#Yöntem
Explore tagged Tumblr posts
serhatnigiz · 3 months ago
Text
Yeni Tarz Trans-Hümaniteye Karşı Haluk Yurtsever Şahsında Eski Tarz Trans-Proletaryan-Hümaniter Sayıklamalar!
Tumblr media
Haluk Yurtsever “Bildiğimiz insanın “aşılması” mı?” başlıklı makalesinde; 1)- Trans-hümaniteyi 2)- Toplumsal insanı 3)- İnsanın öznelliğini 4)- Robotik ve teknolojik gelişmeleri 5)- Yabancılaşma kuramını 6)- “Çağcıl” bir yaklaşımla 7)- Sanayi toplumunun ve kapitalizmin geldiği aşamayı 8)- Klasik marksist bakış açısı ile ele almaya çalışmaktadır.
Trans-hümanite: aşkın-insan/post-hümanite: insan sonrası insan.
Yabancılaşma kuramı tarih içerisinde antik çağdan bu yana hem felsefi hem de diğer bilimler için işlenen bir kuram olma özelliğine sahiptir. Marx’ın yabancılaşma kuramına kattığı anlam dışında genel olarak bu kuram, din alanında kullanılan, idealist bir şekilde “insanın tanrının bir kulu olma özelliğinden yabancılaşması” olarak kabul edilmiş metafizik bir kavramdır. Dolayısıyla, bu kavram ortaya çıkışı itibariyle de din felsefesi ve teoloji ile bağlantılı bir kavramdır. İster materyalist olsun ister metafizik olsun birçok filozof bu kurama kendince bir takım anlamlar vermiştir. Marx ise bu kuramı kendisinden önceki filozoflardan farklı olarak; modern çağda emek ürünü olan somut metada cisimleşmiş artı-değere soyut emeğin yabancılaşması olarak ele almıştır.  
Marx, köleci ve feodal toplumlardaki yabancılaşma biçimlerine ilke olarak karşı olmasa da (toprağa bağlı soyut emeğin artı-nemada yabancılaşması olan feodalizm gibi) eski sınıflı toplumlardaki yabancılaşma formlarını ilkel bir yabancılaşma biçimi olarak değerlendirmiştir. Köleci artı-değer ya da feodal artı-değer biçimindeki ilkel yabancılaşma (aynı zamanda Marx bu duruma “ilkel sermaye” ismini de veriyordu) tek tek birey olan insanın soyut emeğinin metada cisimleşmesinin tam olarak gerçekleşmemesinden dolayı, yani toplumsal feodal üretimde tek tek selflerin artı-değeri nema-değer üzerinden hesaplanabildiği, emek-değer üzerinden hesaplanamadığı için, Marx bu duruma “ilkel yabancılaşma” demiştir. Başka bir deyişle, feodalizmde üretim, toprağı ekip biçen tek tek selflere bağlı değil idi; tam tersine selflerin bütününe bağlı bir üretim söz konusu idi. Aynı durum köleci sistem içinde geçerli idi. Kısacası, Marx’ın bahsettiği “yabancılaşma kuramı” tam da böyle bir yabancılaşma kuramıdır.
Fakat Yurtsever’in bahsettiği “yabancılaşma kuramı”; Marx’ın bahsettiği “feodal üretim ile kapitalist üretim” tekniklerini birbirinden ayıran, daha doğrusu feodal nema-artı-değeri ile kapitalist sanayi-artı-değeri iki ayrı artı-değer türü üzerinden ayırabilen bir yabancılaşma kuramından çok, daha başka bir şeydir. Dolayısıyla, Yurtsever makalesinde kapitalist sanayi-artı-değer ile robotik tekno-artı-değer arasındaki yabancılaşmayı karşılaştırır iken, anti-bilimsel bir temelde de hata yapmaktadır.
Yurtsever’e göre trans-hümanite’den (yazar kısmen konu dışı bıraktığı için burada post-hümanite kavramına girmeyeceğiz), yani “aşkın insandan” kastedilen şey; sanayi emeği insanının burjuva hümanitisinden ziyade (yazar kısmen bu konuyu da konu dışı bıraktığı için burada girmeyeceğiz), proletaryan-hümaniteye dayanan aşkın toplumsal insan modelidir. Başka bir deyişle, Yurtsever’in aşkın proletaryalist modeli aşkın bir toplumsal insan varsayımına da dayanmaktadır. Bu sebepledir ki, Yurtseverci aşkın proletaryan-hümanite gerçekte nesnel zemini olmayan “toplumsal bir hayalet”ten başka da bir şey değildir. Keza nesnel emek araçlarının toplumsal kullanıcısı sınıfı olan proletaryaya “dışardan” proletaryalist yoldan icatçı/burjuva bilinç “yüklenerek” proletaryan aşkın bir öznenin (aynı zamanda nesnenin/toplumsal varlığın) oluşturulamayacağı da deneyimle kanıtlanmıştır.         
Yurtsever’in proletaryan-hümanite’den kastettiği şey “proletaryan-toplumsal varlık”, “proletaryan toplumsal birey”, “proletaryan toplumsal bilinç” gibi hususlardır. Yurtsever’e göre, proletaryan toplumsal bireyin somut metada cisimleşen soyut sanayi emek aracı kullanıcılığının ödenmemiş artı-değere olan yabancılaşması robotik üretimle birlikte daha da üst bir boyuta çıkmış bulunmaktadır. Yurtsever farkında olmasa da, onun temel iddiası budur.
