#haksız tutukluluk
Explore tagged Tumblr posts
etkinpismanlikiftira · 4 years ago
Text
2.3. Tutuklu TBAV mensuplarına yönelik bu hukuksuz uygulamalar “uzatılmış, dolaylı işkence metodu” olması sebebiyle, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi ile Hukuk Devleti ilkesine de aykırıdır.
Tumblr media
Prof. Dr. Ersan Şen, Haber7.com sitesinde Temmuz 2014 yılında yayınlanan “Haksız Tutuklama İşkence Yasağının İhlali Sayılır” başlıklı makalesinde şu hukuki tespitlerde bulunmuştur:
“…Esas itibariyle haksız tutuklamanın bir yandan da işkence veya insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya ceza sayılması gerektiği tartışmasızdır. Çünkü masumiyet/suçsuzluk karinesi altında kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından yoksun bırakılmak suretiyle tutuklanan ve uzun bir süre kapalı cezaevi şartlarında tutulan, yani olağan günlük yaşam şartlarından koparılıp birçok hak ve hürriyeti kısıtlayarak bir yere kapatılan kişi, işkenceye, insanlık dışı, aşağılayıcı muameleye veya bir tedbir olan tutuklama vasıtasıyla cezaya maruz bırakılmıştır.
Özellikle tutukluluğun açık hukuka aykırılığında veya tutuklama tedbirinin bir insanı baskı altına almak veya toplum yaşamından koparmak için uygulandığı durumda başka bir unsur veya kanıt aramaksızın İHAS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) m.3'de düzenlenen işkence yasağının ihlal edildiği kabul edilmelidir.”
Görüldüğü üzere, Prof. Dr. Ersan Şen, tek başına haksız tutuklamanın kendisinin dahi işkencenin varlığının kabulü için yeterli olduğunu ifade etmektedir. Yani tutuklanan kişinin cezaevindeki yaşam koşullarında hiçbir sorun olmasa dahi, tutuklama haksız ise işkencenin varlığı da sabittir.
TBAV camiasına yönelik yürütülen soruşturma ve yargılama sürecine baktığımızda ise haksız tutuklamaların yanı sıra, yukarıda örneklerini verdiğimiz durumun vahametini arttıran sayısız hukuka ve vicdana aykırı uygulamanın da varlığı söz konusudur ki, bu mevcut işkencenin boyutunu daha da belirgin hale getirmektedir.
Prof. Dr. Ersan Şen’in atıfta bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Maddesinin hükmü şöyledir:
“İşkence Yasağı: Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz.”
Bu hüküm uyarınca; tutuklu TBAV camiası mensuplarına yönelik yukarıda bazı örneklerini sıraladığımız uygulamaların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de açık bir ihlali olduğu konusunda şüphe bulunmamaktadır.
0 notes
ilimheybem · 2 years ago
Text
Furkan Gönüllüleri; Alparslan Hoca'nın ve 19 kişinin haksız tutukluluğuna tepki göstermek için, her çarşamba 10:30 da toplu çay ve kahve içme etkinliği düzenliyor. Farkındalık oluşturma adına ben de katıldım. Tutuklanan kişilerin dosyalarına bakma fırsatım olmuştu. Kimi Kur'an-ı Kerim okunan evin kapatılmasına tepki gösteriyor diye, kimi anayasal hak olan yürüyüş hakkını kullandı diye tutuklanmış. Alparslan Hoca'nın tutukluluk sebebini biliyor ��oğu kişi. Haksızlıkları ve adaletsizlikleri konuştuğu için.. Kendisi sadece namaz, oruç, zekat, hac anlatan bir hoca olmadığı için bunların yanında zulme uğrayan kişileri konuştuğu için.. Haksız yere 92 gündür zindanda.. Talebesi olarak uğradığı bu haksızlık karşısında yanında olduğumu söylemekten şeref duyarım..
Tumblr media
8 notes · View notes
tahancihukukburosu · 5 years ago
Link
Tumblr media
Haksız Tutuklama ve Gözaltı Sebebiyle Maddi Manevi Tazminat Davası
Ankara Ceza ve Tazminat Avukatı | Tahancı Hukuk Bürosu olarak bu yazımızda haksız gözaltı, tutuklama, el koyma sebebiyle kişilerin uğramış oldukları maddi ve manevi zararların tazmini için devlet aleyhine açılacak tazminat davalarını anlattık.
https://www.tahanci.av.tr/haksiz-tutuklama-gozalti-maddi-manevi-tazminat-davasi/
#AnkaraAvukat #AnkaraCezaAvukatı #TahancıHukukBürosu #AvukatAyşeTahancı #AvukatFatihTahancı #AnkaraİşçiAvukatı #AnkaraİdareAvukatı #İşDavasıAvukatı #AvukatAnkara #AnkaraBoşanmaAvukatı
0 notes
yurekbali · 6 years ago
Text
Tumblr media
“Nâzım Hikmet” anısına... O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruliii hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev. Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın, rahata acıktı kadın, yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruliiii hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: bahçesinde ebruliiiii hanımeli açan ev... (Nâzım Hikmet, Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri) Nâzım Hikmet... (15 Ocak 1902 - 3 Haziran 1963) Şiirleri yasaklanan, kitapları toplatılan, susturulmaya çalışılıp haksız yere mahkûm edilen, vatanını terk etmek zorunda bırakılan ve sonunda da Türk vatandaşlığından çıkarılan; ama yazmaktan ve mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmeyen büyük bir insan, büyük insanlığın şairi... 1938 yılında, şiirleri ve kitapları yüzünden 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edildi; Atatürk’ün ağır hastalık döneminde... Atatürk’ün sevdiği, övgüyle söz ettiği şairler arasındaydı Nâzım Hikmet. Farklı düşüncelere sahip olsalar da, yazdığı şiirlerle Atatürk’ü yakından etkileyen bir şairdi. Ve Nâzım Hikmet de, o dönemin bütün solcu yazar ve şairleri gibi bir Mustafa Kemal hayranıydı. Onun kişiliğine ve anti-emperyalist mücadelesine büyük saygı duyuyordu. 1937 yılında Atatürk’ün hastalığının başlamasının ardından Türkiye’de baskıcı bir yönetim ortaya çıktı. Ve Nâzım Hikmet bu süreçte devamlı gözaltındaydı. 1938 yılında, bazı subay öğrencilerinin ve askerlerin dolaplarında, çantalarında Nâzım Hikmet’in yasal olan şiirleri ve kitapları bulunmasıyla Nâzım Hikmet’in uzun yıllar sürecek tutukluluk dönemi başlıyordu. Sivil olmasına rağmen iki ayrı Askeri Mahkemede yargılandı ve “Türk ordusunu isyana teşvik etmek” iddiasıyla ve de büyük bir haksızlık yapılarak 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edildi. Atatürk’ün ağır hastalık döneminde... Nâzım Hikmet, yargılandığı iki mahkemeden de ceza alacağını beklemiyordu, çünkü suçsuzdu. Ama mahkemelerden birinin 15 yıllık ceza kararı kesinleştiğinde Nâzım Hikmet Atatürk’e bir mektup yazdı. Bu durumu ancak o büyük insan, Atatürk anlayabilir ve Nâzım’ın suçsuzluğuna o inanabilirdi. Nâzım Hikmet bu mektubu yazdığı sırada, Silivri açıklarında demirli bulunan “Erkin” isimli gemide bir tuvaletin içine tıkılı durumdaydı ve 13 yıl daha ceza alacağı ikinci mahkemesi hâlâ devam ediyordu. CUMHUR REİSİ ATATÜRKÜN YÜKSEK KATINA Türk ordusunu “isyana teşvik” ettiğim “iddiasıyla” on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını “isyana teşvik etmekle” töhmetlendiriliyorum. Türk inkılâbına ve senin adına and ederim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlıyabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve inkılâbçı senin karşında alnım aktır. Yüksek askerî makamlar, devlet ve adalet; küçük, bürokrat, gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâb ve yurd haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserin ve sana aziz olan Türk Dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felâketi ile alâkalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse alnıma vurulmak istenen bu “inkılâb askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Baş vurabileceğim en inkılâbçı baş sensin. Kemalizmden ve senden adalet istiyorum. Türk inkılâbına ve senin başına and ederim ki suçsuzum. Nâzım Hikmet Atatürk ağır hastaydı ve bu mektup Atatürk’e hiçbir zaman ulaşmadı. Eğer Atatürk’ün sağlığı yerinde olsaydı, övgüyle bahsettiği o büyük Türk şairi, o mavi gözlü dev, Nâzım Hikmet haksız yere tutuklanmaz, yargılanmaz ve hapsolmazdı. Nâzım Hikmet bu mektubu yazdığı sırada Atatürk, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması için gittiği Adana’dan dönmüş, Dolmabahçe’de ağır hasta olarak yatıyordu. Mektubun yerine ulaşabilmesi için güvenilir bir kişinin Nâzım Hikmet’i ziyaret etmesi ve mektubu ondan alması gerekiyordu. Çünkü yerine ulaşmayacağını düşünerek Nâzım Hikmet, kendisini tutuklayanlara bu mektubu vermek istemiyordu. 17 Ağustos 1938’de karısı Piraye’nin ailesinin Altunizade’den komşusu savcı Haluk Şehsuvaroğlu ziyaretine geldi ve mektubu okuyabilmesi için açık olarak ona verdi. Haluk Şehsuvaroğlu da kaybolma olasılığına karşı mektubun bir kopyasını çıkarıp postaya verdi. Nâzım Hikmet’in dayısı General Ali Fuat Cebesoy Dolmabahçe’deydi. Mektup ona ulaştı. Özel kalemde kayda geçti (18.08.1938), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya teslim edildi. Ancak bir kaynağa göre Atatürk’ün ağır hasta oluşu nedeniyle hiçbir zaman ona okunamadı. Bir kaynağa göre de Ali Fuat Cebesoy mektubu Atatürk’e okudu; Atatürk, “Görüyorsun ne durumdayım. Mareşal’i (Fevzi Çakmak) darıltmadan siz bir çözüm bulun” dedi. Bir çözüm bulunamamış olacak ki, Nâzım Hikmet toplam 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi. 14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı af yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, Nâzım Hikmet'in bağışlanmaması için, çok tatsız, çok üzücü konuşmalar yapıldı. Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa onu doğrudan bağışlamıyor, yalnızca cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alıyordu. 12 yıl 7 ay yatmıştı. 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu. 15 Temmuz 1950'de, Cerrahpaşa Hastanesi'nde, artık serbest olduğu kendisine avukatlarınca bildirildi. Sayılar dile kolay geliyor ama insan zaten kaç yıl yaşar ki... Vatanını terk etmek zorunda bırakılan Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951'de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Bir Dünya Şairi olan Nâzım Hikmet’e yapılan çok büyük bir haksızlıktı bu. Aradan yıllar yıllar geçti... 2000 yılında, Bülent Ecevit'in Başbakanlığı döneminde, Nâzım Hikmet'i vatandaşlığa geri almak için bir kararname hazırlandı. Ama dönemin koalisyon ortağı olan MHP'li bakanlar tarafından bu kararname, “Hayır” diyerek imzalanmadı, onaylanmadı. 2006 yılında ise, AKP iktidardayken ve Meclis’te Türk Vatandaşlığı Kanunu Tasarısı ele alınırken, bu sefer CHP tarafından Nâzım Hikmet’e Türk vatandaşlığının geri verilme önerisi sunuldu. AKP yönetimi de bu öneriye sıcak bakmadı ve dalga geçer gibi “şahsın müracaatı halinde yeniden Türk vatandaşı olunabileceğini” söylediler. Şaka gibi... Ve nihayetinde, 2009 yılının başında AKP yönetimi tarafından, bir seçim yatırımı olarak kullanıldı Nâzım Hikmet. Ve alınan��Bakanlar Kurulu kararıyla Nâzım Hikmet, ne acıdır ki, 58 yıl aradan sonra Türk vatandaşlığına yeniden kavuştu. “Mavi Gözlü Dev”in anısına alkışlarla... * * * Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson, kartal kanatlı kanaryam, inci dişli zenci kardeşim, türkülerimizi söyletmiyorlar bize. Korkuyorlar Robeson, şafaktan korkuyorlar, görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar, yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan, sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar, sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhad gibi sevmekten, (sizin de bir Ferhadınız vardır elbet Robeson, adı ne?) tohumdan ve topraktan korkuyorlar, akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar, ne iskonto, ne komisyon, ne vâde isteyen bir dost eli sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuçlarının içine, ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten, korkuyorlar, kartal kanatlı kanaryam, türkülerimizden korkuyorlar Robeson. - Nâzım Hikmet, Korku - Görsel: Ethem Onur Bilgiç (Nâzım Hikmet)
131 notes · View notes
haberyerelcom · 2 years ago
Text
Kadir Şeker için Tutukluluğa Devam Kararı
Kadir Şeker için Tutukluluğa Devam Kararı
Mahkeme, Kadir Şeker‘in tutukluluk halinin devamına karar verdi. Şeker, 5 Temmuz’da yine tutuklu olarak hakim karşısına çıkacak. Konya’da Şubat 2020’de yaşanan olayda sevgilisi Ayşe Dırla ’yı dövdüğü iddia edilen Özgür Duran’a müdahale etmek isteyen Kadir Şeker, çıkan arbedede Duran’ı bıçaklayarak öldürmüştü. Şeker, müebbet ‘e çarptırılmış, suçun ‘haksız tahrik’ altında işlendiği gerekçesiyle��
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
seslimeram · 4 years ago
Text
Sahi Ama Sahiden....
Tumblr media
Bir karaltı demokratik ülke denilen şu sahanın her gününü kapsıyor. Muktedir bildiğini en kestirmeden var ederken demokrasiyi bir araç kılarak yağmalamaya devam ediyor. Sahayı bu ülke denilen alanı, olabildiğince kontrolü altında tutabilmek için, her şeyi ama her bir şeyi örtbas etmeyi, maniple etmeyi bir gelenek kılıyor. Cerahatin üstüne cerahati, kötülük üstüne kötülüğü, fecaate yenilerini ekleyerek gel gelelim demokrasi lafzını da hiçbir halde ihmal etmeden sömürerek bir ülke var ediliyor. Bugün senenin sonuna yaklaşılan iş bu hal ve güncellik dahilinde artakalan bu hakir görmeler, çürütme halleri ve biteviye sıradan ola gelmiş insanın / yurttaşın haklarının yağması olarak kayda geçiyor. Sene 2020, alenen ve kestirme bir biçimde / biçimlendirme ile devletin milleti için değil bir avuç azgın azınlık, bir avuçtan pek çok kılınmış eli kanlı sermayedar, memlekette ne olursa olsun kazançların peşinde koşa duran haramzadelerin birlikteliğine oynaması güncellenendir.
Cerahatle, cüretin, kötülükle feci olanın buluştuğu bir medyum kılınır ülkenin şimdisi hal ve istikamette yeni yeni denilenin sureti. Biçimlendirmeler, demokrasi mefhumunun her nasıl, her ne şekilde çürütüldüğünü de örnekler. Ezber edilmiş nakaratlar, süreğen haldeki refleksler, dönemeçler arasına serpiştirilmiş reform yapılacak, reform seslenişinin aslında boş bir yankı olduğu gözlerden kaçırılır. Bütünüyle cerahatin hamisi olan muktedirin tüm o ögeleriyle birlikte bir küme kılınan siyasa sahnesinden var edilmiş açıklamaların hakkın da hukukun da kıyısından geçilmeyen / geçilmeyecek ülkeyi bildirmesi kesintisizdir. Her durumda yinelenip durulan demokrasi mefhumu bunca bariz dolambaçsız ve kötürüm hal ve tavırlarla birlikte bir ülkeyi kuşatmanın yeni etaplarını belirler. Demokatikleşme halini ve meselini muhafaza etmek bir yana onu sonuna kadar sömürerek durmak yok yola devam diye muktedirin vardığı odak bu çürüten yerin ta kendisidir. Artık afaki cümlelere gerek yoktur. Tümden, her anlamda “batmaya” devam diyen bir sahanın hakikati yaşanan her günün gerçekliğidir.
Canan Coşkun’un Diken’deki haberidir: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi, HDP’nin tutuklu eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın başvurusuyla ilgili nihai kararını açıkladı.
Daire, Demirtaş’ın ifade özgürlüğünün, özgürlük ve güvenlik hakkının siyasi nedenlerle ihlal edildiğine ve derhal tahliye edilmesine hükmetti.
Türkiye’nin 3 bin 500 avro maddi tazminat, 25 bin avro manevi tazminat ve 31 bin 900 avro masraf ödemesine karar verildi.
