#iç konuşması
Explore tagged Tumblr posts
Text
... Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım? Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de? Yağmur yağıyor Ömür Hanım... gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına... ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? Dönelim... Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır. Olsun, dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece... Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür Hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp ağır yükler aldığı zamanın derin dehlizlerine. Bakıyorum, umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa, gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu, ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya, yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, var olmaya, ‘dar çevre yitikleri’nde önem kazanmaya... Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki sonucu yepyeni bir “ben”e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde... Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım? Susmak yalnızlığın ana dilidir Ömür Hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük... Yalnızım Ömür Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik öyle üzgün, yalnızım... Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki... Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür Hanım yasaklamalı... Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de, örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı, ömürlüdür... alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmemek çirkinleştirir, de. Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrü karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek yaşamanın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz... Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz, de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak. Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde... O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye... Nasıl gizlenir ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. Dünya bir testidir, de, Ömür Hanım, ömür bir su... Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Bir gün ölümün balkonundan... dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem, bir avuç ıslaklık... Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür Hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir... Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki? Kimseler görmedi Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim... Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm. Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir atkestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalınayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, bir derin iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım? Ankara, Güz / 1983
- Şükrü Erbaş, Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları (Bütün Şiirleri-2, Dicle Üstü Ay Bulanık) - Görsel: Martin LLamedo
#Şükrü Erbaş#Ömür Hanım'la Güz Konuşmaları#Bütün Şiirleri-2#Dicle Üstü Ay Bulanık#ömür hanım'la güz konuşmaları#dicle üstü ay bulanık#Hüzün#Güz#Martin Llamedo#Ömür Hanım#ömür hanım#Yürekbalı#Susmak#Yaşam#iç konuşması#İç Konuşması#Hayat#Ölüm#ölüm#Acı#İnsan#insan#Yaşamak#Ömür#ömür#ömür hanımla güz konuşmaları#Ömür Hanımla Güz Konuşmaları
37 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
248. BÖLÜM - Ekselanslarının Merak Uyandıran Olayı - Veliaht Prensin Hatırası Kaybolup Gidiyor 3- San Lang iyi bir Gege!
Xie Lian’ın gözleri aniden kocaman açıldı. San Lang onun kuşkulu ifadesi karşısında, "Sorun nedir?" diye sordu.
Xie Lian bunu nasıl kelimelere dökebilirdi ki? Kandırılmış olmanın, daireler çizmek için kandırılmış olmanın utancı, kızgın kanıyla karışan sefalet, doğruca kafasına hücum etti. Avucunu masanın üstüne vurdu, her kelimeyi ve cümleyi ısırarak söyledi: "... yani. Sen. Sendin!"
Masa tablasının bu darbeye dayanması imkânsızdı ve oracıkta kırıldı. Neyse ki meyhanenin ikinci katında onlardan başka kimse yoktu, yoksa çok korkarlar ve dehşete düşerlerdi. Xie Lian’ın elinde herhangi bir silah yoktu ama yumruğuyla vurdu.
Ancak San Lang eskisi gibi koltuğunda oturmaya devam etti ve sadece başını hafifçe eğdi. Bu yumruk arkasındaki duvara çarptı. Taş parçalandı ve düştü. Yine de bir milim bile kıpırdamadı, bunun yerine koluna sarıldı ve bakışlarını çok hafifçe kaldırarak, "Daozhang, bunun anlamı nedir?" dedi.
Xie Lian’ın yüzü son derece sıcaktı ve şu anda yüzünün ne kadar kırmızı olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Diğer elindeki kemikler çatlayıp patlarken, öfkeyle şöyle dedi: "Sen... numara yapmayı bırak. Bana ne yaptığını çok iyi biliyorsun!"
San Lang'ın bakışları biraz daha yükseldi. "Ne yazık ki, Daozhang'a ne yaptığımdan emin değilim, bu kadar öfkelenmenize neden olacak ne yaptım? Lütfen beni aydınlatır mısınız?"
"..."
Bu kişinin masumiyet dolu bir yüzle ona böyle bir şey söyleyebileceğini düşünmek. Ne cevap verebilirdi ki? Güpegündüz böyle şeyler konuşmak? Xie Lian daha önce hiç böyle biriyle karşılaşmamıştı ve o kadar öfkeliydi ki omuzlarından kalbine kadar titredi, yüzü gittikçe kızardı, konuşması tutarsızlaştı ve azarladı, "Kapa çeneni! Senin gibi biri... Ben, ben senin gibi utanmaz birini öldüresiye döveceğim... ahlaksız... aşağılık... sen..."
San Lang iç çekti ve şöyle dedi: "Daozhang, tüm kalbimle gösterdiğim samimiyetin senden böyle bir yanıt almasını beklemiyordum. Ben nasıl utanmaz, ahlaksız ve aşağılık biriyim?"
Xie Lian zorlukla da olsa bir nebze sakinleşti ve şöyle dedi: "Beni daha fazla kandırabileceğini sanma! Elindeki kırmızı iplik senin o... o... olduğunun açık bir kanıtı."
"Öyle mi?" Ama San Lang telaşlanmadı. Elini kaldırdı ve "Bundan mı bahsediyorsun? Bu kırmızı iplikle ilgili bir sorun mu var?"
Kırmızı ipliğe bakınca, Xie Lian sanki delinmiş gibi hissetti. Dedi ki, "Onu gördüm. O zaman, senin... elinde bu kırmızı iplik vardı..."
San Lang, "Ne zaman?" diye sordu.
"..."
Xie Lian bir anda onu öldüresiye dövmek istedi. Cevabı bilmesine rağmen hala soruyor olması çok alçakçaydı!
Ancak açıklanamaz bir nedenden ötürü, ne kadar öfkeli olursa olsun, elini bile kaldırmaya cesaret edemiyordu. Dahası, hareket edememesinin nedeni birinin kontrolü altında olması değildi; aksine, hareket etmesine izin vermeyen kendi bedeniydi!
Tam bu sırada, birkaç kişi yukarıya doğru gürleyerek, "Bu iki onurlu misafir ne yapıyor? Kavga etmeyin ve dilediğiniz gibi bir şeyleri kırıp dökmeyin!"
Xie Lian başını çevirdi ve "Burası tehlikeli! Önce siz..." Kim bilebilirdi ki, o tek bakışla tekrar donakaldı, sersemledi.
Tüm bu insanların ellerinde kırmızı bir ipin bağlı olduğunu düşünmek! Xie Lian hiç düşünmeden, "Ellerinizdeki kırmızı ip de neyin nesi?" diye sordu.
Bir kişi, "Kırmızı iplik mi? Kırmızı ip sadece kırmızı ip değil mi, bunda garip olan ne, büyütülecek bir şey yok... bunda bir şey yok!”
Xie Lian’ın kafası karıştı. Bu yerde, bir kişinin eline kırmızı iplik bağlaması çok normal bir moda trendi olabilir miydi?
Başını arkaya çevirdi. San Lang sanki onun düşüncelerini okumuş gibi, "Daozhang oldukça iyi tahmin etmiş. Birinin parmağına kırmızı iplik bağlamak burada bir gelenektir. Eğer inanmıyorsanız, lütfen aşağıdaki kalabalığa bakın."
Xie Lian bakışlarını meyhanenin alt katına dikti. Beklendiği gibi, sürekli akan insan kalabalığının arasında, üzerlerine kırmızı bir iplik bağlanmış çok sayıda el vardı ve hatta bazılarına epeyce bağlanmıştı. "Bu ne tür bir gelenek?" diye sordu.
San Lang küçük bir gülümsemeyle, "Bu konu Hua Cheng ile bağlantılı." dedi.
"Ah?"
"Çünkü onun eline ve sevgilisinin eline böyle kırmızı bir iplik bağlanmış. Bu yüzden pek çok insan kaderindeki evlilik eşi için dua etmek ya da aşık olduklarını ifade etmek için bu yolu izledi."
Xie Lian şa��kınlık içinde dinledi ve şöyle dedi, "Yani... bu Hua Cheng, oldukça şaşırtıcı bir insan olmalı? Bu kadar çok insanın onu hararetle takip etmesi..."
San Lang, "Muhteşem olup olmadığı, onu kiminle kıyasladığınıza bağlı. Ah evet, Daozhang, yere düşmüş bir şey var gibi görünüyor, incelemek için alabilir miyim?"
Bunun üzerine Xie Lian nihayet tepki vermeye başladı. O ana kadar saldırgan bir duruş sergilemişti ama bu da onun için aptalca bir hataydı ve öfkesi tamamen yok oldu. Elini aceleyle geri çekerek, "Özür dilerim, özür dilerim San Lang, gerçekten... gerçekten çok özür dilerim. Gergin olan bendim ve seni yine yanlış anladım..."
San Lang rahat durmaya devam etti ve bir şey almak için belinden eğilerek, "Zararı yok Daozhang, bu düşürdüğün bir şey mi?" dedi.
Yerdeki dağınıklıktan bir parça altın varak almıştı. Muhtemelen az önce vurduğu sırada Xie Lian'ın kolundan düşmüştü.
Xie Lian tam konuşmak üzereydi ki San Lang'ın altın yaprağı gözünün önünde kaldırdığını gördü ve gözlerini kısarak, "eh, bu altın yaprak oldukça tanıdık geliyor," dedi.
Ne çok aceleci ne de çok yavaş bir tavırla konuştuktan sonra, belinden bir eşya çıkardı. Bu başka bir altın yapraktı.
Birbirinin tıpatıp aynısı olan iki parça altın yaprak!
Xie Lian hiç düşünmeden, "Yani bu gerçekten sana mı ait?" diye sordu.
San Lang, "Ah, gerçekten de bir şey düşürmüştüm, bu yüzden bakmak için iki kat geri döndüm..." dedi.
Bunu duyan Xie Lian yanlış anlayacağından çok korktu ve aceleyle, "San Lang, izin ver açıklayayım" dedi.
San Lang, "Endişelenmenize gerek yok. Daozhang'ın açıklamasını doğal olarak dinleyeceğim."
Xie Lian rahat bir nefes aldı ve şöyle dedi: "Şöyle ki, bu altın varak az önce yolda elime geçti. İlk düşüncem sahibinin dönmesini beklemekti, böylece ona geri verebilirdim ama bir saatten fazla bekledikten sonra kimse gelip bakmadı. Aynı zamanda, gerçekten de..."
Buraya kadar konuştuktan sonra biraz utandığını hissetti. Başını eğdi ve kısık bir sesle şöyle dedi: "Ben de... kendi inisiyatifimle hareket ettim ve yiyecek bir şeyler almak için önce biraz borç aldım. O mantuydu... Parayı daha sonraki bir tarihte faiziyle birlikte geri ödemeyi planlamıştım ama nasıl ifade edersem edeyim, yine de bana ait olmayan bir şeyi sormadan almış olduğum noktasına geri dönüyor. Özür dilerim."
Ancak San Lang, "Daozhang'ın böyle hissetmesine gerek yok. Bu sıradan bir insan tepkisi değil mi? Ayrıca, sizi her zaman yemeğe davet etme niyetindeydim ve sonunda o mantuyu yiyen ben değil miydim? Bu kadar küçük bir şeyin sizi rahatsız etmesine izin vermeyin. Sizce de çok şaşırtıcı değil mi? Kaybettiğim bir şeyin Daozhang'dan başkası tarafından alınmaması ne tesadüf. Bu gerçekten de kaderin bir cilvesi olmalı."
Affedildiğini ve anlayışla karşılandığını gören Xie Lian’ın kalbi rahatladı. "Bununla birlikte, San Lang, sen de dikkatli olmalısın. Yola bu kadar parlak bir şey düşürdüğün halde fark etmedin - bir dahaki sefere bu kadar dikkatsiz olma, tamam mı?"
Bu sırada, kenarda sinmiş olan garsonların tacı, "Bu iki onurlu konuk, sakinleştiniz mi? Eğer sakinleştiyseniz, o zaman bu parçalanmış masanın maliyetini hesaplayalım!"
Xie Lian, "....."
İşler eskisi gibi olsaydı, meblağ ne olursa olsun ödeme sorun olmazdı. Ama şimdi, bir mantu almaya bile zar zor gücü yetiyordu. Ancak San Lang, "Sorun değil, benim hesabıma yaz," dedi.
Az önce San Lang'a saldıran açıkça kendisiydi ama San Lang kırıp döktüğü şeylerin parasını ödemesine yardım etmeye gönüllü olmuştu. Xie Lian onun sıcaklığı ve cömertliği karşısında o kadar duygulanmıştı ki nutku tutuldu ve yutkunduktan sonra, "sen....." dedi.
Garson kalabalığında da bir tuhaflık vardı. Dükkânları darmadağın edilmiş olmasına rağmen, daha şık bir masaya geçmelerine yardımcı olmak için neşeyle yanlarına gelmişlerdi. İki kişi bir kez daha masaya oturduğunda, Xie Lian kendini hem suçlu hem de minnettar hissetmekten alıkoyamadı; öyle ki, hiçbir kelime onun nasıl hissettiğini yeterince ifade edemezdi. San Lang endişeli bir ses tonuyla tekrar konuştu: "Daozhang, az önceki konuşmanızı dinlediğimde sanki sizi rahatsız eden bir şey varmış gibi geldi. Sorun nedir? Daozhang, size ne ve kim tarafından yapıldı?"
"..."
Böyle bir şeyi Xie Lian nasıl yüksek sesle söyleyebilirdi? Daha yeni sakinleşmiş olan yüz ifadesi bir kez daha utangaçlıkla kızardı. Yumuşak bir sesle, "...bir şey yok, yanlış bir şey yok" dedi.
Ama San Lang, "Eğer sakıncası yoksa, neden bana anlatmıyorsunuz? Belki San Lang da biraz yardımcı olabilir."
Her ne kadar iyi niyetli olsa da, Xie Lian kendisini kovalanıyor ve köşeye sıkıştırılmış gibi hissediyordu. Yerinde duramayarak çaresizce şöyle dedi: "...gerçekten önemli bir şey değil. San Lang, lütfen artık sormayı keser misin..."
Gerçeği söylemek çok zordu.
İşlerin nasıl olduğunu anlayan San Lang artık zorlamadı ve "Pekala. Önceki konuşmamız nerede kalmıştı? Hua Cheng'le tanışmak mı istiyordunuz?"
Xie Lian dikkatini topladı ve net bir şekilde, "hm. San Lang bir yol biliyor mu?"
San Lang, "Elbette biliyorum. Ama bu birkaç gün içinde Hua Cheng'le buluşmak kolay olmayacak."
"Neden?"
San Lang, yemek çubuklarını kullanarak sebze tabağını büyük bir gülümseme yüzüne yerleştirdi. "Son zamanlarda sevgilisinin biraz rahatsız olduğu ve bu yüzden onlara eşlik etmesi gerektiği söyleniyor. Bunun dışında başka bir şey için zamanı yok."
Xie Lian, bu Hua Cheng'in gerçekten de ılımlı bir kişiliğe sahip, sevgi dolu biri olduğunu düşündü ve ona daha da olumlu bakmaya başladı. "Anlıyorum. Peki, onunla buluşmadan önce ne kadar beklememiz gerekiyor?"