Bu iddia tamamen yanlış bir iddiadır. Keza proletaryan sanayi artı-değerden daha çok protekyan tekno artı-değere dayanmakta olan robotik üretim, somut tekno metada cisimleşmiş soyut protekyan emek gücüne dayanmakta olduğundan dolayı, sanayi emek gücüne yabancılaşma ile tekno emek gücüne yabancılaşma biçimleri Yurtsever tarafından bir ve aynı şeymiş gibi, birbirine karıştırılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla, Yurtsever’in karşılaştırma yöntemi Marx’ın köleci sistem ile feodal sistem arasındaki yabancılaşma farklarına dikkat çeken “üretim teknikleri” kuramının bile gerisine düşmektedir. Özetle, Yurtsever Marx’ın teorik mirasını geliştirmek bir yana, tam tersine var olanı dahi okuyucularına doğru bir biçimde aktaramamaktadır.   
Yurtsever-ci teorik zemin; protekyan emek gücünün ödenmemiş teknik artı-değer kümeleri ile proletaryan emek gücünün ödenmemiş sanayi artı-değer kümelerinin birbirinden apayrı artı-değer kümeleri olduğunu kavrayamamakta, proletaryan sanayi yabancılaşması ile protekyan teknik yabancılaşmayı da birbirinden ayıramamakta, dolayısıyla masaya da biraz ondan biraz bundan tarzında çeşni türü entelektüel bir çorba koymaktadır. Yurtsever’in yazısının bütününe bakıldığında okuyucuya dönük onca bilgi bombardımanına rağmen yol ve yöntem sorununa ilişkin kayda değer tek bir cümle dahi edilmediği görülecektir.    
Burjuva-hümaniteden ve proleter-hümaniteden bahseden Yurtsever; teknoburg-hümanite ile protekyan-hümaniteyi de birbirine karıştırmaktadır. Yurtsever trans-hümanitenin neden olduğunu varsaydığı yabancılaşma eğiliminin adresinin (E1/E2) teknoburg-hümanitesi olduğunu da idrak edememektedir. Öte yandan, Yurtsever’in proletaryan-hümanite ile ilgili de hiçbir şey söylememesi (daha doğrusu “söylemeden söylemesi”) de ilginç bir durum oluşturmaktadır. Şayet Yurtsever, protekyan-hümaniteye, aşkın protekyan hümaniteye, post protekyan hümaniteye karşı tek bir eleştiri getirmiş olsaydı; Marx’tan alıntıladığı pasajların hiç birinden alıntı bile yapamazdı. Yurtsever’in eleştirdiği gerçek adres teknoburglardır. Keza tekno azami kara dayalı gloktokratik-teknokratik emperyalist-kapitalist çağda yabancılaşma kuramı tekno tüketim-değerine ve görece teknoburgların yönlendirmelerine göre belirlenmektedir.
Kaldı ki; yabancılaşmada kötü bir şey değildir. Hatta yabancılaşma ne iyi ne de kötü bir şeydir. Proletaryan yabancılaşmaya göre protekyan yabancılaşma daha ilerde bir yabancılaşma biçimidir! Keza protekyan üretim tekniklerine bağlı olarak gelişen yabancılaşma sanayi emeğine dayalı proletaryan yabancılaşma biçimlerini atıl ve gereksiz kıldıkça, sanayi emeğine dayanan yabancılaşma biçimlerine bağlı olan kapitalizmin de ölüm döşeğine düşmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, protekyan yabancılaşmanım her geçen gün daha da yaygınlık kazanmasıyla birlikte proletaryan yabancılaşmanın da o oranda zayıflayarak tükenmeye yüz tutacağı da aşikardır. Robotik üretim tekno-karı büyüttükçe sanayi-karda azalacağından dolayı, bu durum protekyan toplumsal varlığın, bilincin, kültürün, dilin ve bireyin o oranda gelişmesine de katkı sunacaktır.
Proletaryan Sovyet deneyimleri, proletaryan sosyalizmin kapitalizmin temsiliyetist bir türevi olduğunu pratikte kanıtlar kanıtlamaz; toplumsal varlığı da yeni toplumsal sınıflar belirlediğinden dolayı, yeni toplumsal varlığı ve yeni bireyi belirleyen sınıfında protekya olduğu gerçeği günümüz dünyasında daha da gözle görülür bir hale gelmiştir.
Sanayi emeğinin gloktokratik yabancılaşmasının trans-hümanitesi mi? Yoksa teknik emeğin protekyan yabancılaşmasının trans-hümanitesi mi? Yurtsever’in kendisine sorması gereken asıl soru budur. Hal böyleyken; Yurtsever’in salt sanayi emeğinin kuramsal kafası, kavramları ve düşünce sistematiği ile bu soruya doğru bir cevap verebilmesi de mümkün değildir.
Teknoburgların canlı insan emeğini ve varlığını robotik makinenin bir kölesi haline getirmek için bunca servet dökmesine rağmen (ARGE projeleri vs.), bir avuç olmasına karşın protekyanın tümel emek araçları karşısındaki tikel yabancılaşmasının katalizör görevi görmesi bile, tarihsel hakikat açısından şimdiden takdire şayan bir durum değildir de nedir! Bu “yabancılaşmış” yeni emek biçiminin kendisi devrimci bir emek biçimi değildir de nedir!
