#istenç
Explore tagged Tumblr posts
Text
"Nasıl ki sanatta bir noktada durmayı bilmek gerekir, bir yontuda artık dokunulmaması gereken bir an her zaman gelir ve bu açıdan akılla açıklanamayan bir istenç, öngörünün en incelikli olanaklarından daha çok işe yararsa; bir yaşamı mutluluk içinde tamamlamak için de akılla açıklanamayan küçücük bir şey gerekir. Olmayanlar, onu elde etmeli."
-albert camus
27 notes
·
View notes
Text
Yasak elma. İnsanoğlu ister miydi varoluşundan beri bu kanlı elmayı? Yoksa Havva yalnızca basit bir elmanın tadına baktı diye mi cennetten afaroz edildi öylece? Mutlak bu elmada görünmez, duyulmaz sırların bir çeşit zehri olmalıydı ki yasak olsun. Neydi bu elmayı yasak ve dokunulmaz kılan... Neydi o Ademoğlunun cennetten kapı dışarı edileceğini bile bile meydan okuması güzele ve huzura. Bile bile terketmesi harikalar diyarını ve ateşe atılması. Yoksa insanoğlu huzurda bulmaz mıydı güzelliği, güzellik diye adlandırılan aslında kavuşmak istediğimiz günahların aynası mıydı? Biz değil miyiz güzelliğe aşık olan uğruna canımızı feda ettiğimiz... Öyleyse neydi aşık olduğumuz? O vakit başından beri bütün berduş arzularımızın doğurduğu bir eserin estetiğine çarpılıyordu ademoğlu. Tutuluyordu tutulmasına ancak adım atabiliyor muydu hepsi? Uzaktan mı bakıyordu bu elmaya yoksa bütün bütün arzuladığı halde. Yoksa gerçekten yasakların ve günahların albenisine karşı bir kayıtsızlığı mı vardı O'nun. Veyahut kalbinin, ruhunun her bir zerresi en kötü ve en kirli imkansızına istenç duyarken nefsine kapıları kapatıp bu sevimli ve masum görünen lezzetli zehrin kanına karışmasına red mi veriyordu? Ya da daha yolu düşmemişti bu elma ağacının çekici adresine.
Şimdi sen söyle kendine dürüstçe neyi arzuladığını, kulak ver içindeki iblisvari sese. Gel bana söyle sonra çünkü seni en çok ben anlıyorum. En çok ben hissediyorum içindeki anlam veremediğin gayrumeşru savaşı.
Bende de var çünkü; şeytanı taşlar gibi taşlanmış, bir orospuyu ayıplar gibi ayıplanmış o katliam.
Elbet en çok ben duyuyorum seni...
Ve bizim gibi hisseden, hep imkansız ve yasak kılınmış olanı arzulayanları...
2 notes
·
View notes
Note
Bazen istemsizce kalbiniz zihninize hükmedince hangisinin sesini dinlersiniz veya nasıl bastırmaya çalışırsınız yorumunuzu çok merak ediyorum
Hiçbirini bastırmaya çalışmam, hissi eğilimlerime de rasyonel eğilimlerim kadar kulak vermeye çalışırım. İkisi çeliştiği zamansa rasyonel yanımdan gelen sesi dinlemeye çalışıyorum ama bunu her zaman başarabiliyorum diyemem elbette. Burada yaptığıma da bastırma diyemem, burada bir seçim yapıyor oluyorum önüme iki farklı yöne doğru bir istenç çıkıyor sadece. Neyi neden seçtiğimi ve kısa ve uzun vadede olacakların muhasebesiyle hareket ediyorum. Genelde hissi tarafımız çok daha kısa vadeyi düşünen, anlık hazları merkezine aldığı için her daim kazançlı olmuyor ama bazen de spontane olmak gerekiyor. Yapmakta olduğum seçimin durum ve koşullarına bağlı yani tamamen hangi sesi dinleyeceğim.
8 notes
·
View notes
Photo
“ Ramazan-ı şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerritlere zaafını ve aczini ve farını ihsas ediyor. “
Mütemerrit: borçlu gafil: aymaz acz:düşkün, yaşlı, güçsüz zaaf: irade, istenç zayıflığı fakr: fakirlik ihsas etmek: duyurmak
3 notes
·
View notes
Text
adalet istenci ve suçluluk psikolojisi
Adalet Kavramı Üzerine Düşünmek
Adaletle birlikte temel olarak gün yüzüne çıkan, hak hukuk güç eşitlik özgürlük güven vb. kavramlara etraflıca baktığımızda; adalet isteğinin insanda neyi karşıladığı, neyi “örtmek” ya da neyi “sağlamak” amacıyla yaşamın bir parçası olarak belirdiği, içsel bir gereklilik olarak kendiliğinden mi zuhur ettiği yoksa bir kavram olarak belli bir eğilime yön vermek amacıyla dışsal bir dayatma olarak mı kurulduğu soruları ekseninde düşünmek faydalı olacaktır.
Bu araştırmada adaletin büyük kurum ve başlıklarla olan ilişkilerinin tanımları ve sonuçlarıyla ilgili değil, “istenç” bağlamında adaletin şemsiyesi altına aldığı tüm bu duyum ve kavramların kökünde yatan güdülenmeleri anlamaya çalışacağım. İnsan teki adaleti neden ister? Adalet zaten isteklerin ve güdülerin içinde kaynaşık olarak hüküm sürmemekte midir? Adalet elde edilecek, hak edilecek ya da dağıtılacak bir olgu mudur? Bizim ne ölçüde dışımızda ne ölçüde içimizde konumlanacaktır? Kişisel midir, toplumsal mıdır? Kişisel olan ne ölçüde bağımsız bir kişisellik taşır? Adaletin eksiksiz sağlandığı bir dünyada adalet isteği yerini neye bırakacaktır? Böyle bir dünyada herkes bu adaleti hissedip özümseyebilecek midir, adalet kavramına gereksinim duyulacak mıdır? Adalet gerçekten elde edilebilir mi? Tüm çağlar ve toplumlarda geçerli sabit bir istek midir? Ne ölçüde iktidar aygıtlarının içine eklemlenmiştir? Adalet insandan çalınmış mıdır? Ondan bir kavram olarak bahsedebiliyor olmamız onu içkin bir şekilde yaşayamıyor oluşumuzun göstergesi midir? Nesnel olmakla yükümlü adaletin, öznel talepleri nereye ve nasıl oturtacağını kim nasıl belirleyecektir? Ve izlek olarak belirlediğimiz suçluluk psikolojisi, adalet istencinin tam olarak neresinde durur ve onu ne gibi anlamlara doğru taşır?
Modern İktidar ve Adalet İlişkisi
Öncelikle hak ve hukuktan söz etmeli. Arapça kökünden hakim, hakem, mahkum, mahkeme, muhakeme, hüküm kelimelerini türetebildiğimiz bu kavram; bir sınamadan, saptamadan, yargıdan, kanıdan, tanıdan, yaptırımdan, doğruluktan, kazanımdan, x’e göre y olmak durumundan, hakkın niceliğinden söz ederek, iktidar olgusundan ayrılamaz bir bölgede konumlanır. Ortada bir ayıklama, sayma, sağlama, sınama, sorma işlemi vardır. Muktedir olan, hükümdar olan, iktidar olan, kadir ve kadim olan, hakim olan, hakkı olan, mahkum edilen, hakir görülen, hükmü verilen, hüküm giyenlerden söz açılmış olunur.
Bu kadar çok kavram özelinde ağlaşan, nesnelerini yaratan bir sistem, nasıl bir iddiayla kendisini ortaya sürer? “Adaletin sağlayıcıları”ndan söz ederken, ona etfettiğimiz kutsiyet boyutunun değiştiği çağlar arasındaki farklılıklara eğilmek bize ne anlatabilir? Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı kitabındaki bu farklarla ilgili şu soruna odaklanır:
“İktidarın kendini gösteriş ve debdebe içinde dışa vurduğu, gücünü bu gösterişten aldığı eski siyasal sistemden mümkün olduğunca ve giderek artan bir şekilde görünmez hale geldiği modern siyaset sistemine geçiş, bir yandan iktidarı kişileştiren hükümdarın yerine, adsız kişiler tarafından kullanılan bir yönetim aygıtının yerleşmesiyle, diğer yandan da kamuya açık cezalandırmadan, gizli cezalandırmaya doğru olan bir hareketle belirlenmektedir.Kendini öne çıkartan iktidar bireyin oluşmasını engellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak yani egemen olmak demektir. Böylece modern iktidar çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal hale getirmiş, egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır.”