Kararda, Demirtaş’ın Kobani eylemleri gerekçe gösterilerek tutuklu yargılandığını ve bu tutukluluğun yargılamayı yapan mahkemenin 2 Eylül 2019’da verdiği kararla sona erdiğini hatırlatıldı. Demirtaş’ın tutukluluğunun sürdürülmesinin haklarının ihlalinin de sürmesi anlamına geleceğini belirten Daire, Türkiye’nin Demirtaş’ın derhal tahliyesi için tüm gerekli işlemleri yapma sorumluluğu olduğuna karar verdi.
Kararda, Türk yargıç Saadet Yüksel muhalefet şerhi de bulunuyor. Şerhte AYM’nin 9 Haziran 2020 tarihli kararıyla Demirtaş’a 50 bin lira manevi tazminat ödenmesine hükmettiğini hatırlatarak, bu miktarın yeterli ve orantılı olduğunu belirtildi.
Yüksel, Demirtaş’ın ikinci tutukluluğu ile ilgili AYM’ye bireysel başvuruda bulunduğunu anımsattı ve AİHM’in tutukluluk kararının olgusal temelini tespit etmesi durumunda ‘savcı’ konumuna gelebileceğini belirtti. Yüksel, bu durumun AYM’nin önündeki yargılamalara halel getireceğini ifade etti.
Demirtaş’ın 20 Eylül 2019’daki ikinci tutukluluğunun Daire önündeki başvuruya dahil olmadığını belirten Yüksel, Demirtaş’ın konuşmalarının şiddeti yüceltici ve övücü görülemeyeceği görüşünden şüphe duyduğunu öne sürdü. Demirtaş’ın ifade özgürlüğüne müdahalenin terörle mücadele edildiğinden öngörülebilir olduğunu ve acil bir ihtiyaca karşılık geldiği sonucuna vardığını belirtti.
Yüksel, Demirtaş’ın kendisinin ve partisinden diğer kişilerin Türk siyasi sahnesindeki konumları nedeniyle özellikle hedef alındığından şikayetçi olduğunu hatırlattı ve diğer siyasi partilerden de ceza yargılamasına konu olan milletvekillerinin bulunduğuna dair bilgi olduğunu söyledi. Yüksel’e göre ‘bu nedenle, yerel yargı makamlarının özel olarak belirli milletvekillerini hedef aldığı söylenemez.’
Yüksel, Demirtaş’ın serbest seçim hakkının sulh ceza hakimleri ve yargıçlar tarafından ihlal edildiği tespitine katıldığını belirterek ağır ceza mahkemelerinin bir milletvekili ve bir siyasi partinin eş başkanının tutukluluğunun devamının mantıksız olduğu yönündeki iddiaları değerlendirmediğini kabul etti.
AİHM, 20 Kasım 2018’de Demirtaş’ın ‘hukuki’ değil, ‘siyasi’ nedenlerle hapsedildiğini, Meclis’teki siyasi faaliyetlerde yer almasının engellendiğini, bunun da ifade özgürlüğü ile seçme ve seçilme özgürlüğünün ihlali olduğunu belirtmiş, tutuksuz yargılanmasına hükmetmişti. Hükümet kararın bütününe itiraz ederken Demirtaş’ın avukatları da karardaki ‘tutuklanmasının makul bir şüpheye dayandığı’ kısmının yeniden değerlendirilmesini istemişti.
Selahattin Demirtaş, HDP eş genel başkanıyken 4 Kasım 2016’da Diyarbakır’da gözaltına alınarak tutuklandı ve Edirne F Tipi Cezaevi’ne kondu. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Demirtaş hakkında iddianame hazırlandı.
31 Ocak 2017’de kabul edilen iddianamede Demirtaş’ın Kobani olaylarının meydana gelmesinde etkili olduğu öne sürüldü. İddianamede Demirtaş’ın ‘terör örgütü yöneticiliği’, ‘terör örgütü propagandası yapmak’, ‘Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet’, ‘halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik’, ‘halkı kanunlara uymamaya tahrik’, ‘suç işlemeye tahrik’ ve ‘suçu ve suçluyu övme’ suçlamalardan 43 yıldan 142 yıla hapsi talep edildi.
Demirtaş hakkında açılan 32 dava dosyası Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan tek davada birleştirildi. Tahliye talepleri sürekli olarak reddedilince Demirtaş, tutukluluğunun haksız olduğu ile ilgili AİHM’e başvurdu.
AİHM, 20 Kasım 2018’de Demirtaş’ın ‘hukuki’ değil, ‘siyasi’ nedenlerle hapsedildiğine hükmederek tahliye edilmesi gerektiğine karar verdi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, karara tepki göstererek “AİHM’in verdiği kararlar bizi bağlamaz. Biz karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” dedi. Demirtaş’ı yargılayan Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi ise 30 Kasım 2018’de Demirtaş’ın tahliye başvurusunu tutukluluğun ölçülü olduğunu belirterek reddetti.
Tahliye edilmeyen Demirtaş’ın 2013’te Nevruz kutlamasındaki konuşma gerekçe gösterilerek İstanbul 26’ncı Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dört yıl sekiz ay hapis cezasına mahkum edildiği dosya işleme kondu ve ceza 4 Aralık 2018’de istinaf mahkemesi tarafından onandı. Ancak yerel mahkeme birinci yargı paketi kapsamında Demirtaş’ın tahliyesine ve infazın durdurulmasına hükmetti. Ancak Demirtaş Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki dosyadan tutuklu olduğu için tahliye edilmedi.
Bu sırada AİHM’in kararına hükümet itiraz ettiği için dosyanın Büyük Daire’de görüşülmesine karar verildi. Duruşmanın 18 Eylül 2019’da yapılacağı duyuruldu.
AİHM Büyük Daire’deki duruşmadan önce Ankara 19’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, 2 Eylül 2019’da Demirtaş’ın tahliyesine karar verdi. Büyük Daire’de 18 Eylül 2019’da yapılan duruşmada yargıçlar hem Demirtaş’ın avukatlarını hem de Türk hükümetini dinledi.
Bu duruşmadan iki gün sonra, 20 Eylül 2019’da Demirtaş ve 4 Kasım 2016’dan bu yana tutuklu bulunan HDP’nin eski eş genel başkanı Figen Yüksekdağ, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Kobani olaylarında sorumlulukları bulunduğu gerekçesiyle başlattığı soruşturma kapsamında bir kez daha tutuklandı.
Erdoğan, aynı günkü açıklamasında HDP’yi eleştirerek “Sonuna kadar bu işin takipçisiyiz, takipçisi olacağız. Bunları bırakamayız. Eğer biz bırakırsak ebedi alemde şehitlerimiz bize bunun hesabını sorar. Bu topraklar rastgele topraklar değil” dedi.”
Demokrasi mefhumunun çürütülmesinde yeni eşiklerin aşıldığı ülke görünür kılınır bir kez daha. Asırlık ırkçı, ayrımcı, ötekileştirme hal ve istencinden gayrısını bilmeyen ve vaat etmeyen ülkenin yönetim katı değişse de bu ülkedeki ötekilerin hayat haklarını bir biçimde gasp etmesi süreğen kılınır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ikinci defadır suna geldiği, bugün artık bir kural / nizam olarak yargının ta kendisi olan şey bu gasbın, bir insanı rehin almanın an itibariyle mümkün olamayacağının ifşasıdır. Türkiye’nin bir biçimde adalet ve hukuk kavramlarından, eşitlik, hürriyet ve demokrasi bahislerinden hep uzağa, artık çok uzağa konumlandırıldığını ve bu bahsi var edenin baş amirin hedef alma hallerinden ileri geldiği görünür kılınır. İthamlarla dolu, Selahattin Demirtaş’ın suçsuz yok yere mahpus edilmesinin imkansızlığına dikkat çekilir. Thales’in terazisindeki kefeler dahi yok edilirken, ortada bir adalet mefhumunun yıkımı güncellenirken, dört koca yıldır bir insan rehin olunurken aralıksız süreğen bir biçimde terörist yaftası yapıştırılmaya en baştan, aşağılık medyaya kadar her köşeyi sarıp kuşatırken, devletin de ülkenin de hakkın da hukukun da koca bir çöp olduğunu ilam eder, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı.
Bütünüyle, zorbalık düzeninin, ırkçı, faşist, gerici iktidar tahayyülünün kendisine uygun rakip olarak görmediği, salt hakikatleri bildirdiği, bunun siyasetini var ettiği için bir insan tutsak kılınmıştır. Önyargılı insanların dahi iki kem küm, üç ama ve fakat Kobane olayları diye cümle kurduktan sonra boşa düştükleri yerde, bildiniz baş amir kendi bildiğini, bütün o AİHM kararını tanımayacağına dair konuşmaya devam eder. Evrensel Gazetesi’ndeki haberden aktaralım: “AİHM bizim mahkemelerimizin yerine geçecek şekilde karar veremez. AİHM'in Dermitaş kararı iç hukuk yolları tükenmeden alınmış bir karardır. Sadece burada verilen kararlar mahkemelerimizce değerlendirilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu kararı, iç hukuk yolları tüketilmeden alarak, istisnai bir uygulama yapmıştır. İstisnasını bir kenara bıraksak bile, Demirtaş’la ilgili hüküm, aynı mahkemenin mesela İspanya’daki Batasuna Partisi kararındaki gerekçelerle açıkça çelişmektedir"
"Terör örgütünün şiddet eylemini kınamamayı teröre destek olarak kabul eden bir mahkemenin, 6-8 Ekim 2014’te 39 vatandaşımızın hunharca katledilmesiyle sonuçlanan bir eylemin baş sorumlusunun tahliyesini istemiş olması, resmen çifte standarttır, hatta ikiyüzlülüktür."
"Tamamıyla bu adımlar siyasidir. Bunun da gereğini ve gerekçesini biliyoruz. Bu karar çifte standarttır, iki yüzlülüktür. Kobani'nin katili budur, Diyarbakır'da 53 gencimizin katili budur. AİHM sen anlamasan da biz anlatmaya devam edeceğiz."
"Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye nezdinde saygı görmek istiyorsa, önce dönüp kendi çelişkilerini sorgulamalıdır."
"Buradaki tartışmanın konusunun, Avrupa Parlamentosunun terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’yla içli dışlı olan, elinde onlarca masumun kanı bulunan siyasetçi maskeli bir kişi olduğunu tekrar hatırlatmak isterim."
"Bu şahıs, siyasi görevleri veya siyasi söylemleri sebebiyle değil, terörle arasına mesafe koyamadığı, bölücü terör örgütünün emriyle onlarca kişinin ölümüne yol açtığı için milletimizin gözünde suçludur."
"Aynı mahkemenin FETÖ davaları için takınacağı tavrın da işaretleri şimdiden gözükmeye başladı.  PKK’ya terör örgütü muamelesi yapmayan, PKK’yla irtibatlı kişileri terörist kabul etmeyen bu mahkemenin, FETÖ’yle ilgili olarak aynı yaklaşımı sergilememesini temenni ediyoruz.  Aksi takdirde, bunca çifte standarda ve riyakârlığa daha fazla tahammül etmek mecburiyetinde olmadığımızın da bilinmesini isterim."
İç hukuk yollarının tüketilmediğini söyleyen Erdoğan'ın açıklamalarını ve AİHM'nin kararını değerlendiren Avukat Kerem Altıparmak, hukuki olarak AİHM kararının bağlayıcı olduğunu ve Avrupa Konseyinde çeşitli yaptırımların söz konusu olabileceğini söyledi. Türkiye kararı uygulamazsa ne olacağına dair üç önemli başlığa değinen Altıparmak ilk olarak dokunulmazlığın kaldırılmasının mahkum edilmesi ve böylece Demirtaş ve diğer milletvekilleri açısından tutuklamaların Anayasa’nın değişikliğinden kaynaklandığını belirtti. AİHM'nin Demirtaş’a yönelik terörist suçlamasını tek tek incelediğini, suçlamaların terör propagandası bile olmayacağına hükmettiğini belirterek bundan sonra söylenecek her şeyin iftira ve hakaret olması gerektiğini söyledi. Yine örgüt üyeliğine ilişkin öngörülemez ve keyfi bir karar olduğunun belirtildiğini belirtti.”
Her konuda olduğu gibi, insan hakları ve adalet kavramlarında da gerek yazılı gerekse de gündelik yaşamdaki karşılıklarında eksikleri artık arşı alaya çıkmış bir menzilde hiçbir ama hiçbir şeyi onarmak söz konusu edilmeyendir. Baş amir kendi ezberleriyle bir yolu, bir rotayı yine yeniden adaletin ta kendisine hiza biçerek var eder. Bizzat kendisinin atadığı savcısıyla, kendi rotasını belirlediği emniyet makamları ile vesair hukuk düzenini talan eden unsurlarıyla birlikte tümden topyekun bir çürümüşlüğe itirazı göz ardı etmeyi tercih eder. Bir ağız dolusu laf saydıktan sonra, mafyanın bu ülkede vatan evladı, Demirtaş gibi elini taşın altına sokmuş, hayatın meramını, sıradanın yaşamına düşürülen tüm gölgelere karşı adım atmayı rivayet değil ortak gereksinim / erk kılmış bir insana olmadık ithamları reva gören bir portre karşımıza çıkar. 83 milyonun kucaklayıcısı bay her şeyi, bir kez daha Kürd Özgürlük Hareketini, Demirtaş nezdinde, altı milyonun irade beyanını, onlarca eski vekil, binlerce Kürd siyasetçinin kaleminin kırılmasına bir kez daha olur verir. Bunlarla mıdır özgür, eşit, adil yeni ülke! Her yan, her gün apayrı ama her gün aynı karanlığa çıkarken!
Biteviye kılınmış oysa altı hiçbir türlü, hiçbir biçimde doldurulamayan terörist lafzının her neyi var ettiği, AİHM kararının kıyısında tümden yıkılmış bir insan hakkı temsilinin var edildiği / gasp olunduğu bir ülke karşımıza çıkartılır. İnsan Hakları Derneği’nin kısa ve öz açıklamasından aktaralım: “AİHM kararının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bizim mahkemelerimizin yerine geçecek şekilde karar veremez. Sadece burada verilen kararlar mahkemelerimizce değerlendirilir’ açıklaması ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ‘AİHM'in hangi sebeple olursa olsun almış olduğu karar, boşlukta bir karardır, hiçbir anlamı söz konusu değildir’ açıklaması açıkça Anayasa’nın 138’inci maddesine aykırıdır. AİHS uyarınca iç hukuk yollarının tüketilip tüketilmediğine de ulusal mahkemelerin sözleşmeye uygun karar verip vermediğini saptamaya da AİHM yetkilidir. Bir uluslararası sözleşmenin taraf devletler tarafından dilendiği zaman uygulanıp, hoşa gidilmeyen hallerde reddedilmesi halinde varlığını sürdürmesi mümkün olamaz. Bu nedenle, Türkiye’nin en yüksek siyasi düzeyde dillendirilen bu tutumunun hoş görülmesi mümkün değildir.
Cumhurbaşkanlığı’nın yeni bir insan hakları eylem planı açıklayacağını kamuoyuna birkaç kez deklere etmesine rağmen, bu tutumu ile tamamen ters olan açıklamaları büyük bir tezatlık oluşturmaktadır. İnsan hakları eylem planı zaten AİHM kararlarının özellikle de AİHS’in 46. Madde kararlarının hayata geçirilmesini temin etmek içindir. AİHM kararlarını uygulamayan Türkiye’nin, yeni bir insan hakları eylem planı açıklaması en hafif deyimi ile inandırıcı olmayacaktır. Türkiye AİHS’e taraftır ve Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca AİHM’in yargı yetkisini kabul etmiştir. AİHS’in 46. maddesine göre sözleşmeye taraf ülkeler AİHM kararlarına uymak zorundadır. Bu sebeplerle Selahattin Demirtaş’ın derhal serbest bırakılması ve AİHM’in Sözleşmeye aykırı olduğunu saptadığı dokunulmazlıkların kaldırılması sürecinde başlatılan tüm adli süreçlerin geciktirilmeksizin sonlandırılması ve tüm AİHM kararlarının ahde vefa ilkesi uyarınca hayata geçirilmesi için tüm yargı makamlarını kanunlara ve Türk Yargı Etik Belgesi’ne uygun davranmak için göreve davet ediyoruz.”
Bugün senenin sonuna iyice varılan şu günlerde, bu güncellik dahilinde artakalan bu hakir görmeler, çürütme halleri ve biteviye sıradan ola gelmiş ol insanın ve yurttaşın haklarının yağması olarak kayda geçiyor. Demirtaş büyük, diri ve güncel bir örnek olarak varlığını şu sahada hala aramaya devam ettiğimiz adaletin nasıl yerle bir edildiğini bildiriyor. İçeride yaptığı açıklamalardaki haklılığın vermiş olduğu gururla, çözümsüzlüğü ve siyasi bir tutsak kılınmasının nedenini çok kısacık da olsa var eder. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalarken, memleket denilenin ortaya serdiği / tümden muktedir eliyle şu an ve şu raddede kotardığı şey derin bir cerahat halidir. İyi de nereye kadar, iyi de böylesiyle bu hallerle mi demokratik ülke tahayyülü söz konusu edilecektir her nasıl?
