#iktidar aygıtı
Explore tagged Tumblr posts
seslimeram · 7 months ago
Text
Demokrasi Yerle Yeksan Edilirken...
Tumblr media
Denkliğini yitirmiş bir ülkenin demokrasi pratiği, heyula içerisinde yerle yeksan edilmeye devam olunandır. Erkanı muktedirin var ettiği dönüştürülmüş ülke bütün bu hengame hali ve isteminin içinde demokrasinin yapı sökümünü var eder. Yirmi bir yıllık iktidar pratiği, tümü yekpare kılınan hamlelerle birlikte demokrasinin varlığını laf kılar. Aleni bir halde, denetim, gözetim ve tahakküm veçheleri arasında bir istikamet cerahatin pratiklerini açık bir biçimde kullana gelen bir iktidar aygıtı var edilir. Demokrasi lafı sözde bırakılır. Açık bir biçimde tümüyle ortalamanın çoktan gerisine düşmüş olagelen bir tahayyülün çevresi, çerçevesi dahilinde şu ülke vahim sahalardan birisi olmayı başarır. Kademeli bir haldeki yıkıcılık, süreğen denetim, ardışık gözetim, sürekli baskının oluşturduğu düzlem belirgin bir çürüten, ezen, yıkan bir devlet anlayışını belirginleştirir. Yeni yüzyılın ülkesi cidden bu mudur?
Bütünüyle yerel seçimler sonrasında aldık mesajı denilip durulurken içte Kürd siyasetinin aktörlerinin, gazetecilerin hedef kılındığı bildiğimiz hamaset dolu, güdümlü yargının açık hedefi kılınan bir şablon çizilirken misal yeni yüzyılın ülkesi cidden bu mudur? Kayyum eliyle işlevselleştirilmiş olagelen bir yağma tiradına sahne kılınan belediyelerin, özellikle Bakur Kürdistan’ında olanların ardından çıkagelen kayyımı yeniden atama çabalarından, özellikle / bilinçle öne sürülen nefret edimine haiz kılınmış hedef gözetme hallerine bir biçimde, haberdar ettikleri için tüm bu olan biteni, Kürdistan coğrafyasındaki bozguncu, tahakkümcü, bir asırdır zerre dönüşmemiş olagelen Türklük imgesini, artık siyasal dinci bir kaplamayla birlikte imal etme mücadelesinin ardından nasıl bir demokratik ülkeden bahis açılabilir ki? İçteki bu daraltılmış, birkaç cümleye sıkıştırılmış olagelen aslında ol ömür boyu sürdürüle duran bir tahakküm veçhesi söz konusuyken demokrasinin varlığını kim nasıl kanıtlayacaktır. Dışta, Irak Kürdistan’ının cendereye alınmasından, PKK öne sürülerek var edilmek istenen yeni kırım operasyonu için icazet almalardan, Irak yönetimi ile var edilen mutabakatlardaki dikkat çekici ayrımcılık hallerine o demokrasicilik lafzını ezmek, yıkmak dışında Mezopotamya halklarının hangi yaralarına merhem olunacaktır ki sahi ama sahiden? Bir dargın bir barışık Yunanistan’dan, ellerinin altındaki bir zorbanın ta kendisi olarak varlığını hem baş efendiye, hem de Rus despotuna bağlayan Aliyev gibi bir temsilin önüne yem olarak atılan Ermenistan’ın kaderine / kederine terk edilmiş halini var eden bir yıkım halini alttan alta destekleyen bir ülkenin varlığı 109 koca yıl sonrası halen aynı travmalarla yol arayan bir ülkenin imgesi düşündürücü değil midir? Yetmedi mi onca eza?
Mezopotamya Ajansına bağlanalım: “DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, tüm hilelere rağmen seçimlerde büyük bir başarı elde ettiklerine işaret ederek, kayyımcı anlayışı geri püskürttüklerini söyledi. Hatimoğulları, Özgür Basın'a dönük saldırılara da tepki gösterdi.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, partisinin il eşbaşkanları toplantısı öncesinde gündemdeki gelişmelere dair açıklama yaptı. Hatimoğulları, toplantıda önümüzdeki sürecin yol haritasını belirleyeceklerini belirtti. Hatimoğulları, "Toplum huzura kavuşmak, mutlu olmak istiyor, sorunlarına gerçek anlamda çözüm üretecek bir siyasetin ortaya çıkmasını istiyor. Biz DEM Parti olarak bütün Türkiye halklarına buradan ilan ediyoruz ki, sizin verdiğiniz mesajı gayet iyi anladık, bu mesaj çerçevesinde siyasetimizi yürüteceğiz." dedi.
Şırnex ve Wan Direnişleri
Hatimoğulları, iktidarın 32 merkeze asker ve polis kaydırarak seçimleri kazanmayı hedeflediğini kaydetti. Hatimoğulları, "Ama bizler bunu da bertaraf ettik önemli oranda. 10 merkezimizde kazandığını zanneden AKP, bu seçimlerde bir kazanç elde etmemiştir. Şırnak halkının kayyım seçmene karşı göstermiş olduğu direnişi buradan kutluyoruz. Şırnak’ta 10 bine yakın asker ve polisi gelip oy kullandığı bir yerde 2 bin küsur bir oyla bizler bu seçimleri tırnak içinde kaybetmişiz gibi gözüksek de bu seçimin kazananı DEM Parti’dir" diye kaydetti.
Hatimoğulları, Wan'daki irade gaspına karşı ortaya konulan direnişe de değindi. Hatimoğulları, "Bu girişimi boşa çıkaran Van halkına ve il örgütüne teşekkür ediyorum. Sizler bizlere bir kez daha şunu göstermiş oldunuz; halkın örgütlü gücüyle bizler bu anlayışı geri püskürtebileceğimizi bir kez daha hatırlamış ve göstermiş olduk" ifadelerini kullandı. Hatimoğulları, seçmenlerin otoriterleşmeye, özgürlüklerin kısıtlanmasına, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, hayat pahalılığına, kadın katliamlarına "dur" dediğini ifade etti.
Kobanê Davası Çağrısı
16 Mayıs'ta görülecek Kobanê Davası duruşmasına dikkati çeken Hatimoğulları, "Bu dava, düşüncenin ve ifade özgürlüğünün ortadan kaldıran en önemli örneklerden biri olarak Türkiye tarihinde siyasete kara harflerle yazılmış olacak bir örnektir. Türkiye’de bu iktidara 'dur' diyen, bu iktidara 'artık yeter' diyen her kesimden destek bekliyoruz. Kobanê Kumpas Davası'na biz Türkiye halkları, ezilenleri ve sömürülenleri olarak dur demeyi başarırsak Türkiye’de aydınlık sayfaların açılmasının zamanı yakın demektir. Kobanê Kumpas Davası'nda dayanışalım ve kararın gerçekten demokrasinin lehine, siyaset yapma özgürlüğünün lehine çıkmasını sağlayalım. Orada haksız ve hukuksuz yere tutuklu bulunan başta Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel, Ayla Akat ve buradan ismini sayamadığım bütün arkadaşlarımızın derhal serbest bırakılmasının gerektiğinin altını çiziyoruz" şeklinde konuştu.
'Asıl İşimiz Şimdi Başlıyor'
"Bizler Kürdistan’da kayyımcı zihniyeti göndererek başarıya imza attık" diyen Hatimoğulları, "En büyük başarılarımızdan biri de bu rejime ve otoriterleşmeye dur deme konusunda ortaya koyduğumuz adımdır. Özellikle Kent Uzlaşısı formülasyonu ile ortaya koyduğumuz tutum DEM Parti’nin Türkiye halklarına sorumluluğunu yerine getirdiği tarihsel bir dönemeçtir. Bizler batıda Kent Uzlaşısıyla çok ciddi sonuçlar elde ettik. Türkiye genelinde ortaya çıkan bu haritada DEM Parti seçmenimizin, Kürt halkının katkısı Kürdistan’da olduğu kadar batıda da çok büyük olmuştur. Bu süreçte bizler bu katkıyı sağlayarak aslında 3’üncü Yol’un ve demokratik cumhuriyetin inşasının yollarını açmak istedik bu konuda büyük bir başarıya imza attık. Asıl işimiz şimdi başlıyor. Şu anda Türkiye’de bahsettiğimiz bütün bu toplumsal alanlarda yaşanan sorunlar, bu iktidarın bu toplumsal alanlardaki sorunları derinleştirmesine karşı şayet seçmen ve Türkiye halkları hep birlikte dur dediyse o halde muhalefetin ve DEM Parti’nin önünü açmış demektir. O halde bizler bu açılan yola doğru girmek, bu kanalları doğru örgütlemek gibi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıyayız" ifadelerini kullandı.
'Mesajı Gayet İyi Anladık'
Hatimoğulları, "Toplum huzura kavuşmak, mutlu olmak istiyor, sorunlarına gerçek anlamda çözüm üretecek bir siyasetin ortaya çıkmasını istiyor. Biz DEM Parti olarak bütün Türkiye halklarına buradan ilan ediyoruz ki, sizin verdiğiniz mesajı gayet iyi anladık, bu mesaj çerçevesinde siyasetimizi yürüteceğiz. Bu seçimlerde Kürt halkı ortak yaşam konusunda bir yandan, ‘Ben irademe sahip çıkıyorum’ dedi bir yandan, ‘ortak yaşam konusunda ısrarcıyım’ dedi. Türkiye halkları olarak da Kürt halkının bu mesajını en iyi şekilde almak değerlendirmek ve önümüzdeki dönem siyasetini bu çerçevede şekillendirmek gibi bir görev ve sorumluluğu var siyasetin. DEM Parti olarak bu konuda üzerimize düşen bütün görev ve sorumluluğumuzu yerine getirmeye hazırız. Elimizi taşın altına koyduk bu çalışmaları yapacağız" şeklinde konuştu.
Anayasa Tartışmaları
Yeni anayasa tartışmalarına değinen Hatimoğulları, "Evet yeni ve demokratik bir anayasaya ihtiyaç var. Şimdi söyleyeceğimizi iktidar muhalefet ve bütün toplumsal dinamikler lütfen can kulağı ile dinlesin; Biz DEM Parti olarak anayasa tartışmalarını toplumla birlikte yapmak üzere hazırlıklarımıza başladık. Anayasa tartışmalarının yeni kapı gibi iktidarın can simidi olmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Toplumun hakiki ihtiyaçları üzerinden anayasa tartışmaları ilerlemelidir. Siyasi partileri aşan en geniş mutabakatı hedefleyen anayasa tartışmaları hedeflemeliyiz" diye kaydetti.
Bayrak İddialarına Yanıt
İktidar medyası tarafından "bayrak indirildi" iddiasıyla belediyelerin hedef alınmasına da tepki gösteren Hatimoğulları, şunları söyledi: "Bu külliyen yalandır. Bizim sembollerle, bayrakla bir sorunumuz yoktur. Türkiye kamuoyunu olası bir kayyım gaspıyla ilgili hazırlamaya çalışıyorlar. Bunun için bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Bu yalan yanlış haberler bu yalan ifadelerin nedeni budur. Bunlar bayrağı kullanarak bir rant alanı yaratmak istiyorlar" dedi.
1 Mayıs Çağrısı
Hatimoğulları, 1 Mayıs kutlamalarına işaret ederek, "8 Mart’ın, Newroz’un ve 31 Mart seçimlerinin ruhunu 1 Mayıs alanlarına taşımak gibi bir görev ve sorumluluğumuz var. ‘1 Mayıs’ta emeğin ve özgürlüğün ülkesini kurmak için geliyoruz’ şiarıyla Taksim’de, Van’da, Batman’da, Amed’te, Çukurova’da, Karadeniz ve İç Anadolu’da Türkiye’nin dört bir yanında emek ve meslek örgütleri ve demokrasi güçleriyle birlikte alanlarda olacağız. Alanlardan bizler şunu bir kez daha haykıracağız; Savaşa değil, barışa, işe, aşa, ekmeğe bütçe istiyoruz. Bu talepte bulunan milyonlarca insanın alanlarda meydanlarda birlikte olmak için 1 Mayıs alanlarında olalım" çağrısı yaptı.
Özgür Basın’a Dönük Saldırılara Tepki
Özgür Basın çalışanlarına dönük saldırı ve gözaltılara da tepki gösteren Hatimoğulları, "Şimdi sarayın tekelini sağlamlaştırmak ve gerçek haber alınmasını engellemek için operasyon gerçekleşti. Bu operasyon sadece özgür basına yönelik değildir. Yurttaşın haber alma hakkını engelleyen bir operasyondur. Bu operasyon, gözaltı ve tutuklamaları kınıyoruz. Demokratik bir anayasadan bahsedeceksek başta basın özgürlüğü olmalıdır. Basın emekçilerinin tamamı cezaevlerinden tahliye edilmelidir" ifadelerini kullandı.”
Tümüyle ülkenin vardığı istikameti bildirmesi açısından Tülay Hatimoğulları’nın beyanı olduğu gibi yalın bir gerçekliği imlemektedir. Demokrasi tahayyülünün kenara terk edilip, üstünün çizilmek istendiği bir zeminde Wan ve Şırnex’te olduğu gibi farklı açmazlar başı sonu belirsiz bir gasp etme tahayyülüne karşı hiçbir şeyin son dakikaya kadar bitmediğini örnekler. Özellikle, kayyım idaresi altında ezilmiş milyarlarca liralık büyük bir meblağın, hangi vatan, millet sevgisine dahil olduğu bir kere daha konuşulması elzem olandır. Belli, başlı başlı bir kriter olarak nefreti / hiddeti ve linci doğrudan Kürd siyaseti hareketi üstüne salan bir akım karşısında mücadelenin elzem hali bir kere daha hatırlatılır. Denkliğini yitirmiş bir ülkenin demokrasi pratiği, heyula içerisinde yerle yeksan edilmeye devam olunandır. Tümden bir itiraz odağını var etmeye çabalayan Türk dışındaki bu sahnede yaşama tutunanların ortak dertlerinin çokluğu zaten başlı başına meseli de özetlemektedir. Kalan her şey Tülay Hatimoğulları’nın demeçlerinde bildirilir. Görmesini bilene.
Demokrasi isteminin / izleğinin / meselinin kazara değil bile isteye saf dışına ötelendiği bir zeminde olmakta olanın yıkıcı / tarumar eden bir kısır döngüden ötesi olmadığı artık, şu raddede muhakkaktır. Her seçim tantanası sonrasında daha iyisini eyleyeceğiz, daha da güzel bir ülkeyi var edeceğiz, herkesin mesajını aldık diye çıkagelirken muktedir, alenen ve tamamen bir yıkıcılık eksenini güncellemeye devam eder. Demokrasicilik oyununu en olmadık suretlerde bir yıkıma yön tayini için var eden bir ülkenin hakikaten de yıldırıyla, onca düş kırımıyla, bariz tahakküm halleri ve bitimsiz boyunduruk ve cenderelerle hali her nice olur, olacaktır ki! Devlet halk içindir tezini çoktan çürütmüş, kepazeliklerle bir yandan, yağmacılıkla diğer yandan, kemer sıkma politikalarından bir tek itiraz sesine dahi tahammül edilemeyecek olduğunu göstere gelen tüm karşılamalardan sonra demokrasinin bir hiçliğe mahkum edilmesi dert değil midir? Bir koca asrı heder etmiş olan yerde daha da tüketilecek / ezilecek bir zaman söz konusu mudur? Bu mudur, bu hallerle midir o nihai güncellenmiş, güçlü ülke?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Full Moon In Broad Daylight. Bridge. Seaside. Promenade – Selma GÜRBÜZ – 2011
0 notes
kalpherzamansoldanatar · 4 years ago
Text
Tumblr media
İstanbul Sözleşmesi yeter mi?
Evet, 2011 yılında yandaşların yazdığına göre AB’ye üyelik için verilmiş olan bir taviz İstanbul Sözleşmesi’ne atılan imza… Yine yandaşlara göre artık AB üyeliği söz konusu olmadığına göre aile değerlerine, örf ve adetlere ters olan bu sözleşmeden Türkiye’nin imzası çekilmeli.
Gerici iktidarlara sahip Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde de durum benzer gerekçelerle aynı… 1990’larla birlikte dünyada ilerici değerlerin hızla terk edildiği bir tarihsellikte, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları hızla artarken, Avrupa Konseyi’nin “Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair” biz sözleşmeyi gündeme getirmesi tesadüf değil elbette…
En kaba ifadeyle kadına yönelik ve aile içi şiddetin, kadın cinayetlerinin engellenmesi için önemli bir sözleşmeden bahsediyoruz. Peki, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı tarihe kadar ve o tarihten bugüne kadar ülkemizde neler oldu?
Öncelikle, Türkiye’de 1923 Cumhuriyeti’nin ilerici kazanımları, başta laiklik olmak üzere, tasfiye edildi. Laiklik birçoğunun bugüne kadar tartıştığı gibi ceberut devletin halkın değerleri üzerindeki baskı aygıtı mıydı? Yoksa toplumsal yaşamın özellikle kadınlar açısından bir güvencesi miydi? Elbette ikincisi.
Cumhuriyet’in ilerici değerlerine dönük saldırıda laikliğin tasfiyesi önemli bir dönemeçti. Böylece, etnik kimlikler, dini aidiyetler birer mücadele alanı, dini cemaatler, tarikatlar, onların uzantıları olan dernek ve vakıflar sivil toplum örgütleri olarak toplumsal yaşama ve siyasete nüfuz ederek toplumun yeni rejime uygun hale getirilmesinde önemli roller alacaktı. Kadınların toplumsal yaşamdan ve siyasetten uzaklaştırılarak, siyasetin içi de bir anlamda boşaltılmış olacak, emekçi kitleler böylece siyasetin dışına itilecekti.
Öyle de oldu. Türbana özgürlük eylemleri kimi solcu ve devrimci örgütlenmeler tarafından da “özgürlüklere sahip çıkmak” adına sahiplenildi. Kadını ikincilleştiren bir siyasi simge “özgürlüktü” artık. Laikliği, özgürlükçü laiklik, inançlara özgürlük, demokratik laiklik gibi sahte kavramsallaştırmalarla bir güzel sulandırıp ardından, dönemin TBMM Başkanı’nın “Anayasa’da laiklik olmaz” deme cüretini göstermesini sağlayacak noktaya getirerek tasfiye ettiler elbirliği ile.
İktidar, kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu vaaz ederken, kadınlar her gün katledilirken, çocuk istismarları “9 yaşında kız çocuğu evlendirilebilir” fetvalarıyla devam ederken, din siyasetin ve toplumun yeniden yapılandırılmasında önemli bir araç işlevi görürken, “muhalifler” Türkiye’de bir laiklik sorunu olmadığını söylemeye, kara çarşafa rozetler takmaya, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katılmaya, mitinglerini dualar ve namazlarla açmaya, Şeyh Sait gibi işbirlikçi bir yobazın adını meydanlara vermeye ve anmalar düzenlemeye devam ettiler…
İktidar yeni rejimi kurarken, “muhalefet” de bu yeni rejimdeki yerini alıyordu.
Müfredatta fen ve matematik dersleri azaltılarak, din içerikli dersler arttırılırken, eğitim dini değerlere göre yeniden yapılandırıldı, okullarda ENSAR Vakfı gibi çocuk istismarına adı karışmış dini örgütlenmelerle değerler eğitimi için protokoller imzalandı, türban kreşlere kadar girerken, okullarda haremlik selamlık uygulamalar hayata geçirildi. Laik eğitim kurumlarının yerini hızla medreseler ve imam hatipler aldı. Müftüler nikâh yetkisi, imamlar okullarda, boşanma davalarında, yurtlarda arabuluculuk, danışmanlık yetki ve görevleri ile donatıldı.
Kadın artık sadece aile içerisinde, tamamlayıcı bir varlıktı ve işgücüne katılımı sermayenin ihtiyacına binaen yedekte tutuluyor, en güvencesiz koşullarda ve sefalet ücretiyle piyasaya dâhil olabiliyordu. Evde çocuğuna bakarken ve ailevi sorumluluklarını yerine getirirken çalışabilecekti artık!
Eh bu koşullarda İstanbul Sözleşmesi elbette aile değerlerine, örf ve adetlere tersti. AB’ye üyelik söz konusu değilse, buna da ihtiyaç yoktu. Ne de olsa laiklik tasfiye edilmişti. Herkes özgürdü! Bize de yürürlüğe girdiği tarihten bu yana hiçbir koşulu yerine getirilmeyen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmaması için mücadele etmek düşüyordu. Hem de bütün bu gerici kuşatmaya ortak olan bir takım “kadın örgütleri” ile birlikte…
Pekiyi, laikliğin olmadığı yerde İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını beklemek ne kadar gerçekçi? İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için önce laikliğe amasız fakatsız sahip çıkmak gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için dinin toplumsal yaşamda ve siyasetteki yerini reddetmek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için imam hatiplerin, Diyanet’in, cemaat ve tarikatların, dinci gerici dernek ve vakıfların kapatılmasını istemek gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını istemek için emekçileri teslim almak üzere her geçen gün artan gerici kuşatmayı parçalamak gerekiyor.
O yüzden İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı Yasa da tek başına bir şey ifade etmiyor maalesef. Her ikisinin de uygulanmasının koşulu olan zemin ayaklarımızın altından çekilmişken tek başına, her şeyden yalıtılmış, karşımızdaki bütünlüklü saldırıyı gözden kaçıran bir direniş ne kadar değerli olsa da yeterli olmuyor…
Kadınların bugün sözleşmenin ve yasanın uygulanması için ayağa kalkması büyük önem taşıyor. Ancak, bu sözleşmenin ve 6284 sayılı yasanın uygulanabilmesinin koşullarını ortadan kaldıranlarla kol kola girildiği takdirde hiçbir kazanım elde edilemeyeceği gibi, bizi karanlıkla kuşatanların değirmenine su taşıyacağımızı bilelim. Safları netleştirmezsek, ellerinde kılıçla minbere de çıkarlar, hilafet isteyerek sokaklara da dökülürler, her gün onlarcamızı da katlederler, çocuklarımızın geleceğini istismarla, gerici ideolojilerle teslim almaya da devam ederler.
Gericiliğin özgürlüğü bugün yaşadığımız karanlıktan başka bir şey değildir. O yüzden gericiliğin özgürlüğü olmaz! O yüzden İstanbul Sözleşmesi önemlidir evet ama yetmez. O yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne de, 6284 sayılı yasaya da sahip çıkarken, sıfatsız, amasız ve fakatsız laiklik için de ayağa kalkacağız. O yüzden laikliği tasfiye edecek kadar gericileşen sermayeye karşı ve onun temsil ettiği burjuva ahlakının çürük temellerini ortadan kaldırmak için mücadeleden geçer kadınların özgürlüğü…
Bizler, karanlığı örgütleyenlerle aynı safta olamayız. Bizleri daha fazla sömürmek ve teslim almak için bu karanlığı besleyenlerle aynı safta olamayız. Çocuklarımızın geleceğini yobaz zihniyete teslim etmek için örgütlenip bugün takiyye yapanlarla aynı safta olamayız! Bizler, ekmeği de, gülleri de isteyenleriz! İşte bu yüzden bu mücadelede saflar vardır, safımız da bellidir!