İktidarın sinsi ve derinlikli bir örgütlenme olarak her türlü toplumsal ilişkide kendisine alan bulduğunu düşünen Foucault’nun bu paragrafında vurgu yapılan modern iktidar, adalet sağlayıcılığı konusunda da bireyler üzerinde benzer bir örgütlenme ve çarpıtma yoluna gitmiştir. Michel Foucault ile Noam Chomsky’nin “iktidara karşı adalet” başlığı özelinde yaptıkları tartışmayla ilgili, Taylan Doğan şöyle bir aktarımda bulunuyor:
“Konu, muhalif bir toplumsal mücadelenin kendini nasıl meşrulaştırdığıdır.Bu noktada Michel Foucault; proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelede adaletin, -daha adil bir dünya tasarımının- aslında iktidar mücadelesindeki tarafların kullandığı söylemin unsurlarından biri olduğunu iddia eder. Kendi başına adalet -üstelik mutlak adalet- toplumsal mücadelenin meşruluğu için başvurulması pek doğru olmayan bir kavramdır. Eğer proletaryanın mücadelesi haklıysa bu onun bütün sınıfları ortadan kaldıracak biricik sınıf olmasından kaynaklanır. Bir başka deyişle; haklılığı tarihten gelir; soyut bir adalet kavrayışından değil. Noam Chomsky bu görüşe şiddetle karşı çıkar. Proletaryanın ya da başka herhangi bir ezilen sınıfın mücadelesi sonunda ayrıcalıklı bir bürokrasinin oluşmasıyla sonuçlanacaksa bunu savunamayız der. Bizim bir mücadeleyi haklı görüp katılmamıza yol açan, sahip olduğu daha adil ve eşitlikçi toplum tasarımıdır. Şiddet de dahil kullandığı araçlar ancak bu temelde haklı gösterilebilir. Bu nedenle Chomsky, mutlak değilse de göreli bir adalet kavramına başvurmayı toplumsal mücadelenin olmazsa olmaz koşulu sayar. Gerçekte insan doğası kendini geliştirme, yaratıcılık ve adalet gibi nosyonları içinde barındırmaktadır. Ama içinde yaşadığımız toplumsal yapı, sistematik olarak bu yönlerimizi bastırır ve bizi pasifize eder. Bu açıdan bakıldığında, Chomsky'ye göre, muhalif toplumsal mücadeleler gerçekte insanın doğasında bulunan dayanışma ve adalet arayışının özgürce hayata geçebileceği koşulları yaratma mücadelesidir.”
Bu iki farklı görüşte görüşün bağdaştığı ortak nokta, adaletin artık salt saf bir içsel bir gereksinim olmaktan çıktığı, iktidarın yerleşikliğini sağlamlaştıracak ve onu boyutlandıracak bir araç haline dönüştüğünün altının çizilmesidir. Foucault çift kutuplu düşünen modern algıda muhalefetin adalet talebini de yeteri kadar masum bulmaz. İnsanın tabiatından koparılmış ve bir kavram olarak erk tarafından dıştan kurgulanmış adalet fikrinin; yine iktidarın izleğinden sözde haklılık ve meşruluk zeminleri oluşturularak iktidardan talep edilmesi, ne şekilde olursa olsun iktidarın karmaşık ve sinsi yapısını daha da beslemekten öteye gidemeyecektir.
Adalet hakkında yapılan bir sempozyumda konuşan Doğan Göçmen felsefeciler arasında da yaygın olan günlük anlayışa dayalı adalet düşüncesini tersine çevirmek gerektiğini belirterek bu durumdan bahseder. Göçmen, adalet kavramının ne olduğunu anlatabilmek için onu insan ilişkileri içinde ele almak gerektiğini belirtip felsefenin paradokslarından birini formüle eder: “Adaletçi değil kurtuluşçu, özgürlükçü bir düşünür olan Marx'ın Kapital'in üçüncü cildindeki bir belirlemesine göre ‘doğal adalet’ yoktur. Marx'a göre, aynı yapıtın birinci cildinde belirttiği gibi, 'hak' ve 'doğanın değeri yoktur'. Bu düşünceye dayanarak 'insanın da değeri yoktur' denilebilir. Bu şu demektir: doğa ve insan değer kategorisiyle ölçülemez. O halde dünyada bugün ne oluyorsa, bütün ilişkiler adildir.” Göçmen'e göre adalet, güçler kavgasının durumunun belirlenmesinden başka bir şey değildir. Güçler dengesi değişince buna göre adil olanın da sınırları yeniden belirlenir.
İktidar bireyin vicdanından çaldığı adalet tanımını bireye yeniden pazarlama yoluyla kendisini yüceleştirmek için, araçlarını ve aygıtlarını işleterek bireye güdülendirici bir tahakküm kurar ve düzeneğin işlemesini izler.
Suçluluk Psikoljisi: Modern İktidarın Tahakkümü Altındaki Bireyin Adalet İstenci
Sacher Masoch’un Takdimi kitabında Gilles Deleuze, şöyle bir denklem kurar:
“Bize mazohizmde asıl döven kişinin baba olduğu söylendiğinde, şunu da sormalıyız. Öncelikle dövülen kimdir? Baba nerede gizlenmiştir? Öncelikle dövülende gizli değil midir? Mazohist suçluluk duyar, kendini dövdürür ve cezasını çeker; ama hangi suçtan dolayı ve ne için? Onda minyatür hale getirilen, dövülen, alay edilen ve aşağılanan tam olarak baba imgesi değil midir? Cezasını çektiği şey, babayla olan benzerliği, babaya benzemesi değil midir? Mazohizmin formülü aşağılanan baba değil midir? Bu yüzden baba dövenden çok dövülen olacaktır.”
“Suçluluk duygusunun mazohizmde çok önemli bir yeri vardır, ama bir kılıf fenomeni olarak, çoktan dönmüş bir suçluluğun mizah duygusu olarak, suçluluk orda artık çocuğun baba karşısındaki suçluluğu değil, babanın kendisinin ve çocuktaki benzerliğinin suçluluğudur”
İstencimizin adalet ile intikam kavramları arasında nerede durduğunu düşündüğümüzde, aslında ayrımın belirsizleştiği, iktidarın oyduğu deliklerin mazohist isteklerle dolarak düzeneği yeniden ürettiği görülür. Kişi adaleti elde ettiğinde ne tür bir duygu yaşamaktadır? Onu neden ‘elde etmek’ istemektedir? Terazinin karşı kefesine koyduğu bireyi yargılarken, aslında tam olarak neyi yargılamakta, neyin cezalandırılmasını arzulamaktadır? Bernad Williams’ın Hakikat ve Hakikatlilik Üzerine isimli kitabında bu soruları boyutlandıracak bir görüşten bahsedilir. Williams burda Nietzsche’nin “Hakikatin ne kadarına katlanabilir insan?” sorusunu gündeme getirir. Adalet insanlığın “temel bir hakikate” katlanamadığı için ürettiği bir kavram olabilir mi? İnsanlık onun elde elimesinden sadist bir zevk alıyorsa, buna odaklandığımızda: bu sadistliğin kaynağı da kendisinde gizlediği bir şeyi, ona bedeninin parçalanmasını imleyen bir hakikati saptırmak için başkasındaki bu imi yıkmak istiyor oluşu olabilir mi? Hakikatin katlanabildiğimiz kadarı, elimizde kalan hakikat kırıntısı bugünkü dünyanın adalet tanımının içini dolduruyor. Yalan söyleme, örtük ilişkiler, saptırma, cezalandırma, cezalandırılma, bunlardan haz duyma, bir başkasını mitleştirme ve mite saldırarak kendisini yaşamsallaştırma ve örtük karakter kurguları yaratma çağımızda saf sevgiyle, adalet istenciyle, insanlıkla örtülmüş durumdadır. Çağımızda bir görüntü olarak her yere sinmiş, psikanalizce biçimlendirilmiş baba imgesi, insanları ödipal üçgenin içinde boğmaktadır. Foucault iktidarın her yerde olduğunu söylüyordu, Deleuze babanın aynı zamanda dövülen de olduğunu hatırlatıyordu. Adalet içten gelen bir hak talebi olmaktan, kalbe dayanmaktan çıkıp ödipal bir oyun haline gelmiştir. Oyunun tarafları sürekli oyunu beslemekte, sahneler kurmakta, katharsisler yaşamak için çeşitli kurgular düzmektedir.