Biçimsizlik içerisinde debeleniyor ülke dedikleri sahne! Birbiri ardına çıkagelen muktedir ve avenesinin açıklamaları mütemadiyen, handiyse mot-a-mot bir insanı / bir duruşu / bir siyasi kitleyi, bir partiyi, bir sözü, bir meseleyi bildiniz Kürd sorununu, Ermeni sorununu, genel anlamıyla insan haklarının şu sahadaki yıkımına dur demeyi mümkünatsız kılmanın zemini olarak biçimlendiriliyor. Muktedirin arzusu doğrultusunda adalet terazisinin kefesi oynanarak, bozuluyor. Bozuk plak gibi yinele gelen her cümleyle, bir kez daha ötekisinin, öteki diye anılanın şu sahadaki varlığı “tehdittir” olarak yaftalanır. Açılım, reform, yine ve yeniden ısıtılıp duran demokratikleşme mesel / bahisleri birbiri ardına açılırken olmakta olan, olmasına devam denilen bir çürüten sahanın hakikati olur. Bütünüyle çürük, her dem olduğundan daha da ağır kokuşmuş, karanlığı hep güncel, her dem yeniden bina edilebilen bir saha karşımızda var edilendir. Böyle bir cerahatle, bu kadar kesif kokuşma ve tüm bunlara mahal veren o kötücül dille birlikte bir tek iyi gün var edilebilir mi, adalet, eşitlik ve hürriyetten tek satır bahis açılabilir mi, sahiden? Günbegün karanlığın dibinde bir güzergahtan başkasına meyil eden bir sahanın geleceği söz konusu edilebilir mi, sahi ama sahiden de! Acılarıyla, geçmişiyle, var edilen kırımlarıyla, öç hamleleriyle, bitmeyen kiniyle yüzleşmeyen bir ülkede bir yarın olur mu, hiç söz konusu edilebilir mi, sahi ama sahiden de!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görsel: Yağma, Yas, Sur – Serpil ODABAŞI
0 notes
Text
DELİL VE ŞAHİT OLMADAN SUÇSUZ İNSANLARI CEZALANDIRMAK KUR’AN’A UYGUN DEĞİLDİR
Tumblr media
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın yargılandığı davada, temel suç isnatlarından biri cinsel saldırı ve taciz iddiasıdır. Gerek iddianamede gerekse de basında, asılsız, hiçbir delili olmayan, tamamen müşteki beyanlarına dayalı hayali cinsel suç iddiaları sıkça yer almaktadır.
Ne var ki bu iddiaların tamamı gerçek dışıdır. Dava dosyasında güya cinsel saldırıya uğradığını iddia eden kadınlar, gerçekte hiçbir zaman ne bir cinsel saldırıya ne de istismara uğramamıştır. Ancak, kendilerine yapılan ağır baskı ve tehditler sonucunda, kimisi dosyada şüpheli konumuna düşmemek için operasyon öncesinde, kimisi de operasyon sonrasında tutuklu bulunduğu zorlu cezaevi koşullarından kurtulabilmek kaygısıyla DOĞRU OLMAYAN BEYANLAR VERMEK, ASILSIZ HAYALİ İTHAMLARDA BULUNMAK ZORUNDA BIRAKILMIŞLARDIR.
Şu çok önemli bir noktadır: Bu hanımların zor ve baskı altında verdikleri gerçek dışı iddiaları destekleyen TEK BİR SOMUT DELİL VEYA GÖRGÜ TANIĞI BULUNMAMAKTADIR. Bu iddialar sadece bu kişilerin soyut ve dayanaksız beyanlarına dayanmaktadır.
Sırf bu asılsız ve delilsiz beyanlar gerekçe gösterilerek, arkadaşlarımız hiçbir suçları olmadığı halde 20 aydır haksız ve hukuksuz bir biçimde cezaevinde tutulmaktadır. Bu durum hukuka aykırı olmakla birlikte, asıl önemlisi Kur’an’a uygun değildir.
Kur’an’a göre, zina suçlaması yapanın en az dört şahit getirmesi gerekir
Allah Kur’an’da, zanla ve tahminle davranılmamasını, mutlaka şahit getirilmesi gerektiğini, aksi bir davranışın, yani bir yalana hemen inanarak ona göre hüküm vermenin bir zülüm olacağını Nur Suresi’nde şöyle bildirmektedir:
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır.
Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü’minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür" demeleri gerekmez miydi?
ONA KARŞI DÖRT ŞAHİTLE GELMELERİ GEREKMEZ MİYDİ? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah Katında yalancıların ta kendileridir. (Nur Suresi, 11-13)
Allah, şahit getirmeden, sadece zan ve duyum üzerine bir başka Müslümana suç isnat edilmesini, iftira atılmasını, Allah’ın azabını hak eden bir suç olarak Kur’an’da bildirmektedir.
Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azap dokunurdu.
O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah Katında çok büyük (bir suç) tür.
Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?
Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir. (Nur Suresi, 14-17)
Kur’an’a göre, adil hüküm verilmesi için beyanın yeterli görülmemesi, delil aranması zorunluluğu
Kur’an’ı Kerim’de Hz. Yusuf’un hayatından, müminlerin olayları nasıl adaletli olarak değerlendirmeleri gerektiğine dair çok önemli detaylar verilmektedir. Yusuf Suresinin sonunda, 111. ayette ise Allah Hz. Yusuf’un hayatından dersler çıkarmamız gerektiğini bildirmektedir.
“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır…”
Hz. Yusuf kıssasından alınması gereken en önemli derslerden biri, bir suç işlendiğinde, kimin suç işlediğinin belirlenmesi için delillere bakılması gerektiğidir. Yalnızca suç isnadını yapan kişinin beyanlarıyla hareket edilmesi, çok büyük zulümlere yol açabilir. Nitekim, Hz. Yusuf da böyle bir zulümle karşılaşmıştır.
Hz. Yusuf’un hayatından aktarılan en önemli konulardan biri, yanında kaldığı vezirin karısının kendisiyle birlikte olmak istemesi, Hz. Yusuf’un Allah korkusuyla kadını geri çevirmesidir. Bu teklif karşısında Hz. Yusuf, günaha girmekten sakınmak için odadan çıkmak istemiştir. Hz. Yusuf'u durdurmak için peşinden koşan Vezir'in karısı da kendisini yakalamak isterken arkasından gömleğine atılıp yırtmıştır.
Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: "Ailene kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezası ne olabilir?" (Yusuf Suresi, 25)
Ayette anlatıldığı gibi, kadın suçlu olmasına rağmen, eşiyle karşılaşınca kendini kurtarmak için hemen YALAN SÖYLEYEREK suçu Hz. Yusuf’a atmıştır. Genelde her toplumda, cinsel saldırı, cinsel taciz suçlamalarında, delil gözetmeksizin peşin hükümle kadını mağdur erkeği ise suçlu ilan etme eğilimi bulunmaktadır. Gerçekten de çoğu olayda durum böyle olmakla birlikte bu kesin bir kural değildir, Hz. Yusuf’un durumunda olduğu gibi pek çok istisna da vardır.
Böyle bir durumla karşılaşıldığında, karar vericilerin, yani adalet mekanizmalarının, ön yargılarla, duygusal kalıplarla, kabul edilmiş algı ve alışkanlıklarla değil, delillerle karar vermesi son derece önemlidir. Hem çağdaş hukukun, hem de Kur’an-ı Kerim'in hükümleri bunu gerektirmektedir.
Hz. Yusuf’un karşılaştığı olayda, ADALETLİ bir kişinin görüşüne başvurulmuştur. Bu adil kişinin olayı delilere göre değerlendirilmesi üzerine çıkan sonuçta ise, gerçekte Hz. Yusuf'un doğruyu söylediği ve masum olduğu, kadının ise yalan söylediği ve suçlu olduğu ortaya çıkmıştır:
(Yusuf) Dedi ki: "Onun kendisi benden murad almak istedi." Kadının yakınlarından bir şahid şahitlik etti: "Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir."
Onun gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): "Doğrusu, bu sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür" dedi. (Yusuf Suresi, 26-28)
AYETTE DE GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ BU ADİL KİŞİ DELİLE GÖRE KARAR VERMEKTEDİR. Delil ise çok açık olarak Hz. Yusuf’un masumiyetini göstermektedir.
Peşin hükümlü tutukluluk ve mahkumiyet kararları adalet sitemimizin kanayan bir yarasıdır
Son senelerde ülkemizde, çeşitli nedenlerle cinsel taciz ya da saldırı iftiralarına uğrayan pek çok mazlum vatandaşımızın, CEZAEVİNE KONULDUKTAN YILLAR SONRA SUÇSUZ OLDUĞU ORTAYA ÇIKARAK serbest bırakıldığına şahit olmaktayız. Yine aynı türden iftiralara uğrayan çok sayıda suçsuz vatandaşımız ALEYHLERİNDE HİÇBİR SOMUT DELİL OLMADIĞI HALDE, SIRF HUSUMETLİ BİR MÜŞTEKİNİN BEYANINA DAYANILARAK TUTUKLANMIŞ ve yıllardır cezaevlerinde haklarında adaletin tecelli etmesini beklemektedir.
Elbette ki kadınlara yönelik cinsel taciz ve saldırı suçları, her türlü şüpheden arınmış, somut delillerle ispat edilmişse, kanun ve hukuk çerçevesinde en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Ancak, madalyonun diğer yüzü de cinsel taciz ve saldırı suçlamalarının, özellikle son yıllarda bazı art niyetli insanlar tarafından çok fazla suistimal aracı haline getirilmiş olmasıdır. KİN, ÖFKE, İNTİKAM, KISKANÇLIK, DUYGUSAL NEDENLER, BASKI-TEHDİT-ŞANTAJ UNSURU OLARAK KULLANMAK YA DA MADDİ ÇIKAR ELDE ETMEK AMACIYLA CİNSEL İSTİSMAR İFTİRASINA ÇOK SIK BAŞVURULDUĞU GÖRÜLMEKTEDİR.
Nitekim, bu konuda son yıllardaki istatistikler dehşet vericidir. Bir kaynakta aktarılan şu önemli bilgiler ve sonucunda yapılan değerlendirme cinsel istismar iddiaları hakkındaki klasik önyargıları tekrar gözden geçirmenin zorunlu olduğunu göstermektedir:
"Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 15.03.2018 tarihli açıklamasına göre ihmal, istismar ve şiddet vakaları için hizmet veren acil hizmet hattı 183′e son aylarda cinsel istismar telefonları yağmış.
183’e her gün gelen 4000 bini aşkın aramadan 1000'i ÇOCUK İSTİSMARI ile ilgiliymişve 1000 CİNSEL İSTİSMAR İHBARINDAN 15'İ GERÇEKTEN İSTİSMARMIŞ, geriye kalan 985 ihbar gerçek değilmiş yani İFTİRAYMIŞ.
Günde 985 iftira, ayda 29 bin 550 iftira, SENEDE 354 BİN 600 ERKEK BU YIL CİNSEL İSTİSMAR İFTİRASINA MARUZ KALACAK DEMEKTİR EN HAFİFİNDEN. Bu sayı çocuk istismarı iftiraları için geçerli. Bir de yetişkin kadınların iftiraları var. O dört binin kalanı en az bin tanesi de yetişkin kadınların "CİNSEL İSTİSMARA UĞRADIM” İFTİRASI İSE YILDA 1.000.000’A YAKIN ERKEK BU YIL CİNSEL İSTİSMAR İFTİRASI ALTINDA KALACAK."
Görüldüğü gibi cinsel istismar iftiralarıyla ilgili tablo gerçekten ürkütücüdür.
Davamızda suç isnatlarıyla ilgili hiçbir delil bulunmamakta, hiçbir şahit getirilmemektedir
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın yargılandıkları davada, yapılan suçlamalara dair ne bir delil getirilmekte ne de bir şahit gösterilmektedir. Aynı, Hz. Yusuf’a iftira atan kadının durumunda olduğu gibi, sadece bazı kadınların iftiraları söz konusudur. Hiçbir cinsel taciz veya tecavüz iftirası için, tek bir delil dahi sunulmamıştır.
Bilakis deliller, arkadaşlarımızın suçsuz olduklarını, hiçbir taciz veya tecavüz olayının yaşanmadığını göstermektedir. Burada da yine Hz. Yusuf’un yaşadıkları tekerrür etmektedir.
Vezirin karısı, suçlu olduğu kanıtlanmasına rağmen, Hz. Yusuf’u şöyle tehdit etmektedir:
Kadın dedi ki: "Beni kendisiyle kınadığınız işte budur. Andolsun onun nefsinden ben murad istedim, o ise (kendini) korudu. VE ANDOLSUN, EĞER O KENDİSİNE EMRETTİĞİMİ YAPMAYACAK OLURSA, MUTLAKA ZİNDANA ATILACAK VE ELBETTE KÜÇÜK DÜŞÜRÜLENLERDEN OLACAK." (Yusuf Suresi, 32)
Arkadaşlarımıza da, tutuklanma öncesi ve sonrasında husumetli müştekiler, bu kişilerin bazı avukatları tarafından kendilerine yapılan baskı ve tehditleri kabul etmedikleri için şu anda hapistedirler.
Sonuç
Yirmi aydır cezaevinde bulunan arkadaşlarımızın hiçbir suçu bulunmamaktadır. Kendilerine atılan iftiraların tek bir delili olmadığı gibi, hiç kimse bir şahit de getirmemiştir.
Tertemiz, masum, namaz kılan, hayatını Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaya adamış, gencecik Müslüman kadınları, Müslüman erkekleri, delilsiz, şahitsiz olarak suçlayarak tutuklamak, cezaevinde zor koşullarda tutmak, Kur’an’a, vicdana ve hukuka aykırıdır, ciddi bir zulümdür. Kur’an’daki bu ayetler ibret almamız, uymamız, düşünmemiz için Allah’tan bir uyarıdır.
0 notes
etkinpismanlikiftira · 4 years ago
Text
1.4. Davanın Seyri Bakımından Etkin Pişmanların Durum Değerlendirmesi ile Kumpas Çetesinin Karardan Sonra Dahi Yeni Etkin Pişmanlar Devşirme Çabaları
Tumblr media
Malumunuz olduğu üzere 30. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen yargılamaya 11 Ocak 2020 tarihinde yapılan karar duruşmasıyla son verilmiş, müştekiler ile etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanan arkadaşlarımızın herhangi bir belge veya somut delile dayanmayan, iftira hükmündeki gerçek dışı itham ve iddiaları dayanak alınarak, neredeyse tüm yargılananlara hayret edilecek şekilde binlerce yıllık cezalar verilmiştir.
Adeta hukuk ve adaletin ayaklar altına alındığı bu karar, İstinaf veya Yargıtay aşamasında mutlak surette bozulmaya mahkum bir karardır. Çünkü bu davada her şeyden önce gerek soruşturma aşamasında gerekse yargılama aşamasında, iddia makamı ile mahkeme heyeti tarafından yapılmış sayısı binlerle ifade edilen usule ve yasaya aykırı haksız ve hukuksuz uygulamalar bulunmaktadır. Ayrıca bunların yanı sıra, iddia makamı tarafından yargılanan arkadaşlarımızın haklarındaki suçlamalara dayanak olabilecek tek bir somut bulgu veya delil dahi dosyaya sunulamazken, arkadaşlarımız kendilerini temize çıkartan yüzlerce delil ile birlikte, değerli ceza hukuku profesörleri ile Yargıtay Onursal Başkan ve Üyeleri tarafından hazırlanmış suçsuzluklarını ispatlayan onlarca bilimsel görüş ve mütalaa sunmuşlardır.
Dolayısıyla yargılananlar ve savunma avukatları tarafından dosyaya sunulan yüzlerce delil ile onlarca bilimsel mütalaa ve uzman görüşünün tek bir tanesi dahi değerlendirilmeye alınmadan gerek doktrine gerekse Yargıtay içtihatlarına aykırı olarak mahkeme heyeti tarafından verilen bu haksız ve hukuksuz karar, elbette ki İstinaf veya Yargıtay aşamalarından bozularak dönecektir.
