#kürek mahkumu
Explore tagged Tumblr posts
Text
“Sevgili Dost
Kararma yağmayacaksan, kürek çekme, mahkumu olmayacaksan. Sorma, tahammülün yoksa cevaba. Saati kurma, durduracaksan!”
...
26 notes
·
View notes
Photo
Sene 2019 falandır, gidip fotoğrafın özelliklerinden tarihine bakayım, evet 2019. Pandeminin yeni başladığı zamanlar galiba. Ben ve Afra ders döneminde, Esra tez döneminde sürünüyor. ( 2022′den yazıyorum, tezi bıraktı, evlendi ve minnoş bir çocuğu oldu :,)) Kısıklı’da bir öğrenci evimiz var. Galiba daha akşam yasakları başlamamış ki gecenin köründe içimizden biri kalkın Çamlıca’ya gidelim, orada çalışmaya devam ederiz diyor. Belli ki ödevler yahut finaller birimizi cinlendirmiş. Sorgulamaksızın gece on iki civarında, soğuğun altında Çamlıca’ya yürüyoruz. Ki genelde birbirimizin isteklerini sorgulamaz, yapabiliyorsak yapardık. On beş dakikalık mesafe zaten toplasan. Gidiyoruz, oturuyor, yerleşiyoruz. Ben çantama çalışacağım hiçbir şeyi koymadan çıktığımı tam o vakit fark ediyorum. E o saatte normal? Öldürücü bakışlarıyla kızlardan biri bana eşlik ediyor ve yağmura rağmen kitaplarımı alıp geri geliyoruz (?) Ne yılmamaktır kardeşim bu. Oturuyoruz, yerleşiyoruz. Herkes bilgisayarında hızlı hızlı İrem-Hayalet Sevgilim yazmaya geçmişken bir anda durup biri kalkın dışarı çıkalım diyor. Yine sorgulamadan kalkıyoruz, otomattan dünyanın en kötü sıcak çikolatasını edinip, saat 4 civarı Çamlıca Cami bahçesinde bu fotoğrafları çekiyoruz. Kimse biz napıyoruz demiyor. Hayır onu geçtim kimse niye korkmuyor abi? Sabah namazını camiide eda edip eve geçiyoruz. Uyandığında herkes gece ne alakaydı ya diye birbirine soruyor. O manasızlığı bile özlediğim 2022 senesinde, teze bakmaktan gözlerim akmışken yazıyorum bu satırları. Kürek mahkumu gibi davranmayı bırakır ve iyimser olursam, az kaldı. Bitecek. 2022 ile beraber. Hadi bakalım.
21 notes
·
View notes
Note
"kararma yağmayacaksan, kürek çekme mahkumu olmayacaksan,sorma tahammülün yoksa cevaba,saati kurma, durduracaksan.."
Ali Ural
Posta kutusundaki mızıka
Sevdiğim bir kitap 👏🏻
5 notes
·
View notes
Text
"Türkünle avutursun mahkumu: "Batıracağım bu lanet gemiyi lanet gemiyi Uçsuz bucaksız enginlikte özgür kılacağım seni Çocuk gibi sallanacaksın mavi bir çırpıntıda Uyu uyu ninni!.."
Vladimir Nazor | Kürek Mahkumunun Türküsü
8 notes
·
View notes
Text
Bewandtniszusammenhang*
Son zamanlarda tüm dünyanın zorunlu olarak içine düştüğü ve çıkmak bilmediği bir durum olan pandemi, aynı zamanda tüm zihnimizi de olanca gerçekliğiyle işgal eden bir gündem halini aldı. Kökleri eski yunanca “arasında” demek olan epi ve “halk” demek olan demos’tan gelmekte olan epideminin bir üst basamağı diyebileceğimiz pan + demos, “pan” kelimesi ile artık halkın arasında olmaktan öte, çok daha kapsar ve bütünlüklü bir yapıyı işaret ederek adeta tüm sosyal alanın tehditkar doğasını ifade etmektedir. İyice düşmanlaşan öteki ve ötekinin alanı bizi çok daha özel alanlara yöneltmeye, deneyimlerimizi ve yaşam biçimlerimizi daha keskin bir çerçeveye kaydırmaya başladı: Evlerimize…
“[H]epimiz biliriz ki, insan ilişkileri boşlukta yer almaz.” (Yağcıoğlu, 2017). Alıntının devamında yazarın belirttiği üzere ilişkilerimiz toplumsal ve ideolojik hatlara sahip söylemsel bir pratiğin içinde şekillendiği gibi mutlaka bir ortam içerisinde de vücut bulur ve pekala bu mekan da bir gösterge olmaktan azade değildir. Her ortam deneyimlerimizin kendine, ötekine ve bize bizzat eşlik eder; hatta bunlara katılır, sızar ve bir noktadan sonra deneyimlerimizin bizatihi belleğini oluşturur. Yaşanılan olaylar ortamı etkilediği gibi ortam da algıda ve yaşanmakta olan durumda belirli bir söz hakkına sahiptir adeta. Bu noktada içinde bulunduğumuz ortamı kodladığımız biçim algı ve tavırları şekillendirmede çok önemlidir. Mekan bir ayna olduğu kadar kurucu bir olgu olması bakımından incelenmesi fazlasıyla önemli bir mefhum iken, bu mekanların başında da şüphesiz temel yaşam alanı olan evlerimiz gelmektedir.
İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. İrili ufaklı, birbirinden farklı, Ahşap evler, kâgir evler yaptılar. Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, Evlerin içi devir devir değişti Evlerin dışı pencere, duvar.
Duvarların Korunaklığı ve Duvarlardan Korunmak
Foucault’nun salgınlar karşısında iktidar güçlerinin sergilediği tavırlara dair yaptığı incelemede karşımıza çıkan bir model olarak Veba Modeli, merkezinde izolasyonu barındırır. Foucalt’nun tanımladığı diğer bir model olan Lepra Modeli de izolasyona sahiptir ancak burada bir sürgün hali varken, veba modelinde kapatma ve kapanma hali hakimdir. Hasta olanlar –tıpkı hapishane mahkumu gibi- toplum sağlığını korumak adına kapatılır ve ayrıca insanlar da git gide tehditkar olan sosyal alana karşı korunmak adına dört duvar arasına sığınır. Günümüzün insanları da genel anlamda evin en çok bu işlevi ve bu kodlaması üzerinden hareket etmektedir, bir korunma olarak ev. Ancak evler gerçekten de güvenli midir?
Bir barınma alanı olarak evin dışsal yaşantılara dair tehditlere karşı bir koruma sağladığı, bir duvarın ayırıcı olarak koruma işlevi gördüğü vurgulanabilir. Ancak hastalığı ya da bir mahkumiyet üzerine kapatılan birinde yine benzer bir koruyucu işlev gören, ortamları birbirinden ayıran duvarlar tam olarak hangi yaşantıyı hangisinden korumaktadır? Dostoyevski Sibirya’daki sürgün döneminden etkilenerek yazdığı eserinde suçluların hapishaneyi ev gibi görmediklerini, daha çok bir han gibi gördüğünü söyler, “Mahpuslar burada, evlerindeki gibi değil de, sanki yolculukları sırasında bir hana uğramış ya da büyük bir evde konaklıyormuş gibi yaşardı.” (Ölüler Evinden Anılar, s. 312) Bir mahkumiyet alanında kişinin orayı ev olarak kabul etmediği aşikar ancak bu evin niteliğini de sorgulatan bir konuma çekiyor bizi.