M. P. Baumgartner: “Hayat, her gün, çatışmayı inkâr etme, asgariye indirme, sınırlama ve ondan kaçma çabalarıyla doludur. İnsanlar karşılaşmalardan kaçınırlar ve yaraların deşilmesinden ya da nelerin yanlış olduğunu belirleyen kurallar koyulmasından çok rahatsız olurlar.” der. Modern dünyada birey ölümü saklamak, örtbas etmek için sürekli oyunlar kurar. Adalet de bu oyunların bir parçası haline gelmiş, kurumsallaşmış, her yere sızmış ve bir hakikat sahnesi kurarak belki de hayatın karşısında ölümü cezalandırmak (sindirmek) amacıyla karşısına ittiği rakibine kırbaçlar vurmaktadır. Peki bu darbelerle gerçekten içimiz rahatlamakta mıdır? Bu cezalandırma arzusu günün sonunda hayatı mahkum eden, onu ayrılmaz dostundan koparıp sakatlayan ve yaşantıyı “ölü bir hayata” çeviren trajik bir güdüye dönüşmekle bizi eksiltmekte, güçsüz kılmaktadır daha ziyade.
0 notes
Text
Güç istencinin arka planında her şeyi kontrol etme isteği yatar. Bu istenç ister maddi, ister bilek gücü, ister yönetim, isterse bilgi ile elde edilmiş olsun farketmez. ��nemli olan gücü nasıl elde ettiğimiz değil onu neden istediğimiz ve ne adına kullanmak istememizdir. Birde elde edilmiş gücün her şeyi yapabilme illüzyonu vardır. Paranız varsa her şeyi satın alabileceğinizi düşünürsünüz. Bileğiniz güçlü ise eğer herkesi dize getirebileceğinizi. Yönetici pozisyonunda güç tahakküm ve manipüle etme hissi yaratabilir. Bilgi ile her şeyi bilip yapabileceğinizi, herkesi kontrol edebileceğinizi düşünebilirsiniz. Güç duygusu doğru şeylere kanalize edilemezse ve sınırlarını doğru bir şekilde çizemezse pimi çekilmiş bir bombaya benzetilebilir. Şayet bir elinizde pim bir elinizde patlamaya ramak kalmış bomba 💣 tutmak istemiyorsanız, gücünüzü doğru işler için kullanın. İçaforiz
0 notes
Text
Arzunun Tükenişi
✍🏻 Anıl Güven
https://www.gundemarsivi.com/arzunun-tukenisi/
İçinde, taa ciğerine dek yapışmış upuzun bir baharat kervanıdır arzu. Her rengin değişik bir tonu, her kokunun farklı bir rahiyası… Yaşam, atılan her adımda biçem değiştirirken istençlerde tükenişe doğru hızla yol alır.
Ötekini koşulsuz kabul etme durumunda boğulurken, Spinoza aklınıza gelsin: ”Daha iyi olanı görüyorum ve daha iyi olduğunu düşünüyorum, ama yanlış olanı tercih ediyorum.”
Geleceğe yönelik umutların yanılgıları ve çokça yanlışları ardından sürüklediğinin o denli ayrımında değilizdir çoğunlukla.
Karşıtımızla yaşadığımız bedensel bütünleşmedeki esrikleşme zaman içerisinde derinlemesine karşılıklı sevgi ve saygıyı üst düzeye sıçratıyorsa tutku genişler. Unutmayalım, duygu yoğunlaştıkça farklı istemleri de devinime sokar.
Arzunun eylemsele dönüşümünde yeni bir dünya kurulabilir. Karşısına geçip (geçici süreliğine) şapka çıkarabilirsiniz!
Arzu nesnesi olarak (libidol anlamda) ilişki sürdürülebilir mi? Sorusunun yanıtını hemen veremeyiz! Diyemiyorum. Günümüzde ilişkiler ağı o denli geniş ki!… Anlık sevgi akışı oluşturulabiliyor ileri teknoloji yöntemleri ile.🤔
Hani, Hamlet Ophelia’ya: ”layd bacağınıza uzatabilir miyim?” diye sorar. Şimdiki ilişkilerde bu tarz sorulara gerek duyulmuyor artık. Arzulayan özne ötekiyle geçmişe göre daha çabuk ilişki kuruyor. Burada şunu belirtmekte yarar var: Dişil ya da eril ayırt etmiyorum.
Şölen adlı yapıtta Sokrates Diotima’yı imleyerek, aşka ilişkin öğrendiği her şeyi bir kadından öğrendiğini ileri sürer.
Bakınız, bu öğrenme hali günümüzde de böyledir. Sanırım, kadının doğurgan oluşu onu erilden daha yetkin konuma yerleştiriyor.
Sigmund Freud ve Jacques Lacan arzunun eksiklikten kaynaklandığını söyler�� Ve eklerler: Umut duygusunun temelinde arzu bulunmaktadır.
Filozof Baruch Spinoza: Umudun temelini oluşturan arzu duygusunu eksiklik olarak görmez. Ona göre arzu insanın özüdür.
Gilles Deleuze ve Felix Guattari (birlikte yardıkları bir kitapta): Arzu bir eksiklikten kaynaklanmaz. Arzu üretimin ve yaratıcılığın temelinde bulunan bir tözdür.
Bana göre: Arzu gerçeği yaratır!
Umut azaldıkça, arzu kedere yelken açar. Sevgi çiçeğini filizleyip seviye dönüşememişse hayatın içindeki kıvanç tükenir. Ten ötekini kabul etmez. Yorgunluk söylemi dolaşıma girer yatak odasında, sokakta, çarşıda, pazarda…
Özne ve öteki durumuna geri dönülür.
İstenç sayrılıklaşınca tükeniş başlar… Başka bir elde oyun kurulur… Ayrılık kararını alan bunu içselleştirdiği için acı çekmez. Acı ötekinin midesini rendeler…
Yemeğinden, giyiminden, içtiğinden sözcesi tutkunu olduğun, üzerine yapışmış olan birçok şeyden de feragat ederek maviliklere açılacaksın. Taze soğanın tadını, rokanın limonla temasından sunduğu ekşimsiliği, buğulu sarımsağın kokusunu, folyoda fırınlanmış pastırmanın yumuşaklığını, barbunyanın rakıyla olan tarifsiz ilişkisini yaşarcasına sürdürülebilen bir sevi dünyası hiç olmadı zaten. Hayat çömlekte pişen pavurya çorbasına benzer. Aşka dair bütün romanlar, masallar, hikayeler arzulanan imgelerin izdüşümünden başka bir şey değildir.
Bahar geldi, kapıda; hayat kısa!
Anıl Güven, Atina
#GundemArsivi #AnılGüven #Arzu #Felsefe #ArzuFelsefesi #Aforizmalar #Hayat #İstek #Aşk #Acı #Ayrılık #İlişki #Duygu #Tükeniş #ArzununTükenişi
0 notes
Text
“I was born not knowing and have only had a little time to change that here and there”
“Bilmeden doğdum ve bunu orada burada değiştirmek için çok az zamanım oldu”
Richard Feynman
Bu dünyanın, var oluşumuzun mistik referansı da bir özgürleşme arzusundan ileri gelmiyor mu? Özgürlüğe erişmedeki yolların ve yöntemlerin ne kadar çeşitli olduğunu hatırlayalım. Ya da özgürlüğün temelini, amacını ya da araçsallaştırılmış, hep aynı yöne bakan tarafını... Özgürlüğü “özgürce” tanımlamayı deneyelim. Yalnızca istediğimizi yapmayı değil, yapmamayı da, eylemliliğimizi değil, pasifliğimizi de, meydan okumayı değil, teslim oluşu da düşünelim. Sınırları ve sınırsızlıkları, aykırılığı ve uyumuyla düşünelim. “An”ı, yeniden düşünelim mesela, “mekân”ı... Ama düşünmeden geçmeyi değil, gerçekten düşünmeyi... Her şeyin ne kadar dışımızda gerçekleştiğini ama bir şeklide bu dışsallığı içselleştirmemizi düşünelim. Ve irademizi… İrademizi nereye, neden teslim ediyoruz, bir eylemi anlamlı/anlamsız kılan şeyin kaynağını, iyiyi, güzeli, doğruyu ve yanlışı hangi mütekabiliyete, referansa göre tanımlıyoruz? Sanırım bu soruların bir şeceresi tutulsaydı, on binlerce sayfa tutacak, okunmasına ömrün yetmeyeceği bir okuma süreci ortaya çıkardı. Belki de “Arzularımıza Vurulan Kilitlerimiz” başlığı altında sıralanabilecek bir dizi şeklinde de anlamlandırabiliriz bu çabayı.