Ancak mahkeme heyeti tarafından açıklanan haksız ve hukuksuzluklarla dolu kararın etkin pişmanlık hükümlerinden yararlananları da ilgilendiren çok önemli bir yönü de bulunmaktadır. Mahkeme heyeti bu kişiler hakkındaki örgüt suçlaması dışındaki cinsel taciz ve tecavüz konulu tüm suçlamalar hakkında da CEZA KARARI VERMİŞ, ancak KARARIN İNFAZINA YÖNELİK ise herhangi bir açıklamada bulunmamış, bu konuyu usule ve yasaya aykırı olarak muğlak şekilde bırakmıştır.
Kanaatimizce bunun tek açıklaması, tıpkı ilk tutukluluk aşamasında cezaevindeki arkadaşlarımızı, “DEVLET SİZİN ÜZERİNİZİ ÇİZDİ, BU DAVA DA TCK İŞLEMEYECEK, İTİRAFÇI OLMAZSANIZ BİR DAHA GÜN YÜZÜ GÖREMEYECEKSİNİZ, TEK KURTULUŞUNUZ BİZİM DEDİĞİMİZİ YAPMAK” gibi yalanlarla korkutup, kandırarak Etkin Pişman olmaya zorlayan kumpas çetesini BİR SÜRE DAHA SANKİ BU İDDİALARINDA HAKLILARMIŞ GİBİ GÖSTERMEK ve bu yolla haklarından binlerce yıl mahkumiyet kararı verilmiş olan arkadaşlarımız arasından yeni Etkin Pişmanlar devşirmek için bir süre daha kapıyı açık bırakmak olabileceğini düşünmekteyiz. Zira mahkemenin bir mahkumiyet kararı vermesine rağmen bunun infazına yönelik bir açıklamada bulunmamış olması benzerine rastlanabilecek bir uygulama olmayıp, ceza hukuku yasa ve usul uygulamalarında herhangi bir dayanağı da bulunmamaktadır.
1 note · View note
adnanoktarvemedya · 4 years ago
Text
TÜRK İNSANI ADİL, TARAFSIZ, DÜRÜST, İLKELİ VE SEVGİ DOLU BİR BASIN ÖZLEMİ İÇİNDE
Tumblr media
Basında ve sosyal medyada, kendinden olmayana karşı öfke, hınç, intikam, kötüleme, küçük düşürmeye çalışma, cezalandırma, yalnızlaştırma gibi linç eylemlerinin giderek dozunun arttığı bir dönemden geçiyoruz. Fikir ayrılıklarına, farklı yaşam tarzlarına, farklı inançlara karşı tahammülsüzlüğün giderek tırmandığı bir dönem bu... 
Cumhurbaşkanımızdan gazetecilere, hekimlerden siyasetçilere, hukukçulardan iş insanlarına kadar bu ortamdan hiç kimse mutlu değil. Herkes bu sevgisizlik, husumet ve linç ortamından nasibini alıyor.
En küçük bir anlaşmazlık veya zıt fikirlerde dahi, taraflar birbirlerinin cezalandırılmasını, susturulmasını, ezilmesini, hatta tutuklanmasını ve yok olmasını isteyecek kadar gözü dönmüş bir acımasızlıkla birbirine saldırabiliyor.
Başkalarına hınç ve öfkeyle saldıranlar, kalemlerini acımasızca diğer insanları incitmek, üzmek, susturmak, sindirmek için kullananlar, bir gün kendilerinin de aynı duruma düşebileceklerini, bu sistemin kendilerini de yok etmek ve susturmak üzere onlara dönebileceğini hiç hesaplamıyor. Besledikleri bu sevgisizlik, acımasızlık, öfke, linç, ezme ve yıldırma ruhu, adeta bir bumerang gibi eninde sonunda kendilerine dönüyor. Haksız ve hukuksuz olarak başkalarına saldıranlar, bir gün kendileri de aynı haksızlık ve hukuksuzluklarla karşı karşıya kalıyor.
Benzer bir durum, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza yönelik gerçekleştirilen 11 Temmuz 2018 tarihli operasyonun akabinde, camiamıza karşı düzenlenen karalama ve linç kampanyası sürecinde de yaşandı. Ne yazık ki halen de yaşanmaya devam ediyor. Sayın Adnan Oktar ve camiamıza fikren karşı olan bazı çevreler, bu davanın bir kumpas davası olduğu alenen ortada olduğu halde, yazılı ve görsel basın ve sosyal medya aracılığı ile, bazıları bilerek bazıları ise bilmeden bu kumpasın bir oyuncusu haline geldiler. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız hakkında akla hayale gelmeyecek iftiralar, karalamalar, hayali suç isnatları aylarca gündem oldu. Sayın Adnan Oktar’ın ve arkadaşlarımızın tutuklanmalarıyla da dinmeyen bu galeyan hali, ömür boyu hapis, tahliye olanların tekrar tutuklanmalarının istenmesi gibi bir cinnete dönüştü.
Ne var ki, camiamızın karşı karşıya kaldığı haksız tutuklanmalar, uzun tutukluluk süreleri, dijital verilerin hukuksuz toplanması, kumpasa açık bir operasyon süreci gibi tüm haksızlıklar ve hukuksuzluklar, bir anda camiamızın ömür boyu hapisle cezalandırılması için uğraşan çevreleri de bir gün gelip buldu. Bu çevreler bir anda, haksız tutuklamalar, iftiralarla yürütülen yargı süreci, hukuka aykırı sözde deliller gibi camiamızın karşılaştığı tüm adaletten uzak uygulamaları eleştirmeye, kendi haklarını aramaya başladılar.
Oysa bu kişiler, camiamıza yapılan operasyonun ilk gününden itibaren 2 yıl boyunca Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarını türlü ithamlarla karalamaya çalışarak, tutuklanmaları için adeta yaygaralar koparmışlardı.
Hem öyle bir yaygara ki, akla hayale gelmedik iftiraları manşetlere taşıyarak, kamuoyunu tam 2 yıl boyunca yanlış bilgilendirdiler. Söz konusu yaygaradan bazı iftira başlıklarını kısaca hatırlayacak olursak...
Sayın Adnan Oktar ve Arkadaşlarına Yönelik Son 2 Yıldır Basında Çıkan Asılsız Haberler, Yalan Manşetler Türk Basını Hakkında Olumlu Bir İzlenim Oluşturmuyor
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşları aleyhinde kurgulanan senaryolar, tümüyle yalan ve iftiralar üzerine bina edilmiştir. Halkta infial meydana getirmek, yargı üzerinde bir baskı oluşturmak, arkadaşlarımızı tutuklatmak, tutukluluk sürelerini uzatmak ve nihayetinde olabilecek en ağır cezaların verilmesini sağlamak için, toplumun sinir uçlarına dokunacak itham ve iftiralar özel olarak seçilmiştir.
Manşetlerde yer alan, tamamı hayal ürünü ve uydurma olan iftiralardan, tek bir delili dahi bulunmayan iddialardan bazıları şöyledir:
Sayın Adnan Oktar’ın, Sayın Erdoğan’a 26 yıldır kesintisiz destek verdiği tüm çevrelerce bilindiği, hatta bu desteği ispatlayan binlerce saatlik A9 TV canlı yayın kayıtları, yurt dışı basınında çıkan makaleleri ve röportajları olduğu halde, güya Sayın Erdoğan’ın aleyhinde konuştuğu yalanını bile bile kamuoyuna servis ettiler.
11 Temmuz 2018 tarihindeki polis operasyonunda 120 eve eş zamanlı polis baskını yapıldı ve bu evlerde zorla tutulan tek bir kişiye bile rastlanmadı. Fakat basın, “zorla tutulan kadınlar” yalanını sürmanşetten verdi.
Cinsel saldırı ve taciz iftiralarıyla ilgili tek bir somut delil olmamasına ve Adli Tıp raporları ile bu iftiraların yalan olduğu ispatlanmasına rağmen basın, aylarca tertemiz camiamıza yönelik bu iftiraları haber yapmaya devam etti.
Ortada tek bir şantaj kaseti olmamasına rağmen, pervasızca, yüzleri kızarmadan “şantaj arşivi bulundu” manşetleri atıldı. Oysa bu haberleri yapanların kendileri de tek bir şantaj kaseti dahi olmadığını çok iyi biliyorlardı.
Camiadan bir doktor arkadaşımızın EKG cihazı “yalan makinesi” çıktı diye yayınlandı.
Bahçeli ve müstakil evde oturan herkesin bahçesinde bulunabilecek güvenlik kameraları bir suç unsuru gibi yayınlandı.
Bahçe merdivenleri  “gizli geçit” gibi gösterildi.
Camiamızdaki bazı hanım arkadaşlarımızın tercih ettiği ve dünyaca ünlü starların kullandığı bir saç stili için olmadık hayali senaryolar üretildi, bu arkadaşlarımızın saçlarının zorla kazıtıldığı yalanı manşetlerde yer aldı.
Sn. Adnan Oktar, 15 Temmuz 2016 tarihindeki hain darbe gecesinde FETÖ’ye ilk meydan okuyan kişi olmasına, o gece sabaha kadar darbecilere karşı 12 saat kesintisiz A9 TV’de canlı yayın yaparak mücadele etmesine, halkımızı Sayın Erdoğan etrafında kenetlenmeye davet etmesine rağmen, bu gerçekler göz ardı edilerek, güya FETÖ’ye destek verdiği iftirası her fırsatta haberlerde yayınlandı.
Bizler gibi FETÖ’ye karşı her zaman devletin, hükümetin yanında olan vatanseverlere FETÖcü iftirası dahi atıldı. Basın ise hiçbir araştırma yapmadan, somut delillere bakmadan “Bylock çıktı” yalanını ortaya attı. Oysa, 180 arkadaşımızın telefonuna el konuldu, tek bir arkadaşımızda dahi Bylock olmadığı ispatlandı.
FETÖ ile camiamızın bağlantısı olduğu yalanına dair tek bir delil olmamasına, hatta Sayın Adnan Oktar’ın 17-24 Aralık’tan çok önce de FETÖ’yü eleştiren, yeren sayısız yayını olmasına rağmen, bir kısım basın her fırsatta bu yalanı yayınlamaya devam etti.
Sayın Adnan Oktar canlı yayında defalarca kez hiçbir Mehdilik iddiasında bulunmadığını, böyle bir iddianın dinen haram olduğunu açıkladığı, hatta ömrünün sonuna kadar böyle bir iddiada bulunmayacağına dair yemin ettiği halde "Mehdilik ilan edeceklerdi" yalanı aylarca haber yapıldı.
24 ay boyunca silahlı suç örgütü manşetleri atarak halkımızın bilinçaltına bu yalanı telkin eden basın, balistik incelemelerle ruhsatlı silahların hiçbir suça karışmadığının hatta tek bir kere bile kullanılmadığının ispatlandığını kamuoyuna açıklamadı.
“Bahçelerde gömülü para var” iftirası üzerine kazılan bahçelerden var olduğu iddia edilen paralar çıkmadı. Buna rağmen basın bu yalanı manşetlerine taşımaya devam etti.
Operasyonun ilk gününden itibaren 33 ayrı suç olduğu yalanını büyük bir yaygara kopararak yayınlayan basın, bu uydurulan suçlamaların %98’inin iddianamede bile yer almadığını, kalan %2’sinin de gerçek dışı soyut müşteki yalanlarından ibaret olduğunu, bunların hepsinin somut delillerle asılsız ve mesnetsiz olduğunun ispatlandığını kamuoyunun bilgisine sunmadı.
A9 TV canlı yayınlarında, milyonlarca kişinin gözü önünde, devletimiz ve milletimiz lehine yapılan görüşmeler, güya devlet, millet aleyhinde sözde gizli toplantılar, sözde casusluk faaliyetleri gibi gösterilmeye çalışıldı. Canlı yayın kayıtları ise bu iddiayı yerle bir etti. Ne var ki, bu gerçeği basın hiçbir zaman gündeme getirmedi.
Casusluk iddiaları, Dışişleri Bakanlığı ve MİT’ten gelen açıklamalarla yalanlandı; buna rağmen bir kısım basın suçsuzluğumuzu ispatlayan bu resmi belgeleri yayınlamadığı gibi bu konuda da yalan manşetler atmaya devam etti.
Ne var ki bu apaçık gerçeklere rağmen bir kısım basın kuruluşları,
– Tüm bunların yalan olduğunu, Adnan Bey ve arkadaşlarımızın masum olduklarını çok iyi bildikleri halde 2 yıl boyunca bu yalanları kamuoyuna servis ettiler.
– 2 yıl boyunca camiamıza yapılan haksız ve hukuksuzluklara göz yumdular, hatta camiamıza atılan iftiraları bire bin katıp bizzat kendileri yaydılar. Halkımızı bu yalanlara inandırmaya, camiamızı kendilerince itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Mahkemelere etki etmeyi hedefleyerek, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarının hiçbir suçlarının olmadıklarını bile bile, vicdanları hiç sızlamadan yıllar boyu cezalar almaları için zemin hazırladılar.
Tabii tüm bunları yaparken, linç mantığıyla hareket ederek ön ayak oldukları bu “yalan haber yayma sistemi”nin bir gün kendilerine de dokunacağını düşünemediler.
Geçtiğimiz 2 yıl içerisinde tutuklanan birçok gazeteciye ve haklarında soruşturma açılan gazetelere yönelik, bu basın kuruluşlarından bir anda hak, hukuk, adalet feryatları yükselmeye başladı. Besledikleri sistem bumerang gibi kendilerini de vurdu.
Sevgi Anlayışını Esas Alan Yayın Politikalarına Acil İhtiyaç Var...
Yapılan araştırmalar, basının yalan haber yayınlaması konusunda Türkiye’nin en ön sıralarda olduğunu göstermektedir.
Oxford Üniversitesi, Reuters Enstitüsü’nün 2019 yılı raporuna göre: “TÜRKİYE, DEZENFORMASYON VE SAHTE HABERİN EN ÇOK GÖRÜLDÜĞÜ ÜLKE".
Türkiye’de giderek artan yalan ve asılsız haberler, haksız ve hukuksuz tutuklamalara psikolojik zemin hazırlayan en büyük etkenlerden biridir.
Yalan haberler toplumda bu haberlerin odağı olan kişilere yönelik infial oluşturmakta, toplumu kutuplaştırmakta, insanları farklı fikirleri savunamaz hale getirmektedir. Toplumda oluşan infial de mahkemeler üzerinde baskı oluşturarak bir tutuklama aracı haline dönüşmektedir.
Ki, bunun en açık örneği yukarıda da bahsettiğimiz gibi, günümüzde Sayın Adnan Oktar’a yönelik basında yürütülen yalanlara ve iftiralara dayalı karalama kampanyalarıdır.
Masum İnsanların Tutuklanmalarına Zemin Hazırlamak Türk Basınına Yakışmıyor
Bir kısım basın kuruluşları, gerçek dışı haberlerle masum insanların tutuklanmalarına zemin hazırlarken bir yandan da haksız ve hukuksuz şekilde tutuklandıklarını düşündükleri kendi ideolojilerindeki kişiler için adalet arayışına girmektedirler.
Bu çok büyük bir çelişkidir.
Hem bu sistemi besleyip teşvik etmek hem de ucu kendine dokununca imdat çığlıkları atmak makul ve samimi bir davranış değildir. Beslediği sistem elbet bir gün kişinin kendisini de gelir bulur. Bu, tarihte çok kereler yaşanmış bir gerçekliktir.
Adalet herkes için olmalıdır, adaleti herkes için istemek gerekmektedir. Sadece kendi fikrindeki, kendi inancındaki insanlar için adalet isteyip, karşı fikirdeki insanlar için, masum olmalarına rağmen, yüksek cezalar, ömür boyu hapis istemek vicdanlı, akılcı ve adil bir yaklaşım değildir.
Eğer ortada bir suç varsa asıl yapılması gereken;
Suçun işlenmesini önlemek,
Buna yönelik tedbirler almak,
İnsanların refah, eğitim, huzur, mutluluk seviyelerini yükselterek suç işlenecek tüm ortamları komple ortadan kaldırmaktır.
Alınacak her tedbir çok daha iyi tedbirlerin alınmasına da vesile olacaktır.
Basın insanların hapse girmesine değil, insanların eğitilmelerine ön ayak olmalıdır.
Haksız ve hukuksuz uygulamalara karşı alınacak tedbirlerin en başında ise sevgiyi ve şefkati savunmak, sürekli sevgi dili kullanmak, nefrete tüm kapıları kapatmak gelmektedir.
İnsanları düşmanlığa, çatışmaya, ayrışmaya sürüklemek değil; sevgiye, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe teşvik etmek basın kuruluşlarına düşen en büyük görevdir.
Kin ve nefret pompalayan haberlerin etkisiyle ülkemizde çığ gibi gelişen sevgisizlik ve mutsuzluğu milli bir sorun olarak görmek ve sevgiyi esas alan bir yayın anlayışına geçmek basın kuruluşlarının en aciliyetli vazifesidir.
