taşımayla gidiyorum ve geç kalıyorum tabi. Allah kahretmesin her şeyim geç. Neyse. Araç tıklım tıklım. Liseye başladığımdan beri o saatte o araç hep sıkışık. Fakat bir taraftanda rahat. Zira hiç tutunmaya gerek kalmadan götümü kapıya yaslayıp gidebiliyorum. "Pardon ya çarptım" derdi yok. Çarpmamak mümkün değil. Önümde taş gibi bi hatun var. Sağda solda her yerde insanlar. Tam o sırada sikimde bir el hissettim. Kadının ellerine baktım göremiyorum. Amk göbek var, üniforma ceket gömlek çanta palto bir sürü şey var. Mememden aşağısını göremiyorum sıkışıklıktan. Bende bu hanımefendinin beni fortladığını düşündüm. Biraz geri kaçmaya çalışamadım bile. Yer yok ki. ¯\_(ツ)_/¯ İneceğim durağa daha 15-16 dakika var. Bende "iyi madem" diyerek bıraktım. Anında erekte oldum. Bu yaşlarda ve bu tarz durumlarda default ereksiyon geliyor bilirsiniz işte. Kadın öyle bir profesyönel ki "Allahım bunu nasıl yapabilir" diyorum. İnmem gereken duraktan 1 durak kadar önce fermuarımı açmaya çalışınca dedim "hüoppp!..". "Sikimi çıkartıp beni orada fortçu durumuna düşürecek zaar." düşüncesiyle elimi fermuarıma götürüp elini ittim. "Allahım bu ne biçim el!.. Bu kadının eli olamaz" diye düşünürken el yukarı doğru çıktı ve bana arkası dönük bir ayı amcanın eli olduğunu anladım. O arada bana gülümseyerek göz kırptı ve inmem gereken duraktan bir durak önce indi. Kapının önünde benim de inmemi bekledi ama yok öyle yağma. Böbreğimi mi çalacak ne yapacak nereden bileyim!!
İlk fort korkutucuydu. İstediğim bir şey değildi ama hoşuma da gitmedi değildi hani. Alan razı veren razıysa neden olmasındı? Haftada en az 1 kez pipime masaj yapılmasıyla devam eden bir lise hayatım oldu. Artık her akşam boşalmaya çalışıyordum duşta ki yarın ellerlerse falan pantolonuma boşalmayayım. Kaldı ki evet, lise hayatım boyunca 2-3 kere pantolonuma boşalmıştım. Altıma boşaldığım durumlarda çok basit bir yöntemim vardı. Okula gittiğinde arkadaşları bul > kantine git > su al ve yanlışlıkla üstüne dök. Dalga geçen oluyor fakat paltonu çıkarttığında oluşan izi görmelerinden daha çekilir bir durum.
Önemli bir detay vermem lazım ki yaşım olmuş kaç... Bu yaşıma kadar bir kere bile "birinin orasına deydireyim, birinin şurasına sürteyim" gibi bir eylemim asla olmadı, olamaz. Ama isteyen ellesin ben ok'im. Götüme taciz hayatım boyunca hiç başıma gelmedi. Nedeni ise şu; her zaman toplu taşımaya bindiğimde götümü düz bir yere dayarım. Eğer çok sıkışıksa ve kontrol edemiyorsam mutlaka arkamda bir kadın olur. Taciz ederse o etsin straponla sikecek hali yok ya!.. (Sikti ahahafgshs)
Böylelikle ilk eşcinsel deneyimlerimi farkında olarak ya da olmayarak yaşamaya başlamıştım. Artık porno izlerken gruplu hetero videolarda erkeklerin sevişmesine "eh işte normal ne var yani oyuncu bunlar" gözüyle bakabilme yeteneği de geliştirmiştim.