16.08.2024
Emekoloji Araştırmaları Kolektifi
Haluk Yurtsever, Bildiğimiz insanın 'aşılması' mı? 30.08.2024
0 notes
saglikvehastalik · 1 year ago
Link
0 notes
deniz-mehtap · 1 month ago
Text
"yıldız tozları serpiyor melekler yatağına... yastağında deniz, yorganında orman kokusu..."
112 notes · View notes
sade1-adam · 1 year ago
Text
Uykuların kaçar geceleri
bir türlü sabah olmayı bilmez
dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
ne çarşaf halden anlar, ne yastık
girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
onun unutamadığın hayali
sigaradan derin bir nefes çekmişcesine dolar içine
sevmek neymiş bir gün anlarsın
bir gün anlarsın aslında her şeyin boş olduğunu
şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin
gün gelir de sesini bir kerecik duymak için
vurursun başını soğuk taş duvarlara
büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
duyarsın
ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
sevmek neymiş bir gün anlarsın
bir gün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
niçin yaratıldığını
bu iğrenç dünyaya neden geldiğini
uzun uzun seyredersin aynalarda güzelliğini
boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
dolar gözlerin için burkulur
sevmek neymiş bir gün anlarsın
bir gün anlarsın tadını sevilen dudakların
sevilen gözlerin erişilmezliğini
o hiç beklenmeyen saat geldi mi
düşer saçların önüne ama bembeyaz
uzanır gökyüzüne ellerin
ama çaresiz
ama yorgun
ama bitkin
bir zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
sevmek neymiş bir gün anlarsın
bir gün anlarsın hayal kurmayı
beklemeyi
ümit etmeyi
bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
bütün vücudunu saran o korkunç geceyi
lanet edersin yaşadığına
maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
o zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden
seni sevdiğimi işte o gün anlarsın.
Ümit Yaşar Oğuzcan
Seslendiren : Selçuk Yöntem
27 notes · View notes
bazenmahir · 8 months ago
Text
"Nedensellik, gereklilik, yasallık gibi doğa yasalarının ve gerçek dünyanın insan zihnindeki bir yansımasıdır"
Materyalist diyalektik görüş açısından. Nedensellik, gereklilik, yasallık gibi kavramlar, insan zihnindeki soyutlamalardır ve gerçek dünyadaki doğa yasalarının insan zihnindeki bir yansımasıdır. Yani, bu kavramlar, insanların doğayı anlamak için kullandıkları araçlardır ve gerçek dünyadaki nesnel gerçekliğin insan zihnindeki temsilleridir. Bu, insanların doğayı anlamak için kullandıkları zihinsel araçların, gerçek dünyadaki nesnel gerçekliği yansıttığı ve doğanın işleyişini açıklamak için kullanıldığı anlamına gelir. Dolayısıyla, doğa yasaları ve gerçek dünya ile insan zihnindeki kavramlar arasındaki ilişki, insanların doğa hakkındaki bilgisini şekillendiren bir ilişkidir.
9 notes · View notes
sensussinyor · 1 year ago
Text
Rozasi olan veya yanaklarında hava değişiminden dolayı yangi hissedenler varsa buzdolabina temiz bir çay ağacı jeli atıp yangı olduğunda tamamen yedirmeden sürüp beklesin. Sakinlesince beni memnuniyetle anın.
Ben iki senedir aromaticanin jelini kullanıyorum, benimki sağlık problemi olduğu için tamamen geçirmiyor ama rahatlatıyor daha çabuk sakinlesiyor. 🌿
12 notes · View notes
mel-inoe · 1 year ago
Text
çok sevdiğim kişilerle olan ilişkilerimin yüreğimi sevdiğim kişinin avucuna bırakıp kırılmasına defalarca müsade ederek her seferinde neden kırıldığını göstermek ve yapmaması gereken şeyleri öğretmek üzerine kurulduğunu fark ettim, ta ki karşımdaki beni kırmamayı öğrenene dek.
7 notes · View notes
life-loaded-brushed · 9 months ago
Text
Tumblr media
#Yöntem ve tartışmalar#
4 notes · View notes
bulutluluk · 2 years ago
Text
Mutluluk gölgeniz olsun yeni yılda 🙏⚘️🥀🙋‍♀️
49 notes · View notes
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Toplumsal Denetimizmin Tarihsel Temsiliyetizm ile Dansı Üzerine Notlar
Tumblr media
Yazıya Lenin’in 1906 yılında kaleme aldığı bir makaleden alıntı yaparak başlayalım. Lenin şöyle diyor:
"Bizim için önemli olan, tavizler yoluyla Duma'da koltuk kapmak değildir; tersine, bu koltuklar ancak ve ancak kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerlidir, 'sükunet', 'düzen' ve 'barışçıl [burjuva] saadet' uğruna değil, emeğin her türlü zulümden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele uğruna." (Lenin, Duma Seçimlerine Burjuva Partilerinin ve İşçi Partisinin Yaklaşımı)
Kapitalizmin feodalizme galebe çaldığı bir çağda parlamentarizm (yasamacı temsiliyetist faaliyet) feodalizme karşı "…kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerli…" ve devrimci idi. Lenin'in "sol komünizmin çocukluk hastalığı" olarak eleştirdiği de haklı olarak buydu. Zira Lenin bu sebepten dolayı parlamentarizmin tüm biçimlerini reddeden sol komünistleri ağır bir dille eleştirmekten geri durmuyordu. Lakin Lenin’in bu tespitleri; dünyanın ve Rusya'nın hala büyük oranda feodal olduğu, Rus kapitalizminin bile "bu büyük feodal okyanus içinde küçücük bir adacık" olarak var olduğu koşullarda, yani minoktokratik sanayi emeğinin değişim döneminde yapılmış olan özgün tespitlerdi. Dolayısıyla; bu tespitlerin özgün içeriğinin anlaşılabilmesi öncelikli olarak çağ-evre, dönem-geçiş ve ülke-yerel analizlerinin yapılabilmesi ile mümkündür. Dahası; bütün bu konumlanışların merkez, merkez-çevre ve merkez-karşıtı koordinatlarının da ortaya konulması bilakis gereklidir. Kimin neyi neden savunduğunun ya da karşı çıktığının anlaşılabilmesi bu dinamiklerin çözümlenmesinden geçmektedir.
