#edebiyat eleştiri
Explore tagged Tumblr posts
Text
türkçe'de perec'çe bir yenidenyazım denemesi | bir değerlendirme | 01
“Potansiyel Edebiyat Atölyesi”nin şenlikli yazarı Bay Perec’in imkansıza yakın dil-deneylerinden birine daha hoşgeldiniz! Bu çetrefilli oyunun kuralları kabaca şöyle olacak:
144 harften oluşan bir metin yaz.
Bu metnin harflerini yatay satırlarda 12 birim, dikey sütunlarda da 12 birim olacak şekilde teker teker diz ve böylece bir matris oluştur.
ANCAK,
Bu metni öyle bir şekilde yazmalısın ki bu yöntemle dizildiğinde...
Her bir satırdaki 12 harfin 7’si sessiz, 5’i sesli olmak zorunda.
İlk satırda kullandığın 6 harf, sonraki 11 satırın her birinde tamamıyla tekrar yer almak zorunda.
Bu 6 harfin hepsi farklı harfler olmalı. Mümkünse dilin az kullanılan sessizleri de aralarında yer almalı.
6’sı haricinde 1 sessiz harf de her seferinde boşa düşmeli ki bu harfler § sembolüyle karşılanacaktır.
Bu matrise yerleştireceğin metin bir şiir olmalı. Dilbilimsel anlamda çıkışsız kelime ve harf öbeklerinden oluşamaz. Mümkünse kendi içinde az da olsa anlam barındıran, öğeleri tespit edilebilir cümlelerin ve kelimelerin şiirsel tertibinden oluşan, 144 harfe geldiğinde noktalanan bir edebi metin olmalı.
Bu kurallar dahilinde kalıp bir metin üretmeye çalışırken; çok eklemli, jengavari upuzun bir bütün nesneyi dengede tutmaya çalışıyormuşsunuz hissi yaşıyorsunuz. Sıradan basit bir eklemede, ufacık bir fazla müdahalede bulunursanız bütün sistem gürültüyle çökebilir. Dilde, artta kalan ve önde olan zamanı imleyen bir tamlama eki kullanmak, bir parçayı ya da bütünü tanıtlayacak bir sıfat yahut zarf kullanmak bile sizi zaten bazı zaruretlere sürüklemekte. Metnin durmaksızın ve sırasızca önceye ve sonraya akan; suskuları, duraklamaları, kapanmaları, açılmaları, yükselmeleri, kırılmaları, kıvrılmaları olan korkunç labirentliğini; birtakım katı kurallar eşliğinde 144 harfe sığışmış kusursuz bir minyatür odada, temsilî bir görüntü üretecek nesnel laboratuvar ortamında deneyimlerken tüm bu matematik sizi ilginç bir şekilde ruha götürmüş oluyor.
Edebi bir metni bir matrise hapsetmenin bir başka göndergesi daha var. Bilinir ki dilin içindeki her harfin özgül ağırlığı farklıdır. Her harfin metnin herhangi bir zamanına ve parçasına referans verme şekli, o alanla ilişkilenme yöntemi farklıdır. Dil içindeki her birim, akmakta olan içkin ve dışsal anlamlar silsilesinin maruzluğunda sürekli olarak değişken yoğunluklara erişir. Lakin matrise yerleştirilmiş, eşitlikçi ve nötr matematiğe sıkıştırılmış bir dilde bunun aksi bir gerilim söz konusudur. Bu mekanda dil öğeleri; yalnızca 1 birim değeri olan matamatiksel semboller, bütünün eşit ve temel parçaları haline gelirler. Mantıklı bir ortaklaşma zemini, genelgeçer bir iletişim kurabileceğini varsayarak kodladığımız dile bu örnekle dayatılan çatışkı; rasyonalite bağlamında insanlığın kültür tarihi boyunca yaşadığı çatışkının da mütevazı bir çağrıştıranıdır. Dilin nesneliğinin bu şekilde ortaya çıkışı “somut şiir” akımına da paralellik gösterir.
Aşağıdaki yenidenyazımı Perec’in oyununun bütün kaidelerine uyarak uzun bir çalışma sonucu Türkçe’de gerçekleştirdim. Blogumda bulabileceğeiniz yazının 3.part'ında da Perec'in gerçekleştirdiklerinin çevirilerini ve yorumlamalarını, adaptasyonlarını bulabilirsiniz.
ÖNCÜL KOPMA
“Öncül Kopma”nın Eceli;
kapımda makûl celp.
Nasip:
Kelimecinin lakap mecmuasını
cılk pamukla mıncırıp aklınca;
pimi çekilmiş can pikapını
mecalsiz kalp canıma
liman yapacak.
Ö N C Ü L K O P M A § I
N E C E L İ K A P I M §
A M A K U L C E § P N A
§ İ P K E L İ M E C İ N
İ N L A K A P M E C § U
A § I N I C I L K P A M
U K L A M I N C I § I P
A K L I N C A P İ M İ §
E K İ L M İ § C A N P İ
K A P I N I M E C A L §
İ § K A L P C A N I M A
L İ M A N § A P A C A K
#perec#oulipo#georges perec#palindrome#yaşam kullanma kılavuzu#deneysel edebiyat#somut şiir#edebiyat inceleme#edebiyat eleştiri#çağdaş eedebiyat#çağdaş şiir#matris#çeviri şiir#yenidenyazım#perec kullanma kılavuzu
0 notes
Text
İnsanlar eleştiriye açığım diyor ama kimse açık değil. Doğru olanı, öyle yapmaması gerektiğini söylediğin an seni yarandan vuruyorlar. Çünkü doğru söylenen şeyler onlara ağır geliyor, kaldıramıyorlar. Karşı tarafın da kaldıramayacağını bildiği yerden vurup düşürmek istiyorlar.
Ki bunu yapanlar da yakınım dediğin o acını ve yaranın sebebini bilenler..
İnsanı en çok da bu yıkıyor ya.
5 notes
·
View notes
Text
fikir belirtmek her insanın en doğal hakkı. herhangi bir ideolojisini savunmak-savunmamak da en büyük hakkı. ama bir kitle var ki kendi ideolojisini başka insanlara kabullendirmek için korkunç bir eleştiri yağmuruna tutuyor ve zorbalıyor. dozunda eleştiriyi kabul ederim ama çirkin eleştiriyi kabul edemem. öylesine hunharca eleştirip kınayıp,kibirleniyor ki insan olduğunu,aynı hatayı ya da hata olmayıp onun hata-yanlış-günah her neyse olarak gördüğünü bir gün kendisinin yapma ihtimalini asla düşünmüyor. kendisine olan öfkesini nefretini ve ne yazık ki yetersizliğini bu şekilde kapatmaya çalışıyor.her konu hakkında bir fikrinizin olmaması gerekiyor gibi ama yine de siz bilirsiniz tabii.
15 notes
·
View notes
Text
En Kolay Meslek Nedir Diye Sorsalar
Oturduğun Yerden Ahkam Kesmek Derim.
Çünkü Böyle İnsanlar Sorumlusu Olmadığı Hayatlara Uzaktan Uzağa Çığırtkanlık Yaparak Akıl Vermesini Severler.
Lakin Yaptıkları Sadece Ocaktaki Çorbardan çok'
İçinizdeki Acınıza Tuz Serpmektir .
#acılar#deprem#eleştiri#gereksiz#aforizmalar#edebi yazılar#bir not#ibretlik#bilinçaltı#akıl vermek#boşboğaz#algı#edebiyat#edepyahu
19 notes
·
View notes
Text
beğeni gerçekte söze getirilmiş bir yasaklamadır.
roland barthes - eleştiri ve hakikat
#roland barthes#yas günlüğü#eleştiri ve hakikat#camera lucida#jean baudrillard#cool anılar#ulus baker#yapısalcılık#louis althusser#kitap#edebiyat#blogger#felsefe#kitaplar#blog#kitap kurdu#şiir#friedrich nietzsche#ludwig wittgenstein#baruch spinoza#ethika#martin heidegger#varlık ve zaman#varlık ve hiçlik#jean paul sartre#milan kundera#umberto raho#felsefe blog#kitaplık#nazım hikmet ran
5 notes
·
View notes
Text
#james joyce#Eleştiri ve Deneme Yazıları#edebiyat#kitap#yazar#kitapalıntıları#kitapalıntısı#art#keşfet
3 notes
·
View notes
Text
Her insanın aldanma, savrulma, düşme ihtimali var. Ama en çok da en şiddetli şekilde kınayan, en yüksek sesle ayıplayan, en ağır tonda eleştiren düşer. Çünkü örtülü şekilde "ben kusursuzum ve asla hata yapmam" mesajını verir. Allah da insanı bu iddialılığından vurur. 💫
8 notes
·
View notes
Text
Yağmurlu günlerin klişe bunalımına sağlam bir yumruk atar gibi söyledi;
- Hem İspanyolcası da yoktu, ayrıldık.