Göktuğ Case
Lise kinci sınıftayken kültür derslerini birlikte aldığımız başka bir sınıfa Göktuğ diye biri gelmişti. İlk arka bahçede karşılaşmıştım. Görür görmez sikim kalkmıştı. Haftada bir zaten erkeğin biri sikimle oynuyor. Erkeğe hallenmek bu fiziksel durum karşısında çokta anormal değildi. Anormal olan yüzlerce insanın içinde sikimin okşanmasıydı. Buna karşın düşünsel olarak asla bir erkekle yatabilmeyi düşünemiyordum. "Erkeğiz biz hamığa" düşüncesiyle değil. Hayallerime tersti. Daha sonra Göktuğ ile muhabbeti ilerlettik. Kafa çocuktu aslında. Konuşmanın ilk 5 dakikası oldukça iyiyken sonrasında zeka seviyesi oldukça belli olduğundan ötürü yanından kaçasın geliyordu. Nedendir bilinmez bu çocuğu kimse lisenin sonuna kadar sevemedi. Evet ayıydı ama ben ayının zeki, çevik, koca götlü ve akıllısını severim. Bunda koca göt dışındakilerin hiçbiri yoktu. Bir süre sonra selamımı kestim. Yapıştımı bırakmıyordu amk. Bide sürekli dokunmalar itmeler ne bileyim. Zekasına uygun hareketler...
Bu olaydan hemen sonra hayatım boyunca kime "oha amk bu süper" diye iç geçirsem ve bir şekilde kader ağlarını örse malın önde gideni çıktı. Şimdiye kadar hiç şaşmadı. Ya da benim beklentim çok farklı. Bilemiyorum altan.
O zamanlar Kanal D'de Yaprak Dökümü var. Halil Ergün ^_^. Nasıl bir chubby. Nasıl maskülen. Nasıl babacan. Oy yerim ben onu. Her salı akşamı mutlaka çekirdek kola eşliğinde "Yeter Hayriye Yeter!!!" demesini izliyorum. Ama sorsanız gay değilim öyle bir kafa. Bu platonik aşkın bitmesi biraz uzun sürdü. Dizinin bitmesine yakın Halil Ergün'ü bir sabah programında okula gitmeden önce görmüştüm. Şu kadar söyleyeyim: Fular, ses tonu ve el hareketleri. :/ :'(
Lise bitti. Ben hala kontrollü olarak bakirim. Flörtöz kızlarla karşılaşıyorum ama olmaz, ben aşk adamıyım bikere taam mı? Toplu taşımadaki olayları saymazsak seks hayatım otuzbirden ibaret. Gayet mutlu ve huzurluyum aslında, kendime yetiyorum daha ne olsun.
Üniversite
Üniversite için şehir dışına gittim. Aklımda nasıl şeyler var anlatamam. Hiçbiri cinsellikle değil saf özgürlükle alakalı. Üniversitenin tiyatro topluluğuna giriyorum, basketbol sahasında sabahlıyorum nasıl aktifim nasıl. (Allah kahretmesin yine aktifim) Şehir dışına okumaya aynı sınıftan bir chubby'le gidiyorum. Ailem, şehir dışına taşınan chubby arkadaşımın ailesiyle sikimsonik bir yerde yaşamama hükmettiler. Neyse sorun değil eve uyumadan uyumaya gideceğim nasılsa. O zamanlar hayaller uçakken gerçekler yük kamyonun arkası oldu.
Bu kısım asla heyecanlandıklarım kapsamında değil sadece başıma gelenler kapsamında anlatıyorum. Zira evet chubby severim ama yaşıtım olanları değil. Olgun chubby lav ben. Yüz yuvarlaklığı, sevecenliği, sakalı falan detaylar var sonra anlatırım onlarıda bir ara.
Kamyonun arkasında üçlü koltuk üstünde adını bile zikretmek istemediğim chubby var. Eşcinsel olduğundan %500 eminim. İtici ötesi bir tipi var. İlk başlarda evet sempatik geliyordu ama o da Göktuğ gibi kabak oldu kısa zamanda. Beyin konusunda da Göktuğyla yarışır. Embesil.
Yolculuk kaç saat sürüyordu hatırlamıyorum ama 14-15 saat gibi bir şeydi sanırım. O koltuğun ben fren yapmasam nelere şahit olacağını düşünmek bile istemiyorum. Şu kadarını söyleyeyim: "Şöyle kucağına doğru yatsam sorun olur mu ya?"
