#Suriye zaferi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Şam Zorbasını Devirdiniz, O Halde Ondan Sonra İslami Yönetim ve Hilafet Devleti Dışında Hiçbir Düzeni Kabul Etmeyin!
Şam Zorbasını Devirdiniz, O Halde Ondan Sonra İslami Yönetim ve Hilafet Devleti Dışında Hiçbir Düzeni Kabul Etmeyin! Allahu Ekber Allahu Ekber Allahu Ekber, La İlahe İllallah… Allahu Ekber, Allahu Ekber ve Lillahi’l Hamd. Tiranların tahtları sarsıldı ve suçluların saltanatları yıkıldı. 14 yıldır süren büyük fedakârlıklarının ardından Suriye halkı, 8 Aralık 2024 Pazar günü Allah’ın lütfu…
#Allah’ın izniyle zafer#Allah’ın zaferi#diktatörlük#Esed Rejimi#hilafet çağrısı#hilafet kurulmalı#Hizb-ut Tahrir#Kur’an ve devrim#Libya devrimi#Mısır devrimi#Nübüvvet metodu#Raşidi Hilafet#Suriye özgürlüğü.#Suriye halkı#Suriye halkının fedakârlığı#Suriye halkının zaferi#Suriye mücahitleri#Suriye siyasi değişim#Suriye zaferi#Suriye&039;de özgürlük#Tunus devrimi#Yemen devrimi#zalim rejimler#Şam devrimi#Şam İslam devrimi#Şeriat#İslam#İslam birliği#İslam devrimi#İslam hükümleri
0 notes
Text
“Suriye Zaferi”ne dair.! حول “النصر السوري”.! / Halil Konakcı
youtube
Osmanlı Akıncı Bülent
-(OAKINCI70TR)-
-(GÖNÜLDOSTLARI)-
2 notes
·
View notes
Text
LÜBNAN da 3 yıl görev yapmış biri olarak mülteciler konusundaki şu yazıyı üşenmeden okuyun lütfen..
(Çöküşün Anatomisi)
"Lübnan cumhuriyeti, Ortadoğu bataklığında açan bir çiçekti bir zamanlar. Ortadoğu'nun İsviçre’siydi...
Lübnan’ın gözbebeği Beyrut ise, Ortadoğu’nun Paris’i...
Bir zamanlar Lübnan’da dengeli bir demografik yapı vardı. Nüfusunun yarıdan fazlası Müslüman, yüzde 40'tan fazlası Hristiyan ve geri kalanı da diğer dinlerden olan insanlar. Etnik olarak ise nüfusun büyük çoğunluğu Arap’tı. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Arapların yarıdan fazlası Müslüman, yüzde 10 kadarı Dürzi geri kalanı ise Maruni Hristiyan’dı...
Yönetim Marunilerin elindeydi. Ama üst kimlik Lübnanlı olmak olduğu için, Lübnanlılar bir Hristiyan’ın cumhurbaşkanı olmasını önemsemiyorlardı. Ülkede barış vardı, demokratik bir ülkeydi. Kimse kimsenin yediğine, içtiğine, giydiğine karışmıyordu...
Tabi bu yıllar uzun sürmedi.
Lübnan, İsrail’in kurulduğu 1948 yılından beri Filistinli mültecileri alıyordu.
1948-1968 yılları arasında Lübnan’a yaklaşık 200 bin Filistinli mülteci gelmişti. bu rakam bile Lübnan’ı zorlamaktaydı.
1967 yılında İsrail’in zaferi ile sonuçlanan 6 gün Savaşı’nın ardından İsrail’i terk eden Filistinli mülteciler de Lübnan’a sığınmaya başladılar. Gelenler Araplardı...
Lübnanlıların hem ümmet kardeşleriydi, hem de soydaştılar. Lübnan halkı Ensar, gelenler muhacirdi... Üstelik Avrupa ve BM de Lübnan’a mülteciler için para veriyordu...
Birkaç yıl içinde Lübnan’a yüzbinlerce Filistinli mülteci yığıldı. Gelenler içinde pek çok militan da vardı. 1970 yılına gelindiğinde kara eylül olayları ile Ürdün’den kovulan yüzbinlerce Filistinli mülteci akın akın Lübnan’a yerleştiler. Birkaç yıl içinde Lübnan’a yerleşen Filistinli mülteci sayısı 1.5 milyona ulaşmıştı. Filistinli mülteciler artık Lübnan nüfusunun 3'te 1'ini oluşturuyorlardı.
Barış ve huzur içindeki bir ülkenin demografisi değişmişti.
Aslında Lübnan halkı bu duruma büyük tepki gösteriyordu. Mültecileri istemiyorlardı.