Topluma nefret aşılayarak verilen tahribatı gidermenin yolu, bir an evvel sevgiyi yaymaktan geçmektedir.
Sevgisizliğin hakim olduğu, birbirlerini sevmeyen insanlardan oluşan bir toplumda milli şuur ve milli birlik de giderek zayıflamakta ve en nihayetinde yok olmaktadır. Zira, bir ülkeyi içten parçalama zemini tam da bu şekilde oluşturulmaktadır...! O nedenledir ki; basınımız, ülkemize yönelik böyle bir tehlikeye asla ön ayak olmamalıdır.
Bir kısım basının bunların hiçbirini yapmayıp;
“GENÇLER NEDEN MUTSUZ?” (Milliyet Gazetesi)
“TÜRKİYE MUTSUZ İNSANLAR ÜLKESİ” (Onedio Haber Sitesi)
“YENİ TÜRKİYE' YALNIZLIĞA SÜRÜKLENİYOR” (BBC)
“CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN İKTİDAR PARTİSİ ‘DERİN BİR MUTSUZLUK’ İÇERİSİNDE” (Oda TV)
... gibi manşetlere –sanki bu durumda hiç payları yokmuş gibi– büyük bir şaşkınlık içinde Türkiye’nin mutsuzlaştığı, kimsede huzur kalmadığı haberlerini yapması işte asıl şaşırtıcı olan budur.
Sevgisiz, hiçbir delile dayanmayan, menfaati gereği, nefret odaklı, kişileri hedef alarak itibarsızlaştırmayı ön gören ve yalan üzerine bina edilmiş habercilik anlayışı Sayın Cumhurbaşkanımızdan devlet yetkililerimize, yazarlardan gazetecilere, hukukçularımızdan halkımıza kadar herkesi, her kesimi tedirgin ve mutsuz ediyor. İnsanlarımız bir gün kendilerinin de iftiraya uğrayacakları, olmadık iddialarla suçlanacakları endişesiyle, korku, güvensizlik ve huzursuzluk içinde.
Öyle ki eline biraz imkan ve fırsat geçen birçok vatandaşımızın içleri kan ağlayarak güzel ülkemizi terk edip özgürlük, demokrasi, adalet ve güvenlik bakımından daha ileri gördükleri yabancı ülkelere yerleşmeleri giderek daha sık şahit olduğumuz çok acı bir gerçek. Görüldüğü gibi, Türkiye’yi yaşanamayacak bir ülkeye dönüştürmenin hiç kimseye hiçbir faydası yok.
Sevgisiz, Acımasız, Yalan Ve İftira İçerikli Haberlerle İnsanları Mağdur Etmeyi Hedefleyen Bir Medyacılık Anlayışı En Başta Kur'an Ahlakına Aykırıdır
Sırf farklı bir inanca, yaşam tarzına veya fikre sahip olduğu için insanların yıllarca hapislerde çürümesini istemek, buna haksız yere sebep olmak, iftiralara uğramasına göz yummak hukuka, vicdana ve en önemlisi Kur’an ahlakına aykırıdır.
Bu ahlakın toplumda yayılmasını engellemek için yalan haberciliğe, delilsiz iftiralarla yaygaralar koparmaya ivedilikle son verilmeli, hangi görüşte olursa olsun herkese karşı şefkat üslubuyla konular ele alınmalı, tarafsız bir şekilde değerlendirme yapılmalı ve gerçekleri yayınlamak ilke edinilmelidir.
Yüce dinimiz İslam da bir bilgiye dayanmaksızın gerçek dışı beyan vermeyi, yalanın her türlüsünü kesin olarak yasaklamıştır.
Yüce Allah, Kur’an’da doğru sözlü olmayı emretmiştir:
Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin. (Ahzab Suresi, 70)
Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, sırf halkın gözünde itibarsızlaştırabilmek için bir insanı hedef edinerek, hakkında alabildiğine yalanlar ve iftiralar üreterek bunları topluma yaymak Allah Katında büyük bir suçtur.
O durumda SİZ ONU (İFTİRAYI) DİLLERİNİZLE AKTARDINIZ VE HAKKINDA BİLGİNİZ OLMAYAN ŞEYİ AĞIZLARINIZLA SÖYLEDİNİZ VE BUNU KOLAY SANDINIZ; oysa o Allah Katında çok büyük (bir suç)tür.
Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen Yücesin; bu, BÜYÜK BİR İFTİRADIR" demeniz gerekmez miydi? (Nur Suresi, 12-16)
Peygamberimiz (sav), doğru sözlü olmanın, dürüstlüğün Allah’ın cennetine alması için bir vesile olduğunu ve sürekli yalan söylemenin ise ahirette çok büyük bir karşılığı olacağını şu şekilde bildirmiştir:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah Katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5)
Sonuç olarak; Sevgiyi, iyiliği, kardeşliği esas alan bir yayın politikası hemen devreye girerse toplumda tüm gerginlikler hemen o an bitecek ve ardından büyük bir huzur toplumu oluşacaktır, insanlar rahatlayacak, birbirlerine şefkatle bakmaya başlayacaklardır. Unutulmamalıdır ki, sevgi, daha güçlü sevgiyi ve koruyup kollamayı da beraberinde getirecektir.
Sevgiyi, dostluğu, dürüstlüğü, güzel ahlakı yayalım ki hepimiz mutlu olalım, kısacık dünya hayatında ülkemizi mutlu insanlar ülkesine dönüştürmek için birlikte çaba gösterelim.
Yüce dinimiz İslam da iyiliği, güzel sözü, dürüstlüğü, yardımlaşmayı, dayanışmayı, güzel ahlakı ve birlik olmayı emretmektedir. Kur’an’da sevgiye ve iyiliğe davet eden birçok ayet vardır:
İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır. (Meryem Suresi, 96)
İşte bu Allah'ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: ‘Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.’ Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir. (Mümtehine Suresi, 7)
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarının şiarı da Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği gibi her zaman sevgi ve şefkat üslubu kullanmak, Kur’an ahlakına, iyiliğe, birliğe davet etmek ve dürüstlük olmuştur.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız.
0 notes
Text
2 YILDAN BU YANA CAMİAMIZA KARŞI YAPILAN HAK VE HUKUK İHLALLERİ, ZULÜM VE EZİYETLER GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
Tumblr media
Kamuoyunun malumu olduğu üzere, Sayın Adnan Oktar ve çok sayıda arkadaşı 11 Temmuz 2018 tarihinde düzenlenen sansasyonel bir polis operasyonu ile tutuklandı.
2 senedir cezaevinde bulunan Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarının masumiyet karinesi bu süre zarfında yok sayıldı, basın yayın organları tarafından yargısız infaza maruz bırakıldı ve yüzlerce kişi, aileleri, yakınları ve sevenleriyle birlikte büyük mağduriyetler yaşadı. Sayın Adnan Oktar ve 80 kadar arkadaşı halen İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden yargılama sürecinde tutuklu olarak Silivri Ceza İnfaz Kurumu’nda tutulmaktadır. Adli kontrol şartları uygulanarak salınan 100 kişinin ise özgürlükleri ev hapsi uygulamasıyla kısıtlanmaya halen devam etmektedir.
Operasyonun ilk gününden itibaren Sayın Adnan Oktar ve arkadaşları, kendilerine yöneltilen tüm suçlamaların geçersiz olduğunu delilleriyle ortaya koymuş, tüm ithamların çok derin ve kapsamlı bir kumpasın sonucu olduğunu ispatlamışlardır. Operasyon ve sonrasındaki soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde yaşanan zulüm derecesinde hak ve hukuk ihlallerini gündeme taşımışlar, ilgili kurumları başka kimselerin benzer mağduriyetleri yaşamalarına engel olmak amacıyla bilgilendirmişler, ancak Devletimize duydukları derin saygı ve itaat sebebiyle kimseden şikayetçi olmamışlardır.
Emniyet ve Yargı Kurumlarındaki Son Atamalar Bazı Gerçeklerin Ortaya Çıkmaya Başladığının Bir Göstergesidir
Son günlerde, sözünü ettiğimiz bu ihlallerin önemli ölçüde müsebbibi konumundaki bazı emniyet ve yargı mensuplarının, ardı ardına görevlerinden alınarak farklı illere tayin edilmeleri ise, yapılan bu hak ve hukuk ihlallerinin, zulüm ve eziyetlerin nihayet fark edildiği kanaatini uyandırmaktadır. Aynı zamanda, hükümetimizin ve devlet büyüklerimizin de bu hukuksuzluklarla ilgili yeni bilgi sahibi olduğunun da açık bir göstergesidir.
Camiamıza yönelik operasyonun altında imzası olanların başında, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü MUSTAFA ÇALIŞKAN, İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü FURKAN SEZER ve ekibi ile İstanbul Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu savcılarından CANER BABALOĞLU gelmektedir. Gelinen aşamada, BU KRİTİK İSİMLERİN TAMAMI GEÇTİĞİMİZ GÜNLERDE PEŞ PEŞE YAPILAN ATAMALARDA GÖREVLERİNDEN ALINMIŞ VE BÖYLELİKLE AYNI ZAMANDA, SAYIN ADNAN OKTAR VE ARKADAŞLARI HAKKINDAKİ DOSYALARDAN DA EL ÇEKTİRİLMİŞLERDİR.
Tumblr media
İstanbul Eski İl Emniyet Müdürü MUSTAFA ÇALIŞKAN
Bu kişilerin görev başında olduğu dönem boyunca, çalıştıkları birimlerdeki bazı memurlar tarafından ilk günden bu yana çok ciddi hak ve hukuk ihlalleri yapılmış ve bu kanunsuz uygulamalarla ilgili olarak da düzenli bir biçimde Devletimizin ilgili birimleri bilgilendirilmiştir.
Örneğin;
ADI GEÇEN YETKİLİLERİN İLGİLİ RESMİ KURUMLARIN BAŞINDA OLDUĞU DÖNEMDE, ÜZERİNDE GİZLİLİK KARARI BULUNAN SORUŞTURMA DOSYASINDAKİ GİZLİ KALMASI GEREKEN BİLGİLER MEDYAYA DÜZENLİ SERVİS EDİLMİŞ, BAZI HUSUMETLİ MÜŞTEKİLER VE ONLARIN İŞBİRLİKÇİLERİ İLE PAYLAŞILMIŞ, BU KİŞİLERLE GAYRİ HUKUKİ İŞ BİRLİĞİ YAPILMIŞ, GERÇEK DIŞI, DELİLSİZ VE MESNETSİZ SUÇ İSNATLARI GÜYA GERÇEK GİBİ GÖSTERİLMİŞ, YÜZLERCE KİŞİ, ONLARIN AİLELERİ VE YAKINLARI HAKSIZ YERE MAĞDUR EDİLMİŞTİR.
İstanbul Eski İl Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan, henüz operasyon sabahında, teamüllerde hiç olmayan bir şekilde, bir bilgi notu yayınlatmış ve basını ve Türk halkını güya “konu hakkında bilgilendirmiştir.” Bu, bir bilgilendirme değil itham ve karalama notu olarak tarihteki önemli hukuksuzluklar arasındaki yerini almıştır. Söz konusu notta “Adnan Oktar Suç Örgütü” şeklinde kullanılan tanımlamayla henüz soruşturması devam eden, mahkemesi bile görülmemiş bir olay için, ceza alıp almayacağı belli olmayan yüzlerce kişi hiçbir hukuki dayanağı olmadan ağır töhmet altında bırakılmış, kamuoyu nezdinde baştan suçlu ilan edilmiş, kara propaganda yapan bazı basın kuruluşlarının önü açılmıştır.
Bu görülmemiş hakkaniyetsiz ve hukuksuz yöntemle, hukukun en temel değerlerinden ‘’masumiyet karinesi’’ açıkça ihlal edilmiştir. Masumiyet karinesi, hakkında suç isnadı bulunan kişilerin adil bir yargılama sonunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade etmektedir. Hiç kimse, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz. Dolayısıyla, masumiyet karinesi, en başta kamu görevlilerinin bir insanın suçluluğuna ilişkin zamansız açıklamaları bakımından önemli şartlar getirmektedir.
Tumblr media
Mustafa Çalışkan
Mustafa Çalışkan, bahsi geçen bu notuyla yetinmemiş, 2018 yılının Aralık ayında katıldığı bir panelde yaptığı konuşmada Adnan Oktar ve arkadaşlarını, bulunduğu resmi makamın görev, yetki ve sorumluluklarını aşan bir üslupla, kendince “suç örgütü” olarak tanımlamıştır. Sayın Çalışkan’ın ne derece yanlış bilgilendirildiğinin en önemli delili bizzat bu konuşmasıdır. Mustafa Çalışkan konuşmasında, halen Adnan Oktar’ın yanında güya kendi rızaları dışında tutulmuş olan binlerce çocuk olduğunu ve bu çocuklarına ulaşamayan da binlerce aile olduğunu söylemektedir. Bu, huzurdaki davanın iddianamesinde bile yer almayan son derece gerçek dışı bir iddiadır.
İl Emniyet Müdürü seviyesindeki bir devlet görevlisi olan Sayın Mustafa Çalışkan'ın bu derece akıl almaz gerçek dışı iddiaları, delilsiz, belgesiz, uydurma hikayeleri bu kadar rahatça sarf edebilmesini, resmi makamının gerektirdiği ciddiyet, sorumluluk ve görev ahlakıyla, polis meslek ilkeleriyle bağdaştırmak mümkün değildir.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin “suç kovuşturmalarıyla ilgili bilgilerin medyaya sunulmasına ilişkin ilkeleri” başlıklı tavsiye kararında, Emniyet yetkililerinin yapacağı basın açıklamalarının “Masumiyet Karinesi”ne ve “Bilginin Doğruluğu” ilkesine uygun olması gerektiği belirtilmiştir.
"Binlerce Acılı Aile" İddiasının Hiçbir Gerçekliği ve Dayanağı Yoktur
Öte yandan, Çalışkan’ın gerçekleştirdiği operasyondan dolayı sözde “binlerce ailenin” kendisine duacı olduğuna dair açıklaması hiçbir dayanağı olmayan, hayali bir iddiadan ibarettir.
Çocuklarından ayrı kaldıklarını iddia eden ve söz konusu komploya bizzat iştirak eden bir kısım husumetli müştekilerin baskı, kontrol ve yönlendirmesiyle hareket eden EN FAZLA 6-7 AİLE BULUNMAKTADIR. Bu ailelerin, çocuklarıyla aralarındaki bazı anlaşmazlıklar ise tamamen aile içi özel ve kişisel sebeplerden kaynaklanmaktadır. Camiamızla konunun bu açıdan hiçbir ilgisi yoktur.
Bu arada, bu ailelerin sözde kendilerinden koparıldığını iddia ettikleri ÇOCUKLARIN 8-10 YAŞLARINDA DEĞİL ORTALAMA 40'LI VE 50'Lİ YAŞLARDA olduklarını da burada belirtmekte fayda vardır. Sonuçta, bu traji-komik saçma iddia da, doğal olarak konuların tüm detaylarına hakim olması mümkün olmayan kamuoyunda infial uyandırmayı, hassas sinir uçlarını tahrik etmeyi amaçlayan bir algı malzemesinden başka bir şey değildir.
DAHASI, SÖZÜNÜ ETTİĞİMİZ BU 6-7 AİLENİN ÇOCUKLARI DA DAHİL OLMAK ÜZERE 11 TEMMUZ OPERASYONUNDA GÖZALTINA ALINAN 200'E YAKIN ARKADAŞIMIZIN HEMEN HEPSİ, "AİLELERİNE TESLİM EDİLMEK" ŞÖYLE DURSUN TUTUKLANARAK CEZAEVLERİNE KONMUŞTUR. HAYATLARINDA HİÇBİR SUÇA KARIŞMAMIŞ BU ARKADAŞLARIMIZIN 90 TANESİ 1.5 YIL EN KÖTÜ CEZAEVİ KOŞULLARINDA TUTUKLU KALMIŞ, DİĞER 77'Sİ DE HALEN TUTUKLU OLARAK 25 AYDIR CEZAEVİNDEDİR.
Polis operasyonunun ilk anlarından itibaren, gerek Mustafa Çalışkan'ın yayınlanan “bilgi” notu gerek görevli polis memurlarının Sayın Adnan Oktar’ın başını şiddetle yere doğru bastırarak götürmeleri ve bu zulmü tekrar tekrar ve özellikle de kameralar karşısında uygulamaları, gerek gözaltındakilerin görüntülerinin basına sürekli servis edilmesi ve gerekse Mustafa Çalışkan’ın paneldeki konuşmaları, tüm bunların kamuoyunu tahrik etmeye yönelik özel ve planlı bir “algı” operasyonunun parçaları olduğu izlenimini vermektedir.