Heidegger’ın ev-gibi-olmayan olarak çevirebileceğimiz Unheimlich kavramında ev-gibi/Heimlich olan tam olarak neresidir? Biz genel tabiri ev olan kalıplaşmış bir mekanı mı algılarız, yoksa algıladığımız birtakım duyguları yaşatan mekana mı ev deriz? Şüphesiz burada temel olan aitlik duygusu ve konumlanmanın geçici yapısıdır. Bir mahkum kendisini tamamen hapishaneye ait hissederse cezasının ruha vurduğu ıstıraplı etkinin anlamı kalmaz, kitabın kurgusal karakterinin A.’dan tiksinmesi ve onu aşağılık bulmasının sebebi de onun bu aitlik hissidir esasında. Ve ömür boyu mahkum olanların dahi bir umut hali içerisinde yeni bir mahkeme kararı hayali ile bu ortamı geçicileştirdiğine de değinir yazar. Benzer şekilde dünyada olan Dasein’ın yani bir oluş olarak insanın içinde bulunduğu evde olmama hali onun aslında zamanın noktasal hiçliğinde bulunduğunu kavraması ile ortaya çıkmaktadır, aitliğin kurulumu ise öncelikle içsel olması gerektiğinden de evde olmak öncelikli olan değildir. Le Corbusier, “Dışarısı daima içerisidir.” (Towards, A New Architecture, s.177) derken aitlik hissinin iç-dış ilişkisine vurgu yapmaktadır. Dış ortamın içsel ihtivaları bir yana, bir yere ait hissetmenin özünde bir kimlik kurulumu yatmaktadır. Ait olduğun evin neliği, kimliği tanımlayan noktalar içermektedir. Le Corbusier, ikamet etmenin kurucu doğasına da ayrıca vurgu yapıyor ve bu noktada inşa etmek demek olan Building’in Almanca ikamet etmek olan kökü Bauen kelimesine özenle dikkat çekiyor. Bulunma hali ve bulunulan yer arasındaki ilişki, insanda dönüşüklü olarak kurucu ve dönüştürücü etkilerde bulunabilir. Bu durum, temel aitlik halini yansıtan merkezi bir mekan olan ev hususunda kimlik tanımının da merkezi bir öğesine dönüşmesiyle birlikte, kürek mahkumlarının neden aslında ikamet ettikleri yeri (ki Dostoyevski burada ikamet etmenin kişilikte yarattığı derin değişikler üzerine de çokça yazar) ev gibi benimsemediklerini açık eder.
Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde Kalbi kara insanlar oturdu. Gündelik korkuların çökerttiği evlerde O fıkara insanlar oturdu.
Mekanın Hafızası
Bachelard böyle bir etkilenme ile yaşanan kurmanın, yaşam alanı olarak evdeki etkileşimler ağındaki yapısına değinir. Evdeki eşyaların ve konumların çağrışımları, evin kendi ve yine içindeki eşyaların kendi işlevsel yapıları içerisinde gelişen alışkanlıklar ağı (yüksek merdivenlerin, gevşek menteşelerle yukarıya kaldırılarak açılması gereken kapı kulpunun vs. yarattığı alışkanlıklar), Bachelard için evle özdeşleşme süreci ile birlikte evin ikincil bir beden niteliği kazanmasına sebep olur. Ve temel olarak anıların, deneyimlerin ve düşlerin depo edildiği bir hafıza merkezine dönüşür. “Ev sayesinde anılarımızın büyük bölümü yerleşecek bir alan bulur ve ev biraz karmaşıksa, anılarımız da niteliği gittikçe belirginleşen sığınaklar edinir.” (Bachelard, 2014). Ve kendisi kişinin eve karşı böyle öznel kurmanın yanında bireyin evin yaşama işlevlerinin bir diyagramı olduğunu da belirtir. Dışarısı tam da böyle bir nitelikte içerisi olmaya başlar. Bir şeyi diğerinden ayıran onun sınırıdır ve bu sınır onun tanımlanma alanı olduğu gibi etkileşimlerin gerçekleştiği noktalardır da. Bir sınır çizmeden tanımlama yapamayız ve aynı şekilde hiçbir şeyi hiçliğe konumlandıramayız. Bu noktada gerek ortam olarak ev, gerek içerisindeki eşyalar ve gerekse de salgının istilası altında olsa da “dışarısı”, bizi yansıttığı ölçüde şekillendirir de.
Evin birey üzerindeki etkisine en keskin örnek de sanırsam Hasta Bina Sendromudur. Gökdelenler ile hayatımıza giren bu sendrom, bu yapılar her ne kadar artan nüfusla arsa miktarının azalması ve değerlerinin artması, trafik sorunları ve başka birtakım metropol yaşamına dair zorluklara karşı çeşitli işlevsel olanaklar sağlasa da; mekan içi aydınlatmanın yetersizliği, renk kullanımları, havalandırma sorunları ve mahremiyet hissinin azalması ile çeşitli özel alan ihlalleri ile bahsi geçen sendromu tetiklenmektedir. Bu sendromun şikayetlerinin başında uyku problemleri, depresyon, dikkat dağınıklığı, yorgunluk, baş ağrısı, tat ve koku duyumundaki eksiklikler gelmektedir.
Marcel Mauss’un bir ortam bağlamında Habitus kavramının da şekillendirici ve yeniden üretici etkisini unutmamak, buraya en azından bir not olarak düşmek gerekir.
Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi. Kimi hayata doymuş göründü, Bazıları zamana uydular. Evlerin içi oda oda üzüntü, Evlerin dışı pencere, duvar.
Enkaz-ı Medeniyetleri
Bu hususta evler mimari olarak bir kültürel üretim olması ve arz-talep ilişkisi bakımından toplumun karakteristiğini ve ihtiyaçlarını yansıtan yanlara da pekala sahiptir. Etkidiği kadar kişiliği ve kimliği sunan bir konumdadır aynı zamanda ev. En basitinden evler sosyoekonomik bir statü imgesi olarak bir sınıfsal kimlik algısını besleyen ve yineleyerek hatırlatan bir konumdadır. Temel yaşantıya uygun şekilde şekillenen evlere bir örnek olarak cumhuriyet öncesi Geleneksel Türk Evleri verilebilir.