"Üst tahmin olarak beş gün, alt tahmin olarak üç gün. Bence Daozhang, endişelenmeye gerek yok. O zamana kadar neden rahatlayıp biraz mola vermiyoruz?"
Tam Xie Lian kendi kendine kalacak bir yeri olmadığını düşünürken, San lang'ın "Daozhang'ın kalacak bir yeri yoksa, neden biraz benim evimde kalmıyor? Ne de olsa evim büyük ve orada çok fazla insan yaşamıyor."
Xie Lian kendini daha fazla tutamadı ve hafifçe, "San Lang, sen gerçekten... çok iyisin." dedi.
Birini övmek için ilk kez bu kadar açık bir dil kullanıyordu ve biraz utanmıştı ama bunun dışında hislerini ifade etmek için daha iyi bir yol bulamamıştı. San Lang bundan büyük keyif almış görünüyordu ve gülümseyerek şöyle dedi: "Yoksa Daozhang ve ben ilk tanışmamızdan itibaren neden bu kadar iyi anlaşalım ki? Ah evet, sormayı unuttuğum bir sorum daha var: Daozhang'ın yaşı kaç?"
Xie Lian "on yedi" diye cevap verdi.
San Lang, "Ah, on yedi, benden daha genç." dedi.
Gerçekten de görünüşünden yirmi yaşlarında olduğu anlaşılıyordu. San Lang durumu görünce, "madem öyle, o zaman Daozhang bana Gege demeli" dedi.
Xie Lian hâlâ kraliyet ailesindendi, başka hiç kimsenin kendisinden daha asil olmadığı kraliyet majesteleri. Doğrusu, etrafındaki insanlara kardeşlerim diye hitap etmemeliydi, zira böyle bir sıfatı hak edecek çok az kişi vardı. Ancak, bu San Lang gerçekten de Xie Lian’a çok iyi bir his veriyordu ve etrafındakilere hiç kardeş diye hitap etmediği için bu onun için büyük bir yenilikti. Bu yüzden gülümsedi ve "Demek San Lang Gege." dedi.
"..."
Belki de yanılıyordu ama "Gege" dedikten sonra San Lang'ın yüzündeki gülümseme biraz tuhaflaştı.
Bunu tarif etmek çok zordu. San Lang'in sol gözündeki ışık aniden parladı, o kadar sıcaktı ki Xie Lian sanki derisi ısınıyormuş gibi hissetti. Gözlerini kırpıştırdı ve "Sorun ne?" diye sordu.
O korkunç ısı patlaması bir anda kayboldu. San Lang hemen eski haline döndü ve gülümseyerek, "Bir şey yok. Sadece çok mutluydum, hepsi bu. Ailemde benden daha genç kimse yok ve bu yüzden daha önce kimsenin bana böyle seslendiğini duymamıştım."
Xie Lian, "Eğer San Lang için bir sakıncası yoksa, o zaman... size nasıl hitap etmeliyim?" dedi.
San Lang'ın gözlerindeki ışık gülerken parladı. Ancak, konuşmasında yine de reddetti, "ah, tabii ki kesinlikle sakıncası yok. Bu Daozhang'ın umursayıp umursamadığına bağlı."
Xie Lian, "Sorun değil, tabii ki sorun değil. San Lang Gege, şimdi evine dönelim mi?"
San Lang çubuklarını yere bıraktı ve "o zaman, şimdi benimle gelin" dedi.
San Lang'ın evi son derece geniş, güzel ve zarif bir malikaneydi. İçeri girdiğinde Xie Lian, xianle kraliyet sarayındaki bazı yerleşkelerle kıyaslandığında hiç de sönük kalmadığını hissetti. Bu da San lang'ın sıradan biri olmadığına dair izlenimini güçlendirdi.
Geceleri yatakta tek başına yatarken, Xie Lian dönüp duruyordu.
Sanki yanında biri yokmuş gibi hissediyor ve ne kadar dönüp dursa da bir türlü huzur bulamıyordu.
Dahası, vücudundaki o gizli rahatsızlıkla, sırt üstü yatmak kalçalarına rahatsız edici bir şekilde baskı yapmak anlamına geliyordu; ancak bu cephede yatmak ona sanki sırtına bir şey baskı yapıyormuş gibi hissettiriyordu.
Sersemlemiş bir haldeyken bir dizi karmakarışık rüya gördü. Hareket etmek istiyordu ama biri onu olduğu yerde sıkıca tutuyordu ve o ses yine kulağının dibinde alçak bir tonda konuşuyordu, bazen bir erkeğin, bazen bir gencin; bazen ona 'Gege, Gege' diyordu; bazen ona 'majesteleri' diyordu, 'korkmayın majesteleri'.
Sonuna kadar şefkatli, sonuna kadar kötü, ama aynı zamanda sonuna kadar ona değer veren.
Sarsılarak uyandı. Giysileri terden sırılsıklam olmuştu. Xie Lian'ın nefesi kesilince yumruklarını sıktı ve öfkeyle yatağa saldırdı. Parmaklarını hafif nemli saçlarında gezdirdi ve "...bu tür şeyleri ne zaman unutabileceğim! Bu utanmaz piçi yakaladığımda kesinlikle unutacağım..."
O anda, bilinmeyen bir zamanda birinin yastığının yanına birtakım giysiler koyduğunu fark etti. Bu kıyafetler de beyaz olmasına rağmen, tarzları hoşuna gitmişti. Kendisine bir ödül verilmiş gibi hissetti ve hızlıca banyo yapmak için evin arka tarafına koştu.
Kıyafetlerini çıkarıp suya girdikten sonra birden boynunda ince gümüş bir zincirin asılı olduğunu fark etti.
Zincirin üzerinde kristal berraklığında bir yüzük asılıydı. Bunu ne kadar zamandır taktığını kim bilebilirdi - her halükarda, bunu tamamen hissetmemiş olması çok garipti: "Benim böyle bir kolyem var mıydı?"
Bu yüzük tek kelimeyle çok güzeldi ve ona bakarken neredeyse transa geçecekti. Ancak yine de ihtiyatını kaybetmedi. Birdenbire yanında bir gümüş parıltısı fark etti ve hemen "kim!" diye bağırdı.
Suya bir darbe indirdi ve sanki çelik bir top fırlatılmış gibi su havaya sıçradı, gürültüyle duvarlardan sekti. Suyun içinden fırlattığı şey bir insan değil de... bir kılıç mıydı?
Xie Lian o sert ve boyun eğmez kılıcı tuttu ve son derece kuşkulu hissetti. Aniden, kılıcın sapındaki gümüş bir yarık, sanki bir gözün açılması gibi, göz küresinin çılgınca yuvarlanmasıyla ayrıldı. Xie Lian daha da şaşırdı.
Bu garip şey de neydi?!
Kılıcın kavisli ağzı uzundu ve sanki canlıymış gibi coşkuyla kucağına atladı. Gafil avlanan Xie Lian buna engel olamadı ve "wah" diye bağırmaktan kendini alamayacağı kadar üşüdü ve tüm vücudu ürperdi.
Ancak aşağı yukarı herhangi bir öldürme niyeti hissetmediği için, Xie Lian bu kavisli kılıcı tehlikeli bulmadı ve onu şiddetle itmeye çalışmanın yanı sıra, ona karşı bir tokatla bulutlara göndermek gibi daha şiddetli eylemlerde bulunmaya niyetlenmedi. Tam o anda kırmızı bir gölge yaklaştı ve tek bir hamleyle kılıcı kaparak uğursuz bir ses tonuyla "İşte buradasın..." dedi.
Bakışlar odaklandığında, San Lang çoktan havuzun kenarında duruyordu ve kılıcı ellerinin arasına sıkıştırmıştı. Yüzünde hâlâ belli belirsiz bir gülümseme olsa da şakaklarında yeşil damarlar belirmişti ve hiç nezaket göstermeden kılıca bir tokat atarak, "buraya gelmene izin verilmediğini söylememiş miydim?" dedi.
Xie Lian, "San Lang Gege, bu kılıç senin... büyülü silahın mı?" dedi.
San Lang ona doğru döndü ve şakaklarındaki yeşil damarlar bir anda kayboldu ve bir kez daha sakin bir havaya büründü. "Bu sadece cahilce bir şey Gege... Gege utanç verici bir şey görmene izin verdi" dedi.
Ancak Xie Lian sadece daha büyük bir huşu ve saygı duydu. Gözleri parladı ve kırmızı elbisesinin kenarından tutarak, "Hayır hayır hayır, San Lang Gege, sen çok inanılmazsın! Böylesine duyarlı bir büyülü silahı geliştirebildiğine göre!"
San Lang tarafından tokatlanan kılıç, sanki haksızlığa uğramış gibi gözlerini buruşturmuştu.
Xie Lian'ın övgülerini dinleyen kılıcın gözü bir kez daha kendini beğenmiş bir şekilde dönmeye başladı ve sinsice ona doğru ilerlemeye çalıştı. San Lang çok duygusuzca ona bir tokat daha attı.
Bu sefer pes etti ve bir "dong" sesiyle yere düştü ve bir yetişkin tarafından dövülmüş ve yerde yuvarlanıp ağlayan bir çocuk gibi yuvarlandı, yuvarlandı ve yuvarlandı. Sanki Xie Lian’ın kulakları çocuğun feryatlarını duyabiliyordu. Bu manzara kalbini hafifçe sızlattı ve aceleyle ayağa kalkarak, "Bekle, San Lang Gege! Unut gitsin, bir daha vurma. Sanırım o anda sadece yaramazlık yapıyordu ve yanıma gelip beni selamlamak istedi. Onu bu şekilde azarlamaya gerek yok."
Ancak sudan çıktıktan sonra, Xie Lian suyun içinde olan vücudunun çıplak olduğunu hatırladı ve yüzü açıklanamaz bir şekilde tekrar kızardı. Garip bir şekilde suya geri battı. Ancak San Lang daha önce çok doğal bir şekilde arkasını dönmüş ve oradan ayrılmıştı.
Xie Lian aceleyle sudan çıktı ve yeni giysilerini giydi. Giysinin tenine yapıştığı yerden malzemenin son derece ince olduğunu hissedebiliyordu. Sonunda teni rahatsız edici bir şekilde sürtünmeyecekti ve yüreğinde bunun için daha da minnettar hissetti.
Odadan çıkıp misafir kabul edilen şık salona vardığında, San Lang çoktan oturmuş bekliyordu.
Tanrı bilir o kılıcı nasıl terbiye etmişti. Şimdi San Lang'ın belinde dürüstçe asılı duruyordu. İstediği gibi bir o yana bir bu yana hareket etmediğinde, beklenmedik bir şekilde soğuk ve ölümcül bir havası vardı ve önceki yuvarlanma ve öfke nöbeti geçirme halini hayal etmek tamamen imkânsızdı. Xie Lian'ın geldiğini gören San Lang gülümseyerek, "Uyandınız mı? Dün gece iyi uyudunuz mu?"
Xie Lian dürüstçe cevap verdi, "Bilinmeyen bir nedenle gecenin ilk yarısında sürekli rüya gördüm... ama gecenin ikinci yarısında iyi uyudum."
San Lang, "Belki de çok yorgundun" dedi.
İkisi de akıllarına gelen cümleleri kurdular ve birkaç tur sohbet ve tartışmayla gün aşağı yukarı geçti. Öyle görünüyordu ki, Hua Cheng görüşmek için müsait olana kadar zamanlarını bu şekilde birlikte geçirmeye devam edeceklerdi.
Ancak, geceleyin Xie Lian yatakta tek başına uzanırken, bir kez daha kendisini hararetli hissettiren ve rahat edemediği rüyalar gördü.
Rüyalarında bir o yana bir bu yana savruluyor, dayanamayacağı kadar dalga geçiliyordu. Bir sarsıntıyla uyandığında, vücudu yine terden sırılsıklam olmuştu. Öfkeli ve çaresiz hissederek, sakinleşmek için birkaç tur atmayı düşünerek kalkıp dışarı çıkabildi. Ancak, aniden uzaktan, başka bir odadan gelen sesler duydu.
Bu San Lang'ın ana odasıydı. Odanın ses yalıtımı mükemmeldi ve sesler çok yumuşaktı ama Xie Lian’ın beş duyusu son derece hassastı ve bunu yakalamıştı. Sessizce odanın dışına süzüldü.
Kapılar arasındaki aralıktan odanın içine baktı. San lang'ın odada bir koltuğa oturmuş, elinde bir fırça tuttuğunu ve bir şeyler yazdığını gördü. Yüz ifadesi soğuktu, Xie Lian'la karşılaştığında olduğundan tamamen farklıydı. Yanında, siyah giysili ve hayalet yüzlü bir maske takmış, belinden eğilerek alçak sesle raporunu veren biri bile vardı.
Açıklanamayan bir nedenden ötürü, hayalet yüzlü maskeli kişi çok sessiz bir varlığa sahipti, sanki biri onu kazara fark edebilirdi. Xie Lian tam daha dikkatli dinlemek üzereydi ki, o kişi raporunu bitirdi ve sadece "o yaratık uzun zamandır sorun çıkarıyordu" cümle ve ifadelerinin parçalarını belli belirsiz duyabildi.
"Sanırım herhangi bir dua almadan önce bunu halletmeye gitti ve bir kaza geçirdi."
"Bu az önce araştırılan yön." Vb.
Yavaşça saçlarını tarıyordu ki San lang'ın "Şimdi ona eşlik etmem gerekiyor ve kendimi mazur göremem. O yaratığı yarın geceden önce buraya getir."
Hayalet yüzlü maskeli kişi alçak bir sesle, "Evet, bir nefesle bırakılmasını ister misin?" dedi.
San Lang fırçayı bir kenara bıraktı ve yazdıklarına baktı. Yazdıklarından pek memnun görünmüyordu ve buruşturup bir top haline getirerek bir kenara fırlattı. Ancak o zaman yavaşça ve ağır ağır, "Birkaç nefes bırak, o şeyi tükürsün, sonra yavaşça çirkin kafasını ez." dedi.
Bu sözleri söylerken yüz ifadesi ve ses tonu insanın içini ürperten türdendi. Ancak, beklenmedik bir şekilde, Xie Lian buna rağmen herhangi bir tiksinti veya ihtiyat hissetmedi. Hayalet maskeli kişi sözsüz bir onaylama sesi çıkararak oradan ayrıldı. Xie Lian hemen oradan uzaklaştı ve kendini sakladı.
Xie Lian odasına döndükten sonra bir daha uyuyamadı.
Birkaç tur ileri geri volta atarak düşündü: "San Lang tam olarak nasıl bir insan? Hangi yaratıktan bahsediyordu?"
Duyduklarına bakılırsa, uzun zamandır sorun yaratan ve felaketlere neden olan bir yaratık tarafından önemli bir şey yutulmuş gibiydi ve San Lang çok kızgındı. Ancak şimdilik ona eşlik etmek zorunda olduğu için, o yaratığın kafasını ezmek için kendini mazur göremedi.
Düşünceleri bu noktaya ulaştığında, Xie Lian kendini çok utanmış hissetti. Bu San Lang, ona gerçekten de son derece içten davranmıştı.