İstanbul Emniyet eski Müdürü Mustafa Çalışkan’ın Masumiyet Karinesi’ni ve polis meslek ilkelerini ihlal eden bu yaklaşımları, paneldeki konuşmasından sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün 2018 yılı faaliyet raporuna da yansımıştır.
Mustafa Çalışkan Döneminde Yayınlanan Emniyet Faaliyet Raporu'ndaki Hukuksuzluklar
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün her yıl yayınladığı ve kamuoyuyla paylaştığı faaliyet raporunun 2018 yılı nüshasında, Adnan Oktar ve arkadaşlarına yönelik gerçekleştirilen polis operasyonuna geniş yer verilmiş, raporun yayınlandığı tarih itibariyle Savcılık soruşturması aşamasında olan ve hakkında gizlilik kararı bulunan dosyayla ilgili birçok mesnetsiz iddia, yorum ve fotoğraf paylaşılmıştır. Camiamız aleyhinde kirli bir algı operasyonu yürüten bir kısım medya kuruluşlarının basın meslek ilkelerini ve soruşturma gizliliğini ihlal eden iftira içerikli sayfalarını olduğu gibi sayfalarına taşıyan bu rapor, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarının Anayasal haklarını, “Bilginin Doğruluğu” ve “Masumiyet Karinesi” ilkelerini bir kez daha ağır bir şekilde ihlal etmiştir. Dolayısıyla Mustafa Çalışkan’ın kendince en gurur duyduğu operasyon olarak nitelediği bu operasyon aslında bir başarı değil, hukukun yerle bir edildiği bir hezimet operasyonu olmuştur.
Bu ve benzeri sayısız haksız ve hukuksuz uygulama ve faaliyetin ardından, 16 Haziran 2020’de yapılan tayinler neticesinde MUSTAFA ÇALIŞKAN İÇİŞLERİ BAKANLIĞI TARAFINDAN SAHA GÖREVİNDEN ALINMIŞ, ANKARA’YA MASA BAŞI GÖREVİNE ÇEKİLEREK Emniyet Genel Müdür Yardımcısı yapılmıştır. Çalışkan’ın ekibinin büyük kısmı da Türkiye’nin farklı bölgelerine dağıtılmıştır.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü kadrosunda yapılan değişiklikler bununla sınırlı kalmamış, SÖZ KONUSU POLİS OPERASYONUNA MAHAL VEREN SORUŞTURMAYI YÜRÜTEN İSTANBUL MALİ SUÇLARLA MÜCADELE ŞUBE MÜDÜRÜ FURKAN SEZER DE GÖREVİNDEN ALINARAK KİLİS’E ATANMIŞTIR.
Tumblr media
Eski İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü FURKAN SEZER
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarına yönelik düzenlenen polis operasyonu ve bunu takip eden gözaltı, tutukluluk, soruşturma ve kovuşturma süreçleri tarihe geçecek çok büyük zulüm ve haksızlıklarla, görülmemiş hukuksuzluklarla, insanlık dışı uygulamalarla, ağır cezaevi eziyetleriyle ve kişilik hakları ihlalleriyle doludur. Operasyonun ardından savcılık makamınca iddianame yazılması da 1 yıl sürmüş, bu zaman zarfında tüm şüpheliler haklarındaki suç isnatlarını bile bilmeden cezaevlerinde tutulmuştur. Ortaya çıkarılan iddianameyi inceleyen Türkiye’nin önde gelen hukukçuları da dair yüzlerce insan büyük bir şaşkınlık yaşamıştır. Büyük kısmı tekrarlardan ve husumetli müştekilerin soyut hayali anlatımlarından oluşan iddianamede çok fazla miktarda maddi hata ve şahsi yorum içeren bölüm bulunmakta olup somut hiçbir suç delili sunulamamıştır, çünkü yoktur.
İddianame Savısı Caner Babaloğlu'nun Taraflı ve Hukuksuz Uygulamaları
İddianameyi kaleme alan iki savcıdan birisi olan CANER BABALOĞLU İSE 17 HAZİRAN 2020’DE HSK 1. DAİRESİ 2020 ADLİ VE İDARİ YARGI YAZ KARARNAMESİ KAPSAMINDA İSTANBUL CUMHURİYET SAVCILIĞI GÖREVİNDEN ALINARAK DİYARBAKIR BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ ÜYELİĞİ göreviyle DİYARBAKIR’A GÖNDERİLMİŞTİR.
Savcı Caner Babaloğlu da soruşturmaya atandığı ilk günden itibaren yargılananlara hasmane ve taraflı bir tutum içerisinde olduğunu gizlemek ihtiyacı dahi hissetmemiştir. Caner Babaloğlu, verdiği her kararla, yazdığı her müzekkereyle dosyanın müştekilerini ve etkin pişmanlık yasasından yararlanmak zorunda bırakılan sözde itirafçıları kayırdığı izlenimini vermiştir.
Dosya kapsamında böyle bir iddia ve ima dahi olmadığı ve kendisi bizzat iddianameyi hazırlayan savcı olarak bunu gayet iyi bildiği halde Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarını sözde bir "terör örgütü" gibi lanse etmeye çalışmış, HER MÜZEKKERESİNDE ISRARLI VE KASITLI OLARAK ve HUKUKUN DIŞINA ÇIKARAK BU İFADEYİ KULLANMIŞTIR. Ayrıca, dosya kapsamında verdiği hukuka aykırı tahliye ve tefrik kararları ile de müşteki ve sözde itirafçıları alenen kayırarak hukukun en temel kurallarını dahi çiğnemiştir.
Sonuç olarak;
Yakın zamanda yapılan söz konusu kritik atamalar çok önemli bir gerçeği gözler önüne sermiştir. DEVLET YETKİLİLERİMİZ, SAYIN ADNAN OKTAR VE ARKADAŞLARI HAKKINDA YÜRÜTÜLEN SORUŞTURMA VE HALEN DEVAM EDEN KOVUŞTURMA SÜREÇLERİNDE HAKKA, HUKUKA VE VİCDANLARA AYKIRI TUTUM VE DAVRANIŞLARI YAKINDAN TAKİP ETMEKTE, YETERLİ VE GEREKLİ BİLGİ VE KANITLARA ULAŞTIKÇA DA GEREKENİ YAPMAKTA HİÇBİR TEREDDÜT GÖSTERMEMEKTEDİR. Bu hukuk ihlalleri hakkında tarafımızca yapılan düzenli bilgilendirmeler ve talepler en sonunda yerini bulmuş, sorumlular hakkında işlemler yapılmış ve mevcut görevlerinden alınmışlardır.
Elbette ki yargı süreci devam etmektedir ve yapılan haksızlıkların oluşturduğu mağduriyetlerin etkisi de henüz sonlanmış değildir. Ancak, bizzat devletin en üst kademelerince yapılan bu kritik atamalar polis operasyonunun ilk günlerinden bu yana malum husumetli çevrelerce sürekli ve art niyetli olarak dillendirilen, "bu operasyonun güya devletin ve hükümetin üst kademelerinin emri ile yapıldığı" yönündeki yalanlara, asılsız ve mesnetsiz iddialara verilmiş en güzel cevap olmuştur.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla duyurulur.
0 notes
devrimcikadinlar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Yüksekdağ: Şu an seçimle iktidarda kalacağına inanan bir iktidar yok karşımızda
Cezaevinde tutulan Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ'ın Özgürüz'e verdiği röportaj:
Eski HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ #ÖZGÜRÜZ’e gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Yüksekdağ,yılbaşında bağlama, erbane ve bendir çalacağını söyledi.
Halkların Demokratik Partisi eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ avukatları aracılığı ile tutuklu bulunduğu Kandıra F Tipi Kapalı Cezaevi’nden #ÖZGÜRÜZ’ün sorularını yanıtladı. Yüksekdağ gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulunurken adeta bizi de cezaevi koğuşunda kısa bir gezintiye çıkardı. Yüksekdağ’a, Yılbaşı kutlamalarının yanı sıra cezaevinde geçirdiği 24 saati, Man Adası belgeleri, Zarrab Davası, cezaevi koşullarını, HDP kongresi ve olası erken seçim iddialarını sorduk.
-Tutuklu bir milletvekilisiniz. Seçmenlerinizden uzak bir şekilde 1 yılı aşkın bir süredir cezaevinde tutuluorsunuz, vekilliğiniz düşürüldü. Figen Yüksekdağ cezaevinde 1 gününü nasıl geçiriyor?
“Oldukça yoğun ve hızlı geçiyor” dediğimde “nasıl yani?” diyorlar genellikle. Cezaevi ile yoğunluk ve hız kavramlarını yan yana getirmek alışıldık bir algı değil genellikle. Hapishaneler, insanların zamanın ağırlığı altında ezildiği mekânlar olarak tanınıyor ve yaşanıyor. Hoş zaten hapsedenler de insanlar ezilsin, ceza çeksin istiyor. Bu amaç ve sonuç, bazı insanlar için geçerli değil tabi. Ben de kıyısından, köşesinden insanlar grubuna giriyorum.
Devrimci, sosyalist, yurtsever kimliğinden dolayı hayatta paylarına düşen zamanın en kıymetli bölümünü cezaevlerinde geçiren binlerce tutuklu ve hükümlü var. Gazeteciler, insan hakları savunucuları, basit bir sosyal medya paylaşımında bulunanlar, hatta tek görevleri bütün bu kesimleri hukuki alanda savunmak olan avukatlar var hapiste. Bütün bunları düşünüp kendimle kıyasladığımda 14 aylık tutukluluk göz açıp kapatma zamanı sayılır. Kişisel olarak dönüp baktığımda “ne kadar da yattım” diyemiyorum bu yüzden.
“Bir yılımın konuşmaya da anlatmaya da değmeyeceğini hissediyorum”
Bizimle ilgili asıl mesele siyaset yapma özgürlüğünün ve halk iradesinin şahsımızda tutsak edilmesi. Hiçbir haksız tutuklama kabul edilemez ama bu tutuklamanın hapsetmenin ötesinde bir durum. İfade ve muhalefet hakkının temelden katledilmesi hareketi daha çok. Bizim tek derdimiz, esaslı gündemimiz de bu. Bu nedenle “cezaevini anlat” dediklerinde kendi adıma biraz da ar ediyorum, daralıyorum doğrusu. Daha bugün bir siyasi tutsaktan mektup aldım. Kendini tanıtırken 25 yıldır mahpus olduğunu hikâyesinin alelade bir parçası gibi söylüyordu. 22 yıldır yatanlar var. 27 yıldır mahpus yatıp dışarı çıktığında neler yapacağını anlatan insanlar var mesela. Bazen bu kadar uzun zaman içinde fizik kanunlarını atlatarak boyut değiştirmiş olabileceklerini düşünüyorum. Yani benim bir günümün de bir yılımın da konuşmaya anlatmaya değmeyeceğini hissediyorum. Sizin sorunuzda sorun yok aslında ama memleket sorunlu. Dünyanın pek çok ülkesinde suçu ne olursa olsun, 30 yıl hapis yatan insan vardır. Varsa o ülke sosyolojik, patolojik, politik, psikolojik ve bilmem kaç açıdan incelenir. Türkiye’de meşru bir suç tanımı ve kanıtı olmayan insanlar 30 yıl hapsediliyor; yetmiyor cezaevlerinin insanlık dışı koşulları, baskısı, işkencesi karşısında yaşam mücadelesi veriyor. Ve yine dünyanın çok az ülkesinde seçilmiş halk temsilcileri, görevlileri siyaset yapmak yerine, cezaevinde nasıl geçirdiklerini anlatmak zorunda bırakılıyor.
“Kitap okuyorum, spor ve el işi yapıyorum”
Nereden nereye geldik. Ama bir siyasetçiye soru sorduğunuzu dikkate alırsak sonucu tahmin etmeniz gerekirdi. Bu arada kısaca günümü nasıl geçirdiğimi özetleyeyim: Mahpusun birinci ödevi okumak, bende bolca onu yapıyorum. İkinci değişmez spor. Bunu da ihmal etmiyorum. Siyasi kadınlarla bir arada olunca akşam sabah siyaset konuşuyorum. Bazen daha kapsamlı tartışmalar da yapıyorum.  Ayrıca yazı çalışmaları var.  Mesajlar, talep edilen bazı yazılar ve benzeri… Ama sık gerekli olduğu için günlük faaliyetimde kayda değer yer tutmuyor. Başkaca çalışmalar için not alıyorum. Görüş trafiği de günlük etkinliklerden biri aslında. Avukat, aile derken, az yer tutmuyor. Günün bir kısmında da el işi yapıyorum.  Ya da müzikle uğraşıyorum. Ve o gün çabuk bitiyor. Şair “haftalar ellerimde ufalanıyor” demiş ya, biz burada günü ucundan tutar tutmaz kayıp gidiyor. Hapishane özdeyişine dönüşmüş bir laf vardır: “mahpuslukta günler çabuk, yıllar ağır geçer” diyor. Belki de daha yılları saymadığımdan günlerle ilgili böyle peşin konuşuyorum. Sonuçta zaman algısı ne olursa olsun, hayat ve mücadele her mekanda her türlü devam ediyor.
” Yeni yıl yeni zaman bizlerin elinde ve eyleminde doğacaktır”
-Siyasi gündemin hareketliliği ile boğuştuğumuz bugünlerde gündeme ilişkin sorularımız elbette olacak. Ama bunlara geçmeden önce biraz daha günlük yaşamınıza ilişkin merakları gidermek adına bir kaç sorumuz olacak. Öncelikle yılbaşı yaklaşıyor. Klasik siyasetçiler yeni yıl mesajları verirler. Sizin yeni yıl mesajınız ve yeni yıl programınız nedir? Cezaevinde ne yapacaksınız?
Cezaevinden ilettiğimiz için en orijinal yeni yıl mesajı bizimkidir herhalde. Klasik kulvarında bir baş öne geçmiş sayılırız böylece ama ben yine de siyasetçilerin cezaevlerinden yeni yıl mesajı vermek zorunda kalmadığı bir yıl diliyorum. Gazetecilerin, avukatların, insan hakları savunucularının dışarıda kendi işini yaptığı, siyasi tutsakların özgür olduğu, içerisi ve dışarısıyla Türkiye’nin hapislikten kurtulduğu bir yıl olsun. Yoksulların, emekçilerin, işçilerin, iyilerin evine, sokağına güzellik ve sevinç getirsin.  Kadınlara yaşam ve özgürlük gücü versin ki her gün cenazelerimizi saymayalım, yanmayalım. Halkın çocukları ekonomide, işsizlik ve güvencesizlik, siyasette ölüm ve zulüm istatistiklerinin rakamı olmasın. İnanıyorum ki 2018 içte- dışta iktidarın yükselttiği savaş, şiddet, OHAL politikalarına karşı daha fazla birleştiğimiz, umudu ve yeni çıkış olanaklarını büyüttüğümüz bir yıl olacak. Karanlık ne kadar yaygın olsa da bunun ışığını görüyorum. Ama yılı yenileyecek olan bizleriz, bunu unutmamak gerekir.  Halkların ve insanlığın yenilik ve durumu değiştirme enerjisi olmadan, her yıl bir takvim döngüsünden ibarettir ve eskinin devamıdır. Yeni yıl yeni zaman bizlerin elinde ve eyleminde doğacaktır.
“İlk kez bir programda bağlama çalacağım”
Cezaevinde yeni yıl programına gelince, benim için gerçekten yeni bir yıl dönümü olacak. Zira iki defadır tek başıma giriyordum yeni yıla. Geçen yıl tecritte, ondan önce de Cizre-Botan hattında küçücük bir otel odasında karın kapattığı yollar açılsın da Cizre’ye ulaşalım diye beklerken girmiştim yeni yıla. Bu yılbaşı daha iyiceyim, üç kişi olacağız en azından. Program yapma işi de bana kaldı. Pek orijinal fikirlerim yok. Şarkı- türkü söyler, sessiz sinema oynarız. Soyut ve zor kitap adları sorup kavga çıkarırız belki. Bir de 12’den sonra pencereleri açıp göremediğimiz arkadaşlara, yoldaşlara avaz avaz türkü söyleriz. Bakın bu da yeni bir şey, geçen yıl birbirimizin sesini bile duyamıyorduk. Ayrıca yılbaşı akşamı ben ilk kez bir programda bağlama çalacağım.  Bütün kaçış yolları tutulduğu ve başka seçenekleri olmadığı için dinleyecekler ve benim çalarken özgüvenim daha yüksek olacak.  Bağlama performansını sadece “mahkum” olanların dinleyebileceğine dair bir hissiyat var içimde ama yine de yeni yıla umutla bakıyorum. İkinci enstrüman alabilirsek erbane ya da bendir de çalacağım; olmadı karavana tencerelerine leğenlere müracaat. Maksat neşeye muhabbete vesile olsun. Ama her durumda aklımız, hevesimiz dışarıya akacak. Üçümüz Sebahat başkan, Aysel başkan ve ben şimdiden yeni yılınızı kutluyoruz.
