#Allah’ın zaferi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Şam Zorbasını Devirdiniz, O Halde Ondan Sonra İslami Yönetim ve Hilafet Devleti Dışında Hiçbir Düzeni Kabul Etmeyin!
Şam Zorbasını Devirdiniz, O Halde Ondan Sonra İslami Yönetim ve Hilafet Devleti Dışında Hiçbir Düzeni Kabul Etmeyin! Allahu Ekber Allahu Ekber Allahu Ekber, La İlahe İllallah… Allahu Ekber, Allahu Ekber ve Lillahi’l Hamd. Tiranların tahtları sarsıldı ve suçluların saltanatları yıkıldı. 14 yıldır süren büyük fedakârlıklarının ardından Suriye halkı, 8 Aralık 2024 Pazar günü Allah’ın lütfu…
#Allah’ın izniyle zafer#Allah’ın zaferi#diktatörlük#Esed Rejimi#hilafet çağrısı#hilafet kurulmalı#Hizb-ut Tahrir#Kur’an ve devrim#Libya devrimi#Mısır devrimi#Nübüvvet metodu#Raşidi Hilafet#Suriye özgürlüğü.#Suriye halkı#Suriye halkının fedakârlığı#Suriye halkının zaferi#Suriye mücahitleri#Suriye siyasi değişim#Suriye zaferi#Suriye&039;de özgürlük#Tunus devrimi#Yemen devrimi#zalim rejimler#Şam devrimi#Şam İslam devrimi#Şeriat#İslam#İslam birliği#İslam devrimi#İslam hükümleri
0 notes
Text
Muhabir: Amerika ile savaşırsanız yenilecek ve halkınıza daha fazla acı çektirmeyecek misiniz?
Molla Ömer: Bu yolun bir dönüşü olmayacak. Allah’a tevekkül dışında yapabileceğimiz bir şey yok. Kim bunu başarırsa; Allah’ın yardımını, rahmetini ve ondan gelecek zaferi elde eder.
#muslim#islam#ashab#müslüman#kuran#ümmet#free palestine#gaza#gazze#Filistin#Abdullah azzam#usame#11 Eylül
5 notes
·
View notes
Note
Merhaba. Genel olarak kaygılı, endişeli, hüzünlü ve karamsar bir yapım var. Umutsuz da demek istemiyorum ama umutlu da değilim. İslamda bu tür düşüncelere nasıl bakılır? Yani çok kaygılı, hüzünlü, endişeli ve umutsuz insanlar günahkar mıdır?
Esselam...
► “Ey oğullarım! Gidin, Yusuf ve kardeşi hakkında kapsamlı bir araştırma yapın. Allah’ın rahmetinden/yardımından ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (12/Yûsuf 87)
► “Seni gerçekle müjdeledik. (Öyleyse) sakın ümitsizlerden olma!” demişlerdi. (15/Hicr 55)
► “Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit keser ki?” demişti. (15/Hicr 56)
► Allah’ın ayetlerini ve O’nunla karşılaşmayı inkâr edenler... Bunlar, benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir. Bunlara can yakıcı bir azap vardır. (29/Ankebût 23)
► Yanları (geceyi ibadetle geçirmek için) yataktan uzaklaşan, Rablerine korku ve umutla dua eden ve onlara verdiğimiz rızıktan infak edenler... (32/Secde 16)
► (Bu mu,) yoksa geceleri secdede ve kıyamda geçiren, ahiret (azabından) sakınan ve Rabbinin rahmetini umarak gönülden ve sürekli (Allah’a kulluk eden mi daha hayırlıdır)? De ki: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alır. (39/Zümer 9)
► De ki: “Ey (çokça günah işleyerek) nefisleri hakkında aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, (evet,) O (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) El-Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Er-Rahîm’dir.” (39/Zümer 53)
Kısa bir araştırma ile Kur'an'da ümitsizlik ile ilgili ayetler karşınızda. Hepsinde de ümitsizlik yerilmiş, hoş karşılanmamış hatta müminlerin ahlakı olmadığı belirtilmiş peki niye? Bizler müslümanız bizim bütün işlerimizin kaynağı Alemlerin Rabbi olan Allah'tır. O'na hiçbir şey zor gelmez, O'nun katında zor, imkansız yoktur. Ol der ve olur. Kulları sabah akşam O'na isyan etse de O rızıklarını gönderir, bütün ma'siyetlerine rağmen kullarını asla yüz üstü bırakmaz. Bütün bunlara rağmen biz neden tam bir teslimiyetle işlerimizi Rabbimize bırakamıyoruz? Rasulullah aleyhisselam dünyası daraldığında hep Rabbine beni tek başıma bırakma, işlerimi hallet diye dua edermiş aynı Peygamber aleyhisselam Uhud savaşında Müslümanlar savaşı kaybettiğinde oturup yas tutmak yerine ordunun yenilgi psikolojisine girmemesi için kilometlerce yürütmüştür. Çünkü zayıf, pasif, zillet hali müslümanların ahlakı değildir. Müslüman güçlü, dimdik, ümitvardır. Niye? Dayanağı Rabbidir de ondan. Ne yani müslüman üzülemez mi, yıkılamaz mı? Elbette üzülür, elbette tükenir ama bu üzüntü onu ye'se düşürmez, zillete büründürmez düştüyse, üzüldüyse kalkmasını da bilir. Ayrıca şu dünyaya maruz kalıp üzülmemek elde de değil zaten. Ma'siyete ulaşmak kolaylaşmış, fitneler çoğalmış, Allahın şiar ve hükümleri arka plana atılmış, müslümanlar garip kalmış ama bütüün bunlara rağmen biz umutluyuz çünkü Allah bize zaferi vaad etti ve O vaadinden asla dönmez bu bize yeter de artar. Hüznümüz Allah için, dini için olsun. Gerisine Allah kafi biiznillah.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem omzumdan tuttu ve: «Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol.» buyurdu( Buhârî, Rikak 3)
Hadisdeki garib (yabancı) kelimesini bir alim şöyle şerh etmiş; dünyadan çıkmaktan başka gayesi olmayan, öz vatanında olmadığı için mahzun yani gurbette yaşayan kimse. Allahuekber!
Bir de şöyle bir husus var; mesela ben yapı olarak bir şeyler üretmeye, yeni dersler, okuma grupları, projeler yapmaya çok hevesliyimdir. Aklıma bu tarz fikirler geldiğinde hemen o konuda bana yardımcı olacak kişilere açarım durumu ama koşar adım bir çocuk neşesiyle gittiğim insanların yanından buruk bir şekilde ayrılırım çünkü karamsarlığı, pasifliği ahlak edinmiş, sürekli olumsuzlukları düşünen insanlar diğer insanlara da bu hallerini yansıtıyorlar ve bu da karşı tarafın motivasyonunu düşürüyor. Rasulullah aleyhisselamın insanlara karşı böyle davrandığını hiçbir kaynak kitapta bulamazsınız, O'nun ahlakında bulunmayan bir şeyin bizim ahlakımızda olması da sizce hayr mıdır şer midir? Aksine o daima, hayr konuşur hayrı öğütlerdi. Rabbim bizleri O'nun ahlakı ile ahlaklandırsın, her daim kendisine karşı hüsnü zanda bulunan kullarından eylesin. Üzüntülerimizi, acılarımızı, yaralarımızı da cennetimize vesile kılsın. Müsait olamadığım için çok açamadım ama yazdıklarım kalbinize şifa olsun inşaallah. Şu makaleye de bir göz atarsanız faydalı olur inşaallah.
selametle..