Birden aklına bir fikir geldi: neden burada böyle boş boş otursun ki? Ayrıca, şimdilik Hua Cheng ile görüşemeyecekti ve iyi bir Gege olan San Lang için bir şeyler yapmayı da sürekli düşünüyordu. Neden bu yaratığı yakalamasına yardım etmesin?
Bu anlık bir karardı. Bu şekilde karar verdikten sonra, Xie Lian hemen arkasına bir mektup bıraktı; San Lang Gege, endişelenme, Xie Lian gitti ve geri dönecek vs. Ardından, bir sıçrayışla, bu zarif malikaneyi sessizce terk etti.
MXTX yazar notu; [Xie Lian’ın] hafızasının tuhaf gezintisi hakkındaki bu ek bölümün bir bölümü daha var. Aslında yazmayı bugün bitirmek istiyordum ama kelime sayısı hayal ettiğimden daha fazlaydı, bu yüzden yarın devam edecek!
Veliaht Prens ona Gege diye seslenince HuaHua çok sevindi.
E-Ming kasten banyoyu g��zetlemeye çalışmıyordu! E-ming iyi bir çocuktur! Sadece daha önce sık sık Xie Lian ile banyo yaptığı için bugün büyük bir beklentiyle gitmişti. Dayak yiyeceğini kim bilebilirdi ki?
---
o saçlar :3
#hua cheng#xie lian#tian guan ci fu#hualian#heavenlyblessing#heaven official's blessing#feng xin#jun wu#jian lan#ling wen#pei su#pei ming#yushi huang#ban yue#hexuan#shi wudu#shi qingxuan#quan yizhen#ming yi#yin yu#lang qianqiu#mu qing#nan yang#xuan zhen#xianle#xianle trio#crown prince of xianle#xianle era
18 notes
·
View notes
Text
“Şu an, kendi iç sesimle bile konuşamadığımı hissettim.
Delilik durumlarında, o merhaleye ulaşmış olanlar, kendi kendilerine konuşmaları ile ve hatta sanki kendisiyle konuşan başka biri var-mış gibi konuşması, benim ne büsbütün akıllı ne de tam delirmiş olmadığımın kanıtı olmalıydı.
Hiçbir kategoride olmayan, olamayan ben, yine görünmez bir bedene bürünmüş olarak bulmuştum kendimi bir aynanın karşısında.
Hiçbir anlamlı cümle kurmayan, kuramayan, her şey için geçici, geçiştirici bir laf kalabalığı ile karanlığın son ışığına son nefesi üfleyerek kapatıyordum yine bir günü.
Günlerin ne kadar renksiz, izsiz, silik ve dahası geriye bakıldığında hatırlanmayacak derecede boş geçtiğinin farkındaydım.
Fakat bir noktanın bile anlamının olduğu bu hayatta, çıldırmak üzere olmama rağmen hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinde boğuluyordum.
Çocukluğumuzdaki kara tahta kirlenecek diye tebeşirleri elimde bekletir, tebeşirin tozu ellerimin teriyle elimi yakmasının acısını hisseder gibiydim işte bu halimle…
Yazacak çok harfim olmasına rağmen, karatahtam yoktu karşımda….
Söyleyecek anlamlı sözler de dilimde olmaması gibi….
Neyse….
10 notes
·
View notes
Text
Tgcf Ekstra Bölüm 248 - Veliaht Prensin hafızasının kaybolması hakkında ilginç olay – 3
Xie Lian'nın iki gözüde aniden büyüdü. Onun inanamayan yüz ifadesine karşılık, San lang, "Sorun ne?" dedi.
Xie Lian bunu nasıl söyleyebilirdi? Dolandırılmanın utancı, çemberler içinde dönmeye kandırılmış olmanın - acı, kızgın kanıyla karışarak, doğrudan kafasına hücum etti. Avucunu masanın üstüne vurdu, her kelimeyi ve cümleyi vurgulayarak söyledi, "......Yani. O. Sendin!"
Masa onun darbesine dayanması imkansızdı ve anında kırıldı. Neyse ki, tavernanın ikinci katında onlardan başka kimse yoktu, yoksa çok korkmuş ve dehşete düşmüş olurlardı. Xie Lian'ın elinde silah yoktu, yumruğuyla vurdu. Ancak, San lang daha önce olduğu gibi koltuğunda oturmaya devam etti ve sadece başını hafifçe eğdi. Bu darbe arkasındaki duvara çarptı. Taş parçalandı ve düştü. Ancak, bir santim bile kıpırdamadı, bunun yerine kollarını kucakladı ve bakışlarını çok hafifçe kaldırarak, "Tao Ustası, bunun anlamı ne?" dedi.
Xie Lian'ın yüzündeki sıcaklık yükselişe geçti ve yüzünün şu anda ne kadar kırmızı olduğunu bilmiyordu. Diğer elindeki kemikler çatladı ve belirginleşmişti, öfkeyle "Sen... Numara yapmayı bırak. Bana ne yaptığını... gayet iyi biliyorsun." dedi.
San lang'ın bakışları biraz daha yükseldi. "Çok yazık ki, gerçekten emin değilim, Tao ustasına ne yaptım da seni bu kadar öfkelendirdim? Lütfen beni aydınlatır mısın?" dedi.
"...."
Bu kişinin masumiyet dolu bir yüzle ona böyle bir şey söyleyeceğini düşünmek... Buna karşılık olarak ne söyleyebilirdi? Gün ışığında böyle şeyler hakkında konuşmak?
Xie Lian daha önce hiç böyle biriyle karşılaşmamıştı ve o kadar öfkeliydi ki omuzlarından kalbine kadar titriyordu, yüzü giderek daha da kızarıyordu, konuşması tutarsızdı ve azarladığı kadar utanmazdı.
"Ben, Ben senin gibi utanmaz birini ölümüne döveceğim... Ahlaksız.... Ve.....aşağılık....."
San lang iç çekti ve şöyle dedi, "Tao Ustası, tüm içtenliğimle senden böyle bir yanıt almayı beklemiyordum. Nasıl utanmaz, ahlaksız ve aşağılık biri olabilirim?"
Xie Lian zorlukla sakinliğini geri kazandı ve şöyle dedi, "Beni daha fazla kandırabileceğini düşünme! Elindeki kırmızı iplik, o....... o...... sen olduğunun açık kanıtıdır."
"Oh?" Ama San lang telaşlı değildi. Elini kaldırdı ve "Bunun hakkında mı konuşuyorsun? Bu kırmızı iplikte bir sorun mu var?" dedi.
O kırmızı ipliğe bakan Xie Lian sanki delinmiş gibi hissetti. "Gördüm. O zaman, senin...... elinde bu kırmızı iplik vardı......" dedi. San lang "Ne zaman?" dedi.
"...."
Bir anda, Xie Lian onu gerçekten ölüme dövmek istedi. Cevabı bilmesine rağmen hala soruyordu, bu çok iğrençti!
Ama açıklanamayan bir sebepten ötürü, ne kadar öfkeli olursa olsun, elini bile kaldıramıyordu. Dahası, hareket edememesinin sebebi birinin kontrolü altında olması değildi; aksine, hareket etmesine izin vermeyen kendi bedeniydi!
Tam bu sırada, birkaç kişi yukarı kata doğru gürültüyle geldi ve "Bu iki onur konuğu ne yapıyor?! İstediğiniz gibi kavga edip eşyaları parçalamayazssınız!" dedi. Xie Lian başını çevirdi ve "Burası tehlikeli! İlk önce, sen..." dedi. Kim bilir, o tek bakışta, tekrar donup kaldı, sersemledi.
Düşündüğünde, bu birkaç kişinin ellerine kırmızı bir ip bağlanmış! Xie Lian düşünmeden, "Ellerindeki kırmızı ipin nesi var?" dedi.
Bir kişi, "Kırmızı ip mi? Kırmızı ip sadece kırmızı ip değil mi, bunda garip olan ne?, önemli bir şey değil... Amacı yok ah." dedi.
Xie Lian kafası karıştı. Acaba bu yerde, eline kırmızı iplik bağlamak
��ok normal bir moda akımı mıydı? Başını geriye çevirdi. Sanki düşüncelerini okumuş gibi, San lang, "Tao Ustası gayet iyi tahmin etti. Parmağa kırmızı bir iplik bağlamak burada bir gelenektir. İnanmıyorsanız, lütfen aşağıdaki kalabalığa bakın." dedi.
Xie Lian bakışlarını meyhanenin alt katına çevirdi. Beklendiği gibi, sürekli akan insan kalabalığının ortasında, üzerlerine kırmızı bir iplik bağlanmış bir sürü el vardı ve hatta bazılarının üzerinde birkaç tane bile vardı. "Bu ne tür bir gelenek?" dedi.
San lang hafifçe gülümsedi ve "Bu konu, Hua Cheng ile ilgili." dedi.
"Ah?"
"Çünkü, onun ve sevgilisinin eline kırmızı bir iplik bağlanmış. Ve böylece, birçok insan kaderlerindeki evlilik partnerleri için dua etmek veya aşık olduklarını ifade etmek için bu yolu izledi."
Xie Lian şaşkınlıkla dinledi ve şöyle dedi, "Yani...... Bu Hua Cheng, oldukça şaşırtıcı bir insan olmalı? Bu kadar çok insanın bu yolu tutkuyla takip etmesi......"
San lang, "Muhteşem olup olmadığı, onu kiminle karşılaştırdığınıza bağlı. Ah evet, Tao Ustası, yere düşen bir şey var gibi görünüyor, onu alıp inceleyebilir miyim?" dedi.
Bunun üzerine, Xie Lian sonunda tepki vermeye başladı. Şimdiye kadar saldırgan bir duruş sergilemişti, ancak bu aslında onun tarafından yapılan bir başka aptalca hataydı ve şimdi öfkesi tamamen tükendi. Aceleyle elini geri çekerek, "Üzgünüm, üzgünüm, San lang, gerçekten... gerçekten çok üzgünüm. Gergin olan bendim
ve seni yine yanlış anladım......" dedi.
San-lang rahat kalmaya devam etti ve bir şey almak için aşağı doğru eğildi, "Zararı yok. Tao Ustası, bu düşürdüğün bir şey mi?" dedi.
Yerdeki karmaşadan bir parça altın yaprak seçmişti. Muhtemelen az önce Xie Lian'ın kıyafetinin içinden düşmüştü. Xie Lian konuşmak üzereydi ki, San lang'ın o altın yaprağı gözünün önünde kaldırdığını gördü ve gözlerini kısarak, "Eh, bu altın yaprak, oldukça tanıdık görünüyor, ah." dedi.
Ne çok aceleci ne de çok yavaş bir şekilde konuştuktan sonra, belindeki bir şeyi çıkardı. Başka bir altın yapraktı. İki parça altın yaprak, tıpatıp aynı! Xie Lian hiç düşünmeden, "Yani bu gerçekten sana mı ait?" dedi. San lang, "Ah, gerçekten bir şey düşürmüştüm, bu yüzden geri dönüp bakmaya gelmiştim......" dedi. Xie Lian bunu duyunca, yanlış anlayacağından çok korktu ve aceleyle, "San lang, açıklayayım" dedi. San lang, "Endişelenmeye gerek yok. Tao Ustasının açıklamasını doğal olarak dinlerim." dedi. Xie Lian rahat bir nefes aldı ve, "Şöyle: Bu altın yaprağı, az önce yolda buldum. İlk düşüncem, sahibinin geri dönmesini beklemek ve ona geri vermekti, ancak bir saatten fazla bekledikten sonra, onu aramaya kimse gelmedi. Aynı zamanda, ben gerçekten......"
Buraya kadar konuştuktan sonra biraz utandı. Başını eğdi ve kısık bir sesle, "Ve böylece, ben... kendi inisiyatifimle hareket ettim ve önce biraz ödünç aldım, yiyecek bir şeyler almak için. O mantou'ydu... Parayı daha sonra faiziyle geri ödemeyi düşünmüştüm, ama nasıl söylersem söyleyeyim, yine de sormadan benim olmayan bir şeyi aldığım noktasına geri dönüyor. Üzgünüm." dedi.
Ama San lang, "Tao Ustasının böyle hissetmesine gerek yok. Bu, sıradan bir insan tepkisi değil mi? Ayrıca, seni her zaman bir yemeğe davet etme niyetim vardı ve o mantou, en sonunda, onu yiyen ben değil miydim? Çok küçük bir şey, seni rahatsız etmesine izin verme. Bunu çok şaşırtıcı bulmuyor musun? Ne tesadüf ki, kaybettiğim bir şeyin, tao ustasından başkası tarafından alınmaması. Bu gerçekten kadersel bir buluşma olmalı."
Karşılık olarak affını ve anlayışını aldıktan sonra, kalbi rahatladı. "Bununla birlikte, San lang, sen de dikkatli olmalısın ah. Yola bu kadar parlak bir şey düşürdün ve yine de fark etmedin - bir dahaki sefere, bu kadar dikkatsiz olma ah." dedi.
Tam bu anda, kenarda korkuyla büzülmüş garson kalabalığı, "Bu iki onur konuğumuz, sakinleştiniz mi? Sakinleştiyseniz, o zaman bu kırılmış masanın maliyetini hesaplayalım!" dedi.
Xie Lian: "...."
Eğer işler yolunda gibi olsaydı, ödeme miktarı ne olursa olsun sorun olmazdı. Ama şimdi, bir mantou bile almaya gücü yetmiyordu. Ancak, San lang, "Sorun değil. Hesabıma yaz." dedi. Az önce San lang'a saldıran açıkça oydu, ama San lang, parçaladığı şeylerin parasını ödemesine yardım etmek için gönüllü oldu. Xie Lian, onun sıcaklığından ve cömertliğinden o kadar etkilendi ki, konuşamadı ve yuttuktan sonra, "Sen..." dedi.
Garson kalabalığında da tuhaf bir şeyler vardı. Dükkanları darmadağın olmasına rağmen, daha da şık bir masaya geçmelerine yardımcı olmak için neşeyle yanlarına geldiler. İkisi tekrar oturduğunda, Xie Lian hem suçlu hem de minnettar hissetmekten kendini alamadı, çünkü hiçbir kelime ne hissettiğini yeterince ifade edemezdi. Hua Cheng endişeli bir tonla tekrar konuştu, "Tao Ustası, az önce konuşmanı dinlerken, sanki seni rahatsız eden bir şey varmış gibi geldi. Ne oldu? Tao Ustası, sana ne yapıldı ve kim tarafından?"
"......"
Böyle bir şeyi, Xie Lian bunu nasıl yüksek sesle söyleyebilirdi? Daha yeni sakinleşmiş olan ifadesi, bir kez daha utangaçlıkla kızardı. Yumuşak bir şekilde, "...... bir şey değil, hiçbir sorun yok." dedi.
Ama San lang, "Eğer sakıncası yoksa, neden bana anlatmıyorsun? Belki San lang da biraz yardımcı olabilir." dedi. İyi niyetli olmasına rağmen, Xie Lian sanki bir çıkış yolu olmadan kovalanıp köşeye sıkıştırılmış gibi hissetti. Yerinde duramayarak, çaresizce, "......gerçekten bir şey değil. San lang, lütfen artık sormayı bırakabilir misin......." dedi.