Yaptık, yine ve daha örgütlü, daha kararlı yaparız. Bütünlüğü gözden kaçırmadan, ölümden korkmadan ama sıtmaya da razı gelmeden, bataklığı kurutmak için karanlığı örgütleyenlerle yolumuzu ayıralım. Mücadelemizin bütünlüğünü görelim. Sivrisineklerden kurtulmak için bataklığı kurutmak üzere ayağa kalkalım yeniden. Sadece kendimiz için değil, ülkenin aydınlık geleceği için…
Umut Kuruç (Gazete Manifesto)
18 notes · View notes
penyezperev · 5 years ago
Text
Tolstoy'a göre, devlet aygıtı dört iktidar aygıtı aracılığıyla zorbalığını sürdürür. Bu dört aygıt bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Birincisi devletin din ve yurtseverlik ile birey üzerinde yarattığı hipnotize olma halidir. Devletin vatandaşlarını hile ile yanıltmasına dayanır. İkinci aygıt suistimalidir. Alınan vergiler sayesinde devlet, halkı köleleştirmek için gerekli olan memurları barındırır. Üçüncü aygıt göz korkutma yıldırmadır. Devlet mutlak bir itaat gösterilmesi gereken ve herkesin yücelttiği kutsal bir öğe gibi sunulur. Dördüncü aygıt zorunlu askerlik hizmetidir, bu aygıt devletin ezdiklerinin yardımıyla baskıyı sürdürmesini sağlar. Tolstoy inancı gereği askerlik yapmamayı savunur. Tolstoy'un tasavvur ettiği toplum, bilimlerin ve tekniğin gelişmesinin yarattığı sanayi toplumu değil, otorite ve baskıyı meşrulaştırmayan, iktidara ihtiyacı olmayan ilkel tarımsal komündür. Anarşizm / Bakunin, Kıvanç Kardeşler
12 notes · View notes
ilkantagonist · 4 years ago
Text
HDP - Otzovizm- CHP 
Siyaset, doğası gereği hegomonya savaşı'nın bir aracı, birinin diğeri üzerinde tahakküm kurma aygıtı olarak savaş dışı bir mücadele yöntemi olarak tarih sahnesine çıktı. Burjuvazi'nin feodalizmi yıkıntıya uğratıp, bir üst aşamaya geçmesi ile burjuva demokrasinin ilk adımları atılmış oldu. Siyaset o günden sonra,  burjuvazinin kendi biçimlendirdiği yasalar yoluyla kendi elinde tuttuğu, tekelci sermaye iktidarından başka birşey olmadı. Onu yıkıma uğratan ilk olarak; halk demokrasinin, halkın kısa süreliğine yönetime el koyma biçimi olarak ilk elden Paris komünü oldu diyebiliriz. Ardından 1917 Ekim (Kasım) Bolşevik devrimi ile burjuva siyasetine, yani halktan kopuk, bir grup ayrıcalıklının, otokrasinin, iktidarına son verme yolu ile  dengeler değişti. Kapitalistlerin içinde bulunduğu kriz aynı zamanda burjuva siyasetin siyasi bir krizi olarak Devrimleri açığa çıkardı.  Sovyetler Birliğinin reformist çizgiye geçmesiyle ve daha sonra ise sosyalist kalmakta direnen ardından yıkılan ülkelerin çöküşüyle, burjuva siyaseti; ezen ile ezilen arasındaki savaşımda en gerici faşizan yol ve yöntemleri izleyerek varoluşsal krizini bir şekilde sürdürüp iktidarını devam ettirdi.
 Ezen ile ezilen arasındaki amansız  savaş bugün de hala yürürlükte, araç ve yöntemleri farklılık göstersede savaşım sınıfsal ve ulusal boyutları ile bir çok ülkede sürüyor.  Bunun bir ayağında da bulunduğumuz coğrafya Türkiye yer alıyor.  Ülkemizdeki siyasi hegomonya savaşı'nın siyasi boyutu ve dengeleri hem askeri bölgesel yayılmacı hevesler ile dışta, hem de siyasi olarak içte her geçen gün büyük krizler yaratarak değişip ve derinleşmekte.  HDP'li ve CHP'li vekillerin vekilliğinin düşürülmeside bu siyasi krizin bir devamı. Kriz ilk olarak 7 Haziran'da HDP'nin ''iktidarı ortadan'' kaldırması ile derinleşti.  Devlet, bu hegomonya savaşında ezilenlerin halk iktidarına; demokratik yoldan yürüyüşünü engellemek için büyük bir savaş konseptini devreye koydu. Herkesin bildiği 4 Kasım siyasi darbesi tüm yaşananların başlangıcıydı. Bu süreçte katkıları hiç unutulmayacak olan anamuhalefet partisi CHP, sürecin önünü tıkamak yerine sürecin önünü açan bir misyon üstlenmişti; Çünkü ilerici demokrat kitlesi HDP'ye kanalize oluyordu. Özellikle başta Aleviler. CHP bu tehlikeyi görünce; Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz düsturu ile hareket edip, çöken politik İslamcı rejime bir can simidi oldu. Hem iktidarın koltuğunu sağlamlaştırdı hem de  HDP'li vekilleri tutuklatıp, iktidar ile kol kola HDP'yi kriminalize ederek kendi kitlesini tekrar konsolide etmeye calıştı. Peki sonuç? Kazdığı kuyuya kendi düştü; kendi vekilinin dokunulmazlığı kendi eliyle düşürülmüş oldu. Ve  bugün ise kendisi bunun ''ceremesini çekiyor.''
CHP kitlesinin, Vekilliği düşürülen HDP'li vekillerin ismini dahi anmaktan korkan, demokrasi dışı tutum takınmakta ısrar eden partisinin içinde bulunduğu bu durumun bilincine varıp, ona göre hareket etmesi, hesap sorması beklenir, bugün itibariyle artık CHP' de saf tutması değil. 
HDP cephesinde ise, yoğun saldırılar, faşizan baskı siyaseti, onu geri çekilmeye itsede bir şekilde ''yetersiz'' direnme gücü ile politikasını yapmayı sürdürdü ve sürdürmeye çalışıyor. Tabi bunu yaparken son AKP -MHP darbesi ardından kitlesinden ve kimi içindeki çevrelerden HDP'nin sine-i millet'e dönmesi tekrar  talep edilir oldu. Ve bir gecede bu sosyal medyaya çok net yansıdı. Yani kitlesi ve onunla yol yürüyen yapıların bir kısmı onu geri çağırıyor. Buna Rusya'da bolşeviklere, Bolşevikler içinden yapılan cağrı ile  otzovizm denir yani; tüm legal yapıları terk edin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hiç bir kurum ve kuruluşunda bulunmayın manasına gelir. Bu duygusal bir kopuştan öte kitlelerde başka bir siyasi bilincin açığa çıktığını da göstermektedir: İllegalizm. Lakin bunu söyleyenlerin kaçırdığı birşey var ki; HDP Bolşevikler gibi  Marksist-Leninist bir örgüt olmadığı için, salt demokratik siyaseti benimsediği için bunun olması mümkün değildir, ki Lenin önderliğindeki bolşevikler geri çağırma durumuna, meclisi terk etmeye kökten karşıdır, hem legal, hem illegal çalışmayı yürütme  Komünist Parti'nin  yöntemidir. HDP'den bunu isteyenler, geri cağıranlar tam olarak ne istediğini de ortaya koymakla yükümlüdür. Çünkü, demokratik siyasetin demokrasi cephesini oluşturan HDP'nin bunu yapma koşulu yoktur. Onun daha fazla bulunduğu kazanılmış mevziyi koruması gerekmektedir.
Neden? Eğer siyaset bir hegomonya savaşı ise, Burjuvazinin ahırı olan parlamento; ezilenlerin sesini yükseltiği, ezenleri teşhir ettiği, onu ezilen halk kitleleri için bir muhalefet kürsüsüne çevirdiği, devletin yozlaşmış tüm kirli çalışmalarını ortaya döktüğü bir siyasi arenaya çevirme görev ve sorumlulukları vardır. Saldırılar 90'lardan bugüne, ilk olmadığı gibi demokratik halk iktidarı kuruluncaya dek sonda olmayacaktır. Bugün HDP'nin sine-i millet'e değil, burjuva parlamentosunu içeride vekilleri, dışarıda halk kitlesi ile çalıştırılamaz -ki zaten çalışmıyor- hale getirmelidir. Parlamento'nun  işlevsizliğini, bize geri dönün diyen kitleler  - ki bu kitleler demokratik direnişe hazır olduğunu beyan ediyorlar, sosyal şovenler dahil-  ile birlikte, direniş mevzisine çevirip ezilen halk  kitlelerinin talebine cevap vermelidir. İşte burası çok önemli: Ezen-ezilen karşıtlığının mücadele yöntem ve aracı siyaset, takrar edersek; hegomonya savaşı, halkların birleşik demokratik cephesi HDP'nin bu hegomonya savaşıyla halk kitlelerinin önüne düşüp, demokratik halk iktidarını kurmaya yönelik fiili meşru mücadele yöntemlerini en hızlı bir şekilde devreye koyması gerektirnektedir. Bugün kitlelerinin özlemini duyduğu politik özgürlük sorunlarının ortadan kalkması, ancak HDP'nin yüzünü en geniş demokratik direniş cephesini oluşturarak, meclis-sokak diyalektiğini iyi hesaplayarak geçmişin kazanımlarına  yaslanarak, geleceğin zaferlerine doğru dönmelidir. Buna erken seçim dahil, hükümet istifa kampanya ve yürüyüşleri ile birleşik bir demokrasi cephesinin ilk adımlarını atmalıdır. Çünkü bugün yaşananlar AKP-MHP iktidarının iktidar kaybı korkusu sonucundan dolayı yapılıyor,  başka başka türlü okunamaz. Bu yönetememe krizi içerisinde iktidarda kalmalarının tek yolu saldırı siyasetidir, iktidarda sadece saldırı siyaseti ile kalabilirler. HDP dışında,  buna alternatif  başka siyasi mecra bulunmamaktadır, yaşanan darbeye karşı açıklama yapmaktan korkan yeni kurulmuş bulunan AKP artığı partiler dahi.  HDP, artık meşruiyetleri dahi tartışılmayan bu zihniyetin, iktidar dışına atılması için siyasetin öncüsü konumunda olması gerekir; yaşananlar faşizmdir ve buna karşı HDP'nin siyasetini sokakta anti-faşist hareketle buluşturması ezilen halk kitlelerinin özlemidir. 
1 note · View note
erenaksoyoglu · 5 years ago
Text
Nasıl sona erecek?
Sandığın konulması demokrasiyi tek başına açıklamaya yetmezken daha fazlasını isteyen bir grup kentli geriye kalanları bir uygarlık ölçütüne sürüklemeye çalışıyor. Bu girişimin her defasında başarılı olması modern toplumu da şekillendiriyor. Ancak Ortadoğu’da bir ülkede sürüklenmeyen çoğunluğun öyküsünü yazmaya soyunanlar var. Sancılar, acılar ve gözyaşları da buna ilişkin. Ülkenin piyasacı ve gerici partisi pek çok aygıtı kullanarak tırnaklarını topluma geçirmiş, ilerici güçleri ise paramparça. Bir süre önce süregelen tartışma zeminini kaybedilmiş. Yerel seçimler yapılınca nefes alacak birkaç delik açılmış. Ancak içeride ve dışarıdaki bir takım gelişmeler yapılan anket çalışmalarında da belirtildiği üzere iktidarda olan partiye can suyu vermiş. Ekonomik krizin sosyal etkileri ülkeyi sarsıyor. Her bir köşede çarpıcı gelişmeler var. Ülkenin üzerine kurulduğu coğrafyada güneşli tarlalar da var, karabasanlı evler de. Onur, her gece o evlerde hayatta kalma mücadelesi veriyor. Yaşamın doğası her şeyin kötüye gitmesine engel ama iyi şeyler görünmeyecek kadar az veya yetersiz. Aklı başında herhangi bir yabancıyı bu ülkenin kentlerine veya kasabalarına soksanız “nasıl sona ereceğini” hemen sorgulayacak, muhtemelen iktidara bir son kullanma tarihi bile biçecektir. Bütün veriler ve yaşanan her şey bu Pazar günü seçmenin önüne sandık koysanız iktidarın barajı aşamaz görüntüsünü anlatır. Ama defalarca kez deneyimlediğimiz gibi bu bir türlü olmuyor. Doğa bilimleri defalarca kez giriştiği deneylerde 1 defa farklı sonuç almanın yeterli olduğunu söyler. Ancak sosyal bilimlerin hiçbir gerçekliği bunu anlatmaya yetmiyor. İktidardaki parti bırakın duraklamayı, geriye gitme ivmesini bile yeterli görmediği bir ortamda mutlak gücünü sürdürmeye devam ediyor. Ülkenin sosyal demokrat partisi ise büyük bir sessizliğe gömülmüş durumda. Bu fırtına öncesi sessizliğiyse iyi, değilse kötü. Bütün şartlar bir iktidar değişikliğini zorunlu kılarken AKP’den kurtulup BKP’ye yakalanma riski de mevcut. Bundan korunmak, dahası tarihsel bir fırsatı kaçırmamak için geniş toplumsal tabakaların önüne esaslı bir program koymak şart. Ülkenin sosyal demokrat partisi bunu yapabilirse yerel seçimlerde elde ettiği göreli başarıyı esaslı hale getirebilir. Bunu gözardı ederse parti liderinin çok korktuğu SHP’ye dönüşme riskiyle karşı karşıya kalınabilir. Bu yüzden ısrarla programa, ısrarla vizyona ve ısrarla kuşaklara dayanan kadro hareketlerine bakmak gerekiyor. Nasıl sona erecek? Bunu ülkenin sosyal demokrat partisinin performansı belirleyecek.
Bir Yol, 9 Kasım 2019
1 note · View note
benimpencerelerim · 2 years ago
Text
KAN ve OY
Kan politikası: Savaş uçaklarıyla seçime gitmek
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşuyor:
"Bu örgütün parlamentomuzdaki uzantılarını görmezden gelemeyiz…” "2023 seçimlerini bu anlamda çok çok önemli buluyorum. Ülkemizi kana bulayan kadın ve çocuk katillerinin arkasında duranlar işlenen insanlık suçuna ortaktır. Daha yeni, İstiklal Caddesi'ndeki terör eylemini neyle izah edecekler? Ana muhalefet ve yavrusu konuştu mu? Konuşacak sözleri yok. Şehit edilen 3 yaşındaki yavrumuzun kanını yerde bırakmayalım derken aynı zamanda sandıkta da bırakmayalım."
Ne diyor burada? Ben asker-polis-yargı eliyle vurdukça vuruyorum, siz de oy vermezseniz “biz kazandık” gitti. Kim bu biz? Erdoğan-Bahçeli-Soylu-Perinçek bloku. Esasen, muhalefetin söylemesi gerekeni ondan çok daha açık biçimde söylüyor, savaşın hedefi sandık diyor açıkça. Kanı oya tahvil etme siyaseti bu. Kan siyaseti.
ÇOCUKLARI ŞEHİTLİĞE YATIRMAK Hiçbir şey yeni değil. Erdoğan bu konuşmanın bir benzerini, kan, bayrak, terör filan motifleri de dahil 2018 seçimlerinden önce Maraş’ta yapmıştı. O konuşma sırasında tiyatral bir düzenleme vardı: Küçük bir kız çocuğu, asker giysileriyle ve cebinde bayrakla sahnede konuşan Erdoğan’ın yanına çıkarıldı. Erdoğan, korku içinde ağlayan çocuğu göstererek, “Cebinde bayrağı. Şehit olunca üstüne örtülecek.” O günlerin ünlü sloganı da şuydu: “Reis bizi Afrin’e götür.”
Darbe sonrası, darbe fırsatıyla hız verilen yeni rejimin temel siyaseti o gün bugündür berdevam: Savaşı ana siyasal araç haline getirmek, toplumu dinci ve ırkçı nutuklar eşliğinde militarize etmek.
DİKTATORYA İHTİYACI
Toplumun militarizasyonu, savaşı, çatışmayı temel araç haline getirme hedefi, sadece Kürt meselesinden kaynaklanmıyor elbette, ekonomide yokluğu, yoksulluğu genişletme ve derinleştirme siyasetinin doğal bir gereği bu militarizasyon: Yokluk yoksulluk ne kadar artarsa artsın, gıkını çıkaracak kimsenin kalmaması lazım. Askeri-polisiye şiddet aygıtı her an her hak talebinin, hak mücadelesinin ensesinde. İşte 25 Kasım’da kadınlara reva görülen uygulamalar bunun basit sonuçlarından biri. Terör, hamaset, din, millet filan öğeleriyle bezenen nutukların arkasında yatan hakikat, ekonomideki talancı tercihlerin ancak bir diktatorya kurularak sürdürülebileceği. Hasılı, seçimden önceki manzara 2018’deki seçimden önce olduğundan pek farklı değil. O zaman bu iktidarla mücadelenin yolu açık biçimde görünüyordu: Ya herkes bayrağını cebine koyacak ve Afrin sloganlarına katılacak ya da bu politikalara karşı politikalar üretilecek. O zaman da görünen kılavuz istemiyordu, şimdi de istemiyor. SEÇİME SAVAŞ UÇAKLARIYLA GİTMEK
Fakat görünen köy kılavuz istiyormuş demek ki: İktidarın 2023 seçimi için stratejisi bir yıldan uzun bir süredir 2018 öncesinin tekrarından ibaret. Bunun sebebi de tabak gibi ortada: Ekonomide oy getirecek iyi bir öykü kalmadığına göre seçimin kritik partisi haline gelen HDP’yi ve dolayısıyla kritik seçmen grubu haline gelen Kürtlerin oylarını (yanına çekemeyecekse) muhalefetten uzak tutmak. Bu nedenle yaklaşık olarak 2015 yazından beri yürürlükte tutulan güvenlikçi politika ya da başka bir deyişle savaşa dayalı politika aracılığıyla, siyasetin neredeyse ilga edildiği bir atmosfer oluşturmak. Daha doğru bir ifadeyle savaşı siyasetin tek formu olarak güncel tutmak.
Böylece muhalefetin önünde iki yol açılıyordu: Ya savaş konseptini kökten reddederek farklı politikalar üretmek ya da savaş şantajına boyun eğerek, iktidarın herhangi bir noktada, bir şekilde tökezlemesini beklemek.
Bu beklenti sadece bir kere, yerel seçimlerde karşılık bulabildi. İktidar ve muhalefet blokları yüzde 40-40 civarlarında dengelenmişken, HDP ve Kürt seçmenin iktidara karşı oy kullanma kararıyla muhalefet yerel seçimlerde, özellikle büyük şehirlerde galebe çalabildi. Ne var ki bu deneyim de, muhalefetin iktidarın elindeki savaş siyasetini etkili olmaktan çıkaracak politikalar üretmesine yol açmadı. Muhalefetin bu cesaretsizliği, seçim yaklaştıkça iktidarın savaşı en önemli seçim yatırımı olarak yükseltmesinden başka bir sonuca yol açamazdı zaten. İktidar şimdi, savaş uçaklarını kaldırmakla iki şeyi hedefliyor ve girişteki konuşmada olduğu gibi bunu açıkça söylüyor: Öncelikli hedef Kürt meselesinde bir zafer öyküsü üreterek seçmeni kendi etrafında toplamak. Bu başarılamazsa bile, yani bir zafer öyküsü çıkmazsa bile, muhalefetin savaşa dayalı politikalara ilişkin tutumu en kötü ihtimalle sessizlik, en iyi ihtimalle iktidarın fiillerini onaylama seçeneklerinin ötesine uzanamayacağı için, Kürt seçmenin muhalefete meylini zayıflatmak.
MUHALFETİN ÇÖZÜM FOBİSİ
Yürürlükteki formüle karşı çıkma cesaretsizliği, muhalefetin bir “çözüm süreci” ihtimalinden duyduğu ve hiç gizlemediği kaygısını da açıklıyor: İktidar için (özellikle Erdoğan gibi manevra kabiliyeti sınır tanımayan birinin başında olduğu bir iktidar için) her zaman bir “çözüm süreci” üretme ihtimali hiç zayıf değilken, muhalefet için (özellikle de İYİ Parti gibi iktidara karşı olmakla ortağı olmak arasında fazla bir fark görmeyen bir partiyle ittifak halindeki muhalefet için) bu türden bir fikir en fazla kaygı üretmeye yol açabilir. Daha açık söylersek Kürt-fobik olan sadece iktidar değil, muhalefet de. Son on beş, yirmi gün içinde içinde bu stratejinin bütün boyutlarını yoğunlaştırılmış bir kısa film formatında izledik: AK Parti heyetinin TBMM’de HDP’yi ziyareti ve Selahattin Demirtaş’a hasta babasını ziyaret hakkını kullandırmak için özel jetin kaldırılması muhalefet blokunu “çözüm süreci” paniğine sürükledi. Muhalefetin ikinci büyük partisinin lideri Akşener gelişmeleri, bırakın iktidarın olası çözüm teklifine karşı alternatif bir teklif sunmayı, doğrudan HDP’yi hedef alarak iktidarın planına her zaman yardımcı olacağını ortaya koydu. Ardından İstiklal Caddesi’ndeki bombalı saldırı, etrafındaki bütün kuşku bulutlarına rağmen, iktidarın savaş tamtamları çalmasına imkân sağladı ve gecikmeden savaş uçakları havalandı. Bugün ölen Hans Magnus Enzesberger’i anarak bitirelim: Bu savaş karşıtı Alman şair ABD’nin Küba’ya (Domuzlar Körfezi Çıkarması) saldırısını yerden yere vurduğu şiirinde, bir basın toplantısından bir generalin sözünü aktarır: “Çocuklar siz fotoğrafları ayarlayın. Savaş kolay.” Savaş kolay, “Siz oyları hazırlayın” diyor cumhurbaşkanı. Savaşa karşı çıkma yolunu, zor yolu seçmediği için gelinen noktada muhalefet artık sadece dua ederek beklemek zorunda: İktidar kaldırdığı uçaklarla hedeflediği zafer öyküsünü çıkaramasın, ekonomi giderek bozulsun, helalleşme, kardeşlik, et-tırnak gibisinden süslü nutukları da Kürtler afiyetle yesin ve diğer seçmenle beraber gelsin bize oy versin. Öldürmeyle oy isteme siyasetine karşı ölmezsen bize oy ver siyaseti kazanmanın değil kaybetmenin en iyi yolu halbuki. Yazık.
0 notes
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Bolşevizmin Tarihsel Temsiliyetizm Karşısındaki Açmazları Üzerine
Tumblr media
“Eski Devlet Aygıtını devr aldık ve bu bizim için talihsizlikti. Bu aygıt sık sık bize karşı çalışıyor. 1917 de iktidarı ele geçirdikten sonra, hükümet memurları işlerimizi sabote ettiler. Bu bizleri çok ürküttü ve onlara "Lütfen geri gelin" diye yakardık. Hepsi geri geldiler ve bu da bizim talihsizliğimiz oldu.” (Lenin-Toplu Eserler-cilt 33, s 482)
Marx ve Engels’in eserleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde onların “zor ve şiddet” kavramlarını belirli bağlamlarda kullandıkları görülebilir. Her ne kadar zor ve şiddet kavramları aynı anlama gelmese de, Marx ve Engels’in bu iki kavramı da “sınıfsal zor ve sınıfsal şiddet” kavramları ile bağlantılı olarak kullandığı da bir gerçektir. Başka bir deyişle, Marx ve Engels çalışmalarında ağırlıklı olarak tarihte zorun ve şiddetin oynadığı toplumsal ve sınıfsal rol ve modelleri, dahası şiddetin ve zorun sınıfsal ve toplumsal kökenlerini inceleyerek, bu olguları analiz etmeye çalışmıştır. Öte yandan, Marx ve Engels "tarihsel anlamda zor ve şiddetin" toplumsal ve sınıfsal görüngülerini inceliyor ve bunlara dikkat çekiyordu. Lakin salt şiddet veya salt zor Marx ve Engels için temel bir kriter ve ölçüt değildi.
Lakin Marksizm sonrası Leninizm’e kadar uzanan bir kulvarda örgüt ve parti sorununun da Marksizm’e eklemlenmesi ile birlikte, Leninist teorinin “kendinde kullanıcı-sınıfa kendi için icatçı-sınıf bilinci taşınması” stratejisi noktasında, parti zoru ve şiddeti ile sınıf zoru ve şiddetinin birbirine karıştırılması hatasına düşülmüştür. Her ne kadar Lenin'in özellikle bu konudaki uyarılarına rağmen benzer hatalar yapılmıştır. Kaldı ki; Lenin’in sınıfın en ileri bilinç düzeyine sahip unsurlarından oluşan sınıf bilinçli proleter parti modeli, yani kendinde sınıf bilincine “dışardan” kendi için sınıf bilinci taşımayı hedefleyen parti modeli, başlarda (iktidarda değil iken) parti zoru ve şiddeti ile sınıf zoru ve şiddeti arasına ilkesel ayrımlar koymaya çalışmış olsa da, 1917 Ekim’inden itibaren (iktidara geldikten sonra) başlayan Bolşevizm’in kendi özgün pratiği ve deneyimleri bu ayrımın ilkesel ve politik açılardan zamanla sulandırılması ve silikleşmesi neticesini de doğurmuştur. Dahası bu durumda komünist parti iktidardayken kitlelerin karşı hamleleri mevcut devrimci iktidara karşı yapılmış eylemler olarak algılanmış, devrime karşı yapılmış bir karşı-devrim olarak değerlendirilmiş, lakin pratikte devrim adına karşı-devrim pratiği uygulanmıştır.
Kuşkusuz 1917 Ekim’inde ayaklanma ve iktidarın alınması sürecinde partinin rolü sınıf zorunun ve şiddetinin önünün kontrollü bir şekilde açılması ve yönetilmesi noktasında Leninist teorinin kendini ve rüştünü ispatlamış olmasını sağlamış olsa da, bu geçici zafer sonrasında Sovyetlerin ve sınıfın yerine partinin ikame edilmesi, temsiliyetizmin de partiye ikametini beraberinde getirmiştir. Keza ve zaten temsiliyetist devlet aygıtı devr alınmış; temsiliyetist devlet aygıtı dışında yeni bir toplum projesinin kurumu olmaması nedeniyle temsiliyetizm proletaryan-temsiliyetizm üzerinden devam etmiştir. Bu aşamadan sonra güçlenen ne sınıf ne de parti olmuştur; asıl güçlenen temsiliyetizm kanalıyla devlete ve kurumlarına egemen olan Sovyet proletaryan memuriyetizmi olmuştur. Sadece Sovyetler Birliği değil, kendisine “sosyalist”, “komünist”, “halk demokrasisi” vs. gibi isimler veren farklı rejimlerde yine aynı memur temsiliyetizmden beslenen üst düzey devlet elitleri ve bürokratik zümreler [1] tarafından yönetilmiştir.