“İktidar beni zorla yazar yapacak”
-HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve diğer tutuklu vekillerin tutukluluk sürecini anlatan kitapları var. Figen Yüksekdağ imzalı bir kitap görecek miyiz?
Henüz bir kitap çalışması yok. Ama yazmam konusunda epeyce beklenti ve basınç var. Böyle giderse iktidar beni de zorla yazar yapacak. Aslında yayın alanına uzak değilim. Üç yıl gazetecilik, editörlük yaptım, ayrıca epey kağıt çiziktirdi kalemim ama kitap yazmak ayrı bir olay. Benim için kitap yazma düşüncesi kıvamına ve zamanına gelmedi sanırım. Bu nedenle sorunuza “pek yakında” cevabını veremiyorum. Ama etrafta bu kadar basınç ve burnumun ucunda her gün Sebahat başkanın “ne zaman başlayacaksın kitaba” sorguları olduğu müddetçe “pek uzakta” deme şansım da yok galiba.
-Özgürlüğünüze kavuştuğunuzda ilk yapacağınız şey ne olur?
İnsanlara sarılmak olur. Dostlara, yoldaşlara, kadınlara, özlediklerime sarılırım. Bunu öylesine söylemiyorum, bizi ayırmak koparmak amacına ettiler bu kadar zulmü, haksızlığı. Çıkınca daha çok sarılırsam zulüm edenlerin bütün amaçları boşa düşecek, bizi daha fazla kenetleyecek gibi hissediyorum. Bir de sarılmayı bu kadar özleyeceğimi tahmin etmezdim. Dışarıdayken kitle etkinliklerinde, kadın buluşmalarında 500 kişiye sarıldığım oluyor, konuşmaya çıkacak mecali zor buluyordum. Şimdi hiç yorulmadan 5 bin kişiye bile sarılabilirim. Enerjimizin kaynağı sevgi ve bağlılığımızın gücü bu duyguda çünkü. Sonrası bildiğiniz şeyler; her yerde her pozisyonda mücadeleye devam.
-Man adası belgeleri ve Zarrab davası Türkiye’nin gündemine oturmuş durumda. Siz de takip ediyorsunuzdur. Zarrab davası ve Man adası belgeleri Türkiye siyasetini nasıl etkiler?
Tabii Türkiye’de siyaset gündemi hızlı değişiyor. Yolsuzluk ve adaletsizlik gündeminin üstünü de siyasi zor ve medya tekeli yönetimiyle küllediler şimdilik. Önemli olan bizim için, halklarımız için bu gündemin unutulmaması, örtülmemesi. Yolsuzluk, hırsızlık, belgeleri ve davaları dış politikadaki kirli hesaplaşma ve planların değil, iç politikada hesaplaşma ve mücadele konusudur. Eğer yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, haksız para kazanma çarkına müdahale güçlü ve sürekli olmazsa ahlaki çöküntünün altında herkes kalır. Türkiye’ye konuşan siyasetçinin hapiste, çalan, yolsuzluk yapan siyasetçinin sınırsız özgürlükte olduğu bir deli gömleği giydiriliyor.
“Deniz Gezmiş’in parkasını çekiştiriyorlar”
Savaşla, Efrin’i işgal planlarıyla kiri pası kanla örtme taktiği yine merkezde. İnanılmaz bir yalan ve manipülasyon siyaseti işliyor. AKP/ Saray iktidarının tek gerçeği elinde tuttuğu güç ve otorite aygıtları, gerisinin hepsi yalan illüzyon. Filistin-Kudüs meselesinde yarattıkları yalan, algı- siyaset tarihindeki ibretlik bir süreç. İsrail devletinin tarihten bugüne varlığını borçlu olduğu bir devlet ve iktidar, bugün Filistin’in hamisi, Kudüs’ün bekçisi kesildi. Halen yürürlükte olan anlaşmaların, gizli açık işbirliklerini, ortaklıklarını, aldıkları madalyaları, sattıkları davaları dizsek buradan Kudüs’e yol olur. ABD’yle yaşadıkları konjektürel gerilim ve çıkar uyuşmazlığından bir antiemperyalizm hikayesi yazacak kadar da aymazlar. Amerikan projesi bir iktidar, proje denetiminden biraz çıkınca ne kadar inandırıcı olabilirse o kadar inandırıcılar. Deniz Gezmiş’in parkasını çekiştiriyorlar, ama antiemperyalizmde sembol ve kararlı bir duruş oluşturmanın, kıyısından geçemezler. En fazlasından devrimcilerin parkası etrafından dönerler bugün olduğu gibi. Deniz gibi Filistin’de savaşan, mazlum bir halkın topraklarında enternasyonal mücadele değerlerini ve mezarlarını bırakan Türk ve Kürt direnişçilerinin samimiyet ve adanmışlığına yaklaşamazlar. Sonuçta bugün siyaset gerçek gündemlerle ve gerçek bir güçle müdahale görevi, demokrasi özgürlük ve barış dinamiklerinin omuzlarındadır. Savaşa, şiddete, OHAL’e, yolsuzluk ve yalana karşı mücadele kulvarında ortaklaşmak siyasi gündem ve gelişmelere yeni bir yön verir.
-Olası seçimde AKP tek başına iktidar olabilir mi?
AKP tek başına iktidarı verili koşullarda zor gördüğü için baskı rejimini bu kadar güçlendiriyor. Ayrıca tek adam- tek parti yöntemini güvenceye almaları için yüzde 50’den fazlasına ihtiyaçları var. Referandumda bir tık fazlayı bile yoğun baskı, YSK yolsuzluğu ve ellerindeki süper güçle elde ettikleri düşünülürse bugün gerçek bir çoğunluğa dayanamayacakları ortada. Aslında şu an seçimle iktidarda kalacağına inanan bir iktidar yok karşımızda. Zorla demokratik seçim kriterlerini çiğneyerek, kendine göre çarpıtarak, hile yolsuzluk mekanizmalarını işleterek iktidarda kalmaya kilitlenmiş bir siyaset var. Bu nedenle önemli olan muhalefet güçlerinin nerede kalacağı. Hayati bir kavşakta yine muhalefette mi kalınacak? Artık hoşnutsuzluk, umutsuzluk ve pasif eleştiri halinin ötesine geçip kazanmaya odaklanmak tek geçerli yol. Bunun içinde seçimi beklemeden demokrasiyi kazanma mücadelesini büyütmeliyiz.
-Partinizi kongre süreci yaklaşıyor. #Özgürüz aracılığı ile iletmek istediğiniz mesaj var mıdır?
Başarılı bir kongre süreci olacağına eminim. Her bir parti üye ve yönetimiz büyük sorumluluklar alarak, ağır baskı ve kuşatma saldırılarına rağmen partimizi dimdik ayakta tutmayı başardı. Kongremizle birlikte bu iradenin daha ileriye taşınacağına inanıyorum. Bunun somut işaretleri il ve ilçe kongrelerimizde görülmektedir. Sizlerin aracılığı ile şimdiye kadar partimize emek vermiş olan ve yeni dönemde emek verme iradesini gösterecek olan tüm yoldaşlarıma sevgi ve selamlarımı iletmek isterim.
Röportaj: Zübeyde Sarı & Fatih Yeşilçınar
Özgürüz 27 Aralık 2017
9 notes · View notes
haber-zeynart · 4 years ago
Text
Kadir Şeker'in tutukluluk hali sürecek
Tumblr media
Konya'da parkta sevgilisini darbettiğini düşündüğü kişiyi engellemek isterken öldüren, hakkında "haksız tahrik altında kasten öldürme" suçundan 12 yıldan 18 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan Kadir Şeker'in tutukluluk halinin devamına karar verildi.3. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya, tutuklu sanık Şeker, maktul Özgür Duran'ın anne ve babası, taraf avukatları ve tanıklar katıldı.''KADININ AĞLAMASINA DAYANAMADIM''Sanık Şeker, daha önce verdiği ifadelerini tekrarladı, öldürme kastıyla hareket etmediğini savundu.Teyzesinin evine gittiği sırada parktan tartışma sesleri duyduğunu anlatan Şeker, "Bir kadının ağlama sesini duydum. 'Tamam, yeter' diyordu. Kadının ağlamasına dayanamadım yanlarına gittim. Şahsı uyarınca sinirlendi ve bana küfretmeye başladı. 'Karım değil mi sana ne' dedi. 'Karınsa neden ağlatıyorsun' dedim. Kadın da 'Hadi git ablam, o benim eşim' deyince arkamı dönüp uzaklaştım. 15 metre kadar uzaklaşmıştım ama şahıs küfretmeye devam etti. En son anneme küfür etti, 'Seni bulacağım' dedi. Arkamı dönüp 'Bulamazsın' dedim, saldırdı" ifadelerini kullandı."SADECE KADININ İYİ OLDUĞUNDAN EMİN OLMAK İSTEMİŞTİM"Daha önce bir kavga olayına karışmadığını ve olay günü de kavga etme niyeti taşımadığını belirten Şeker, "Bana saldırınca karşılık veremedim. Yüzüme sürekli yumruk attı. Boğazıma yapıştı, nefesim kesildi. Öleceğimi sandım. 'Belki bıçağın açılma sesini duyar ve beni bırakır' diye cebimdeki bıçağı çıkardım ama bırakmadı ve yere düştük. Read the full article
0 notes
kocaalihaber · 5 years ago
Text
0 notes
turkiyedenhaber · 5 years ago
Text
Annesinin maaşını alabilmek için 2,5 yıl cesedini sakladı!
Tumblr media
BBC Türkçe’de Heerlen’de 66 yaşındaki bir kişi, birlikte yaşadığı 91 yaşındaki annesini Temmuz 2013’te kaybetti.Ancak, annesinin emekli maaşının kesilmesi durumunda aylık gelirinin azalacağını düşünen adam, ölümden kimseye söz etmedi. Ertesi gün annesinin bedenini hava geçirmeyecek şekilde plastik folyoya saran Hollandalı adam, cesedi bir tabuta yerleştirdi.Tabutu, annesinin yatak odasında saklayan adam, kokuyu önlemek için geceleri pencereleri açarak, bol miktarda koku giderici kozmetik ürünü kullandı.Tabut 2,5 yıl sonra, çevre sakinlerinin merakı ve girişimi sonunda bulundu. Bu süre içerisinde Hollandalı adam, annesi adına toplam 72 bin 800 euro emekli maaşı aldı.İLGİLİ HABER
Tumblr media
Erdoğan'dan EYT yorumu: 40 yaşında emeklilik mi olur? EMEKLİ MAAŞINI DA GERİ ÖDEYECEKTemyiz mahkemesi, “adamın iyi düşünülmüş ve planlı bir şekilde hareket ederek dolandırıcılık yaptığını, ölü bedenine ve ona veda etmek isteyen yakınlarına saygısızlık ettiğine” karar verdi.Mahkeme, bugüne kadarki tutukluluk süresini de dikkate alarak, sanığın 10 ay hapis cezasına çarptırılmasına karar verdi.Ayrıca adamın, emeklilik sigortasına, haksız şekilde elde ettiği 15 bin 500 euroyu geri ödemesini de kararlaştırdı.Yerel mahkeme, Hollandalı adamın 2,5 yıl boyunca belediye tarafından verilen sosyal ödeneklerin de iadesine karar vermişti. Ancak temyiz mahkemesi bunu bozdu ve belediyenin, sosyal ödeneği geri alabilmesi için yeniden dava açması gerektiğini bildirdi.Hollandalı adam, annesinin ölümünden sonra sosyal yardıma muhtaç kalmamak için bu yola başvurduğunu söyledi. Adam, ölmeden önce bu konuyu annesine de danışarak, onayını aldığını savundu.Haberleri instagram'da takip et --> @turkiyeden.haber Read the full article
0 notes
vatankocaeli-blog · 5 years ago
Text
Eşini öldüren polis memuru için haksız tahrik indirimi isteği
Son Dakika https://www.vatankocaeli.com/esini-olduren-polis-memuru-icin-haksiz-tahrik-indirimi-istegi-19249h.html
Eşini öldüren polis memuru için haksız tahrik indirimi isteği
Tumblr media
KOCAELİ‘nin Körfez ilçesinde, boşanma aşamasındaki eşi Elif Yavuz’u silahla vurarak öldüren polis memuru İbrahim Yavuz hakkında yargılandığı davanın savcısı, ‘maktulün sadakat yükümlülüklerine aykırı davranışlarda bulunduğu’ iddiasıyla haksız tahrik indirimi yapılmasını istedi.
Geçen yıl Körfez Güney Mahallesi’nde meydana gelen olayda, İzmit’te bir polis merkezinde görevli olan polis memuru İbrahim Yavuz, boşanma davası açan eşi Elif Yavuz’u çocuklarının gözü önünde, tabanca ile 2 el ateş ederek öldürdü. Olaydan sonra teslim olan İbrahim Yavuz tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Yavuz hakkında ‘eşini kasten öldürdüğü’ iddiası ile açılan davaya Kocaeli 3. Ağır Mahkemesi’nde devam edildi. Duruşmada mütaalasını açıklayan Cumhuriyet savcısı, sanığa ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmesini talep ederek, ‘henüz ayrılık ya da boşanma kararı verilmemiş durumdayken maktulün sadakat yükümlülüğüne aykırı davranışlarda bulunmuş olması’ nedeniyle haksız tahrik indirimlerinin uygulanmasını istedi.Mahkeme heyeti İbrahim Yavuz’un tutukluluk haline karar vererek, tarafların mütalaa karşısındaki savunmalarını yapmaları için duruşmayı erteledi.
0 notes
mehmetcansiz · 5 years ago
Text
Adam Öldürme Suçu- Meşru Müdafaa Şartları Varsa Sanık Ceza Alır mı?
ÖZET: Yasal savunma' dan söz e dilebilmesi için, maddi mahiyette bir saldırının bulunması, saldırı ile savunmanın hemzaman olması , savunmanın saldırının devamı sırasında yapılması, savunma ile saldırı arasında uygun oran bulunması gerekir. Saldırı başlamadan önce savunmaya geçirilmesi haklı sayılmayacağı gibi saldırı bittikten sonra savunmada bulunulması de meşru sayılamaz. Ancak "saldırının halen varlığını" geniş manada anlamak ve başlayacağı artık muhakkak olan bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldır da henüz sona ermemiş saymak zorunludur. Yasal savunmada hiçbir zaman ve hiçbir durumda sanığa kaçma yükümlülüğü yüklenemez. Sanıktan, kaçarak kurtulması istenemez. Failin kaçma olanağının bulunup bulunmadığı da dikkate alınamaz. T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu Esas: 1994/1-127 Karar: 1994/152 Karar Tarihi: 30.05.1994 ADAM ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS SUÇU - KAVGADA KORKUTMA AMACIYLA SİLAH ÇEKME - YASAL SAVUNMA - Meşru Müdafaa' NIN VARLIĞI İNCELENİRKEN KAÇMA İMKANININ OLMASININ DEĞERLENDİRİLMEYECEĞİ - ŞAHISTA HATA   (765 S. K. m. 49, 51, 466) Dava: Adam öldürmeye teşebbüs suçundan sanık Hakkı AkdumanIın değişen suç vasfına göre TCY.nın 466/2, 51/1. maddeleri gereğince 1 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına ve bu cezasının ertelenmesine ilişkin Samsun 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 15.3.1993 gün 56/46 sayılı hükmün C. Savcısı ve sanık vekili tarafından temyizi üzerine dosyayı inceleyen; Yargıtay 1. Ceza Dairesi 2.11.1993 gün 2060/2212 sayı ile; "Sanık Hakkı Akduman'ın Bahattin Yüksel iye tartışmasında Bahattin'in silahını çekmesi üzerine nefsine vaki saldırıyı filhal defi zarureti içinde silahı çektiği yolundaki aşamalarda değişmeyen ifadesi eldeki boş kovanlar, çekirdek ve ekspertiz raporu ile doğrulandığından sanığın TCK.nun 49. madde koşulları içinde bulunduğunun kabulü ile uygulama yapılarak ruhsatlı silanının da sanığa iadesine karar verilmesi gerekirken değişen şahadete itibar edilerek yazılı şekilde mahkumiyet kararı verilmesi" isabetsizliğinden bozmuş. Yerel Mahkeme 29.12.1993 gün 236/243 sayı ile ; "Toplanan kanıtlara, tanık beyanlarına göre her iki sanık da silah çekip ateş etmişlerdir. Ancak, önce hangisinin ateş ettiği, sanığın da bunun üzerine ve savunma amacıyla yalnızca silah çektiği yolundaki bozmada değinileln oluş sabit olmamıştır. Eylem, hafif tahrik altında kavgada korkutma amacıyla ateş etme suçunu oluşturmaktadır." gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir. Bu hükmün de Yargıtayca incelenmesi sanık vekili tarafından süresinde istenildiğinden dosya, Yargıtay C. Başsavcılığının "bozma" istemli 26.4.1994 günlü tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü. YARGITAY CEZA GENEL KURULU KARARI Adam öldürmeye teşebbüs suçundan açılan ve değişen suç vasfına göre kavgada silah boşaltmak suçundan TCY.nın 466/2,51/1. maddeleri gereğince sanığın cezalandırılmasına karar verilen olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; yüklenen suçun yasal savunma sınırları içinde işlenip işlenmediğine ilişkindir.