Kısacık ömrün coşkun dehlizlerinde yaşam enerjisini sömüren öğretilerin kolektif iradenin ta kendisi olduğu, aynı zamanda tüm bu istençlerin yine bu iradenin altında nasıl ezildiğini anlatan en güzel eserlerden birisi Martı… Bu kitap aklı merkeze koyan iradeye karşı, özgür iradeyi, istenç ve arzuyu önceleyen birinin yaşam sevgisinden süzülen çelişkileri de beraberinde getiriyor. Kimi zaman rasyonel olmanın önemini, kimi zaman da irrasyonel olmanın erdeminden bahseden kitap, aklı ve arzuyu çoğu zaman karşı karşıya getirerek her koşulda özgürlüğü odağında tutuyor. Rasyonel olmanın özgürlüğe ulaşmada önemini, “cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz” alıntısından, irrasyonel olmayı da yaşlı martı Chiang’ın hızlı uçmayı seven Jonathan’a verdiği salıktan anlayabiliriz. “Hızlı uçmanın nesnel koşullar altında belirlenmediğini, saatte bin mil hızla uçmanın ya da ışık hızıyla uçmanın hızlı uçmak anlamına gelmediği, rakamların sınırları belirlediği ama iyi ve mükemmelin sınırlarının olmadığı, mükemmel olmanın “an” da olmaktan geçtiği” anlatısında bulabiliriz.
Jonathan’ın direnç gösterdiği refleksif tavrı Hegel anlatısındaki köle diyalektiğiyle ya da Nietzsche’deki sürü insanları mefhumunun bir yansıması olarak da düşünebiliriz. Ben bu ilişkiselliği daha çok Nietzsche’deki ontolojik damarla ilişkilendirdim. Benzer şeklide Jonathan’ı da bir şeylere karşı tepki gösteren, direnmeyi ilke edinen ve örnek olmaya çalışan birisi olarak değil, kendi imkanları ölçüsünde özgürlüğün sınırlarını arzuları ölçüsünde zorlayan bir karakter olarak kanıksadım. Bu sebeple Jonathan’ın var olma mücadelesini Zerdüşt’teki anlam zenginliğinin özeti şeklinde de tanımlayabiliriz. Dahası, Martı’nın Nietzsche’ci görüngülerin bir diğeri de yaşamın hâkim ve genel tözlerin kabul görmüş kalıplarında kendi yansımasını bulabildiğidir. Özellikle Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı eserindeki “Evrende gerçekleşen her şey önceki formunu referansını alarak yeniden meydana gelir. Daha önce olduğumuz ve yaptığımız şeyin aynısını bir süre sonra yineleyeceğiz” ifadesi, Martı’daki “Fakat hiçbir şey öğrenilmemişse, sonraki yaşam öncesinin aynısı olacaktır, aynı sınırlar ve kazanmak için yüklenilen aynı sıkıntılar” anlatısıyla paralel izler taşıyor.
Kitapta ilgi çekici bir diğer yön grup dinamiğinin ilahi katmanlaşma eğiliminin kendini her durumda göstermesidir. Bence bu kitabı anlamsal olarak ikiye ayırırsak Jonathan’ın benlik arayışı öncesi ve benliği sonrası olmak üzere, büyük anlatının daha net olabileceğini düşünüyorum. Bu ayrımların birer mücadele etme biçimi olarak okunması da mümkündür. Birinci mücadele alanında Jonathan’ı bir figür olarak ortaya çıkaran sebeplerin, ikinci mücadele alanında Jonathan’ı yok eden sebeplere evrildiği, bunun aslında diyalektik bir sürecin her zaman bir karşıtlığı doğası gereği barındırdığı, bu zorunlu ilişki biçiminin yarattığı değerler dizisinin nasıl iç içe geçtiği daha net olarak anlamlandırılabilir. Jonathan’ı iradi bir figür olarak verdiği mücadele sonunda dışlayanların kutsalıyla, bir zaman sonra Jonathan’a biat edenlerin kutsallarının benzerliği özgür iradenin etrafını saran katmanlaşmanın ne kadar sert olduğunu yeniden düşünmeye sevk ediyor. Sürüden ayrılanların başka sürü sistemleri kurma çabaları, tabakalar, sınıflar, hiyerarşiler oluşturma iradesi -özgür iradenin toplumsalın iradesine dönüşmesi- bu iradeye yüklenen anlamı yeniden sorgulamaya itiyor. Kuşkusuz bu martı Jonathan’ın arzu ettiği bir durum değildir. Ancak bu durum toplumsalın sarmalına giren tikel hayatların ne kadar savunmasız olduğunu da gözler önüne seren bir anti-özgürlük anlayışının da tezahürü olarak vurgulanabilir. Kitapta da bu durum, “ritüellerin gücü, yavaş yavaş istediğimiz gibi yaşama özgürlüğünü öldürdüğü” ifadesi de bu durumu destekliyor. Kuşkusuz bu büyük bir girdap, ancak özgürlüğü (“öz”ü), özümsemenin, normların, değerlerin, kabullerin, ilkelerin, mahremin, ahlakın, kamusalın, tüm ortak duyuların üzerinde olduğu realitesinin ne kadar yüce bir eylem olduğunu da ortaya koyuyor. Düşünelim…
Meşruların ve gayrimeşruların odaklarını düşünelim, ayıbı, mahremi, helali, haramı, sevabı, günahı… Ya da modern terminolojiyle, mahcubiyeti, özel hayatı, vefayı, vefasızlığı, takdiri, suçu… Nasıl söylenirse söylensin, bu kavramların geçtiği tarihsel patikanın bizim anlam dünyamızı, dolayısıyla da bütün eylemlerimizi/fikrimizi/ufkumuzu -kısaca yekpare bir beni- daha biz doğmadan inşa ettiği gerçeğinin farkında olmak gerekir. Buna müdahale edebilir miyiz… Kısa ömrümüzde içine girdiğimiz küçük ve aç bedenlerimizi neyle doyurabiliriz, ya düzen içindeki mahremiyetle ya da kaos içindeki özgürlükle…
Modern dünyanın bizi bize mahkûm edişini düşünelim. Varlığımızı diğerimize borçlu olduğumuz, sürekli bir denetim altında tutulma ve başkasını denetleme refleksiyle korsan bir zabitlik görevi üstlenmemizi… Otoriteyle giriştiğimiz ilişkide, yaşadığımız hayatının her yerinde bir figür olarak onu aramamızı ve bizi esir almasını… Özgürlük aşkıyla yanıp tutuşan “güçlü” irademizi, onun emrine sokmada bizi hazır kıta askeri yapmasını… Dışarının tehlikesine karşı, kendimizi bir şekilde güven altına alma ihtiyacı… Kendi hayatını yaşamaya çalışan Jonathan’dan Aziz Jonathan’ı yaratan yüce kolektif bellek, gücün, iradenin, mükemmelliğin ve iyinin tek bir yerde toplanması arzusuyla yanıp tutuşan günün insanına neyi, nasıl tahayyül etmesi konusunda rehber oluyor. Bizler, Zamyatin’in anlattığı “Biz” haline gelirken, tüm benliklerimiz ve arzularımızın dışında, kantitatif, ölçülüp biçilen, standardı olan, cismen insan, ruhen hilkat garibesine dönüşen canlılara dönüşüyoruz. Kitabın sonunda Bach’ın “Dünyanız güvenli hale getirilmek isteniyor, özgür değil” tespiti bu minvalde oldukça çarpıcı. Özgürleşmenin bir sorun olarak güvenlik kaygılarının altında ezilmesi ve özgürlüğün bir güvenlik çeperi etrafında yaşanması belki de çıkarılabilecek en büyük anlamlardan birisi olsa gerek. Hepimiz özgürüz “şüphe”siz, güvenli zamanlarda, ortamlarda, ilişkilerde, bedenlerde…
0 notes
Text
İrade Ne Demek
Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü, istenç.
0 notes
Text
Hiçbirşey zor ya da kolay değil...
Sadece korkularımız zorlaştırır...
İstenç duru ise her zaman niyetle bir olup akar...
0 notes
Text
schopenhauer hazretleri şöyle diyordu; istenç- "istemek" hayatın temel ilkesidir.
o vakit ben de şöyle diyorum; "istemek" bir anlamda yoksunluğun da ifadesidir. dolayısıyla ve zannımca özlemekte bir çeşit istemektir. özlemek, öz'deki yoksunluğun tezahürüdür. yani? yanisi şu; ben, "canım" dediğimde kendimden bahsetmiyorum. "ben" dediğim sen'sin.