Bu cümle neye karşı söylenmiş olabilir ki diye kurgularken, ne kadar gereksiz bir düşüncede olduğumu da hemen farkettim.
Bana ne?
Zaten biraz yavaş yürüyor olsaydım, hafızama hiç şüphesiz daha saçma konuşmalar yerleşmiş olacaktı.
İyice hızlandım, solladım ve geçtim.
#yaşam#kısa hikaye#edebiyat#diyalog#rastgele#hayatın içinden#konuşma#düşünce#fikir#iç sesim#hayal etmek#ispanyolca#türkçe#yürümek#eleştiri
5 notes
·
View notes
Text
TÜRKİYE DELİRDİ Mİ ?
Marmara depremine hazır mıyız?Hayır değiliz! Yazıklar olsun bize ki değiliz!Deprem Türkiye’nin kaderi değil, göz göre göre intiharıdır!Artık Türkiye halkı depremden korkmayı bıraktıDepremden sonra olacaklardan daha fazla korkmaya başladıKimisi televizyonlarda uyaran uzmanları gördüğünde yüzünü ekşitiyor saniyeler geçmeden zamping yapmaya devam ediyorKimisi de kara kara ne olacağını…
View On WordPress
0 notes
Text
TÜRKİYE DELİRDİ Mİ ?
Marmara depremine hazır mıyız?Hayır değiliz! Yazıklar olsun bize ki değiliz!Deprem Türkiye’nin kaderi değil, göz göre göre intiharıdır!Artık Türkiye halkı depremden korkmayı bıraktıDepremden sonra olacaklardan daha fazla korkmaya başladıKimisi televizyonlarda uyaran uzmanları gördüğünde yüzünü ekşitiyor saniyeler geçmeden zamping yapmaya devam ediyorKimisi de kara kara ne olacağını…
View On WordPress
0 notes
Text
tehlikeli oyunlar II - Girard
İnsanın yaşamı alımlarken içine düştüğü doğal çelişki ve ürküleri, bu noktadan hareketle türetilen ve kendisini gün geçtikçe daha da katı biçimlendiren bir evrensel akıl kurgusunun ürünlerine yüklediği; varlığın külfetini içinden dışına taşıdığı, yanında olma’dan cehpe olma’ya yürüdüğü, yatay ilişkilenmelerdense dikey ilişkilenmelere meylettiği, düşüncesini ancak ikili ayrımlar üzerinden kurabildiği, bakışı perspektif özelinde sabitleyip kendisine yeni bir rol giyindiği bir çağda; benliğin bugün çok daha tavırlı, konumlu ve kurgulu bir yapı haline geldiğini görürüz. Özneleştirilen birey, kendisini artık birliktelikte, her yer ve şeyde bir parça olarak algılamamaktadır. O ayrı, biricik ve kendine özgü olma yoluyla diğerlerinden farklılaşan bir dünyadır. Dolayısıyla bu özne muhattabını karşısına alır, nesnesini doğurur. Ancak bu temel varsayımlar, özneyi tam da en iradeli olduğunu düşündüğü anda nesneleştirmeye mahirdirler. Kutsanan ve sabitlenen göz, şimdi özneyi her yerden gizlice izlemekte ve onu hakimiyeti güdümünde nesneleştirmektedir.
Akışların yönlerinin ve yollarının kodlandığı, sabit bir noktaya görelikle sınıflandırıldığı, benliklerin yaşam enerjilerinin ve saf arzularının aygıtlara bağlanarak reaktifleştirildiği bir zamandır bu. Bireyin yaşadığı reaktif arzuyu ve bir sabite göre biçimlenen konumlanmalarla kurulmuş kimliğini “kendilik” olarak algıladığı bu zamanda hakikat, sanılanın aksine hiç olmadığı kadar tartışmalı ve yanılsamalı olmaya başlamıştır. Bu yanılsamaya gözü kapalı olan birey, sahneyi kendisinden ve kendisinden ayrıştırdığı nesnesinden ibaret görür. Arzusu, düşüncesi ve hareketi bu çizgi üzerinde tek yönlüdür. İster ve yapar. Arzular ve alır. Bu konuda özgür ve bağımsız olduğu düşüncesinden bir an için olsa ayrışamaz.
Girard arzunun ve öznenin kendiliğinden ve özgün olduğu yanılgısını apaçık ortaya dökecek bir düşünce sistemi sunar bize. Girard’ın sözünü ettiği kavramlar “bireyi” olduğu kadar, toplumun kolektif örgütlenmesinin kökenlerini de sarsacak niteliktedir. Belki bu sebeple insan eyleminin kalbinde bulunan “mimesis” basit bir taklit anlamından ötede hiç irdelenmemiştir, Girard’a göre bu durum tesadüfi değildir. Öznenin arzusunun mimetikliğini vurgulamak; insanın romantik idealler ve dayanışmayla, kolektif ve ussal bir çabayla üretildiğine iman edilmiş kültür ve kurumlarını; doğaya aitliğinden büyük ölçüde soyutlanıp kopmakla varlığını kuran modern öznenin yaşam algısını tedirgin edecektir. Mimetik arzunun hatırlattığı iradesizlik ve dolayısıyla hayat karşısında doğan karmaşa ve boşluk, biricik ideallerimizin ve dramatik öykümüzün ikiyüzlülüğünü ortaya serer. Girard tek düze bir arzulayan özne ve arzulanan nesne düşüncesine bu sahnenin perdesini indiren bir üçüncü etmen ekler. Ona göre “özne bir başkası tarafından arzulandığı için arzuluyordur nesnesini.” Girard kışkırtıcı dolayımlayıcıyı ortaya çıkarır, mimesisin anlamını derinleştirir ve arzunun yadsınan doğasını sergiler.
Romantik olan ve romansal olan da bu noktada devreye girer. Özne algısı beraberinde kaçınılmaz olarak romantikliği de taşır. Çünkü özne çerçeveler, tek boyutlu düzlemler üzerinden sahneler kurar ve istediği oyunu oynamakta özgür olduğunu var sayar. Romantik özne arzunun tüm boyutlululuğu halinde parçalanacaktır. Nesnesini sabitleyemezse her taraftan kuşatılacaktır, evren onun üstüne doğru büyüyecektir. Öznenin aldanış üzerine bina ettiği bu kof romantik anlayışın karşısına Girard “romansal” olanı koyar. Romansal olan özne merkezli değildir; arzunun karmaşık dinamikleri içinde öznenin konumu da sürekli değişmektedir ve dış etmenler tarafından güdülenmektedir. Burada özne ve arzu ilişkisi bütün genişliği ve karmaşıklığıyla ele alınır. Romansal olan kurcalar, karıştırır, boyutlandırır, bulandırır. Bütün çatışkıları ve vahşi rekabet güdüsüyle özneyi ait olduğu dünya içerisine geniş bir perspektife oturtur; karmaşayı kabullenme ve sindirme yönünde geliştirmeye ihtiyaç duyduğumuz cesaret için temel oluşturur.
Mimetik arzunun ayırdındaki bütün yazarlarda neredeyse kuramsal bir ses olduğunu söyler Girard. Bu ses susturulmuştur ya da kasıtlı olarak göz ardı edilmiştir. Romansal hakikatliliği olan metinler, büyük bir söylem ve eleştiri gücünü de içinde barındırır. Girard’a göre metnin söyleyebileceklerini hafife almayan ölçülü bir sistemle metnin üzerine gitmek, onun söylem gücünü sivriltip görünüşünün ötesinde anlatabileceklerini ortaya sermek eleştirinin görevidir. Ancak eleştiri romandan üstün değildir, onun romandan alabilecekleri romanın ondan alabileceklerinden daha fazladır. Eleştiri romanın içinden hareketini almalıdır, tepeden bakan ya da bilimsel olma iddiasını taşıyan bir tavırdan kaçınmalıdır.