1917’de sınıf örgütlenmeleri olan Sovyetler ile birlikte alınan iktidar, Sovyetlerin ve sınıfın gerçek manada iktidara taşınamamasından dolayı (ki taşınması da mümkün değildi), partinin proletaryan temsiliyetizm kanalıyla iktidara geçmesi sonucunu doğurmuştur. Sovyetlerin ve sınıfın yerine partinin iktidarı, sovyetlerin ve sınıfın iktidarının da kaçınılmaz olarak tasfiyesi anlamına geliyordu. Nitekim öyle de oldu! Başka bir açıdan ise, Sovyetlerin örgütsel yapılanması da yine sınıf içindeki temsiliyetizm ilişkilerine dayanmaktaydı. Zira Sovyetler seçilen delegelerden/temsilcilerden oluşuyor, delegeler/temsilciler aşağıdan yukarıya doğru kendi aralarında yapılan seçimler ile üst komiteler ve birimler oluşturuyor, sınıf Sovyet’le temsiliyetizme, temsiliyetizm de kendi içerisinde daha da dar ve merkezi temsiliyetizme yetkiyi devrediyordu. Gerçekte yetki aşağıdan yukarı çoğuldan aza devredile devredile bir avuç proletaryan bürokratik zümreye devrediliyordu. Bu bir avuç bürokratik zümre ise "proleter sosyalizm" olarak sunuluyordu. Bu durum proleter parlamentarist bir faaliyetin Sovyetler şahsında bir tezahürü idi. Özetle; proletaryanizmin yıllarca övüne övüne bitiremediği “öz örgütlenme” modelinin gerçek özü de yine temsiliyetizmin yasamacı ayağına dayanıyordu. Lakin proletaryanizmin “proletarya diktatörlüğü” iddiasının aksine, elde kayda değer bir devlet teorisinin olmaması da bu gerçeğin anlaşılabilmesini daha da güçleştiriyordu.
Kuşkusuz bu faaliyet biçimi burjuvazi adına değil, tek farkla proletarya/sınıf adına yapılan bir temsiliyetist faaliyet biçiminin de bir tezahürü idi. Sovyetler içerisinde parti birimlerinin etkisi arttıkça Sovyet-temsiliyetizmin yetkileri parti-temsiliyetizminin yetkilerine dönüşüyordu. Dolayısıyla; Sovyetler pratikte işlevsizleştikçe, partinin/memurların işlevleri de/görevleri de gereğinden fazla artıyordu. Sonuç olarak bu süreçle birlikte sınıf adına Sovyet, Sovyet adına devlet, devlet adına parti daha da çok güçlenip merkezi bir aygıta dönüşmüştür. Dolayısıyla; Önce sovyetten, sonra sınıftan kopan bu merkezi aygıtın memur temsiliyetizmine dayanan bürokratik bir kasta dönüşmesi de tek tek kişilerin/parti üyelerinin öznel iradesinden bağımsız olarak gerçekleşmiş olan nesnel bir süreç olarak ele alınmak zorundadır. Aksi takdirde; tarihi salt kişilerin hususi kararları ve eylemleri ile açıklamaya çalışan yanılsamalı bir bakış açısı ortaya çıkacaktır. Keza temsiliyetizm iktidarı bir avuç bürokratik zümreye devrederken, bu zümreninde biçimsel olarak iktidarı tek bir temsiliyetist kişi ile kristalize etmesi de ne tek başına Lenin'in Leninizm'i ile ne Troçki'nin Troçkizm'i ile ne de Stalin'in Stalinizm'i ile açıklanabilir.
Leninist teori de sınıfın aşağıdan yukarıya doğru Sovyet üzerinden denetim hakkı olması gerektiği ilkesi var idi. Buna da Lenin Sovyet yapılanması içindeki "işçi denetimi" diyordu. Lenin'in işçi denetimi olarak adlandırdığı şey Sovyet temsiliyetizmi içindeki bir nevi iç denetim aygıtıydı ve sınıfın Sovyeti Sovyetin partiyi ve devleti denetlemesi amacını güdüyordu. Hatta Bolşevik Partisi’nde tam manasıyla işlemese de, parti tabanının denetimi ise parti tabanından gelen raporlama sistemiyle kısmen gerçekleştiriliyordu ve bu da parti içi iç denetimi amaçlıyordu. Başlangıçta hem Sovyet hem de parti içerisinde taban ve sınıf denetimi kısmen Lenin'in zoruyla uygulanmış olsa da, iktidarın alınması ve iç savaş sonrasında bu sınıf ve taban denetimleri askıya alınmış, pratikte uygulanamaz hale gelmiş, bunun yerine parti sözde sınıf adına örgütleniyormuş gibi, devletin imkanlarıyla yukardan aşağıya doğru örgütlenen bir parti-devletine dönüşmüştür. [2] Bu durum tek tek Bolşevik liderlerin kişisel politik hataları ile açıklanamaz. Asıl gerçek ise; Bolşeviklerin gerçek manada toplumsal denetimist kurumları kitlelerle birlikte aşağıdan yukarıya doğru nasıl inşa edeceklerini bilmiyor olmaları ve bu noktada (proletaryan sosyalizmi sosyalizm olarak tanımladıkları için) “ilk temsiliyetist sosyalist iktidarı” koruma içgüdüsünün de etkisi ve tarihsel-kapitalizmin basıncı ile, kitlelere güvensizliğin de bir neticesi olarak, tarihsel temsiliyetizmin bürokratik kurumlarına kendiliğindenci bir biçimde de olsa teslim olmaktan kurtulamamış olmalarında yatmaktadır.
Bu açıdan Emekoloji’nin yöntemsel olarak proletaryan hareketi en başından beri “kendiliğindenci sınıf üstü temsiliyetist bir hareket” olarak değerlendirmiş olması hiçte rastlantı değildir. Aksine Emekoloji proletaryanizmi somut tarihsel olguların ve deneyimlerin ortaya koymuş olduğu yalın bir gerçeklik olarak tarihsel temsiliyetizmin gölgesinde değerlendirmekten de geri durmamıştır. Keza proletaryanizm sanıldığının aksine sınıf üstü değildir. Proletarya bir sınıftır. Proletaryanizm biçiminindeki komünizm o vakit nasıl sınıf üstü olabilir ki? Bu çelişki ve bu handikap temsiliyetizmin handikapı ve çelişkisidir. Öyle ise komünizm temsiliyetizme karşıdır.
Yazının hemen başındaki konuya; yani zor ve şiddet konusuna dönmek gerekir ise; ne yazık ki tarihsel derslerinde acı bir şekilde göstermiş olduğu gibi, sınıf adına Sovyetlerin oluşması, Sovyetlerin adına partinin oluşması temsiliyetizmi beslemiş, sınıfsal zor ve şiddet Sovyetik zor ve şiddete dönüşmüş, oradan da partisel zor ve şiddete dönüşerek, devletin zor ve şiddeti görünümü almıştır ve hatta Bolşevik Parti’sinin kendi içine dönük mücadelelerde de gözlemlendiği gibi (parti içi iktidar mücadelelerinde de) devrimcilerin birbirlerini tasfiye etmesi noktasına kadar varan yıkıcı sonuçlarda da zor ve şiddetin rolü büyük olmuştur.
Dahası; proletaryan temsiliyetizmin kitlelere dönük güvensizliği ve iktidarını koruma noktasındaki çelişkileri nereye bakılsa “ajan ya da provokatör” görme noktasına kadar varan bir “paranoyaklık” halini de beraberinde getirmiştir. Bu hatalı eğilim doğal olarak da Sovyet Rusya’da pek çok Bolşevik devrimcinin ve hatta sol sosyalist devrimcinin ve anarşistin dahi haksız ve hukuksuz yere tasfiye edilmesine de yol açmıştır. Başka bir deyişle, temsiliyetizmin özünü meydana getiren kitlelere güvensizlik sorunu tıpkı kitlelere yaklaşım konusunda olduğu gibi devrimciler arasındaki sorunların ideolojik ve politik temelli mücadeleler temelinde değil, zor ve şiddete dayalı “çözümlerin” devreye sokulduğu hatalı eğilimlerin gelişmesine de sebebiyet vermiştir.
Aslında Sovyetik zor ve şiddetin partiye, parti zor ve şiddetinin devletin zor ve şiddetine dönüşmesinin kökeninde temsiliyetist zor ve şiddet yatmaktadır. Temsiliyetist zor ve şiddet hem parti içinde hem Sovyet içinde hem de devlet içinde farklı görüş ve eğilimlere karşı zor ve şiddet kullanma ve onları tasfiye ederek var olabilme koşuluna sahiptir. Keza tek partili temsiliyetizm içinde farklı görüş ve eğilime yer vermeyen bir bakış açısı hakim olmuştur. Zira temsiliyetizm iktidarda da ortak istemez; düşüncede de çok seslilik istemez. Bilindiği üzere tüm temsiliyetist devlet aygıtlarının tek bir kişiye yetki vermesi de işte bu yüzdendir. Başka bir deyişle, ister çok partili temsiliyetizm olsun, ister tek partili temsiliyetizm olsun, tüm kurumların başında her zaman tek bir kişiye (bireye/başkana!) en üst temsil hakkı verilmesi temsiliyetizmin kaçınılmaz doğasıdır. Temsiliyetizmin gerçek doğası kurumları kişilere bağlamaktır. Sovyetler Birliği'nde olan buydu. Sovyetleri partiye, partiyi devlete, devleti tek bir kişiye bağlamaları da bundandı. O vakit sormak gerekir: Toplumsal denetimin olmadığı yerde sosyalizm olur mu?
Sonuç olarak; “sınıf adına” hareket ettiğini iddia eden bir şiddet ve zor hareketine dönüşen Sovyet temsiliyetizmi kendisi iktidar da iken yozlaşarak adım adım bir proletaryan efendiler kastına (zaten temsiliyetizm halkın yetkisini bir avuç zümreye devretmektir) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Kuşkusuz ne Lenin’in ne de onunla birlikte 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşevik kadroların nihai hedefi bu olmasa da, sosyalizmin nasıl inşa edileceği noktasındaki deneyimsizliğin ve kendiliğindenciliğin ortaya çıkarmış olduğu bu sonuç; yetkileri elinde tutan bürokratik zümrenin zayıf proletaryan-temsiliyetizminin kendisinden daha güçlü ve köklü bir yapı olarak tarihsel-temsiliyetizm karşısında yenilmesini kaçınılmaz bir sonuç haline getirmiştir.
Dahası; günümüzden bakıldığında proletaryan solun Sovyetler Birliği’nde “kapitalizme geri dönüş” üzerine yapmış olduğu sayısız iç tartışma da meseleye salt “üretim ve mülkiyet ilişkileri” (yani alt yapı) temelinde bakma yanılsamasına düşüldüğü içindir ki, sorunun asıl kaynağı da, yani temsiliyetist üst yapı aşılmaksızın gerçek manada sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine geçişinde mümkün olmadığı da görülememiştir. Keza temsiliyetizm sınıflar ve devlet var olduğu için değil, sınıflar ve devlet temsiliyetizm var olduğu için varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Dolayısıyla; toplumsal denetim fikriyatı da dahil olmak üzere pek çok emekolojik tez ve argümana bütün bu tarihsel deneyimin titiz bir şekilde incelenmesi sonucunda ulaşıldığını söylemek hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. [3]
Proletaryan efendiler kastı proletarya adına konuştuğunu ve yönettiğini iddia etse de, imtiyazlı bir "devlet kapitalizmine" yelken açmaktan da kurtulamamıştır. Dolayısıyla; Sovyet Rusya’da yaşanan süreci “kapitalizme geri dönüş” olarak tanımlamak yanlış olacağı gibi, gerçekte hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan bir sosyalizmin geriye dönüş yapmış olması da mümkün ve olası değildir.
Kaldı ki; Leninizm tarihsel-temsiliyetizm sorununa karşı toplumsal ve sınıfsal bir denetimist program ve örgütlenme modeli geliştiremediği için, uzun vadede daha iktidardayken ideolojik olarak zayıflamış, daha sonrasındaysa karşı devrimci bir pozisyona düşen Sovyet bürokrasisi sınıfın ve toplumun çıkarlarına ters düşen bir yapıya dönüşmüştür. Dahası; Marx ve Engels’in “devlet olmayan devlet”, “adım adım sönümlenen devlet” gibi benzetmeler üzerinden tarif ettiği ve açıkçası çokta net bir şekilde tanımlamaktan kaçındığı bir kavramsallaştırma olarak “proletarya diktatörlüğü”, Marx ve Engels’in hayal ettiğinden de farklı olarak, pratikte proletaryan temsiliyetist bir diktatörlüğe ve hatta yeri geldiğinde proletaryaya karşı bile şiddet ve zor uygulayan bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmekten de kurtulamamıştır.
Tüm bunların nedeni proletaryanın ve halkın yetkilerini bir avuç zümreye terk etmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki yetki denetim şartı ile verilse, denetleme hakkı, yargılama hakkı, sorgulama hakkı toplumda olsa yetkileri gasp etmiş olan o bir avuç zümre zümre olmaktan da/devlet olmaktan da sönümlenerek çıkar. Başka bir deyişle, devlet olmayan devlet kitlelerden yetkiyi sınırlı bir şekilde almış, denetim hakkı yine kitlelerde olan devlettir. Ancak böylesi bir "sosyalist devlet modeli" zamanla tüm yetkilerini topluma devrederek ve kendi kendisini sönümlendirerek devlet olmaktan çıkabilir.
Kaldı ki; proletaryaya karşı uygulanan şiddet ve zor Sovyet bürokratizminin kapitalizmin kucağına daha da çok oturmasını hızlandırmış ve proleter kitlelerin sosyalizm idealine olan güvenini daha da sarsmıştır. Her ne kadar Sovyet Rusya’da gördüğü eksikleri ve yanlışları görüp kimi dersler çıkarmış olsa da, Çin’de “proleter kültür devrimi” programını bir çözüm olması için devreye sokan Mao’da tarihsel-temsiliyetizm karşısında benzer bir sonu yaşamıştır. Öyle ki emeğin öznel yapısına yaslanarak başlattığı kültür devrimini sonlandırma çağrısı yapmak zorunda kalanda yine Mao'nun kendisi olmuştur. İki durumda da; yani hem Rusya’da hem de Çin’de imtiyazlı bir devlet kapitalizminin ortaya çıkması bu ülkelerin zaman içinde ulus-ötesi bölgesel ve uluslararası tekellerin hareketine dayalı glokal-emperyalist devletlere dönüşmesinin de önünü açmıştır. Zira kendisine proletaryan-temsiliyetizm sayesinde “komünist yöneticiler” süsü vermiş pek çok eski Rus ve Çin bürokratının sistemlerin çözülüşü sonrasında gloktokratik düzenin taşıyıcı kolonlarına dönüşmesi de hiçte şaşırtıcı değildir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de Sovyet sonrası Rusya'sında Putin'in oynadığı roldür. Sovyetik gelenekten gelen Putin KGB bürokrasinin içinden çıkmış olan bir siyasi figürdür ve onun Rus temsiliyetizminin vitrinine yerleştirilmiş olması da elbette ki bir tesadüf değildir.
Şayet kimi proletaryan sol kesimlerin iddia ettiği gibi Rusya ve Çin gibi ülkelerde “üretim araçları tümüyle devletleştirilmiş” ve “sömürücü sınıflar ortadan kaldırılmış” ise, bu ülkelerde sistemlerin çöküşü sonrasında ortaya çıkan yeni burjuvalar hangi temel üzerinden yükselmiştir? Şayet bu burjuvalar “gökten zembille inmediklerine” göre; kendilerini temsiliyetizm sayesinde var etmiş olmaları neden akla getirilmemektedir? Keza temsiliyetist memur/bürokrat varsa kapitalizm vardır; burjuvazi ve burjuva düzeni vardır! Başka bir deyişle, temsil yetkisini alan zümre (onun inancı ya da ideolojisi ne olursa olsun) temsil yetkisini aldığı için temsil yetkisini merkezleştirip daraltarak tekleştirir. Dolayısıyla kamusal yetkinin bir avuç zümreye devredilmiş temsil yetkisi üzerinden oluşturulduğu temsiliyetist sistem zaten zümrenin zümreleşerek kastlaşmasına yol açar. Başka türlüsü de düşünülemez. Sonuçta sosyalizm bir avuç iyimser insanın fedakarlığının sonucu değildir. Bu yüzden de proletaryalist zümreler kitleleri sosyalizme taşıyamamıştır. Taşıyamadığı içinde proletaryan-temsiliyetizm kapitalizmden ayrışamamıştır.
Kısaca söylemek gerekir ise; emekçiler tarafından aşağıdan yukarıya doğru denetlenmeyen her toplumsal sistem/temsiliyetizm ve onun zor ve şiddete dayalı pratikleri uzun vadede kitlelerin aleyhine yıkıcı ve geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurmaktadır. Bu açıdan ister sınıf, ister parti, ister devlet adına yapılıyor olsun her türden temsiliyetist şiddetin ve zorun asıl kaynağı kitlelerin sosyalizmi kendi özgür iradelerine dayalı olarak aşağıdan yukarıya doğru denetim kurumları vasıtasıyla inşa edebileceğine olan güvensizliktir! Bu güvensizlik hali, salt kitlelere güvensizlik olarak kalmamakta, dahası devrimci örgütler, partiler, akımlar vs. içinde de birbirine güvensiz monolitik/tek sesli ve kendi içinde en küçük fikir ayrılıklarını bile bastırmaya eğilimli sekter yapıların oluşması sonucunu doğurmaktadır.
Dolayısıyla; Marksizm ve Leninizm içinden çıkan lakin onun eksiklerini ve yanlışlarını bilimsel açıdan değerlendirerek yeni sonuçlara ulaşan Emekoloji, Ekim Devrimi’nin ve Bolşevizm’in mirasının olumlu ve olumsuz yönlerini de ortaya koyarak, toplumsal denetim fikri temelinde Leninizm’in günümüz koşullarına uyarlanmış bir biçimi olarak denetimist-leninizm’in teorik ve pratik hattını döşemeye devam etmektedir.
Dahası; Lenin ölümünden kısa bir önce dile getirdiği talihsiz “işçi denetimi” önerisini temsiliyetizme karşı tam manası ile denetimist bir program ve örgütlenme modeline dönüştürememiş olsa da, o’nun denetimist-leninizm’in çıkış noktasını oluşturan “ilk kıvılcımı” da çakmış olması sebebiyle önemli bir tarihsel öncül-itkiye imza atmış olduğunu da ayrıca belirtmek yararlı olacaktır. Kuşkusuz Lenin’in proletaryan-temsiliyetizmden tam manasıyla kopamamış olan “işçi denetimi” ile sınırlı kalmayan emekoloji tarihsel-temsiliyetizme karşı tarihsel-denetimizmin ve onun sınıf biçimi olarak da protekya (yeni sınıf) tespitini ve siyasetini de geliştirerek bir anlamda Lenin’in başlayıp ta bitirememiş olduğu program ve örgütlenme sorunu alanında da ufuk açıcı bir ilerleme elde etmeyi başarmış bulunmaktadır.
Bu başarı denetim fikriyatının temsiliyetizmin bir iç aygıtı olma ön kabulünden kopuşu ile mümkün olmuştur. Keza yasama, yargı ve yürütme şeklinde örgütlenmiş olan kapitalist devlet aygıtları kendi içinde temsiliyetist iç denge ve denetim aygıtlarına sahip iken, denge ve denetim aygıtlarını yasama, yargı ve yürütme aygıtlarından bağımsız ve ayrı bir dış denetim aygıtı şeklinde tasarlama fikriyatı ilk defa emekoloji tarafından ortaya konulmuştur. O vakit sormak gerekir: temsil yetkisini alan kişi ya da kurumun kendisini denetlediği dünyanın neresinde görülmüştür? Elbette ki denetim topluma ait olmak zorundadır. Başka türlüsü de mümkün değildir. Sosyalizme giden yol da temsiliyetizmden değil, toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmektedir. Aksi takdirde kim olursa olsun, hangi düşünce olursa olsun, temsil yetkisi verilen kişi ve kurumlar (partiler vs.) diktatör [4] olup çıkarlar!
Dipnotlar
[1] Neden "bürokratik zümreler" tanımı? Keza her bürokrasi zümre yaratmayabilir. Mesela denetimist bürokrasi istese de zümre yaratamaz. Çünkü her insan ya da vatandaş kendi haklarını kendi savunur ve kendi haklarının denetimini kendi yaparsa; o vakit devlet memuru bürokratik bir zümreye dönüşemez. Ancak devlet memuru o denetim hizmetine tabi olabilir. Dolayısıyla; temsiliyetist sistemde halk devlete hizmetkar olurken, denetimist sistemde devlet halkın hizmetkarı durumuna gelir. Emekolojik devlet kuramının eski terminoloji ile konuşacak olursak "üst yapısını" anlamayanlar temsiliyetizm, din, devlet ve sınıflar arasındaki dolayımlı ve birbiri ile iç içe geçmiş bağları da görememektedir. Temsiliyetizm dinin/gizemin içinden devleti ve memuru yaratırken, memur ve devlette beraberinde sınıfları (burjuva sivil toplumu) yaratarak tarihsel-temsiliyetizmin de toplumsal dokusunu yaratmaktadır. Demek ki devleti koşullayan ön yüzey dindir. Sınıfı koşullayan ön yüzey ise devlettir. Sonrasında ise sürekli dönüşüm içerisinde birbirlerini koşullayarak yaratmaya devam ederler. Dahası; nasıl sınıf sıkışsa devlete yaslanmışsa, devlet sıkışsa dine yaslanmıştır ki, bu üçünden biri ayakta kalmayı başarırsa diğerlerini de tekrardan organize etmeyi başarmıştır. Lenin'in bürokratizm ile eleştirdiği, sezdiği ama berrak bir şekilde ortaya koyamadığı sorunun kaynağı da tam da bu temsiliyetizm idi. Keza din, devlet ve sınıf temsiliyetizmden besleniyordu. Temsiliyetizm olmasaydı ne din, ne devlet ne de sınıf olurdu.
[2] O dönemin merkez emperyalist ülkelerinde çok partili temsiliyetist rejimlerin olması karşısında proletaryan tek parti-devletinin proletaryanist yolu devleti sönümlendiriyormuş gibi algılanıyordu. Hatta 1950'lilere gelindiğinde Kruşçev önderliğindeki SBKP'nin parti-devletinden "halkın devletine" (komünizme) geçildiğini ilan edecek kadar yanılsamalı bir boyuta gelmesi tarihsel temsiliyetist algıdan kaynaklanıyordu. Zira çok partili temsiliyetizmin tek partili temsiliyetizme, tek partili temsiliyetizmin ise toplumsal temsiliyetizme giden yolu açacağına inanılıyordu. Dahası; bu inancın kökeni Engels'in "devletin sönümlenmesi" ilişkin tezlerine kadar dayandırılabiliyordu. Lakin Engels devletin sönümlenmesini temsiliyetizm üzerinden inşa eden bir teorik bakış açısına sahip idi. Dolayısıyla; Leninist çerçevede bu şekilde mayalanmıştı. Kaldı ki; temsiliyetizm üzerinden komünizme varılacağına dair olan inanç, devletin sönümlenmesine dair olan görüş, pratik bir çerçevede komünist harekete ve yola kurumsal bir seçenek sunmuyordu. Yine komünizme temsiliyetizm üzerinden gidileceğine inanılıyordu. Bu yüzden çok partili temsiliyetist anlayış tek partili temsiliyetist anlayışa dönüşürken, tek partili temsiliyetist anlayışın ise sönümlenen toplumsallaşmaya ("halkın devletine" ve "komünizme") dönüştüğü sanılırken, partinin sönümlenmesi gerçekleştikçe de devletinde sönümleneceği sanılıyordu. Asıl çelişki ve handikap da buydu. Bu durum aynı zamanda çok partili temsiliyetist devlet sistemleri karşısında tek partili temsiliyetist devlet sistemlerinin demokratik olmadığı (totaliter olduğu) algısını yaratırken, bu liberal algının çokta doğru olmadığını peşinen kabul etmek gerekir. Gerçekte ister çok partili olsun ister tek partili olsun demokratizmin temsiliyetizm ile bağının olmadığını, tam tersine toplumsal denetimizm olmaksızın demokratizmin hiçbir işe yaramadığını bunca proletaryalist pratik dersten çıkarmak elzem bir durumdur.