Gerçeği söylemek çok zordu. İşlerin nasıl gittiğini görünce, San lang artık zorlamadı ve "Tamam. Önceki konuşmamızda nerede kalmıştık? Hua Cheng ile tanışmak istiyordun sanırım?" dedi. Xie Lian dikkatini topladı ve açıkça, "Uhm. San lang bir yol biliyor mu?" dedi. San lang, "Elbette biliyorum. Ama bu birkaç gün boyunca Hua Cheng ile tanışmak kolay olmayacak." dedi. "Neden?" San lang, yemek çubuklarını kullanarak sebze tabağını kocaman bir gülümseyen yüze dönüştürdü. "Son zamanlarda, kalbinin sevgilisinin kendini biraz iyi hissetmediği ve bu yüzden onlara eşlik etmesi gerektiği söyleniyor. Bunun dışında, başka hiçbir şeye vakti yok." dedi.
Xie Lian, gerçekten de, bu Hua Cheng'in gerçekten ılımlı bir kişiliğe sahip, sevgi dolu biri olduğunu düşündü ve ona daha da olumlu bakmaya başladı. "Anlıyorum. O zaman, onunla tanışmadan önce ne kadar beklememiz gerekiyor?" dedi. "Üst tahmin olarak beş gün, alt tahmin olarak üç gün. Tao Ustası, endişelenmeye gerek olmadığını düşünüyorum. O zamana kadar, neden rahatlayıp bir mola vermiyorsun?" Xie Lian, kalacak bir yeri olmadığını düşünürken, San lang'ın "Tao Ustasının kalacak bir yeri yoksa, neden biraz benim evimde kalmıyorsun? Sonuçta, evim büyük ve orada pek fazla insan yaşamıyor." dediğini duydu.
Xie Lian kendini daha fazla tutamadı. "San Lang.. Çok naziksin sen.." dedi.
Birisini övmek için bu kadar açık sözlü bir dil kullanması ilk seferiydi ve biraz utanmıştı, ama bunun dışında, hissettiklerini ifade etmenin daha iyi bir yolunu bulamıyordu. San lang bundan çok keyif almış gibi görünüyordu ve gülümseyerek, "Başka türlü neden Tao ustası ve ben ilk karşılaşmamızdan itibaren bu kadar iyi anlaşalım ki? Ah evet, sormayı unuttuğum bir sorum daha var: Tao Ustasının yaşı kaç?"
Xie Lian, "On yedi." diye cevapladı.
San lang, "Ah, on yedi, benden küçük." dedi.
Gerçekten de, görünüşüne bakılırsa, yirmi yaşlarında görünüyordu. Durum böyle olunca, San lang rahat bir şekilde, "Öyleyse, Tao Ustası bana gege demeli." dedi.
Xie Lian hala kraliyet ailesindendi, O bir prensti ve onunla kıyaslandığında ondan daha asil kimse yoktu. Haklı olarak, etrafındaki insanlara kardeşleri olarak hitap etmemeliydi, çünkü böyle bir ünvanı hak eden çok az kişi olurdu. Ancak, bu San lang Xie Lian'a gerçekten çok iyi bir his verdi ve etrafındaki insanlara asla bir abi olarak hitap etmediği için, bu onun için büyük bir yenilikti. Ve bu yüzden gülümsedi ve "O zaman San Lang - gege olmalı." dedi.
"......"
Belki de yanılıyordu, ama "gege" dedikten sonra, San lang'ın yüzündeki gülümsemesi hafifçe tuhaflaştı. Onu tarif etmek çok zordu. San lang'ın sol gözündeki ateş aniden parladı, o kadar sıcaktı ki Xie Lian'ın teninin ısındığını hissetmesine neden oldu. Gözlerini kırpıştırdı ve "Ne oldu?" dedi.
O korkunç sıcaklık patlaması bir anda kayboldu. Hemen, San lang eski haline döndü ve gülümseyerek, "Önemli değil. Sadece çok mutluydum, hepsi bu. Ailemde benden genç kimse yok ve bu yüzden daha önce hiç kimsenin bana böyle seslendiğini duymadım." dedi.
Xie Lian, "San lang aldırmazsa, o zaman... Sana nasıl hitap etmeliyim?" dedi. San lang gülerken gözündeki ateş parladı. Ancak, konuşmasında yine de reddetti, "Ah, elbette kesinlikle aldırmazdım. Tao ustasının aldırıp aldırmamasına bağlı." Xie Lian, "Aldırmam, elbette aldırmam. San lang gege, şimdi evine dönelim mi?" dedi.
San lang yemek çubuklarını indirdi ve, "O zaman, şimdi benimle gel." dedi.
San-lang'ın ikametgahı, son derece geniş, güzel ve zarif bir malikaneydi. Xie Lian, içeri girdiğinde, Xian Le kraliyet sarayındaki bazı yerleşkelerle karşılaştırıldığında, bunun sönük kalmadığını hissedebiliyordu. Bu, San lang'ın sıradan biri olmadığı izlenimini güçlendirdi.
Gece olunca, yatakta tek başına yatan Xie Lian dönüp duruyordu.
Yanında bir şeylerin eksik olduğunu hissetmeye devam ediyordu ve ne kadar dönüp durursa dursun, huzur bulamıyordu. Dahası, vücudundaki o gizli rahatsızlıkla sırt üstü yatmak, kalçalarına rahatsız edici bir şekilde baskı yapması anlamına geliyordu; ancak yüz üstü yatmak, sırtına bir şeyin baskı yaptığı hissini veriyordu.
Sersemlemiş kafası karışık halde, bir dizi karmaşık rüya gördü. Hareket etmek istiyordu, ama biri onu sıkıca yerinde tutuyordu ve o ses bir kez daha kulağının dibinde alçak bir tonda konuşuyordu, bazen bir adamın, bazen bir gencin; bazen ona gege, gege diyordu, bazen ona majesteleri diyordu, ona korkma, majesteleri diyordu.
Sonuna kadar şefkatli, sonuna kadar kötü, ama aynı zamanda ona son derece değer veren.
Sıçrayarak uyandı. Giysileri terden sırılsıklamdı. Xie Lian soluk soluğa kalırken yumruklarını sıkıca sıktı ve yatağa öfkeyle ama zayıfça vurdu. Parmaklarını hafif nemli saçlarının arasından geçirdi ve şöyle düşündü, "...... Bu tür şeyleri ne zaman unutabileceğim! Bu utanmaz piçi yakaladığımda kesinlikle......" Tam bu anda, bilinmeyen bir zamanda birinin yastığının yanına bir kıyafet koyduğunu keşfetti. Bu giysiler de beyaz olsa da, tarzları onun beğendiği türdendi. Sanki bir erteleme almış gibi hissederek, hızlıca banyo yapmak için evin arkasına koştu.
Giysilerini çıkardıktan ve kendini suya daldırdıktan sonra, aniden boynunda asılı duran ince bir gümüş zincir olduğunu fark etti.
Zincirde kristal berraklığında bir halka asılıydı. Ne kadar zamandır taktığını kim bilir - her halükarda, onu hiç hissetmemiş olması garipti: "Benim böyle bir kolyem mi var?" Bu yüzük çok güzeldi ve ona baktığında neredeyse transa geçecekti. Ancak, tedirginliğini kaybetmedi. Aniden, yan tarafında bir gümüş parıltısı fark etti ve hemen bağırdı, "Kim?!" Suya bir darbe vurdu ve su havaya sıçradı, sanki çelik bir top atılmış gibi, duvarlardan gürültüyle sekti. Ve sudan düşürdüğü şey bir insan değil, bir kılıç mıydı? Xie Lian, son derece şüpheci hissederek o sert ve esnek kılıcı yakaladı. Aniden, kılıcın sapındaki gümüş bir yarık, sanki bir gözün açılması gibi, gözbebeğinin çılgınca yuvarlanmasıyla açıldı. Xie Lian daha da şok oldu.
Bu garip şey de neydi?!
Kılıcın o kavisli bıçağı uzundu ve sanki canlanmış gibi coşkuyla kucağına daldı. Hazırlıksız yakalanan Xie Lian bunu durduramadı ve o kadar gerildi ki, "wah" diye bağırmaktan kendini alamadı ve tüm vücudu titredi.
Ama az çok öldürme niyeti hissetmediği için Xie Lian bu kavisli kılıcı tehlikeli bulmadı ve onu uzaklaştırmak için çabalamanın yanı sıra, ona karşı daha şiddetli eylemlerde bulunmayı, örneğin onu bir tokatla bulutlara göndermeyi ve benzeri şeyleri düşünmedi. Tam o anda, kırmızı bir gölge hızla geldi ve tek bir hareketle kılıcı kaptı ve uğursuz bir tonda, "İşte buradasın......" dedi. Bakışlarını odaklayan San lang çoktan küvetin yanında duruyordu ve elinde kılıç vardı. Yüzünde hala hafif bir gülümseme olmasına rağmen, şakaklarında yeşil damarların izi belirmişti ve nezaket göstermeden kılıca bir tokat attı ve "Artık buraya gelmene izin verilmediğini söylememiş miydim?" dedi. Xie Lian, "San lang, bu kılıç senin...... Spritüel silahın mı?" dedi.
San lang ona doğru döndü ve şakaklarındaki yeşil damarlar bir anda kayboldu ve tekrar sakin bir havaya büründü. "Bu sadece cahilce bir şey, gege... Gege sana utanç verici bir şey gösterdi." dedi. Ancak Xie Lian daha fazla hayranlık ve saygı hissetti. Gözleri parladı ve kırmızı kıyafetlerinin yan tarafını tutarak, "Hayır, hayır, San lang gege, sen çok şaşırtıcısın! Böylesine duyarlı bir spritüel silahı geliştirebilmek!" dedi.
San lang tarafından tokatlandıktan sonra, kılıç sanki haksızlığa uğramış gibi gözünü kırpıştırmıştı.
Xie Lian'ın övgüsünü dinleyen silahın gözleri bir kez daha kendini beğenmiş bir şekilde yuvarlanmaya başladı ve sinsice ona doğru ilerlemeye çalıştı. Çok duyarsızca, San lang ona bir tokat daha attı.
Bu sefer pes etti ve bir "dong" sesiyle yere düştü ve bir yetişkin tarafından vurulmuş ve yerde yuvarlanıp ağlayan bir çocuk gibi yuvarlandı, yuvarlandı, yuvarlandı. Sanki Xie Lian'ın kulakları onun inleyen çığlıklarını duyabiliyordu. Görüntü kalbini hafifçe sızlattı ve aceleyle ayağa kalkıp, "Bekle, San lang! Unut gitsin, bir daha vurma. Sanırım o an sadece yaramazlık yapıyordu ve gelip beni selamlamak istedi. Onu böyle azarlamana gerek yok!" dedi.
Ancak Xie Lian, sudan çıktıktan sonra, suda olan bedeninin çıplak olduğunu ve yüzünün açıklanamayan bir şekilde tekrar kızardığını hatırladı. Garip bir şekilde tekrar suya gömüldü. Ancak, San lang daha önce çok doğal bir şekilde arkasını dönmüş ve gitmişti. Xie Lian aceleyle sudan çıktı ve yeni kıyafetlerini giydi. Kıyafetlerin tenine yapıştığı yerden, malzemenin son derece ince olduğunu hissedebiliyordu. Sonunda, cildi rahatsız edici bir şekilde tahriş olmayacaktı ve kalbinde bunun için daha da minnettar hissetti. Odadan çıkıp misafirleri karşılamak için zarif salona vardığında, San lang çoktan oturmuş, bekliyordu.
Tanrı bilir, o kılıcı nasıl disiplin altına almıştı. Şimdi, dürüstçe San lang'ın belinde asılı duruyordu. İstediği gibi oradan oraya hareket etmediğinde, beklenmedik bir şekilde soğuk ve ölümcül bir havası oluyordu ve birinin onun daha önceki yuvarlanma ve öfke nöbeti geçirme biçimini hayal etmesi tamamen imkansızdı. Xie Lian'ın geldiğini gören San lang gülümsedi ve "Uyandın mı? Dün gece iyi uyudun mu?" dedi. Xie Lian dürüstçe cevapladı, "Bilinmeyen bir nedenden ötürü, gecenin ilk yarısında, sürekli rüyalar gördüm...... ama gecenin ikinci yarısında iyi uyudum." San lang, "Belki de çok yorgundun." dedi. İkisi de akıllarına gelen cümleleri söylediler ve birkaç tur sohbet ve tartışmanın ardından gün aşağı yukarı geçti. Hua Cheng kişisi buluşmak için serbest kalana kadar, birlikte vakitlerini böyle geçirmeye devam edecekleri muhtemel görünüyordu.
Ancak, gece, Xie Lian yatakta tek başına yatarken, bir kez daha insanın içini ısıtan ve rahatlayamamasına neden olan o rüyaları gördü. Rüyalarında, sağa sola savruldu, neredeyse dayanamayacak hale gelene kadar alay edildi. Bir sarsıntıyla uyandığında, vücudu bir kez daha ter içindeydi. Öfkeli ve çaresiz hissederek, sadece ayağa kalkıp dışarı çıkabildi, sakinleşmek için birkaç tur yürümeyi düşünüyordu. Ancak, aniden uzaktan, başka bir odadan gelen sesler duydu. San lang'ın ana odasından geliyordu. Odanın ses yalıtımı mükemmeldi ve sesler çok yumuşaktı, ancak Xie Lian'ın beş duyusu son derece hassastı ve bunu yakalamıştı. Sessizce, odanın dışına gizlice çıktı. Kapılar arasındaki çatlaktan odaya baktı. San lang'ı odadaki bir koltuğa oturmuş, elinde bir fırça tutuyormuş gibi, sanki bir şeyler yazıyormuş gibi gördü.
��fadesi soğuktu, Xie Lian'la karşılaştığı her zamankinden tamamen farklıydı. Yanında, siyah giysili ve hayalet yüzlü bir maskeli, hafifçe eğilmiş, alçak sesle raporunu veren biri bile vardı. Anlaşılmaz bir nedenden ötürü, hayalet yüzlü maskeli kişi çok kısık sesli bir varlığa sahipti, sanki yanlışlıkla onu hiç fark etmemiş gibi. Xie Lian daha dikkatli dinlemek üzereydi, ancak o kişi raporunu vermeyi bitirmişti ve sadece ifadelerin ve cümlelerin parçalarını belli belirsiz duyabiliyordu, "O yaratık uzun zamandır sorun çıkarıyordu", "Sanırım dua almadan önce sorunu çözmeye gitti ve bir kaza geçirdi", "Az önce araştırılan yön burası" vb. Saçlarını yavaşça parmakları ile tararken, San lang'ın "Şimdi ona eşlik etmem gerekiyor ve kendimi mazur göremem. Yarın geceden önce o yaratığı buraya getir." dediğini duydu. Hayalet yüzlü maskeli kişi alçak sesle, "Evet. Bir nefesle bırakılmasını ister misin?" dedi. San lang fırçayı kaldırdı ve yazdıklarına baktı. Bundan pek memnun görünmüyordu ve kağıdı bir top haline getirip bir kenara fırlattı. Ancak o zaman yavaşça ve ağır ağır, "Birkaç nefes bırak, o şeyi tükürmesine izin ver, sonra da çirkin kafasını yavaşça ez." dedi.