Bu bağlamda Tehlikeli Oyunlar’ı, sözünü ettiğimiz türde bir eleştiri dilini amaçlayarak romanla birlikte büyüyecek ve biçimlenecek bir okumayla ele almaya çalışalım. Öncelikle, bu romanda düşlediğimiz manada bir üçgenin, somut bir düzenek bulmanın kolay olmadığını tespit etmek gerekir. Öte yandan bu roman elde etme ve başarmadan ziyade açık bir kaybetme anlatısıdır. Tutunamamak; kazanmak ve başarmakla doğrudan bir ilişki içinde olsa da, ilerlemeci arzunun nispeten daha kolay olan dinamikleri, işin içine geri çekilmenin ve yitirmenin gizemi ve gölgesi girdiğinde daha karmaşık bir boyuta ulaşır. Kazanmak için rekabete girmek, arzulanan nesneye doğru koşmak düşüncelerinin türettiği temel ve somut üçgenleri Tehlikeli Oyunlar’da göze gözükmez. Romanda mimetik arzu görünür kılınır, ancak bu daha soyut bir düzlemde gerçekleşecektir.
Kolay bir bakış olsa da özneyi Hikmet olarak sabitlemek yanlış olmayacaktır, ama nesnenin sürekli değiştiğini ve muğlaklaştığını gözlemleriz. Bu sürekli değişim de Hikmet’in tahtını sarsar, görünürde özne olarak adlandırdığımız Hikmet tesirlerle savrulan bir nesne oluverir birden. Eserde dolayımlayıcı da hep soyut düzlemde gösterir kendisini. Bu Hikmet’i, çevresindeki somut göndergelerle ve rakiplerle kuracağı temel arzu ilişkilerinden men eder ve bu olamama hali bütün denklemi Hikmet’in kafasına taşıyarak soyut bir düzlem doğuracaktır. Bu düzlem Hikmet’e sancı verir, çünkü eylem içinde olmanın vereceği bedensel kuvvetlerini hissedemez. Soyutluk onun kafasında gün geçtikçe büyür; bir kelime anda varolamadığı için binlerce kelimeye bölünür, Hikmet hesaplaşmalara ve kahramanlıklara soyunarak hepsine saldırmakla yükümlü kalır. Sürekli bir iç kavga halidir bu.
Hikmet’in mimetik arzusu sevdiği kadınlarda, hayata dair ideallerinde hep kafasındaki soyut bir dolayımlayıcıyla canlanıyor. Ola ki somut bir dolayımlayıcı çıkarsa Hikmet onu da güvenli sığınağına, kafasının içine taşıyor. Kazanılabilecek yarışlar başlamadan yok ediliyor. Hikmet de en iyi kaybeden olma konusunda kafasındaki öteki Hikmet’in dürtmesinden alıyor hızını ve çevresiyle yarışa giriyor. Ama rakiplerine sahnelerini o veriyor, canı sıkıldığında oynamıyor, kaybederse kuralları sorguluyor. Sürekli iç monologlar ona acı çektiriyor, ancak güvenli konum sürüyor.
Bir bireyin bir başkasını herhangi bir şeyi ele geçirirken taklit etmesinin sonucunun rekabet ya da çatışma olmasının kaçınılmaz olduğununu söyler Girard. İnsan bir şeyi yaparken ya da bir şey olurken neyi yapmadığı ya da neyi olmadığı; bir şeyi doğururken bir başka şeyi de öldürdüğü ortaya çıkmaktadır. Hikmet’in her davranışı, yaptığından çok yapmadığını çağrıştırır niteliktedir. Hikmet bir sahnede durduğunda, bu “diğer sahneleri size bıraktım, ben sizin rakibiniz değilim” anlatısını pekiştirmektedir. Aynı şekilde uzmanlaşma da bir tür rekabetten kaçınmadır. Genel bir havuzda girilecek rekabet kişinin arzu denetimini zorlaştıracak ve kaybedeceği savaşların sayısını artıracaktır. Bu noktada kişi kazananlara öykünerek, kendinden güç çıkarabileceğine emin olduğu yegane alanda kazanan olma yoluna gider. Uzmanlaşma yolundaki bu dürtünün dolayımlayıcısı da bir ölçüde bireyin korkusu ve bir sebeple olmaktan kaçındığı kişidir. Bireyler modellerini onun gibi olmamak için de taklit ederler. Hikmet’in durumu bu açıdan ilginçtir; o kaybetme konusunda uzmanlaşmak istemektedir. Hikmet bir yandan kendisiyle hesaplaşmış başarılı bir egemen olmaya öykünmekte, bir yandan egemen olmakla ihanet edeceği kültürel geçmişini düşünüp bundan kaçındığının gösterisini yapmaktadır. Bu iki uç Hikmet’in hareketliliğini sağlar. Hikmet tam olarak kaybederse onu değerli kılması için uğraştığı bu orjinalliği kalmayacaktır, tam olarak kazanmak istediğinde de bunu güçlü olanın alanında yapacak cesareti yoktur. Bu yüzden Hikmet en güçlü kaybeden, en mazlum direnen olacaktır. İşte bu iki uç kısımla şekillenen Hikmet’in motivasyonu mazlumluk gibi bir kavramı kültüründe kodlamış olan ülkesinin ona belirlediği sınırları da betimler, ki Tehlikeli Oyunlar bu gibi anlarda romansal hakikatle daha güçlü bir bağ kurmuş olur.
İki mimetik yanın birleştiren ve yıkan yönlerinin birbiriyle ilişkileri nasıl gerçekleşir? Çatışmacı ve yıkıcı mimesis, insan toplumlarının gelişmesi ve sürmesi için zorunlu olan eğitim ve öğretimin çatışkısız mimesisine nasıl dönüşür? Kişiler yaşamın olağanca kaosundan, yıkılışı ve sonluluğu imleyen gürültüden kaçmak için her yola başvururlar. Bu bilinmez şiddetten kaçınmak için gerekirse küçük çaplı şiddetler uygulamak mübah olur. Toplum yıkıcı ve çatışkılı arzularını, kendisini ve çevresini bir anda yıkıma götürebilecek bu büyük doğayı bastırmak adına bir günah keçisi seçer. İçinden kopardığı bütün bu öğrenilmiş öfkeyi, bütün özellikleriyle kurbanlığa davetiye çıkaran günah keçisine yükler. Topluluktan atılan günah keçisi toplumun ikiyüzlü çatışkılarını gölgeler, topluluk bu ritüelle yeniden doğar ve bir araya gelir. Şimdi bireyler birbirlerini arzularını örterek ve yalan söyleyerek taklit edecek, rekabetçi ve ilerlemeci kültür gelişecektir. “En büyük suçlu, toplumsal düzenin temel dayanağı haline gelir.” (Girard, Günah Keçisi, s. 60)
Hikmet bu gerçeği bilmektedir. Hikmet devinen ve güç yaratan batı kültürüne öykünerek topluluğunu da oraya taşımak ister. İvedi devrimlerle batıya doğru koşturulan ülkede her şeyde olduğu gibi kahramanlık da ancak bu şekilde gerçekleşebilmektedir. Hikmet kendisini günah keçisi olarak yakmak, topluluğuna varlık kazandırmak istemektedir. Çünkü bu karmaşık iklimde kimse ne günah keçisi olabilecek kadar masum, ne de rekabetçi olabilecek kadar hazırdır. Birinin onların adına bu süreci hızlandırması gerekir. Toplum iki kutup arasında mazlum bir söyleme oturmuştur. Hikmet bu döngüyü yıkmak ister. Bir yandan da küçük bir İsa gibi sentez peşine düşerek yapmaya çalışır bunu, oradan aldığını buraya koyarak sonuç üretmek ister. Ancak başaramaz. Hikmet taklitler arasında bir “görev” haline gelmiş karakterinin ayırdına vardığında, iradesizliğini duyumsar:
“Onlar yaşıyorlardı, kendilerini yaşıyorlardı, ben kimdim ya da kimi yaşıyordum? İşte o zaman öfkelendim albayım, garsonla kavga ettim” (Tehlikeli Oyunlar, s.107)
Hikmet hür bir ben olamamıştır. Bedenselleşemediği için refleksleri yeterli değildir bunun için, o yeri geldiğinde doğru şeyi yapmayı bilemez; kafasına taşır eylemini. Ola ki eylem yapacak olursa bu da kendisini yıkmak ve kandırmak içindir, ancak gidip garsonla kavga edecektir. Kendisini nereden bu eylemin içinde bulduğunu dahi anlayamadığını görürüz. Girard’ın sözünü ettiği, Nietzsche’nin “aciz ve iktidarsız nefret dediği” hınç bu tarz bir iklimde doğar. Bir yandan kaderci olan bir yandan intikam isteyen, acı çekerken direnen bir topluluk her zaman için çelişkisiz olana imrenir ve haset duyar. Toplum tek çareyi bu tedirgin, her an yıkılacak gibi durup yine de yıkılmayan yapıya sığınmakta bulur. Darbelere rağmen bir olmak, bu toplumun özenilecek bir kavram olarak bireylerine sunduğu yoldur.