[3] Marksizm çalışması bir nevi kısır alt yapı çalışması olarak kaldı. Sonuçta; kısır olarak kalan alt yapının üzerine kayda değer bir üst yapı çalışması da yapılamadı. Geçici ve dönemsel tercih olan proletaryanizm; Lenin ve Leninizm'in etkisi ile birlikte proletaryanist üst yapı olarak algılandı ve buna göre şekillendi. Halbuki proletaryanizm bir üst yapı teorisi değildi. Sovyet deneyimi bu açıdan kapitalizme karşı üst yapı teorisi olmayan bir "kör döğüşüne" benziyordu. Onu kör eden şeyde temsiliyetizm idi. Başka türlü bir komünizm yolu düşünülemediği için var olan temsiliyetist komünalist yol çözüm olarak gözüktü. Halbuki bu çözüm çözümsüzlüktü. Yani gerçek bir çözüm değildi. Başka bir deyişle, proletaryanizm bunu gerçekleştirebilecek bir üst yapıya, kuruma, fikriyata ve hatta sınıfa bile sahip değildi. Her şeyden öte proletarya bile sosyalizmin değil, kapitalizmin, daha doğrusu sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı emek güçlerini meydana getiren sınıf idi. Dolayısıyla proletaryanın asıl varlık zemini kapitalizmden bağımsız değildi.
[4] Tüm kurumların başı yürütme yasa çıkartma talimatı verir, çıkarılan yasayı da yargı uygular. Aynı gün bir yandan "yoğurt beyaz diyenleri içeri atın yasası" çıkarılırken, diğer bir yandan "yoğurt beyaz demeyenleri içeri atın yasası" çıkarılırsa, bu toplum hangi diktatörden hesap sorabilir? Böyle bir diktatör istediği herkesi istediği zaman içeri atabilir. Yetkiyi tümden elinde toplamış bir diktatörden kim hesap sorabilir? Hiç kimse!
12.07.2022
Serhat Nigiz
0 notes
depresif-baykus · 3 years ago
Text
Kurtlar Vadisi ve adalet sorunsalı
Kurtlar Vadisi iyi bir dizi olmasa da, bize adaletle ilgili iyi bir soru verebilir: Adalet, güç kullanarak ve mevcut yasalar ihlal edilerek sağlanabilir mi? Bozuk bir düzende hak arama yolları tükendiyse, adaleti güç kullanarak sağlamak gerekmez mi? Yoksa bu çabalar da yasanın başka bireyler tarafından ihlali ile mi sonuçlanır? Üstelik tam bu noktada bireyin alanı ile iktidar aygıtı arasında bir…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
korayaker · 6 years ago
Photo
Tumblr media
MODERN ZAMANLARDA İNSAN- 2 Aşırı bir muğlâklık, çağında yaşıyoruz. Hiper bireycilik çağında, istikrasızlık, müphemlik, belirsizlik zaman ve mekândan yalıtılmış, ,kimlik ve ben yaşantısından, muaf bırakılmış, öznenin bu süreksizlik karşısındaki psiko-sosyal konumu nedir? Post-endüstriyel, post modern dünyada, birey neden aşırı mutsuz, endişeli ve güvensizdir. Beklide, post modern olduğumuz için, hayat anlamsızdır. Çünkü post modernliğin, akıl kimlik ve nesnellik nosyonlarını, red ettiği, özneyi, ben kimlik ve nesne yaşantısından, muaf bıraktığı, aşırı muğlâk, belirsiz ve aşırı bireyci bir tüketim dünyasının, kalıplarına hapis ettiği için, anlamsızlık, boşluk, güvensizlik, endişe, bir psikopatoloji olarak, karşımıza çıkmaktadır. Tüm değerlerin, gerçekliği yitirdiği, büyüsünü kaybettiği, bir simülasyon dünyasında, benliğinin inşası, bir o kadar müphemlik kazanmıştır. " Karşılıklı duygusal bağımlılık ciddi biçimde tehlikeye girdiğinde denge bozulur ve ben'in öz güçlerine yabancılaşmış olması acı bir biçimde algılanır, o ana kadar bu yabancılaşma düşlerde ve semptomlarda ele vermektedir kendini. Bundan sonra ben yaşantısına atalet, değersizlik, terkedilmişlik, çaresizlik, yalnızlık, utanç ve suçluluk duyguları hakim olur Rainer Funk, Her üretim biçimi, kendi üretim tarzına, hitap eden, bir toplumsal, siyasal, kültürel ve iktisadı model yaratır ve bu modele uygun sosyal insan tipini üretir. Eğitim, medya aile din, toplum, gibi üstyapı araçları ile üretim biçimine ve onun toplumsal normlarına, uygun ideal kimlik biçimi hedeflenir. Post-endüstriyel dünya, egemen sınıf ebeveynlik rolünü, tamamen ele geçirmiş, reklamlar, medya, eğitim gibi etkin araçlarla, bireyin pişişik, alanını işgal edip ve onun doğasını kışkırtarak, yeni üstyapıya uygun, bir sosyal insan tipi üretmiştir. Post modern toplumda, her birey, kendisi ile özdeşleştirdiği, ideal bir kimlik imgesine sahiptir. Sürekli peşinden koşulan, ulaşılmaya çalışan, hedeflenen bu ideal kimlik, bireyin ben ile ilgili duyduğu, statüsüzlüğün, dışa vurumudur. Post modern toplumda, benlik kırılgan, parçalanmış ve farklı kimlik kalıpları ile örülmüş, melez bir kimliğe dönüşmüştür. Bu yeni ben, tekil, değişmez bir kimlik kavrayışından uzak, maddi koşulara, ani değişimlere ve şartlara bağlı olarak, anlık biçimde üretilen, çeşitli mitler, kahramanlar, rol modeller,arzu biçimleri üzerinden şekillenen heterojen bir kimliktir. Facebook, youtupe, isntegram, gibi güçlü kitle iletişim araçlarının etkisi ve parlak yaşam telaları, tarafından doğası kışkırtılan, çağın kişiliği, ben ile ideal ben arasında, sürekli koşturan, yönünü kaybetmiş, kronik tatminsiz, endişeli, kaygılı, huzursuz ve özgüven kaybına uğramış, tipik narsist kişiliktir. Post endüstriyel, çağa özgü bu duygu bozukluğu, nesnel bir psikopatoloji olarak, eski odpital arzunun bastırılması, sonucu ortaya çıkan klasik nevrozun, yerini almış, başat bir klinisyedir. “Giderek daha çok klinisyenin tespit ettiği semptomatolojideki bu değişim eğilimi asıl olarak altta yatan kişilik örgütlenmesinde önemli bir değişime işaret etmektedir. Semptomatolojik değişim, öyle görünüyor ki, nevrozlardan kişilik bozukluklarına doğru kaymaktadır. Artık, günümüzün tipik hastası belirgin bir arzusuyla çatışma içinde olan nevrotik birey değil, benlik bozukluğuna bağlı özdeğer düşüklüğünü savunmacı çeşitli çabalarla yüksek tutmaya çalışan narsisistik bireydir. Keza, artık hâkim patoloji arzunun babaerkil otorite tarafından bastırılmasının sonucu ortaya çıkan klasik nevroz değil; arzunun kışkırtıldığı, yörüngesinden saptırıldığı, ne kendisine tatmin bulacağı uygun bir nesnenin sunulduğu ne de tutarlı denetim formlarının sağlandığı modern bir psikopatoloji biçimidir (Joel Kovel, 1976). Her şeyin hızlı tüketildiği, esnek üretim ve tüketime dayalı, bir ekonomik modelin, egemen olduğu, dünyanın bir küresel köye dönüştüğü çağımızda, kaçınılmaz olarak, üstyapı kurumlarıda, hızlı bir nitel dönüşüme uğramıştır. Eski üstyapı kurumları olan, din, kutsal aile, kültür ve cinsellikte, hızlı bir şekilde, dönüşüme uğramış, sembolik alanlarını yitirmiştir. Cinselliğin karlı bir metaya dönüştüğü( fuhuş-porno vb) kültürün safarileştiği, dinin bir ticari nesneye indirgenerek, anlamını yitirdiği bir gösteriş çağındayız “ Sembolik alan kamusal alandan ayrılsa da, onun tarafından istila edildi. Cinsellik, karlı bir meta, olarak ambalajlandı.Buna karşın kültür, çoğunlukla kar peşinde koşturan, kitle iletişim araçları demekti.Sanat, para, iktidar, statü ve kültürel sermaye meselesine dönüştü.Kültürler, artık yabancıl biçimlerde, ambalajlanarak turizm endüstrisi vasıtasıyla, kapı kapı pazarlanıyordu. Televizyon evanjeliklerinin, dindar ve safdil yoksulları, dolandırarak zar zor, kazandıkları paraları ,ellerinden kapmalarında olduğu gibi, din bile karlı bir endüstriye dönüştü. Her iki dünyanın en kötüsüyle baş başa bırakıldık Terry Eagleton- Hayatın Anlamı Metaların bolluğu ve arzın hâkimiyet gücü sayesinde, tüketimin, her şeye hükmettiği ve biricik ahlak biçimini aldığı, evrensel bir yasaya dönüştüğü, uygarlık sürecimizde, kimlikler hızla aşınıyor, akışkanlık kazanıyor. Aşk, sevgi, romantizm, gibi duygular demodeleşirken, onun yerini günlük geçici, hazlar, anlık tatminler alıyor. Kollontai yoldaşın, değimi ile günümüzde, erosun kanatları, yolunmuştur. Aşk, gerçekte doğanın bir ahengimi, yoksa içgüdüsel bir angaryamıdır. Bu post modern toplumda, belirginleşen bir sorudur. Toplumun neo konfirügasyonu, yeni üst yapının şekillenmesi, sonrası ortaya çıkan, toplumsal yapıda başat olan hedonizm( hazcılık) özne açısından kaçınılmaz yıkımlara yol açsada, günümüz toplumlarında aşk tinsellik ve benzeri duygu durumları, birer angarya olarak görülürken, ilişkiler bireylerin piyasadaki değişim değerleri ile ölçülen ve karşıtların vitrin malzemesine dönüştüğü tipik bir hal almıştır. Toplumun artık aşka ihtiyacı yoktur, o bir çocukluk hastalığıdır ve aşılması gereken, modası geçmiş eski bir klişedir. Büyük tutkuların devri artık kapanmıştır. "Başka bir yazar olan Pascale Chapaux-Morelli ,post modern ilişkileri tanımlarken şu tespitte bulunuyor. “Militan bireycilik çagındayız, kendine yeterli olmak kişisel gelişimin en değerli yanı olmuştur. Buna paralel olarak her şey hızlanmaktadır; hatta demografik, toplumsal ve ekonomık bir kaza riski pahasına da olsa her şey hızlanmak zonındadır. Bir sürat spıralı içindeyiz. Daha hızlı tüketiyoruz,dolayısıyla daha çok tüketiyoruz; "çifti'' de tüketi)' oruz. Bireysel düzeyde, aşk ilişkilerinde: Baştan çıkarma sureleri kısaldı. )akınlaşma çabuk, neredeyse hemen sonuç alınıyor. boşanmak "kolay", aileler çözulup yemden oluşuyor.Çağımız hız çağı; onem taşıyan şey, bu baş döndurücü sürece dahil olabilmek için öteki üzerinde belli bir iktidardan yararlanmak.Her koşulda kapı, "iktidar edinmenin" en yeni aygıtı manıpülasyona ardına kadar açık Pascale Chapaux-Morelli, Post modern dönemde, biz kavramının yerini, ben almıştır. Biz kavramı Ortodoksi ile özdeşleştirilirken, ben özgürlük, bağımsızlık ve otonomi demektir. Post modern birey, kendi özerk ve otonom yapısı içerisinde, bir imajlar, rejimi yaratmıştır. O post modern tüketimin, etkin bir öznesi olarak, satın almaktan, mutluluk duyan, sürekli tüketen bir bencildir. Post modernizmin, özgürlük vadi ile kutsanan, yüceltilen, göklere çıkarılan, ancak bir türlü hikmete erişemeyen, sürekli homurdanan, bir bencildir. O bir yandan, özgürlüğünü ilan ederken, aynı zamanda, kendi özerk yapısı içerisine, hapis olmuş, aşkınlık özeliğin yitirmiş, yolunu kaybetmiştir. Post modern birey için mutluluk giyecek yiyecek gibi nesneler satın almak ve tüketmekten ibarettir. Doğa ile insan arasındaki dikotominin ( ikilik) silikleştiği çağımızda,teknoloji, bilgisayarlarlar,telefonlar, televizyonların, post modern bireye, hükmetmekte ve ona ambalaj bir kimlik sunmaktadır... Post modern birey, özeleşmiş kişiliği dışında, hiç kimseye güven duymamaktadır. Bohemlik ve yalnızlık, yeni ideal insan tipinin, bir prestijidir. Ancak bir yandan arayış içinde bulunan dış dünya ile benliği arasında sürekli bir savaş veren birey, nörotik krizler, varoluşal bulanımlar anlamsızlık, yalnızlık amaçsızlık, gibi duygu bozuklukları ve yaygın narsistik semptomlar ile karşı karşıyadır. Devasa boyuta ulaşan, anti depresan kulanımı, hızla artan intihar oranları, toplumun genelinde hakim olan ruhsal hastalıklar ve depresyon, toplumun genelini etkilemektedir. Marxsın değimi ile katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor. Post modern dünyada birey, biyolojik olarak canlı, ruhen bir makineden farksızdır. , " Olgunlaşmış ve dolayısıyla sağlıklı olan insan, aynı zamanda üretken olan insandır. Dünyayla önemli bağlar kurmuş ve dünyaya cevap verebilmiş olan insandır. Yani zengin insandır. Marx'a göre kapitalist düzendeki insan olgunlaşmış insanın zıddıdır. Yararlı nesneleri fazla üretirsek, bir sürü yararsız insan meydana getiririz. Günümüzde insan çok şeye sahiptir fakat bir anlama sahip değildir. Yanılsama Zinciri, Erich From Post modern birey, hakim üretim biçimine ve üst yapıya göre kodlanmış, kültürel mantığın, nesnel bir sonucudur. Geç kapitalizmin çıktısı, olan post modernizmin ürünüdür.O esnek üretim ve tüketim çağında, metaların pazardaki konumuna ve dolaşımına, uygun biçimde formüle, edilmiş bir kültürel kalıptır. Pazarın ihtiyacına, cevap verecek biçimde, aşırı yoğunlaşmış bir itkidir. Post modern toplumda, üretici güçler mücadelesinin yerini, cinsel kimlik, ekoloji vb nosyonlar almıştır. Kadın sorunu, lgbti, ekoloji vb yapılar, sınıf mücadelesinin önüne geçmiştir. Bu elbette post modern, bir yanılsamadır. Post modern dönemde, özgürlük bir belagatan başka bir şey değildir. Post modernizm. öznenin buharlaştığı iddiasını, bağrında taşır, özne yapı çatışmasını ve filli bir sınıf savaşımını şiddetle red eder, sınıf diyalektiğine karşı, metafizik bir posta bürünür ve sınıfları ortodoksi üretmekle suçlar. Böylece sınıflar mücadelesinin yerine, güdük, temelsiz, bir radikal çoğulculuğa sarılır. Sınıfların yerine, çeşitli kimlik kolâjlarını koyar, negatif özgürlük, tam bu noktada, post modernlik nosyonun, sloganı haline dönüşür. Sınıf savaşımına hayır, yaşasın bireyin, yada bireylerin kurtuluşu. KORAY AKER.
10 notes · View notes
hetesiya · 3 years ago
Text
Nietzsche ve Komünizm
Nietzsche ve Komünizm
Dünyanın bedeni ve insanın bedeni üzerine bir yörünge tasarlamalıyız. Komünizm kavramını ise, taşıdığı bütün ağırlıkların farkında olmaya çalışarak ama onlardan sıyrılmaya çalışarak da başka türlü ortaya koyabilir miyiz sorusunu deşmeliyiz. Radikal bir yolla, Nietzsche’nin bizi esinleyebileceği bir yerden denemeliyiz bu sefer de: bedenimiz ile dünya arasındaki ilişkiyi oradan düşünmeliyiz.
Nietzsche’nin yapıtlarına ya da komünizm kavramına tam bir uygunluk sergilemek tasasını taşımıyorum. Yazının savları bakımından, Nietzsche ile ya da komünizmin tarihi ile çelişen bir perspektif ortaya konuluyorsa; bunun yaşamlarımız için yeni sorular ve yeni düşünüşler üretmekten başka bir amacı yoktur.
Nietzsche’nin beden ile, vücut ile ilişkisini; bu ilişkiye verdiği yaşamsallığı anlıyoruz. Dünya-ötesi olana, aşkın olana, ölüm yayan hakikat rejimlerine ve dinsel dogmalara karşı bedeni, maddeyi, hissi ve ruhun tutkularını, farklılıklarını öne çıkarıyor. Geçmiş ile değil yaşam ile yaşamayı, yaşam ile düşünmeyi ve hissetmeyi salık veriyor. Ben bu yaşamsallığı beden düşüncesinden dünyanın bedeni düşüncesine kadar genişletmek istiyorum. Bir üretim mekânı olarak kendi bedenimizden, bir ortak-varoluş, ortaklıkta-olma uzamı olan dünyanın bedenine: bizi kendi bedenimizle ve diğer bedenlerle ilişkimizde konuk eden dünyanın bedenine. Nedir dünyanın bedeni? Bitimsiz bir coğrafyalar topluluğu? Yaşayan bedenlerin toprağı ya da hareketli uzamların bir temeli?
Kendi bedenimizle kurduğumuz ilişkinin bugün ne halde olduğunu bir düşünelim. Bugün bedenimize neler yapıyoruz? Onu duygularını, itkilerini, arzularını kapatan, kendi kendini tüketen bir aygıt haline getirmekten başka. Onu kozmetiğe, kıyafetler karmaşasına, cerrahi operasyonlara boğmanın ötesinde bir yerlere götürebiliyor muyuz? Dünyanın bedenini sezmeden, hissetmeden, onunla bir yaşam birlikteliği kurmadan, kendi ruhumuzu bedenimizden kopartmak için ayartan düzenlerden çekilip kurtulmadan özgür olabilir miyiz? Tekil bir bedene sahip olmadan, dünyanın ortak bedeni ile gerçek, sahici bir yaşam ilişkisi kurabilir miyiz? Çoğul bedensel ilişkilerde kendimiz olmak, kendi bedenimiz olmak: bize kendi bedenimizi, kendi ruhumuzu her yaşamsal durumda yeniden üretmeyi yasaklayan her değere, her hakikate, her değişmeze, her iktidara, her geçmiş-tapıcılığa direnmek! Bu değil miydi Nietzsche'nin haykırdığı?
Peki ya komünizm, ölüm arzusunun ve şiddetinin oyun alanı olmuş bu tüketici dünyanın, bedensizliğin, tekilsizliğin ve dünyasızlığın neresine düşüyor? Komünizm, ortak olanın, dünyanın bedeninin ortakça ve adilce yaşanması, bir birlikte-olma hali değilse nedir? Dünyanın bedeninin huzuruna birlikte çıkıyoruz, bizim ortaklığımız bu, onun karşısına birlikte çıkmak. Başka bir ortaklığımız daha var: Tekil bedenlerimizin birbirleriyle kurduğu ilişki. Bizler, o ortaklık-ta var oluyoruz. Ortaklıkta nasıl varoluruz sorusunu sorduğumuzda, bu soru bizi bir paylaşım, adalet, kardeşlik ve eşitlik coğrafyasını sorgulamaya çağırıyor. Burada dünyanın bedeninin, tekil bedenlere olanak ve temel olması anlamında, tekil bedeni özgürleştiren ve onun temelini çizen olması anlamında komünizmin kökenselliğini vurguluyorum. Bu anlamıyla komünizm, devlet ya da iktidar aygıtı eliyle gerçekleştirilen bir ütopya değildir, bir özgürlük felsefesidir, yaşamın kökenindedir. Her türlü tekilliği dünyanın bedeniyle ilişkili olarak veren çoğulluğun kendisidir. Yaşamın ta kendisi olarak dünyanın bedeninin özel adıdır. Nietzsche’nin felsefesinin tikel bedenimizin özgürlüğüne denk düştüğü yerde, komünizm bizi tikel bedenin üstünde hareket ettiğin dünyanın sosyal, politik ve ekonomik bedeni ile ilişkiye sokar. Nietzsche ile Marx’ın bu bağlamda birlikte okunması yeni bir komünizm ufkunu şekillendirebilir.
Kendi farklılıklarımızda eşit olmak. Dünyanın bedeni ile uyum içinde olmaya çalışan kendi bedenimiz. Nietzsche yaşamı her an koklamak, her an ondan yeni bir nefes çekmek derdi belki ama şundan kaçınmayabiliriz: o, dünyanın bedeninde kendi bedenini keşfeden insanlara seslenmek istedi. Özgür ruhlulara yüzünü ödünç verdi. Bu yaşamsal-yüzün değersizliğin bir dünyası olduğunu düşünmek kolay ama aldatıcı, doğruluktan uzak bir yargı olur. Mevcut yaşamın, geçmişin ve onun bütün temsillerinin ötesinde yaşamın kendisinin her türlü söylemi tazelediği, her türlü düşünceyi genişlettiği, her türlü yeni duyguyu bize verdiği yerde Nietzsche var. Öyle ki bu yeniliği, eski yaşamların ölçüleri ile eleştirmek nihilizme düşmenin başka bir yolu olabilir ancak: eskinin tapıcılığıdır değersizlik, yaşamdan yoksunluk, oysa Nietzsche'nin tamamen karşı olduğu da budur. O ortak-varoluşumuzun şimdisi ile kendi bedenimizin geleceği ile duygudaş ve zamandaştır. Dünyayı duyan bedenlerin ince ruhlu bestecisidir; ve müziği yaşam devam ettikçe sonsuzca sürer.
Dünyanın bedeni, yaşamın ta kendisi değilse nedir? Ve bizler bu yaşamı her seferinde yeniden keşfetmesi, büyütmesi, genişletmesi gereken yaşayanlar değilsek neyiz? Ve Nietzsche, neyi bize durmaksızın deneyimlememizi, onun ardında olmamızı söylerdi? Ölümün değil, durmanın değil, sabitliğin ya da ideolojinin değil her zaman kendi kendini ve ruhunu yeniden üreten bir gövdenin, bir bedenselliğin ve duyarlı devinirliğin peşinde olmamızı isterdi: güçlü bir insaniliğin kıyılarında dolaşmamızı isterdi. Tekil gövdelerimizi bu dünya için birleştirmemizi, bu dünya için gözlerimizi hep açık tutmamızı, yaşamlarımızın bütün geleceği için dikkatle uzakları dinlememizi isterdi. Dünyanın bedenini duyma çabası, sanırım kendi bedenimizi duymaya başlamak için de en iyi yol. Kendi bedenimizi duyamadığımız her anda, gündelik pratiğin bizi iktidarın mekanizmalarıyla bastırdığı ve boğduğu her anda komünizmi düşünmek ve onu istemek, kendi bedenimizin özgürlüğünü istemektir. Bu bizi kendi tekil ruhumuza, sınırların sürekli genişlediği özgür bir ruha ve insaniliğe götürebilir. Tam da orada işte, Nietzsche’nin kelimeleriyle, tekbaşınalıkların ve ikibaşınalıkların zamanı yeşerecek belki de. Bu geleceği hayal etmekten çok onu yapmanın yolu olarak yeni bir komünizm anlayışına hayat vermek gerekecek belki de! Dünyanın duyusu olan bir komünizm anlayışına.
O duyu üzerinde, insanın gündelik gerçekliğinde yok olmadığı ve sömürülmediği o yerde; denizi, rüzgârı duyduğumuz her seferinde hissettiğimiz o iyi-olma ve özgür-olma halini deneyimleyeceğiz: bedeni ve dünyayı, Nietzsche’yi ve komünizmi düşüneceğiz...
0 notes
seslimeram · 3 years ago
Text
Totalitarizm Meseli
Tumblr media
“Modem diktatörlüklerle geçmişin bütün tiranları arasındaki temel farklılık, terörün artık öncelikle muhalifleri korkutmanın ve yok etmenin bir aracı değil, tamamen boyun eğmiş halk kitlelerini yönetmenin daimi aygıtı olarak kullanılmasında yatmaktadır. Modern terör, bir muhalefetin tahrikine muhtaç değildir ve kurbanları, zorbanın bakış açısından bile masum kimselerdir. Yahudilere, yani düşünceleri ne ve eylemlerine bakmaksızın belli ortak özelliklere sahip bir grup insana karşı tam bir terörün uygulandığı Nazi Almanya'sında durum buydu.” Totalitarizmin Kaynakları 1, Hannah Arendt / İletişim Yayınları
Bütünüyle zamanın şimdisine seslenen bir meramdır Hannah Arendt’in sunduğu. Alenen bir dünya meselinin, yaşama hak ve isteminin terörle nasıl boğuntuya konulabildiği ve dahası ikinci dünya savaşına giden o karanlığın temellerinin her nasıl atılabildiğinin de tüm bariz kaynakçalar ile duyururken, modern zamanların, yenilenmiş denilen ülkeler ve tüm o demokrasi şablonlarının da nasıl pejmürde edildiğine dair bir yetkin önermeyi özü ile bildirir. Düzenin şimdisinin sahiplerinin ister baş efendi, ister başkası hayata kastın ta kendisini her nasıl süreğen / daim bir mesele dönüştürdüklerini de göstere gelir. Hayatın iş bu şimdiye, şu ülke denilen mezbelelikler toplamı bir çukurda bize sunduğu şeylerin de o katran karanlığı, insanlığın yüz karası hallerden uzak olmadığı artık alenidir. Yenilenen, yeni diye anılanın geçmişin mezbelelik hallerinden de zerrece uzağa konumlandırılmamış olması da apayrı bir dert olarak kayda geçsin.