إِنَّ رَبًّا كَفَاكَ بِالأَمْسِ مَاكَانَ، سَيَكْفِيكَ فِي غَدٍ مَا يَكُونُ Dünkü işlerinde sana yeten Rabbin, yarın olacaklarda da sana yeter. İmâm Şâfiî rahmetullâhi aleyh [Dîvânu’ş-Şâfiî, s. 132]
11 notes
·
View notes
Text
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rûm Sûresi
Elif. Lâm. Mîm.
Rumlar mağlup edildiler.
Arabistan’a yakın bir yerde, yeryüzünün en aşağısında. Fakat onlar, mağlubiyetlerinden sonra yakın bir zamanda tekrar gâlip geleceklerdir.
Üç ile dokuz yıl içinde. Her işin öncesinde de sonrasında da mutlak hüküm ve o işleri karara bağlama yetkisi bütünüyle Allah’a aittir. Rumların gâlip geldiği o gün mü’minler de sevineceklerdir.
Allah’ın yardımı ve bahşedeceği zaferle. O, dilediğine yardım edip onu zafere eriştirir. Çünkü O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah sözünden asla dönmez ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
Rumlardan maksat, o zaman Doğu Roma’da yaşayan Bizanslılardır. Bizanslılar Ehl-i kitap, İranlılar ise Mecûsi idiler. Nübüvvetin beşinci senesinde vuku bulan bir savaşta İranlılar Bizanslıları müthiş bir şekilde mağlup etmiş, Ürdün, Filistin, Mısır, hatta Anadolu’yu onlardan alarak İstanbul boğazına, Kadıköy’e kadar dayanmışlardı. Bu durum Mekke müşriklerini sevindirmiş, fakat müslümanları üzmüştü. Çünkü müslümanlar Ehl-i kitap olanları kendilerine daha yakın görüyor, müşrikler ise kendilerini putperest olan Mecûsilerle aynı safta sayıyorlardı. Bunun üzerine Kur’ân-ı Kerîm, bir mûcize olarak yakın gelecekte vuku bulacak bir savaşın neticesini kesin ifadelerle haber verdi. بِضْعِ سِن۪ينَۜ (bid‘i sinîn) “3 ilâ 9 sene” içinde Bizanslıların İranlılara galip geleceğini ve o sırada mü’minlerin hem onların bu zaferine hem de bizzat kendilerine lütfedilecek zaferlere sevineceğini bildirdi. Halbuki mevcut şartlar içinde ne müslümanların, ne de Rumların üç-beş sene gibi kısa bir müddet içinde düşmanlarını yenebilecek güçleri vardı. Hatta bu, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Böyle iken Kur’an, hiç kimseden çekinmeden ve yalanlanmaktan korkmadan iki gaybî müjdeyi birlikte verdi. Gerçekten de Bizans kralı Herakliyus 624’de İranlıları mağlup edip Azerbaycan’a kadar ilerlediğinde, müslümanlar da aynı tarihlerde Bedir zaferini kazandılar. (Tirmizî, Kırâât 4; Tefsir 30/2) Nihâyet Herakliyus 627’de en büyük darbeyi vurup nihaî zaferi kazanırken, müslümanlar da apaçık fetih ve İslâm’ın tebliğ sürecinde çok mühim bir dönüm noktası olan Hudeybiye zaferini elde ettiler.
Nitekim bu âyetler nâzil olunca Allah Resûlü (s.a.s.): “İranlılar mutlaka mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 276) Bu haberi öğrenen Ebubekir (r.a.) müşriklerden Übey b. Halef ile Rumların İranlıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi. Hz. Ebubekir bu bahsi Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince Efendimiz: “Âyetteki «bid’» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.
Ebubekir (r.a.) gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı. Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu. O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı müslüman oldu (Bk. Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)
9 notes
·
View notes
Text
Fatih Sultan Mehmet’in Kılıcı.
Uzunluk: 126 cm.
Türk kılıcının esas formunu belirleyen en erken özelliktir. Tören kılıcı olduğu görülürse de kullanım amaçlı işlevselliği de vardır. Balık dişinden yuvarlak ve hafif eğri kabzalı, ışınsal yıldız biçimli dolgun demir balçaklıdır. Tek ağızlı, az eğri ve kalın sırtlı olan tabanın ortasından uca kadar uzanan geniş bir kan oluğu bulunur. Kabzası XV. yüzyıl kabzalarının prototipi sayılır.
Tabanın bir yüzünde altın kakma kıvrım dal ve rumi bezemeler, diğer yüzünde Celi Sülüs yazıda
“I. Satır: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Baş kaldıranlara parlak kılıcın kesicilerinden ve harf harf ayetlerinden men edicilerle dinin tıkayıcı bağlarını gönderen Allah’a hamdolsun. Salât-ü selam da övgüsüne, her türlü en güzel kelimelerin bile tükendiği Muhammed’in (S.A.V) ve ehli beytinin üzerine olsun. Ey Allah’ım! Dinin yere düşmemesi için gayret edenleri, idare etme hizmetinde bulunan cihad için Allah’ın sıyrılmış kılıcı, mücahitlerin ve gazilerin sultanı kulun sultan Murat Han oğlu Sultan Mehmet Han’ı güçlendir. Allah Şer-i Mübin’in düşmanların boynunu onun kılıcına yakın etsin ve Âlemlerin Rabbi’nin yardımını da onun kaleminin mürekkebi kılsın…”
“II. Satır: Sultan Mehmet Han ve Sultan Orhan ve Sultan Osman. Allah onların yerini gazilerin, yiğitlerin ve keskin kılıçların akan sularından sulasın ve yerlerini kılıçların gölgesindeki cennet kılsın. Ey Âlemlerin Rabbi. Günahkârların şefaatçisi li hazreti sultanül a’zam Muhammed Han oğlu Murat Han’ın zaferi pek yüce olsun.”
Kaynak: Sultanların Silahları, Hilmi Aydın, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2011
#Turkiye #KulturPortali #TopkapiSarayı #SultanlarınSilahları #Osmanlı #Ottoman #SultanlarinSilahlari #FatihSultanMehmet
1 note
·
View note
Text
ŞEHİTLİK
Şehit, “şahit olan, hazır bulunan” demektir. Ölüp yok olan, kaybolup giden (gâib) değil berhayat olan, tabiri caizse ölümsüzleşendir. Bunun içindir ki şehit diridir, ölmez, ona “ölü” denmez. Yeri ve zamanı geldiğinde canından daha mukaddes bildiği İslam uğruna, dini değerleri uğruna dünyadan ve dünyadaki her şeyden vazgeçip canını ortaya koyan kimsedir. Hz. Ömer’in veciz tarifiyle, “Şehit, kendisini Allah"a adayan kimsedir.” . Allah yolunda hiç çekinmeden canını veren kimseye, Hz. Peygamber hem dünyada hem de âhirette şahitlik etmektedir. Çünkü Allah yolunda cihad edenler, iki güzellikten birine erişmekten başka bir arzu beslemezler. Yani ya zaferi yaşayan gazilerden ya da şehitlerden biri olmayı dilerler. Şehidin ve şehitliğin Allah nezdindeki fazileti ve mükâfatı, ilk Müslüman neslin gönlünde öylesine yer etmişti ki, baba ile oğul, ağabey ile kardeş savaşa katılıp şehâdet şerbetini içme konusunda birbirleriyle yarışır hâle gelmişlerdi. Şehit veya gazi olma şerefine ulaşarak ebedî hayatlarını kazanacaklarına olan inançları onların gözünde ölümü öylesine küçültmüştü ki ölümle âdeta alay ediyorlardı. Cenâb-ı Hak, şehitlerin yaptıklarının boşa c��ıkarılmayacağını, onların muradlarına erip cennete gireceklerini haber verir. Hatta onlara “ölüler” denmemesi konusunda insanları uyarır. Çünkü onlar mânen diridirler ancak idrak üstü bu canlılığı diğer insanlar anlayamazlar.