Bu sözleri söylerken, ifadesi ve tonu insanın titremesine neden olan türdendi. Ancak, beklenmedik bir şekilde, Xie Lian buna rağmen herhangi bir iğrenme veya tedirginlik hissetmedi. Hayalet maskeli kişi sözsüz bir onay sesi çıkardı ve ayrılmaya çalıştı. Xie Lian hemen uzaklaştı ve saklandı. Xie Lian odasına döndükten sonra daha da uyuyamadı. Birkaç tur ileri geri yürüdü, "San lang tam olarak ne tür bir insan? Hangi yaratıktan bahsediyordu?" diye düşündü. Duyduklarına göre, uzun zamandır sorun yaratan ve felaketlere yol açan bir yaratık tarafından önemli bir şey yutulmuş gibi geliyordu ve San lang buna çok öfkeliydi. Ancak şimdilik ona eşlik etmesi gerektiği için, o yaratığın kafasını parçalamak için kendini mazur gösteremedi. Düşünceleri bu noktaya ulaştığında, Xie Lian çok utandı. Bu San-lang, ona gerçekten de son derece içten davrandı.
Aniden aklına bir fikir geldi: Neden burada oturup böyle boş boş otursun ki? Ayrıca şimdilik Hua Cheng ile görüşemeyecekti ve iyi bir gege olan San lang için sürekli bir şeyler yapmayı düşünüyordu. Neden bu yaratığı yakalamasına yardım etmiyordu? Bu anlık bir karardı. Böyle karar verdikten sonra Xie Lian hemen arkasında bir mektup bıraktı ve San lang gege, endişelenmeyin, Lian gitti ve geri dönecek vb. gibi şeyler yazdı. Sonra, bir sıçrayışla sessizce bu zarif malikaneden ayrıldı.
----
Yazar Notu: Xie Lian'ın hafızasının meraklı gezintisi hakkındaki bu ekstranın bir bölümü daha var. Aslında bugün yazmayı bitirmek istiyordum ama kelime sayısı hayal ettiğimden fazlaydı, bu yüzden yarın devam edeceğim! Majesteleri ona gege diyor, Huahua çok seviniyor. E-ming kasıtlı olarak banyoya bakmaya çalışmıyordu! E-ming iyi bir çocuk! Sadece daha önce Xie Lian ile sık sık banyo yapmıştı ve bu yüzden bugün büyük bir beklentiyle gitmişti. Dövüleceğini kim bilebilirdi ki.
#translation#çeviri#heavens official blessing#tgcf spoilers#tgcf extras#mxtx tgcf#tian guan ci fu#hua cheng#xie lian#hua cheng x xie lian#hualian#mxtx fandom#tgcf xie lian#tgcf hua cheng#tgcf hualian#tgcf#extra chapter#translated fiction#hualian art#tgcaptions#san lang#taizi dianxia#tgcf text post#türkçe#text post#my translations#xie lian my beloved#my text#translator#mu qing
6 notes
·
View notes
Text
Birazda aynanın karşısına geçip dış siluetimiz ile iç benliğimizin konuşması gerekiyor. Olduğumuz konumun içerisinde bulunduğumuz şartları değerlendirmek ve bunu yaparken ise bir bahane aramamak ya da bir şeyi bir nedene bağlamamak.
8 notes
·
View notes
Text
Uzun bir yolculuk gibi düşün bunu. Ama arabayı sen kullanıyorsun. Kulağındaki kulaklıklarda müzik yerine hep bir tedirginlik çalıyor. Gözlerini yoldan ayırmaya korkuyorsun. Yaşamaktan korktuğun kadar ölüm de korkutuyor ya seni. Nereye ulaşmak istediğini bilmiyorsun. Aradığın bir şeyler var ama emin de olamıyorsun. Huzur istiyorum derken bir yanın hep buruk kalıyor. Gün doğumları, sessiz sokaklar, bozuk sokak lambaları, kaldırımlar... Sen sana hüzün veren her şeye huzur diyorsun. Yine de tüm bunları sevdiğinden bahsediyorsun. Tabii buruk geçer erkenden kalkılan sabahlar. Elbette için hep bir hüzünle dolar, hep bir halsiz hissedersin,odaklanamazsın. Sorun da tam burda başlıyor. Ne istediğini bilmiyorsun ki. Her dönemeçte düşünecek vaktin olmuyor. Acele ile verilmiş kararlar, yarım yamalak azimler ve birkaç minik sözde motivasyon konuşması. Oysa pişmanlık duymak için ayırdığın o bitmek bilmezmiş gibi görünen uzun yollar... Bir sahil kenarında dururum diyorsun. Kararın o zaman netleşir, gideceğin yollar, ulaşmak istediğin yerler bir anda aklına gelir sanıyorsun. Sonra o sahil kenarına ulaştığında yolda olan şeyleri düşünmekten denizi göremiyorsun. Huzuru arıyorum derken bile içten içe kaybettiğini göremiyorsun. Şimdi bırak her şeyi. Yeniden sor kendine. Nereye küçüğüm? Nereye? Söyle, nereye gitmek istiyorsun?
5 notes
·
View notes
Text
BİR TUNUS YOLCULUĞU
23 Temmuz 12.25 te uçağım var. Tunusa gidiyorum. Şaka değil !! Bindik bir alamete gidiyoz kıyamete . Millet Tunus'tan Türkiye'ye gelir, ben Türkiye'den Tunus'a gidiyorum. İnsanlar gider Mersin'e, mukaddes gider tersine işte. Hee bu arada neden gittiğimi söylemedim. AIESEC diye bir kurum var. O kurumun deniz ve besin kirliliğine yönelik olan projesi için gidiyorum. Yanımda kankim ceren var. Bir de sonrasında aynı proje için Ayşe diye bir kızla tanıştık. Bir de benim aklımın leylalığı tutmuş, yanlış uçak firmasına bilet almışım. Ceren ve Ayşe beraber uçuyor benden sonra. Ama havaalanında anlamıştım konfor alanımın inanılmaz dışına çıktığımı yarım saat havaalanında, uçağın içinde de bir saat fazladan bekledikten sonra. Agaaa uçak inince alkışlayan bir millet yani (!) Şöyle de bir sorunum var. O zamana kadar böyle şeylerle dalga geçerken, gitmeden hemen önce platonik olarak bir şeyler hissetmeye başladım. Çocuk belli olaylar sonucunda çok yıpranmış sanırım, hayatında birini istemiyor. Ama benim kalbim de beynim de onun ağırlığıyla dolu. Neyse biz yolculuğumuza dönelim. Abii bizim uçaklarda Türkçenin yanında İngilizce anonsta yapılır. Bunlar da öyle bir şey de yok, ne diyorlar onu da anlamıyorum. Bir de doldurmuşlar poşetleri, torbaları. Tabi onlara göre her şey ucuz olunca, Türkiye'yi sırtlanmışlar götürüyorlar. (Tunus Dinarı Türk parasının 8.5 katı) İki kadın oturuyor yanımda. Biri Türkçe biliyor, diğeriyle de İngilizce konuşuyoruz. O an anladım Türkiye'nin doğusu gibi bir yere gittiğimi, bana senin kıyafet orda sorun olabilir dediklerinde. Neyse geldik Tunus'a. Aman Tanrımm!! Hava 50 derece. Tanrı cehennemi Tunusa indirmiş sanırım. Bir şeyi bilmekle yaşamanın ne kadar farklı şeyler olduğunu o havayı görünce iliklerime kadar hissettim. Pasaport kontrolünden geçiyoruz. Bana gideceğim adresi sordular, bende bilmiyorum tabi. Aldılar pasaportumu, çektiler kenara. Orada beni bekleyen kimse yok, şarjım yok, şarjım olsa internetim yok. Yokta yok kısaca. Neyse birisi geldi anlattım derdimi, verdiler pasaportumu, saldılar sonra. Mülteci olarak kaçsam Türkiye'den Tunus'a kaçıcam sanki. Aldım bavulu, oturdum bir köşeye cerenleri bekliyorum. Ne zaman gelecekler, uçakları kalktı mı kalkmadı mı hic bilgim yok. Bir priz buldum biraz şarj ettim telefonumu, havaalanındaki wi-fi bağlandım. Cerenler geldi sonrasında. Daha havaalanında anladım, Tunus erkeklerinin bize karşı ultra bir ilgisi olduğunu. Belli durumlara karşı küfretmemek için zor tutuyorum kendimi. Aiesec ekibinden biri aldı bizi. Para çevirdik, hat aldık falan. Sonra bizi otogara gitmek için taksiye bindirdi. Bu arada burda toplu taşıma diye bir şey yok, her yere taksiyle gidiyoruz. Ama taksi de ucuz yani. Otogar denilen yeri gördükten sonra Allah bir şeylerin kıymetini anlamam için kabus falan gördürtüyor sandım. 22.5 dinara minibüs bileti aldık. Oturdum cam kenarına. Yol boyunca yüzüme inanılmaz bir sıcak rüzgar vurdu. Tüm yol içimden ırmağının akışına ölürüm Türkiyem söyledim. Beş saatin sonunda Sfax'a geldik. Bizi aldılar, kalacağımız eve götürdüler. Evi gördükten sonra ertesi güne Türkiye'ye uçak bileti bakmaya başladım. O an prensesliğim tuttu, normalde hiç öyle bir insan değilken. Ama bu durumda hoşlandığım çocuğun etkisi inanılmaz fazla. Tunus şartları da tuzu biberi. Normalde ceren çok daha aşko kuşkoyken, Tunus'ta ben de oldum tabiri caizse bir koç girl (koç üniversitesi aşko kuşko kızı). Ceren hala dalga geçiyor. Aileme söyledim durumu, bana tonla motivasyon konuşması yaptılar. Orda bulunma amacını hatırla, hayat sana her zaman koç veya Darüşşafaka konforu sunmayacak falan filan. Ayşe'de inanılmaz iç ve dış motivasyonu yüksek bir insanmış. O an bayağı sakinleştirdi beni. Bir duş aldım. Banyoya banyo demeye de bin şahit ister. Abi bir ülkede taharet musluğu yoksa zaten o ülkenin temiz olma potansiyeli biter benim gözümde. Daha sonra yattım yatağa günü kapattım.
11 notes
·
View notes
Text
🎧 Myle - Not Ready
.
Bu fotoğrafları birkaç ay önce çekmiştim. Okuduğum kitapları karışık bir düzende paylaştığım oluyor çünkü kendimi garip bir şekilde hazır hissetmiyorum. Bu kitap için doğru gün geldi.
.
Haz, hakkında konuşması zor bir kitap. Bir çırpınış hikayesi. Yorumlara baktığımda, ırk ve sınıfsal şeyler içerdiği için iyi olduğunu söylediklerini gördüm. Irk, sınıf ve kadın hikayesi olmasını tamamen bir kenara bırakıyorum. Varoluş sancısını oldukça rahatsız edici bir şekilde yaşayan bir kadını okuyoruz.
.
Edie, sanatçı olmak isteyen ama bunu başaramayan, girdiği işte de tutunamayan genç bir kadın. Ailesine dair anlattıklarıyla içinde bitip tükenmeyen bir ilgi açlığı var. Dünyadan kaçmak için rastgele bir şekilde cinselliği kullanıyor. Amaçsız bir savruluş var. Hikayesine kendisinden yaşça büyük Eric'le buluşmaya karar vermesiyle başlıyoruz. Eric, açık ilişki yaşayan bir adam ve Rebecca'yla evli. İşsiz kaldığında, Eric ve Rebecca'nın evinde yaşamaya başlıyor.
.
Karakterin iç konuşmasının olayların önüne geçtiği metinlerden. Okurken bunaldığım ve karakterin aldığı kararlardan yorulduğum çok oldu. Peki neden öneriyorum? Varoluş sancısının oldukça iyi bir yansıması bana göre. Ayrıca R. Leilani, metni şiirsel bir hale getirmiş, kelimeler akıp gidiyor.
.
#kitap #kitapyorumu #ithakiyayınları #kitapönerisi #kitaptavsiyesi #book #booklover #kitapsever #booknerd #bookcoffee
instagram
6 notes
·
View notes
Text
ay bu aşk mı yoksa?
en yeşil yapraklı ağaçlarım, en etkili enerjiye sahip cadılarım, bu bir aşk mıdır? bir adam var, çok tatlı. kendisi kabul etmese de... bana karşı konuşması çok nazik ve sevecen. birbirimize çok benziyoruz. kişiliklerimiz, ilgi alanlarımız benziyor. bazen mesajlarıma geç cevap veriyor, o sırada sinirleniyorum, kendi kendime 'acaba artık benimle konuşmak istemiyor mu?' diye triplere giriyorum. sonra 'şu şu nedenden dolayı yazamadım, özür dilerim' yazıyor, bende sinir minir kalmıyor ya! kızamıyorum asla. sınırlarıma saygı duyuyor, iltifatı ağzından düşürmüyor. hep destekçi, tam destekçi. ay anlatırken bile eriyorum, biliyor musunuz? :> ama... henüz ismini ve yüzünü bilmiyorum, o sadece yüzümü bilmiyor. biraz anonim takılıyor. ben de onun sınırlarına saygı duyduğum için sıkıştırmıyorum onu. kendisi ne zaman hazır hissederse o zaman ismini de cismini de bana açıklar. yalnız ben fazla ileri gidip aşık olmaktan korkuyorum. çünkü benim için tip o kadar da önemli değil cadılarım. ben ne tipsiz insanlardan hoşlanmışım, üstelik karakterleri de iyi değildi. bu adamın karakteri mükemmele yakın, aşık olmam için daha da fazlasına ihtiyacım yok. ama ya o beni beğenmezse korkusu yaşıyorum. o benden hoşlanacağını söylüyor ama benim göbeğim möbeğim var ya! o kadar zayıf da değilim, kalın mesela bacağım. nefret ediyorum güzellik standartlarından! öyle özgüvensiz yapıyor ki kadınları, böyle tatlı erkekler gelince karşımıza eksiklik duygusu yaşıyoruz yada güvenmiyoruz söylediklerine! neyse sakin olacağım. ben kendimi seviyorum. en önemli olan da bu!
diğer yandan, olur da birbirimizi gördükten sonra hoşlanıp ilişkiye başlarsak da, uzun bir ilişki isterim. ben kısa sevmem, ne o öyle rüzgar gibi, hop gelip geçecek. ilişki insanıyım ben. karşılıklı adayalım kendimizi, sadık olalım, sevelim... peki o öyle biri mi? henüz tam olarak emin değilim. uzak mesafe ilişkisi yapmak istemediğini söyledi başta, hatta o sırada 'konuşmayalım o zaman' minvalinde bir "ayrılık" konuşması bile yaptık (ben konuşmayı sonlandırmak istemediğimi belirtmiş, yine de konuşmak istemezse duracağımı söylemiştim). evlilik de hemen yapmak istediğim bir şey değil, bir flört edelim, ağız tadıyla sevgili olalım. böyle taa içimden gele gele "sevgilim" diye sesleneyim istiyorum. ki bu da yaklaşık bir 10 sene sürer. :> abarttım tabii ki ama en az bir 5-6 yıl gerekiyor bence. onun evliliğe, özellikle de erken yaşta bir evliliğe sıcak bakmadığını biliyorum. ben de bakmıyorum. ama uzun bir sürecin sonunda... ben ne anlatıyorum şu an? kimse de durdurmuyor beni! daha adamın adını bilmiyorum. ufak bir stalk'la bulabilirim ama ilk kez stalk'lamak istemiyorum. hatta ilk kez birisiyle mesajlaşırken, bildirim sesi yüzünden gerilmiyorum. çok hoşuma gittiğinden sanırım böyle düşüncelere daldım. ya beni beğenmezse korkusuyla karışık konuşuyorum işte. acaba bu nasıl ilerleyecek de bitecek? keşke böyle tatlı tatlı konuşmamız bitmese. her gece yatmadan önce gönderdiği 2 çiçek emojisi günümü tamamlayıp gecemi şenlendiriyor resmen.
cadılarım... ağaçlarım... ben yine birine düştüm kısacası. hiç kalkasım yok. konuşmalarına bayılıyorum. umarım yakında güzel, iç açıcı haberlerle gelirim de yazarım buraya da! :>
(bu arada seçimlerin sonucunun farkındayım ama artık ilgilenmiyorum, siyasetle ilgili düşünmek bile istemiyorum. önüme bakıyorum, mutluluk cahillikte, biraz da umursamazlıktaymış. öyle yapıyorum ben de. en azından birkaç hafta böyle gezineceğim.)