Girard’a göre çoğunluğun bu temel dayatmasından ileri ya da geri yönde çok uzaklaşan birey, kurban olmaya kendini bir o kadar yaklaştırır. Hikmet mazlumluğa uzun bir süre sırt dayasa da, bir yandan da “aydın” bir insandır. Sırt dayadığı her an kendisinin ikinci çirkin yüzünü de görür, buna rağmen oynamaya çalışır. Bu çatışkılı durumu sırtlayabilmek için onun da bir günah keçisine ihtiyacı vardır. O topluluğun suçlarını kahramanca üstlenirken; kendisinin de, çaktırmadan kendi vebalini üstlenecek bir kurbana ihtiyacı vardır. Hikmet toplum için sağladığı bu görevi, kendisi için uygun ritüeli ancak “oyun” olgusunda bulur. Ama bir süre sonra gerçekle oyun iç içe geçtiğinde, daha fazla sürdüremeyeceğini anlar bu ritüeli. Bu süreç onu kurbanlaştırmakta ve sonunu hazırlamaktadır. Sadece soyut düzlemlerde bulabildiği suçlular onun kafasının içini kirletmiş, o kafasının içinde onları suçlarken sonunda kafası suçlu olmuştur.
“Her fırsatta, küçük bir zayıflık sezdi mi mesele çıkaran, sonra üzerine yürününce de kendine acındırmak için sahte duyarlılıklara başvuran zavallı beni gördüm. Kendime acındırmayı bir sanat haline getirmeğe çalştığımı anladım” (Tehlikeli Oyunlar, s.261)
Hikmet asılı kaldığı döngüyü görmektedir. Bu yüzden tek çaresi aldanmaktır. Onun aldanmasının romantik yönleri vardır, ancak yapısı gereği Hikmet karakteri romantik olamaz. Kitapta acısını kutsayan romantik bir aydın karakteri var gibi görünür zaman zaman. Ancak Oğuz Atay bu romantiklik baş gösterdiğinde onun mimetik yönünü vurgulayarak ve Hikmet’in ikiyüzlülüğün bilincindeki rolünü devreye sokarak romansal olana kaymayı başarır. “Ben olma”nın romantik bir kutsanışındansa, ben olamamanın romansal anlatımı görülür Tehlikeli Oyunlar’da.
Artık Hikmet’i sadece tamamen hiç olmamanın avuntusu, yakınma ve soyut haklılıklar yaşamda tutar. Tamamlanamamışlık bir gün tam olacağı beklentisiyle yarına bağlı yaşatır insanı, geçmiş ise dönüştürmek için fazla geridedir. Ve yaşam niteliksizleşir. İntihar bu açıdan bir tamamlanma eylemidir. Kafasının içindeki bütün bu dolayımlayıcılar sonunda intiharı işaret ederler ona. Hem böylelikle tam bir kurban olabilecektir. Gerçek arzusunu ve iradeli benliğini keşfedeceği, hakiki bir oyunun giriş kapısıdır ölüm.
“Modern duygulara gittikçe daha sık rastlanmasının nedeni “hasetli doğaların” ve “kıskanç mizaçların” üzücü ve esrarlı bir biçimde artmış olması değil, insanlar arasındaki farklılıkların giderek silindiği bir evrende içsel dolayımın egemen olmasıdır.” (Romantik Yalan Romansal Hakikat, s. 33)
“Dolayımlayıcı arzulayan özneye yaklaştıkça ontolojik hastalık şiddetlenir.
İçsel dolayımın doğurduğu çelişkiler sonunda kişiyi yok eder. (Romantik Yalan Romansal Hakikat, s. 224)
Türsüzleşmiş ve farklılıkları boğmuş bir toplumdan düşünceliliğiyle ayrılan Hikmet, içsel dolayımın insanı tüketen doğasına kaçmaya mahkum kalır. Bu içsel dolayımı sağlıklı bir boyutta kültüre aktaracak bir dinamiği kişi bulamadığında, dolayımlayıcı bir çok kılıfa büründüğünde kişi bütün varoluş zeminini yitirir. Ancak oyun oynayabilir ve yalan söyleyebilir olur.
İnsan tutsaklaştıkça tutsaklığı daha büyük bir çabayla savunur. Gurur ancak yalan sayesinde hayatta kalabilir ve yalanı ayakta tutan da üçgen arzudur. (Romantik Yalan Romansal Hakikat, s. 63)
Hikmet öykündüğü gururu yakalayabilmek için, yalana ve oyuna sığınır. Dul kadın, Hüsamettin Albay, gecekondu; Hikmet’in yarattığı sahnede onun arzusunun dolayımlayıcıları olarak etrafta dururlar. Hikmet çevresine seçtiği bu topluluğa sürekli bir şey “gösterir”. Onların yanında Hikmet güçlenebilmekte, onların kahramanı olabilmekte, bir yandan mazlumluğa sırtını dayayıp bir yandan öykündüğü hayalle ilgili atıp tutabilmektedir. “Oyunlarımıza onları almayalım albayım” der Hikmet. Kendi çalıp kendi söylemektedir, kendini sınamak için var etmiştir ve yaşatıyordur çevresini, bunun bedelini de küçük kahramanlıklarla ödetir kendisine.
“Bilge itiraz etti: Fakat bütün bu gösterişi kadınlar için yapmıyor musunuz? Bütün niyetiniz kendinizi acındırmak değil mi?”(Tehlikeli Oyunlar,149)
Hikmet’e Bilge’yi arzulatan, onda gördüğü bu çıplak ve tehlikeli gerçeğe merak ve ihtiyaç duymasıdır. Sevgi Hikmet için iyi bir yaşam sınaması olmuştur, ama hala bir şeyler eksiktir. Bu eksiklik Bilge’ye doğru iter Hikmet’i, Hikmet oyununun gerçek boyutunu onda bulacaktır, onda yaşayacağı sınama kahramanlığını da mazlumluğunu da gerçek bir zemine oturtacaktır. Şayet gerçekletirebilirse, Hikmet kafasındaki oyun karakterlerini tanıştırıp arkadaş yapacaktır Bilge’yle. Bu kendisinin gerçekten var olduğunu söyleyecektir ona. Bilge’den sonra Hikmet iki tane kırılma anı yaşar. İlki albay ve dul kadınla Bilge’yi tanıştırdığı sahnedir. Mimetik arzusunun Hikmet’i sürükleyerek getirdiği ve merakla beklediği sahne burasıdır. Ancak kafadaki denklem gerçekle örtüşmez, Hikmet’in varoluşunun temel zayıflığı ve güdülenmelerinin çarpıklığı ortaya çıkar. Ontolojik hastalık şiddetlenmektedir, bundan sonrası Hikmet için büyük bir sorgu süreci ve çöküştür. Romanda romansal hakikatin tüm boyutlarıyla kendini görünür kıldığı nokta da bu iki kırılma noktasının arasıdır. Artık Hikmet korkunç bir avuntuyla yaşamını sürdürmekte ve kendisini gerçeğe doğru dolayımlayabilecek yeni bir nesne aramaktadır ki, ikinci kırılma anı gerçekleşir. Sevgi ile Bilge Hikmet’in evinde karşılaşırlar. Hikmet arzusunun yöneldiği ve kendisini sınadığı bu iki nesnenin bir araya gelmesiyle, arzusunun tüm kofluğunu, tüm iradesizliğini ve manasızlığını bir an içinde kavrar. Bilge’ye doğru dolayımlanırken en tehlikeli oyununu oynamıştır Hikmet. Bilge’nin oyunu yaşatması ve onaması gerekmektedir, ancak Hikmet’in Sevgi’si kovar onu. Bilge artık bu oyunun bir parçası değildir, Hikmet’in hızla gelişen içsel yıkımı dışarı iter Bilge’yi. Artık Hikmet’in gerçekleşebilmek için yok olması, son sözü söyleyen muktedir bir kurban olması gerekmektedir.