Lakin ülkenin dini grupları "onlar bizim ümmet kardeşimiz" diye halkı etki altına alıyordu, ülkedeki hümanist aydınlar ise batıdan ve İsrail’den aldıkları fonlar ile mülteci lehine konferanslar verip yazılar yazarak mülteci güzellemeleri yaptılar.
Değişen demografi sorunları da beraberinde getirdi. Mültecilerden önce Müslüman Hristiyan nüfusu dengede olan Lübnan’da Müslümanlar büyük çoğunluk haline gelmişlerdi. Ve kaçınılmaz olarak dini çatışmalar başladı. Bu dini çatışmalar, uzun yıllar sürecek olan Lübnan iç Savaşı’na dönüştü.
Lübnan iç savaşı ile birlikte ülkenin güneyi İsrail tarafından, kalan kısmı ise Lübnan hükümetinin çağrısı ile Suriye tarafından işgal edildi. Ülkede tam bir kaos hakimdi. Hristiyan militan gruplar, Sünni militan gruplar, Şii militan gruplar, bunların dışında Filistin kurtuluş örgütü ve diğer Filistinli militan gruplar, komünist militan gruplar, baasçı militan gruplar, dürzi militanlar...Her biri bir silahlı güç...öte yanda İsrail ve Suriye ordusu...
Barış ve huzurun şehri, Ortadoğu’nun Paris’i Beyrut tam bir harabe şehre dönmüştü...
1975-1990 yılları arasında süren bu iç savaş neticesinde 300 bin kişi hayatını kaybetti, bir o kadarı da yaralandı ve 1 milyondan fazla insan Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı.
1990'dan bugüne değin hala belini doğrultamayan Lübnan, 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı ile birlikte 2. kez mülteci istilasına uğradı. Suriye iç savaşı ile birlikte Lübnan 1.5 milyon civarında mülteciden oluşan yeni bir mülteci istilası ile karşı karşıya kaldı. Ve nihayet 6 milyon nüfuslu bu küçük ülke, geçtiğimiz yıl Beyrut limanında yaşanan patlamanın da etkisi ile resmi olarak iflas ettiğini ilan etti...
Mülteciler, demografik işgal, demografik yapının değişmesi, demografinin bozulması, artan huzursuzluk, ekonomik sıkıntılar, iç savaş, terörizm, kaos ve iflas..."
(alıntı)
1 note
·
View note
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
“Rabbim alışmakla cezalandırma beni”.. diyen şairi gün geçtikçe daha iyi anlıyorum.
Müslüman beldeler de yaşananlar, ülkemizde yaşananlar bizleri daha çok Allah ve Rasúlune bağlayacağına sanki hiç birşey bizi kendimize getirmiyor,
ahvalimiz de değişme olmuyor, bolca alışıyoruz;
zulümlere çirkinliklere hissizce bakıyoruz..
Meğer şairin alışmak dediği ne kötü birşeymiş, olmam dediğinin vasfına bürünmekmiş.
Meğer her şey bizi alıştırmak içinmiş de anlayamamışız. Alışa alışa kopuyormuşuz kimliğimizden, inancımızdan,
insanlığımızdan...
Her gün medyada, sokaklarda sağda solda şurda burda gördüğümüz bazı şeyler alıştırmış bizi.
Anlıyorum ki bize bir şeyler olmuş, şairin korkusu olan alışmakla cezalandırılmışız hiç farkında bile olmadan.
Hissiyatımızı yitirmişiz, hala gönlümüzde var sandığımız merhametimizi çaldırmışız.
Dostoyevski’nin; “İnsan herşeye alışan hayvandır.” sözü bizde vuku bulmuş yavaş yavaş.
Kudus için gelmiyor elimizden hiç bir şey mesela. Suriye varlığını unuttuğumuz bir dert olmuş çoktan. Kafire sövmek ferahlatmıyor artık kalbimizi. Şimdi koca bir toplumun, koca bir ümmetin her geçen gün nelere alıştığını gördükçe kahrolmamak nasıl mümkündür diye düşünüyorum, bu alışmanın sonunda bedel olarak neyimizi kaybedeceğimize dair fikir bile yürütemiyorum.
Düşmanın kalbine korku salan müslümanlık heybetini, şecaatini neden yitirdik?
Farkında mısınız bir anda parlıyor, bir anda sönüyoruz.
Aynı sancıyı, aynı nefreti,
aynı merhameti her zaman duymuyor. İş artık haddini aştığında sesimizi çıkartıyoruz.
Ümmet adına bir heyecanımız,
bir hedefimiz yok.Tüm gaye ve çalışmalarımız dünyalık.