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler.”
(Bakara 154)
Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.
#islamiyet#islam#allah#la ilaha illa allah#allahuekber#ayet#hadisler#tevhid#hilafet#şehadet#şeriat#şefaat#şehit#hakimiyet#hakikat#hak#ölüm#kuran ayeti#bir ayet#ayetler#geceye bir hadis bırak#hadisişerif#hadis#hz.ömer#hzmuhammed#hzali#savaş#barış#allahﷻ#allahaşkı
23 notes
·
View notes
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
“Rabbim alışmakla cezalandırma beni”.. diyen şairi gün geçtikçe daha iyi anlıyorum.
Müslüman beldeler de yaşananlar, ülkemizde yaşananlar bizleri daha çok Allah ve Rasúlune bağlayacağına sanki hiç birşey bizi kendimize getirmiyor,
ahvalimiz de değişme olmuyor, bolca alışıyoruz;
zulümlere çirkinliklere hissizce bakıyoruz..
Meğer şairin alışmak dediği ne kötü birşeymiş, olmam dediğinin vasfına bürünmekmiş.
Meğer her şey bizi alıştırmak içinmiş de anlayamamışız. Alışa alışa kopuyormuşuz kimliğimizden, inancımızdan,
insanlığımızdan...
Her gün medyada, sokaklarda sağda solda şurda burda gördüğümüz bazı şeyler alıştırmış bizi.
Anlıyorum ki bize bir şeyler olmuş, şairin korkusu olan alışmakla cezalandırılmışız hiç farkında bile olmadan.
Hissiyatımızı yitirmişiz, hala gönlümüzde var sandığımız merhametimizi çaldırmışız.
Dostoyevski’nin; “İnsan herşeye alışan hayvandır.” sözü bizde vuku bulmuş yavaş yavaş.
Kudus için gelmiyor elimizden hiç bir şey mesela. Suriye varlığını unuttuğumuz bir dert olmuş çoktan. Kafire sövmek ferahlatmıyor artık kalbimizi. Şimdi koca bir toplumun, koca bir ümmetin her geçen gün nelere alıştığını gördükçe kahrolmamak nasıl mümkündür diye düşünüyorum, bu alışmanın sonunda bedel olarak neyimizi kaybedeceğimize dair fikir bile yürütemiyorum.
Düşmanın kalbine korku salan müslümanlık heybetini, şecaatini neden yitirdik?
Farkında mısınız bir anda parlıyor, bir anda sönüyoruz.
Aynı sancıyı, aynı nefreti,
aynı merhameti her zaman duymuyor. İş artık haddini aştığında sesimizi çıkartıyoruz.
Ümmet adına bir heyecanımız,
bir hedefimiz yok.Tüm gaye ve çalışmalarımız dünyalık.
Yapalım, hergün Kuran’ı hatmedelim gerekirse....
Fetih Sûresi, tesbihler…vs vs
Lakin kalbimiz uyanmadığı,
Allah’ın emirlerini nefsimizin isteklerinden daha değerli hâle getirmediğimiz sürece, ölen askerlerimizin bile hangi ırktan olduğunu güdenler içimiz de var oldukça
Allah İslam’a, ülkemize bizim vesilemizle nasip etmez zaferi bu böyle biline.
Ya olacağız ya da öleceğiz ,
Ya bunca gaflet içinde körü körüne. Belki bir kafir postalı altında zelil olarak.
Yada İslâm’ın sancağını dalgalandırıp şerefli bir şehadet ile izzetlenerek...
🌺 Nasip eyle ya Rab🌺
Vesselâm.
Bereketli Huzurlu Akşamlar...🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
15 notes
·
View notes
Text
Evet..
Biraz iç dökme vakti sanırım..
Güzel insanlar!
İnsanlık, İslam fıtratında yaratıldığı içindi güzellikler. Bundandı esirlere dahi şefkatimiz. Bundandı Allah’ın zaferi bahşetmesi..
Halbuki İslam’sız insanlığımıza kalsa; nefsimizle hayat kurutan varlıklar olurduk. İşte en güzel örneklerinden birini daha; elinde silah olmasına rağmen #HelloBrother diyebilecek bir fıtratın yüreği ile tanıştık.
Son zamanlarda yaşadığımız olayın ve sonrasının bize anlatacağı o kadar çok şey var ki: Elimizde İslam fıtratını bilerek yaşayan insan ile İslam’sız insan var; aslında efseli safilin (hayvandan daha aşağı).
İşte! Fıtratımızın getirisi olan İslam’a uymazsak; insanlıktan çıkılabileceğinin ve insan’sızlaşılabileceğinin en muhkem örneği size.. Size, her ne olursa olsun #HelloBrother dedirtebilecek imandır. O olmadan; insan’sızlık hayat kurutur..
4 notes
·
View notes
Text
Bugün sabah namazı kaçıranlar İblis’in galip gelme nedenidir, ailecek kalkanlar da Muhammed aleyhisselamın zaferini kutlayabilirler o namazdan sonra. Bunun için annelere tavsiyem şudur ki; ailece sabah namazı kılındığı bir gün, ayda bir de olsa, “Çocuklar, bugünkü kahvaltımızın adı ‘sabah namazı zaferi kahvaltısı’dır, ne istersiniz kahvaltıda?” desinler. Çünkü o gün şeytan mağlup oldu demektir ve biz kıyamet günü, evimizde kaç kere Allah’ın kaç kere şeytanın galip olduğuyla hesap vereceğiz.
5 notes
·
View notes
Photo
Müslüman mümin ayrımı OLDUKÇA DÜŞÜNDÜRÜCÜ: Mısırlı alim Şeyh Şa’ravi rahimehullah şöyle der: Ben San Francisco’da iken bir müsteşrik bana sordu: - Sizin Kuran’ınızda bulunan şeylerin tamamı doğru mu? Cevap verdim: - Kesinlikle evet. Tekrar sordu: - O halde Allah niçin kâfirlerin müminlere galip gelmesine imkân veriyor? (Hâlbuki Kuran diyor ki: “Allah kâfirlerin müminlere galip gelmesine asla imkân vermez.” Nisa: 141) Dedim ki: - Çünkü bizler müslümanız, mümin değiliz de ondan. - Müminlerle Müslümanlar arasındaki fark nedir? Şeyh Şa’rafi şöyle cevap verdi: - Günümüzde Müslümanlar namaz, zekât, hac ve Ramazan orucu gibi İslam’ın ibadet cinsinden bütün sembollerini yerine getiriyorlar fakat onlar tam bir sıkıntı ve yokluk içindedirler!! İlmi, iktisadi, sosyal ve askeri sıkıntılar… vs. Bu yokluk ve sıkıntıların sebebi nedir? ● Kuran’da geçen bir ayette şöyle denilir: “Göçebe Araplar biz iman ettik, diyorlar. Onlara de ki: Siz iman etmediniz. Fakat Müslüman olduk, deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize girmedi.” (Hucurat: 14). Bana sordu: O halde onlar niçin sıkıntı ve yokluk içindedirler? - Bunu Kur’an-ı Kerim açıklıyor. Çünkü Müslümanlar müminler merhalesine yükselemediler. Şunları iyi düşün: ● Onlar gerçek mümin olsalardı Allah onlara mutlaka yardım ederdi. Bunun delili Allah’ın şu ayetidir: “Biz müminler yardım etmeyi üzerimize borç kıldık” (Rum 47). ● Eğer mümin olsalardı diğer ümmetler ve halklar arasında daha önemli ve saygın bir konumda olurlardı. Bunun delili Allah Teala’nın şu ayetidir: “Gevşemeyin / yılgınlık göstermeyi ve üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” ● Eğer mümin olsalardı Allah Teâlâ diğer milletlerin onların üzerinde herhangi bir hakimiyet kurmalarına izin vermezdi. Bunun delili Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: “Allah kâfirlerin müminlere galip gelmesine asla imkân vermez.” Nisa: 141) ● Eğer mümin olsalardı Allah Teâlâ onları bu hor ve hakir durumda bırakmazdı. Bunun delili Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: “Allah müminleri içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir.” (Âli İmran: 189). ● Eğer mümin olsalardı Allah Teâlâ her durumda onlarla beraber olurdu. Bunun delili Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: “Muhakkak ki Allah müminlerle beraberdir.” (Enfal:19). ● Fakat onlar Müslümanlık aşamasında kaldılar, müminlik aşamasına yükselemediler. Allah Teala buyuruyor ki: “Onların çoğu mümin değildirler.” ● O halde müminler kimlerdir? Buna da Kur’an-ı Kerim şöyle cevap veriyor: Onlar: “Günahlarından uzaklaşan tövbekârlar, ibadetlerine devam eden âbidler, Allah’a hamd edenler, lezzetlerden uzaklaşarak oruç tutan zahitler, rükû ve secdeleriyle Rablerine boyun eğenler, iyiliği emredip, kötülüğü engelleyenler ve Allah’ın belirlediği sınırları aşmayanlardır.” (Tevbe 112) Yani Allah Teâlâ zaferi galibiyeti, hâkimiyeti ve yüksek bir durumda bulunmayı müminlere vaat etmiştir, Müslümanlara değil.