Bugün ismi yeni olarak zikredilenin suna geldiği her şeyin bir bariz geçmişin tekrarından mülhem olduğu her gün ama öyle / ama böyle bir biçimde tahakküm etme halleriyle tüm o kodlanmış ezberlerin yeniden icrasıyla güncellenendir. Totalitarizm kendi döngüsünde güncelliğini devir değişmiş olsa da faşizme yepyeni anlamlar yükleyerek, ambalajını illa ki tazeleyerek, allayıp pullayarak, kısmen değil kalıcı bir tahrifat için sabit olunandır. Son yirmi yılın şeceresine baktığımızda bu tahayyülün Türkiye devletini yöneten temsil ile her nasıl yeniden yeniden kurulduğunu örnekleyebilmek söz konusudur. Kurucu iktidar pratiği ve sonrasında çıkagelen her temsilde, özne olan ittihat ve terakki zihniyetinin, bir o yana bir bu yana ama hep, her dem ister liberal, ister ılımlı, ister orta yolcu, isterse de o dini siyasetinin asal aktörü kılanlar olsun el değiştirse de merkezi oluşturmasının meseli artık bu faşizan, mikro milliyetçi, gizlisi saklısı olmadan nefret ediminin suretleriyle bir var edilendir. Sene 2021!
Totalitarizm eşiğini geçmişin karanlık güncesinden bu zamanın tam ortasına taşıyan ol muktedir pratikleri artık yaşamı onarılması imkansız kılmaktadır. Faşizmin kapı eşiğinden çoktandır geçtiği, hedef almaların, yaftalama çabaları ve beraberinde güdümlü medyadan, artık adaleti ismen dahi olsa var edemeyen düzenin neferlerine dönüşmüş, boş kafaların o mahkemelerine, açık ve aleni bir yıkım yurdun dört bir yanını kuşatmaktadır. Cerahat hali tümden bir menzilin dönüşümünü hep her dem feci olana kıstırmaktadır. Yolun da yönün de karanlıktan mülhem kılınmasının sureti yaşadığımız güncelliğin sınırlarındadır. Artık o hayat mefhumunun çalakalem bir biçimde, üstünün çizildiği, değersizleştirildiği, yoksun, eksik ve aralıksız yağmalandığı yerin toplamında totalitarizm sabit olunandır. Yeni ülke o bahistir, o bahislerle bütünleşik çıka gelendir.
Jinnews’ten önemli bir röportajdan kesiti sayfamıza alıntılayalım: “Elazığ Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven, cezaevinde yaşanan baskılar, tecrit, AKP’nin yürüttüğü politikalar, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) açıklamaları ve 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ne ilişkin JinNews’in sorularını yanıtladı.
Cezaevlerinin tutuklananların içeri girerken kendileriyle getirdikleri ruh haliyle şekillendiğini anlatan Güven, “Dışarıda mücadele ederken statükocu, tekçi, cinsiyetçi, erk zihniyeti korkuttuğumuzun farkındaydık. Demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin kırıntısının bile olmadığı bir ülkede, tutuklanma riski kaçınılmazdır. Bu nedenlerden kaynaklı cezaevlerine son derecede berrak düşüncelerle ve alnımız ak ve açık bir şekilde geldik. Ne ufladık, ne de pufladık. Biliyoruz ki özgürlük mücadelesi yürütürken karşımıza çıkabilecek duraklardan sadece birisidir cezaevleri… Bütün bunlardan kaynaklı bizler cezaevlerinin yan gelip yatma yerlerinin olmadığını aksine tam da dışarıda ihmal ettiğimiz araştırma, yoğunlaşma ve tabii ki üretme yeri olduğunu biliyoruz. Cezaevleri yıllardır Kürtler, demokratlar, sosyalistler, feministler kısacası emperyalistler gibi düşünmeyen bütün muhalif kesimlerin adeta devrimsel dönüşümler yaşadıkları alanlardır. Politik tutsakların; öz disiplinleri, kolektif yaşam anlayışlarıyla daracık alanları kocaman mekânlara dönüştürdükleri yerlerdir.
Cezaevlerinin var olduğu günden bu yana kötü muamele, hak ihlalinin olduğunu belirten Güven, egemenlerin bütün tutsakları aynı anlayışla, ‘rehabilite etme, uslandırma, pişman ettirme’ gibi mantık dışı yöntemlerle iradelerini teslim almaya çalıştıklarını ancak bunun mümkün olmayacağını kendileri de bildiğini söyledi. Güven, “Bu konuda şiddet, baskı, işkence tarihiyle direniş tarihi her zaman birlikte ilerlemiştir. Yani Esat Oktaylar var iken onun yüzüne tüküren Sakine Cansızlar, karşısında dimdik duran Laz Kemaller de vardı. Dolayısıyla faşist iktidarlar ölümü öldüren cesur tutsakları, tarihe bakarak hatırlayabilirler. Aynı zamanda katil, zalim, işkenceci görmek istiyorlarsa aynaya da bakabilirler. Bugün de özgür düşünceden korkan, bilimi, felsefeyi, her türlü aydınlanmayı kendi karanlık düşünceleri için tehdit gören bu zihniyet, cezaevlerinde kaos yaparak isyan planlamak istemektedir. Bu kirli planın farkında olan politik tutsaklar büyük bir sağduyu ile bu durumla baş etmeye çalışıyorlar” dedi.
Salgın bahanesiyle tutsakların aile görüşlerinden, sosyal etkinliklerine kadar tüm hakları engellendiğini anlatan Güven, kadın tutuklularının bu işkence ve hak ihlallerini daha ağır yaşadığını belirtti. Güven, “Çocuklu anneler, yaklaşık iki yıldır tüm çocuklarını bir arada göremiyorlar. Hasta tutsaklar adeta ölüme terk edilmiş durumdalar. Kürt politik tutsaklar olarak, yıllardır Sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan ağır tecride dikkat çekerken tam da bu duruma işaret ediyorduk. Bu tecrit konsepti ortadan kalkmazsa bütün cezaevlerine hatta bir bütünen topluma sirayet eder demiştik. Evet, gelinen aşamada siyasetçisinden, akademisyenine, esnafından öğrencisine, çiftçilerden kadınlara, memurlara, işçilere ve toplumun tüm katmanlarına sirayet eden bir tecrit durumuyla karşı karşıyayız. Kürt tutsaklar bu hukuksuz tecridi kırmak, bir bütünen ortadan kaldırmak için çok çaba sarf edip, ağır bedeller ödediler. Ancak karşımızda kendi yasalarını dahi tanımayan her türlü ciddiyetten uzak, ‘tek adam’ sistemi duruyor” şeklinde konuştu.
AKP’nin 2002’de ülkede yaşanan büyük bir kaos ve krizin yarattığı boşluktan yararlanarak iktidar olduğunu dile getiren Güven, AKP, iktidarı boyunca bir ittifaklar hareketi olarak yoluna devam ettiğini söyledi. Güven, “AKP hiçbir zaman tek bir parti gibi hareket etmedi. Aslında bir tarikatlar ittifakı da diyebiliriz. Dün cemaat ile bugün ise MHP ile kısmen Ergenekon ve birçok tarikat ile yolun sonuna gelmiş durumdalar. AKP’nin ülkeyi getirdiği durumu büyük usta Nazım Hikmet’in bir dörtlüğü ile ifade edecek olursak; ‘Eli kolu zincirlere vurulmuş/Vatan çırılçıplak yere serilmiş/Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş/Beyler bu vatana nasıl kıydınız?’
Sonuç olarak iç politikada, dış politikada, ekonomi ve toplumu ilgilendiren tüm alanlarda tam bir hezimet yaşıyorlar. Fakir ve zengin çelişkisi hiçbir zaman bu kadar derinleşmemişti. Muhafazakâr kimlik ile iktidara gelen AKP üç ‘Y’ ile mücadele edeceğiz sözü ile (Yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar) toplumu manipüle ederek, ‘yasak, yalan, yıkım, yolsuzluk’ ve her anlamda eşitsizlikleri derinleştirerek, yandaşlarıyla birlikte yolunu buldu. Ortadoğu’nun karakteri haline gelen bu olguların nedeninin tekçilik, milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik olduğunu tabi ki biliyoruz. AKP ve ortağının ön göremediği bir yakın tehlike söz konusudur. Kullandıkları eril ve ayrıştırıcı dilden ve geliştirdikleri faşizan politikalardan kaynaklı ülke her an infilak edebilecek noktaya geldi. Yakın tarihte Tunus’ta bir seyyar satıcının bedeniyle yaktığı kıvılcım bütün Arap ülkelerinin nasıl bir başkaldırı sürecini yaşadığını yakın zamanda hep beraber gördük” diye belirtti.
Geçmiş ve bugüne dair birkaç karşılaştırma yaparsak durum daha iyi anlaşılacaktır. Dersim isyanında Kürtler mağaralarda yakılırken, AKP iktidarında Kürtler Cizre bodrumlarında diri diri yakıldı. Van’da 33 Kürt kurşuna dizilmişti. Uludere’de 34 Kürt çocuğu bombardımanda katledildi. 17 bin faili devlet olan cinayet işlendi (Mehmet Sincar, Vedat aydın, Muhsin Melik). Taybet Anne Silopi’de Sokak ortasında günlerce kanlar içerisinde yattı. Şêx Sait, Seyit Rıza idam edildi. Sayın Abdullah Öcalan’a ağır tecrit uygulanıyor. Tekrar altını çizmek gerekirse Cumhuriyet’in 80 yılda yaptıklarını AKP 20 yılda yaptı. Ve hiç utanmadan Türkiye halklarının gözünün içine bakarak ‘Kürt sorunu yok, biz çözdük’ dedi. Kürtler dün devlet güvenlik mahkemelerinde yargılanıyordu, bugün AKP’nin mahkemelerinde düşman hukukuyla yargılanıyorlar. Kürt sorunu halkların ortak aklıyla çözülebileceklerken, güvenlikçi politikalarda ve eski yöntemlerde ısrar ediyor. Eğer bugün Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, eşitlik ve özgürlük sorunları çözülemiyorsa bu en çok da Kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynağını alıyor. Sonuç olarak, AKP ve MHP’de Kürt sorununu çözemeyen ve tarihin çöp sepetine giden birçok parti ve siyasetçi gibi aynı akıbeti yaşayacaktır. Demokrasi güçleri âmâsız, fakatsız yan yana durmalıdır. AKP mağdur edebiyatıyla geldi. Yolsuzluk gerçekliğiyle gidecek” dedi.
25 Kasım’a ilişkin de konuşan güven şunları belirtti: “Dünyanın her yerinde 25 Kasım için kadınlar bir yandan hazırlık yaparken bir yandan da her gün katledilen hem cinslerinin tabutlarını omuzluyorlar. Biz tutsak kadınlar olarak bu yıl 25 Kasım’ı Afganistanlı kadınlara atfedilmesi gerektiğini düşündük. İnsanlık 21’inci yüzyılda bilimi, felsefeyi, aydınlanmayı, çağdaşlığı, evrensel değerleri, gerçek demokrasiyi ve ekolojiyi tartışırken Ortadoğu’da ve özellikle de Afganistan’da Taliban şahsında karanlık bir zihniyet sahneye çıkıyor. Kadın düşmanı bu erkek gürûh dünyanın gözü önünde kadınları yaşamın her alanından soyutlayarak eve kapatıyor. Nagehan Alçı gibi dışı modern içi karanlık kişiler de Afganistan’da canlı yayınlar yaparak, ‘Aaa o kadar da kötü değil’ diyebiliyor. Mirabel Kardeşlerden Saralara, Ekin Van’dan Hewrin Xeleflere ve Deniz Poyrazlara şiddet hep vardı ve maalesef hep olmaya devam ediyor.”
En başından bu yana aktarmaya gayret ettiğimiz totalitarizmin aslında her neyi var ettiği, en yalın biçimiyle Leyla Güven’in meramında ortaya çıkandır. Bugün cerahatin içinde en kuytu, en karanlık, en kirli odakları arşınlamaktan kaçınmayanların geçmişten günümüze var ettiklerinin bir utanç silsilesinden öte suç olduğuna dair yetkin bir sorgulama karşımıza çıkartılır. Leyla Güven ve tutsak edilmiş Kürd siyasal hareketinin öznelerinden, düz ovada siyasetin “pragmatizm” değil doğrudan halk için / halka doğru yapılmasının ne kadar elzem olduğunun vurgusu çıkagelir. Düzen bu bahsi unutturduğu her vakit bir başka yıkımla çıkagelir. Kürdistan ve Kürd sorunun akıbetinin her nasıl muallakta konulan bir meseleye dönüştüğünün nişanesi geçtiğimiz yılların abluka altında kentleri, katledilmiş bedenleri, tükendi bitti denilen bir silahlı kanatla mücadele ederken, sıradan insanların hayatlarını zehirlemekten ötesi olmadığı meydana serilir. Bütünüyle yaşama ediminin kırıma rehineliği tescil olunandır. Güven gibi temsillerin oluşturulan o katran karasına karşı direnişlerinin meselesidir hepimizi ilgilendirecek olan.
Bir toprak parçasında müşterek bir hayat pratiğinin yolunun da zemininin de tüketilmesi için en olmadık noktadan saldırılar var edilmeye devam olunuyor. Ekonomik ve salgını öne sürerek kurulan tehdit mekanizmaları, tahakküm hamlelerinin yanı sıra bir de ayrıma odaklanan, nefretten beslenen, kinden medet uman bir faşizan karabasan sarmal devamlı olarak güncellenen bir yer / bir yurt hali vardır. Totalitarizm bütün bu dönemeçleri, daimi bir biçimde sıradan olanın hayatına devlet tescilli gölgeleme hallerini, muhteviyatına arasız ve fasılasız yıkımı barındıran bir döngüler toplamıdır. Cerahatin, olabildiği kadar çok ama çokça kötülüğün, eksiksiz bir demokrasi kırımı, hürriyet gasbı, sözcüklerin yerle bir olunmasından mürekkep olduğu her yaşatılan örnekte biraz daha belirgin kılınır. O haller bu bahislerin toplamına rehin edilmiş yerin meselesidir bu meram, böyle böyle yol nereye!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Max Stirner – İç Mihrak Kolektifi
0 notes
ivmehareketi · 5 years ago
Text
“TÜRKİYE’DE KUTUPLAŞMA”
*AKP Sonrası Türkiye Tartışmaları kapsamında 19 Mayıs 2020′de çevrimiçi olarak gerçekleştirilen yuvarlak masa toplantısı sonuç bildirisidir.
İktidar otoriterleşirken toplumu biz ve onlar şeklinde kutuplaştırmak için hergün yeni yöntemler deniyor. Bürokratı, valisi, askeri, polisi ile tüm devlet aygıtı, iş dünyası, medya ve hukuk camiası bu kutuplaşmanın tarafı konumundalar. Son dönemde çete liderleri  de diğer  bir yandaş kanat. Oysa AKP 90’lı yılların çete düzenine karşı adil bir düzen iddiası ile iktidara gelmişti. Bugün sosyal medyadan çete liderlerinin iktidar mensupları ile olan “meselelerini” takip edebiliyoruz. Bu pervasızlığa karşı ne hukuk dünyası harekete geçiyor, ne siyasetçiler yeni aparatlarına dur diyor. İktidar düşman yaratmakta dünyanın gelmiş geçmiş tüm otoriter iktidarlarına meydan okuyor ve 2002’den bu yana sorumluluğu üstlenmekten kaçınıyor. Yapılan her “iyi” icraat kendisinin, yapılan her “kötü” şey partimizin sorumluğunda...
Hukuk sisteminin yönlendirildiği, yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı ortadan kaldırıldığı bu dönemde adaletsizlik algısı her geçen gün toplumsallaşıyor.  Meclisin önemsizleştirildiği, yasa yapıcıların kamuoyu ve medyayı ortadan kaldırdığı bu zamanda sosyal medya bazıları için bir cezasızlık ortamını temsil ediyor, siyasal iktidar sosyal medyada troller yoluyla ifade özgürlüğünü boğmaya çalışıyor. Kendinden olmayanları düşmanlaştırma, bezdirme yöntemleri ile adaletsizlik-cezasızlık duygusunu tüm topluma yayıyor, yurttaşların adalet algısı yandaşa “cezasızlık” zemininde gelişiyor. Oysa sosyal medya yeni nesil medya olarak kamuoyu oluşturmak konusunda çoğu defa etkili idi. Gezi pratiğinde ya da kadın cinayetlerinde adaletin daha hızlı tecellisi için halkımız sosyal medyadan seferber oldu. Kutuplaşmanın bir diğer özelliğini tespit için ittifakın  “onlardan olmayan” tarafını analiz etmeliyiz. Ülkemizde ittifakların nesnel bir alt yapı üzerinden yükselmediğini, birbirini yok etme politikasını üretmeye yarayan ve seçim dönemlerini kapsayan dönemsel bir araya gelişler olduğunu görebiliriz. Bir kimlik veya sınıf tanımı üzerinden de yürümemektedir. Şimdilik iktidarın ilgisine mazhar olamamak ortak özelliktir. Bu da değerler ittifakını temsil etmekten çok uzaktadır.
İktidarın 2010 yılından bugüne neredeyse her yıla bir seçim sığdırdığı ve kendini seçimler yolu ile yeniden ürettiğini göz ardı etmememiz gerekiyor. Ekonomik kriz ile bütünleşen salgın her an bir erken seçimi tetikleyebilir. Kısa vadeli ve önümüzde bulunan acil sorunlara odaklanmak gereklidir ve zorunludur. İttifak çelişkileri yeniden tanımlanmalı ve olası iktidar değişikliği sonrası yeni mutabakatın sürüdürülmesi için “demokrasi ve adalet” değerlerine odaklanılmalıdır.
Yerel seçimlerde sandıkta  halk mutabakatı ile gerçekleşen yerel yönetim başarıları kısa vadede bir odak noktası olarak kabul edilmelidir. Bugün halkın çoğunluğu başkanlık sistemini istemiyor. Halkın somut taleplerine ve uzlaşmaya dayalı yeni bir toplum sözleşmesi ihtiyacı her geçen gün daha elzem ve zorunludur. Bu durumda tek adam rejimine son verilmesi talebi ve her alanda adaletin  kuvvetler ayrılığı olmadan gerçekleştirilemeyeceği vurgusu yeni anayasa talebi ile birleştirerek somutlaştırılmalıdır. Bize iktidar tarafından dayatılan bu ittifakı genişletirken geniş emekçi kitlelerin de ittifakın parçası olması sağlanmalı, iktidar ve gerçek değişimin değerleri için mücadele edilmelidir. Siyasetimizi bu yeni şartlara göre şekillendirmemiz gerekliliği açıktır.
0 notes
Text
Sınav’lardaki Devlet
Tumblr media
Bu yazıyı geçen yıl verdiğim “Devlet Teorileri” dersinde vize sınavları sonrası yaptığım dersin notlarını hatırlamaya çalışarak yazdım. Devlet Teorileri dersinde anlatılan konuları “somutlaştırmak/görünür kılmak” üzerine bir ders yapmıştım. Fakat “Vize Sınavları” sonrası derse katılım oldukça azdı. Derse gelen öğrencilerin “bir tanesi” hariç derse gelmek için gelmişti.Okulda  yazılı olmayan kural vardı. Vizelerden sonra ders yapılmıyordu. Fakat  yine de derse gelmişlerdi Derste “sınavlardaki devlet”i anlattım. Ders 25 dakika sürdü. Her sınav dönemi hoca ve öğrenciler farklı düzey ve eşitsiz konumlarda “devletleşiyor”. Soru sorma, bilgi bir “geçme aracı” “ölçülebilir” nesne haline geliyor. Bu konumlar sorgulanmadıkça “bilgi” adına başlayan faaliyet metalaşıyor. Metalaşma arttıkça zor aygıtları bileniyor. Özgürlüğün ve farklılığın iklimi yerini zorunlulukların/-mış gibi yapmanın/idare etmenin/devlet gibi görmenin iklimi alıyor. Bu yazıyı çalıştığım üniversite üzerindeki deneyimler üzerine yazdım. Elbette farklı sınav biçimleri ve formları var. “Kitap-defter açık sınavlar”, “Ev-sınavı”, “makale-ödev sınavı” “dijital sınav”. Farklı üniversite gelenekleri içerisinde farklı eğitim-öğretim anlayışları var. Fakat; sınavın kendisi ve varlığı oldukça, ders ve sınav arasındaki ilişkide sınav “topos” haline geldikçe , hoca-asistan-öğrenci arasındaki fark ve yarıklar derinleşmeye başlar. Bu fark ve yarıklar “devletleşmeyi” artırır. Günlük hayatımızda yer alan modern devlet’i “sınav” form olarak sürdüğü müddetçe, sınama ve sınanma faaliyeti sürdükçe sınavdaki devlet olarak görmeye devam edeceğiz. Egemenlik-mülkiyet-iktidar ilişkileriyle incelemeye aldığımız devletin psikolojik/mekansal-mekan-zamansal/ekonomi-politik/ideolojik boyutlarını sezdirmeye çalışacağız.
SINAVDAKİ DEVLETİN RUHSAL VE BİLİŞSEL VARLIĞI
Sınavı yapan belirli bir zaman ve yer tanımlar. Belirli konular hakkında sorular sorar ve ona doğru yanıtlar ister. Sınavın formu çoktan seçmeli veya klasik olsa da doğru yanıt anlatılan ve okutulanlardır. Yoruma açık gibi görünen sorularda genel tercih “hocanın ağzından” yazmaktır. Sınava hazırlanan öğrenci hazırlık sürecinde bilgiyle donanmak ve bilgiyi eleştirel bir süzgeçten geçirmekle meşgul olamaz. Bilgi isteyen ve bilgiyi kendi anlattığı usulde isteyen onlarca sınav vardır. Öğrenci bilgi ile arasına hoca’yı sokar. Sınavdan önce öğrencinin aklında “ne sorar hoca “ sorusu hakim olur. Bu öğrencinin düşünsel ve psikoljik iklimini etkiler. Bilginin, düşünmenin ve sentezin yeri yoktur. Bunlar verili ve hazır gelir. Buna uygun davranış sergileyerek “dersi geçmeye-idare etmeye” çalışılır. Sınavın varlığı ve sınav iklimi devletin varlığını ispat eder. Devlet sınayan hoca kılığında var olur. Varlığı düşünce iklimini ve eleştiriyi ketleyen bir ölçüde şekillenir. İdare etmeye çalışan/bu büyük hoca/bilgi kuşatıcılığıyla başa çıkmak isteyen öğrenci devletin varlığına teslim olur. Devletin biçim ve formunu anlamaya çalışır. Devletin iklimi ve ruhu hakkında edindiği fikre göre konum alır. Hocası marksistse marksist gibi muhafazakarsa muhafazakar gibi davranır. Öğrenci sınava psikolojik-bilişsel olarak devletleşerek başlar. 
Hoca ne kadar özgürlükçü olsa da “sınavın varlığı” onu devletleştirir. Kendisini bir tekel ve otorite olarak görmeye başlar. Sınavlar uzadıkça ve yıllar geçtikçe bu konum pekişir. Kopyacı, idare etmeye çalışan, yalancı, bilgiyle bağları zayıf, edilgen konumdaki öğrenci imajı pekişir. Öğrenci ile kurulan “korku” ve “denetlemeye” dayalı ilişkiye duygular hakim olmaya başlar. Öğrenciye acınır, öğrenciden korkulur vb. Öğrencinin sayısı çoktur, hoca ise tektir. Öğrencinin talepleri ve istekleri; tekil insanın acısı, istekleri ve özlemleri olmaktan uzak ele alınmaya başlanır. Öğrenci istatistik aritmetik bir öge haline gelmeye başlar. Sınavda sayı/nüfus önemlidir. O nüfusa göre mekan belirlenir. Mekanı gözetleyecek ve hakim olacak “jandarma/zor gücü/ gözetmen”  tesis edilir.