“Hakikatten kaçmak söz konusu olduğunda imkânlar tükenmez.” (Girard, Günah keçisi, s.122)
Hikmet’in saf bir ben olmasını mümkün kılan son mekan ölüm, son imkan intihardır artık.
#edebiyat#roman#edebiyat eleştiri#edebiyat inceleme#tehlikeli oyunlar#oğuz atay#tutunamayanlar#rene girard#romantik yalan ve romansal hakikat#günah keçisi#edebiyat yazıları#roman inceleme#roman eleştiri#çağdaş edebiyat#mimetik arzu#mimesis
1 note
·
View note
Text
Notre Dame’nin Kamburu
(Bir eleştri denemesi)
Sanırım önce Notre Dame ne demek onu açıklamalı. Notre Dame söz öbeği Fransızca olup, Türkçede “bizim hanımımız, hanımımız” veya “hanımefendimiz” gibi anlamlara gelir. Anlatılmak istenen kişi Meryem Ana'dır. Dünyada iki büyük Notre Dame katedrali vardır. Biri Paris’te –ki romanımızın ana mekanıdır- diğeriyse Strasbourg’dadır. Bundan başka katedraller olsa da Marsilya, Chartres, Reims, Haut, Kanada'da: Notre-Dame de Montréal Basilica vb.(vikipedia)bizim Notre Dame’mız Paris te olandır.
İkinci kelime ise Quasimodo kelimesidir. Quasimodo kelime anlamıyla Paskalyadan sonra gelen ikinci Pazar günüymüş. Bu kelime aynı zamanda tamamlanmamış, yarım bırakılmış anlamına geliyormuş. Sanırım şöyle de denilebilir “insan müsveddesi”. Bu aynı zamanda romanımızın kahramanlarından biri olan Başdiyakoz Claude Frollo’nun çirkin kimsesiz bebeği evine götürdüğü gün anlamına da geliyor.
Romana gelince, 547 sayfalık ciddi bir roman. İçerisinde 11 kitap –veya bölüm- den oluşuyor. Victor Hugo bu kitabı 1831 yılında ve 29 veya otuz yaşında tamamlamış. İmrenilecek bir durum. Gerçi kendisi daha bu romanı yazmadan önce üstün çocuk, harika çocuk gibi nitelendirmelere sahipmiş ama ne olursa olsun otuz yaşında böyle bir roman yazmak büyük bir başarıdır.
Roman, bir aşk hikayesi. Hem de kavuşmanın olmadığı hüzünlü bir hikâye. Olaylar, güzeller güzeli bir kız –ki papazı dinden imandan çıkaracak kadar- ve onun çevresinde pervane olan dört erkek arasında geçiyor. Kızımız Esmeralda ise içlerinden birine aşık. Roman içerisinde uzun tanımlama bölümleri var. Eğer bir Fransız olsaydım Başkentim Paris hakkında bu bilgilere sahip olmak isterdim ama beni doğrudan ilgilendirmediği için bu bölümler sıkıldığım bölümler oldu. Bu bölümler hangisi derseniz iki ana bölümden oluşan üçüncü kitap. Bu arada mimarlık tarihi açısından değerli bölümler olduğunu da söylemeliyim. Özellikle beşinci kitabın 2. Bölümü olan “bu şunu öldürecek” başlığı altında Mimari ve diğer sanatların karşılaştırılmasının yapıldığı bölümü okumanızı isterim.
İlk başlarda biraz sıkılsam da sonradan elimden bırakamayacak kadar etkiledi beni bu kitap. Sıkılmamın nedeni kişi ve yer adlarının bende bıraktığı etki. Kişileri tanımak, olayların geçtiği yerleri bilmek ve akılda tutmak zor oluyor. Ama inanın yazın denize girmek gibi. Su soğuk olsa da girince alışıyorsun. Eskiden beri eserleri ve olayları, yazıldığı zamanına göre değerlendirmek gerektiğini savunurum. Şimdi bize basit bir aşk hikayesi olarak gelen bir konunun zamanında ne büyük bir devrim yarattığını anlamak zor değil. Bu yönüyle bakıldığında Victor Hugo büyük bir yazar.
Her şeyin açık seçik anlatılmasından sonra ve olaylar birbirine bağlandıktan sonra Quasimodo’nun da kim olduğu belli olsaymış daha iyi mi olurmuş diye düşündüğüm oldu.
Sonuç olarak gereksiz betimlemeleri, uzun paragrafları ve aklımı karıştıran kişi ve yer adlarını bir yana bırakırsak –ki o zaman geriye ne kalacak derseniz haklısınız- Klasik olmayı hak eden büyük bir roman illaki okuyun derim.
Goodreads notu: 4,01 (bu notun 191.900 kişiden oluşan bir juri tarafından verildiğini söylemeliyim)
Benim notum; 9/10
0 notes
Text
Hadi yargılarımızı bir kenara bırakalım, yargıladığımız her şeyi yargılamamıza sebep olan yargılarımızı yargılayalım.
NEVOS’
1 note
·
View note
Text
2024 önsözü
Okuldan hiçbir zaman hoşlanmadım; okullar da beni sevmedi. Sayısız okul değiştirdim ve bıraktım; üstelik derslerde iyiydim.
Elbette lisede de okullarla olan tutkulu aşk hikayem bütün dramasıyla sürdü. Daha yeni çıkan sakallarıma ben bile anlam verememişken, onlara düşman kesilen kocaman öğretmenler saçlarımın uzunluğuyla da obsesif bir ilişkiye girdiler. Renkli hırka ve kazaklar giymek yasaktı. Küpe takmak, saç boyatmak, makyaj yapmak. Bazı öğretmenlerin dersinde su içmek bile yasaktı. Hiçbir zaman güler yüzle karşılanmadık; bile bile yetişkinler tarafından nefret edilmeye gidiyorduk her gün. Üniformaların içine sokulup bin bir türlü baskıya boyun eğmemiz bekleniyordu. Sahiden karakterim gereği, başka hiçbir sebeple değil; okullar bana ne kadar bela olduysa ben de onlara o kadar bela olmuşum. Mezun olduğumuz sene müdür yardımcısına benim hakkımdaki fikirlerini soran babam "No comment." cevabını almıştı.
Her gün hissettiğim baskıya kendimce karşı koymanın eğlenceli yollarını da bulmuştum. Kısa filmler çekip, yazılar yazıp, matematik dersinde haftalık edebiyat dergisi K'yı okuyarak geçirdiğim o günlerden birinde, aklıma başka bir şey daha gelmiş.
Kasım 2009; 17 yaşındayken okulumda gerçekleşen bazı saçmalıkları alaya aldığım bir yazı yazıp bunu anonim bir blogda yayınladım. Okulun adıyla açtığım bir profille Facebook'ta bütün okulu ekledikten sonra, kameraların yüzümü tespit edemeyeceği bir gizli operasyon kılığında gittiğim bir internet kafede, yazımı yayınladığım blogu okuldaki yaklaşık iki yüz kişinin duvarına paylaştım.
Ertesi gün elbette okul bu yazıyla fokurduyordu. Yalnızca öğrencilerin arasında değil; öğretmenler de öğretmenler odasındaki bilgisayarın başında. Birisi müdür yardımcısının bilgisayarının ekranında da blogu görmüş. Felsefe öğretmeni bunu yapan öğrencinin IP adresinin bulunacağını ve onu dava edeceklerini söyledi. Öfkesi anlaşılabilir; resmen hepsinin suratlarını türlü türlü fotoğraflara yapıştırmışım. Fakat kimse benden doğrudan hesap sormadı; kimsenin elinde bunu yapanın ben olduğuma dair herhangi bir delil yoktu, olamazdı da.
Canım edebiyat hocam elbette benim yazı dilimi bilir. Yakın bir arkadaşım o öğretmenimin düzenlediği bir tören sırasında cesurca bir hareketle blogdaki yazıyı bütün okula duyurdu. Bu ister istemez, töreni düzenleyen öğretmenimizi de bu işin içine çekip tehlikeye attı. Öğretmenim bana, "Her kim bu yazıyı yazdıysa işlevini gördü; mesajı gerekli yerlere ulaştı. Şimdi kaldırabilir bence." dedi. Bu girişim aleyhimize dönmeden, iyi bir zamanlamayla, bu patlattığım enerjiyi bir bütünlüğe kavuşturmam için nezaketli bir öneri.