34 notes
·
View notes
Text
BİR OSMANLI KİMLİĞİ: RUMİLİK
Bir süredir ‘Türk’, ‘Türklük’ ve ‘Türkiye’ gibi terimlerin tarihçesini anlatıyorum. Bu haftaki yazım bu sözcüklerin ‘milliyetçilik çağı’ öncesine ilişkin. Böylece, geç de olsa “Türkler Mu’dan mı, Ergenekon’dan mı?” (11 Mayıs 2008, Taraf) başlıklı yazımda verdiğim bir sözü, akademisyen tarihçi Salih Özbaran’ın “Osmanlı İmparatorluğu bir Rum imparatorluğu muydu?” diye özetlenebilecek ilginç tezinden bahsetme sözümü de yerine getirmiş olacağım.
Türk adını Allah mı verdi
11. yüzyılın son çeyreğinde yazılmış Divan-ü Lügati’t Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud, Türkler hakkındaki bir hadisten söz ederek şöyle der: “Allah’ın devlet güneşini Türk burcundan doğdurduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduklarını gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların eline verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldı. Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isabetinden kurtulmak için aklı olana düşen vazife, bu adamların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak onların diliyle konuşmaktan başka yol yoktur...”
Orta Asya’dan Rum ülkesine
“Ben Türklerin en açık konuşanlarından, en zekilerinden, mızrağı en keskin olanlarından biriyim” diyerek Türk olmaktan duyduğu gururu tekrarlayan Kaşgarlı Mahmud şöyle devam eder: “Türkler aslında 20 boydur. Bunların her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım. Bundan başka Rûm yakınından doğuya [Çin’e] doğru –müslim ve gayrımüslim- her boyun olduğu yeri de bildirdim” der ve Türk boylarını saymaya başlar.
Kaşgarlı Mahmud’un bu satırları yazdığı yıllarda, 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek Kaşgarlı’nın ‘Rûm’ dediği bölgeye doğru akın etmektedirler. Neresidir bu ‘Rûm’ ülkesi derseniz, tahmin edeceğiniz gibi, “Doğu Roma’nın varisi Bizans ülkesinin çekirdeğini oluşturan Anadolu’dur” derim.
Haçlı Seferleri’nin katkısı
Nitekim Türk boylarının gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve Türkie (Türkiye): Papalık belgelerinde ise barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterir. Kutsal Roma-Germen İmparatoru Frederich Barbarossa komutasındaki Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşer: “Her yerde Türkler.” Yüz yıl sonra, bu seferi anlatan Guillaume de Tyr, “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz eder. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle yazar: “Sert esiyor rüzgârlar/ Yüzüme karşı barbarlıktan/ Sert ve can yakıcı esiyorlar/ Türkiye [Türkei] tarafından...”
1260’larda Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçen Marko Polo, seyahatnamesinde şöyle der: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar. Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...”
Gerçekten ‘Etrâk-ı bî-idrak’mı
Burada bir parantez açalım: Osmanlı’nın aslında Türk olmaktan hoşnut olmadığı, Türkleri aşağı gördüğünü ileri sürenler haklı mı? Buna cevap vermek kolay değil.
Örneğin, erken dönem Osmanlı tarihinin en önemli eseri olan Âşıkpaşazade’nin (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türk terimi sık sık kullanılır. Âşıkpaşazade, Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken “Yafes neslinden göçer Türki kendülere sened edindiler. Ol sebepten Arab’a galip oldular” der. Yeniçeriliğin kökenini anlatırken “Bunları Türk’e verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları dahi çeri edelim dedi. (...) Tamam ki Müsülman oldılar, Türk bunları nice yıllar kullandılar. Andan kapuya getirdiler. Akbörk geydürdiler. Adın ezelçeri iken yeniçeri kodılar” der. Dikkat edilirse, bu ifadeler de Türkleri ne yeren ne de öven bir yan vardır. Ancak, Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa’nın Trakya bölgesini nasıl bir adaletle yöneterek halkının gönlünü kazandığını anlatırken, halkın “Nolaydı kadim zamandan bunlar bize beg olalar idi... Ve çok köyler bu Türk kavmını gördiler. Müsülman oldılar” dediğini kaydetmesinde olduğu gibi övücü atıflar da yapar.
Türk beğinin oğlu
1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem adlı eserde, babası Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra ağabeyi (II.) Bayezit’le girdiği taht kavgasından sonra Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu” olarak söz edilir. Buradaki ‘Türk’ sözcüğünün coğrafi bir imleme olduğu anlaşılır ancak Cem’in kendinden ‘Türk’ olarak bahsetmesinden bakılırsa, Cem için, Türk olmak övünülecek bir şeydir.
Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine Ebu’l hayr-ı Rûmi’nin derlediği Saltukname’de, bugün iddia edildiğinin tersine bir durum vardır. Çünkü Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılır. Örnek verelim: “Bir gün Kefe diyarında bir gazi vardı. Tatar idi. Adına Kara Davud dirlerdi. Seyyidden sonra çok gazalar ve erlikler eylemişdür (...) Geldük çün Kara Davud ol hinde yiğit idi. Seyyid’e hizmet iderdi. Bazılar Türk’ten idiler. Anın gazası ve velayeti Tatar’da meşhurdur.”
Din nedir bilmeyen Türkler
Bir başka 15. Yüzyıl yazarı Neşrî de, Türk sözcüğünü çeşitli bağlamlarda (İslamiyet öncesi ve sonrası için) kullanılır. Neşrî, Selçuklu İmparatorluğu için “Saltanat-ı Türk Han” derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler (...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır” da der, “Türk, İstanbul karşısında Üsküdar’a gelüp, Melik-i Konstantiniyyeden dahi cizye ve haraç aldılar” da der.
Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi adlı eserin yazarı Suzi Çelebi (ö. 1524) ise “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf edendir.