0 notes
Text
Mesele
“Akılsız yöneticilerin sürdürdüğü acı bir süreçti bu.
Hırsızlar yasallaştırıldı; otorite, baskı rejimini destekledi; zayıf olana zulmetmek normal bir hal aldı; kalabalıklar hem dövülüyor hem de övülüyordu.
Böylece insanlığın bencilliğinin ilk dokunuşuyla suçluları aciz, katiller ise huzurun evlatları ilan etti; insanlığın başlangıçtaki açgözlülüğü büyüdü ve insanlıktan katbekat fazlasıyla intikamını aldı.” Bir Gözyaşı, Bir Gülümseme - Halil Cibran.
Geçtiğimiz yüz yılın başlarında Halil Cibran tarafından Amerika’da yaşarken, El-Muhacir gazetesinde tefrika edilmiş olan bir meramıdır bugün halen geçerliliğini muhafaza etmeyi sürdüren. Birkaç satırlık meram, var edilmiş olan güncenin içerisinde konumlandırılmış ol insan halinin de yöneten / ezen ile yaşayan / ezilen arasındaki farkı göstermesi açısından bir deneyimi paylaşır. Demokrasi mefhumunu diline pelesenk ederken siyasetin, mimli ve kötülük saçan aktörlerinin eylediği şeyin her nasıl bir biçimde gündelik yaşam ihtimalini alt üst ettiğini bildirir, Cibran. Normatif yerle bir edilirken, kötülük ve cerahatin kutsanıp, aralıksız bir biçimde el üstünde tutulması / yönlendirici addedilmesiyle bugün hem kel hem fodul kalakalan demokrasi deneyiminin de nasıl bir istenç ile birlikte alaşağı edilip durulduğu gözler önüne serilir. Suçlu ve katillerin sırtlarının sıvazlandığı, toplumun iyi temsiline örnek addedildiği bir zeminin aşağı yukarı bir asırdır yerli yerinde durduğunu da göstere gelir Halil Cibran’ın meramı.
Bencilliğin, kuralları yok etmek üstüne kurmaya devam eden düzen sahipliliğinin vesair çıkagelen yeniden ve yeniden kurumsallaştırılan tahakküm parametrelerinin etrafında bir asır nasıl heba edilmiş bugün bunu görmek düşündürücü değil midir? Yoksunlaştırılarak, eksik konularak, sürekli sınanıp her daim kazıklanarak, dertten derde koşturularak, hani neredeyse hiç aralıksız denetim, gözetim ve tahakküme resmen rehin bilinerek, edilerek bir kere daha müşterek bir yaşam idesinin var edilmesi engellene durulur. Tahakkümü var eden otoritenin, hırsız, katil, suçlu, arsız ve pek çok başka sıfatlara ulaşmış olan alenen ol göz bebeği ilan ettiği zümrelerin, sıradan insanlara karşıt / koşullu bir yıkıcılığı aralıksız olarak var ettiği zamanlardan geçiyoruz, bir koca asır sonra, hala ve hala.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “HDP MYK üyesi Doğan Erbaş’ın tutuklanmasına tepki gösteren Yeşil Sol Parti Grup Başkanvekili Oluç, "Hiçbir arkadaşımız boyun eğmedi ve eğmeyecek” dedi.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, Meclis’te basın toplantısı düzenledi. Gündemdeki gelişmeleri değerlendiren Oluç, Maliye Bakanlığı’ndaki görev değişikliğine değindi. Oluç, “Mehmet Şimşek, ‘ekonomi ile ilgili tanımlama yaparken rasyonel zemine döneceğiz’ dedi. Dönüp dönmeyeceğini göreceğiz. Meclis’te de rasyonel zemine dönülmesi gerektiğini söylüyoruz” dedi. 27’nci dönemde 14 binin üzerindeki soru önergelerinden sadece bin 200 tanesine cevap verildiğini hatırlatan Oluç, "Bu vahim bir durumdur. Soru önergeleri ile bile denetim yapamayan bir meclis söz konusu olmuştur” dedi.
Halk İçinde Mücadele
Yeni dönemde temel haklar, özgürlük ve demokrasi noktasında mücadelelerini sürdüreceklerini belirten Oluç, Meclis dışında halkın arasında da çalışmalarını sürdüreceklerini vurguladı. Oluç, şunları söyledi: "Kazanımlarımızı genel olarak halkın kazanımlarını korumak, bunları artırmak ve büyütmek için çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Daha büyük bir emek ve mücadele ile sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışacağız. Partimizin grubu en çok kadın temsiline sahip olan gruptur. Neredeyse yarı yarıya ulaşmıştır oranlar. Genç bir gruptur elbette ki bu temsil özelliklerimizle hem kadınların hem de gençlerin bu toplumdaki taleplerini ve beklentilerini karışlamaya çalışacağız. Rolümüzü en uygun şekilde yerine getirmeye çalışacağız. Yani meclis ile yerelin ve halkın bağını daha güçlü kurmak için mücadele edeceğiz.”
Asgari Ücret
Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarına dikkat çeken Oluç, asgari ücretin iktidar ile işçi temsilcileri arsında bir pazarlık gibi ele alındığına vurgu yaptı. Oluç, “Özellikle son birkaç yılda bu böyle Erdoğan’ın ya da iktidarın işçilere emekçilere gönlünden kopan bir lütuf gibi sunuluyor. Konu böyle bir konu değil, herkes bunu biliyor. Asıl mesele şudur; 'asgari ücret neden bu kadar önemlidir' sorusunun cevabının verilmesi gerekiyor. Çünkü bu ülkede yaşayan nüfusun yarısından çoğu asgari ücretle çalışıyor. Yani emekçiler işçiler asgari ücrete mahkum edilmiş durumda. Esas sorun buradan kaynaklanıyor, bu sorunun çözümü nasıl olur? Buna kafa yorulması gerekirken bu yapılmıyor. Bakın Türk-İş’in verilerine göre Mayıs 2023 için Türkiye’deki 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 10 bin 362 lira oldu. Yoksulluk sınırı ise 33 bin 752 lira oldu. Asgari ücret 8 bin 506 lira. Şimdi neresinden tutacaksınız da asgari ücreti tartışacaksınız? Yani asgari ücret zaten açlık sınırının çok altında yer alıyor. Yani buradan biz bir rakam telaffuz etmek yerine sendikaların açlık ve yoksulluk verilerinin onların taleplerinin baz alınması gerektiğini bir kez daha belirtiyoruz. Asgari ücretin belirlenmesinde ve işçi emekçi ve emeklilerin maaşlarının belirlenmesinde baz alınacak enflasyon rakamını yine düşük gösterdi. Çeşitli hile ve hurdaya başvurarak bunu yaptı” diye belitti. Oluç, komisyon üyelerine, “Sendikaların, işçi emekçi temsilcilerinin taleplerine dikkat edin. O talepleri değerlendirin ve bu doğrultuda asgari ücretin saptanması için adım adın” çağrısında bulundu.
Gözaltı ve Tutuklamalar
Seçimler sonrasında artan gözaltı ve tutuklamalara değinen Oluç, "Bu iktidarın operasyonlardan bir fayda sağlayamayacağını görmemesi gerçekten hayrete düşürücü bir durum” dedi. Şirnex’te seçim sonrasında en az 100 kişinin gözaltına alındığını hatırlatan Oluç, “Bu tesadüf mü? Şirnex’teki seçim yenilgisinin intikamını mı almaya çalışıyorsunuz? Seçim sonuçlarının intikamını mı almaya çalışıyorsunuz? Bu tür gözaltı ve tutuklamalarla boyun eğdirme, mücadeleden vazgeçirme anlayışının tutmadığını defalarca gördünüz. Bir kez daha göreceksiniz" diye kaydetti.
‘Doğan Erbaş Boyun Eğmez’
HDP PM ve MYK üyesi Doğan Erbaş’ın tutuklanmasına tepki gösteren Oluç, “Doğan Erbaş gibi yıllarca bu partinin yöneticiliğini yapmış, avukat bir kişinin gözaltına alınırken verilen bu görüntüler, iktidarın zihniyetini görüntüledi. Doğan Erbaş boyun eğdi mi? Eğmedi. Bu tür uygulamalara maruz kalan hiçbir arkadaşımız boyun eğmedi ve eğmeyecek. Doğan Erbaş gibi hiçbir Kürt ve demokrat da boyun eğmez. Doğan Erbaş’ın onurlu tutumu hepimize önemli bir ders olması gereken bir tutumdu” ifadelerini kullandı.”