Yapalım, hergün Kuran’ı hatmedelim gerekirse....
Fetih Sûresi, tesbihler…vs vs
Lakin kalbimiz uyanmadığı,
Allah’ın emirlerini nefsimizin isteklerinden daha değerli hâle getirmediğimiz sürece, ölen askerlerimizin bile hangi ırktan olduğunu güdenler içimiz de var oldukça
Allah İslam’a, ülkemize bizim vesilemizle nasip etmez zaferi bu böyle biline.
Ya olacağız ya da öleceğiz ,
Ya bunca gaflet içinde körü körüne. Belki bir kafir postalı altında zelil olarak.
Yada İslâm’ın sancağını dalgalandırıp şerefli bir şehadet ile izzetlenerek...
🌺 Nasip eyle ya Rab🌺
Vesselâm.
Bereketli Huzurlu Akşamlar...🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
15 notes
·
View notes
Text
Son zamanlarda II. Abdülhamit, üstün özellikle-re sahip, dini bütün, siyaset dehası bir “ulu ha-kan” olarak tanıtılıyor.
Aslında bu “Ulu Hakan II. Abdülhamit” portresi, “Abdülhamit'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” diyen Necip Fazıl'a ait-tir. Buna karşı bir de Abdülhamit karşıtlarının “Kızıl Sultan II. Abdülhamit” portresi vardır.
Peki, ama gerçek nedir? Ulu hakan, kızıl sultan ikileminin ötesindeki gerçek II. Abdülhamit kimdir?
OPERADAN HOŞLANAN BİR PADİŞAH
II. Abdülhamit dünyaya kapalı ve bağnaz bir hükümdar değildi. Dünyayı takip eden, Fransızca bilen, sanatla ilgilenen; klasik müzikten, operadan, tiyatrodan zevk alan, polisiye romanlar okuyan, gençliğinde içki içen, el sanatlarına meraklı, iyi bir marangoz, bir hayvansever, eğitime önem veren, çağdaş okullar açan ve her geçen gün kan kaybe-dip dağılan Osmanlı'yı çok zor koşullarda ayakta tutmaya çalışan bir monarktı.
Aslında operadan, tiyatrodan, klasik müzikten hoşlanan, borsa ve faizle zengin olan, içki fabrika-ları kurulmasına izin veren ve sürekli öldürülme korkusu yaşayan gerçek II. Abdülhamit, bugün siyaseten kurgulanmak istenen
II. Abdülhamit'e hiç benzemiyor. II. Abdülhamit her bakımdan zor bir dönemde ve çok kötü koşullarda padişah oldu. Ayrıca saray da pek güvenli bir yer değildi. Bir süre önce amcası Abdülaziz öldürülmüş, ardından ağabeyi V. Murat delirmiş, üç ayda tahttan indirilmişti. II. Abdülha-mit tahta oturur oturmaz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) başlamıştı.
ABDÜLHAMİT'İN KAYBETTİĞİ TOPRAKLAR
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı çok toprak kaybetti. Öyle ki savaşmadan masa başında kay-bedilen topraklar bile vardı. Örneğin 1878'de Yu-nanistan Osmanlı'dan toprak istedi. II. Abdülhamit büyük devletlerin de baskısıyla 1881'de Teselya ve Narda'yı Yunanistan'a verdi. İşin ilginç tarafı, II. Abdülhamit, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Te-selya'yı savaşarak geri aldı, ancak savaş sonrasın-da büyük devletlerin baskısıyla Teselya'yı 1897'de yeniden Yunanistan'a bırakmak zorunda kaldı.
1878'de Kıbrıs'ı da bir miktar para karşılığında İngiltere'ye bıraktı.
1881'de Fransa Tunus'u işgal ettiğinde II. Abdül-hamit, Mithat Paşa'yı kendisine teslim eden Fran-sa'nın Tunus'u işgaline sessiz kaldı. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı, C.1, Kısım 1, 2. Baskı, s.24, 25).
1882'de Mısır İngilizlerce işgal edildiğinde II. Ab-dülhamit değişik vehimlerle Mısır'a asker gönder-medi. Yusuf Hikmet Bayur, Abdülhamit'in, Mısır'a gidecek askerin orada gördüklerinden gözünün açılacağı endişesiyle Mısır'a asker göndermediğini yazıyor. (Bayur, age. s.33).
II. Abdülhamit döneminde kaybedilen diğer top-raklar da şöyle:
1878 Berlin Antlaşması'yla Batum, Ardahan, Kars, Oltu, Kağızman Ruslara, Kotur kazası ve civa-rı İran'a, Bosna Hersek Avusturya'ya bırakıldı. Bul-garistan önce özerk, sonra bağımsız oldu. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu. Şarki Rumeli Eyaleti kuruldu ve önce özerk, sonra bağımsız oldu.