Peki, bugün yaygın biçimde kullanılan “Osmanlılar Türkleri ‘etrâk-ı bî-idrak’ (idraksiz, kavrayışsız Türkler) olarak görürlerdi” diye özetlenebilecek kanıyı doğuran nedir? Hakan Erdem’e göre buna dair çok az örnek var. Bunlardan biri Hoca Saadettin Efendi’nin (ö. 1599) Safevi Devleti’nin kuruluşunu anlatırken Türkmenler için kaydettiği “Başına tac aldı çıktı ol pelîd/ İtdi bî-idrak etrâkı mürîd” beyitidir. Hoca Saadettin’in ‘idraksiz Türkler’ dediği kesimin, ‘Türkler’ değil, ‘Kızılbaş Türkler/Türkmenler’ olduğu açıktır. Nitekim Hoca Saadettin Efendi, bir başka Kızılbaş önder Şah Kulu’nun 1511’deki isyanını anlatırken de, Şah Kulu’nun memleketi olan Teke halkının ‘pis Türkler’(etrâk-ı na-pak) olduğunu söyleyecektir.
Şimdi de 16. Yüzyıl şairi Güvahi’nin Pendnâme adlı mesnevisinde geçen şu dizelere göz atalım: “Şehirde rustay-i bî-gam olmaz/ Hakikatdür bu söz Türk adem olmaz/ Dedüğin anlamaz söylerse sözi/ Bir olur Türk’e sözün ardı yüzi/ Acayip taifedir kavm-i Etrâk/ Eyü yatlı (kötü) nedür itmezler idrak/ Ne bilür anların ağızları tad/ Ne söz var dillerinde idecek yad.” Tercümeye pek gerek duyurmayan bu Türkçe dizelerin yazarı Güvahi’nin, şehirli bir Türk olduğunu bilince, eleştirdiklerinin genel olarak ‘Türk’ değil, özel olarak ‘göçebe, köylü Türk’ olduğu anlaşılıyordur herhalde. Türk saplantısının doğuşu
Parantezi kapatıp devam edelim. Granada’nın düştüğü 1492’ye kadar, Avrupa’nın ‘ötekisi’ Araplardır. Dolayısıyla Avrupa’da, Türkler hakkındaki söylem genel olarak olumludur. 1492’den sonra ‘öteki’ Osmanlı olur ve söylem olumsuza döner. 1529’da Viyana bozgunundan sonra bile Türkler için ‘köpekler, zalim ve kan düşkünü, pis, hayvani, sahtekâr, zorba, iğrenç’ gibi son derece ağır terimler kullanılmaya devam eder. Bu olumsuz dilin nedeni elbette, ‘Türk korkusu’ dur. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Obsessione Turc (Türk saplantısı) olgusunun bugünlere kalan mirası, İtalyancadaki Mamma li Turchi, yani “Anneciğim, Türkler!” ünlemi olur. İddialara göre, acı çektirme anlamına gelen a torquendo, işkence anlamına gelen torxuere, aldatma veya zalimlik anlamına gelen truculent veya trux-trucis gibi terimlerin esin kaynağı da bu dönemin Türkleridir. 17-19. yüzyıllar arasında zirveye çıkan Oryantalist edebiyattaki çoğu cinsellikle ilgili kavramlara hiç değinmiyorum bile.
Yunus Emre’nin ‘Rum ili’
Ama ilginçtir, 13. yüzyılın başında Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuna tanıklık ettiği anlaşılan Yunus Emre’nin dilinde Anadolu’nun adı ‘Türk’ değil, ‘Rûm ili’ dir. Zafernâme adlı eserin yazarı Nizameddin Şami, Timur’un 1402’de Yıldırım Bayezid’e karşı kazandığı zaferi ‘Rûmiyan’a ve Sultan-ı Rûm’a karşı kazanılmış bir zafer’ olarak tarif eder. 1402-1413 arasındaki Fetret Devri’nde, Osmanlı’ya başkaldıran Simavne Kadısı Şeyh Bedreddin’in namı ‘Hallac-ı Rûm’ (Rumların Hallac-ı Mansur’u), ‘Pertev-i Rûm’, yani Rum ışığıdır. 1399-1429 yılları arasında yaşadığı sanılan Horasan erenlerinin pirlerinden Hacı Bayram-ı Veli’nin unvanı ise ‘Şeyhü’r Rûm’...
Rum, Arap ve Acem’in farkı
1599 Kahire’sini tasvir ederken Gelibolulu Mustafa Âlî’nin emperyal kibirle yaptığı şu tasvire (sadeleştirilmiş dille) bakın şimdi de: “...Sözün kısası, Rûm iyidir, Arap tilkilenmekte zaten köpektir. Gerçi Acemler nazik tabiatlı olurlar, ama onların çoğu münafıktır, arabozucudur. Kıskançlığı ve düşmanlığı Evram’a [Rûmlara] bırakmaz, ateşle suyu bir bardağa koyar. Rum Acemden yüz defa üstündür, bu sözü yalanlayanlar köpektir. Demek istiyorum ki eskiden Acemlerin uluları akıl ve bilgi ile ün almış iken şimdi onlarda bu hal yoktur. Türk insanındaki ululuk onlarda yoktur.” Yazarın, ‘Rûm’ derken ‘Türk’ü kastettiğini söylemeye gerek yok herhalde.
Ve daha nice terim
Ayrıca Osmanlı belgelerinde şu terimlere bolca rastlanacaktır: Osmanlı ülkesi için “Memleket-i Rûm”, ‘Bûm-i Rûm’, ‘İklim-i Rûm’, ‘Diyar-ı Rûm’, ‘Rûm ili’; şairler için “şuara-yı Rûm”, âlimler için “ulema-yı Rûm’, dervişler için ‘abdalan-ı Rûm’, akıncılar için ‘gaziyan-ı Rûm’, ‘Rûm atlılar’, ‘Rûm yiğitleri’, ‘leşker-i Rûm’; hattatlar için ‘İmâd-ı Rûm’; Türkçe için ‘Lisan-ı Rûm’; Amasya-Sivas-Tokat çevresindeki eyalet için ‘Eyalet-i Rûm’, Mevlâna için Celaleddin-i Rûmî, Anadolu Selçukluları için ‘Rûm Selçukluları’, Mısır kanunnâmelerinde Anadolu’dan gelenler için ‘Rûmlu’ veya Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için Trabzon’da yaptırdığı Hatuniye Camii’nin kitabesine yazdırdığı gibi ‘Bânû-i Rûm’ ve daha nicesi...
Bir örnek de Kürtçenin efsanevi yazarı Ehmedȇ Xanȇ’nin ünlü eseri Mem u Zin’in önsözünden: “Rum u Ereb u Ecem...” Yani, ‘Türk, Arap ve Fars’. Günümüze kadar gelmiş bir Kürt atasözü de var: “Bextȇ Romȇ tune ye” Anlamı “Rum’un/Türk’ün acıması yoktur!”
Salih Özbaran’ın tezi
Peki, Osmanlı Devleti/ İmparatorluğu, Avrupalıların dediği gibi bir Türk devleti mi, yoksa Türklerin (ve de Kürtlerin) dediği gibi Rûm devleti mi idi? Bu soruya Salih Özbaran’ın verdiği cevabına geçmeden Metin Kunt’un cevabını okuyalım: “Bir kere unutulmamalı ki hem yöneticiler, hem halk arasında Türk olmayan çoktu. Yöneticilerin bir kısmı ve kapıkulu askerlerinin hepsi, dirlik sahiplerinin bazıları Türk-Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Osmanlı sultanlarının gözünde de halk içinde Türkler ve Türk olmayanlar arasında bir fark yoktu. Müslüman olmayanlar ek vergi (cizye) ödüyorlardı devlete, fakat bütün halk, ister Türk olsun ister Rûm, ister Arap olsun ister Sırp, padişahın reayası idi. Buna karşılık gene de Türk devleti diyebiliriz Osmanlı devletine, çünkü ülkenin dili Türkçe idi.”