Bir asır öncesinden çıkagelen Halil Cibran’ın meramına paralellikler barındıran bir yepyeni dünya, onun ortasında da inadıyla çürütülmeye devam olunan bir Türkiye’den kesit karşımıza çıkartılır. Saruhan Oluç sırasıyla olmakta olanın, var edilmiş yeni ülkenin her dönemeçte nasıl da atfedildiği gibi kucaklayıcı / kapsayıcı değil tastamam kelimesi kelimesine bölücü / ayrımcı / tahakküme ön ayak bir yapım olduğunu da ifşa eder. Mesel, meram buradadır. Emeğin sömürülmesi sürecinde çıkagelen rakam telaffuzlarının bütün o reklama boğulup, güzellemelerle geçiştirilmek istenen iyileştirmelerin ardında sıradanları daha da kuşatacak olan cendere ortadadır. Açlık sınırının asgari ücrette belirleyici olması halinin aşılmadığı bir zeminde, var edilecek her düzenlemenin de bir boş çaba olduğu bir kez daha ortaya çıkar. Bütünüyle yaşamın ehven olandan alıkonulmasının meseli ne olacaktır ki sahiden, sahi ama sahiden?
Bir yandan da siyasi pragmatizmin var ettiği ötekiler kampına dahil olan kimler varsa onlara yönelik, doğrudan ve kesintisiz bir lincin de yinelendiği bir zeminde, hem ekonomik, hem sosyopolitik, hem de hayatın ta kendisini tanımlamaya yardımcı olacak şeylerin / etmenlerin lağvedilmesinden sonra geriye ne kalır ki? Gözaltılar, tutuklamalar ve bitimsiz bir hale entegre edilmiş olan Kürd düşmanlığının vardığı eşik misal hiç mi ama hiç mi düşündürücü değildir. Seçim sathı mahallinden çıkıldıktan hemen sonra var edilmiş olagelen baskın göz dağlarının arasında hangi demokrasi eriminden bahis açılır, açılabilir? Düz ovada siyaseti ağızlarında sakız edip, uydur kaydır montaj videoları öne sürüp, bir siyasi hareketi alt etmek için var edilmiş tahakküm halinin kendisi bir utançtan ötesi değil midir? Yüzüncü yılını kutladığını zikreden bir cumhuriyet olgusunda hala mı o ötekisinden / öteki sanılandan bunca nefret edilmektedir. Tümden yalanlara gelişigüzel ne kadar uydurma / hurafe lafazanlık varsa bununla bir hat çizip, biz ve ötekiler ayrımının her kime ne faydası olacaktır? Yakın dönemde binlerce üyesi tutsak edilmiş, onlarca vekili tutsak kılınmış olagelen Kürd Özgürlük Hareketinden, Doğan Erbaş gibi, sözünü var ettiği mücadelesinde ortak bir ülke, geleceğinin çok daha belirgin bir perspektif içinde eşitlik ilkesi içinde ilerleyebileceğini savunan bir avukata, müdahil olduğu bir yaşam akdine karşıtlık bu tahakküm hamlesi, o tutsaklıkla son verilebilir mi? Sahiden böyle bir şey mümkün müdür, sorgular mıydınız?
Ezberlerin boşlukta salındığı bir zemindeyiz. Hakikat örtbas edilsin, edilebilsin de sonrası ne olursa olsun denilerek aşılan güzergahlardan geçiyoruz. Muktedirin “şahlanış” namıyla yürütmeye çalıştığı yeni dönemin ilericiliği değil tam tersine gerilemeyi, daha yoksun daha açık bir yoksulluğu barındıran bir menzil hülyasından ibaret olduğu bir kere daha kanıtlanıyor. Seçim bahsi üstünden üç hafta geçtikten sonra oluşturulan her rota, Halil Cibran’ın vurguladığı, özene bezene zikrettiği, kayda geçtiği bir ortadoğululuk imgesi içinde halen devam eden şu ülkeyi de bildiriyor. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sınama hallerinin kıyısında, bir türlü muktedirin kendisinin kılamadığı bir zeminde hayatın un ufak edilmesinin basit bir mesel addedilip geçiştirilmesine devam olunuyor. İyi de böyle bir istikamet bu kadar bariz bir fasit döngü içerisinde hayatın ehveni kalır mı? Sıradanlar için tek bir umut zerresi geriye konulur mu?
Herkesi kucaklayan, kapsayıcı bir liderlik pratiği diye çıkılan güzergahta oluşturulan tüm o cendere halleri bir şeyleri izaha yetmiyor mu? İmkanı olanın zaten pılını pırtısını toparlayıp, gittiği uzaklara yollandığı bir zeminde, seçeneksizler, sınıfsal sömürünün tam da ortasında bir lokma, bir hırkayla yoluna devam etmesi gereken / bu söylenenlere en ufak bir iyileştirme var edilemeyecekken nasıl bir şahlanış söz konusu edilebilir ki değil mi? Kürd illerinde aralıksız şiddetin, gözaltı ve baskıların yüzlerce yurttaşa işkenceyle var edildiği bir zeminde hangi sorun aşılabilir ki? Doğan Erbaş gibi tutsak edilenlerin yanında isimleri artık anılmaya gerek duyulmayanların yaşadıkları travmalar ne olacaktır ki? Hiç ama hiçbir türlü bitmeyen bir nefret seremonisinin yeniden takdis edildiği güncellendiği bir zeminde hayat bunca kolayca zapturapt altına alınan, kırılan, dökülen, derdest edilen, edilebilen bir mesel midir, nedir yani? “İnsanlığın bencilliğinin ilk dokunuşuyla suçluları aciz, katiller ise huzurun evlatları ilan etti; insanlığın başlangıçtaki açgözlülüğü büyüdü ve insanlıktan katbekat fazlasıyla intikamını aldı.” Cibran’ın değindiği odaktan bildirirken, yaşatılan her gün bambaşka acılara çıkartılırken sahiden o devinimden bir yarının var edilemeyecek olduğunu idrak edebiliyor muyuz? Bu satırları yazarken artık kaçıncı keredir bilinmez Cumartesi Anneleri / İnsanlarının Galatasaray Meydanında bir kere daha gözaltına alındığı haberi düşüyordu ajansa. Böylesine kötülüğün el üstünde tutula geldiği, yalanın / riyanın el üstünde tutulup, kötünün / kötülüğün yüceltildiği bir yerde yaşam insan kalabilene nedir ki bir azaptan gayrı... İtiraz ediyor musunuz, yoksa bu hal iyi mi! Düşünür müydünüz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: In Turkey, The Fight For Democracy Isn’t Over – Derviş ÇİMEN – HDP Europe / Jacobinmag
#arzihal#mesele#meram#yorum#acı#elem#keder#ortadoğu#yıkım#cendere#hakikat meseli#söz hakkı#halil cibran#türkiye gerçekliği#başkalaşma#insan hakları#ysp#hdp#asgari#yaşam nereye?#su çürüdü#kötülük#fasit daire#cürüm#akıl#yol nereye?#biyopolitika#demokrasi#yüzüncü yıl#cumhuriyet
0 notes
Text
İnsan, ne kutu içine konmuş bir şey ne de dünya meyvesi içinde bir çekirdektir. İnsan dediğimiz şey varlığa gelen, “ben” olarak varolan, dışarıdaki şeylerin sinyallerini almak için ara sıra açılan bir kapsülden fazlasıdır. Çünkü bedenden başka “ben” denilen şey bir o kadar da algılardan, duygulardan, imgelerden ve düşüncelerden de meydana gelir. Daha da doğrusu, “ben” denilen şeyi kuran istenç ve karşılaşmalardan ibarettir. “Ben” yönelimdeki, yönelim halindeki yoğunluktur. Michaux, insanların kıvrımlarla doğduğunu söyler. Yaş ilerledikçe kıvrımlar açılır; keza yaşamak kıvrımların açılmasıdır. Açılması gereken hiçbir kıvrım kalmadığında ise ölüm gerçekleşmiş demektir. Tüm kıvrımlar açıldığında ise insandan geriye sadece bir çekirdek kalır. Bilge olmayan kişilerin açılan kıvrımlardan ziyade bu çekirdeği gördükleri söylenir. Ancak önemli olan yalnızca açılan kıvrımlardır. Gerisi gölge olaydır.