Bu evlerin birincil odağı mahremiyet sağlamaktır, özellikle İslamiyet etkisi ile şekillenen mahremiyet algısı özel alanın birincil niteliği olarak konumlanmıştır. Özellikle patriarkal bir tavırla kadının baştan aşağı mahrem sayıldığı bu bakışta, birincil odak kadının gizliliğinin korunmasıdır. Bu sebeple giriş holü ve odalar büyük tercih edilmiş, odalar genellikle evde yaşayan ailenin kişi sayısıyla orantılı olmuş yani mümkün mertebe bireysel tutulmuş ve odalar olabildiğince çok işlevi yerine getirecek ve bu sayede ortak alanlara çok daha az iş düşecek şekilde inşa edilmiştir. Giriş katında ana yaşam mekanları konulmamış, pencereler ve balkonlar çevredeki yapılara göre mahremiyeti koruyacak şekilde dizayn edilmiştir. Örneğin dışa dönük pencereler göz seviyesinden yüksekte konumlanır ve balkonlar genelde avlu içine bakardı.
Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü: Dışardan geldi bir tane, nar gibi, Arttı, eksilmedi. Evleri felaketler taunlar gibi süpürdü: Kaderden eski fırtınalar gibi, Ardı kesilmedi.
Ev Halleri
Evin bu duyumlar ağı içerisinde insanın aklına evde yaşamak ile evi yaşamanın aynı şey olmadığı gelmektedir. Ev bize hatıralar, eşyalar, zevklerin yansıması, bireyler, özel yaşantılar ve dışa dönük etkileşimlere çatılık etmek sureti ile birçok duyum sunmaktadır. Ama alışkanlıklar ağı içerisinde bazen tüm bu deneyimin potansiyelini kaçırmaktayız maalesef. Bize etkiyen şeyler olarak ortamın kendisi ve barındırdıklarının yanında bizi yansıtan noktalarıyla ortamı incelemek de kendimize dönük bir arayışı besleyecektir muhakkak.
Bu hususta benim de pandemi hasebiyle kendimi eve kapattığım bir dönemde ev hallerine bir merakım gelişti ve özellikle sanat tarihi içerisinde bu ev hallerini inceleme arayışına çıktım. Ve bu araştırmada beni karşılayan ilk başta -özellikle Danimarka merkezli gelişmiş- “Interior” yani “İç mekan” akımı oldu. Bu birkaç savurgan nesne konumlanışının içerisinde yer aldığı düzenlilikte bizi karşılayan loş ev içleri, her yönüyle bizi mekanın içerisinde hissettirmek adına yapılanmıştır. Tabloya baktığımız açı odanın büyük bir bölümünü görmemizi sağlayarak bizi gerçekçi bir konuma yerleştirir ve [orada] bulunma hissini güçlendirir. Bir kapı ya da pencere gibi dışarıya açılan geçidin varlığı ile de içeride konumlandığımızı çok daha güçlü hissederiz. Ayrıca eşyalar arası büyük boşlukların var olmasıyla koca boş alanların evin kendisinin doldurması, ortama olan vurguyu artırarak evin kendi varlığını çok daha belirgin halde hissettirir. Figürlerin yüzü izleyene dönük değildir, çoğunun yüzü ortamın kendine dönüktür, bu figürlere gizem kazandırdığı kadar onu silikleştirerek bizi ortamın kendisine de iyice sindirir. Ancak burada -hem bu akımda hem de genel ev içi manzaralarında- ilginç bir durum karşımıza çıkmaktadır, figürlerimizin hemen hemen hepsi kadındır.
Haneler(d)e Tahakküm
Geleneksel Türk evlerinde de karşımıza çıkmakta olan, kadının özel alanda konumlandırılması patriarkal sistemin her yanında karşımıza çıkmakta, temel odağını da esasında kadının kamusal alanın dışına itilmesi oluşturmaktadır. Kamusal alan, Arendt’ın da ifade ettiği gibi politik bir alandır ve bir noktada kendini sosyal anlamda özgürce ortaya koymanın yegane temelidir. Ancak bir mahrem olarak ev, kadının izole edildiği alan olarak kadının yüzyıllarca kamusal alanın dışına itilmesinde bir araç olmuştur. Bu noktada bu, patriark için müphem bir cinsel kimlik olarak kadının denetlenmesinin de yolunu açmıştır. Massey, mekan ile kurulan deneyimin belli toplumsal davranışların doğallaştırıldığı bir deneyim olarak yaşandığında orada mekânsal ve ayrıca kimliklerin toplumsal konumu üzerinden bir denetimin var olduğunu söyler. “Mekan hegomonik bir gücün inşasında aktif bir bileşendir.” (David Harvey, 1993, s. 43). Çünkü yukarıda sınırlar ve etkileşimler alanları hakkında konuştuğumuzda karşımıza çıktığı üzere, bir sınır olarak ve etkileşimlerin gerçekleşme alanı olarak mekanları yönetenlerin belirli ölçüde kimlikleri ve etkileşimleri de yönettiğini pekala ifade edebiliriz. Ve kadının böyle bir özel alana hapsi ile onun toplum üzerindeki aktif gücüne ket vurulmakta aynı zamanda mahremin kendisi olduğu iddiasına performatif bir doğrulama sağlayarak etik tahakkümün gittikçe merkezine çekilmektedir. Bu noktada “savunma” mahiyetinde söylenen kadınların dış ortama karşı korunduğu iddiasının aksine, korunan esasen ataerkin kamusal alandaki iktidarıdır.
Emek, iş ve eylem tanımlamalarında Arendt eylemi insanlar arası bir etkinliğe yerleştirir ve tartışmak, konuşmak, kötülüğe karşı durmak, sorumluluk almak edimlerini bu başlık altında tanımlar. Aynı zamanda kimlik sorununa dönük olan bu etkinlikler kamusal alanda cereyan eder. İşte bu vita activa (eyleyerek yaşama) özgürleşmenin ve olmanın zeminidir. Öte yandan çok daha atıl, susturulmuş bir yaşam olan vita contemplativa (izleyerek yaşama) sürülmüş, susturulmuştur, sindirilmiş ve bir alana hapsedilerek [kendine] yabancılaştırılmıştır.
Evlerin çoğunda dirlik düzen Kalan bir hatıra oldu geçmişte. Gönül almak, hatır saymak arama. Evlatlar aileye asi işte, Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden. Evlerde nice nice cinayetler işlendi, Ruhu bile duymadı insanların. Dört duvar arasında aile sırları, Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın Gözyaşlarıyla beslendi.
Vita Interiore
Günümüzün pandemi koşullarında bizim yaşam şeklimiz de genel anlamda vita contemplativa halini almaktadır. Evlerimize kapandığımız şu günlerde tüm dikkatimiz tamamen dışarıda, vaka sayılarında, kuralları çiğneyenlerde ve aktif halde cereyan etmekte olan politik gündemin kendindedir. Bu tamamen dışa dönük tavır ve atıl yaşam şekli bizi hem kendimize hem ortamımıza yabancılaştırmakta, evin niteliğini adeta “dışarı olmayan” tanımlamasına sıkışmış halde bırakmaktadır. Ancak sadece pandemi döneminde düşünmemek gerek, evde kaldığımız onca süre boyunca gerçekten evde olduğumuz kaç gün vardır ki? Niteliği bile esasında “ev” olmaktan çıkmış bu barınakların içerisinde yaşamaya çalışıyoruz. Kendimizi ait hissetmiyoruz, çünkü günlük yaşam hengamesinde evi bir uğrak noktasından fazla, bir yaşam ve deneyim alanı olarak görmüyor buradaki etkileşimleri alışkanlıklar ağı içerisinde basitleştirmekle beraber kendi geçmişimizi ve kimliğimize dair bir benliği de silikleştirmiş halde buluyoruz kendimizi.