Türkçe konuşmak yeter mi
Günümüzde, Osmanlı Devleti’nin kurucusu kabul edilen Osman Gazi’nin, Oğuzların Kayı boyundan olmadığı, hatta Oğuz boylarının askeri bürokrasisine bile dâhil olmayan, cesur bir maceracı olduğu, Osman adının ‘çoban’ anlamına gelen ‘otman’ kelimesinden türediği, Osman adının ise, kendisine İslami meşruiyet kazandırmak için yaratıldığı kanısı güçlenmiş olsa da, Osmanlı hanedanının etnik olarak Türk kökenli olduğu genel olarak kabul edilir. Gerçi bir kaçı dışında, hanedanın erkekleri Türk olmayan kadınlarla evlenerek, ‘Türk kanını’ sulandırmışlardı ama hanedan içinde ve devlet dairelerinde Türkçe konuşulurdu. Devletin bütün kayıtları yüzlerce yıl kesintisiz Türkçe tutulmuştu. Medreselerde Arapça okunur ama konuşma dili Türkçe idi.
Buna rağmen, Salih Özbaran, “Bir devletin dilinin Türkçe –üstelik Arapça ve Farsçanın yoğun etkisi altında kalmış bir merkezî dil- olması ne kadar yeterlidir kocaman imparatorluğu Türk yapmaya?” der ve tezini açıklar: “Yoksa Osmanlı Devleti bir Rûm imparatorluğu muydu?”
Bu görüş aslında başka tarihçilerce de dile getirilmiştir. Örneğin İlber Ortaylı’ya göre “Biz Roma İmparatorluğu’nun varisleriyiz. Ve Müslüman da olsak, Romalıyız”dır. Halil İnalcık’a göre Osmanlı sultanları ‘Sultan-ı Rûm’dur, ‘Kayser-i Rûm’dur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkındaki çok önemli makalesi ile tanıdığımız Paul Wittek ise daha ileri gider ve “Danişmendiler ve Selçukiler devrini de Osmanlı İmparatorluğu ve emirlerininkini de”, “muhtelif Türk unsurları, göçebe, kasabalı ve şehirlileri” de, “hakiki Türkleri ve Türkleşmiş unsurları da” kapsayacak şekilde ‘Rûm Türkleri’ terimini önerir.
Cemal Kafadar’ın tezi
Salih Özbaran’ın atıfta bulunduğu bir diğer akademisyen tarihçi Cemal Kafadar’a göre durum biraz daha karmaşıktır: “[Osmanlılar] aynen ortaçağın Küçük Asya’daki diğer halkları gibi, [Doğu] Roma topraklarının sakinleri anlamına gelen Rûmî diye adlandırılmışlardı. Bu, temelde coğrafi bir adlandırmaydı ve esas olarak o halkların yaşadığı yeri belirliyordu; ancak, coğrafyacıların ve gezginlerin gözünden kaçmadığı üzere, merkezi İslam topraklarından bakıldığında, bir sınır bölgesi olan Rûm’un Türk-Müslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasının gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, Rûmi Türk olmak, aynı zamanda İslam uygarlığının, bir yandan da yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan diğer yandan rakip bir dinsel-uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne sahip olmak anlamına geliyordu.”
Avrupa dillerinde Rûmîlik
Cemal Kafadar’ın bu tanımının gerek coğrafi ve politik, gerekse sosyokültürel açılardan geniş bir anlam taşıdığına işaret eden Salih Özbaran’a göre, Rûm veya Rûmî sözcüğü, Cemal Kafadar’ın ileri sürdüğü gibi, sadece ‘Arapça, Farsça ve Türkçede’ değil, Avrupa dillerinde de vardır. Örneğin Portekiz dilinde Osmanlılar için ‘Rûme’ ve ‘Rûmes’ (Rûm/Romalı ve Rûmiler/Romalılar) terimleri kullanılır. Endonezya ve Malezya’da 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarına ‘Raca Rûm’ denirdi. Doğu Afrika’daki Mogadişu-Mombasa’da yerli halk, Portekizli sömürgecilere karşı ‘Rûm’dan (Osmanlı’dan) medet umarlardı.
Ancak, yine Salih Özbaran’ın dikkatimizi çektiği gibi Portekiz dilinde Turchia, Otomanos, Turquesca, Turquimais ve Turcos gibi terimler de vardır. Peki, bu terimler arasındaki fark nedir? Bunu 1534 yılında Hindistan’ı ziyaret eden Portekizli botanikçi Garcia da Orta da merak etmiş olmalı ki (günümüz Türkçesiyle) şöyle der hatıratında: “Hindistan’da egemen güçler arasındaki savaşlara tanık olurken beyaz bir askere, birçok kez Türk olup olmadıklarını sordum, yanıtı hayır oldu, sadece Rume olduğunu söyledi; başkalarına Rume olup olmadıklarını sorduğumda da hayır dediler, Türkten başka bir şey olmadıklarını söylediler; birinin diğerinden farkının ne olduğunu sorduğumda ise bana bunu anlayamayacağımı söylediler, çünkü ben ülkelerin adlarını bilmiyordum, dilleri de bana bir şey ifade etmiyordu.”
Sözümüzü bağlayalım: Cemal Kafadar’a, Halil İnalcık’a ve elbette Salih Özbaran’a göre, çok dilli, çok etnili, çok dilli Osmanlı Devleti/ İmparatorluğu, sadece bir ‘Türk’ devleti değildi. Bunun nedeni, Osmanlı’nın Türkleri ‘Etrâk-ı bî-idrak’ görmesi değildi elbette. Daha doğrusu, böyle bir genelleme yapılamazdı. Ama İlber Ortaylı’nın kestirmeden söylediği gibi ‘Müslüman Roma’ da değildi. Belki de Osmanlı’nın ‘iki dünya arasındaki konumunu’ en iyi anlatan terim, ‘Rûm’ terimi idi. Günümüzde bu terime yüklenen olumsuz ve dar anlamları düşününce, Salih Özbaran’ın tezine pek çok kişinin uzak duracağını tahmin ediyorum, ama bence üzerinde düşünmeye değer bir tez, ne dersiniz?
Özet Kaynakça: Salih Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği, 14.-17. Yüzyıllarda Rum/Rumi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, 2004; Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-26; Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1997.