İşte böyle gittik üniversiteye. Hayallerimi gerçekleştirdiğim tek dönem sanırım oydu. Kısa sürede "Şişme bebek alıp birlikte sikelim mi?"lerden kurtulup başka bir eve çıktım ve iki sene su gibi okul kulüplerinde aktı geçti. Basketbol yüzünden neredeyse muscle olacaktım. Sokakta bile neredeyse sevişilen bir ilimizde (EVET İZMİR) eşcinsellikle alakalı bir ibare ne gördüm nede aklıma geldi. Aklım fikrim özgürlüğümdeydi.
Konu dışında ama İzmirlilerin kendisini İstanbulla karşılaştırıp durmasından nefret ettiğim kadar başka hiç bir şeyden etmedim. Lafım sana koca götlü kız!.. :/
"Ben Askere Gidecem"
Üniversiteden sonra İstanbula dönünce tabi yapacak ne var diye boşlukta kalıyorsun. Askere mi gitsem? Yok yea napıcam askerde falan derken zaman aktı geçti. Küçüklüğümden beri vatan millet sakarya düşünen biri olarak askere gitmek benim için önemliydi. Gidecektimde. Ama şans eseri mesleğimle hiç alakası olmayan bir işe girdim ve Türkiye'nin sektöründe en bilindik ve en büyük şirketinde çok önemli pozisyonlara kadar yükseldim. Askerlik yalan oldu tabi... Bedelliden de yararlanamadım. Fakirim ya. 15.000 kişi 1 lira verseydi hallederdim halbuki. Neyse.
Filmlerle Aram Hep İyi Olmuştur
Gerçek yaşantılar dışında mental yaşantılarıma da kısacık bir giriş yapayım istiyorum. İlk okul döneminde Ghost Busters'a televizyonda ilk denk geldiğimde kilitlenip kalmıştım. Tabelacı ayıcık olayından sonra olduğuna eminim sadece. Oldukça fazla film izleyen birisiyimdir ama Bill Murray gibisini görmedim. Bir dönem sürekli bu film oynatıldı. Belki 20 belki 30 kere izlemişimdir. Film hakkında bir şey sorsanız hiç bir şey hatırlamıyorum. Hayalet kovalıyorlar falan. Ama Bill'e kitaplar yazabilirim. '_'
Konumuzdan ufak bir sapmayla Hulusi Kentmen dedemize büyük büyük kalpler gönderiyorum. ^_^
2000'lerin başında yayınlanmaya başlamış ve sonradan bir kült olmuş 7 numara ekibine de buradan büyük selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Volkan Girgin (Recep) dizide oldukça itici bir tipe sahipken günümüz Volkanı açılmış saçılmış güzel bir ayı olmuş. Sevgiler kendisine. Ama asıl oskar goz tu Engin Alkan. Engin Alkan'ı bir kenara bırakırsak dizi gerçekten en başarılı TRT dizilerinden biri. Fakat Engini kenara bırakamıyorum. O hep ortada olsun galp galp.
Fatih Terim Galatasaray camiasına kazandırdığı başarılar nedeniyle kalplerimize taht kurmuştur shshs.
Ümit sana noolmuş yağ? galp.
Ahmet Mümtaz Taylan çok sevdiğimiz bir oyuncudur oldukça başarılı diğ miy? (:
Fikret Kuşkan'ın son hali de oldukça başarılı bir oyunc... Bi dakka ya ne orosbuymuşum böyle ben. Konuyu kapatıyorum. Resmen orosbuluğum tuttu.
Büyük Şirketteki Ayla
Evet, şimdi kafalardaki büyük soru işaretini kaldırıyorum. "Bu biseksüel mi yoksa götünden mi sallıyo?" diye sorularınızı hissedebiliyorum. Ben de bu konuyu çok ama çok düşündüm. Hatta ne olduğum ve ne olmadığımla alakalı geceleri gözüme uyku girmedi. En sonunda huzurun cehalette olduğuna karar verdim ve içinden çıkamadığım sorulara "neyse odur işte" demeyi öğrendim.