Girit fiilen Yunanistan'a geçti.
II. Abdülhamit döneminde İngiltere, Kıbrıs ve Mısır'ı alarak adeta Akdeniz'e yerleşti.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı, toplamda 1.600.000 kilometrekareye yakın toprak kaybetti.
ABDÜLHAMİT, HİLAFET VE ALMANYA
1897 Yunan zaferi, Abdülhamit'in İslam dün-yasındaki şöhretini artırdı. İngiltere ile rekabete giren Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak için İslam halifesinin koruyucusu gi-bi davranmaya başladı. 1898'de Kayzer Wilhelm, İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Ora-dan Anadolu'ya geçip Suriye ve Filistin'e gitti. Kudüs'te Alman Luteryen Kilisesi'ni açtı. Suriye'de Müslüman kılığına girip Selahad-din Eyyübi'nin türbesini ziyaret etti. Şam'da yaptığı konuşmada, “Halifenin ve halifeye saygı duyan 300 milyon Müslümanın dostu olduğunu” söyledi. (Bayur, age, s. 130. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, I. Kitap, s. 148).
Sonuçta “Abdülhamit'in Panisla-mizm politikası aslında Türkiye'yi sömürmek isteyen Alman emper-yalizminin ideolojik silahından başka bir şey değildi.” (Avcıoğlu, age, s. 148,149).
Alman emperyalizmin bu sila-hına karşı İngiltere, Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen mahalli liderle-rini ayaklandırdı. İngiltere, Kuveyt Şeyhi Müberek-üs-sabah, Vehhabi İmamı Abdürrahman İbnüs-Suut ve Yemen'de Zeydi İmamı Yahya b. Hamidüddin'i Osmanlı'ya karşı kullandı.
1897-1898 ve 1904'te Yemen, Osmanlı'ya karşı ayaklandı. 1905'te Yemen, isyancı İmam Yahya tara-fından ele geçirildi. 1911'e kadar Yemen isyanları devam etti.
1904'te Kuveyt ve Halil Riyat bölgelerinde Osmanlı'ya karşı ayaklanma başladı. 1889'da Kuveyt Şeyhliği, İngiliz himayesine girdi. (Mufassal Osmanlı Tarihi, C.6, s. 3385).
1904'te Arabistan Necit'te Suudiler ayaklandı. 1906'da isyancı İbnüs-Suut, Halil ve Necit'i ele ge-çirdi.
1906'da II. Abdülhamit'ten rahatsız olan Fas sul-tanı, halifeyi “sahtekâr” diye adlandırdı. (Bayur, age, s. 212).
1885'te Sudan'da Abdullah-ut-taişi halifeliğini ilan etti. Sudan 10 yıl onun halifeliğinde kaldı. (Bayur, age, s. 41). 1896'da İngilizler Sudan'a girdi. Abdülhamit bu İngiliz işgaline sessiz kaldı.
Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle “İngiltere, padişah ve halifeyi perişan bir hale getirmiş ve sonunda onu ve Kayzer'i tamamen yenmiştir.” (Bayur, age, s. 125).
Abdülhamit döneminde ne İslam birliği sağla-nabildi, ne de Müslümanlar emperyalizme karşı bir araya gelebildi. Abdülhamit'in halifeliği, Os-manlı'nın sömürülmesini ve toprak kaybetmesi-ni de önleyemedi. Turgut Özakman'ın ifadesiyle “İlginçtir ki, bütün Müslüman ülkeler, hilafetin kaldırılmasından (1924) sonra bağımsızlıklarına kavuşmuştur.”
ABDÜLHAMİT'İN EKONOMİK BAĞIMLILIĞI
1854'te ilk dış borcunu alan Osmanlı, yüksek faizler nedeniyle borçlarını ödeyemeyerek 1876'da iflas etti. Avrupalı alacaklı devletlerle Osmanlı arasında 20 Aralık 1881'de Muharrem Kararname-si imzalanıp Duyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi kuruldu. İngiltere, Fransa, Almanya, Avus-turya, İtalya gibi alacaklı ülkelerin temsilcilerinden oluşan Duyunu Umumiye Meclisi, Osmanlı'nın tuz ve tütün tekelleri, pul, müskirat, balık resimleri, bazı illerin ipek öşürleri ve daha başka vergilerine el koydu.
Duyunu Umumiye, tütün üretimini ve ticaretini yönetmek için jandarmalı tütün rejisi kurdu. Tütün rejisi kazanırken, tütün üreticisi kaybetti.