TEMMUZ 25, 2008 | TARAF*
AYŞE HÜR | BİR OSMANLI KİMLİĞİ: RUMİLİK
#Ayşe Hür#Taraf Gazetesi#Köşe Yazısı#Osmanlı Kimliği#Rumilik#Anadolu Halkları#Cemal Kafadar#Avrupa Dilleri#Salih Özbaran#Yunus Emre#Türkçülük#Tarih Tezleri#Türk-İslam Düşüncesi#Rumlar#Araplar#Acemler#Cem Sultan#Haçlı Seferleri#Hakan Erdem#Türk-Arap#Türkiye-İran#Türk-Fars#Türkçe#Orta Asya#Kavimler Göçü
0 notes
Photo
13 Aralık 2016, A9 TV ADNAN OKTAR: Kut’ül Amare Savaşı’nın kazanılmasında Şii aleminin desteği çok büyük. Bak Müslümanlar ittifak edince Allah nasıl zafer veriyor? Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli zaferi ve İngiltere’nin en büyük yenilgisi Müslümanların birlik olmasıyla gerçekleştirildi. İlk defa İngilizler burada yenildiler. 30 Ekim 2016, A9 TV ADNAN OKTAR:Bu Kut'ül Amare zaferi var, 29 Nisan 1916’da İngilizlerin baskısıyla bu zafer örtülmüş, “sakın bundan bahsetmeyin” diyorlar. Aksine bahsedeceğiz, acayip gündeme getireceğiz.Tarihlerindeki en utanç verici olay olarak alıyorlar çünkü o hesap edemedikleri bir durum oldu, planları boşa çıktı, yenilgiyle sonuçlandı olay. “Bundan sakın bahsetmeyin” dediler. Türkler de hakikaten bahsetmemiş uzun süre. Bir numaralı konu haline getireceğim Allah’ın izniyle. 21 Nisan 2016, A9 TV ADNAN OKTAR:Kut'ül Amare'de tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birini alan İngilizler bu zaferin unutulmasını istiyorlar.Zaferimizi unutturamazlar. 20 Nisan 2016, A9 TV ADNAN OKTAR: Kut'ül Ammare tarihimizin mühim zaferlerinden biridir. Böyle kutlu bir zaferin unutulmasına izin vermemek gerekir. 18 Nisan 2016, A9 TV ADNAN OKTAR: 29 Nisan İngiltere’ye karşı Kürtlerin ve Türklerin birlikte savaşarak kazandıkları Kut'ül Amare Savaşı’nın 100’cü yıl dönümü. İngilizler bundan çok utanıyorlar. Çanakkale’den sonra İngiltere’nin en büyük yenilgilerinden birisi bu. Meşhur yenilgilerinden biri. Kürt, Laz, Çerkez hep beraber Türkler iç içe, kardeş olarak mücadele vermişler. Bunu da çok gündeme getirelim. Bayağı ağırlarına giden bir konu. #kutülamare #zaferi #ingilizderindevleti #türkiye #adnanoktar #A9tv #receptayyiperdoğan #trt1 https://www.instagram.com/p/B_kesyHHlj-/?igshid=1hi9l9s8xghfv
0 notes
Text
0 notes
Photo
✅ Hayatı kavrayan tüm müminler ya hicret etmişler ya da hicrete hazır yaşamışlardır
📍 HİCRETTEN BU GÜNE DERSLER 📍
Hicret, toprağı terk etmeden önce, bâtılı ve Allah’ın haramlarını terk etmektir. Düşünceleri, gelenekleri, zevkleri ve dost ortamını terk etmeden önce toprağı terk etmek zordur. Bunun için sevgili Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Asıl Muhacir, Allah’ın yasakladıklarını terk edendir” buyurmuşlardır. Toprak hicreti, gerektiği zaman; şuur hicreti ise her zamandır.
* Muhacirler, her şeyden feragat edip Allah’a hicret ettiklerinde, onlara bağırlarını açan bir Ensar topluluğu bulmuşlardı. Ensar’ın fedakârlıkları olmasa, nereye ve kime gideceklerdi? O gün Yesrib’de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi karşılayanlar, sadece beş yüz kişi idiler. Ama sonraki milyarların özü ve temeli oldular. Muhacirler ve Ensar ses getiren sağ ve sol el gibi oldular. Hicrete kucak açan Ensar olmak, Muhacir olmak gibidir.
* Hicret, sadece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabının uygulaması değildir. İbrahim, Yakub, Yusuf, Lut ve Musa aleyhimusselam da hicret etmişlerdir. Dünya ve onun üzerindeki hayatın gerçek çehresini kavrayan bütün müminler ya hicret etmişler ya da hicrete hazır yaşamışlardır.
* Hicret olayında Allah’a tevekkül, sebepleri kullanma, fedakârlık gibi kavramların en güzel örnekleri vardır. Resulullah aleyhisselam efendimizin hicret olayında uyguladığı planı oldukça hassas ve başarılı bir plandır. En son hicret eden olması, Hz. Ali radıyallahu anhı yatağına bırakması, güzergâh olarak Medine’ye ters bir yönü seçmesi, üç gün mağarada beklemeleri bu planın önemli noktalarındandır. Hz. Ali radıyallahu anhın mızrakların deleceğini bildiği bir yatağa yatması büyük bir fedakârlık örneğidir. Mağaranın deliğinden müşriklerin at nallarını gözlerken, canından çok yanındaki Peygamberini düşünen bir Ebu Bekir unutulur mu hiç? Davalar ancak, fedakâr mensuplarının omuzlarında yükselebilirler.
* Hicret olayı, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kişiliğini tanımamıza yardım eden örneklerle doludur. Öldürülmesine karar verilen bir şehre sekiz yıl sonra fethin komutanı olarak girdiğinde, ölümüne karar verenleri bağışlaması, hatta onları koruması altına alması, darda ve bollukta aynı karakteri sergilemesi önemli bir derstir. Mekke’den çıkarken ve oraya girerken aynı itidali göstermiştir. Hezimeti de zaferi de aynı dengede karşılayabilenler hicret edebilenler olmuşlardır.
* İman ve sabrın nasıl iç içe iki kavram olduğu da hicret sayesinde bir kere daha anlaşılmıştır. Mekke’den giden Bilal ile Mekke’ye giren müezzin Bilal aynı Bilal’dir.
* Hicret, “Ben gidiyorum” diyerek başını alıp gitmek şeklinde pek de kolay olmadı. En yakınlarından vazgeçip gidenler, malını verip gidenler, can boğazda gidenler çoğunlukta idiler. Canlarını mallarını değil, imanlarını kurtarmak için hicret ettiler.
* Hicret olayında kadınların tavrı, daha sonraki asırlarda zafiyetlerin gerekçelerini açıklayan önemli bir belgedir. Kadınları da muhacir olabilen bir davanın kurabileceği çok Medine’ler vardır.
Hicret var hicret var/Hicretin kimden kime?
Kur’an’ı bir raf kitabı haline getirmek, ona hizmet yolunda bulunmamak… Hem Allah’a iman etmek hem de kâfirlerin gücünü ve hilesini daha büyük görmek… Mala esir olmak, doymaz bir iştahla yaşamak… Uykuya esir, midesine bağlı yaşamak… Randevuları yok saymak, zamanı en ucuz meta gibi kullanmak… Menfaat etrafında bir sıla-ı rahim gözetlemek… Çocukları ve aileyi çevreye, meçhul yönlere bırakmak… Ebeveynin hukukunu çiğnemek… Erteleyici, arkadaş seçmeyen, çevreye özenmeyen bir anlayış sahibi olmak… Önder ve örnek olarak âlimlerin ve zahitlerin dışında isimlere takılıp kalmak… İbadet ihmalkârı olmak… Gözü, kulağı ve eli haramdan korumamak.. Bulduğunu yiyen, haram ve helal ölçülerini işletmeyen bir mideyi doldurmak… Yalandan, gıybetten, iftiradan pay almak… Yalnız, cemaatsiz yaşamak…
Kur’an’a sığınmış, ona yapışmış bir yaşam… Allah’n gücüne ve hikmetine tam teslimiyet… Mal ve mülkü yeteri kadarı ile yettirmek… Uyku ve yemekler gibi tabii ihtiyaçlara boğulmadan yaşamak… Zamanı en değerli nimetlerden birisi olarak kullanmak… Sıla-ı rahimi Allah’ın emirlerinden biri olarak kollayıp gözetmek… Aile hukukunu ve çocukları ihmal etmemek, kadınları Allah’ın emanetleri olarak bilmek… Ebeveyni cennet veya cehennem olarak görmek… Tembellik ve kötü arkadaştan kaçmak… Âlimler, zahitler, salihlerle beraber olmaya çalışmak; onları korumak, onların izini sürmek… Başta namaz olmak üzere ibadetleri ve nafileleri ihmal etmemek… Harama bakmak ve haramla iç içe olmaktan kaçınmak… Yiyecek ve içeceklerde haramdan hatta şüpheden uzak durmak… Yalan, gıybet ve iftiradan arınmak… Sevmeye ve sevmemeye Allah’ın sevdikleri ve sevmedikleri diye kesin bir ölçü getirmek… Cemaat içinde ve çalışan birisi olarak yaşamak…
ll NUREDDİN YILDIZ ll
Kaynak: 📝�� http://www.nureddinyildiz.com/makaleler/hicretten-bugune-dersler
4 notes
·
View notes
Text
ANLAYANA
İBRETLİK: MÜSLÜMAN; MÜMİN
ŞA‘RÂVÎ (1911/1998)
Mısırlı Âlim Şeyh Şa’ravi rahimehullah.