Birkaç gün sonra yazıyı kaldırıp bloga bir tavuk yahnisi tarifi koymuştum.
Blogu silmeden önce çıktısını alıp arşivlemişim. Bu yaz, dedemle anneannemin köyevindeki kitaplığı düzenlerken buldum.
O dönemin öğrenciliğini yaşamakta olan 17 yaşında birinin ağzından bir eleştiri. Bence değerli. Yeniden erişilebilir olsun istedim.
Şimdilerde öğrenciler benzer muamelelere maruz kalıyor mu bilmiyorum. Bazı açılardan bütün bunlar küçük dertler gibi de görünebilir. Fakat geçenlerde Ahmet Emin Yalman'ın Köy Enstitüleri hakkındaki kitabı Yarının Türkiye'sine Seyahat'i yıllar sonra yeniden okudum. Eğitimin yıllar içinde nasıl bir kepazeliğe dönüştürüldüğünü o kadar net gösteren bir karşılaştırma yaratıyor ki.
Bir gün bu berbat sistemi baştan aşağı değiştirip hep beraber özgürleşelim.
Hayatım boyunca tanıdığım birkaç olağanüstü öğretmenim oldu; onları da sevgiyle anarak,
Mayıs
Ali kıran baş kesenlerin dünyasına hoş geldiniz.
Muhabirlerimiz sizler için canlarını ortaya koyarak bu dehşet verici dünyanın içine girip, çarpıcı röportajlarla eğitim-öğretimin en güzel taraflarını bizlere yansıttılar.
Uzaktan bakıldığında şipsevdi rengindeki okulun oldukça ürkütücü bir havası vardı. İçine girdiğimizde ise ne kadar tatlı karakterlerle karşılaştığımıza şaşırdık ve önyargımızdan utanç duyduk. Bizi kambur duruşlu, sarı boyalı saçlı bir hanımefendi karşıladı ve gömleğimizi pantolonumuzun içine sokup saçımızı kestirmemizi söyledi. Ona öğrenci değil gazeteci olduğumuzu anlatmaya çalışırken “Bir saniye” dedi ve arkasından geçen kırmızı hırkalı kız öğrencinin iki kolunu ve kafasını çevik bir hareketle bedeninden ayırdı. “Hah, şimdi oldu. Buyrun sorularınızı alalım.”
-Bize biraz kendinizden bahsedin.
-Adım S.T. Nerede, ne zaman doğduğumdan emin değilim. Öğrencilerim benim bu okulun harcından çıktığımı düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Zira bu okul dışında hayatımın hiçbir hareketi yoktur. Okul benim her şeyim. Onu, öğrencilerimi çok seviyorum!
Duygusal anlar yaşayan müdür yardımcısı S.T. ona uzattığımız mendile gözyaşlarını sildi ve yanından geçen uzun saçlı erkek öğrenciye hiçbirimizin duyamayacağı yüksek bir frekansta haykırdı, okulun dışındaki köpekler acıyla inlediler.
S.T.: Daha ne diyebilirim ki. Anı yaşamaktan yanayım. Her sabah erkenden okuluma gelir, şimdi pek sevilmeyen bir Alman liderin motivasyon konuşmalarıyla güne başlarım. Nöbetçi olmadan önce yanıma uğramaları gereken öğrenciler üzerinde doğu Asya ülkelerindeki yıllarımda öğrendiğim dayanıklılık testlerini uygularım.
-En sevdiğiniz gün hangisidir?
S.T.: Pazartesilere bayılırım. Pazartesi günüme pilates yaparak başlıyorum ve ruhumun tazelenme döngüsünün tamamlanması için İstiklal Marşı bitene kadar derin nefes alıp veriyorum. Off… Sıra halinde benim önümden geçip okula girmek zorunda olan o öğrenciler yok mu. İşte o zamanlar, “Tanrım, iyi ki öğretmenim!” diyorum. Onlar benim avucumun içindeki minik, aciz, zayıf, korkak, körpe, savunmas… Yani, onların eğitim ve öğretimi, çok mühim, çok değerli.
-Disiplin kurallarına uymayan öğrencilere uyguladığınız yaptırımlar nelerdir?
S.T.: Valla öncelikle velileri geeeldi geldi, gelmedi onlar da gelmesin. Velisini çağırmayan ve öksüz olanları ise kitaplığımdaki özel bir kitabın ittirilmesiyle açılan gizli odama alıyorum ve onları orada… Orada… Ay, nerede bu asi öğrenciler, nereye kayboldular!
-Teşekkür ederiz S.T. ilerleyen saatlerde başka konularda da görüşlerinizi alacağız.
Biz kendisine veda ederken o kolonların arkasına saklana saklana giden küpeli bir kız öğrenciyi ayağından çıkan ÇIT sesiyle fark etti ve kulağını kökünden koparıp yedi.
Koridorun sonunda elinde bir Türkiye haritası taşıyan bir hanımefendiye rastladık.
-Merhabalar. Bize kendinizden bahsedin.
-Ayy çok ani oldu. Neyse, anlatayım. Ben N.H. İnsan eline karşı antipatim var ve öğrencilerimin o el denen berbat organdan kurtulmalarını istiyorum; bu yüzden onlara elleri kopana kadar bütün ders bir daha asla okumayacakları yazılar yazdırırım. Bir gün bana bunun için teşekkür kartları gönderecekler. (Başkalarına yazdırarak tabi.)
-Kıyafet yönetmeliği konusunda çok hassas olduğunuzu duyduk. Bu hassasiyetiniz nereden geliyor?
N.H.: Zor bir çocukluk geçirdim :( İlkokulda okulumun zorba kızı beni hep aynı kıyafetleri giymeye zorladı. Okulda onun yüzünden hep aynı gömleği giydim. Beni okulun dışında da gözetliyordu ve kıyafetimi çıkarmaya kalkıştığımda kafama büyük magmatik ve tortul kayaçlar fırlatıyordu. Yıllar geçti, ben büyüdüm ama kıyafetlerimi hiç çıkaramadım. Sonra o zorba kızın aslında bana iyilik yapmaya çalıştığını anladım. Gördüm ki yıllarca aynı kıyafeti giymek zorunda kalarak modaya karşı olağanüstü bir hassasiyet geliştirebilmişim. Ben de modaya bu hassasiyetle büyümelerini istediğim öğrencilerimin önce ondan mahrum kalmalarını istiyorum.
O sırada “kıyafet yönetmeliği” sözünü duyan S.T. alevler ve dumanların içinden yanımızda belirdi. Gülümseyen N.H. “O kıyafet yönetmeliği lafının geçtiği yerlerde oluşuverir. Biz ona aramızda on sekiz harfli diyoruz.” dedi.
S.T. söze girdi. “Kıyafet yönetmeliği çok önemlidir. Eğitimin temel taşı, baş hedefi, tek anlamıdır. O olmasa etraf rüküş giyimli öğrencilerle dolacaktı. Hayatta katlanamam. Paris’te böyle değildi.”
N.H. müdür yardımcısına katıldığını söyledi. “Ayrıca bütün öğrencilerin ekonomik durumu aynı değil. Fakir öğrencilerimizin diğerlerine imrenmelerini istemiyoruz.”
-Sizce bir sosyal devlette neden yeni kıyafetler alamayacak kadar fakir insanlar var?
-Merhaba gençler! Nasılsınız?
-...
-Keyfiniz yerinde mi? Hayat nasıl?
-...
-Iıı… Buraya röportaj yapmaya geldik. Konuşmak isteyeniniz var mı?
-...
Kimse tek kelime etmedi.
Kıyafet yönetmeliği Madde 12 - Lise ve dengi okullarda (1) b. Erkek öğrenciler:
Ceket, gömlek ve pantolon giyerler; kravat takarlar. Okul yönetimince uygun görülmesi halinde, sıcak mevsimde sadece gömlek ve soğuk mevsimde ceket altına kapalı yakalı kazak giyilebilir. Okul içinde baş açık, SAÇLAR KISA ve temiz olur. Ense düz ve açık olup favori, sakal ve bıyık bırakılmaz. Zincir, kolye, yüzük vb. ziynet eşyası takılmaz.