II. Abdülhamit ne Duyunu Umumiye'nin Osman-lı'nın temel gelirlerine el koymasına engel olabil-di, ne de bu jandarmalı tütün rejisini kaldırmaya cesaret edebildi.
Osmanlı, 1854-1914 arasında toplam 42 dış borç anlaşması yaptı. II. Abdülhamit de 1877, 1886, 1888, 1890, 1891, 1893, 1894, 1896, 1902, 1903, 1904, 1905, 1908 yıllarında borç anlaşmaları yaptı.
YERLİ- MİLLİ HİÇBİR ŞEY YOK
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da yerli-milli neredeyse hiçbir şey yoktu. II. Abdülhamit döne-minde yerli bir şirket kurulmadı. 19. yüzyılda tek anonim şirketimiz 1850'de kurulan Şirket-i Hayri-ye'dir. II. Abdülhamit demiryolları, madenler, ban-kalar, belediye hizmetleri, (su, havagazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel vb) sanayi kurumları, li-manlar, ticaret vb. her şeyi imtiyazlı yabancı şir-ketlere teslim etti. Osmanlı Bankası bile adı dışında yabancılarındı.
Demiryollarını yabancılara yaptıran II. Abdül-hamit, demiryolu yapacak şirkete kâr garantisi verir. Bunun için Duyunu Umumiye, eyaletlerin vergi gelirlerine önceden el koyar. 99 yıllık imtiyaz sözleşmeleri imzalanır. Demiryollarının iki tarafın-daki 20'şer km'lik alandaki madenler, ormanlar, kömür yatakları demiryolu yapan yabancı şirkete bırakılır. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Osmanlı'dan imtiyaz koparabilmek için birbiriyle yarışır. Bastıran, gücünü gösteren yabancı devlet, Osmanlı'dan güzel bir imtiyaz koparır. Almanların Bağdat demiryolu imtiyazını almaları gibi…
II. Abdülhamit dönemindeki bu imtiyaz savaşı is-ter istemez rüşvet çarkının hızla dönmesini sağlar. Doğan Avcıoğlu şöyle diyor: “Saray erkânı demir-yolu, tramvay, elektrik ve gaz tesisleri imtiyazları-nı yabancı şirketlere peşkeş çekerek büyük kârlar sağlamışlardır.” (Avcıoğlu, age, s. 209, 210).
Osmanlı'da 1867'den itibaren yabancıların top-rak satın almalarına izin verilmişti. II. Abdülhamit de yabancılara toprak sattı.
1882-1900 arasında 20 bin kadar Rus Yahudi-si Filistin'e yerleşti. II. Abdülhamit'in Yahudilere toprak satmadığı iddia edilse de yeni ortaya çıkan belgeler Abdülhamit'in Yahudilere de toprak sattı-ğını kanıtlıyor. (Bkz. Sezai Balcı, Mustafa Balcıoğlu, Rothschıldler ve Osmanlı İmparatorluğu).
YABANCI ELÇİLER VE KONSOLOSLAR
Osmanlı'da II. Abdülhamit döneminde yabancı elçilerin ve konsolosların etkisi büyüktü. ABD bile 1831-1911 arasında Osmanlı'da 50'ye yakın konso-losluk açıyor. Devlet adamları, yabancı elçilere ve konsoloslara yaranmaya çalışıyor. II. Abdülhamit elçilerin ve konsolosların isteklerini yerine getiriyor. 1898'de Lord Salsböri şöyle diyor:
“Çin ve Türkiye o kadar zayıftır ki, her önemli me-selede daima yabancı devletlerin öğütleri üzerine yürürler.” (Bayur, age, s. 127).
II. Abdülhamit, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupalı devletlere karşı çok çekingendi. Örneğin, 1901'de şahsi bir alacak meselesi nedeniyle Fransız donanması Midilli Adası'nı ve gümrüklerini işgal ediyor. Ertesi gün II. Abdülhamit, tüm Fransız istek-lerini kabul ediyor. (Bayur, age, s. 156). 1905'te II. Abdülhamit'e bir suikast düzenledi. Suikastın ele-başı Edward Jorris adlı suikastçı yakalandı. Belçika, kapitülasyon haklarına dayanarak bu kişinin ancak kendi mahkemelerinde yargılanabileceğini savun-du. Buna rağmen Jorris yargılanıp idama mahkum edildi. Ancak -Mithat Paşa'yı öldürten, Namık Ke-mal gibi onlarca aydını sürgün eden- II. Abdülha-mit, yabancıların baskısıyla Edward Jorris'i affetti, hatta onu kendi hizmetine alıp maaşa bağladı.