Hoca ile öğrenci arasında salınan, hala öğrenci olan “asistan”  jandarma rolünü oynadıkça “öğrenci ikliminden” kopar. Hocaların ve devletin iklimine yaklaşır. Sınav mekanında zorunlu iskan yapan ve zaman-mekan koordinatlarına hakimiyeti esas alan asistan, jandarma/gardiyan rolünden sıyrıldıkça problem yaşar. Kaçak asker muamelesi görür. Duygu ve tavırları devletle ve devlete yakın hissetmek isteyen jandarma/gardiyan/asistan iklimine yakın durmak zorundadır. 
Öğrenci-asistan-hoca; hepsi de farklı düzeylerde “devletleşir”. Devletleşirken içsel gerilim ve iç çelişkilerini yaşarlar. İç çelişkileri toplumsallaşır, görünür olabilir. Bu yeni güç dengelerini zorunlu kılar. Öğrenci-asistan-hoca birlikte olamaz. Daima farklı olmak durumundadır. Kendilerini istenilen “ayrımlarda/statülerde” göstermek durumundadırlar. Sürünün farklı bölümlerinde görevli koyunlar gibi olmalıdırlar. Hoca olmak ve hoca olmaya dair konumu/duyguyu/görüntüyü/fiil kiplerini sürdürmek esastır. Bu konumlar tarihsel olarak oluştuğu-oluşturulduğu gibi güncel gelişme ve çelişmelerle birlikte değişkenlik gösterir. Hocalar bu hoca olma konumunu sürekli üretmek durumundadır. Aynı şey asistan ve öğrenci için de geçerlidir. Hepsi birbirinden farklı ve konumlarını bilen, konumlarının ölçülerine göre davrandığını gösteren formlarda var olmalıdırlar. Bilgi ve bilginin yeşerdiği özgür düşünce ve eleştirel düşünce AVM-KIŞLA-PLAZA karışımı bir beden-duygu fabrikasında idam edilir.
SINAVDAKİ DEVLETİN MEKANSAL VARLIĞI
Sınav mekan ve zaman olmadan olmaz. Mekan ve zaman özneleşme pratiklerinde önemli iki ögedir. Mekan üretim  ve yeniden üretimi süren bir olgudur. Mekanda bırakılacak boşluklar mekanın denetimi ve düzenlenmesinde bırakılacak boşluklar mekanda yeni karşı-öznelerin doğuşuna neden olur. Mekan sayısız-sınırsız edimin pratiklerine konu olabilir. Mekanın kullanım hakkı ve mekanın öznel pratiklere göre üretimi/yeniden üretimi otoritenin çözülmesi ve dağılması ile sonuçlanabilir. Otoritenin/Devletin buna karşı aldığı ilk önlem mekanı kuralla ve jandarma/gardiyan/asistan/zor ile teslim almaktır. Diğer önlem ise mekanı zamanla kısıtlamaktır. 
Sınavın mekanı ve zamanı herkes için aynıdır, süre herkes için eşittir. Sınava herkes giremez. Sınava girmek için öğrenci olmak gerekir. Herhangi bir öğrenci de sınava giremez, dersin öğrencisi sınava girebilir. Bu modern devlet’e çok benzemektedir. Her vatandaş eşittir, vatandaş olmaktan kaynaklı hak ve ödevleri vardır. Bunun için “kafa kağıdı” yeterlidir. Usül ve kurallarda belirlenen “eşitlik” ile zora/kurallara dayalı uygulamalar alışılageldik “modern devlet uygulamalarıdır”
Sınav mekanı; herhangi bir mekan olamaz. Sınav zamanı herhangi bir zaman olamaz. Sınav mekanı kural/zor ve zamanla zapturapt altına alınmaya çalışılsa  da karşı-öznellik pratiklerine açıktır. Sınav mekanı önceden düzlenmiş, planlanmış ve yapılandırılmış bir mekandır. 
Sınav zamanı bir başlangıç ve vakit olmaktan uzaktır. Öğrencinin edilgen olduğu, kullanılan değil yetişilen bir “aralıktır”. Sınav zamanı yetişilen aralık olarak sınav zamanı büyük bir edilgenlik yaratır. Keyfin, yaratımın ve özgür davranış-düşüncenin yerine sınav zamanına yetişmeye çalışılan dogmalar yarıştırılır.
Kapitalizme kapitalizmin mekanına dair mekan-zaman sıkışması sınavlarda da yaşanır. Hoca güçlenir, zor aygıtı (jandarma/gardiyan/asistan) güçlenir, öğrenci edilgen kalır. Sınav kağıtlarında özgünlük olmaz. Sınav kağ��tlarında verili olan yeniden istenir. Hocanın bildiği hocaya yeniden aktarılır. 
Sınav gözetmeni zamanın sahibi haline gelir. “Kaç dakika kaldığı” ona sorulur. Her öğrencinin zamanı “eşittir.” Her öğrenci “aynı ve eşit aralıkta” değerlendirilir. Sınav gözetmeni iyi niyetli ve olumlu olsa da  konumunun yapısal zorunluluğu gereği zorbalaşır. Devlet gibi görmeye başlar ve öğrenciyi “istatistik” olarak görmeye başlar. 
Devlet, zaman ve mekanda kurduğu koordinatların içerisine nüfusu yerleştirir. Nüfus burada devlet için var olan bir “kaynak”, elde edilebilir bir şey olarak görülür. Fakat nüfusa karşı duyulan “korku” devletin her edimine sinmiştir.
SINAVDAKİ DEVLETİN RİTMİ  VE DİLİ
Her yurttaşın, devletin çerçevesini çizdiği kurallar içinde “seyahat etme özgürlüğü” vardır. Yani yurttaşlar, kurallar çerçevesinde hareket edebilirler. Yurttaşın hareketi belirli kural ve koşullarla sınırlanır ve düzenlenir. Ayrıca yurttaş bir özne değildir. Devletin kurucu ve sorgulanamaz özne olarak kurduğu hukukun bir uygulayıcı failliği söz konusudur. Yurttaş, hukuk ve devlet egemenliğinin zemininde haklara sahiptir.
Sınavda öğrenciler yürüme ve dolaşma hakkına sahip değildir. Sınırların dışına sınav salonunun dışına çıkma hakkına sahip değildir. Sınavda yürüyen ve gözleyen, jandarma/gardiyan/asistandır. 
Sınav belirli bir mekan ve belirli bir zamanda gerçekleşen, hak sahibi/tanımlı öğrencilerin girebildiği ve resmi dili belli olan bir olaydır. Sınavda resmi dil vardır Sınavda tek dil geçerlidir. Sınavın geçerli resmi/tek dili sessizliktir. İletişim ve dil üzerinde hak sahibi olan devlettir. Öğrencilerin kendi aralarında haberleşmeleri ve konuşmaları yasaktır. Bakışmaları da yasaktır. Öğrenci, ayağa kalkamaz, yürüyemez, konuşamaz ve başkasına bakış bile atamaz. Formel olarak beklenen budur.
Sınavdaki devlet ulaşım ve iletişimin kurallarını koyar. Dili belirler. Kuralları da öğrenci için öğrenciye karşı koyduğunu söyler. “Sınavdayız.” “Sizin için önemli olduğu için sizi susturmam ve yerinize oturtmam lazım” “Bu kuralları zaten biliyorsunuz fakat sakın ola coşkun bir iklim sizi ele geçirmesin sınavda kalkıp yürümeye başlamayın” “ Resmi dili konuşun, sessiz olun. Kopya dilini konuşmak yasaktır.”
SINAVDAKİ DEVLETİN EKONOMİ POLİTİĞİ
Sınav dersi alan öğrencilerin girebilmek ve kurallara tabi olmak bakımından eşit olarak kabul edildiği bir olaydır. Sınav, sınava giren öğrenciyi  istatistik olarak görür. Öğrencinin, yaşam ekonomisinden haberdar olmak durumunda değildir. Öğrenci sadece ve sadece kağıdından sorumludur.
Sınava giren öğrencinin ekonomisi; maddi, cinsel, duygusal, düşünsel emek tarafından şekillenir. Öğrencinin; sosyal olarak varoluşu, kendi hayatını idame ettirebilmesi, duygu ve enerjisini özgürce harekete geçirebileceği duygusal ve cinsel faaliyetler, düşünce gücünü ve edimini artıracak entelektüel ve artistik faaliyetler son derece önemlidir. Bu faaliyetlere erişim ve bunun sürdürülebilir olması kolay değildir. Eşitliğin, öğrenci olmaktan ve öğrenci kafa kağıdına sahip olmaktan gelen eşitliğin,  bozulduğu yer burasıdır. En büyük düşüncenin ve karşı enerjinin, gerilimin ve çelişkinin yaşandığı alan burasıdır. Sınav burayı görmez. Sınavdaki devlet; öğrencinin sosyal varoluşundan habersizdir. 
Sınavdaki devlet kendini istisnai halden var eder. Öğrencilik sınavla şekillenir. Yaşamın diğer varoluş formlarından kopmayı gerektirir. Öğrenciler bilgiyi alma ve içselleştirme faaliyetinden sorumludur. Öncelik olarak dersleri ve bilgiyi içselleştirmeyi almalıdırlar. Sınavlar ve sınavdaki devlet istisna olarak sınav’ı kullanır. Sınav dönemi-vize dönemi-final dönemi olarak ifade edilen dönemlerde; kendi otoritesini artırır. Otoritenin istisna hali ile yoğunlaştığı, psikolojik-bilişsel-mekansal-zamansal olanı kuşattığı ve kabul gördüğü iklimde ekonomi de kayıt dışılaşır. Kayıt dışı olan- kural dışı olan kurallı hale gelir. Ders notlarını ve derse dair önemli kitapların basımı ve çoğaltılması son derece önemli bir ilişki olur.  Sınavın yarattığı gerilim içinde; bilgi, bilgiye erişim, eleştirel düşünme ve yaratıcılık bir kere daha idam edilir. Mühim olan “devlete lazım evrakların-ders notlarının tesis edilmesidir. 
SINAV’DAKİ DEVLETİN HAKİM VARLIĞI 
Buraya kadar hiç direniş-karşı çıkış olmadan sınavdaki devletten bahsettik. Egemenlik ve özne konumuyla; bilgiyle aramıza giren; devletten bahsettik. Devlet de kendini olumlu sözcükler ve anlamlarla ifade eder. Sınavdaki devlet için bilgi önemlidir. Bilgi şöyle iyidir falan. Hatta bunlar ilim,bilim,başarı,vizyon,56.nesil üniversite vb. ifadelerle süslenir ve duvarlara asılır. Bilgi için var olan/ var olduğunu iddia eden sınavdaki devlet, bilgi ile öğrenci arasında giren bir bariyer gibidir. Bilgi sınavla ölçülebilecek ve sınavı geçmekle yeterli görülecek bir “şey” haline getirilir. Bilgi alınır ve satılır, işlem yapılabilir ölçülebilir olduğu ölçüde; hocanın konumu ve niyeti ne olursa olsun hoca da devlete yenik düşer. Sınavı yaptıkça, derse girdikçe, karşısındaki devletleşmiş ve devlete-psikolojik olarak teslim olmuş öğrencileri gördükçe devlet gibi davranmak durumunda kalır. Aynı şey gardiyan/jandarma/asistan için geçerlidir. 
Devlet varlığını karşısındakileri/etrafındakileri çoğullaştırarak yapar. Öğrenciler;, tekil ve özgün varlıkları ve örüntüleriyle renk olamazlar. Öğrenciler, öğrenci numarası ve otomasyon şifresine sahip örüntülerden sadece biridir. Excel dosyasında bir sütun, sınav tutanağında bir imzadırlar. Kendilerini öğrenci ve öğrenci numarası ile düşünürler. Ayrıca bir form ve ifade kabul edilmez. Öğrenciler; kendilerini öğrenci olarak, öğrenci numarasıyla, öğrenci e-postasıyla olmadı okulun tanıdığı bir klüp faaliyetinde tanımlayabilirler.
SINAV’DAKİ DEVLETTE ÇÖZÜLÜŞ-KÜÇÜK BİR İSYAN ANLATISI
Sınavdaki devlet bu şekilde konumlandı. Kendi dışındaki herkesin öznelliğini ketledi. Kendine tabi kıldı. Onlara hak ve ödevler tanıdı. Sınırlı ve tanımlanmış hakları performe ettikleri ölçüde faildi öğrenciler ve hocalar. Fakat bu çok genel bir anlatı. İktidar beden ve ruhlara dönük bir örüntüde ilerleyen bir süreç olarak görülürse, neoliberal iktidar teknikleriyle her birey bir “proje” olarak kendini kuruyorsa, bu kadar baskıcı bir anlatıya gerek var mıdır ? Vardır. Neoliberalizmin zeminini oluşturan bu tarihsel ilişki örüntüsüdür. Yani sırasıyla denetim ve gözetim toplumundaki bedensel iktidar tekniklerinin neoliberal performans toplumuyla işlemez olduğunu. Artık baskının kaynağının bireyin kendisi olduğunu, bireyin kendisini bir performans öznesi olarak kurguladığını ve projeleştiğini söyleyebilirsiniz. Bu kısmi bir anlatıdır. Neoliberalizm sadece kendisiyle açıklanan ve ötesi-berisi olmayan bir kavram değildir.  Fakat; her düzeyde direniş ve karşı koyuş olduğunu söyleyebiliriz. İtirazın ve reddetmenin; her zaman ve her yerde mümkün olduğunu söyleyebiliriz.Öğrenciler de sayısız şekilde direnç geliştirirler.
İsyan Anlatısı: Devletin; zor gücü gardiyan gözetmen; zaman ve mekana hükmetmekten keyifli görünüyordu. Sınav başladıktan sonra ilk 15 dakika içerisinde kimse dışarı çıkamazdı. Kural buydu ve kuralı yüksek sesle söylemişti. Sınavın varlığı, sınav düşüncesi ve sınav kurallarının psikolojik-bilişsel-duygusal anlamda devletleştirdiği öğrencilerini bir kısmı bu kurala hemen uydular. Fakat kuralı söyleyen; kurala uyulmazsa ne yapılacağını bilmiyorlardı. Bir öğrenci/isyancı elini kaldırdı;
- Çıkabilir miyim ?
-Hayır. Daha 5 dakika var.
-Saate göre çıkabilirim ( duvardaki saati işaret eder)
-Hayır o saat değil, bizim saatimiz esastır. ( Yani devlet; işlediği kurallarla sürekli olarak inşa olur. Kuralın varlığı ve zemini, sürekli olarak kural ile kural dışı arasında “eşik halinde” durarak şekillenir. Kural dışı; bizzat devlet eliyle kuralların dışına çıkılarak kural haline gelir )
Bu diyalogdan hemen sonra, bir öğrenci ayağa kalktı. Hiç konuşmadılar. Bir anda sessizce 10 öğrenci daha onu izledi ve kürsüye doğru kağıtlarını getirdiler. Bu bir karşı-hegemonik duruştu. Kural dışı hareket etmişler, zaman-mekan kurallarına ve devlete sadakat göstermemişler ve ayağa kalkıp gitmek istemişlerdi. Ve çıkıp gittiler. Jandarma/gardiyan/gözetmen; durumdan korktu. Ve sessizce “arkadaşlar” çıkabilirsiniz dedi. Kendi koyduğu kuralın dışına çıktı. Minik bir isyandı bu. Fakat isyan tarzını anlamak için isyanın çıktığı zeminin ve öznelerin tarihsel gelişimini bilmek gerekirdi. 
SONUÇ OLARAK
Bu yazıda devlet; belirli bir toprak parçasında, belirli bir nüfusa sahip ve zor aygıtlarına sahip bir varlıktır şeklindeki devletçi-kurumsalcı Webergil önermeyi açıklamaya ve onu eleştirel bir şekilde aşmaya çalıştık. Zor aygıtının; tarihsel olarak oluştuğunu ve monolitik olmadığını, zor aygıtlarının içerisindeki çelişkileri, psikolojik-hiyerarşik-sınıfsal olarak sergilemeye çalıştık.Devletin mekansal ve zamansal örgütlenmesini iskan politikasını ve sosyal varlığını yerleştirmesini göstermeye çalıştık. Devlet; mekansal olarak vardır. Tanım böyledir. Fakat mekanda varlığını nasıl kurar bunları sergiledik.Devletin tanımları ve vatandaş-yurttaş-ulus tanımları üzerine düşündük devletin egemenliği, hukukla ilişkisi ve hukuk pratiği üzerine sorgulama yürüttük.Devletin; ekonomi-politik ilişkilerin hem içerisinde hem dışarısında kaldığını metaforlarla ele aldık. 
0 notes
erenaksoyoglu · 6 years ago
Text
Gazete Solfasol: Eren Aksoyoğlu'yla Keçiören, Sosyal Demokrasi ve CHP Üzerine
Söyleşi: Mehmet Onur Yılmaz
Eren, pek çok ortamdan tanıdığımız, Solfasol ahalisinin de parçası olan bir arkadaşımız. Keçiören Belediye Başkanlığı için CHP’den aday adaylığı sırf bu sebepten bile ilgimizi çekerdi. Ama bunun yanı sıra çok alışıldık olmayan iki konu daha var. Birincisi bildik adaylara göre çok genç bir aday adayı olması. İkincisi ve daha önemlisi ise pek çok aday adayıından farklı olarak kazanmanın hiç de kolay olmadığı bir yerden Keçiören’den aday olması. İşte bu saiklerle Eren Aksoyoğlu ile Keçiören Belediye Başkanlığı aday adaylığını, solu, sosyal demokrasiyi ve CHP'yi konuştuk.
Solfasol: Şöyle başlayalım. Eren, neden adaysın ve neden Keçiören’den adaysın?
Eren Aksoyoğlu: Bugüne kadar hep beraber pek çok şeyi denedik; sokak eylemleri, büyük toplanmalar, tartışmalar, buluşmalar, forumlar… Bütün bu sürecin sonunda geldiğimiz en kötü durumdayız bugün. Dolayısıyla bunların hiçbiri bize çözüm olamadı. Yalnızca, piyasacı ve gerici bir saldırıyı yavaşlayabildiğini gördük ama durduramadığını da gördük. Örneğin, evet Gezi Parkı’na giremediler ama AKM’yi yıkmayı başardılar. Büyük direnişlerin büyük sonuçları olur tezi Türkiye’de işlemedi. Gezi direnişi sırasında 8,5 milyon genç sokağa çıktı ama bu sayıda gencin sokağa çıkması iktidar partisini iktidardan uzaklaştıramadı, ya da Yunanistan’da olduğu gibi bir sol partiyi iktidara getiremedi. Dolayısıyla ben Türkiye için çözümün sadece ve tek başına direniş hareketlerinde olmadığını aynı zamanda bir kadro hareketine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu dönemde benim üyesi ve aday adayı olduğum parti CHP dahil çok büyük bir karanlık içerisinde kaldık. Üzerine Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşadığımız hayal kırıklığı hepimizi böyle bir sürecin içine götürdü. Ben bundan bir an önce çıkıp CHP her yerde olmalı, iddiamızın olmadığı yerlerde de güçlü şekilde olmalı diyerek Keçiören’den aday olmanın iyi olacağını düşündüm. Bizim, özellikle benim jenerasyonumun, bugün CHP’nin olmadığı yerlerde örneğin Diyarbakır’da, örneğin Varto’da ve tabi ki Keçiören’de güçlü adaylarla çıkabilecek mi sorusunun peşinden gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Buna odaklanırsak, bunun için mücadele edersek başarılı olabileceğimize inanıyorum. Bunun dışında bir şansımızın da olmadığını düşünüyorum. Yoksa hepimiz büyüklerimiz gibi kendi konforlu alanlarımızda yaşar gideriz.
S.: Peki örneğin neden Sincan değil de Keçiören? Keçiören’den aday adayı olmanın özel bir sebebi var mı?
E.: Keçiören Çankaya’nın antitezi. Keçiören, Çankaya’dan sonra Türkiye’nin en büyük ilçesi. Ve ben iktidar Keçiören’de yıkılırsa her yerde yıkılır diye düşünüyorum. Keçiören’i almak, Ankara’yı almak demek, sonraki seçimlerde Türkiye’yi almak demektir.. Çankaya’dan başlayarak Ankara’yı, Türkiye’yi alamazsınız, ama Keçiören’den başlayarak Ankara’yı da Türkiye’yi de alırsınız. İkincisi ben esnaf çocuğuyum. O tipolojiyi çok iyi tanıyorum. Esnafların pratiklerine çok teşneyim. Bunun çok işe yarayabileceğini düşünüyorum. Üçüncüsü Keçiören’de seçmen davranışının çok hızlı bir şekilde değişebileceğini düşünüyorum. Bu Sincan için geçerli değil ama Keçiören’de mümkün.
S.: Dolayısıyla politik ve stratejik olarak kazanlıması gereği dışında Keçiören’in teknik olarak kazanılabileceğini de düşünüyorsun.
E.: Evet kesinlikle. CHP çok uzun süredir Keçiören’de siyaset yapmakla ilgilenmedi. Siyaset yapma isteği olmayınca da özellikle son iki dönemde Turgut Altınok’a, yani AKP’nin karşısındaki diğer muhalif adaya teslim olduk, ilerleyemedik. Keçiörenli seçmenden uzaklaştık ve sırf bu sebepten dolayı çok sayıda seçmen sandığa gitmedi. Ben, aktif, direngen, kendini anlatma iddiası olan ve solun içini dolduran bir siyasetle Keçiören’in her yerinden oy alınabileceğini düşünüyorum. Bunun çok yakın bir örneği de var elimizde. Yenimahalle Belediye Başkanı Şentepe’den AKP ve MHP oy bloğunun olduğu bir yerden oy alabiliyor. Şentepe’de genel seçimlerde AKP ya da MHP’ye oy veren yurttaşlar yerel seçimlerde Fethi Yaşar’a oy verebiliyor. Ben bunu Keçiören’in pek çok bölgesinde yapabileceğimizi düşünüyorum.
S.: Uzun süredir CHP içinde aktif ve aynı zamanda da eleştirel konumunu muhafaza eden bir yerde duruyorsun. Senin tespitlerin ve önerilerinle CHP’nin yerel yönetim politikaları örtüşüyor mu?
E.: Bu tip durumlarda hangi CHP diyerek başlıyorum. Çünkü bir Genel Merkez olarak bildiğimiz klasik CHP var, bir örgütlerde vücut bulan pragmatik bir CHP var. Bir taraftan da seçmen bloğu içerisinde daha özgürlükçü, toplumcu, laiklikten yana olan ama içinde yaşadığı toplumun şartlarına da uyum gösteren CHP tabanı var. Bunlar birbirinden çok uzaktalar. Ben seçmen grubunun olduğu büyük bloğun yanında yer almak ve onlarla birlikte hareket etmek gerektiğini düşünüyorum. Ben Genel Merkezin de örgütlerin de çok benzer şekilde seçmen bloğunun çözüm odaklı yaklaşımına çok uzak olduğunu düşünüyorum. CHP seçmenini tarif etmek için bize anlatılan ulusalcı seçmen kitlesi kent merkezlerinde yaşayan ve olduğundan büyük gösterilerek gözümüze sokulan bir kitle ve gerçek değil. Dolayısıyla biz kendi seçmen bloğumuza yaklaştığımız zaman, onlarla hareket ettiğimiz zaman, onların dilini kullandığımız zaman başarılı olacağımızı düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi de sınıfsal bir pozisyon alabilmek. CHP’nin gerçek seçmen bloğu devleti hiçbir zaman kendi aygıtı olarak görmedi. CHP seçmeni devlete hep çok uzaktaydı. Oysa CHP’yi temsil eden yönetici eliti ise kendisine ait olmayan devleti sahiplenme, onun bütün saiklerini, pratiklerini sahiplenme dolayısıyla geçmişten yaşanmış büyük acıları bile sahiplenme noktasında durabildi. Buradan bir başarı çıkması mümkün mü? Bence değil. Ben CHP yönetici elitinin, yereldekiler dahil, tablonun hiçbir noktasına doğru bakamadığını, göremediğini düşünüyorum. CHP yönetimi buraları görebilse bambaşka bir Türkiye görecek.
S.: Adaylığın durumunda planın ne?
E.: Birincisi bu adaylık mevzu sağ siyasetin bize dayattığı bir kavram ve bence ikincil. Aslında öncelikle programın konuşulması gerekiyor. Biz nasıl bir programla alacağız. Sosyal demokratların post-fordist dönemde önerebildiği bir üretim ilişkisi yok. Dolayısıyla buradan bir çıkış da üretemiyoruz. Kapitalizmle sosyalizm arasındayız, kapitalizmin eşitsizliğini gidermeye çalışıyoruz ve buradan bir liberal demokrasi çıkar söyleminin artık hiçbir toplumsal tabakada karşılığı yok. Bu üretim ilişkisini tanımlayamayınca kalkıp Seferihisar gibi birkaç örnek üzerinden kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Sosyal demokratların elinde bulunan 230 belediyeyi bir yana bırakıp komünist Ovacık Belediye başkanını çok sevmesinin sebebi de bu. Çünkü bizim elimizdeki belediyelerde üretim ilişkisine dayalı bir politika söz konusu değil. Kaçınılmaz olarak komünist bir belediye başkanı sempatiyle karşılanıyor.