4 notes
·
View notes
Text
Bölüm 159: Önemsiz bir gece konuşması da duyulabilirdi
Ç/N: "送轸上人之庐山"• 岳飞—Sòng zhěn shàng rén zhī lúshān • yuèfēi'den alıntı.
Her ne kadar bu, derin hislerin beyan edilmesi olsa da, Qi Yan'ın kulaklarında tamamen farklı algılanmıştı. Elleri ve ayakları buz gibi soğudu. Vücudu titriyordu.
Bu nasıl bir yergiydi böyle? Gecenin bir vaktinde koşarcasına gelmiş, düşmanının kızıyla kalpten gelen şeyler konuşuyor, böylesi kelimeler işitiyordu.
Qi Yan gerçeğin gün yüzüne çıktığı gün, Nangong Jingnu'nun ondan ne kadar nefret edeceğini hayal edebiliyordu.
Ya Nangong Jingnu'ya gerçeği söyler ve sonrasında bir hançerle onu kalbinden bıçaklar, düşmanına ait kanın kendi tenini ısıtmasına izin verirdi. Ardından, giderek soğuyana kadar onun bedenine sarılırdı.
Ya da...
Başarısız olurdu. Tüm planları ortaya çıkar ve daha yargılanmaya götürülmeden önce Nangong Jingnu'nun sonsuz hiddeti ile bitmek tükenmek bilmez nefretiyle yüzleşmek zorunda kalırdı.
Uzun beyaz bir ipek mi, yoksa bir kap zehirli şarap mı olacaktı? Aileden bir kul olarak statüsü düşünüldüğünde... muhtemelen pazar yerindeki bir idamla gerçekleşmezdi.
Qi Yan gözlerini kapattı. Nangong Jingnu'nun beline sarılı olan kollarını daha da sıktırdı. Aklından birçok ihtimal geçti; fakat geri barıştıkları, veya birlikte yaşlandıkları bir senaryo göremedi.
Birlikte yaşlanmak mı? Bu fikir Qi Yan'ı büyük bir şoka uğratıyordu. Nasıl düşmanının kızıyla birlikte yaşlanabilirdi ki? Ve onun, düşmanının kızı olması bir yana, ikisi de kadındı!
İki kadın...
Xiao-Die ve Nangong Shunu, onlar nasıl birlikteydi o halde?
Qi Yan'ın sersemlemiş halde öylece kendisine sarılmakta olduğunu gören Nangong Jingnu, kalp acısı duyarak, "Artık bunu düşünme, olur mu?" dedi, "Seni bırakmayacağım. Danışman Cui'nin boşanma hakkında dediklerini kafana takma."
Qi Yan'ın gözleri gitgide odağını geri kazandı. Gözlerini Nangong Jingnu'ya dikti ve bakışlarında merak uyandırıcı bir ifade belirdi, "Ekselansları..."
Nangong Jingnu: "Mm?"
Qi Yan: "Bu kul bu gece burada kalabilir mi?"
Nangong Jingnu'nun ince yüzü kızardı, "Zaten geç oldu, başka nereye gidebilirsin ki?"
Qi Yan: "Öyleyse Ekselansları onaylıyor mu?"
Nangong Jingnu Qi Yan'a bir bakış attı, "Birilerine senin için su hazırlamasını söyleyeceğim..."
Qi Yan: "Bu kul ikincil odada yıkanmıştı."
Nangong Jingnu mumlara üfledi, ardından ikisi el ele yatağın kenarına geldi. Qiuju çoktan gereğine uyarak odanın dışına kırmızı feneri asmıştı.
Kızıl renkli ışık ince kağıt pencerelerden geçiyor, odanın içindeki herkesin üzerine hafif bir parıltı düşürüyordu.
Nangong Jingnu Qi Yan'a şöyle dedi, "Bugün iç tarafta yatabilirsin. Çoktan çekilme iznini hazırladım, o olay yaşandıktan sonra şimdilik meclise katılmamalısın."
Wei Krallığı'nda, erkeklerden kadınlardan üstündü. Bir karı-koca yatağa gittiğinde adam iç tarafta yatar, kadın ise yatağın dış tarafında uyurdu.
Fakat Qi Yan bir Fuma olduğundan dolayı Prenses ondan üstündü. Yedi yıllık evlilikleri boyunca Qi Yan hep dış tarafta yatmıştı.
Ç/N: Duvara dayalı perdeli bir karyola düşünün, iç taraf dediği duvara yakın olan taraf.
Qi Yan: "Bu kulun haddine değil."
Nangong Jingnu ısrar etti, "Yarın sabah erkenden gitmem gerek ve sen son zamanlarda kendini çok yordun. Pek iyi bir halde gibi durmuyorsun. Yarın imparatorluk hastanesinden birilerine seni muayene etmesini bildireceğim, bu gece iyi bir uyku uyu."
Qi Yan bunu bir an düşündü, ardından eliyle yoklayarak sessizce yatağa ulaştı. İç tarafa uzandı.
Nangong Jingnu battaniyeyi çekerek üzerlerini örttükten sonra, "İmparator babam seninle ne hakkında konuşmak istiyormuş?" diye sordu.
Qi Yan boğazını temizledi, "Majesteleri bu kulun Ekselanslarına söylemesine izin vermedi."
Nangong Jingnu: "Cimri."
Qi Yan: "Majesteleri yalnızca Ekselanslarının... son adıma kadar yürürken, bu kula samimi bir şekilde güvenebilmesini umuyor."
Nangong Jingnu: "Ne zaman olduğu önemli değil, sana her zaman güveneceğim."
Qi Yan'ın kalbi bir anlığına sızladı, ardından gülümseyerek, "Ekselanslarına teşekkürler," dedi.
İmparator babasının "krallığın geleceği" ile ilgili dediklerini hatırladığı için, Nangong Jingnu'nun kalp ritmi kendiliğinden hızlandı.
Fakat... bunu kabul etmek bir şey, bir kadına ilk adımı atarak bunu söylettirmek başka bir şeydi.
Uzun süren bir sessizliğin ardından, Nangong Jingnu dolaylı yoldan sordu, "Sana bir şey soracağım, vazifeye geçmek için Jin vilayetine gittiğinde gerçekten orada mı yaşlanmayı ve ölmeyi istiyordun?"
Qi Yan: "Bu kul o sırada boncuklu perdenin arkasındaki kişinin Ekselansları olduğunu bilmiyordu ve bunun Majestelerinden gelen bir emir olduğunu düşünmüştü. Majesteleri siz Ekselanslarına önem veriyor ve bu kul büyük bir hata işleyerek Ekselanslarının kalbini kırmıştı... Bu kulu Jin vilayetine yollayarak geçici bir çözüm bulmuş, bir süre sonra boşanma emri verilecek olabilirdi. O zaman bu kul vazifesinden menedilerek geri halktan insanların dünyasına sürgün edilecekti."
Nangong Jingnu'nun kaşları çatıldı. Dönüp yan tarafının üstüne yatarak Qi Yan'a baktı, "Seni boşamayacağım."
Qi Yan da ona döndü, Nangong Jingnu ile yüzleri birbirine dönük hale geldi.
Nangong Jingnu: "Hatta İmparator babam birkaç gün önce bana dedi ki..."
Tam o anda, Qi Yan gizemli bir şekilde "tehlike" sezmişti. Her ne kadar Nangong Rang ve Nangong Jingnu'nun ne hakkında konuştuğunu bilmese de, eğer Nangong Jingnu'nun bu cümlenin devamını getirmesine izin verirse korkunç bir şey olacağını hissetti.
Ve böylelikle, lafını zorla böldü, "Bu kulun Ekselanslarına demesi gereken bir şey daha var!"
Nangong Jingnu'nun yüzü çoktan kızarmıştı. Neyse ki Qi Yan "geceleri göremiyordu", fakat lafı bu şekilde bölündükten sonra devam etmek ona çok utanç verici geldi. Bu yüzden Qi Yan'a uyarak, "Mm, söyle," dedi.
Qi Yan: "Bu kul bir süreliğine özel köşke dönmek istiyor."
Nangong Jingnu'nun aklına gelen ilk şey Xiao-Die oldu. Kalbi anında buz kesmişti.
Düşündükçe daha da sinirleniyordu. Aniden yatakta doğrularak gözlerini Qi Yan'a dikti, "Ne demek istiyorsun?" Köşkteki o kadını unutamıyorsun, öyle mi? Doğru ya, onunla çocuk bile yapmıştın!
Qi Yan Nangong Jingnu'nun bunu yanlış anladığını biliyordu, fakat kalbinde açıklanamaz bir şekilde bal gibi tatlı bir his belirmişti. Etrafı yoklayarak Nangong Jingnu'nun elini tuttu, "Ekselansları..."
Nangong Jingnu vurarak Qi Yan'ın elini uzaklaştırdı, "Dokunma bana!"
Qi Yan'ın gülümsemesi ne olursa olsun baskılanamıyordu. Kendini tutamayıp gülmeye başladı. Elinin üzerindeki acıyı görmezden gelerek, Nangong Jingnu'nun elini yeniden tuttu.
Karşıdaki kişi birkaç kez uğraşsa kurtulmayı başaramadı, bu yüzden bacağını uzatıp Qi Yan'ı gelişine tekmeledi, "Bırak!"
Tekme Qi Yan'ın karnına denk gelmişti ve acıyla inlemesine neden olacak kadar sertti. Vücudunu cenin pozisyonuna getirdi, fakat onun elini bırakmadı.
Nangong Jingnu da bundan biraz pişman olmuştu, ama bundan daha fazla öfke ve üzüntü duyuyordu. Gözlerinin çevresi kızarmıştı.
Qi Yan bir eliyle Nangong Jingnu'yu bırakmadan tutarken diğer eliyle karnına dokunarak aynı şekilde yatakta doğruldu, "Ekselanslarının aklı nereye gitti? Durum öyle değil..."
Nangong Jingnu alt dudağını ısırdı. Hiçbir şey söylemeden düşmanca Qi Yan'a bakıyordu.
Qi Yan Nangong Jingnu'yu bir miktar çektirdi, ardından pazarlıkçı bir tonda şöyle dedi, "Lütfen geri uzanabilir miyiz? Bu kulun açıklamasına izin verecek misiniz?"
Nangong Jingnu bir süre kıpırdamayı reddetse de, Qi Yan'ın hiç durmadan çekişine karşı koyamadı, böylelikle geri uzanmış oldu.
Qi Yan iç geçirdi, ardından kayarak Nangong Jingnu'nun yakınına geldi. Kulağına yaklaşıp, "Ekselansları bu kulu yine tekmeledi~" dedi.
Nangong Jingnu: "Açıklayacak mısın açıklamayacak mısın?"
Qi Yan kaçmasına izin vermemek için çabucak Nangong Jingnu'nun karnına yapıştıktan sonra açıklamaya başladı, "Saray sınavı başlamak üzere ve başkent sınavının sonuçları da açıklandı. Diğer iki gözetmen, öğretmen adını kullanarak çoktan adaylarla yakınlık kurmaya başlamış olmalı. Bu kul ana gözetmen olmanın avantajlarından faydalanıyor, fakat bu kul sarayların yasaklı bölgesi içerisinde bulunuyor. O adaylar buraya nasıl gelebilir ki? İşlem, bunca sıkıntının ardından nihayet bu noktaya ulaştı. Eğer diğer iki efendi bu konuda bizi yenerse, elekle su taşımış olmaz mıyız?"
Nangong Jingnu'nun ağzı bir miktar açık kaldı. İşin bu boyutunu nasıl gözden kaçırabilmişti?
Qi Yan devam etti, "Başka bir yere gitmeyi bu kul da istiyor, fakat Fuma malikanesi yanıp kül olmadı mı? Gerçekten Ekselanslarının düşündüğü gibi bir şey değil."
Nangong Jingnu kendini biraz tuhaf hissetti, "Bir şey düşündüğüm falan yok!"
Qi Yan iki kez güldü, "Ekselansları... kıskandı mı yoksa?"
Şimdi Nangong Jingnu'nun yüzü tamamen kıpkırmızıydı. Qi Yan'ın kollarından kurtulmaya çalıştı.
"Aiyo!"
Nangong Jingnu: "Ne oldu?!"
Qi Yan: "Ekselanslarının az önceki tekmesinin şiddeti gerçekten de geçmiştekinden daha fazla, bu kulun... olmamış gibi davranması mümkün değil."
Nangong Jingnu çok fena utanmıştı, fakat yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yine de bir süre tereddüt ettikten sonra, "Nerene geldi? Bakayım mı?" diye sordu.
Şimdi kendini tuhaf hissetme sırası Qi Yan'daydı, lakin yine de etrafı yoklayarak Nangong Jingnu'nun elini buldu ve alıp kendi karnının üzerine koydu, "Burası."
Nangong Jingnu'nun yanaklarının sıcaklığı yükselmeye devam ediyordu. Sessizlik içinde Qi Yan'ın karnını ovmaya başladı.
Qi Yan'ın zihninde birçok dağınık görüntü belirdi. O gece Xiao-Die'nin odasının dışında duyduğu şehvetli sesleri hatırlamıştı. Nefesi kesildi, sonrasında derhal Nangong Jingnu'nun elini kavradı.
Qi Yan: "Ekselansları!"
Nangong Jingnu: "Sorun ne? Canını mı acıttım?"
Qi Yan: "Hayır, öyle değil... bu, bu kul..."
Nangong Jingnu elini geri çekti. Dönüp Qi Yan'a sırtını çevirdi, fakat kendi kalp atışlarını net bir biçimde duyabiliyordu.
Qi Yan kalbindeki tuhaf hissi bastırmak için birkaç derin nefes aldıktan sonra yatakta kaydı, "Ekselansları?"
Nangong Jingnu: "Anladım, mümkün olan en yakın zamanda sana yeni bir konak satın alacağım."