KÖYLÜ PERİŞAN
II. Abdülhamit 1918'de öldüğünde cenazesi kal-dırılırken kadınların, “Bizi refah içinde yaşatan padişahım bizleri bırakıp nereye gidiyorsun?” diye ağladıkları anlatılır. 1911-1918 arasındaki 7 yıllık savaşın yarattığı yokluk ve yoksulluk or-tamında bu serzeniş çok normaldir. Ancak II. Ab-dülhamit döneminde halkın, özellikle köylünün durumu pek iç açıcı değildi. Üretim yetersizdi. Her şey, buğday bile dışarıdan alınıyordu. Köylü, ağır vergi ve uzun askerlikle eziliyordu. II. Abdülha-mit'in 1906'da “şahsi vergi” ve “hayvan vergisi” biçiminde iki yeni vergi koyması üzerine Anado-lu'da vergi ayaklanmaları başladı. Kastamonu, Erzurum, Trabzon, Sivas, Giresun, Kayseri, Bitlis'te halk ayaklandı. Özellikle Erzurum isyanı sırasında jandarma ve halk birbirine girdi. Ölenler oldu.
II. Abdülhamit döneminde askerlerin durumu da iyi değildi. Maaşlarını zamanında alamıyorlar, zor koşullarda yaşıyorlardı.
II. Abdülhamit -darbe yaparlar korkusuyla- Os-manlı donanmasını Haliç'te çürüttü. Sonraki dö-nemde adaların kaybedilmesinde bu hatanın etki-si büyüktü.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da 50'den fazla yabancı okul açıldı. Fakat denetlenemedi. Bu yabancı okullarda misyonerlik faaliyetleri görüldü. Hristiyanlık propagandası yapıldı. Hatta bazı Ame-rikan okulları Ermenileri kışkırttı.
II. Abdülhamit bir istibdat/baskı rejimi kurdu. Aydınlara göz açtırmadı. Mithat Paşa'yı Taif'te boğdurdu. Namık Kemal ve çok sayıda aydını hapislerde çürüttü, Fizan'a sürgün etti. Abdül-hamit'in şerrinden kurtulmak isteyen birçok aydın yurtdışına kaçtı. (Jön Türkler). İstan-bul'da her taraf hafiyelerle doldu. Her gün sara-ya sayısız jurnal verildi. İnsanlar birbirini şika-yet etti. Üç kişinin bir araya gelmesi yasaklandı. Sabahın erken saatlerinde evler basılıp insanlar tutuklandı. Yıldız Mahkemesi'nde adalet yoktu.
Basına sansür uygulandı. II. Abdülhamit'in hoşlanmadığı haberler gazetelere koyulmadı. Örneğin devrimler, suikastlar, Rus Çarı II. Niko-la'yı incitecek haberler, Balkanlarda karışıklık vb. haberler yasaktı.
II. Abdülhamit'in bir de yasaklı kelimeleri vardı: Yıldız, tepe, hürriyet, vatan, millet, cum-huriyet, hal, grev, suikast, anarşi, sosyalizm, kargaşa, müsavat (eşitlik), Kanuni Esasi, Kıbrıs onlardan bazılarıydı. Hatta Sultan Abdülaziz'i çağrıştırdığı için “horoz” (çünkü horoz dövüştü-rürdü) ve II. Abdülhamit'in uzun burnunu çağ-rıştırdığından “burun” sözcükleri ile “Girit” ve onu çağrıştıran “geride” sözcükleri bile yasaktı. Bir önceki padişahın adı olan “Murat” ve veliah-tın adı “Reşat” da yasaklı kelimeler arasındaydı.
30 yıllık II. Abdülhamit sansürü 1908'de hür-riyetin ilanıyla son buldu.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'nın Avrupa topraklarının önemli bir bölümü kaybedilmişti.
Gerçek şu ki, II. Abdülhamit, bir siyasal deha gösterip imparatorluğun dağılıp parçalanmasını önleyemedi. Osmanlı'dan ayrılıp özerk olmak isteyen topluluklar özerk, bağımsız olmak isteyenler bağımsız oldu. İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler Osmanlı'dan her istediğini aldı. Emperyalizm, 33 yıllık II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'yı sömürdü. II. Abdülhamit'in Osmanlı'nın ömrünü uzattığı iddiası da sorunludur. Çünkü Abdülhamit döneminde emperyalizm “hasta adam” Osmanlı'yı henüz paylaşmış değildi. Emperyalist devletler arasında paylaşım kavgası vardı. Bu nedenle “hasta adamı” öldürmeyi değil, son nefesine kadar süründürüp sömürmeyi kendi çıkarları açısından daha uygun buluyorlardı. Osmanlı'nın ölüm fermanı I. Dünya Savaşı'na girişidir.