S: Seferihisar gibi bir örnek üzerinden Keçiören ya da Ankara kazanılabilir mi? 
E.: Hayır. Şunun gibi: Köylerde genç yok, gençler kentlerde,üniversite ve Erasmusla yurtdışına gitme peşindeler, work&travel ile dünyayı geziyorlar ama biz hala köy enstitüleri demeye devam ediyoruz. Köy enstitüleri önermesinin gençlerde karşılığı olmadığı gibi Seferihisar örneğinin de Büyükşehir ölçeğinde hiçbir karşılığı yok.
S.: Peki sen nasıl bir yeni yaklaşım öneriyorsun?
E.: Ben CHP’lileri çok öfkeli buluyorum. Daha sakin kalmayı öğrenmemiz gerekiyor. Toplumla ilişki kurmaya çalışırken sürekli öfke nöbetleri geçirirseniz kimse sizi ciddiye almaz. Söylediklerimizde haklı olsak da bu öfkemizi haklı çıkarmıyor. Kendi tahayyülümüzü yitirmiş durumdayız. Neredeyse 15 yıldır ortaya bir tahayyül koymuyoruz. Bunun yerine bir çözüm partisi görüntüsü veriyoruz.
S.: Ankara için yürütülen Mansur Yavaş tartışmalarını buna mı bağlıyorsun?
E.: Ekmelettin İhsanoğlu’ndan Mansur Yavaş’a sağcıların oyunu almak için sağcıları aday göstermek bizi kendi tahayyülümüzden uzaklaştırdı. Toplum bunu talep ediyor diyerek bunu yapıyoruz. Toplum Mansur Yavaş’ı talep ediyorsa bize ihtiyaç yok demektir. Bize düşen ortaya bir kent tahayyülü koymak ve herkesi buna ikna etmek için çalışmak.
S.: Peki nasıl bir tahayyül bu? Nasıl bir program?
E.: Ne olmadığını söyleyerek başlayayım. Şuraya Pazar yeri, buraya kapalı otopark, şuraya tiyatro salonu yapacağız dediğiniz zaman işte bu tam anlamıyla sağcı bir program haline gelmeye başlıyor. Projeciliği biraz geri plana atıp yönetmeye aday olduğumuz kent parçasındaki gerçek ihtiyaçlara ve bunları nasıl karşılayacağımıza odaklanmalıyız. Bu da her yer için ayrı bir gündem demek. Seferihisar’la Keçiören’in ayrılmasının sebebi de bu. Bu da her bir belediye için ayrı bir vizyon belgesini ortaya koymayı gerektirir.
S.: O zaman sorma zamanı, senin Keçiören için önerdiğin vizyon nedir?
E.: Keçiörenlilerin büyük çoğunluğu gününü Keçiören dışında geçiriyor Keçiören’i ise otel gibi akşam yatıp uyumak için kullanıyor. Kendi oturduğu yerde sosyalleşmiyor. Bu çıkmaza bir de AVM’leri eklediğinizde sorun daha da derinleşiyor. Keçiörenlileri AVM’lerde görmeye başlıyoruz ama sokaklar yine boş. Bunun değişmesi gerekiyor. Fatih köprüsü üzerinde her sabah 45.000 araç Keçiörenden Çankaya’ya doğru geçiyor ve trafiğin sıkışmasına sebep oluyor. Fatih Köprüsündeki tek yönlü bu yoğunluğu bir trafik sorunu olarak görmek sağcı bir bakıştır. Sosyal demokrat belediyecilik Keçiörenli 45000 aracın her sabah neden Keçiören’den Çankaya’ya doğru gittiğini sorgulayıp bu trafiği tersine çevirmek için yapılması gerekeni bulmayı gerektirir. Derdim şu; bu 45000 araç Keçiören’de kalmalı, dahası bu trafik tersine dönmeli. Halbuki kentin ilk üniversitelerinden birisi, Ziraat Mektebi Keçiören’de, Koç Üniversitesinin çok büyük iki arsası var, boş. Kuzey bölgesinde çok büyük ve boş araziler var.
S.: Peki ne olacak da bu trafik tersine dönecek?
E.: Çok uzun vadeli bir iş bu ama çok özetle söylersem Keçiören’i 24 saat yaşayan bir yer halinde getirmeliyiz. Bu da sağcı bir bakışla yapılamaz.
S.: Gençlerle ilgili pek çok şey söylüyorsun program taslağında. Nasıl bir vizyon öneriyorsun onlara?
E.: Keçiören’de çok yılmış ve öfkeli ama pırıl pırıl bir genç kitle var ve çok haklılar bu öfkelerinde. Çünkü onları kimse dinlemiyor, onlara kimse hiçbir şey sunmuyor. Bu da gençlerin bir güvenlik endişesi haline gelmesine sebep oluyor. Bizim bu gençlerin hayatlarına, onları bizim istediğimiz yerlere çağırarak değil onların olduğu yere köşe başında takıldıkları yere giderek dahil olmamız gerekiyor. Bunu nasıl yapacağımızı programımız yayımlandığında göreceksiniz. 
S.: Çankaya, Keçiören çekişmesi, rekabeti olarak görünen ikililiğe nasıl bakıyorsun? Keçiörenli olmaya ayrı bir vurgun var programında. Nedir bu? 
E.: Yine özetle anlatayım. Hiçbir yerde Keçiören Belediyesi yazmayacak, başkanın fotoğrafı, ismi olmayacak. Keçiören olacak, Keçiören yazacak, Keçiörenliler olacak, Keçiörenlilerin fotoğrafları olacak.
S.: Peki, aday adaylığın adaylıkla sonuçlanmazsa planın ne?
E.: Ben aday yapılsam da yapılmasam da program konuşmalıyız. Ben aday yapılmazsam yapacağım ilk şey programımı aday yapılacak arkadaşımızın önüne koyup ona destek vermek olacak. Bu da olmazsa programı başka kanallarla yaygınlaştırmak. Çünkü günün sonunda kesin olan şey şu: bu seçimi program kazanacak. Aday ikincil bir durum ve ikincil kalmalı.
S.: Son sorumuz şu; bu program düşünceni parti içinde istediğin gibi anlatabiliyor musun, istediğin yerlere ulaştırabildin mi, bu fikirlerini? Senin aday adaylığını değerlendirecek olanlar senden ve fikirlerinden haberdar mı? Doğrudan sormak gerekirse Kılıçdaroğlu’na ulaşabildin mi?
E.: Sadece Kılıçdaroğlu’na ulaşmıyor. Orada tuhaf bir şekilde engeller var. Ama onun altındaki kadrolar biliyorlar, bildiklerini biliyorum. İl örgütünden, arkadaş çevremden hatta parti meclisinden güzel sesler geliyor. Ama bunların hiçbirinin yeterli olmadığını biliyorum. Günün sonunda parti içi demokratik süreçlerin işletilip işletilmeyeceği belli değil ve onun dışındaki kanallar da garip bir şekilde tıkalı. S.: Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı? E.: En zor soru bu sanırım. Özetle benim meselem program konuşmak, program konuşturmak ve temel hedefim Keçiörenlilere Keçiören’i sevdirmek. Bunu başarırsak kazanırız. 
1 note · View note
kalpherzamansoldanatar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
“Proletarya devrimi ile burjuva devrimi arasındaki ayrım beş temel noktaya indirgenebilir.”
1) Burjuva devrimi, genellikle, kapitalist düzenin şu ya da bu ölçüde tamamlanmış biçimlerinin, yani devrimin açıkça patlak vermesinden önce feodal toplumun dölyatağında büyümüş ve olgunlaşmış olan biçimlerin var olduğu bir dönemde başlar. Oysa proletarya devrimi, sosyalist düzenin tamamlanmış biçimlerinin ya bulunmadığı ya da hemen hemen hiç bulunmadığı bir dönemde başlar.
2) Burjuva devriminin başlıca görevi, iktidarı ele geçirmek ve iktidarın daha önceden var olan burjuva ekonomisiyle uyuşmasını sağlamaktır. Buna karşılık, proletarya devriminin başlıca görevi, yeni bir sosyalist ekonomi inşa etmek amacıyla iktidarı ele geçirmektir.
3) Burjuva devrimi, genellikle, iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte tamamlanmış olur. Oysa proletarya devriminde, iktidarın ele geçirilmesi yalnızca bir başlangıçtır; iktidar, eski ekonomiyi değiştirmek ve yeni bir ekonomi kurmak için bir araç olarak kullanılır.“
4) Burjuva devrimi, kendini, iktidar koltuğundaki bir grup sömürücünün yerine başka bir grup sömürücüyü geçirmekle sınırlandırır ve bu yüzden de eski devlet aygıtını parçalama gereğini duymaz. Oysa proletarya devrimi, bütün sömürücü grupları iktidardan uzaklaştırır ve bütün emekçilerin ve sömürülenlerin önderi olan proleterler sınırını iktidara geçirir; bu bakımdan, ister istemez, eski devlet aygıtını parçalar ve onun yerine yeni bir devlet aygıtı getirir.
5) Burjuva devrimi, milyonlarca emekçi ve sömürülen kitleleri uzun bir zaman kendi çevresinde tutamaz; çünkü onlar emekçidirler ve sömürülmektedirler. Buna karşılık, proletarya devrimi, proletarya iktidarını sağlamlaştırma ve yeni sosyalist ekonomiyi inşa etme yolundaki ana görevini gerçekleştirmek istiyorsa, emekçiler ve sömürülenler olarak onları proletaryayla sağlam bir ittifaka katabilir ve katmalıdır.”
Josef Stalin, Eserler
21 notes · View notes
serhatnigiz · 7 years ago
Text
Proletaryan Solun Türkiye Tarihindeki Belli Başlı Uğrakları
Tumblr media
Türkiye’de ortaya çıkan onlarca proletaryan hareketin ideolojik-politik-programatik temelleri esas olarak 1961-71 dönemindeki sol içi tartışmalar içerisinde şekillenmiştir. Bu yıllarda yapılan tartışmalardan sola miras kalan yegane “sosyalizm” anlayışı; tıpkı SSCB ve benzeri proletaryan-kapitalist rejimlerde olduğu gibi, sosyalist toplumun minimal-ulusal bir ekonomik sistem üzerinde kurulabileceği inancıydı. Ne yazık ki proletaryan solun bu kesimleri için sosyalizm, bu dönem boyunca ulusal sınırlarla birbirinden ayrılmış ulusal pazarlar sosyalizminden ibaret bir dünya kavrayışının ötesine de geçemedi. Böylesi bir sosyalizm anlayışının mucidi elbette ki Türkiye’deki proletaryan devrimci hareket değildi. Minimal-ulusçu-proletaryan-sosyalizm anlayışının ideolojik-politik-programatik plandaki asıl çıkış noktası, kuşkusuz en başta Sovyetler Birliği olmak üzere benzeri rejimlerdi. Keza; global-feodalizme karşı minimal-kapitalist ulusçu devrimler cağı zorunlu olarak proletaryan hareketlerinde çeşitli şekiller altında ulusçu-devrimcilik gömleğini giymesine vesile oluyordu ki, tarım-ürün pazarlarından sanayi-ürün pazarlarının egemenliğine (bir başka deyişle, tarım emeğinin tüketim-değer yasasından sanayi emeğinin üretim-değer yasasına) geçiş süreci ulusçu-kapitalizmin hem burjuvayan hem de proletaryan biçimlerinin iktisadi-politik ve nesnel temelini de oluşturuyordu.
1960’lı yıllara kadar TKP “hegemonyası”
1920’lerden 1960’lara kadar Türkiye’de proletaryan solun tarihi kabaca söylemek gerekirse TKP’nin tarihidir. Türkiye’ye proletaryan-marksizm’in (elbette ki fazlasıyla “mizansel bir Marksizm” olarak) TKP dolayımıyla girdiği de söylenebilir. 60’lı yıllara kadar proletaryan-solun ideolojik-politik-programatik zeminini belirleyen asıl olarak işte bu Marksizm idi. Yine 1920’de Mustafa Suphi öncülüğünde Bakü’de kurulan “Bolşevik” çizgideki “enternasyonalist” TKP’nin, o dönem için sanayi proletaryası temelinde örgütlenmeyi önüne hedef olarak koyduğunu, programında proletaryan-sosyalist devrim amacının yazdığını ve bu açıdan dönemin ruhunu yansıtan minimalist bir parti olduğu da söylenebilir. Ayrıca; Mustafa Suphi çizgisinin yenilmesi ile birlikte, “kemalist” TKP çizgisi ile oluşan dejenerasyon her ne kadar yanılsamalı bir sosyalizm anlayışını getirmiş olsa da, bu dönemde yapılan çeviriler Türkiye coğrafyasında sosyalist fikirlerin yayılmasını hızlandırmıştır.
Bu yıllarda TKP kadrolarının ideolojik-politik-programatik besin kaynağı Sovyetler Birliği tarafından hazırlanan resmi “Bolşevik Devrimi tarihi” ve SSCB’nin dış politika aracına dönüşmüş olan Komintern’in ürettiği teorilerdi. 60’lara gelindiğinde proletaryan-sosyalist fikirleri öğrenmek isteyen devrimci gençlere, bilgi aktarabilecek, onların sosyalizm ve proletaryan-marksizm tarihiyle bağ kurmasını sağlayabilecek tek kanal yine TKP idi. 60’ların devrimci gençleri sosyalizme ve proletaryan-marksizm’e ilişkin ilk bilgileri bu kanaldan, 30’lardan beri minimal-ulusçu-proletaryan-sosyalizm geleneğine sıkı sıkıya bağlı olan TKP’den ve onun etkisi altında olan çevrelerden ve aydın gruplarından öğrenmek zorunda kaldı. Dönemin bilgiye ulaşma açısından sahip olduğu kısıtlı imkanlar, 60’lardan itibaren devrimcileşmeye başlayan gençlik kesimlerinin fazlasıyla mizansel bir “Marksizm” ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmuştu ki, yine bu dönemde bariz bir biçimde Kemalizm ve Marksizm arasındaki temel ayrımlar bile net bir biçimde ortaya konulamıyordu. Bu durumun iki temel nedeni vardı; birincisi, Şefik Hüsnü TKP’sinin Kemalizm’in yedeğinde sistem için liberal bir parti olması, ikincisi ise, merkez-çevre kapitalizminin minoktokratik gelişiminin tek partici parlamenter devlet aygıtı ile, yani ülkenin Sovyetler Birliği ile olan “benzerliği” idi.
Dahası; Türkiye’de minoktokratik-devlet yapısının kuruluşuna öncülük eden kemalizm ile aynı dönemde Sovyetler Birliği’nde minokratik-sovyetik devlet yapısının kuruluşuna öncülük eden proletaryan-efendicilik arasında da minimal-ulusçuluğun inşası açısından kayda değer bir benzerlik söz konusuydu ki, iki ülkede de merkez-çevre konumlanış gereği kapitalizmin yukardan aşağıya doğru minoktokratik bir devlet aygıtı aracılığı ile inşa edilmesi süreci yaşanmıştı. Kemalizm ve proletaryan-marksizm arasındaki bu “benzerlik”, merkez-çevresi kapitalizminin yayılım koşullarından kaynaklanmakta olduğu için, geniş kesimler tarafından Türkiye’de kemalizm “komünizmin” bir kolu olarak algılanmıştır. Bu algının temellerinden bir tanesi de, komitacı-itihatçı hareketin “kurtuluş savaşı” sürecinde Sovyet iktidarı tarafından, yani Bolşevikler tarafından maddi ve manevi olarak desteklenmiş olmasıdır. Kurtuluş savaşı döneminde, silah ve para yardımı yapmış olan Bolşevikler, (Cumhuriyet kurulduktan sonra T.C. tanıyan ilk ülke olarak) ülkenin demir ve çelik sanayisinin kurulumuna da (Sovyet uzmanları eliyle) kendileri öncülük etmiştir. Kemalizm’in geniş halk kesimleri tarafından “komünizm” olarak algılanmasının nesnel temellerini oluşturan süreç bu şekilde gelişmiştir. Yine aynı şekilde; CHP’nin altı okundan biri olan “halkçılık” ilkesinin benimsenmesinde de Sovyet etkisi belirgin bir biçimde görülmektedir. Bütün bu olgular Kemalizm’in üzerine yapışmış olan “komünizm” algılarını pekiştirmiştir ki, bütün bu algıların temelinde yatan asıl etken; merkez-çevre konumlanışta olan Türkiye’de minimal sanayi pazarının ve devlet aygıtının “sovyetik tarzda” inşa edilmesi ile ilgili olan benzerliklerdir.
1960’lı yıllar da TİP’in yükselişi
Türkiye İşçi Partisi 13 Şubat 1961’de kuruldu. TİP’in kurucuları İstanbul İşçi Sendikaları Birliğine bağlı sendikacılardı. TİP kuruluş amacını; “Türkiye işçi sınıfının siyasi ve ekonomik çıkarlarını savunmak ve işçi sınıfı lehine yasaların çıkarılması mücadelesini parlamentoya taşımak” olarak açıklıyordu. TİP sendikacılar tarafından işçi sınıfının (siz bunu sanayi proletaryası olarak okuyun!) ekonomik mücadelesine siyasal bir biçim kazandırmak amacıyla kurulmuştu. TİP ilk kuruluşundan itibaren sosyalizmi hedefleyen bir parti değildi. Sosyalist aydınların ve gençlerin desteği olmaksızın TİP’in yürüyemeyeceğini kavrayan partinin kurucu sendikacıları TİP’in kapılarını 1 Şubat 1962’de sosyalist aydınlara ve gençlere açmaya karar verdiler. TİP’in kapılarının proletaryan-sosyalist aydınlara ve gençlere açılmasının bir başka sebebi de, bu dönemde (içinde yüksek dozda kemalist eğilimleri de barındıran) YÖN Dergisi’nin çıkması ve yeni bir işçi partisinin kurulma ihtimalinin gündeme gelmiş olmasıydı. Başka bir deyişle, TİP’in bu hamlesi kendisine karşı gelişebilecek olan “sol bir alternatife” karşı bir yanıyla da politik ve taktiksel bir karşı-hamle olma özelliği taşıyordu.
9 Şubat 1962 yılında Mehmet Ali Aybar TİP başkanlığına getirildi. TİP’in 1964 yılında toplanan 1. kongresi’nde parti programı ilan edildi. Bu programda sosyalizm lafı geçmiyordu. TİP Programında; SSCB’nin ortaya attığı “kapitalist olmayan kalkınma yolu” çerçevesinde “işçi sınıfı lehine demokratik nitelikli reformlar” öngörülüyor ve “bağımsız bir dış politika” öneriliyordu. TİP programında kendisini “Türkiye işçi sınıfının ve onun öncülüğü etrafında toplanmış, emeğiyle yaşayan bütün yurttaşların kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilatı” olarak tanımlıyordu. 1. Kongreden sonra TİP ülkenin her tarafında hızla örgütlenmeye başladı ve 1965 genel seçimlerinde ise 15 milletvekili çıkarmayı başardı. TİP’in seçim başarısının arkasında yatan bir diğer etken de 27 Mayıs Anayası ile birlikte uygulamaya konulan “milli bakiye” sistemiydi ki, bu sayede TİP seçimlerde 15 millekvekilini meclise yollayabilmişti. Lakin TİP’in o dönem ki başarısı yalnızca milli bakiye sistemi ile açıklanamaz. Keza; TİP yine bu dönemde örgütlenme alanında da kayda değer bir ilerleme sağlayabilmişti.
TİP’in “sosyalizm mücadelesi”nden anladığı, milletvekili seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak yine bu yolla burjuva parlamentosunda çoğunluğu elde etmekti. Şayet TİP iktidar olursa “sosyalizmi” parlamentodaki çoğunluk gücüne dayanarak kuracaktı. Tabii ki böylesi bir liberal-sosyalizm içinde (proletaryan-marksizm açısından söylemek gerekirse) ne başarılı bir proleter ayaklanmaya ne de proletaryanın devrim sürecinde kendi iktidar organlarını (işçi sovyetlerini) yaratmasına gerek yoktu. TİP’in savunduğu sosyalizm anlayışı, (dönemin “minimal-kapitalist ruh haline” uygun bir biçiminde) demokratik reformlar eşliğinde uygulanan, sosyal adaletçi bir ulusal kalkınma projesiydi. Başka bir deyişle, TİP kendi ulusal sanayi pazarını inşa etmeye çalışan minoktokratik-Türk-burjuvazisinin legal siyaset içindeki sözde “en sol” proletaryan kanadını oluşturuyordu.
Özetle TİP; kuruluşundan itibaren reformist-parlamentarist bir çizgi savundu. TİP ideolojik-politik-programatik açıdan (içindeki radikal “Marksist” aydınlarında etkisiyle) söylemsel düzeyde proletaryan-marksizm’in etkisi altında kalmış bir parti olsa da, hiçbir zaman tam manasıyla (organik bileşenleri açısından da) proletaryan-komünist bir partiye de dönüşemedi; zaten partiye hakim olan reformist-parlamentarist çizgininde asla böylesi bir hedefi olmadı.
60’lı yıllarda TİP neredeyse tüm mücadeleci sol güçleri bir araya getirmeyi başarmış bir “cephe partisi” konumundaydı. Kuşkusuz TİP’in bu konudaki başarısı tipin kendi potansiyelinden çok o dönem ki proletaryan sol akımların kendiliğindenciliğinin en çokta TİP’in ekmeğine yağ sürüyor olmasından kaynaklanıyordu. Keza; “başını sokacak ev bulamayan” çeşitli sol akımların bir şekilde yolu TİP’e düşüyordu. Dolayısıyla; gelecekte ortaya çıkacak olan farklı proletaryan sol grupların ve partilerin ilk nüveleri/çekirdekleri TİP içinde mayalandı. 60’lı yıllarda (1961-65) proletaryan-sosyalist hareket içerisinde iki ana eğilim öne çıktı. Biri TİP içerisinde Mehmet Ali Aybar’ın temsil ettiği reformist-parlamentarist sosyalizm çizgisiydi. Bir diğeri ise, YÖN dergisinden Doğan Avcıoğlu çevresinin savunduğu, ideolojik temelleri esas olarak 1930’larda kadro hareketi tarafından atılan minimalist-ulusçu-devrimci “sol” Kemalizm çizgisiydi. 60’lı yıllarda su yüzüne çıkan bu ayrımlar, ilerleyen yıllarda proletaryan sola biçimsel de olsa damgasını vuracak olan “Milli Demokratik Devrim” ve “Sosyalist Devrim” saflaşmasının da ana eksenini oluşturuyordu.
Öte yandan, geçmişten itibaren Mustafa Suphi çizgisinin lav edilmesi, işbirlikçi-memur Şefik Hüsnü çizgisinin ve TKP’sinin 1950-60’lı yıllara kadar süren yıkıcı etkileri ve ona karşı TKP içindeki muhalif “komünist kanadın” (Örneğin, ilk öncüller olarak Nazım Hikmet, Sabahattin Ali vs. sayılabilir) ve bir ton çevre (60 darbesininde etkisi ile) TİP’in açtığı kanalda toplandılar. Başka bir deyişle, Şefik Hüsnü TKP’sinin olumsuz konumlanışı karşısında TİP’in konumlanışı geçmişe kıyasla “bir gömlek daha ilerici” bir liberal-sosyalizm doğurdu.
1965-67 arası TİP, YÖN çatışması
Bu dönemde (1965-67) proletaryan sol içindeki ilk ciddi bölünme, Mehmet Ali Aybar’ın yönetimindeki TİP ile Doğan Avcıoğlu’nun yönetimindeki YÖN Dergisi arasında patlak verdi. Bu iki eğilim arasında başlayan ideolojik-politik-programatik tartışma, gelecekte yaşanacak olan derin saflaşmalarında habercisiydi. 1965 seçimlerinden sonra TİP’in kendisini (en azından söylemsel düzlemde) sosyalist hareketin “biricik örgütü” ilan etmesine, “anti-emperyalist mücadelenin öncüsünün işçi sınıfı olduğunu” söylemesine ve “sosyalist mücadele ile anti-emperyalist mücadelenin aynı anda ve bir arada yürütüleceği” tezini ortaya atmasına, YÖN Dergisi’nin tepkisi geçikmedi. Çünkü TİP’in bu yaptığı, YÖN Dergisi’nin o güne kadar özenle hazırladığı, sivil ve askeri bürokrasiye önemli görevler yüklenen minoktokratik-darbeci-cuntacı iktidar planlarına da ters düşüyordu.