Qi Yan elini Nangong Jingnu'nun beline yerleştirdi, "Yozlaşma ve rüşvetten ırak olan Danışman Cui'nin kemikleri henüz soğumadı. Eğer bu kul yeni bir konağa yerleşip davetlileri ziyafete çağırırsa... kendi sonunu hazırlar."
Nangong Jingnu: "Ne demek istiyorsun, özel köşke geri dönmekte ısrar ediyorsun yalnızca, değil mi?"
Qi Yan nihayet buraya gelmesinin sebebi olan şeyi söyleyebildi, "Bu kul geçmişte Jin vilayetinden bir yetimi hizmetkar olarak yanına aldı, beni yangın yerinden uzaklaştırmış kişi olan Qian Tong."
Nangong Jingnu: "Hatırlıyorum. Onun yaraları nasıl?"
Qi Yan: "Dış yüzeydeki yaraları iyileşti, fakat kolu incinmiş ve hareket kabiliyeti artık eskisi gibi değil. Efendisini kurtarma görevini yerine getirdiğini düşünerek, bu kul onun geri dönebilmesi için birkaç dönüm verimli arazi ve birkaç kiracı çiftçi ayarlamak istiyor."
Nangong Jingnu: "Pekala, bir süre sonra kabiliyetli birilerini bulacağım. Ne kadar gümüşe ihtiyacın var?"
Qi Yan: "Tahminen... iki yüz liang yeterli olmalı."
Nangong Jingnu: "Yarın Qiuju'ya parayı senin adına iletmesini söylerim. Beş yüz liang."
Qi Yan: "Ekselanslarına teşekkürler. Bir şey daha vardı..."
Nangong Jingnu: "Mm."
Qi Yan: "Görüyorum ki Qian Tong'un güzel bir dış görünüşü var ve davranışları da oldukça iyi. Yaşı... özel köşkteki kişi ile hemen hemen aynı. Bu sebeple bu kul o kişiyi Qian Tong ile evlendirerek ikisini Qian Tong'un memleketine göndermek istiyor."
Qi Yan buna uzun süre kafa yormuştu ve anlık acının uzun süreli acıdan daha iyi olacağında karar kılmıştı. Xiao-Die zihinsel olarak tamamen iyileşmemişti. Qi Yan onun bu ömür boyunca iyileşip iyileşemeyeceğini de bilmiyordu, fakat Xiao-Die er ya da geç bazı şeyleri öğrenecekti. Kız kardeşinin de kendisi gibi komple ele geçirilmesini, ne insan ne de hayalet olan bir varlığa dönüşmesini önlemek adına... kötü adam rolünü de oynayabilirdi.
Nangong Shunu'nun da kadın oluşundan bağımsız olarak, asla kız kardeşiyle bir arada olmasına izin veremezdi.
Qian Tong Qian Yuan'ın biyolojik oğluydu. Onu Xiao-Die'nin yanına vererek çip işlevi görmesini amaçlıyordu ama, şimdiye kadar çoktan Qian Yuan'ın sadakatine şahitlik etmişti. Qian Tong ve Qian Bao'nun yeniden babalarıyla bir araya gelmesine izin vermek için hazırlanmıştı, ayrıca Xiao-Die'yi bu sıkıntılı yerden uzaklaştırmak için iyi bir şanstı. Halktan insanların dünyasındaki nüfuzu çoktan dişe dokunur hale gelmişti. Dışarıda Qian Yuan, gölgelerde ise Gu Feng vardı. Üstelik kız kardeşini onlara iç rahatlığıyla teslim edebilirdi. Ayrıyeten, Xiao-Die'nin oğlunun aranışı sürüyordu. Farklı bir göz rengi olan o çocuk oldukça kolay bulunmalıydı. Bulunduğunda, Xiao-Die'ye telafi edilmiş olacaktı.
Nangong Jingnu biraz sevinmişti, ama en nihayetinde insanlıktan uzak biri değildi. Tereddüt ederek, "Ama o... Yuxiao'nun öz annesi sonuçta. Senden kaynaklı bir statüsü olmasa da, Qian Tong ile olursa kendinden aşağı sınıfta biriyle evlenmiş sayılacak... Yuxiao bir gün öğrenirse bunu nasıl kaldıracak?" dedi.
Qi Yan Nangong Jingnu'nun iyi yürekliliği karşısında bir iç çekti.
Qi Yan: "Antik çağlardan beri her zaman aile reisinin, hiçbir statüsü olmayan bir metres şöyle dursun, normal metresleri bile gönderme yetkisi olmuştur. Yuxiao'nun ise, bilmemesi daha iyi."
Nangong Jingnu belinin üzerinde duran Qi Yan'ın eline bastırıp mahcubiyet duyarak şöyle dedi, "Aslında... o zamanlar anlık öfkeye kapılıp hareket etmiştim. Zamanı gelince kızını annesine geri vermeyi planlıyorum." ...Belki de kendi çocukları olduktan sonra?
Qi Yan: "Ekselanslarının suçlu hissetmesine gerek yok, Yuxiao için yalnızca bu iyi olur. En azından, o şu an bizim en büyük kızımız. Mutluluk içinde büyüyebilir ve gelecekte kendisi için mükemmel bir centilmen bulabilir. Eğer Fuma ve metresten doğmuş bilinirse, ileride büyüdüğünde ancak, birilerinin metresi olabilir."
***
0 notes
Text
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün “ben halkın seviyesine inmeyeceğim, onlar bizim seviyemize çıkacaklar” sözü, liderliğin ve vizyonun önemini vurguluyor. Ancak bazı şirketler bu anlayışı yanlış yorumlayabiliyor. Marka imajı, sadece farklılaşmakla değil, aynı zamanda müşteriyle kurulan samimi ve güçlü bir ilişkiyle şekillenir.
Birçok marka, kendini "özel" ya da "üst düzey" olarak tanıtma çabasıyla, gerçeklikten kopuyor. Oysa ki, gerçek bir marka değeri yaratmak için, müşterinin beklentilerini anlamak ve onlara uygun çözümler sunmak gerekir. "Kıçı kırık" bir markanın, yüksek perdeden konuşması, ancak sahte bir imaj yaratır ve bu da uzun vadede geri teper.
Sonuç olarak, markalar kendilerini farklılaştırmaya çalışırken, müşterileriyle kurdukları bağı ve onlara sundukları değeri unutmamalıdır. Yalın bir şekilde, halkla iç içe olup, onların gerçek ihtiyaçlarına odaklanmak her zaman daha sürdürülebilir bir başarı sağlar.
3 notes
·
View notes
Text
Arkadaşlarımızın yanından çıktık. Son günlerim olduğu için onlarla vakit geçirmek istedim. Uzun zaman sonra onlarla karşılaştım ve hep hastaydım. Onlara çok az vakit ayırmıştım. Nereye gidelim? dedi. Yine kendimi en iyi ve huzurlu hisettiğim yeri seçtim. Kumsala gidelim, dedim. Gülümsedi, rota oluşturuldu, dedi ve arabayı sürmeye başladı. 20 dk sonra kumsaldaydık. Hava serindi. Üzerimde elbise vardı ama idare ederdim. Şenzloglardan birine oturduk. Şarkı açtım.
Dedublüman-Sen Bilmezdin.
Paketimden sigara çıkardım ve içmeye başladım. Beni izliyordu. Ama bozuntuya vermedim. Denizi izlerken ona bakmadan, ne oldu? diye sordum. İç çekti, asıl sana ne oldu? dedi. Gülümsedim ve bende iç çektim. Sanırım yine ağlayacaktım. Onun yanında ağlamak diğer insanların yanında ağlamak kadar acı vermiyordu sanırım. Bana göre çok garip bir durumdu...
"S' zorlamak istemiyorum ama anlatır mısın artık?"
Ona baktım. İlk defa anlatmak istedim. Anlaşılacağımı biliyordum ama yapamadım. Dilimin bağları çözülmedi. Sigarayı ağzıma götürürken bile ağzımı açamadım. Elimi indirdim. Sigarayı izmarit kutusuna attım ona doğru döndüm. Gülümsedim.
"Son günlerimiz bunlar. Ağlayarak bitirmek istemiyorum. Zaten hep hastanelerdeydik. Bu durumdan dolayı senden özür dilerim ve teşekkür ederim. Çünkü hep yanımdaydın. Seni asla unutmayacağım okyanus gözlü çocuğum. Sigara ve alkol sözümü tutamadım. Kim bilir belki bir gün bırakırım ama sana bir konuda söz vermek istiyorum. Senin dışında kimseye, asla ve asla okyanus gözlü çocuğum demeyeceğim. İleride çocuğum olursa eğer, senin ki gibi masmavi, okyanusu andıran, güneş gibi sapsarı saçları olan bir çocğum olursa, işte o zaman söylerim. Sana her şey için minnettarım seni asla unutmayacağım. Sende beni unutma. Olur mu?"
Sesim titriyordu, gözlerim doldu ama tuttum kendimi. Onun da g��zleri doldu. Acılı şekilde gülümsedi.
"Yapma S'. Yine kaçıyorsun. Kaçma. Bırak sana yardım edeyim. Sonu ölümse seni yaşatır ben ölürüm ama yapma bunu. Bana veda konuşması yapma S'. Bana numaranı bile vermedin sen. Sosyal medya hesaplarını bile vermiyorsun. S' ben yeterince senden mahrum kaldım. Bırak bari bu sefer mahrum kalmayayayım. Sana yemin ederim ki seni çok mutlu edeceğim. Çok seveceğim. Sana çok güzel bir kalp ve mükemmel bir hayat sunacağım. O hayata sahip olsan bile yine de seni sevgiyle büyüteceğim. Gerekirse bizi sadece ölüm ayırsın. İstersem her şeyini bulurum ama bunu yapmak istemiyorum. Her şey senin isteğinle olsun. Yapma S'. Yalvarırım yapma."
Artık ikimizde ağlıyorduk. Ellerimle yüzümü kapattım başımı şenzlogdan sarktığım dizlerime koydum. Yanıma oturdu.
"Ağlama. Yalvarırım ağlama. Gözlerinden düşen incilere mahrum bırak beni, gülüşüne değil."
Sarıldı bana. Konuşamıyordum. Sadece ağlıyordum. Ağlıyorduk.
"Anlat güzelim. Anlat da yardım edeyim sana. Lütfen. Lütfen anlat artık."
Başımı kaldırdım ona döndüm.
Canım acıyor, canım çok acıyor E'. Kaldıramıyorum artık. Dedim ve ipler koptu. Artık hıçkırarak ağlıyordum. İyi ki kumsal kalabalık değildi, geç saat olduğu için. Ağladım, ağladım, ağladım. Sadece ağladım. Yine konuşamadım. Yine yapamadım. Çok geçmeden eve gitmek istediğimi söyledim. İzin vermedi. Anlatmadan gitmeyeceksin, dedi. Daha da ağladım. Kendime yediremiyordum ama sanırım ben kötüydüm. Sanırım ben iyi değildim. Kendi çevreme, her şeyime, duygularıma ördüğüm duvarlar yıkılıyordu. Kontrolümü kaybediyordum. Her şey planladığıma göre uymuyordu artık. Bu canımı çok sıkıyordu...
Şarkı arkada belki ellinci kez çaldı ve ben hâlâ ağlıyordum. Bir anda ona döndüm. Denize girelim mi? dedim. Güldü. Bende güldüm. Olur, dedi. Onda en sevdiğim şeylerden biri ise, hiçbir şeyimi sorgulamıyordu. Asla sorgulamazdı. Bekle, diyip gitti. Başka bir grubun yanına doğru koştu. Bir şeyler konuşup elinde beyaz bir şey ile geri döndü. Bana beyaz bir şey uzattı. Peçete sandım ama değildi. Bu ne? Dedim. Makyaj temizleme mendili, dedi. Kahkaha attım. Bunu orada nasıl buldun? Dedim. Aslında ıslak mendil istedim sonra o yok diyince bense makyaj temizleme mendili var mı diye sordum. Başta garip baktılar ama seni gördükten sonra bir şey söylemediler, dedi. Bir daha kahkaha attım. Sonra bana flaşla ışık tuttu ve kamerayı açtı. Ha bir de şarkıyı değiştirdi.
Adamlar-Benden Bana
Şarkısını açtı. Başta şaşırdım ama vizyonlu biri olduğu aklıma geldi :) Makyajımı temizledikten sonra ayağımda ki sandaletleri çıkardım. O da ayakkabısını çıkardı. Şort ve tişörtleydi. Üzerimde ki elbise beyaz olduğu için denize girmek o an biraz olumsuz geldi ama denize doğru yürüdüm. Arkamdan ilerledi. Biraz korktum çünkü deniz simsiyahtı. Hiçbir şey görünmüyordu. Kumsal sadece sokakların aydınlatılmasıyla parlıyordu. Daha da derine ilerlerim ve denizin içine girdim. 2 3 sn sonra yüzeye çıktım. Kumsala doğru döndüm ama onu göremedim. Sonra bir anda belimden tuttu. Korktuğum için çığlık attım ama o güldü. Bu sefer ayağını çekmedim, dedi. Bende güldüm ona. Yeni fark ediyordum ki tişörtünü çıkarmıştı. Refleks olarak omuzlarından tuttum. Gülümsedim ve tişörtünü neden çıkardın ki hava serin zaten, dedim. Beni biraz daha yüksekte tuttuğu için üzerime baktı bende üzerime baktım acaba bir şey mi oldu diye. Sonra ona geri baktım, noldu? Dedim. Elbisen beyaz ya sudan çıktıktan sonra giyersin diye ıslansın istemedim, dedi. Kahkaha attım nedense hoşuma gitmişti. Sonra neden bilmiyorum saçlarını karıştırdım. Gülümsedi ama bu hareketime küçüklükten beri sinir olurdu bundan dolayı beni bir anda bıraktı ve suyun içine battım. Ayaklarımla çırpındım ve kolunu tutup kendimi çektim ama başarısız oldum. Ağzıma su girmişti. Sonra kollarıyla beni tutup tekrar yüzeye çıkardı. Gerizekalı ölüyordum, diyerek omzuna vurdum. Bu sefer gülen oydu. Nefesim düzene girene kadar bekledik. Bir anda rüzgar çıktı. Yazın ortasındayız neredeyse yeter ya. Yeter hadi bakalım çıkalım artık. Rüzgar çıktı daha da tehlikeli oldu deniz, dedi. Tamam hadi kıyıya kadar yarış yapalım, dedim. Onun kollarının arasındayken arkama baktım ve biz ne ara bu kadar uzaklaşmıştık diye düşündüm. Tamam hadi yarışalım dedi. Şerefsiz beni yine bir anda bırakıp kahkaha attı ve yüzmeye başladı. Bende yüzmeye başladım. Kıyıya kadar yüzdük ama nefesim kesildi. Tam sudan çıkıyordum ki. Sakın çıkma! Diye bağırdı. Boşuna mı senden önce kıyıya geldim, dedi. Ne alaka be, diye bağırdım. Şenzloga doğru gitti eline siyah tişörtünü aldı. Sonra ise makyaj mendili istediği grubun yanına gidip elinde havluyla geri döndü. Ona boş gözlerle baktım sonra yine kahkaha attım. İlk makyaj mendili sonra havlu bence çok şey istedin yeter, dedi. Güldü o da. Sonra saçlarımı ve kollarımı kuruttu. Hemen ardından üzerime tişörtünü geçirdi. 1 2 adım uzaklaşıp bacaklarıma baktı. Altında ne var? Diye sordu. Sen niyetini mi bozdun lan, dedim. Bir anda ciddileşip, saçmalama istersen üzerini hallettik ama altın sanki görünüyor, dedi. Evi gösterdi, ev burada gidip şort getireyim mi? Dedi. Gerek yok E' evet dediğin gibi ev burada ayrıca altımda şort taytım var sorun olmaz, dedim. Emin miain S' içime sinmiyor.