Bu şirkete girdiğimin birinci senesi henüz dolmak üzereydi ki hiç görülmemiş, tamamen torpilsiz şekilde şirketin çok ciddi bir noktasına terfi ettim. Bu pozisyon gereği çok ciddi sayıda çalışanla muhattap olup herkesin derdini dinliyordum. İşe alımları da bana kitlemişlerdi. Bir gün Ayla diye bir kızı işe aldım. Çok sevecen çıtı pıtı kendi halinde paraya ihtiyacı olan bir üniversite öğrencisiydi. Yine tamamen işim gereği Ayla'yla 1 hafta boyunca ilgilenmem gerekiyordu. Her işe giren personelle bu şekilde zaman geçirmek görev tanımımda vardı. Zaman geçirdikçe çok sevdim, çok sevdikçe daha çok vakit geçirdim. Ama bu bir aşk değildi. "Olsa çok güzel olur be"ydi. Ama kendi koyduğum kuralı çiğneyemez, aynı şirkette olduğum birisiyle ne cinsel ne duygusal nede ikisi birden bir ilişkim olabilirdi. Her yaz 3'er ay bizim şirkette çalıştı. Ona hiç bir zaman bir şey söyleyemedim. İletişimimiz daha sonra çok güzel bir arkadaşlığa döndü. Fakat bende şirketten ayrıldıktan sonra bir ilişkisi başladı ve bana hiç bir neden yokken "tacizci" tavırları sergiledi. Engelledim. :/
Şirkette 4 yıl kadar çalıştıktan sonra kendi mesleğime geri döndüm. Ve asıl meselede zaten bundan sonra başlıyor.
Alın cipsleri, kapatın Growlr'ı, Tekyöne gitmeyiverin, Paşam (Durak) zaten ölü... Hayatınızın en karmaşık ilişkiler dizisine hazırlanın.
Yazıyı hazırlayana kadar beğenin, paylaşın, yorum yapın ve beni özleyin anacım...
baaaaayyyy
#eşcinsel blog#türkiyede eşcinsellik#eşcinsel#gay#gay bear#türk gay hikayeler#growlr#tekyön#paşam#durak#ayı
3 notes
·
View notes
Text
22.03.2022
Yine hayatın yorduğu, havanın insanı boğduğu bir gün. Sensiz bir gün olduğu her halinden belli olan bir gün yani. Seni o kadar özlemişim ki yine ayrıntılar canımı yakıyor, olur olmaz takıyorum her şeye. En mutlu olduğum yere gitmek istiyorum. Yanına gelmek. Şu an pek mümkün değil tabii iş güç saat zaman mekan ayrıntıları vs. Ben gidemiyorum seni getiriyorum yine aklıma, hayalime. Belki inanmazsın o gün bin defa öptüm yanaklarını, yattım dizine; hayal içinde hayal kurdum. Hiçbiri seninle yaşadığım anlardan güzel değildi. O an hayali de bıraktım, anılara gittim. Daha iyileri muhakkak olur ama yaşadığımız ne varsa en güzellerine gittim. En güzelleri de bana gelmiş o an yine yeniden ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.
Şimdi durup dururken bu nereden çıktı diyor olabilirsin. Yine böyle seni özlemle düşünürken şöyle bir söz okudum: "Allah seni bana vermekle, vermediklerini telafi etmiştir". O kadar hoşuma gitti ki sanki içimi okuyan biri dile getirmiş gibi hissettim. Kendimi tutamadım.
Gerçekten çok şanslıyım. Basit ayrıntılara takılmıyorum, basit üzüntülerin peşinde kaybolmuyorum. Hayatımdaki en güzel gerçeğin tadını çıkarmak istiyorum. Seni çok seviyorum.
1 note
·
View note
Text
Yeni yaşamaya başlayacağım evde kalıyorum bugün, akşam birden kulağıma bir piyano sesi geldi. Bir süre nereden geldiğini anlayamadım, sonra ev arkadaşım uyandı ve sesin alt katların birinden geldiğini söyledi. Her akşam böyle çalıyor dedi. Buna o kadar mutlu oldum ki. Daha yaşamaya başlamadan sevmek için çok güzel bir sebebim oldu. Bu şehirde yaşadığım atmosferi en güzel yer olacak belli.