Bu dönemde ve özellikle de Duma özelinde parlamentarizmin Bolşevikler için "dönemsel ve konjektürel bir ilke" haline gelmesine şaşırmamak gerekir. O günün koşullarında elbette ki bu doğru bir yönelim idi. Lakin günümüzde bırakın parlamentarizmi, en ileri emperyalist kapitalist ülkelerde bile/en ileri burjuva devletlerinde bile/en ileri burjuva demokrasilerinde bile/en ileri temsiliyetist bürokratik memur diktatörlüklerinde bile burjuva demokrasisi yoktur; çünkü artık burjuvazinin demokrasiyle işi kalmamıştır. Burjuva demokrasileri bile artık burjuva devletlerini terk etmiş durumdadır. Burjuvazinin demokratlığı gerçekte feodalizme kadardır. Daha doğrusu; minoktokratik sanayi emeğinin üretim-değeri ile tüketim sürecine girdiği, gloktokratik teknik emeğin tüketim-değeri ile üretim sürecine girdiği yeni glokalist-emperyalist evrede burjuvazinin demokratik söylemleri (ki bu ister yasamacı, yargıcı ve yürütmeci biçimde olsun hiç fark etmez), gerçekte temsiliyetizme ve kurumlarına dayanan bürokratik memur diktatörlüklerini emekçilerden gizleme işlevini görmektedir. Bu aynı zamanda tarihsel olarak sermaye diktatörlüklerine de tekabül etmektedir.
Gerçekte ise Batı kapitalizmlerine özgü bir özellik gibi algılana gelen “demokrasiler” bile aslında tüketim toplumu demokrasileridir. Dolayısıyla; tüketim değerinin belirleyici olduğu bu demokrasiler kapitalist ekonomilerle uyumlu tüketici bireyler yaratmaya dönük temsiliyetist rejimlerdir. Kaldı ki; sosyal ve ekonomik refahta ki nispi yüksekliğe rağmen bütün bu temsiliyetist rejimler bölgesel tüketim pazarlarından kaynaklı yoğun eşitsizlik ve sömürü problemlerini de üretmeye devam etmektedirler. Bu da glokal kapitalizmin yapısal krizi ile bütünleşerek sorunu temsiliyetist sistemlere içkin bir sorun haline getirmeye devam etmektedir. Kapitalizme bağlı olarak gelişen krizler daha da daralan aralıklarla sancılı ve toplumsal çöküşlere neden olan krizlere dönüşmektedir ve arkasında çok büyük yıkıntılar bırakmaktadır. Krizler artık dönemsel olmaktan çıkmış, süreklilik kazanarak yapısal bir biçim kazanmıştır. Kapitalizmde kriz süreçlerinin (kısalan dalgalar biçiminde) 3-5-8 yıl aralıklarına kadar inmiş olması bunun en açık göstergelerinden biridir.
Glokalizm evresinde; kapitalizmin üzerinde yükseldiği temsiliyetist kurumlardan özellikle de içi burjuvazi tarafından büyük oranda boşaltılmış olan, göstermelik bir kurum olan parlamentodan (yasama organından) emekçi sınıflar lehine büyük kazanımlar elde etmeyi beklemek beyhude bir çabadır. Dahası; burjuvaziyi ayakta tutan kurumlardan biri olarak parlamentoların dünya genelindeki mevcut seçim ve sandık katılım oranları incelendiğinde parlamentoların en az güvenilen kurumlar arasında olduğu rahatlıkla görülebilir. Tüm dünyada seçimlere ve sandığa katılım oranları hızla düşmektedir. Türkiye gibi ülkelerde ise katılımın nispeten yoğun olması ise baskı ve sömürüden dolayı çıkış yolu bulamayan kitlelerin yaşadığı çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Yoksa Türkiye’de dahil olmak üzere hiçbir ülkede parlamentolar farklı bir işlev görmemektedir.
Parlamentarizmdeki bu daralma yürütmedeki gloktokratik otoriterleşme eğilimlerini de güçlendirmektedir. Tüm dünyada yürütmenin ön plana çıktığı ve yargının yürütmenin emir eri haline geldiği bir yapıya doğru gidiliyor. Başka bir deyişle, yasamacı parlamentarizm değil, modern tarzda yürütme otokratizmi ön plana çıkıyor. Emekolojistler bu duruma “gloktokratizm” adını vermektedir. Kaldı ki; bütün dünyada de facto parlamentoların fonksiyonu her geçen gün azalmakta, daha çok yarı-otoriter ya da tam otoriter yarı-başkanlık sistemleri ön plana çıkmaktadır.