Yönetmelik saç uzunluğuna dair göreceli bir terim olan kısadan daha ileri bir detaya girmiyor. Öğrenciler üzerinde zorbalıkla uygulanan bu baskıyı öğretmen ve okul yöneticileri tamamen keyfi, kişisel bir tanımlamayla belirliyorlar. Dolayısıyla öğrenciler tamamen o öğretmenin tolerans düzeyine, insafına bağlı olarak bedenleriyle ilgili çok doğal olan bu meselenin eziyetine maruz bırakılıyorlar.
Sınıftan çıktığımızda enerjik bir hanımefendiyle karşılaştık.
-Merhaba. Kısa bir röportaj için vaktiniz var mı?
-Ahh… Bu sene görev ve yetkilerim arttı. Dolayısıyla çok meşgulüm. Ama pekala ricanız üzerine konuşacağım.
-Bize biraz kendinizden bahsedin.
-Adım S.K., tarih öğretiyorum. Bir yandan da artık idarede görev alıyorum. Çocuğum ceketini giy. Çocuğum gömleğini düzelt. O kravatın hali ne öyle. O saçı kestir. TANRIM, BEN NE DİYORUM!”
S.K. yeni yetkileriyle birlikte gelen sorumlulukların onun karakterini değiştirmesinden korktuğunu söyledi.
-Önceden öğrencilerim beni çok severdi. Sevilmeyecek biri değildim ki. Özgürlüklerden yanaydım. Şu işe bakın! Beynime taktıkları idari görevli çipi yüzünden söylediklerimi kontrol edemiyorum. Tanrım! ÇILDIRIYORUM!
Filozofun yorumu:
“Vatandaş vezir olunca yüksek vergiye okey demiş. Sevgili dostum, bazen yeni makamlara yükselenler geçmişlerini unutur, önceden savunduğu değerleri motomot silip atmak öyle durumlarda çok da zor olmaz. Üj, bej yetki uğruna karakterinden ödün vermek de bizim kitabımızda yazmaz.”
S.K. kederli bir halde alnına masaj yaptı ve konuşmaya devam etti.
-Bazen öğretmenlerin padişahtan çok padişahçı olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerimiz yaşadıkları baskıların anlamsızlığını sorguladıklarında “Kuralları koyan biz değiliz, bunlar yönetmelik.” diyoruz. Ama yönetmelikleri düzenleyen kim? Eğitimi doğrudan sağlayan biz öğretmenlerin, öğrenciler için daha iyi olacak uygulamalara dair neden söz hakkımız yok? Hatta bu eğitimi alan, neredeyse bütün zamanını buraya veren öğrencilerin kendilerinin neden hiç söz hakkı yok?
Koridorun başından ritmik bir müzik yükseldi ve ortaya iki yandan takla atarak gelen iki kadın ve ortalarında salınarak, ağır ağır yürüyen başka bir kadın çıktı.
Bizler yaramaz kızlarız! Cessi, Yohanna ve Tiffani, SAVULUN!
S.K. panikle kaçmaya çalışırken, üç kadından sağdaki Yohanna ve soldaki Tiffani çevik bir hareketle S.K.’yi kolundan tuttular.
“Demek diktamıza karşı propaganda yapan vatan haini sensin.” Durumu hemen iki metre arkalarında duran Cessi’ye telsizle bildirdiler. Cessi sinsi adımlarla yanlarına geldi ve “Demek o artiz sensin.” dedi. Ekibimiz bu vahim manzara karşısında endişe duyarak oradan uzaklaştı.
Filozofun yorumu:
“Aga diyeyim sana, yağın bulaşsın bana. Güzel arkadaşım, kod adı Yohanna olan S.E. ve Tiffani olan N.D.’nin bu tür hareketleri, bize her öğretmenin S.K. gibi vicdan hesaplaşmaları içinde olmadığını, bazılarının gayet de keyifle bu zorbalığın bir parçası olmak için güce yanaştıklarını gösteriyor. Üçlünün yaptıkları Hindistan gezisinde örgütlendiklerini düşünüyoruz zümremce.”
Bir pencerenin önünde, bir çevçevenin içinde bize gülümseyerek bakan bir öğrencinin fotoğrafına rastladık. Hemen altında “B. seni unutmayacağız.” yazıyordu. Bir öğrenciye bu fotoğrafın hikayesini sorduk.
“B. geçen sene kanserden öldü. Çok sevilen bir arkadaşımızdı. Bir yıl içinde sürekli kötüye giden durumuna rağmen, ölümü yine de hepimiz için büyük bir şok oldu. Gerçi müdür yardımcımız S.T. onun öldüğüne hala inanmıyor. Zaten B.’nin hastalığının ilk günlerinden birinde B. düşüp bayıldığında S.T. onun numara yaptığını söyleyerek eve gitmesine izin vermemişti.”
Kanımızı donduran bu açıklamayı hemen S.T.’nin kendisine sorduk. S.T. önce bu olanları anlatan öğrenciyi cebinden çıkardığı alev tabancasıyla kavurdu ve bir sigara yaktı, kocaman bir dumanı mikrofonumuza üfledi ve konuşmaya başladı.
“Abicim ben ölüme inanmam. Hayatın ebedi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu dünyada acı, özlem, yas, sevgi, dostluk, hatta anne sevgisi; hepsi külliyen yalan. B. de öldüm diye duygu sömürüsü yapıyor şimdi, bak göreceksin bir yıl sonra ortaya çıkacak tıpış tıpış gelecek. Elvis ve B. ölmedi. Ayrıca punk’s not dead.”
Bu sözleri gayet soğukkanlılıkla söyledikten sonra şuh kahkahalar atan S.T.’nin daha önceden de okul merdivenlerinden inerken sara krizi geçirip yere düşen bir öğrenci için “Dikkat çekmeye çalışıyor. Yalandan yapıyor.” dediğini öğrendik.
Benzer bir durum A. adlı öğrencinin herkesi sarsan ölümünün ardından idarede görev alan F.K.’nin, arkadaşlarının yasıyla ağlayan öğrencilere saldırmasıyla gerçekleşti. F.K. konu hakkında “Biz FBI tarafından her koşulda soğukkanlılığımızı korumak üzere eğitildik. Hiçbir ölüm ya da kayıp bizi etkileyemez. Öğrencilerimizin daha güçlü olmalarını istiyoruz. Ağlayanları dövüyoruz.” dedi.
Kameramanımız objektifini koridorun başına çevirirken, bir erkek öğrenci kamerayı görüp panikle vücudunun mahrem yerlerini kapattı. Koşarak yanına gittik ve ona neden çırılçıplak olduğunu sorduk.
“Öğretmenimiz E.S. önce kolumdaki bilekliği, sol kulağımdaki küpeyi, ardından siyah hırkamı, mavi gömleğimi, baskılı tişörtümü, kanvas pantolonumu ve arkasında KISS MY ASS yazan bokserımı aldı. Ben de kravatımla cıscıbıl kaldım.”
-Ama bu nasıl olur?!
“Oluyor işte; öğretmenler kurallara uymadığını düşündükleri eşyalarımıza kalıcı olarak el koyabiliyor, onları çöpe atabiliyorlar.”
Konuyu duyan bir kız öğrenci yanımıza geldi.
“Derse elimdeki kahveyi bitiremeden girdiğimde kahvemi çöpe döktürüyorlar.”
-Hay Allah, biz E.S.’nin başka bir okula tayin edildiğini duymuştuk ama.
“Evet, yeni okulunda bizim okulumuzu kötülüyormuş. Ayrıca okulumuzda çalıştığı dönemde edindiği kıyafet hasılatıyla bir defile düzenleyerek okulun ilk haftasında dikkatleri üzerine çekmiş.”
İki öğrenci S.T. tarafından kazan dairesinde zehirli gazla öldürülürken, ekibimizin dikkatini bir sınıftan gelen öksürük, hatta adeta boğulma sesleri çekti. Sınıftan içeri girdiğimizde bir öğrencinin boğazını tutarak çırpındığını gördük. Çabucak çantadan çıkardığımız bir şişe suyu öğrenciye uzatıyorduk ki başka bir el tarafından durdurulduk.
“DURUN!”
-Aman efendim, öğrenciniz boğuluyor. Burada bir öğretmen olarak önce sizin müdahale etmeniz gerekmez mi?!
“Öncelikle. Saygıdeğer arkadaşım. Ne için. Gelmiştiniz?”
-Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin güzelliklerini belgelemeyi amaçlayan bir proje için röportajlar yapıyoruz.
“Öyle mi. Buyrunuz oturunuz.”
-Öğrenciniz boğuluyor. Neden su içmesine izin vermiyorsunuz?