Ev Halleri adı altında başladığım tablo inceleme serüvenimde eve bakışın evrimini ve farklı ev hissiyatları ile karşılaştım. Bir ortam olarak mekanın vurgulanmasının pop kültüre yaklaşan adımlarla gittikçe evin içindeki nesnelere kaydığını, nesnelerin Bachelard’ın ifade ettiği nostaljik ve fantastik bireysel anlamların ötesinde, pazar değeri ile şekillenen metasal anlamların mekanı işgal ettiği görülmektedir. Roy Lichtenstein’ın, Interior With Mirrored Wall isimli eseri bu noktada çok net bir kırılma çıkarmakta karşımıza. Boydan bir cam gibi odanın bir yanını saran aynayla nesnelerin kendini olanca netliği ile yansıtmakta ve bu sayede dışarıyı ortamdan dışlayarak dışarısı ile ilişik bir ortam olarak içeriyi de baltalamakta, eşyaların sahip olduğu ağır hacim ile adeta orada hiçbir özneye yer bırakmamaktadır. Evlerimiz bir yaşantı alanı olmaktan çok bir gösteri alanına dönüşmekte, bir deneyim alanından ziyade bir vitrin parodisi olarak metasal değerlerin sunumu yapılmaktadır.
Bunun dışında zaman içerisinde sırtı dönük figürlerin sinik yapısı ve kadın figürünün ağırlıkla kullanımı korunmakla birlikte figürlerin evdeki konumlanışında değişiklikler yaşanmaktadır. Özellikle 20. Yüzyıl eserlerinde karşılaştığımız figürlerin dışarıya yönelimli bir bakış ile evin içinde konumlanışı bizi evde hissettirdiği kadar dış dünyada olmama hissini vermekte, inzivaya çekilmiş figürlerin bekleyişi içsel bir yolculuk hissi yaratmakla birlikte ortamı özneyle etkileşiminde çok daha geçirgen ve bireysel bir hale sokmaktadır.
Bu inziva ve çekilme halleri tam da günümüzün aktif yaşamında bir bakıma unutulmuş bir nimeti fark etmemizi sağlayabilir: Kendinle kalma, kendinde olma hali... Avrupalı mistiklerde Gelassenheit, Tasavvufta ise halvet etmek olarak karşımıza çıkan, dış dünyadan çekilerek kendi içinde huzuru kovalayan bir oluş keşfine çıkılması halinin unutulmuş verimini düşünmek için bize bir fırsat yaratabilir bu günler. Bu arada hoş bir tesadüf olarak halvet etmek için kapatılan çilehanede çilenin çihil yani Farsça “kırk” anlamına geldiğini, benzer şekilde karantina sözcüğünün de İtalyanca “kırk günlük boşluk” anlamına gelen “quarantina giorni”den geldiğini de not düşmüş olalım. Yukarıda da belirttiğim üzere her ne kadar kendimizden bir kat daha uzaklaşmış olsak da, dışarının sarsıcı etkileri tüm evi ve benliğimizi doldursa da 40 günlük bir içe dönüş birçok açıdan yararlı ve öğretici gözükmekte bu yabancı gözlere.
İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı: Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar, Kendi seviyesinde evler kız verdi, kız aldı Bazıları özlediler daha yüksek hayatı, Çırpındılar daha üste çıkmaya Evler bırakmadılar
Karantina Korur(!)
Ev Hallerinin başka bir türü de evsel yaşantıların ruhta bıraktığı etkiler olabiliyor. Magritte’in odayı kaplayan koca nesneleri tehditkar bir şekilde üzerimize gelirken, bu boğuculukla ev içi yaşantılarının rahatsız edici doğasına dokunuyor sanki. Bir barınma alanı olarak ev son günlerde hep korunma alanı olarak dile getirilse de maalesef durum herkes için böyle değil…
Bazı insanlar için tehlikenin kendisi ev, evde olanlar, orada yaşananlardır. Birleşmiş Milletlerin pandemi döneminde kadınlara yönelik hazırladığı raporda genel olarak hırsızlık suçlarında ciddi bir düşüş olmasının yanında kadına yönelik her türlü şiddetin bu dönemlerde arttığı yazmakta. Özellikle kadınların ve çocukların istismarcıları ile aynı evde self-karantina durumunda kalması ve yaşanan pandemi ile getirilen sosyal kısıtlamaların etkisi ile dünyanın her yanında ev içi şiddet ve cinayetler maalesef ki artmış durumda. Ülkemizde pandemi döneminde fiziksel şiddet %80, psikolojik şiddet %93 ve sığınma evi talebi %78 oranında artış göstermiştir (Kaynak için Bknz.). Bu noktada yalnızca evde kalmanın değil, getirilen kısıtlamaların da bu süreçleri birçok oranda beslediğini söyleyebiliriz. Ülkemizde bir dönem uygulanmış olan sokağa çıkma yasağı sürecinde avukatların dışarıda bulunmasının yasak olmasından tutun çeşitli sağlık hizmetlerinin ikincil önemde görülerek ciddi kısıtlamalara tabi tutulması, istismarcıya karşı verilecek tepkilerde bir kırılmaya ve olumsuz bir etki oluşmasına sebep oldu. Benzer tablolar ile karşılaşan Avrupa ülkeleri ev içi şiddete dönük ödenekler oluşturdu ve sığınma evlerinin kapasitesini genişletme yönünde adımlar attı, aynı desteği ülkemizin de yapması bir gereklilik halini almıştır. Benzer tablolar çocuklar ve özellikle ageismin kurbanı olarak pandemi döneminde birincil hedef gösterilen ve dışlanan yaşlılarda da karşımıza çıkmaktadır. Bu durumlar kadının değil istismarcı profilindeki erkeğin zayıflığını göstermekte, ekonomik ve sosyal zorlukların dönemimizde ortaya çıkardığı baskıya karşı çirkin bir çözünme örneği sunmaktadır.
Yeni yeni tüterken ocakların dumanı "Kadın en büyük kuvvet erkeğinin işinde" Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı Evler dilsiz şikâyet kaçmışların peşinde.
Porte de Sortie
Ev hepimizde başka çağrışımlar, başka deneyimler sunuyor. Bir yaşam alanı olarak ev ve kendisi de konumsal olarak bir yerde bulunan ev, dışarının duyumundan tamamen izole değil. Başka başka ev halleri, duvarların bizi sarmalayan başka tavırları var. Tablolarda, kültürlerde, kişiliklerde, yaşantılarda çeşit çeşit evler karşılıyor bizleri. Ama Heimlich/Ev-gibi olanın aitlik hissi çoğu ev dediğimiz ortamda karşılamıyor bizleri. İzoleyiz insanlardan, evlerden izole, kendimizden azade…
Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı; Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı Ama size hiçbir hisse ayrılmadı Duvar dipleri, yangın yerleri halkı, Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!