2 notes
·
View notes
Text
Bugün beni aradı. Haritadan olduğum yere bakıp, bana bir yeri tarif etti ve bende gittim.
Birbirimizden uzaktaydık ama yan yana yürüyor gibiyiz. O tarif etti ben gittim.
Sonra 'düzgün yürü' deyip dalga geçti, güldü. O an durdum.
Beni nereden görüyor? Burada mı, diye düşündüm. Ya sürpriz yapıp geldiyse dedim.
Şimdi orada gördüğün markete gir, dedi.
İlk önce ellerim titredi. Sonra sesim.
Marketin içinde mi? Olabilir mi?
Belli belirsiz bir mutluluk yüzünden kahkahalarım bile titredi.
Şaka mı yapıyorsun diye on kereden fazla sordum. İnanamadım bir süre, giremedim içeriye. Şakadır dedim ama yine de zangır zangır titreyen ellerimle açtım kapıyı girdim markete.
Şimdi bekle orada, dedi. Kalbim de titredi. Tamam dedim o an, o kesin burada artık! Nasıl ya buluşacak mıyız burada! Tam şu an!
Elbiselerimden endişe ettim, berbat haldeyim ama heyecandan aklıma gelse umruma gelemiyor.
Sonra beni rafa yönlendirip bir çikolata ismi söyledi. Söylediği çikolatayı hiç sorgusuz kasadan geçirirken şaka olduğunu zar zor idrak ettim.
Meğer tek amacı bana o çikolatayı tattırmakmış, sonra böyle bir şaka yapmak istemiş.
Yaşadığım hayal kırıklığından büyüktü, kendime olan şaşkınlığım.
Sustum kaldım.
Kıyamam, söz veriyorum bir gün seninle böyle buluşacağız, dedi. Daha çok susmak istedim.
Az önce hissettiğim sevinç yaşadığım belkide en güzel histi.
Ona kızmak yerine teşekkür ettim orada.
Bir gün gerçek olmasını umduğum o hayalimi bana saniyelerce yaşattığı, ve bir gün gerçekleşmesi adına söz verdiği için.
Dengem, şu küçücük görme ümidiyle bile bu kadar bozulduysa, seni karşımda gördüğümde kalbim durmasın da ne yapsın?
Ben seni sevmelerimle nasıl baş edeceğim?
0 notes
Text
2017 ciao adios I’m done dediğine göre herkes gibi ben de bu yıl neler yaptığıma bir göz atmalıyım. Buraya tek tek yazmayacağım elbette. Şu an kendimi zorlasam da en mutlu anımı, en çaresiz ve mutsuz anımı hatırlayamıyorum. Belki de uçlarda hislerim olmamıştır. Olmuş. Birer birer gözümün önüne gelmeye başladılar yazarken.
Masa üstünde çalışılmayı bekleyen kitaplar, tezgahta yıkanmayı bekleyen bulaşıklar, askıda toplanmayı bekleyen çamaşırlar var. İki gündür sürekli uyuyorum. Evet, uyku, the ultimate escape.
Kalem kaşlı, eteği belinde, gül de takmış, al yanaklar, mor sümbüller, ince de belli 2018′in beline beline sarılasım var fakat koltuktan kalkmaya mecalim yok.