Felsefi bir kavramın kıvrımlardan oluştuğu yeri geldikçe Deleuze tarafından vurgulanır. İmgesel metinleriyle bilinen Henri Michaux “Sihir Diyarında” adlı kitabının “İnsan Yaşamının 22 Kıvrımı” başlıklı bölümünde şöyle der:
“Çocuk, şefin çocuğu, çiftçinin çocuğu, aptalın çocuğu, Sihirbaz’ın çocuğu, çocuk yirmi iki kıvrımla doğar. Söz konusu olan, kıvrımları açmaktır. O zaman insan yaşamı tamamlanır. Bu şekilde ölür. Açılması gereken hiçbir kıvrım kalmaz... Açılması gereken birkaç kıvrım daha var iken ölen insana az rastlanır. Ama buna da rastlanmıştır. Bu işleme koşut olarak insan bir çekirdek ortaya çıkarır. Alt ırklar, beyaz ırk gibi, açılan kıvrımdan ziyade çekirdeği görür. Sihirbaz daha ziyade açılan kıvrımı görür... Önemli olan yalnızca açılan kıvrımdır. Gerisi gölge olaydır.”
Çeviri: Engin Soysal
Figür: Barbara Licha
15 notes
·
View notes
Text
“Özgür İrade” Teriminin Felsefi Çözümlemesi
Söylem şu bağlamda gündeme gelmektedir: Eylemlerimizin bu derece dışsal uyarımlara güdümlü olması halinde irademin özgürlüğünden nasıl söz edebilirim?
Bu gündeme geliş, birkaç farklı bakımdan ele alınabilir. Yazının bu bölümünde, iradeyi ve onun özgürlüğünü tartışan filozofların, ki aslında bu onun tanımının yegane özsel ögesidir, bu tartışmayı yapmadan önce onlara filozof dememize neden olan tanımlamalarına benzer bir metod izleyerek Türk dilinde bu tartışmayı gündeme getirirken kullandığımız sözcüklerin anlamlarının tarihselliklerinde nasıl inşa olduklarını analiz edeceğim.
“Bu” ya da “şu” derken, “orada olan” diye gösterdiğimiz nesneyi imlerken zihnimizde neler dönüyor? Bu, psikolojik bir fenomen değildir. Aksine, psikolojinin bir bilim olarak, orada olan her neyse zihnimin ona yönelmesine zemin oluşturan araçları kullanırken nasıl davrandığını inceleyebilmesine olanak sağlayan zemindir. Problem daha derinlerinde şöyle bir sorun taşımaktadır: Zihnimin oradaki nesneye yönelmesi, onun kendi edimi midir; yoksa nesne ve benim zihnimin yönelimselliği arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır da ben yönelme derken aslında nesne tarafından zihnimin işgal edilmişliğini mi imlemekteyimdir? Böyle bir sorunun sorulması meşrudur: Çünkü, zihnim edimsel ise (yani kendi öz eyleminden söz edilebiliyorsa), o halde hiçbir şeye yönelmediği halinden, yani yalın bilinçten neden söz edemiyorum? Değilse eğer, benim bilişime (ya da yönelimime) konu olan nesneyi, diğerlerinden seçip neden yönelimimin konusu ediniyorum?
Yönelim, yönelen ve yönelilen; çağdaş tabirle belki ilgilenme, özne ve nesne; bu yazının araştırdığı konu olan özgür iradede şöyle bir özsel önem taşımaktadır: Bir fıstığı nereden biliyorum? Fıstık, fıstık olması bakımından, ve böylelikle de varlığı temsil eden bir tikel olarak ayrıca, hem de hakikatten de dolayısıyla pay alarak, zihnime uygun biçimde orada durmaktadır da benim zihnim orada duranı toplamak üzere oraya nüfuz mu etmektedir? Yoksa, ben fıstık yiyebilen bir canlı olarak, yani fıstığın kendisi için yaşamsal önemi olan besini sağlayabilen nesnelerden biri olarak orada durmasından ötürü benim zihnimin seçebileceği bir fenomen olmasından mı ona yönelmekteyim? Yalnızca şu anlık, basitleştirme amacıyla ve yanlış olarak söylüyorum, ilki özgür iradenin varlığını, ikincisi yokluğunu doğurmaktadır.
Buraya kadar, problemi halk düzeyinde olmaktan çıkarıp yine de çok teknik bir hale getirmeden konuşulabilecek bir düzleme taşıdım. Öyle ki, sözcüklerimizin nereden gelip ne anlam ifade ettiğini bilebilmemiz için, felsefede onları kendimize has bir tanımlayış metodumuz vardır. Çünkü böyle yapılmazsa, herhangi bir felsefi tartışma rahatlıkla çağrışımsal düşünmenin kurbanı olacak ve oraya buraya savrulacaktır. Bu savrulmanın halk arasındaki adı, saçmalamaktır. Saçmalamak, günlük dolaşımda hayli yer eden sözcüklerin ortak imlemlerini fazlaca ihlal ettiğinde, herkes için anlaşılabilir bir durumdur. Ne var ki felsefi düzeyde bir tartışmada saçmalandığını anlamak için biraz daha konuya hakim olmak gerekir. Gündelik hayatta saçmalandığında nasılsa, felsefede saçmalandığında da aynı durum ortaya çıkar: Anlaşma gayesinin yerine getirilememesi, ki onun için iletişim kurarız. Hatta, bu yazının konusu olmamakla birlikte, bilinç denen devasa kavram ve onun uzantısı olarak dil ve düşünce, salt bu gayeden diyalektik olarak, aynı özgür irade teriminin doğumu gibi gündeme gelmektedir. Yazının ikinci bölümünde, kavramı ele almak için dizgemi oluşturacağım.
O, orada olan, ya da orada olanların tamamına verdiğimiz genel isim olarak en mutlak içeriksizin adı, yani varlık, neyi gösterir? Bir varlık var da ben onun karşısında durup izliyor muyum? Yani, sulandırılmış deizmin tanrısı gibi, her şeyi yarattım da kenara çekilip izliyor muyum? O halde kenar dediğim yer, benim orada olmaklığım, az önce söylediğim “her şey”in dışına nasıl çıkabilir? Oraya dahil olması gerekirdi. O ve orada olan, bunların genel adı olarak varlık, içinde benim bulunup da kendisine yöneldiğim bir nesne olarak düşünüldüğünde, böyle bir çelişkiye yol açarak kendi kendisinin yıkımını imlemekte ve ortada kocaman bir hiçlik bırakmaktadır. Belki tüm bir ontoloji, bu hiçliğin ortaya çıkışında da inşa edilebilir ve ironik olarak da okuması hayli haz verici olabilir (Sartre, Varlık ve Hiçlik). Lakin burada genel bir durum var, felsefenin tüm kavramlarında karşımıza çıkacak bir durum, zihnimizin öyle bir edimi var ki, kavramları gündeme getirirken, tıpkı özgür irade ya da deizmin tanrısında olduğu gibi, gündeme getirişi için en az iki koşul (nesne ve yüklem, büyük ve küçük öncül, dolayısıyla kıyas) gereksiniyor; ancak sonrasında bu ikisine de yöneldiğinde onu tatmin etmeyen bir durumla karşılaşıyor ve ikisini de terk edip nihilizme düşüyor. Bu biçimi özgür irade tartışmasına ve onun spesifik olarak görünüme geldiği fıstığa uyarlayacak olursam şunu demeye getiriyorum: Fıstık hakkında, o fıstık olmak bakımından ben ona gidip biliyorum ve tadı olan, yenebilir olan bir şey olduğunu anlıyorum da ona yönelmekle bunları seçmiş oluyorum ve dolayısıyla özgür iradem var diyebiliyorum; öte yandan, kendisini fıstıkla besleyebilen bir canlı olarak evrimleştiğim için, ki bu kendisini besleyebilecek (Aristotelyen anlamda deviniminin sürekliliğine hizmet edecek) nesnelere yönelme eğiliminde olmayı imler) ona yöneliyorum da denebilir ve bu da özgür iradem yok demektir. Burada ikisini aynı anda kabul edemeyişimizin sebebi budur; fıstık fıstık olarak dışarıdaysa, onun fıstık olmaklığı nesnede (Aristotelesçi anlamda yine, maddesinde) içeriliyordur ve ben özne olarak ona yöneliyorumdur, özgür iradem vardır. Lakin fıstık, fıstık olarak dışarıda değilse zihnimdedir ve zihnimin dışarıyla ilişkiye girme araçları ve imkanları ile sınırlı olup gerçekliğin yalnızca bana ayrılan minik bir bölümüyle sınırlıyımdır ki özgür iradem yoktur. Zihnimizin sıçrama yapmak isteyip yeterli dayanak bulamayan, yahut bir metaforla, bacaklarının zayıflığından ötürü sonraki aşamaya atlayamayışının nedeni ya da noktası işte burasıdır: İkisi de bize çok makul geliyor. O halde ne yapalım ölelim mi? Çünkü şöyle de bir sorun ortaya çıkıyor: Kendi iradesi hakkında varlığın tamamını gözlemleyerek, eğer onun içinde bulunma dolayımındaysa bir de, nasıl olup da yargı veriyor zihin: Bu özgür iradenin olmadığına yönelik çıkarıma bizi yönlendiren tasarımı değiller ve yok eder. Ancak diğer türlü de, fıstık, fıstık olmak bakımından dışarıdaysa Parmenides’in “Bir”ine kadar geri giden bir süreçle tüm bir varlığı özdeş kılarız ve ayrımları sağduyuya aykırı düşecek şekilde yok etmiş oluruz ki bu varlığı yok etmek demektir aslında, özgür iradenin var olduğuna dair tasarımı yok edecektir. Bu son kısım kritik olduğu için sadeleştiriyorum:
Fıstık var, fıstığı biliyorum ve yönelmek (yemek, tercih) benim elimde; özgür iradem var.