“Efendim. Acı. Çekilir. Boğulma. Yaşanır. Boğulsunlar efendim. Boğulsunlar. Boğulma, yaşanmalıdır.”
-Ne.
“Bu bir. Özel durumdur. Ama ben. Normal şartlar altında da. Dersimde. Bir öğrencinin. Su içmesine. Katiyen. Müsaade. Etmem.”
-Bunu yapmanızın sebebi nedir?
“Efendim. Bu. Benim. Nevi şahsıma. Münhasır. Problemlerimden. Kaynaklanmaktadır. Ayrıca. Küresel ısınmayı. Herkesten çok. Dikkate almaktayım. Evimi aydınlatmak için. Geleneksel ampul yerine. Fitilli lamba kullanıyorum. Evimin bahçesine. Bambu diktim. Neden? Çünkü bambular. Bahçe bitkilerinden. Çok daha fazla. Karbondioksit emer. Televizyonumu stand-by’da. Bırakmam. Öğrencilerimin de. Su israfında. Bulunmalarından. Hoşlanmıyorum. O su. Kıtlık geldiğinde. Çok fazla. Değerlenecektir.”
-Su bir doğal ihtiyaç değil midir? Bunu üç gün içemeyen insanlar ölüyor. Susuzluğunu gideren öğrenciler hem dersi daha iyi anlamaz mı?
“Efendim. Acı. İnsanı. Olgunlaştırır.”
Suratı mosmor kesilen öğrencinin öldüğü sırada zil çaldı ve teneffüs zamanı ekibimiz sınıfı terk etti. Merdivenden inerken S.T.’nin iki öğrenciye çılgıncasına haykırdığını gördük.
“HAYDAR BEY DE BENİM ARKADAŞIM AMA BEN ONUN KOLUNA GİRİP DOLAŞIYOR MUYUM?!?!?!?!”
Ama… Hocam…
“Sus! Cevap veeerme bana cevap veeermiyceksin. Zaten yine takmışsın lensleri ölü balık gibi bakıyorsun.
E hocam…
“Kaybolun! Bu seferlik hayatınızı bağışlıyorum. Şanslısınız ki bugün evden çıkmadan önce dünden daha az öğrenci öldüreceğime dair kendime söz vermiştim. Ama bir daha sizi baş başa diz dize görürsem gördüğüm yerde vururum!”
S.T.’ye onu bu kadar sinirlendirenin ne olduğunu sorduk.
“Ay Allah’ım, ahlaksızlık kol geziyor. Toplumda hiç ahlak kalmadı. Zaman kötü ve bu gençler de kötü yoldalar, gördünüz mü oğlan nasıl da kolunu kızın omzuna atmış, e pes doğrusu. Ben de gencim ve havalıyım ayrıca I know how to rock ama ben karşı cinsle öyle içli dışlı hiç oluyor muyum?”
Filozofun yorumu:
“Sevgili dostum. Kendilerinde motomot başka insanların ahlakına müdahale etme cüreti bulan insanların asıl kendileri ahlaktan nasibini alamamıştır. Başkalarını ahlaksızlıkla suçlayarak kendilerinde daha yüksek ahlaki değerler olduğunu ispatlamak zorunda hissedecek denli acizdirler. S.T. öyle görünüyor ki bunca çok değerli fonksiyonunun yanında bir de namus bekçiliğine soyunmuştur.”
İşte durum böyle sevgili okuyucularımız. Projemiz çerçevesinde ülkemizin eğitim-öğretiminin ne kadar erdemli, doğru, mantıklı, insancıl, sevgi ve saygı dolu kişilerce yürütüldüğünü gözler önüne sermekten gurur duyuyoruz. Bunu yaparken endişelenmeye ne gerek var? Biz köprüyü geçene dek ayıya dayı deme taraftarı değiliz; geçtiğimiz her köprünün manzarasını seyredebilmek bizler için daha değerli.
Okula yaptığımız ziyarette, okullarda gerçekten de büyük çelişkilerin olduğunu gördük; ve gözlemlerimiz sonucunda okulun bir toplum için en kritik yerlerden biri olduğu, ve ancak okullarında özgürleşebilen insanların yaratacağı bir toplumun yaşanılası bir yer olabileceği düşüncesine vardık.
İşler buradan bakıldığında vahim görünüyor. Biraz uzaktan baktığımızda da öyle. Daha uzaktan yine aynı. Fakat umut değerlidir; boş bir şey de değildir. Hareket ve değişim getirir.
Nasıl bir dünyada, nasıl yaşamak gerek? Parayla cennetin anahtarını satanlara gidip cehennemin anahtarı nasıl talep edilir? “Evladım manyak mısın, cehennemin anahtarını alıp ne yapacaksın?”
Banane banane. İsterim de isterim. Evet, isterim de isterim.
Galiba deli deyip bir miktar para karşılığı elimize verdikleri bir anahtar.
Bu anahtarla meydana koşanlar.
Heyyyy, cehennemin anahtarı bende! Kapısını az önce kilitledim! Artık kimse oraya gitmeyecek!
Kilitledim orayı!
Duydunuz mu?
Artık özgürsünüz!
2 notes
·
View notes
Text
ŞARAP İÇİN SONE
bana bir yol yap içinden akayım
erkenden düşen yaza bakarak
bacaklardaki ince çoraplarda solayım
önünde eski bir beyaz ford
bulanık camlarına devrim yazayım
1871 heyecanıyla kalkalım yataktan
yüzün beyaz dantelli kırlentlerde saydamlaşsın
bir yılan olup pulumu toprakta bırakayım
ölüm aramızda açık kapı pencere
mezar taşımıza dün gece gene çok içtik yazalım
öylece karanfilden kıyıya bakıp
reçel gibi bir meyvede yeniden tatlanalım
hadi çok sürmez aramızdaki bu paslı makas yarası
her akşam şarabın acısına uzanıyorum içimde yetim çocuk yazgısı
Eren AYSAN
Edebiyat ve Eleştiri, Temmuz-Ağustos 2007
7 notes
·
View notes
Text
EDEBİYATNOTU - GOLD
Edebiyat her zaman toplumun bir yansıması olarak görülmüştür. Okuyucular, yazarların eserleri aracılığıyla, yazıldıkları toplumun yaşam tarzı, kültürü ve değerleri hakkında fikir sahibi olabilirler. Bu anlamda edebiyat, kültür ve medeniyetin ifadesi ve ayrılmaz bir parçası olarak hizmet vermektedir. Edebi eserlerde kullanılan dil çoğu zaman üretildiği toplumdan etkilenerek o dönemin toplumsal normlarını ve değerlerini yansıtır. Dolayısıyla edebiyat bir boşlukta yaratılmamıştır, kendi döneminin toplumsal dokusuyla derinden iç içe geçmiştir. Edebiyat toplum ilişkisi ile Edebiyat, aynı zamanda toplumsal eleştiri ve değişim aracı olarak da kullanılmıştır. Yazarlar, toplumsal meseleleri tasvir ederek farkındalık yaratma, düşünceyi kışkırtma ve eyleme ilham verme gücüne sahiptir. Edebiyat, statükoya meydan okuma ve yeni fikirleri teşvik etme yeteneğine sahip olduğundan toplumsal değişim için bir katalizör olabilir. Örneğin, Harper Lee'nin "Alaycı Kuşu Öldürmek" ve John Steinbeck'in "Gazap Üzümleri" gibi romanları, sosyal adaletsizlik konusunda farkındalık yaratmada ve sosyal değişime ilham vermede etkili olmuştur. Edebiyat tarih boyunca toplum ve kültür üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur. Çağlar boyunca insanların inançlarını, değerlerini ve tutumlarını şekillendirmede önemli bir rol oynamıştır. "İlyada" ve "Odysseia" gibi antik destanlardan George Orwell'in "1984" gibi günümüz eserlerine kadar edebiyat, insan deneyiminin bir yansıması olmuştur ve etrafımızdaki dünyaya dair anlayışımızı şekillendirmeye yardımcı olmuştur. Ayrıca edebiyat notları, kültürel mirasın korunması ve nesilden nesile aktarılmasının bir aracı olmuştur. Dolayısıyla edebiyat ve toplum arasındaki ilişki karmaşık ve dinamik bir ilişkidir; her biri sürekli bir döngü içinde diğerini etkiler ve şekillendirir. Detaylı bilgi sahibi olmak için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.
369 notes
·
View notes