TİP ile YÖN Dergisi arasında patlak veren bu çekişme, işçi, köylü ve diğer emekçi sınıfların “aşağıdan yukarıya” doğru iktidarına vurgu yapan reformist-parlamentarist bir sosyalizm anlayışı ile, geleneksel devletçi (ama nasıl oluyorsa düzen karşıtı!) kadroların tepeden inmeci ulusalcı-minoktokratik iktidarını hedefleyen “sol” Kemalizm anlayışı arasındaki bir çekişmeyi de ifade ediyordu. Her ne kadar reformist-parlamentarist bir temelde olsa da, Mehmet Ali Aybar’ın savunduğu “sosyalist iktidar” perspektifi, YÖN Dergisi’nin tepeden inmeci ve daha baştan emekçi halk yığınlarının politik insiyatifini dışlayan bürokratik-seçkinci-darbeci iktidar anlayışını sert bir şekilde eleştiriyor ve (eksik ve biçimsel de olsa) öncelikli olarak işçi ve emekçi halk sınıflarının politik katılımına (elbette ki reformist ve parlamentarist sınırlar içinde kalarak) vurgu yapıyordu. Ancak Aybar ve Avcıoğlu şahsında cisimleşen bu kutuplaşma minimal-liberalizmin iki tonu olmaktan da öteye geçemiyordu.
Halbuki ne TİP gerçek anlamda proletaryan-marksist bir sosyalizm anlayışını savunuyordu, ne de YÖN Dergisi’yle arasında bu konuda çok büyük bir farklılık vardı. Her iki kesimde 1965 seçimlerine kadar, devletin “anti-emperyalist” bir “milli burjuva devleti” olması gerektiği konusunda hemfikirdi. Her iki kesimde 27 Mayıs’ın yarattığı Anayasayı ve devlet biçimini sahipleniyor ve 27 Mayıs Anayasası’nın “sosyalizme ulaşmak için gerekli yasal imkanı sağladığını” iddia ediyordu. Her iki kesimde (ve ayrıca bu dönemin önde gelen proletaryan-sosyalistlerinden Doktor Hikmet Kıvılcımlı’da) ordunun (ve özellikle de Kemalizm'in) toplumsal gelişmede “ilerici bir rol” oynadığını düşünüyordu. Her iki kesimde toplumun karşısındaki düşman gücün “ABD emperyalizmi”, “işbirlikçi burjuvazi” ve “toprak ağaları” olduğunu söylüyordu. En azından genel siyasi söylem böyleydi. Dolayısıyla; ihtilaf bu konularda değil, asıl başka bir noktada düğümleniyordu. Gerçekte solun bu iki kesimi arasında başlayan tartışma, solda ideolojik-politik-programatik ve örgütsel hakimiyetin (hegemonyanın) kimde olacağı kavgasından başka da bir şey değildi. Sonuç olarak, sözde proletaryan-marksizm’den beslenen bu iki akımda fazlasıyla karikatürize edilmiş bir pozisyonun ötesine de geçememişti.
1968-71 arası devrimin karakteri tartışmaları
“Türkiye devriminin karakteri” sorununun belki de en kapsamlı biçimde tartışıldığı dönem 1968-1971 dönemidir. Bu dönemde öne çıkan tartışma konusu; Türkiye’nin hangi “devrim aşamasında” olduğuydu. Proletaryan-sosyalistler arasında başlayan bu tartışmada kabaca “dört kutup” vardı: Bir yanda “Milli Demokratik Devrim” diyenler, diğer yanda “Sosyalist Devrim” diyenler, öte yanda “Demokratik Halk Devrimi” diyenler, son olarak da “Demokratik Devrim” diyenler.
Birinci kutup, Mihri Belli’nin başını çektiği; “Türkiye emperyalizme bağımlı, feodal ilişkilerin ağır bastığı yarı-sömürge bir ülkedir” diyenlerin savunduğu devrim stratejisi: başka bir deyişle, “emperyalizme, feodalizme ve komprador burjuvaziye karşı anti-emperyalist, anti-feodal, Milli Demokratik Devrim” tezini savunan grup. Öte yandan, TİP içinde “sosyalist devrim” tezini savunan Behice Boran, Sadun Aren, Nihat Sargın’e göre; “Türkiye kapitalizmi, bünyesinde derebeylik kalıntılarını da barındıran az gelişmiş bir kapitalizmdir” ve “Türkiye’de emperyalist sermayeyle bütünleşmek istemeyen ve bu anlamda anti-emperyalist nitelik taşıyan bir “milli burjuva” kesim yoktur. Türkiye’de emperyalizmle iç içe geçmiş kapitalist bir düzen hakimdir. O halde kapitalizme karşı mücadele verilmeden, emperyalizme bağımlılıktan kurtulmak da olanaklı değildir. Türkiye’nin önündeki devrimci aşama, anti-kapitalist, yani sosyalist devrim aşamasıdır” diyen ikinci grup. Diğer yandan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tezinde olduğu gibi; “ülkedeki yerli finans-kapital-derebeyi-tefeci bezirgan saltanatına” karşı, “ikinci Kuvayı Milliyecilik” diye de tanımlanan “Demokratik Halk Devrimi” tezini savunan grup. Son olarak da, FKF içersindeki Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş vs. çizgisindeki “Demokratik devrim” tezini savunanlar grubu. Bu grup tarafından; burjuva demokratik devrimin görevleri tamamlanmadığından dolayı, “demokratik devrim” yoluyla demokratik görevlerin tamamlanması ve bu yolla sosyalizm mücadelesine geçişmesi gerektiği fikri savunuluyordu.
Aslında birbirinden “farklıymış” gibi gözüken bu devrim stratejilerinin tümü: özünde global feodalizme karşı minimal-ulusçu-proletaryan-devrim teorilerinin değişik alt türevlerinden (Türkiye koşullarına uygulanmaya çalışılan biçimlerinden) başka da bir şey değildi. Keza buradaki asıl sorun; tarım emeğinden sanayi emeğine geçiş sürecinde ulusçu-devrim görevleri gömleğinin (tıpkı Lenin’in başta “İki Taktik” sonrasında “Nisan Tezleri”nde ortaya koyduğu gibi) “burjuva-efendiler grubu” tarafından mı yoksa “proletaryan-efendiler grubu” tarafından mı giyilip giyilmeyeceği sorunsalıydı! Keza feodal tarım emeği ve pazarları karşısında kapitalist sanayi emeğinin ve pazarlarının kendi kaderini tayin hakkı olmaksızın; “burjuva-demokratik” devrimci görevlerin (siz bunu ulusçu-devrim görevleri olarak okuyun!) tamamlanması da mümkün değildi. Bu yüzden bu "dört" eğilimde de görüldüğü gibi, global-feodalizmden (C6/D3’den) minimal-kapitalizme (D4/C7/E1’e) geçiş sürecinde sürekli olarak “burjuva-demokratik-görevler” ile “sosyalist-devrimci-görevler” arasında da bir “köprü” kurulmaya çalışılıyor; devrim stratejisi de taktikleri de devamlı olarak kendi içinde ek-aşamalara bölünerek sürekli olarak aynı konunun etrafında sanki aynı konu dışında bir başka konu tartışılıyormuşcasına birbirine benzer mizansel teoriler üretiliyordu!
Bu yıllarda (sadece Türkiye’de değil tüm dünyada) proletaryan-sosyalist hareketler “aşamalar” ve “asgari-azami programlar” üzerinden mizansel bir biçimde bölünmeye devam ediyordu. Sovyet Devrimi’nin dersleri ışığında, formüle edilen devrimin minimal-glokal-global ölçeklerdeki daimi sürekliliği fikri; proletaryan-efendiler-kapitalizmi sayesinde Türkiyeli sosyalistlerin hafızasından bu dönemde silinmiş gibiydi. Keza minimal-sosyalizm olmaksızın glokal-sosyalizmin, glokal-sosyalizm olmaksızın global-sosyalizmin var olamayacağı gerçeği (Leninist jargonla söylersek; “devrimin kesintisizliği” fikri) hafızalardan silinmiş olduğu içindir ki, minimal-sosyalizmin ulusçu-devrimci atılımları ve sanayi emeğinin iktidarına (ve haliyle yasama-yargı-yürütme organlarına) dayalı “prusyatik-yönetim” biçimleri kestirmeci bir yoldan gidilerek “sosyalizm” ya da “komünizm” olarak tanımlanmış olsa da, özellikle 1990’larda Doğu Bloğu’nun parçalanışı ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin çöküşü proletaryan-efendiler-kapitalizminin sonunu hazırlayan sürecin de başlangıcı olmuştu. Başka bir deyişle, minimal-ulusçu devrimler çağının proletaryan-devrimcileri glokal-ulus-üstü-kapitalizmin değişen, gelişen ve dönüşen yapısını, yeni emek biçimini (teknik/elektronik emeği) ve onun sınıf ilişkilerini (protekyayı bu dönemde) kavramaktan uzak oldukları içindir ki, 1990’larda karşı karşıya kalınan derin ideolojik-politik-programatik kriz devrimci-komünist güçleri uzun yıllar kendilerine gelmekte zorlanacakları zorlu bir tasfiyecilik ve geri çekilme süreci içine de sürüklemiştir.
1968 ve sonrası
1968 ve sonrası hem dünyada hem de Türkiye’de işçi sınıfı ve gençlik açısından radikal eylemlerin yükselişe geçtiği yıllar oldu. Türkiye’de işçi sınıfının (özellikle sanayi emekçilerinin) burjuva yasallığının sınırlarını kırıp geçen kendinden militan eylemleri bu yıllarda başladı. 1968 yazında gençlerin üniversitelerde başlattığı işgal ve boykot hareketlerini, işçilerin çeşitli fabrikalarda başlattığı işgaller izledi. Özellikle proletaryan hareketlerde o güne kadar görülmedik bir kendiliğinden-militanlaşma yaşanıyordu. Kuşkusuz bunun asıl nedeni; merkez kapitalist ülkelerin bu yıllarda minimal-kapitalizmden glokal-kapitalizme geçiş sürecine girmiş olması ve bunun emek süreçlerinde ortaya çıkardığı çeşitli iktisadi daralma ve genişlemelerin başta proletarya olmak üzere çeşitli emekçi kesimler arasında farklı türden reaksiyonlara/tepkilere sebebiyet vermesiydi. Başka bir deyişle, glokal kapitalizmin/emperyalizmin ağır aksakta olsa gelişimine ve yeni uygulamalarına merkez-çevrede duyulan politik tepkiler kendisini işçi ve öğrenci hareketleri olarak dışa vuruyordu. Bunun en açık kanıtı dünya çapında kendisini gösteren 1968 hareketiydi.
Kendini burjuva yasalarıyla sınırlayan, reformist, pasifist ve parlamentarist bir çizgi izleyen TİP’in yükselen kitle eylemlerine ve gençliğe önderlik edemeyeceği giderek daha net görüldü. TİP hem işçi sınıfının, hem de gençliğin radikal eylemlerinin gerisinde kalmıştı. Bu durum TİP içinde önce ideolojik, sonra örgütsel bir bunalımın patlak vermesiyle sonuçlandı. TİP’e, Fikir Klüpleri Federasyonu (FKF) kanalıyla üye olan gençlerin çoğu, TİP merkezinin reformist, pasifist ve parlamentarist siyasal çizgisine muhalefet ederek TİP’ten uzaklaşmaya ve yeni örgütsel arayışlar içine girmeye başladılar. Mahir Çayan’ın THKP/C’si, Deniz Gezmiş’in THKO’su, İbrahim Kaypakkaya’nın TKP/ML-TİKKO’su (ve burada sayamayacağımız kadar silahlı propaganda metodunu benimseyen isim ve grup) bu örgütsel arayışların bir sonucu olarak aynı dönem de doğdu ve gelişti.
Ne var ki, o yıllarda proletaryan-marksizmi ve bilimsel-komünizmi kavrama bakımından henüz daha yolun başında olan bu devrimci gençlik hareketi (ki bu dönemde daha Emekoloji’nin de tarih sahnesine çıkmadığı düşünülürse!) küçük burjuva radikalizminin ve gerilacılığın da etkisiyle, kaçınılmaz olarak proletaryan-maceracı bir çizgiye kaydı ki; Türkiye proletaryan devrimci hareketinin bugünde yaşamaya devam ettiği ideolojik-politik-programatik krizin (özellikle de leninist silahlı mücadele ve silahlı propaganda yöntemleri arasındaki farklara bağlı açık kafa karışıklığının) nesnel ve öznel temelleri de yine bu dönemde atılmaya başlandı.
Tüm dünyada 1968 sadece öğrenci-gençlik hareketlerinin değil, işçi hareketlerinin de ortaya çıktığı bir dönemdi. Bu konuda Türkiye’de bir istisna değildi. 1963’te Kavel Grevi'yle Türkiye’de ilk defa grev hakkı elde edildi. Aynı yıllar işçi sınıfının hem kitleselleşen hem de militanlaşan mücadelelerine sahne oldu. Bu mücadelelerde ana talepler çalışma koşulları ve ücretler (ekonomik ve sosyal talepler) üzerinde yoğunlaşıyordu. Ancak iki önemli örnek var ki; bu mücadeleler Türkiye işçi sınıfı tarihine damgasını vurdu: bunlardan ilki çok az bilinen 1969 Alpagut deneyimiydi. Alpagut’ta işçiler işletmeyi işgal ettiler ve bir “işçi konseyi” oluşturdular. Bu Cumhuriyet tarihinde bir ilkti. Alpagut deneyimi devlet tarafından şiddetli bir biçimde bastırıldı. Alpagut’u 15-16 Haziran izledi. Özellikle özel sektörde çalışan işçiler tarafından desteklenen DİSK, (erken-dönem-glokalist politikalar neticesinde) Süleyman Demirel hükümeti tarafından kapatılmak istenince, İstanbul-İzmit bölgesinde yüzbine yakın işçi çalıştıkları fabrikalardan ve işyerlerinden çıkarak kitlesel olarak sokağa döküldü. Hükümetin işçilerin üzerine askeri birlikleri sürmesi ve çıkan çatışmalar sonucunda 3 işçi hayatını kaybetti. Hükümet DİSK bürokrasisinin de yardımıyla (ki bu tepkisel işçi kabarışı en çokta DİSK bürokratlarını rahatsız etmekteydi) büyük oranda kendiliğinden patlak veren bu kitle kabarışını kontrol altına almayı başardı.
Bu yaşananlar proletaryan-sosyalist harekette yaygın olarak kabul gören (“Milli Demokratik Devrim” tezi ile bağlantılı) bazı görüşlerin; örneğin, “ordunun devrimci bir karaktere sahip olduğu” vb. gibi tezlerin iflası anlamına da geliyordu. Başka bir deyişle, emeğin pratik hareketinin ortaya çıkarmış olduğu “teorileşmiş-pratik-deneyim”, 15-16 Haziran sonrasında devrimin niteliğine ilişkin daha önceki dönemden kalma pek çok teorik-efsaneyi de tarihin çöplüğüne attı. Bu noktada; minokratik sivil ve askeri güçlerden beklenen ulusçu-devrim hayalleri ya da ordunun “halkçı” ve “devrimci” niteliğine güven gibi mizansel teoriler (ve buna benzer pek çok saçma söylem) yine bu süreçte geçerliliğini (pratik deneyimlere bağlı olarak) yitirmekten kurtulamamıştır.
İşte bu yıllarda, proletaryan-solun farklı eğilimlerini bir araya getirmiş olan TİP içinde, partinin düzen içi reformist-parlamentarist programıyla uzlaşması mümkün olmayan radikal-proletaryan-silahlı-propagandist bir çizgi de gelişiyordu. Dönemin üniversite işgallerine ve Amerikan karşıtı eylemlerine önderlik eden devrimci öğrenci liderleri, öğrenci-gençlik hareketleriyle düzenin değiştirilemeyeceği ve TİP’in de bir düzen partisi haline geldiği fikrinden hareketle; Latin Amerika fokuculuğuna ya da Mao’nun Çin Devrimi’ne benzer, kent ya da kır gerillacılığı modelini temel alan mizansel bir silahlı propaganda hattını benimsediler. Bu öğrenci liderlerinin TİP konusundaki eleştirilerinin haklı temelleri bulunmakla birlikte, kitlesel öğrenci-gençlik eylemlerinden gerillacılığa kontrolsüz geçişin arkasında yatan bir diğer etkenin de; öğrenci-gençlik hareketinin 1970-71’den itibaren dünya genelinde gerilemeye başlaması olduğunu da tespit etmek gerekir.
Lakin TİP’den bu “tepkisel kopuş”, proletaryan-marksizm açısından bile “işçi sınıfı içinde örgütlenme ve onun öncü Marksist partisini inşa etme perspektifi” üzerine oturmadığı için (keza; oturduğu yeri bile görmediği) için (Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan vb. gibi önderler bunun tersini iddia etmiş olsalar da), farkında olmaksızın bu durum işçi sınıfı ve proletaryan-marksizm zemininden de kendiliğindenci ve liberal bir biçimde kopuş anlamına geliyordu. Ancak bu kuşak farkında olmaksızın TİP-FKF liberalizminden silahlı-propagandist-reformizme çark ediyor olsa da, legal reformizmin konformizmi ile kıyaslandığında, kent-kır gerillacılığına dayalı bu proletaryalist-spekülatif mücadele bile diğerlerine oranla “bir gömlek daha ilerde” idi. Aslında legal ve liberal bir çizgiden spekülatif-gerillacı bir çizgiye kayışın temel nedeni, o dönemin dünyasının emek niteliğindeki değişimlerin, yani teknik emekteki yükseliş karşısında (D5 karşısında D4 proletaryasındaki nesnel zemin kayışından dolayı) proletaryanizmin zayıflamasıydı. Ve dahası; bu zayıflamayı radikal ve spekülatif bir biçimde “aşmaya” dönük maceracı bir çizgi izlenmişti. Başka bir deyişle, “proletaryaya rağmen proletarya için proletarya ile birlikte” liberal temsiliyet anlayışının bu şekilde sonuçlanması da haliyle kaçınılmazdı. Bu da (belirli bir oranda etkisi olsa da) tek tek kişilerin hatalarından değil, tarihsel emek yasalarının getirdiği zorunluluklardan kaynaklanıyordu.
Yine bu dönemde minimal pazarlar ve devletler için mücadele eden (sözde “komünist” bir söylem kullanan) ulusal kurtuluşcu gerilla hareketlerinin o yıllara damga vurduğunu (örneğin, vietkong) ve bunun devrimci gençlik hareketleri üzerinde olumsuz bir “silahlı propaganda tesiri” yarattığını da, ayrıca belirtmek gerekir. Aynı dönemde proletaryan-marksizmin ABC’si olan “işçi sınıfı merkezli sosyalist devrim perspektifi” de ne şekilde kavrandığı belli-belirsiz olan eklektik ve mizansel bir görüş haline gelmekten kurtulamamıştır. Bu açıdan bakıldığın da; Mustafa Suphi’den sonra çeşitli burjuva iktidarların açık destekçiliğinden öteye geçememiş olan bir TKP’nin 68 Kuşağına taşıdığı “Marksizm”in içeriğinin ne olduğu da daha net anlaşılabilir. İdeolojik-politik-programatik eğitimini minimalist-ulusalcı TKP kadrolarından, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi isimlerden alan dönemin devrimci gençlik liderlerinin, hem dünya konjektürü hem de aldıkları temel siyasi eğitim gereği (proletaryan-marksizmi bile doğru kavrayamayarak!) işçi sınıfına (sanayi emekçilerine!) sırtlarını dönüp, küçük burjuva radikalizmine ve silahlı-propagandist-liberalizme yönelmesinin de yolu yine bu dönemde açılmıştır.
Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran’ı gerçekleştirdiği bir konjektürde sınıfa değil de, kitlelerden kopuk bir öncü gerilla savaşına sürüklenilmesi ve dahası bunun daha sonraki dönemde devrimci bir mitolojiye/totolojiye dönüştürülmesi (ki bu durum özellikle de iç politik hegemonyanın sürdürülebilmesi noktasında örgüt-parti liderliklerinin de işine gelmiştir) 68 kuşağının en büyük hatalarından biriydi. Ayrıca bu döneme ilişkin olarak; Türkiye’de toplam nüfusun ezici çoğunluğunun köylü olmasından hareketle “fokocu-maocu” melez tip de bir mizansel kır gerillacılığına yönelme stratejisi de 68 kuşağının bir diğer büyük hatası olmuştur.
Halbuki bu genç kuşak, burunlarının önünde duran en önemli deneyimi, yani 1917 Sovyet Devrimi'ni daha titiz bir şekilde inceleseydi; (en azından o dönemin tarihsel-toplumsal sınırları içerisinde) hangi yoldan yürümeleri gerektiğini de görebilirdi. Keza Çarlık Rusya’sı nüfusunun yüzde 90’ından fazlası köylü olan bir ülkeydi; ancak bu durum Bolşeviklerin proletaryanın içinde örgütlenmesini engellemedi. Keza; Bolşevikler ancak yoksul köylülüğün desteğini kazanmış bir proletaryanın sosyalist devrimi gerçekleştirebileceğini biliyor ve proleter-köylü kitleleri arasındaki çalışmalarını da bu temel perspektif ışığında yürütüyor ve geliştiriyordu. Bugün kendisine Emekoloji’yi rehber edinmiş bilimsel-komünistlerin yapması gereken şey ise, emeğin en ileri biçimini temsil eden protekyanın proletaryanın desteğini kazanarak protek-sosyalist bir devrime yürümesi ve global-kapitalizmden (D5/E3’den) minimal-sosyalizme (E4/D6/F1’e) geçiş sürecinde protekya ve proletarya ittifakını (teknik emekçiler ile sanayi emekçileri arasındaki ittifakı) kurmasıdır.
Bolşeviklerin (silahlı mücadeleyi savunan leninistlerin) aklına hiçbir zaman kırlara gidip (Narodnikler gibi!) Çarlığa karşı proletaryadan kopuk bir öncü gerilla savaşı başlatmak ya da kentleri merkez alan bir silahlı propaganda kampanyası yürütmek gelmedi. Siyasi iktidarı ele geçirme yöntemi olarak sınıftan kopuk gerilla savaşı, (proletaryan-marksizm açısından bile) proletaryanın kapitalist toplumdaki yıkıcı-devrimci rolünün (ki proletarya ancak yıkabilir ama yeni tarihsel-toplumsal sistemi kuramaz) yadsınması anlamına gelmektedir. Eğer sosyalist devrim birkaç tabanca, tüfek ve el bombasıyla yapılabilecek kadar basit bir eylemse, protekyanın ve onun öncü komünist partisini inşa etmeye ne gerek var? Birkaç tane gözü kara militan/cengaver bu iş için yeterli olacaktır!
Son olarak
Yasalcısından reformistine, sendikalistinden gerillacısına kadar bütün bileşenleriyle günümüz Türkiye proletaryan devrimci hareketinin, proletaryan-marksizmi bile anlamakta bu derece başarısız olmasının altında yatan en önemli etkenlerden biri de, temelleri 1920’lerden sonra atılan “TKP-TİP-MDD çizgisi” ile (diğer bir deyişle, ulusalcı bir siyasi akım olan minoktokratik-kapitalist-proletaryanizm ideolojisiyle) gerçek manada hesaplaşmayı başaramamış olmasıdır. Lakin her ne kadar tam olarak bu durumun farkına varamamış olsa da, bir istisna olarak Kaypakkaya bu çizginin kırılması noktasında bir adım atmayı başarmıştır. Dahası; bugün pek çok çevre tarafından açıkca söylenmiyor olsa da, Türkiye Kürdistanı’nda ki Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci gelişiminin zemininde bile hiç kuşkusuz Kaypakkaya düşüncesi durmaktadır.
Sonuç olarak; birçok insanı etkilemiş olan “68 kuşağı”nın (ve diğer devrimci kuşakların) bugün pek çok kesimin yapmakta olduğu gibi bir tabu/mit haline getirilmesine karşı çıkmak gerekir. Onları kutsal devrim-ikonaları haline getireceğimize, onların hatalarından öğretici dersler çıkaralım! Tarihsel emek hareketini inceleyelim, protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) neden kapitalizmi ortadan kaldırabilecek yegane devrimci sınıf olduğu daha iyi kavrayalım, sosyalizmin bilimsel ve teknik temelleri üzerine daha çok eğilelim, sınıflar mücadelesi tarihine bağlı olarak icatçı-sınıf ve kullanıcı-sınıf deneyimlerini daha çok öğrenelim!
İşte bütün bunlar protekyanın ve Emekoloji’nin önünü açacak ve sosyalizm mücadelesini daha da gerçek hale getirecek olan asıl mücadelerdir. Devrim ve değişime ilk önce kendimizden başlayalım ki, daha sonrasında kendi dışımızdaki dünyayı değiştirebilecek silahlara da sahip olalım. Keza; teorilemiş-pratik ile devrimci-pratik, pratikleşmiş-teori ile devrimci-teori arasındaki emekolojik-diyalektik bağlar/geçiş biçimleri ancak bu şekilde kurulabilir.
Serhat Nigiz
22.11.2017
2 notes · View notes