Fıstık zihnimde var, yönelimselliğin koşulu da zihnimin kendisi, dışarıdaki o tamamını bilemediğim şey (Kant’ta noumenos) bana fıstık ve tat alabileceğim bir şey olarak görünüyor, o halde özgür iradem yoktur. Sınırlıdır denmesi gerekiyor gibi görünebilir, lakin yazıyı uzatmamak adına irdelemeyeceğim, bu yoktur demeye gelir.
Sonra bunları teker teker kendi dizgelerinin nasıl kendi aleyhlerinde kullanımlara denk düştükleri gösterilerek çökertilmişti:
Fıstığı bilme koşulumu, yani varlığı bilir olma niteliğimi koruyarak ama aynı zamanda kendimi onun (varlığın) dışına çıkarmam nasıl olanaklı olabilir? Bu çelişiktir.
Fıstıklık konsepti zihnim ve dışarısı arasında nasıl ilişki kuracaktır? Bu daha da çelişiktir.
Bu problemin çözümü olarak, varoluşçu bir perspektiften terimleri inşa etmek gerekir. Hatta belki zihni yeniden tanımlamak, Heidegger gibi. Aslında zihin dediği şeyi komple Varlık ile değiştirerek bunu yapar. Çözüm şudur: Zihnimizin bu iki çelişkiyi doğurduğu noktada içine düştüğü rahatsızlık aslında varlıktır. İrademiz de bu dolayımda gündeme gelmektedir. Yani, bizi biz yapan, fıstık yemek için ona yönelmemiz ya da diğer gündelik edimlerimiz değil, bu tarz “felsefi” dediğimiz ve kesinlikle felsefecilere has olmayan tartışmalarda kendini göstermektedir. Burada olan, yüksek entelektüel edimlerimizi (buna logos/logein diyelim) tetikleyen tartışmalarda kendini gösteren özsel yanımızın ortaya çıkışıdır. Bu beliriş, kendini spesifik durumlarda ortaya çıkarır. Örneğin, Kant’ın yalan söyleme ya da insan öldürme hakkında verdiği örnekleri, Tramvay Problemi gibi tasarıları tartışırken. Fıstık ve zihnin diğer gündelik kullanımları, bu yanımıza yalnızca arazi olarak konu olabilir. Arazi konu oluşları özsellermiş gibi ele alıp kavramları bu dizgeyle görünüme getirmek, kategori hatası olur ve aslında soruyu baştan yok eder. Çözümü de, özgür irade tartışması için aslında çok basittir: Özgür irade yoksa bu soruyu kim soruyor? Çünkü bu sorunun kendisi ve yarattığı soru olmaklık hissi, yahut buna verilecek muhtemel olumsuz cevaplara karşı duyulacak rahatsızlık, aslında kendini fıstıkla aynı minvalde görünüme getirmektedir. Bu tarz soruları sorup, bir de cevabı ballandıra ballandıra özgür iradenin olmadığına çıkaranlar ve bunu size hayatın gerçeklerini anlatmak için, kendisi bu gerçekle yüzleşmiş sert bir adammış ve sizin iyiliğiniz için bu biricik hakikatlerini sizinle paylaşıyormuş gibi lanse edenler, ucuz retorikçilerdir. İleri okuma için: Heidegger - Varlık ve Zaman, Kant - Pratik Aklın Eleştirisi, Sartre - Varlık ve Hiçlik, Augustinus - İtiraflar, Hegel - Tinin Fenomenolojisi
2 notes
·
View notes
Photo
‘’..kimimiz, her türlü rüzgâr ve dalganın oraya-buraya savurduğu teknesinin içinde, dış etkilenmelere boyun eğerek, yaşamını edilgin bir biçimde sürdürüp gidecek; kimimiz, kulaktan dolma, yarım yamalak bir bilgi ile doğaya karşı mücadele verecek; çok azımız da, rüzgârı, dalgayı, teknesini ve bunların nasıl etkileştiklerini anlayarak, doğa ile uyum içinde, güvenli, huzurlu ve eğlenceli bir “rota” tutturacaktır.’’
‘‘..doğanın gücü, tanrı’nın gücünün dışında bir güç müydü ki tanrı ona müdahale etsindi?‘‘
‘’..nasıl ki doğayı anlamak için doğanın dışından getirdiğimiz bilgilere başvurmanın, bizi yanıltmaktan başka yararı yoksa kutsal yazıların içeriğini anlamak için de, bu yazıların dışından bilgilere başvurmanın bir yararı yoktu. mucize ve vahiyler gibi "doğal ışıkta" bize aşikar görünmeyen, alışılmamış, bizim anlayışımızı aşan olayları ancak bu şekilde anlayabilirdik. böyle hareket edilmezse, peşin fikirlere ve ön yargılara düşmek kaçınılmaz olurdu. sonuçta, araştırılan, kutsal kitaplarda yazılı olan olayların gerçek olup olmadığı değil, kendi içlerinde tutarlı olup olmadıklarıydı.’’
‘‘öğrenebildikleri dine inanmamışlar, inandıkları dini de öğrenememişlerdi.’’
“insan aklının en yüce çabası ve en yüce erdemi, şeyleri üçüncü tür bilgilenme ile anlamaktır." (e. v önerme xxv.)
‘’..üçüncü tür bilgi ya da sezgi (scientia intuitiva):bu, tanrının özü hakkında yeterli bilgi edinildikten sonra, algılanan şeylerin özünde, tanrının özünün varlığının ve işleyişinin sezilmesidir. işte sadece çok ender kişilerinin erişebileceği en üstün bilgi türü budur.’’
'’hiçbir zihinde mutlak ya da özgür istenç diye adlandırılabilecek bir şey yoktur. zihni, şu ya da bu şeyi istemeye iten bir neden vardır. bu nedeni de belirleyen bir ikincisi, onu da belirleyen bir diğeri vardır ve bu nedensellik zinciri, sonsuza dek böyle gider (e. II, ö, 48) zihin, belirlenmiş bir düşüncedir; dolayısıyla da, kendi etkinliğinin özgür nedeni olamaz.’’
'’erdemle hareket eden birisi için en iyi şey, anlamaktır.’’
‘’freud, spinoza’ya çok büyük saygı duyuyor ve bunu “uzun ömrüm boyunca”... “çekingen bir biçimde”... “olağanüstü yüksek bir saygı”... gibi güçlü ifâdelerle dile getirmeye de özen gösteriyordu. bunu -belki de- spinoza’nın adını daha sık anmış olmamasını telafi etmek için yapıyordu. “spinoza doktrinine tamamen bağımlı olduğunu” kabul ediyor, ama spinoza gibi büyük bir filozofun da kendisi gibi düşündüğünü söylemeye gereksinimi olmadığını, hak etmediği bir “meşruiyetin” arayışında olmadığını söylüyordu. tabii bu böyle iken, bizlerin bâzen tam tersini yapıp, Spinoza’yı tanımayan insanların gözünde spinoza’ya bir “tanınma”, bir “meşruiyet” kazandırmak için, “bakınız psikolojinin babası da spinoza gibi düşünüyordu” demek eğilimini taşımamız da, kayda değer ilginç bir fenomendir.’’
"insan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez" - schopenhauer
9 notes
·
View notes