Şiir:Evler, Behçet Necatigil
67 notes
·
View notes
Text
“
Tanrım! Keşke affetseler beni! Kim bilir, belki de affederler. Kral, bana dargın değildir. Gidin, avukatımı çağırın bana! Acele edin, çağırın avukatımı! Kürek mahkumu olmak istiyorum. Beş yıl boyunca kürek mahkumu olmaya -veya yirmi yıl- veya ömür boyu başka bir şeye mahkum olmaya, kızgın demirle sırtıma vurmalarına bile razıyım. Yeter ki hayatımı bana bağışlasınlar! Forsa yüreyebilir, forsa gidip gelebilir, forsa güneşi görebilir!
- Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü
#bir idam mahkumunun son günü#victor hugo#kitap#alıntı#kitap alintilari#kitap alintisi#idam#mahkum#romantizm#ölüm#intihar
18 notes
·
View notes
Text
Kelebek, neredeyse bütün kadim kültürlerde ruhun sembolü olarak görülür. Bu imgeleme görsel zhin için çok etkileyicidir. Öte yandan "özgürlüğü" özgürleşirken çok çok zor olan bir şeyi de simgler; çirkinleşmemeyi, naif ve güzel kalabilmeyi.
Henri Charriere’nin kendi yaşam öyküsünü anlattığı "Kelebek" adlı kitabını okudum. Yazar 1906 yılında dünyaya geldi,
1931 'de işlemediği bir suçtan dolayı müebbet kürek mahkumu oldu 13 yıllık bir kaçışın ve masumiyetin mücadelesi. Okurken kalbim küt küt attı. Sizde okuyun sizin de kalbiniz küt küt atsın:)
2 notes
·
View notes
Photo
Size bir soru : “Tarihte uygarlığın ilk işareti nedir? “
Uygarlık deyince aklınıza ilk gelen tekerleğin icadı, ateşin bulunması filan olacaktır muhtemelen. Kastettiğim bu değil. Aslında “uygar insan” olmaktan bahsediyorum.
Antropoloji üniversitedeyken en sevdiğim dersti. Toplumların tarih boyunca gelişimlerini incelemek müthiş ilginç gelirdi bana. Dolayısıyla bu sorunun cevabını da en doğru verecek kişi bir Antrolopolog olsa gerek. Margareth Mead şöyle cevaplamış bu soruyu : “Kırılıp iyileşmiş kaval kemiği”.
Şimdi ne alaka dediğinizi duyar gibi oluyorum. Oysa açıklama o kadar güzel ki. Şöyle diyor devamında: “Doğada hiç bir hayvan kırık kemiği iyileşene kadar hayatta kalamaz. İyileşmiş kemik demek, birisi o bacağı sarmış, onu güvenilir bir yere taşımış, iyileşene dek ona bakmış demektir.” Yani kısacası zor zamanda birine yardım edilmesiyle başlar uygarlık.
Sevgili Ahter Kutadgu, #ArtıkBirbirimizeEmanetiz etiketiyle paylaşmış. O kadar etkilendim ki…
İçinden geçtiğimiz şu akla ziyan günlere ders niteliğinde bir yorum değil mi sizce de?
Uygarlığın teknoloji anlamında doruklara çıkarken insanlık yönünde dibe vurduğu günlerde başımıza hiç beklenmedik bir şey geldi. Film olsa amma da usturaymış diyeceğimiz bir senaryonun oyuncularıyız hepimiz şu anda. Kaçış var mı, yok. İnsanlığın verdiği en büyük sınavlardan birindeyiz ve “Bana ne, ben girmiyorum” demek gibi bir şansımız da yok.
Mücadele dönemleri hep kahramanlarıyla taçlanır ya, şu dönemin kahramanları olarak tarih birinci sıraya doktorlar ve sağlık çalışanlarını yazacak. Gece gündüz demeden, her türlü riski göze alarak, ailelerinin yüzünü görmeden çalışıyorlar ve görünen o ki, daha da çok uzun günler çalışacaklar.
Sadece onlar da değil üstelik. Gölgede kalan kahramanlar var. Evden çıkmama duyarlılığını gösteren bizlere hayati ihtiyaçlarımızı ulaştıran kişiler. Apartman görevlileri, kargocular, market çalışanları, depo sorumluları, çöpleri toplayan emekçiler, sokak esnafı, eczaneler, bankalar, televizyon ve gazete sektöründe çalışanlar, güvenliğimizi sağlayanlar…
Bize düşen ise sıcacık evimizde koltuğumuzda oturmak. Kusura bakmayın ama hiç birimiz, gerçek anlamda “hiç birimiz” sıkıldım deme hakkına sahip değiliz. Bu mücadelede üstümüze düşen “durmak”. Sadece durarak, evde kalarak, özellikle tıp cephesinde mücadele veren kardeşlerimizin yükünü hafifletebiliriz, yaşlılarımızı, büyüklerimizi koruyabiliriz.
Öyle manasız bir hızla gidiyorduk ki… Kürek mahkumu gibi, beşinci vitese takmış, son hız, kocaman geniş bir çevreyolunda, dip dibe, egzos dumanı içinde , mecburmuşuz gibi gidiyorduk. Ne yaptığımızın çok da farkında olmadan, anı hep pas geçerek, hep bir yerlere yetişme telaşında, hep bir olma, oldurma paniğinde gidiyorduk. Derken… Zaman bize DUR dedi.
Sanki zaman yaramaz bir çocuğu azarlarcasına kolumuzdan hoyratça çekip eve götürdü bizi. “Otur ve yaptıklarını düşün! Doğruyu bulana kadar cezalısın “ dedi.
Her yok saydığımız hayvanda, her balta vurduğumuz ağaçta, her kirlettiğimiz deniz damlasında, her zehirlediğimiz toprak zerresinde, ve her sırtımızı döndüğümüz insanda parça parça yitirdik insanlığımızı. Görmedik, anlamadık, umursamadık. Doğanın her anlamda bir parçası olduğumuzu yeniden hatırlama şansı verdi bize bir minicik virüs. Onun anlamı yanında bizler küçücük kaldık.
Durabilmek nasıl bir lüks farkında mıyız acaba? Yavaşlamak… Kendine dönmek… Basit şeylerin kıymetini bilmek. Aslında neyi sevdiğimizi, neyi sevmeden mecburi yaptığımızı anlamak… Ve sadeleşmek… Belki de en çok yapmamız gereken.
Şimdi o ürkünç seslerle dönen çarkın içinden çıktık. Sadece o çarkın parçası olmayı biliyorduk yıllardır. Çark durdu. Serbestiz. Özgürüz . Biz bunu hapis zannederken asla hürüz. Her şeye daha tepeden bakabilme şansımız var. Kullansak mı o şansı artık?
Anlaşıldı ki, memleketlerin sınırları hikaye, zengin-fakir hikaye, o ırk bu ırk hikaye, seçen seçilen hikaye… Bir mini minnacık virüsün karşısında hepimiz eşit şekilde savunmasızız.