Dünyanın hangi ülkesinde “hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum ama yine de oy vermeliyim” yaklaşımı bu derece yaygındır? Bu durum kapitalist tümel toplumsal varlık ile burjuva toplumunun basıncı altında ezilen tikel bireysel varlığın arasındaki çelişkilerin bir dışavurumudur. Kuşkusuz bu ülke Türkiye’dir. “Umut fakirin ekmeği” misali, yoğun propaganda ve beyin yıkıma altındaki “sıradan” vatandaşın, “hadi bu defa olacak” dürtüsüyle sandığa gidip oy vermek istemesi elbette ki anlaşılabilir. Hele ki Türkiye’deki temsiliyetist sahtekarlığın, seçim ve sandık sattında dönen üst seviye oyunlarında geldiği nokta düşünüldüğünde, kafası yeterince karışık olan bir emekçiye “oy verme” baskısı yapmak ne derece yanlış ve hatalı bir eğilim ise, aynı oradan yanlış ve hatalı olan ise sistemin teşhirini hiçbir şekilde yapmadan, temsiliyetizmin ipliğini pazara sermeden, çözüm adresi olarak parlamentoyu göstermektir. Dolayısıyla; bugüne kadar birikmiş olan sistem kaynaklı temsiliyetist sorunların sadece parlamento temelli mücadeleler eliyle çözülebileceğini iddia etmek, emekçileri aldatmayı geçelim, emekçilerle dalga geçmek, emekçilere ihanet etmekten başka da bir şey değildir.
Günümüzde burjuvazi şeklen olmasa bile kökeni Aydınlanma düşüncesine kadar uzanan “demokratik değerlere” dahi sırt dönmüş durumdadır. Gerçekte ise “gelişmiş olsun” ya da “az gelişmiş olsun” tüm ülkelerdeki otoriterleşme, totaliterleşme eğilimleri hızla artmaktadır. Bu durum kapitalizmin gloktokratizm süreci ile birlikte içine girdiği yeni dinamiklerin bir sonucudur. Dünya emekçilerine boş hayaller pompalanmalıdır. Dünya genelinde otoriterleşme ve totaliterleşme eğilimlerinde artış olacağı anlaşılmaktadır. Suriye’den Ukrayna’ya, Asya Pasifik’ten Atlantiğe kadar temposu hiç düşmeyen mevcut gerilimlerin, çatışmaların ve hesaplaşmaların kökü de yine bu gloktokratik dinamiklere dayanmaktadır.
Türkiye’de bu gerilimin tam da merkezinde yer alan ülkelerden birisidir. Dahası; devlet demek kurumlar demektir. Devlet demek bürokrasi demektir. Devlet demek memur demektir. Türkiye’de bunların hiçbiri düzgün çalışmamaktadır. Devleti ve kurumlarını oluşturan bürokratik memur kastları arasındaki sınıfsal sürtüşmeler ve birbirlerini tasfiyeye dönük kirli operasyonlar ayyuka çıkmış durumdadır. Düne kadar “devlet sırrı” olarak görülen şeyler artık alenen sokak ortasında rahatlıkla konuşulabilmektedir. Kısa süre önce yaşanan deprem olayı da bu listeye eklenirse; Türkiye’de halk devletin nasıl bir çürüme ve yozlaşma içinde olduğunun farkındadır. Kimileri bu yozlaşmadan ve çürümeden kendine pay çıkarıp kendisini kurtarmaya çalışırken, büyük bir çoğunluk ise bu gelişmeleri derin bir sessizlik ve öfke içinde seyretmeye devam etmektedir. Lakin bu durum; yani büyük çoğunluğun sesini yeterince çıkarmıyor olması bu düzeni kabul ettikleri manasına da gelmez. Kitleler kitaplardan değil, kendi deneyimlerinden öğrenirler. Kitleler sistemi düzeltmek için denedikleri yöntemlerin (örneğin, seçim ve sandık) kafi gelmediğini elbette ki deneme yanılma yoluyla, gerekirse yüzlerce defa deneyerek, yanılarak acı verici şekillerde öğrenmek zorundadırlar. İnsanlık tarihi de hep bu şekilde, zor yollan öğrenmeyle gelişmiş ve kalıcı kazanımlar bile bu sayede ete kemiğe bürünüp kurumsal bir alt yapıya dönüşebilmiştir. Tarihsel hak, hukuk ve adalet mücadeleleri bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.
Bugün devrimciler için asıl görev; kitlelere “şu ya bu partiye oy atın ya da atmayın!” demek değildir. Bu ilkel olduğu kadar, saçma da bir yaklaşımdır. Kitlelerin düşünme biçimi öncelikli olarak kendi günlük kaygılarıdır. Dolayısıyla; kitleler bu manada belirsiz bir geleceğe ertelenmiş ülküsel sloganlardan ve beylik laflardan uzak durmakta; bugünle, şu anla, şimdiyle ilgilenmektedir. Dahası; emekçi kitleler kendi güncel sorunlarına çözüm getirebilecek her türden akılcı ve mantıklı öneri ile birlikte yapıldığı zaman genel bir sistem eleştirisine açıktan da destek vermektedir. Türkiye’de sokaktaki çocuk bile artık sistemin bozuk olduğunu bilmektedir. Hatta ülkede kapitalizm eleştirisi için devrimcilere bile gereksinim kalmamıştır; zira “vahşi kapitalizm” her gün burjuva TV’lerinde biçimselde olsa yerden yere vurulmakta, “ne yapılması?” gerektiği ise sosyal-liberal tonlarda da olsa düzen sınırları içinde konuşulabilmektedir. Kısacası, sorun kitlelerin oy verip vermemesi değil, oy vermesi halinde verdiği oyun denetimini yapabilmesidir!