Abartma E' sorun yok hem o kadar görünmüyor. Ne diyeceğini dinlemeden havluyu aldığı gruba doğru ilerledim. 2 erkek 2 de kız oturuyordu. Yanlarına yaklaşıp, kusura bakmayın rahatsız ediyorum ama arkdaşım sizden mendil ve havlu istemiş de. Verdiğiniz için çok teşekkür ederim, dedim. Kızların ikisi de gülümsedi. Siyah saçlı olan kız, rica ederiz ne demek. Ayrıca çok yakışıyorsunuz diyip gülümsedi. Şaşırdım ama belli ettirmedim. Rahatsızlık verdiğim için kusura bakmayın lütfen. Çok teşekkür ederim yeniden. İyi geceler, diyip gülümsedim. Onlarda iyi geceler diyip gülümsedi ve yanlarından ayrıldım.
E' nin yanına yaklaştıkça şarkı sesi daha da artıyordu. Şarkının melodi yeriydi. Gülümsedim ve sözlerin kısmı geldi,sözlerini söylemeye başladı.
Hatırlarım izini tozlarda
Bi' ışığa yürüyodum uykumda
Paslı gönlün aynası
Ateşle düzleşen ağaç
Gönlüm ateşine muhtaç...
Sonra ben devam ettim;
Mazur gör sen de beni
Sevdim de gönlüm yetmedi
Onunla bu uymadı
Gerisi rüyalarda
Hapsedilmez zamana...
Şarkı kendi kendine devam etti ben de oturdum ve bir sigara daha içtim. Şarkının son yerlerini bana bakarak söylemeye devam etti sonra bende devam ettim.
Benden bana seslenir
Hem ilaç hem de zehir
Bi' maviyim bi' kırmızı
Sarılarak, darılarak
Dayandığım dekorlara
Nasıl doydum oyunlara
İçim kaçar bi' göklere, gönüllere, hatırlara
Ve ofsayt telefon kapandı pwöwpwöğwmx
Gülümsedik ikimizde. Neyse hadi prenses yeter hasta olacaksın, marş marş eve gidiyoruz, dedi. Çıplak çıplak nasıl gideceksin, dedim. Sorun etme sen hallederim ben, dedi. Sorgulamadım çok. Eve doğru yürüdük ve yine ilk beni bıraktı. Kapıda sarıldı bana. Uzun uzun sarıldı. Bense sarıldım bu sefer. Çok güzel kokuyordu. Yeni fark etmiştim bunu... Onu uğurladıktan sonra eve girdim. Annem süzdü beni. Neden ıslaksın diye sordu. Durumu anlattım çok da sorun etmedi. Direkt odama çıktım ve duşa girdim. Çıktıktan sonra pijamalarımı giyip yatağıma girdim. Terasın camı açıktı ama çok üşüyordum. Deniz buz gibiydi. Üzerine buz gibi duş aldım. Sanırım yine hasta olacaktım ama neyse. Wq ye girdim. Arkadaşlarımdan mesaj var mı diye bakındım. Sonra bir numaradan mesaj geldi. İyi geceler prenses✨ diye mesaj gelmişti. Profil fotoğrafına tıklayınca anlamam geç olmamıştı. E'di :)
Nereden buldun sen numaramı?
Ben bulurum güzellik. Hadi kendini yorma iyi geceler prenses.
İyi geceler okyanus gözlü çocuk.🤍
0 notes
Text
HumanPlus: Boks yapmayı, piyano çalmayı insanları izleyerek öğrenen robot
İnsansı robot, Unitree'nin H1 robotu temel alınarak geliştirildi. Araştırmacılar, yalnızca insanların gerçekleştirdiği eylemleri taklit etmekle kalmayıp aynı zamanda hareketleri taklit ederek öğrenebilen insansı bir robot geliştirdi. Stanford Üniversitesi araştırmacıları 'HumanPlus' adında bir robot yaptılar. Ekip, insan hareketlerini izleyip taklit ederek piyano çalmayı, pinpon topunu karşılamayı ve daha fazlasını öğrenebileceğini söylüyor. Stanford ekibinden Zipeng Fu'ya göre insansı robot, insan hareketini kopyalamak için tek bir RGB kamera ve tüm vücut öykünmesi kullanıyor. https://www.youtube.com/watch?v=FPiyv7CIV6I HumanPlus'ı oluşturma ve eğitme Araştırmacılar, HumanPlus'ın bir görevi öğrenip daha sonra adım adım gerçekleştirmesi için 40 saatlik insan hareketi verisine ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Üstelik kamerasını kullanarak insanları taklit edebiliyor ve ardından eylemleri gerçek zamanlı olarak yeniden üretebiliyor. İnsansı, Inspire-Robots'un elleri ve başka bir şirketin bileklerinden oluşan Unitree'nin H1 robotu örnek alarak geliştirildi. Robotun bir diğer benzersiz özelliği de tasarımının açık kaynak olması, yani işlevselliğinin gelecekte ihtiyaç duyulduğunda değiştirilebilmesidir. Araştırmacılar ayrıca kendi başına benzer bir model oluşturmak isteyen herkesin erişebileceği bir GitHub deposu da yayınladı . HumanPlus'ta kullanılan çeşitli parçaların fiyatlarına ilişkin veriler de Stanford araştırmacıları tarafından paylaşıldı . Ancak HumanPlus gibi çalışan bir modele sahip olmak ucuz değil ve ekibin paylaştığı kaba tahminlere göre robotu yaklaşık 107.945 dolar fiyatla ürettiler . Ancak kopyalayıp gerçekleştirebileceği hareketlerin miktarı göz önüne alındığında, şu anda piyasada bulunan en ucuz seçeneklerden biri olması muhtemeldir. İnsansı robotların çağı İnsansı robotlar bu aralar çok moda, Tesla CEO'su Elon Musk yakın zamanda şirketinin gelecek yıl fabrikalarında muhtemelen 1000'den fazla insansı robotun çalışacağını belirtmişti . Tesla tarafından üretilen Optimus robotlarının gelecek yıl satışa çıkabileceğini ve Tesla'yı 25 trilyon dolarlık bir şirket haline getirebileceğini de söylemişti. Musk daha önce Optimus'un Tesla'nın en önemli ürünü olacağına inandığını belirtmişti. Şirketin ABD'deki ana fabrikasında otonom olarak çalışan iki robotu olduğu bildiriliyor. Devam edersek, insansı bir robot da New York'taki bir üniversitede bahar mezuniyet konuşması yapmıştı. Sophia adlı popüler bir yapay zeka (AI) robotu, bu yıl mayıs ayında Buffalo'da D'Youville Üniversitesi tarafından düzenlenen etkinlikte mezunlar, öğretim üyeleri ve aileler de dahil olmak üzere 2.000'den fazla katılımcıyla konuştu. Geçen ayın başlarında, sosyal medyada dolaşan kısa bir video klip, Çin'deki bir insansı robot fabrikasının iç işleyişini ortaya çıkararak eğlence ve endişeye yol açmıştı. TikTok'a yüklenen videonun Çinli robotik firması Ex Robots'un üretim katından olduğu biliniyor . İnsansı robotlar çeşitli düzeylerde kabul görüyor ve birden fazla görevi yerine getirmeleri öğretiliyor; önümüzdeki günlerde bunların önemi muhtemelen artacak ve Stanford ekibinin HumanPlus'ı da mesafe kat edip iz bırakabilir. Read the full article
0 notes
Text
Tanıtım Filmi Çekiminde Kurgu Nasıl Olmalıdır?
Tanıtım Filmi Çekiminde Kurgu, bir çekimin hemen ardından gelen diğer çekimle olan koordinasyonu olarak görülebilir. Film yapımında gördüğümüz üzere bir çekim ham filmin bir ya da daha fazla karesinin arasındaki bağlantı da denebilir. Kurgucu en iyi çekimleri seçip eler, istenmeyen görüntüleri de kesip atar ve en sonunda istenen çekimleri bir araya toplar. Düz kurgu bir çekimin diğer çekimi kesintisiz bir biçimde takip etmesidir. Çapraz kurgu aynı zaman diliminde yaşanan iki farklı olayı anlatmaktadır. Çekimleri birleştirmenin farklı biçimleri uygulanabilir. Kararma bir çekimin sonunu yavaş yavaş siyaha doğru karartırken açılma ise çekimi siyahtan çıkarak yavaş yavaş ışıklandırır. Zincirleme X çekiminin sonuyla Y çekiminin başını kısa süre içinde iç içe geçirir.
Silinmede Y çekimi, ekran üzerinde hareket eden bir çizgiyle birlikte X çekiminin yerini alır. Kısa bir süreliğine iki çekimde ekranda belirir.
İki çekimi bir birine bağlamada en çok kullanılan yöntem kesmedir. Günümüzde kurgu genel olarak bilgisayar ortamında yapılır, görüntüler disklere ve sabit disklere kaydedilir gerekli kesimler yapıldıktan sonra birleştirilerek basılır.
Kurmaca filmlerin çekiminde senaryolar ve resimli taslaklar (storyboard) kurgunun planlamasına yardımcı olur.
Film Kurgusunun Boyutları Nedir?
Kurgu, sinemacılara dört temel alanda seçme ve denetim imkânı sunar;
X çekimi ile Y çekimi arasında grafik ilişkiler
X çekimi ile Y çekimi arasında ritmik ilişkiler
X çekimi ile Y çekimi arasında mekânsal ilişkiler
X çekimi ile Y çekimi arasında zamansal ilişkiler
Grafik ve ritmik ilişkiler her filmin kurgusunda mevcuttur. Mekânsal ve zamansal ilişkiler ise soyut biçimi tercih eden filmlerin kurgusu içinde dikkate alınmasalar da diğer filmlerin kurgusunda görülebilirler.
Devamlılık Kurgusu
Sinemacılar daha yeni yeni kurguyu kullanmaya başladıkları 1900-1910 yılları arasında bir hikâyeyi tutarlı ve net biçimde anlatmak için yaptıkları çekimleri düzenlemeye başlamışlardır. Böylece, sinematografi ve mizansene ait özel stratejilerle desteklenen kurgu anlatı devamlılığı sağlama adına kullanılmıştır. Adından da anlaşılacağı gibi devamlılık sisteminin temel amacı, çekimlerde mekân, zaman ve aksiyona ait kesintisiz bir akış devamlılığı sağlamaktır.
Devamlılığı göz önünde bulunduran biçimin amacı bir öykü anlatmak olsa da, anlatı devamlılığını sağlayan asıl öğe zaman ve mekânın ele alınmış biçimidir.
Mekânsal Devamlılık: 180 Derece Kuralı
Devamlılık söz konusu olduğunda bir sahnenin mekânı aksiyon aksı veya merkez hattı ya da 180 derece çizgisi olarak bilinen model ile oluşturulur. Sahnedeki aksiyon (bir kişinin yürümesi, iki kişinin konuşması ya da bir yolda yarışan arabalar) açık ve net bir çizgi üzerinde gerçekleşiyormuş gibi varsayılır.
Bu aksiyon aksı, kameranın aksiyonu kayda alırken konumlanacağı noktayı belirleyen bir yarım daire ya da diğer deyişle 180 derecelik bir alandır. Sonuç olarak yönetmen, çekimlerini bu merkez hattı göz önünde tutarak tasarlar, çeker ve kurgular.
Almaşık Kurgu
Devamlılık sistemi, kurgunun, filmin anlatısına gerekli bilgiler ekleyebildiğini göstermektedir. Bir kesme bizi aksiyon aksının doğru tarafında ki herhangi bir noktaya taşıyabilir. Hatta kurgu, film içinde ki her olayı bilmemizi sağlayabilir (pek çok film, anlatıyla alakalı tüm bilgiyi izleyiciye iletmeye çalışır). Buradaki üstün teknik almaşık kurgudur.
Zamansal Devamlılık: Düzen, Sıklık ve Süre
Klasik devamlılık sisteminde zaman, tıpkı mekân gibi, anlatının gelişimine göre düzenlenir. Olay örgüsünün sunumuna ait öykünün tipik biçimde zamanı da yönlendirdiğini biliyoruz. Devamlılık kurgusu bu zamansal yönlendirmeyi desteklemeye ve onu sürekli kılmaya çalışır.
Zamansal düzen, sıklık ve süre arasındaki ayrımı hatırlamak gerekir. Devamlılık kurgusu öykü olaylarını tipik biçimde 1-2-3 sırasıyla verir. Örneğin; Spade sigara sarar, sonra Emma gelir, sonra adam kadına yanıt verir, vb.
1-2-3 düzeninin en yaygın ihlali, bir kesme ya da zincirleme ile oluşturulan geçmişe dönüştür. Dahası klasik kurgu, öyküde bir kere olan bir olayı, filmde de yine bir kere gösterir.
Zaman dizimse sekans ve birebir sıklık, kurguya ait devamlılık sistemi içinde düzen ve sıklığın kullanımını sağlayan standart yöntemlerdir. Klasik devamlılık sisteminde öykü süresi nadiren genişletilir; yani filmin süresi nadiren öykünün kendi gerçek süresinden uzundur.
Kaynakça:
https://martifilm.com/tanitim-filmi-cekiminde-kurgu-nasil-olmalidi
0 notes
Text
"Yalnızlığın İçsel Boşluğu: Zamanda ve Sonsuzlukta Bir Yolculuk"
Yalnızlık, içimizdeki içsel boşluğu dolduramamaktan kaynaklanır. Tam olamama korkusu… Yalnızlık rüzgârın esintisine kapılmaktır. Gözlerinin seninle içten içe konuşması… Yalnızlık, sessiz bir karanlığın içinde dolaşmaya benzer. Dolaşır durursun ama kendini bir türlü bulamazsın. Sadece bir oraya bir buraya savrulduğunla kala kalırsın. Yankılanır boşlukta adım adım kulağındaki…
View On WordPress
0 notes
Text
"Yalnızlığın İçsel Boşluğu: Zamanda ve Sonsuzlukta Bir Yolculuk"
Yalnızlık, içimizdeki içsel boşluğu dolduramamaktan kaynaklanır. Tam olamama korkusu… Yalnızlık rüzgârın esintisine kapılmaktır. Gözlerinin seninle içten içe konuşması… Yalnızlık, sessiz bir karanlığın içinde dolaşmaya benzer. Dolaşır durursun ama kendini bir türlü bulamazsın. Sadece bir oraya bir buraya savrulduğunla kala kalırsın. Yankılanır boşlukta adım adım kulağındaki…
View On WordPress
0 notes