Çünkü biz bunca zaman sandık ki, daha lüks evlerde otursak, daha son model arabalara binsek, daha pahalı çantalar alsak, saatler taksak, daha yüksek, daha da yüksek makamlarda çalışsak dünya daha güzel bir yer olacak. Ta ki bir ufacık virüs hepimizi duvardan duvara vurana kadar.
Şimdi uygarlığın manasını gerçek anlamda yazmamız için bize bir şans verildi. Zaman, kırık kaval kemiğini el birliğiyle iyileştirme zamanı.
Bunu eğer durarak yapacaksak duracağız. Sabır gerekiyorsa sabredeceğiz. Belki zaman zaman yenileceğiz, ama asla pes etmeyeceğiz. Yardımlaşmak zamanı geldiğinde omuz vereceğiz birbirimize. Tek başına kum tanesi sıfatında hiç bir hükmümüz olmadığını gösterdi zaman bize. Diğer kum taneleri olmadan kocaman bir hiçiz.
Bizlerden kurtulunca sanki nefes aldı doğa. Ne zamandır ilk defa balkon kapısını açtığımda daha önce duymadığım güzellikte kuş sesleri duyuyorum. Orada bir yerlerde çiçeğe duran ağaçlar var biliyorum, tam on gündür göremiyorum. Belki de ilk defa insansız patlatacak tomurcuklarını bu bahar. Belki buna ihtiyacı var, bilmiyorum.
Bahar açık havada insan eziyetinden uzak özgürlüğün tadını çıkartırken biz de boş durmayacağız elbet. Yüreğimizde yerlere kapaklanan insanlığı kaldıracağız düştüğü yerden. Muhasebe yapacağız. Gökte uçan kuştan, yerde gezinen karıncaya, kendiliğinden açan kan kırmızı gelincikten pıtrak gibi çiçeğe bezenmiş badem ağacına kadar, üstü yırtık pırtık evsiz adamdan, arabanın camını tıklatan mendilci çocuğa, beli bükülmüş komşumuzdan yolu süpüren çöpçüye kadar yeniden “görmeyi”, yeniden “anlamayı”, yeniden sevmeyi öğreneceğiz. O kırık kaval kemiğini en şanımıza yaraşır şekilde nasıl onarabiliriz onu düşüneceğiz.
Ve kapılar tekrar açıldığında dış dünyaya, artık yepyeni, tazelenmiş, yaşadıklarından ders almış, yurduna yuvasına, doğa anaya, sevdiklerine, hayallerine hak ettikleri değeri veren, daha arınmış bir varlık olarak atacağız adımımızı dışarı. Bu değişimi yaşamadıysak yeni bir sınavla sınanacağız.
O yüzden güzel kardeşlerim, önümüzde iki seçenek var: Ya bu sınavı alnımızın akıyla geçeceğiz, ya bu sınavı alnımızın akıyla geçeceğiz.
Çünkü artık anladık. Sadece ve yalnızca “birbirimize emanetiz”.
Bige Güven Kızılay
01 Nisan 2020, bensenobizsizonlar
#soru#tarih#uygarlık#uygar#onkoloji#antropoloji#bilim#pisikoloji#doğa#canlı#hayvan#dünya#zaman#sabır#bensenobizsizonlr#bensenobizsizonlar#tıp#görmek#farkındalık#bilinçaltı#bilinç#insan#insanoğlu
1 note
·
View note
Text
Ayın Kitabı - Sefiller
Ayın Kitabı – Sefiller
Sefiller: Victor Hugo
“Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayılmayabilir.”
Victor Hugo
Sefiller, kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikâyesi üzerine kuruludur. Jan Valjean yoksul bir köylüdür. Ailesini…
View On WordPress
#Ankara#ayın kitabı#bilgisizlik#edebiyat#fransız edebiyatı#Jan Valjean#kadriye zaim kütüphanesi#kadriyezaimlibrary#kitap#kürek cezası#kürek mahkumu#roman#romantik akım#sefiller#sefillik#victor hugo#yoksul#yoksulluk
0 notes
Text
‘’Sefiller, amansız bir düşmanlık öyküsünün müzikal bir uyarlamasıdır; son derece katı ahlak kuralları olan fanatik bir polis memuru olan Javert, ekmek çaldığı için önce 20 yıla, ardından müebbet hapse çarpıtılan kaçak kürek mahkumu Jean Valjean’ı adil olmayan bir adaletle yargılamak üzere yıllarca onun peşinden koşar. Öyküde, aranan adam Jean Valjean; cömertliğin, aşağılanan iyi yürekli insanın temsilidir. Toplumun acımasız kanunları ve haksızlığı tarafından gaddarca davranışa maruz kalır. Jean Valjean, onu ölüme terk ederek amansız takipçisi olan Javert’ten kurtulmak yerine mantığa sığmayan birşekilde onun hayatını kurtarmıştır. Onun bu cömertliği polisin dünya betimlemesini öylesine yıkar ki, bir zamanlar onu ayakta tutan iyilik ve kötülük anlayışının tepetaklak olması yüzünden, artık kendi değerleriyle yaşayamaz hale gelen Javert sonunda intiharı seçer.
Javert/Valjean aslında aynı kişidir. Sonunda kendisini içinde bağışlamıştır. Javert’in yaşamını kurtardıktan sonra, düşmanını kendi içindeki düşmanla uyumlu bir hale getirdikten sonra, artık daha zeki ve daha güçlü bir düşmanla yüzleşmeye hazırdır. Yenilen, yani ne olduğu anlaşılan eski düşmanının artık varlığını sürdürmesi için bir neden kalmamıştır. O yok olur, intihar eder. Aslında o hiç var olmamıştır. O yalnızca bir gölgenin, varoluşundaki bir eksikliğin bedenleşmiş halidir.
‘‘Tek düşman senin içindedir! Dışarıda ne suçlanacak ya da bağışlanacak bir düşman, ne de bize zarar verebilecek bir kötülük vardır.’’
The School for Gods / Stefano D'Anna
0 notes
Photo
siz mutlu olasınız diye biz niye acılar çekiyoruz!? aynı gemideyiz ya hani, biz niye kürek mahkumu muamelesi görüyoruz!? niye hep beraber mutlu olabileceğimiz, olduğumuz bir düzeni var etmiyoruz!? biz devleti finanse ediyoruz lüksünde lüksünde, üstüne birde eziyet çekiyor mutsuzluğa mahkum ediliyoruz!? sebep!? (Düzce) https://www.instagram.com/p/CYZcItxsNZe/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
Sevgili Dost, Kararma, yağmayacaksan; kürek çekme, mahkumu olmayacaksan. Sorma, tahammülün yoksa cevaba. Saati kurma durduracaksan!