II.Abdülhamit dönemindeki tüm bağımlılıklara Atatürk son verdi: Duyunu Umumiye'yi işlevsizleştirdi, tütün rejisini, kapitülasyonları kaldırdı. Osmanlı borçlarını ödedi. Türkiye'nin yabancıların elindeki demiryolu, liman, maden vb. tüm zenginlik kaynaklarını yabancılardan satın alıp millileştirdi. Dış borç almadan yerli-milli-devletçi kalkınmayı gerçekleştirdi. Yabancı elçiliklerin, konsoloslukların şımarıklıklarına son verdi. Yabancı okulları denetim altına aldı. Her şeyden önce de emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşıyla bu toprakları yeniden vatan yaptı.
Siz kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz, ama evlatlarımızı kandırmaktan vazgeçin! Çocuklarımıza II. Abdülhamit'i “rol model” olarak göstermeyin. Bağımsız ve çağdaş bir Türkiye'nin rol modeli Mustafa Kemal Atatürk'tür.
2 notes
·
View notes
Text
Hz. Ebubekir dönemi
• Hazreti Ebubekir halife olduktan sonra Arabistan'da ortaya çıkan yalancı peygamberlerle ve zekat vermek istemeyen kabilelerle mücadele etti.
• Ridde (dinden dönme) olayların engelledi.
• Kuran-ı Kerim kitap haline getirildi.
• 634 tarihinde Bizan ile yapılan Ecnadeyn Savaşında önemli zafer kazanıldı.
Hz. Ömer Dönemi
•Bizans ile yapılan 636 yılında Yermük Savaşı kazanıldı.
• Suriyenin tamamı kontrol altına alındı.
• 637 de tarihinde Kudüs ele geçirildi. Halka dini serbestlik tanındı.
• Sasanilerle ilk olarak Köprü savaşı yapıldı. Mağlup olduk.
•Kasidiye ve Nihavend savaşıyla müslümanlar galip geldi ve sasani devleti yıkıldı.
• İran' ın ele geçirilmesiyle Türkler ve Müslümanlar komşu oldu.
• İslam orduları Bizansı mağlup ederek 642 de Mısır'a hakim oldu.
• Mısır da Fustat ordugâh şehri kurularak Kuzey Afrika fetihleri için bir üs oluşturdu.
Hz. Ömer döneminde ele geçirilen topraklar
➰ Suriye
➰ Filistin (Kudüs)
➰ Irak
➰ İran
➰ Mısır
Merkezi otoriteyi güçlü tutmak için ülke toprakları illere ayrıldı , bu illerin başına valiler atandı .
• Toprakların genişlemesini sağlamak için düzenli ordu teşkilatı , ele geçirilen yerlerin kontrolünü sağlamak için de ordugâh şehirleri kuruldu .
• Askeri posta örgütü oluşturuldu .
• Askeri ve mali konuların görüşülmesi için " divan" adli işlerin yürütülmesi için " kadılık" makamı kuruldu .
• Düzenli vergi uygulamasına gidilerek öşür , haraç , cizye vergileri sistemli bir şekilde toplanmaya başlandı ve ilk devlet hazinesi ( beytülmal ) oluşturuldu .
Ülke genelinde ikta sistemi uygulaması başlatıldı. Böylece toprakların verimli bir şekilde kullanılması hedeflendi .
Hicretin başlangıç kabul edildiği " hicri takvim " hazırlandı.
Hz. Osman Dönemi
• Kuran-ı Kerim çoğaltıldı.
• Suriye valisi Muaviye ordusu ile Anadolu içlerine akınlar düzenledi.
İslam donanmaları , Bizans'ın elindeki Kıbrıs ele geçirdi.
Bu olay neticesinde Bizans ile Finike açıklarında yapılan " Zatü's-Savari " deniz savaşını Müslümanlar kazandı .Bu savaş aynı zamanda Müslümanların ilk deniz zaferi oldu .
•Azerbaycan ve Gürcistan'ı ele geçiren Müslümanlar , Horasan bölgesinde ilk kez Türklerle mücadeleye girişti .
• Tunus fethedildi.
• Hz . Ebu Bekir döneminde kitap hâline getirilen Kur'an çoğaltılarak önemli merkezlere gönderildi . Böylece Kur'an'ın orijinal halinin korunması amaçlandı.
• Hz . Osman'ın bazı devlet makamlarına Emevi sülalesine mensup kişileri getirmesini doğru bulmayanlar isyan hareketlerine başladı .