O vakit emekçi kitlelerin bugününe nasıl müdahale edilebilir? Bunu yapabilmek için öncelikli olarak devrimci hareket içindeki düşünsel yapının değişmesi gerekir. Çünkü her sistem belirli mantıksal kalıplar ve anlayışlar üzerine yükseldiği için bir sistemin aşılabilmesi de ancak o sistemi aşabilecek daha üstün bir mantığın geliştirilebilmesi ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; hiçbir sorun o soruna neden olan araçlar vasıtasıyla aşılamaz. Bunun en bariz kanıtları temsiliyetizmin tarih boyunca oynadığı rolde saklıdır. Şayet tarihsel temsiliyetizm olmasaydı; ne dinler, ne devletler ne de sınıflar ortaya çıkabilirdi. Şayet temsiliyetizm olmasaydı; ne “köleci yürütme devleti”, ne “feodal yargı devleti”, ne de “kapitalist yasama devleti” var olabilirdi. Nasıl ki insanlık tarihi sınıflar arası mücadeleler tarihi ise, aynı insanlık tarihi gerçekte biri biri üzerine geçen emek biçimleri ile birlikte ortaya çıkan kurum biçimlerinin ve bu kurumlar arasındaki mücadelelerin de tarihidir.
Kaldı ki; kapitalizm ile birlikte mevcut kurumsal alt yapısına ve işleyiş tarzına kavuşmuş olan “yasama kurumunun” bugün ki sorunların kaynaklarından biri olduğu düşünülürse, “tümel bir sistem” olarak kapitalizm sorununun, soruna neden olan araçlardan ve aparatlardan biri olan parlamentarizm ile aşılabileceğini sanmak en hafif tabirle saf aptallık olacaktır. Dolayısıyla; belirli durum ve olanaklar dahilinde parlamentolardan yararlanabilme imkanları bile, bu çalışmalar ancak “bürokratik devrimci denetimist faaliyetler” biçiminde yapıldığında anlam kazanabilir. Bu da “Leninist-denetimizm” anlamında yasama, yargı ve yürütme kurumlarından “kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye” dönük yararlanmanın bugün ki güncel biçimidir.
Dolayısıyla; ister yeni bir sistem denilsin, ister sosyalizm denilsin, emekçi sınıflara nasıl bir sistem ve toplum düzeni önerisi getirildiği açık ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bunun yapılabilmesi içinde toplumu oluşturan bireylerin, emekçi sınıfların kendi temel hak ve özgürlükleri için nasıl mücadele etmeleri gerektiğine dair sıra dışı ve yenilikçi yöntemlerin geliştirmesi gerekir. Zira bugüne kadar sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği temsiliyetist devlet ve toplum modellerinden farklı ve ayrı olarak yeni ilkeler üzerinden tarif edilmesi gereken bir sosyalizm tahayyülü olmadığı müddetçe, yeni bir sistem ve yeni bir toplum düzeni söyleminin de içi doldurulamaz. Bu da yeni bir “anlatının” ve “hikayenin” inşası demektir.
Mesele sadece toplumun belirli bir kısımına ya da belirli bir sınıfa dayanarak temsiliyetizm ilişkileri üzerinden iktidarın alınması ve yine bu iktidar aygıtı üzerinden toplumun yukardan aşağıya doğru (sosyal mühendislik eliyle) biçimlendirilmesi meselesi değildir. Aksine meselenin bu şekilde ortaya konulması, temsiliyetist düşünce yapısının aşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Ast olan emekçi kitlelerin hiçbir baskı ve zorlama olmadan kendi hak ve özgürlükleri için mücadele ederek kendi kendilerini kurtarabilmeleri ve bu yolda kendi hak ve özgürlüklerini savunabilmeleri için gerekli olan toplumsal denetim kurumlarını inşa edebilecekleri bir praksisi sergileyebilmeleridir. Yoksa sosyalizm işi; ne bir parti işidir, ne devlet işidir, ne de bir lider işidir. Kuşkusuz temsiliyetist ilişkilerin devamlılığı açısından bu faktörlerde bir anda yok olup gitmeyecek olsa da, hatta uzunca bir süre önemini koruyacak olsa da; bu iş asıl olarak emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları aracılığıyla ne derece kendi yaşamlarının öznesi olmak istedikleriyle de bağlantılıdır. Başka bir deyişle, bu mesele kitlelerin toplumsal denetimizmin öznesi olması meselesidir. Yoksa öznesi olamıyorsa kitleler temsiliyetizmin kullanıcı nesnesi olmaktan da kurtulamaz.