A. Ali Ural/ Posta kutusundaki mızıka
#kitap#kitapkurdu#kitap alıntıları#kitap oku#sayfa#sayfalar#sevgili#dost#edebiyat#yağmur#saat#hayat#günbatımı#gece#geceye not#gecenin hüznü
2 notes
·
View notes
Text
Yutkundum/Emin O. Uygur
İşimden sebepsizce atıldıktan ve üstelik suçlu ilan edildikten sonra bir süre işsiz kaldım. Kimse bakmadı yüzüme. Vebalı gibiydim. Sefiller romanındaki kürek mahkumu gibiydim. Yıllarca çay çorba içtiğimiz, bayramlarda sarıldığımız, her konuda yardımlarına koştuğumuz yakınlarım artık bana hiç yakın değildi. Eşim de işsiz kalmıştı ve onun iş bulması daha da zordu bu ortamda. Çok büyük ve acı izler…
View On WordPress
0 notes
Photo
Hayat; öyle yollar çıkarır ki insanın karşısına seçenekler ve seçimler arasında bırakır. Bazen köşe başlarına, keskin virajlara, bazen de yokuş aşağı son hızla veya yokuş yukarı tek nefes çıkmanı ister.Kimi zaman da sadece yola itibar edip,çıkmazlara rağmen eşlik etmeni bekler. Anne şefkatiyle sabırlı davrandığı anlarda vardır, hırçın dalgaların asabiyetinden nasibini alan kumsal gibi yıprattığı zamanlarda. Yumuşak bir naifliğe de aşinadır, ruhunu dinlendirdiği, yolun sonunun ne olduğunu umursamadığın anlara da. Çünkü çok bilinmeyenli bir denklemdir hayat. Hem yolların sahibidir, hem de isteyen yolcunun kılavuzu. Boşa kürek çekmeyenlerin deniz feneri, safi nefes alıp verenler için ebedi kürek mahkumu. Yönünü bulmak için didinenlerin pusulasının anahtarını taşır ruhunun en ince köşesinde. Aşkı da kaleme alır, uğruna destanlar yazar, yazdırır. Tüm insanlığın ne demek olduğunu, nereden gelip, nereye gideceğimizi de, sorgulayan akıllarda filizlendirip kök saldırır. Ama bazen nüktedan oyunlar da oynar gökkuşağına kavuşman ve tadına vararak demlenebilmen için. Yokluğuda gösterir, binbir türlü varlığıda. Benliğini bir heykeltıraş gibi nasıl şekillendirdiğine bakarak kalan zamanlarını ilahi plana göre rayına sokar. İnsanlar armağan eder. Kimi imtihan, kimi ödül, kimi yoluna taş, kimi de yoldaş olsun diye. Tevafukların arasına yalancı tesadüfler serpiştirir ki insan aklının ve ruhunun mekanizması çalışsın diye. İnatla bıkıp usanmadan uğraşır. Olay örgüsünü ustaca çeşitlendirir. Yaşanmışı, yaşanan ana gözyaşı ve kahkahayla toplar. Çıkanla birikeni geleceğin belirsizliği ile çarpar ki ümidin rayihasına bölüştürsün. Ucuca eklediği sonsuz döngüye farklı farklı isimler verir. İstersen denklemin çözüm formülünü öğretir. Daha da çok çaba gösterirsen sonuca ulaşman için işlem adımlarına ipuçları bırakır. Şayet niyetin bakmak değil görmek ise önüne umarsızca ve tam bir güvenle gizli patikalarını açıverir. Hasıl olanın ve olacağın bekçisidir. Rağmen değil onunla birlikte aydınlanarak, ders alarak, daha çok sorgulayarak, iyiye ve doğruya giden rüzgara teslim yelkenlinin yareni olmayı seçmektir aslolan. SELDA İLTER KÖKSALAR 📷 @PİXBYNES
2 notes
·
View notes
Text
kapının dışına haliç koymuşlar. adım atamıyorum. izlemediğim televizyon, bangır bangır beynimde intihara yürüyor. insan öldüğünü ancak yüzündeki gülümsemenin arkasına gizlenemediği zaman anlıyor. popüler vibratörler gibi davranmaktan çıkamıyor iktidarsız köleler. uyan.
aidiyetlerinden kurtulmadığın her anda, birilerinin komut zincirinde kalmaya devam edeceksin. evlen, çocuk yap, birilerine daimi hizmetlerini de sürdürmeye devam et.
nasıl yıkık bir pandemik şiir hali değil mi?
şiir piç bir notasızlıktır, aslını yitirmek yukardakilerin çok üzerinde irtifa arttırıyor. hatıralaştırdıklarını susarak yazdığın şu satırlarında, rögar kapağı misali yetiştirdiğin hiç bir teşbihin anlamı yok. seks bu dünyanın dudaklarımızı kupkuru bir letheye döndöndüren imitasyon intihar hali. kısık bir magma ateşi gibi aksak bir ağrı bir gelip bir giderken bedenini yönetemediği her anın sonrasında midende, sorular tanklar gibi beynini ezip geçer. işte bu zamanda, insan öylece oradayken ve ben yarına gidemiyorum. yanına gelemezken en korktuğum şey annemin bedduası. endişesine hasıl olmak üzüntü verir her daim. hırsımdan, delirip sağlıklı olmayışına sarılıp, gıyabında hayalinin ellerinden öperek tüm jest ve mimiklerini secde ettiriyorum.
ben bu yazıyı uçarken yazdım.
tüm yüklerimden kurtulup, kelimeleri karşıma alarak, satırlarda sol anahtarlarından yudum yudum hayal çaldım. uyandım. gelmedi bir daha uyku. çünkü annemden her uzak günün sabahı ölüm, gecesi umuttu. bu yüzden kendi katedralimin, müezzini olup; nesir makamından şiir attım satırlarımın arasına devrik bir oltayla. ve sonra gayba karıştım. evlendim ve şahidi oldum her erkek babasının günahlarını tembihlerken buluyor kendi hayatında. zihnimdeki ontolojik göçüklerin altında, yıkılan hümanizimanın kalıntılarıyla hangi getto başarılıdır mülkiyetin tarihçesinde. her güne farklı bir bakış açısıyla sahip olmak, modern hayatın, bordro köleliğinde imkansızlaşıyor. çürüyoruz!
zihin, bir kürek mahkumu edası ile sadece otoritenin şekilciliğine sığınmış halde...
köleyiz.
tüme varmanın hep kısa yolunu bulmaya çalışırken, sarıldığın her anın birileri tarafından sana sunulan volta molası olduğunun farkını muhasebeleştirirsin. İçinden, hiç bir ders çıkarmadığın her acı hatıra, yıkım addedildiği gibi, yaşamında devinimsel olarak devam ediyor. yok ediyoruz kendimizi. kendimizi dölleyen tarihin geçmiş tutsaklığında, bir sıçrama olmuyor.
bu yüzden sizden tek ricam, bana karşı dürüst olmanız. çünkü yanıtlarınızdaki ayrıntı eksikliği ya da yanlışlık, bütün olayların değişmesiyle sonuçlanıyor. ben bu yüzden bir anforayım içerime ağlayan,ağladıkçada yeniden devam etmeyen bir cam kırığı gibi. neden sustuğumun en basit ifadesi, geçmiş ile söylemler arasındaki çelişki. tıpkı kafka'nın samsası gibi...
her güne bir böcek misali, trake solunumu yaparak, maskelerinizin altından gülümsemek bir bencillik hikayesidir.
sonuç:başladığımız yere temiz dönebilmektir. kapının dışı, bir başka cehennemler ve cennetleri içerir. en büyük payidarlık ise, inandıklarının kölesi olduğun her andır.