Tumblr media
Yasal savunma (meşru müdafaa), bir kimsenin kendisine veya başkasına yöneltilen ağır ve haksız maddi bir saldırıyı zorunlu olarak uzaklaştırmak için gösterdiği haklı karşıt davranışlardır.
Yasal savunmadan sözedilebilmesi için, maddi mahiyette bir saldırının bulunması, saldırı ile savunmanın hemzaman olması , savunmanın saldırının devamı sırasında yapılması, savunma ile saldırı arasında uygun oran bulunması gerekir. Saldırı başlamadan önce savunmaya geçirilmesi haklı sayılmayacağı gibi saldırı bittikten sonra savunmada bulunulması de meşru sayılamaz.
Ancak "saldırının halen varlığını" geniş manada anlamak ve başlayacağı artık muhakkak olan bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırı da henüz sona ermemiş saymak zorunludur.
Meşru Müdafaa da hiçbir zaman ve hiçbir durumda sanığa kaçma yükümlülüğü yüklenemez. Sanıktan, kaçarak kurtulması istenemez. Failin kaçma olanağının bulunup bulunmadığı da dikkate alınamaz. Savunmada zorunluluk bulunup bulunmadığı her olayın özelliğine göre saptanmalıdır. Failin kendisi veya bir başkasını savunurken karşılaştığı durum ve kullanılan vasıtalara denk olmayan şekilde savunmada bulunması veya saldırganı etkisiz hale getirdikten sonra da savunma ve tepkilerinde ısrar etmesi halinde zaruret sınırının aşılması söz konusu olacaktır. Maddi olayda, sanık ile TCY.nın 456/4, 52, 457/1, 51/1. maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar verilen ve hakkındaki mahkumiyet hükmü onanan sanık Bahattin Yüksel, Köy Hizmetleri Müdürlüğünde karşılaşmışlardır. Bahattin Yüksel'in, yapılan bir seçim nedeniyle "arkadan konuşmuşsun, yanlışlık yapmışsın" demesi üzerine aralırında münakaşa çıkmış ve olay sırasında iki el ateş edilmiştir. Şahısda hata sonucu yaralan mağdur Ahmet Aydıner, olay günü alınan ilk ifadesinde, koridorda münakaşa eden sanıkları aralamak istediğinde yaralandığını, kimin ateş ettiğini bilmediğini söylemiş, ikinci ifadesinde ise sanık Hakkı Akduman'a ayıp oluyor dediğinde sanığın tabancasını çıkardığını, bunun üzerine onun arkasına geçtiğini, sanığın tahminen yere doğru bir el ateş ettiğini, tabancasının tutukluluk yapması nedeniyle manevra yaptığını ve merdivenden iki basamak inerek bir el daha ateş ettiğini, seken bu kurşunla yaralandığını, sanık Bahattin Yüksel'in silah çektiğini görmediğini ve sırtının Bahattin'e dönük olduğunu beyan etmiştir. Duruşmada ise sanığın hedef gözetmeksizin bir el yere, bir el havaya ateş ettiğini, bir el de arka tarafından ateş edildiğini, kimin ateş ettiğini görmediğini ve bu üçüncü kurşunla yaralandığını söylemiş, daha sonra ise sanığın ateş etmesinden sonra arkasından görmediğinden bir işi tarafından ateş edildiğini, müteakiben sanğın yeniden ateş ettiğini, hangi sanığın kurşunu ile yaralandığını bilmediğini ifade etmiştir. Sanık aşamalarda, diğer sanığın yumruk vurduğunu, belinden tabancasını çıkarıp ateş ettiğini, merdivenden aşağıya indiğini, ruhsatlı silanını çektiğini, bu sırada sanık Bahattin'in tekrar ateş ettiğini, kaçarak bahçeye gidip beklediğini, ateş etmediğini, silahının muayenesi ile bu durumun anlaşılacağını ileri sürmüştür. Direnme kapsamı dışında kalan sanık Bahattin Yüksel ise, sanığın silahını çekip ateş etmesi üzerine hedef gözetmeksizin havaya ateş ettiğini bildirmiştir. Bir kısım tanıklar, olay sırasında iki el silah sesi duyduklarını, kimin ateş ettiğiği görmediklerini, bir kısım tanıklar ise sanıkta tabanca gördüklerini ancak ateş ettiğğini görmediklerini, sanık Bahattin'in kardeşi olan Nazım Yüksel ile Halim Çolak ise önce sanığın sonra diğer sanık Bahattin'in ateş ettiğini, beyan etmişlerdir. Mağdurun aşamalarda sanık aleyhine genişlettiği ifadesi ile bir kısım tanık beyanları fenni delillerle çelişkilidir. Zira olayda iki el ateş edilmiştir. Magdurun vücudundan çıkartılan mermi çekirdeği ile olay yerinde bulunan iki boş kovan ve çekirdeğin sanık Bahattin Yüksel'e ait tabancadan atıldığı da ekspertiz ve Adli Tıp Kurumu Fizik-Balistik İhtisas Dairesi raporları ile sabit olmuştur. Ayrıca olay yeri tutanağında belirtilen boş kovanlarla çekirdeğin bulunduğu yerler de savunmayı doğrulamaktadır. Bu itibarla sanığın aşamalarda değişmeyen savunması, tanık beyanları, maddi ve fenni deliller ile doğrulandığından, Bahattin Yüksel'in ateş etmesi üzerine sanığın tabancasını çektiği fakat aşet etmediği, mağdurun ise sanıkla konuşurken diğer sanık Bahattin'in ateşi sonucu sırtından yaralndığı sübuta ermiştir. Sanık uğradığı silahlı saldırı üzerine kendisini korumak amacıyla saldırı ile hemzaman olarak ruhsatlı olan tabancasını çekmiştir. Bu nedenle olayda yasal savunmanın koşulları gerçekleştiğinden TCY.nın 49. maddesi uygulanarak ruhsatlı olan silanının sanığa iadesi gerekmektedir. Bu nedenle Yerel Mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir. Sonuç: Açıklanan nedenlerle Yerel Mahkeme direnme hükmünün(BOZULMASINA 30.05.1994 tarihinde oybirliği ile karar verildi. T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu Esas: 1990/1-253 Karar: 1990/323 Karar Tarihi: 03.12.1990 ADAM ÖLDÜRMEK SUÇU - SANIĞIN MAKTÜLÜ YASAL SAVUNMA (Meşru Müdafaa) SINIRLARINI AŞMAK SURETİYLE Mİ YOKSA AĞIR TAHRİK ALTINDA MI ÖLDÜRDÜĞÜ TARTIŞMASI - YASAL SAVUNMADA SANIĞA KAÇMA MÜKELLEFİYETİNİN YÜKLENEMEYECEĞİ ÖZET: Kahvenin içindeki odada geçen hadiseye ilişkin görgü tanığı yoktur. Sanık, "haraç isteyen maktülün masadan kalkarak karşı masaya geçtiğini, 1,5 metre mesafeden bir el ateş ettiğini, bunun üzerine tabancasını maktüle tevcih ederek boşalttığını, kaç el ateş ettiğini hatırlamadığını beyan etmiştir. Savunmanın aksi kanıtlanamadığı gibi, maktülün tabancasının ele geçmesiyle de savunma doğrulanmıştır. İlk atış maktül tarafından yapılmasa bile, maktülün silahına davranması ile sanık, yasal savunma koşullarına girmiştir. Bir gün önceki olayların etkisi altında bulunan sanık, tabancası ile müteaddit defa ateş etmiş, otopsi raporunda belirtildiği üzere maktülün vücudundan, üçü müstakilen öldürücü nitelikte olan altı mermi çekirdeği çıkartılmıştır. Sanığın bir iki el ateş ederek öldürüleni etkisiz hale getirmesi mümkün iken, en az altı el ateş ederek zaruret sınırını aşmıştır. Bu nedenle sanık hakkında TCY.nın 49. maddesi yoluyla 50. maddesinin uygulanması gerekir. (765 S. K. m. 50, 51, 59) Dava: Adam öldürmek ve 6136 sayılı Yasaya aykırı davranmak suçlarından sanık Ceyhun'un TCY.nın 448, 51/2, 59; 6136 sayılı Yasanın 13/2; TCY.nın 59, 71. maddeleri gereğince 6 yıl 8 ay ağır hapis ve 4 yıl 2 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ve fer'i ceza tayinine ilişkin, (Adapazarı Ağır Ceza Mahkemesi)nce verilen 27.12.1989 gün 130/315 sayılı hükmün sanık vekili tarafından temyizi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 4.5.1990 gün 759/1189 sayı ile; "Maktül ile sanığın hadiseye takaddüm eden zamanda birlikte kahve çalıştırdıkları, aralarında çıkan anlaşmazlık nedeniyle ortaklığın sona erdiği, maktülün olaydan bir gün önce sanığın işyerine giderek ona hakaret ettiği, tabanca kabzası ile başına vurduğu, olay günü saat 16.00'da yine aynı yere gidip icapsız hareketlerde bulunduğu, saat 23.30 sıralarında tekrar gelerek kahve önünde oturan sanığı konuşmak için davet ettiği, kahvenin iç tarafındaki odaya birlikte girdikleri, oda içerisinde ceryan eden olayın tanığının bulunmadığı, sanığın aksi sabit olmayan bu itibarla kabulünde zorunluluk bulunan savunmasına göre, maktülün silahını çekerek sanığa ateş ettiği anlaşılmış şu durumda maktülün tabancısını çekmekle sanığı yasal savunma koşulu içine soktuğu tebellür etmiş ve fakat nefsine karşı vaki haksız saldırıyı bir veya bir kaç el atışla def'i imkanına sahip olmasına rağmen sanık tabancasının maktüle tevcihan altı el ateş edip otopsi tutunağında belirtildiği şekilde maktülde üç ayrı ve müstakil öldürücü nitelikte yara husule getirerek zaruretin tayin ettiği hududu tecavüz etmek suretiyle maktülü öldürmüş olmasına nazaran, sanığın öldürme suçundan eylemine uygun düşen TCK.nun 49. maddesi delaletiyle 448. 50. maddelerine tevfikan cezalandırılması gerekli iken 51/2. maddenin tatbiki cihetine gidilmesi" İsabetsizliğinden bozmuş, Yerel Mahkeme, 9.7.1990 gün 176/165 sayı ile; "Tanık beyanlarından; kahvenin özel odasındaki tartışma sırasında sanığın 5-6 el ateş ederek müşterilerle birlikte kaçtığı, bir süre sonra maktülün dışardakilere haber vermek gayesiyle ateş ederek yardım istediği, sanığın iddia ettiği gibi maktülün 1.5 metre mesafeden sanığa ateş etmesi halinde isabet ettirememesinin imkansız olduğu, kaçan sanığın arkasından ateş etmesi gerektiği, halde ateş edilmediği anlaşılmıştır. Bir an için savunma kabul edilse bile. TCY.nın 50. maddesi değil 49. maddesi uygulanmalıdır" gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir. Bu hükmün, Yargıtay'ca incelenmesi sanık vekili tarafından süresinde istenildiğinden, dosya Yargıtay C. Başsavcılığı'nın bozma istemli 2.10.1990 tarihli tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa gönderilmekle; Ceza Genel Kurulu'nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü: Karar: Sanığın adam öldürmek suçundan TCY. nın 448. 51/2. 59. maddeleri gereğince cezalandırıldığı olayda, Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığın maktülü yasal savunma sınırlarını aşmak suretiyle mi, yoksa ağır tahrik altında mı öldürdüğüne ilişkindir. Yasal savunma (meşru müdafaa); bir kimsenin kendisine veya başkasına yöneltilen ağır ve haksız maddi bir saldırıyı uzaklaştırmak için gösterdiği zorunlu tepkidir. Yasal savunma halinde, işlenen fiil hukuka uygundur. Bunun sebebini, hukuk düzeninin hakkın saldırıya uğramasına izin vermeyeceği esası belirlemektedir. Savunmada bulunmak her canlının ve bu arada insanın kendisini ve başkalarını korumak tepkisinin bir sonucudur. Yasal savunmada, hiç bir zaman ve hiç bir ahvalde sanığa kaçma mükellefiyeti yüklenemez ve kaçarak kurtulması istenemez. Failin kaçma olanağının bulunup bulumadığı da, dikkate alınamaz. Yasal savunmadan sözedilebilmesi için, maddi mahiyette bir saldırının bulunması, savunma ile saldırının her zaman olması, savunmanın saldırının devamı sırasında yapılması, savunma ile saldırı arasında uygun oran bulunması gerekir. Ancak, saldırının varlığını geniş manada anlamak ve başlayacağı muhakkak olan bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı da henüz sona ermemiş saymak gerekir. Savunmada zorunluluk bulunup bulunmadığı da, her olayın özelliğine göre saptanmalıdır. Saldırıya uğrayanın bizzat fail olması gerekmez. Üçüncü bir kişinin tecavüze maruz kalması halinde de yasal savunma koşulları gerçekleşebilir. Failin kendisi veya bir başkasını savunurken karşılaştığı koşullarla ve vasıtalarla denk olmayan şekilde savunmada bulunması veya saldırganı etkisiz hale getirdikten sonra da müdafaa ve tepkilerine ısrar etmesi halinde zaruret sınırının aşılması sözkonusu olacaktır. Maddi olayda; ortak kahvehane işleten sanık ile öldürülen bu ortaklığa son vermişlerdir. Maktül, olaydan bir gün önce sanığa devrettiği kahveye gelerek para istemiş, borcu olmadığını söyleyen sanığa üzerinde taşıdığı tabancasının kabzası ile vurmuş ve orada bulunanların telefonla karakola ihbarı üzerine soruşturmaya başlanmıştır. Maktül ertesi gün, yani olay günü saat 16 sıralarında sanık yokken kahvehaneye gelerek küfretmiş, oturanları dışarı çıkararak kahveyi kapatmış, sonra gelen sanık durumu öğrenerek kahvehanesini açmıştır. Saat 23.30. sıralarında tekrar gelen maktül, sanığa küfretmiş, kahvenin içinde bulunan 2x3 m. ebadındaki özel odaya birlikte girmişlerdir. Bir süre sonra, silah sesleri duyulmuş sanığın dışarı çıkmasını takiben odada bulunan maktül ateş ederek yardım istemiştir. Hastaneye kaldırılan maktül bilahare ölmüştür. Kahvenin içindeki odada geçen hadiseye ilişkin görgü tanığı yoktur. Sanık, "haraç isteyen maktülün masadan kalkarak karşı masaya geçtiğini, 1,5 metre mesafeden bir el ateş ettiğini, bunun üzerine tabancasını maktüle tevcih ederek boşalttığını, kaç el ateş ettiğini hatırlamadığını beyan etmiştir. Savunmanın aksi kanıtlanamadığı gibi, maktülün tabancasının ele geçmesiyle de savunma doğrulanmıştır. İlk atış maktül tarafından yapılmasa bile, maktülün silahına davranması ile sanık, yasal savunma koşullarına girmiştir. Bir gün önceki olayların etkisi altında bulunan sanık, tabancası ile müteaddit defa ateş etmiş, otopsi raporunda belirtildiği üzere maktülün vücudundan, üçü müstakilen öldürücü nitelikte olan altı mermi çekirdeği çıkartılmıştır. Sanığın bir iki el ateş ederek öldürüleni etkisiz hale getirmesi mümkün iken, en az altı el ateş ederek zaruret sınırını aşmıştır. Bu nedenle sanık hakkında TCY.nın 49. maddesi yoluyla 50. maddesinin uygulanması gerekir. Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Yerel Mahkeme direnme hükmünün istem gibi BOZULMASINA, 12.11.1990 günü yapılan ilk görüşmede yasal çoğunluk sağlanamadığından 3.12.1990 günlü ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi. (¤¤)
Türk Ceza Kanununda Ceza Sorumluluğunu Kaldıran veya Azaltan Nedenler
Read the full article
0 notes