Her hangi bir parti emekçi kitlelerin haklarını, emekçi kitlelerden daha iyi bir şekilde temsil edebilir mi? Ya da sınıf adına parti ya da devlet biçimindeki temsiliyetizm eşittir sosyalizm mi demektir? Böylesi bir temsiliyetizm ancak nispi bir temsiliyetizm olabilir. Daha da önemlisi; böylesi bir temsiliyetizm biçimini sürdürmek isteyenler açısından bile bu model pek çok “karşı devrimci” riski de içermektedir. Başka bir deyişle, bu risk kendi içinde kendine karşı gelişecek toplumsal iç dinamikleri de üretme potansiyeline sahiptir. Bu bir paradokstur. Temsiliyetizmin neden olduğu bir paradoks. Dolayısıyla; proletaryanizm adına yapıldığında da bu sorun ortadan kalkmamıştır. Aksine bu sorun bumerang etkisi ile geri dönmüştür. Halbuki gerçek olan işçi, köylü, emekçi vs. herkesin kendi hak ve özgürlüklerini önce kendisinin savunmayı öğrenmesidir. Bu da toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan bir parti ya da devlet gücüyle yapılamaz. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikli olarak yeni kurumlara ihtiyaç vardır. Bu kurumlarında kuşkusuz “toplumsal denetim kurumları” olması gerekir. Dahası; parti de bir kurumdur, devlette bir kurumdur, liderler bile bu kurumların eseridir. O zaman tümünün emekçi kitleler tarafından denetlenmeye açık ve şeffaf olması gerekir. Temsiliyetist yol kirli yoldur; o yoldan gitmeye ısrar etmek demek kapitalizmin yolundan gitmek demektir!
Kimileri “zaten devletlerin kendi denetim kurumları var” diyebilir. Ama bunlar adı üzerinde devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetim kurumlarıdır. Başka bir deyişle, bunlar devletin, yani devleti oluşturan bürokratik zümrenin ve memur tabakasının kendisini denetlemek için geliştirmiş olduğu biçimsel kurumlardır ki, bu noktada kapitalist dünyada bu kurumların güvenilirliği ve şeffaflığı ise başlı başına bir tartışma konusu olmaya her zaman devam etmiştir. Dolayısıyla; kapitalist devlet yapılanmasının üçlü bacaklarını oluşturan yasamanın, yargının ve yürütmenin kendi iç denge ve denetimi ile toplumun bütün bu kurumlardan bağımsız ve ayrı olarak devleti ve memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleyebileceği kurumların kurulması fikrini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekir. Birincisi; hali hazırda zaten yönetsel temsiliyetist modeller eliyle zar zor sürdürülmekte olup, ikincisi ise kapitalist toplumun içinde burjuva devlet yapılanmasına karşı “bürokratik devrimci denetimist faaliyet” olarak yürütülmesi ve “mevzi kazarak ilerlenilmesi” gereken bir mücadele tarzıdır. Ne yazık ki proletaryanizmin onca imkana sahip olmasına karşın temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu “bir avuç parti ve devlet bürokratı” karşısındaki yenilgisinin nedenlerini de bu noktada ki stratejik tercihlerinde aramak gerekir. Halbuki her taktik strateji ile her strateji de taktikle uyumlu olmak zorunda değildir. Çünkü denetimist mücadele de 2 kere 2’i her zaman 4 değildir. Denetimist mücadele mücadelenin şartlarının sürekli değiştiği, dinamik, hareketli ve “kafa yakıcı” bir mücadele tarzını da zorunlu kılmaktadır.
Bürokratik devrimci denetimist faaliyet yürütmeksizin seçim ve sandığın tek başına bir aldatmaca ve sistemin bir oyunu olduğunu söylemekte kendi başına bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla; seçmen açısından asıl mesele seçtiklerini denetleyebilme hakkına sahip olup olmamasıdır. Temsiliyetist sistemlerde böyle bir hak söz konusu değildir. Devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetimi bir toplumsal denetim modeli değildir. Bu durumda halk, seçme hakkı da dahil olmak üzere kendi haklarının denetimini hiçbir şekilde yapamamaktadır. Şayet seçmen kendi haklarının denetimini yapabilecek kurumlara ve aygıtlara sahip olsa seçim, sandık ve parlamento vatandaş için “bu kadar önemli” olmaktan da çıkar. Seçim ve sandık vatandaş için değil, kendisini usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının arkasına gizlemiş olan memur kastları için önemlidir. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin: devlet varsa kapitalizm vardır; memur varsa kapitalizm vardır; kapitalizm varsa da seçim, sandık ve parlamento oyunları, alavereleri, dalavereleri vs. vardır.
Yönetsel temsiliyetizmin “denge ve denetim” adını verdiği model, devleti ve sermaye egemenliğini meydana getiren memur kastları arasındaki denge ve denetim ilişkilerinden ibarettir. Bu asla aşağıdan yukarıya doğru bir denge ve denetim modeli değildir. Dolayısıyla; temsiliyetist-denetimizm ile toplumsal-denetimizm birbirinden ayrılmak zorundadır!
Günümüz dünyasında tarihsel temsiliyetizmin krizi gloktokratik kapitalizmin de yönetsel krizi haline dönüşmüş durumdadır. Bugünün proterleri bile yarı protekleşmiştir. Protekya iktisadi ve üretim tekniği açısından emek araçlarında denetime yatkın bir sınıf biçimidir. Her şey zorunluluktan çıktığı için toplumsal denetim fikriyatı da protekya sınıfının yapısal düşünce tarzından çıkmış olan yeni bir modeldir. Gelecek kuşaklar bu modelle daha fazla haşır neşir olacaktır. Keza düşünsel yapıda değişiklik olmazsa, toplumsal ilerleme de mümkün değildir. Dolayısıyla; toplumsal-denetimizmin temsiliyetist-denetimizm ile dansı hem düşünsel yapının değişmesi hem de toplumsal ilerleme için zaruridir.