(20200524/Dünya üzerinde bir yer)
1 note
·
View note
Text
Astğınız Denizler Okyanus olup geri geldi.
Yalova da ve devamında Toroslarda aylarca yazmış olduğum tez için notlardan sonra hayatımda sanki herşeyin planlanmış,iyi ya da kötü bir tesadüfmüş gibi kusursuz işlemesi,aklımdaki soru cevap mekanizmasının sürekli çalışmasını sağlıyordu.Bir eroinmanın krize girip tezin bulunduğu çantayı bütün belgelele birlikte satmasını sineye çekmekten başka bir çarem olmadığını biliyordum artık.Aklımın yapısı hiç birşeyi unutturmuyordu ve hayatımda gelişen bütün bu olaylar bütününün değerlendirilmesi için Eksik olan tek şey kanıttı.”Kanıt benim.”Herkeste var olan,Damarımdaki asil kan,varlığımı bu ülkeye emanet eden bir kafam ve bu güne kadar yazmış olduklarım en büyük kanıtıdır herşeyin.Sistem tarafından seçilen kişi ile ilahi olarak seçildiği düşünülen kişi arasında bir fark yoktur en azından seçildiği düşünülen kişi için.Hayatımda gelişen hiç bir şeyi ispatlayamayacak olmam bir yana buna gerekte yok diye düşünür oldum son zamanlar.Devlet mekanizmasın��n işleyişinde bir gariplik olduğunu ve ülkede ters giden birşeyler olduğunu anladığım vakit bir çok insan gibi demokrasi talebiyle sokaklarda aldım soluğu.Suçun tanımı yasalarda açıktır.Eylem ve sonuçlarını bilen kişi bu kontrol mekanizması dahilinde hareket eder çoğu zaman.Ceza bir sonuç olmaktan çok eylemin sistem için işlevserliğini değerlendirmektir.Kişi bazında cezanın kabullenilmesi zorunluluk iken kişiyi eylem bazında değerlendiren sistem,eylemin oluşmasını ya da tekrarlanmasını engellemek için “suç” olarak tanımladığı olguyu yasalarla güvence altına alınmayı gerektirmez.Kanımca bu ülkede yaşayan bir çok insan o güvensizliği iliklerinde hissediyor ki en masumlarımız kürek mahkumu gibi modern cezalar alırken,Harvard’ta kürek çekmek bir prestij meselesi.Bir gün prestij sahibi olmak için insanların içeri girmek isteyebileceği zamanlara erdik sonunda.Bir insanı inandığı değer ya da herhangi geçersiz bir sebep için (ör;şiir yazmak) cezalandırırsan zamanı geldiğinde o dengeyi kırmak için her yol mübah olacaktır.
Ör: Yasalarda hiç tanımlanmamış bir eylem beraberinde yasayı ve akabinde suç unsurunu oluşturur ve yasa yazılır.
(Peter Lamborn Wilson) Bir bankaya girip “tuvaletini yapmak ihtiyaç iken” bu eylemin sosyal boyuttaki tanımı,oluşu ve değerlendirilmesi suç,ceza ve yasa kapsamındadır.Kişinin bilinç dahilinde davranışından sorumlu tutulması bireyi yöneten ve yönlendiren birimler dahilindedir.Ahlaki boyutta yasayı tanımlamak dünyanın en zor işi olsa gerek.Bu sebepledir ki “vicdan” olgusu gerçek ve gerçek üstü boyutta karşılığı olan tek olgudur.
Dünya da yaşarken aldığımız kararların her zaman bir sonucu olacaktır ve önemli olan bir insan için bile bu kararı “Hayat” yönünde vermiş olan biri olarak bütün dünyaya hatırlatmak istediğim bir döngüyü yaşıyorum.
(Uzayda yaşam başladığında kim hangi yasayı yazacak çok merak ediyorum doğrusu.)
Yasayı yazmanın ve zamana uyarlamanın tek yolu şuçu oluşturan tüm unsurları bir araya getirip suçun niteliğine göre o suçu işlemek ya da işlememektir.
Kendini sürekli yenilemesi gereken bir Adalet yapısını zamana uyarlamadığımız müddetçe suçluyu yaratmaya ya da suçsuzu cezalandırmaktan öteye geçemeyecek,insanın varlığını o bahsedilen yüksek ülkülerle asla buluşturamayacağız.
Ben doğmadan önce ülkemin eğitimsiz insanları %91 oy oranıyla korkularından Kenan Evren’e evet demişlerdi.Beki de sırf bu yüzden oy kullanmadan seçilmenin taraftarı oldum.Bu zamana kadar geçtiğimiz yüz yılda yazılmış bir kanun ve hatta tarihi tekrar aynısı gibi yaşatmak isteyen ve istemeyenlerin kavgasıyla yönetildik.Dünyaya yazdığı yasalarla hüküm veren padişahlarımız olduğu için Tv. Dizileriyle avunup gerçekte hiçte öyle olmayan bir psikodramayı yaşadık.Bizim kuşağımız bizden öncekilerin hayal dahi edemeyeceği bir evrene açtı gözlerini.Beynimiz o kadar sağlıklıydı ki mikro ve makro boyutta değerlendirdik herşeyi.Tarih bilincimiz dinazorlardan başlayıp uzaylılarla karşılaşacağımız o zaman eğrisinde gidip geldi çoğu zaman.Kendimizinde birer uzaylı olduğu ve insanoğlunun bu ruhani ve teknolojik yolculuğunda neleri hayal edebileceğini ve imkanlar dahilinde neleri kanıtlayabileceğimize zamanla hepiniz şahit oldu.Beynimiz o kadar çok genişleyebilen bir gezegendi ki işleyen sistemin kusursuzluğunu düşünür oldu zamanla.İnandığımız ve inanmadıklarımızla var olmaya devam edeceğiz.Ben doğmadan önce yazılmış bir yasa ile kalemlerinin kırıldığını kitaplardan okuduğumuz insanların kaderi değil bu yüzyılın kaderi ve eğer bu kadar hızlanmış bir dünyada kontrolünü kaybetmiş beyinlerle devam edilir ise bu yolculuğa inanın kaza kaçınılmazdır.Bu topraklara Türkiye Cumhuriyeti adını veren bir mimarın kanını taşımak yetmiyor bu zamanda yaşamam için.Onun aklı ile çıktığım çok uzun ve dikenli bir yolculuk benimkisi.Zamanın suçlu suçsuz bütün kurbanlarının yükünü taşıdığımı hissediyorum artık omuzlarımda.
“Bir çocuğun ölümü ile başlıyordu devrim” diyordum bir yazımda,daha kaçının çocuk kalmasını izleyeceksiniz...
Meşrutiyet mümkün...
Ana yasayı değiştir....!
Cevher Palabıyık 25 Aralık 2017/Antalya
1 note
·
View note