Bir Sohbetinde Der ki;
(... Ben San Francisco’da iken bir,
Müsteşrik bana sordu.?
- Sizin Kuran’ınızda bulunan şeylerin tamamı doğru mu?
Cevap verdim:
- Kesinlikle evet.
Tekrar Nüktelice Sordu?
- O halde Allah niçin kâfirlerin müminlere galip gelmesine imkân veriyor?
Hâlbuki Sizlerin Kuran diyor ki:
“ Allah kâfirlerin müminlere galip gelmesine asla imkân vermez.”
(Nisa: 141)
Dedim ki:
- Çünkü bizler müslümanız,
Mümin değiliz de ondan.!
Yarı alaylı, Yarı Şaşkınlıkla Sordu;
- MÜMİNLERLE; MÜSLÜMANLAR ARASINDAKİ FARK NEDİR Kİ.!?
Tekrardan Şöyle Cevap Verdim;
- Günümüzde Müslümanlar
Namaz, Zekât, Hac ve Ramazan orucu..
Gibi,
İslâm’ın ibadet cinsinden bütün sembollerini yerine getiriyorlar.
Fakat onlar tam bir sıkıntı ve yokluk içindedirler!!
İlmi, iktisadi, sosyal ve askeri sıkıntılar vs.
Peki! Bu yokluk ve sıkıntıların..
Sebebi nedir, Dersen de.?
☆ Kuran’da geçen bir ayette şöyle denilir;
“Göçebe Araplar biz iman ettik, diyorlar. Onlara de ki: Siz iman etmediniz.
Fakat Müslüman olduk, deyin.
Çünkü iman henüz kalplerinize girmedi.”
(Hucurat: 14).
Müşrik Tekrar Sordu?
- O halde onlar niçin sıkıntı ve yokluk içindedirler ?
Cevabım Olarak;
- Bunu Kur’an-ı Kerim açıklıyor.
Çünkü Müslümanlar, müminler merhalesine yükselemediler.
"Şunları iyi düşün!!"
☆ Onlar gerçek mümin olsalardı.?
Allah onlara mutlaka yardım ederdi.
Bunun delili Allah’ın şu ayetidir:
“Biz müminlere yardım etmeyi üzerimize borç kıldık”
(Rum 47).
☆ Eğer mümin olsalardı diğer ümmetler
ve halklar arasında daha önemli ve saygın bir konumda olurlardı.
Bunun delili de..
Allahü Teala’nın Şu ayetidir;
“Gevşemeyin / yılgınlık göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz.”
☆ Eğer mümin olsalardı!
Allahü Teâlâ
diğer milletlerin onların üzerinde herhangi bir hakimiyet kurmalarına izin vermezdi.
Bunun delili de..
Allahü Teâlâ’nın Şu ayetidir;
“Allah kâfirlerin müminlere galip gelmesine asla imkân vermez.”
(Nisa: 141)
☆ Eğer mümin olsalardı!
Allah Teâlâ
Onları bu hor ve hakir durumda bırakmazdı.
Bunun delili de..
Allahü Teâlâ’nın Şu ayetidir;
“Allah müminleri içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir.”
(Âli İmran: 189)
☆ Eğer mümin olsalardı!
Allahü Teâlâ
Her durumda onlarla beraber olurdu.
Bunun delili de..
Allahü Teâlâ’nın Şu ayetidir;
“Muhakkak ki Allah
müminlerle beraberdir.”
(Enfal:19).
☆ Fakat onlar Müslümanlık aşamasında kaldılar, müminlik aşamasına yükselemediler.
Allahü Teala buyuruyor ki:
“Onların çoğu mümin değildirler.”
☆ O halde müminler
kimlerdir?
Buna da Kur’an-ı Kerim..
Şöyle Cevap Veriyor!
Onlar;
“Günahlarından
uzaklaşan tövbekârlar,
ibadetlerine devam eden âbidler,
Allah’a hamd edenler,
Lezzetlerden uzaklaşarak oruç tutan zahitler, rükû ve secdeleriyle,
Rablerine boyun eğenler, iyiliği emredip, kötülüğü engelleyenler ve
Allah’ın belirlediği
sınırları aşmayanlardır.”
(Tevbe 112)
Yani Allahü Teâlâ zaferi galibiyeti, hâkimiyeti ve yüksek bir durumda bulunmayı müminlere vaat etmiştir,
Müslümanlara değil.!! ....)
ŞA'RÂVİ'nin HİKMETLİ SÖZLERİNDEN;
* Allah senden hiç beklemediğin anda bir şeyi aldıysa, yine sana hiç beklemediğin
bir başka nimet verecektir.
* Din ehlinin siyasete yakın olmasından daha çok, siyasetçinin dindar olmasını temenni ederim.
* Hak sözü söyleyemiyorsan, bari bâtılı alkışlama.
* Hiç kimse Allah’ın mükünü Allah’ın isteği dışında yönetemez.
* İnsanların sana bir kötülük yapmasından korkma, ancak Allah’ın dilediği kadar yapabilirler.
* Babası hayatta olan bile kaygılanmıyor ki, Rabbi olan niye kaygılansın.
* İslâM ülkelerinden birinde çok fakir görürsen eğer, bil ki orada onların malını çalan bir zenginler topluluğu vardır..)
BU İBRETLİK TESPİTLE DERİZ Kİ;
Yüce Rab'biMİZ
Tüm İslâm Aleminin Fertlerini;
Günahlarından uzaklaşan,
İbadetlerine devam eden,
İyiliği emredip,
Kötülüğü engelleyen ve
Yüce Allah’ın
Belirlediği sınırları aşmayan;
Salihi Müminlerden..
Olabilmek duasıyla..
İhsan ve Şefaat Eylesin.
İnşaAllah...
0 notes
Photo
KentDenizli.com sizler için yeni bir haber hazırladı: https://www.kentdenizli.com/orkiye-kadin-kollarindan-tam-destek.html
Örkiye Kadın Kollarından Tam Destek!
“Daha güzel bir Pamukkale için birlikte çalışacağız”
Kadınların her yerde olduğu gibi siyasette de etkin rol alması gerektiğini dile getiren Örki,”AK Parti diğer partilere nazaran kadınların daha aktif olduğu, siyasette söz sahibi olduğu bir kurumdur. 31 Mart seçimlerinde Pamukkale Kadın Kollarımız ile birlikte rekor kıracağımıza canı gönülden inanıyorum. Seçim çalışmaları boyunca çalmadık kapı bırakmayarak vatandaşlarımızın gönüllerine dokunacağız. 68 mahallemizin hepsine giderek Pamukkaleli insanlara projelerimizi ve Pamukkale aşkımızı anlatacağız. Bu vakitten sonra durmak yok, gece gündüz çalışmaya devam. Allah’ın izni ile zaferi hep birlikte elde edeceğiz.” ifadelerini kullandı.
0 notes