İkinci dönem master derslerimin programı açıklanmış, çalışma saatlerime göre ayarlayabileceğim tek bir ders yok. Tükürdüğümün sisteminde master yapacaksan babanın parası olacak. 25 yaşında hem düzenli bir çalışma hayatına hem de yüksek lisans diplomasına sahip olabilemezsin. Haftanın 5 ayrı gününde, tam da gün ortasına yayarlar dersleri. Bazen diyorum ki hatayı başında yaptım lisansı Türkiye’de okuyarak. O zaman gitme şansım vardı, şimdi git bakalım doktoraya yurt dışına, gidebiliyor musun... Para para para. Time flies, money flies... Şu an kazandığım paranın bir kısmını 5 yıl boyunca biriktirsem ortalama bir Avrupa ülkesinde doktora yaparak yaşamam için gereken masrafın yarısını ancak karşılıyorum. Tükürdüğümün sisteminde burs alacaksan dayın olacak. Yok ya, tükürmeyeceğim. Al dudaklar, mor sümbüller, ince de belli 2018′den ümidim üç kağıtçı, iltimasın dibine vurmuş, yalaka koltuk adamlarının koltuklarının kırılması, bunların koltuklarından nemalananların da o kırılan koltukların altında kalması. Çünkü bir değil, beş değil. O mülakatlar yok mu, ah.
Neden geldim ben bu konuya? Yapmak istediğim şeyleri düşünürken oldu. Yapmak istediğim şeylerin başında aslında İstanbul’da olmak var. Doğup büyüdüğüm, ait hissettiğim, sevdiklerimin bulunduğu İstanbul. Çok özlüyorum, burada yalnız hissediyorum.
İki hafta evvel eve dönerken her zaman kullandığım yolda silahlı çatışma çıktı mesela. Dört bina ilerde iki grup birbirine sıkmaya başladı. Birinci el, ikinci el derken sonu gelmedi. Kendimi yolun karşısındaki pastaneye attım. Pastane çalışanları, müşteriler normal bir şeymiş gibi rahat, muhabbetlerine devam ediyorlardı. Meğer gerçekten onlara göre normalmiş. İnsanların %80′i silah taşıyormuş burada. Trafikte bir gerginlik olduğu anda bellerinden çıkarıyorlarmış. Bir şey daha öğrendim. Silah seslerini duyuyorken öyle olduğunu nereden bilebilirdim. 155′i aradım. Açan olmadı. Tekrar aradım. Açan olmadı. Üçüncü kez aradım. Açan olmadı. Silah sesleri kesilmişti. Annemi aradım, o da açmadı. Gurbette olan biri ne derece çöküş yaşayabilir? Diri diri üzerime toprak atmışlar gibi hissettim. Bir süre oyalandım orada, belki 20 dakika. Sonra polisler geldi, nasıl haberleri oldu Allah bilir. Daha bir şey olmaz herhalde diyerek arka yoldan dolaşıp evime sağ salim vardım. Direkt yattım. Uyandığımda çenem, bacaklarım taş gibi olmuştu. Annem geri aramadı, 155′in aramasını zaten beklemiyordum. Ağladım saatlerce.
Çalışmanın en kötü yanı bu gibi bahanelerle işten vazgeçemiyor olman. Sabah işe gidemeyecek kadar kötüydüm, diğer yandan işe gitmeye mecburdum. Gittim. İyi ki de gidebildim esasen, olanları unutturdu.
Düşününce, kuvvetle inandığım şeylerden biri her yerde Allah’a emanet yaşadığım, diğeri de kıyamete kadar yalnız olduğum. Tabi bu her insan için geçerli gözümde, sadece kendim için değil. Yalnızlıktan kastım “Bir haykırsam belki duyulur sesim/ben yalnızım” yalnızlığı değil. Yanımızda kim olursa olsun, kimlerle neyi paylaşırsak paylaşalım, yaşayışımızın ve hislerimizin münhasırlığı; kendimizle sınırlı oluşu ve kendimize ait oluşu. Bu iki şeye gönülden inansam da iyi kötü herhangi bir şeyi paylaşmak istediğinde kimseye ulaşamamak dokunuyor fazlasıyla. Filmlerde kafaya darbe yiyen kişi bir anda bulanık görmeye başlıyor ve kulakları çınlıyor ya, tam o sahnedeki gibi oluyorum. İstanbul’a dönmek istiyorum bu yüzden; benzer bir olay başıma geldiğinde taksiye atlayıp evime ya da bir yakınıma gidebildiğim şehre...
İnşallah kısa zaman içinde hayırlısıyla bir şeyler değişir.
17 notes
·
View notes