9.03.2023
Serhat Nigiz
0 notes
kurtlarvadisiarsivi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Kurtlar Vadisi - 55. Bölüm
13 notes · View notes
estellamila · 2 years ago
Text
Bu akşam annemden yürümeyi öğrenme maceramı dinledim. Ben bugüne kadar emeklemediğimi ve direkt yürümeye başladığım hikayesini dinledim. Ama annem bugün geri geri gider duvara sırtını dayar, kendini kaldırırdın sonra da yürümeye başlardın düşünce tekrar geri geri emekler tekrar sırtını duvara dayar, kalkar ve tekrar yürümeyi denerdin. Dağları deldim tek başıma since 1997 gerçekten de...
Ben bunu duyunca tabi gözlerimden yaş gele gele kahkaha attım, ne kahkaha mutluluktandı ne de gözyaşlarım aslında. Beyin çok garip di mi kahkahayı gülümsemeyi mutluluk ve keyifli bir ruh haliyle eşleştiriyoruz genelde ama bazı anlarda aynı anda yüklenen birbiriyle alakasız türlü duygular yüzünden beyin öyle bir dumur oluyor ki buna ne tepki versem diye nöronları yakıyor ve sonuç olarak da yüzüne bir kahkaha, gözlerine de birer damla yaş yolluyor aynı anda.
Yani anlamadığım kimsenin aklına bu çocuğun elinden tutalım da yürümesine yardım edelim demek gelmedi mi dedim kahkaha arasında. Ve cevap olarak sen niye hep böyle ayrı tutulduğunu sanıyorsun gibi bir cevap aldım ksjgkeke LoL utanmadan bana yaşattığınız travma için beni suçluyorsunuz.
Memeden kesmek için de meme ucuna salça filan sürmüş annem (1 yaşında hala meme emmek istiyormuşum ama dişlerim acıtıyormuş) ama salçayı silip ben emmeye devam etmişim LoL nobody can stop me kskckwkfkw except me 🥲 yes I am the biggest enemy of me.
Her neyse bu memeden ayırmayı en son beni şekerli suyla beslemekte bulmuşlar... Anneannem gelmiş bu çocuğa noldu aq balon gibi olmuş demiş sonra böyle böyle şekerli su içiyo ancak böyle memeden ayrıldı deyince böyle olur mu hiç demiş ve sıçılmış psikolojimin üstüne tüy dikme kararı almış sjjfwjwk ben alıp yanımda Ceyhan'a götüreyim demiş ve ben bir yaşındayken memeden değil direkt anneden ayrılık yaşamışım...
8 notes · View notes
rayhaber · 29 days ago
Text
Bitlis'te El Terlemesi Ameliyatı Başarıyla Gerçekleştirildi
Bitlis’te aşırı el terlemesi şikayeti ile Tatvan Devlet Hastanesi Göğüs Cerrahisi Polikliniğine başvuran 25 yaşındaki erkek hastaya, kentte ilk kez uygulanan el terlemesi ameliyatı ile sağlığına kavuştu. Ameliyat, Göğüs Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Barış Sarıçoban tarafından başarıyla gerçekleştirildi. Hastaya, kapalı yöntemle uygulanan ameliyat, büyük bir başarı ile tamamlandı. Ameliyat sonrası…
0 notes
alittlefurtheroutoftheway · 1 month ago
Text
Baba, 7 Yaşındaki Kızına Hayat Verdi: Canlı Böbrek Nakli Ameliyatı
Baba, 7 Yaşındaki Kızına Hayat Verdi Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde gerçekleştirilen canlı vericili böbrek nakli ameliyatı sonucunda, doğuştan böbrek hastası olan Suriye uyruklu 7 yaşındaki Aye, babası Behruz Ahmet’in verdiği böbrek ile hayata yeniden tutundu. Hastane bünyesinde ilk kez uygulanan retroperitonoskopik (kapalı olarak sırttan) yöntemle babasının böbreği minik…
0 notes
darkyayincilik · 1 month ago
Text
Bursa Şehir Tiyatrosu, Sezona ‘Merhaba’ Diyor
Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu, yeni sanat sezonuna ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’ adlı oyunla ‘merhaba’ demeye hazırlanıyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi, düzenlediği kültürel ve sanatsal etkinliklerle Bursa’nın kültür sanat hayatına değer katarken, Şehir Tiyatrosu da 2024-2025 sezonunda Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İtalyan yazar Dario Fo’nun başyapıtlarından biri olan ‘Bir…
0 notes
proofhead · 3 months ago
Text
İnternette İlk Defa: İhsan Oktay Anar - Levha, Çadır, Tapınak
Proofhead My Resort blogu, Türkiye’nin İhsan Oktay Anar‘ı en çok seven, takip eden ve yazan platformu olmayı sürdürüyor sevgili okur. Aylar önce büyük ustanın 40 yıl önce kaleme aldığı, “Kafiler İçin Apologya” isimli öyküsünü internette ilk defa paylamıştım. O gönderim inanılmaz bir ilgi gördü ve sağ olsun, pek çok takipçimden ve arkadaşlarımdan güzel dönüşler almıştım. Yine internet ortamında…
0 notes