Özellikle Mısır ve Irak'ta isyanların artması ve bir süre sonra da Hz . Osman'ın şehit edilmesi , İslam dünyasında karışıklıkların çıkmasına ve fetih hareketlerinin durmasına neden oldu .
Hz . Ali Dönemi
•Bu dönemde de fetih hareketleri durmuştur. Çünkü bu dönemde İslam dünyası Hz . Ali'nin halifeliğini kabul etmeyen Emeviler ile Hz . Ali taraftarlar arasındaki mücadeleye sahne olmuştur .
• Hz . Ali'nin halifeliğini tanımayan Hz . Ayşe ve taraftarları arasında "Cemel Vakası" yaşandı . Bu olaydan sonra Hz . Ali devletin merkezini Küfe'ye taşıdı .
• Emevi sülalesinden Şam valisi Muaviye'nin kendisini halife ilan etmesi ile Hz . Ali ve Muaviye taraftarları arasında " Sıffin Savaşı " meydana geldi .
• Hz . Ali savaşı kazanacakken Muaviye taraftarları Kur'an ayetlerini kullanarak hileye başvurdular. Böylece kazanan bir taraf olmadan savaş sona erdi.
• Halifenin kim olacağına hakemlerin karar vermesi konusunda anlaşmaya varılmayan iki taraf arasından belirlenen hakemlerden Muaviye'nin hakemi hile yapmaya kalkınca halifelik sorunu çözülemedi .
•Bu olaydan sonra Müslümanlar ; Hz . Ali taraftarları ( Şii) , Muaviye taraftarları ( Emeviler ) ve iki tarafı da istemeyen Hariciler olmak üzere üç gruba ayrıldı .
• Hariciler sorunun çözümü için Hz . Ali'yi ve Muaviye'yi öldürmeye karar verdiler.
•Hz . Ali'yi öldüren Hariciler Muaviye'yi öldüremediler . Hz . Ali'nin öldürülmesiyle Dört Halife Devri sona erdi .
➰ Hz . Ali Dönemi'nden itibaren İslam dünyasında ilk ciddi ayrılıklar çıkmış bu ayrılıklar ilerleyen dönemlerde mezhepsel farklılıklara da etki etmiştir.
EMEVİ DEVLETİ ( 661-750 )
➰ Halifeliğin Saltanata Dönüşmesi ve Kerbela Olayı ( 680 )
•Hz . Ali'nin şehit edilmesinden sonra
Muaviye Şam'da, Hz . Hasan da Kufe'de halifeliğini ilan etti.
•Ancak daha fazla Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Hz. Hasan Muaviye'nin kendisinden sonra başka birini halife göstermemesi konusunda Muaviye ile anlaşmaya vardı ve halifelikten çekildi.
•Hz . Hasan'ın halifelikten çekilmesi ile resmen halife olan Muaviye , Şam'ı başkent yaparak Emevi Devletini kurdu.
•Fakat Muaviye sözünü tutmadı ve ölmeden önce oğlu Yezid'i halife tayin etti.
• Hz. Hüseyin bu durumu kabul etmedi ve beraberindekilerle Kufe'ye hareket etti. Ancak Yezid ve askerleri Hz. Hüseyin'i Kerbela da durdurdu.
• Hz . Hüseyin'in geri dönmeyi reddetmesi üzerine Yezid'in ordusu Hz. Hüseyin ve yanındakileri Kerbela'da şehit etti.
➰ Tarihte " Kerbela Olayı " olarak geçen bu hazin hadise , İslam dünyasında mezhep ayrılıklarının ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
➰ Muaviye'den sonra halifelik babadan oğula geçerek saltanat halini almıştır .
Fetih Hareketleri
• İstanbul iki kez kuşatıldı ancak bu kuşatmalarda başarı elde edilemedi .
• Emevi orduları Fas'ı ele geçirerek Kuzey Afrika topraklarını fethetti .
•Tarik bin Ziyad komutasındaki İslam ordusu , Cebelitarık ( Septe ) Boğazını geçerek İspanya'ya ulaştı .
• Kadiks Savaşı'nda Vizigotları yenen Emeviler , 711 tarihinde İspanya'nın tamamını ele geçirdi .
• İspanya için " Endülüs " ismini kullanan emeviler 732'de Franklarla yaptıkları " Puvatya Savaşı'nı kaybettiler ve Avrupa'nın içlerine ilerleyemediler .
• Horasan Eyaletinin başına getirilen Kuteybe , Türgeş hükümdarı Sulu Kağan ile yaptığı mücadeleleri kaybederek Orta Asya'da ilerleyemedi .
Emevi Devleti'nin Yıkılış Sürecine Girmesi
Emevi Devleti'nin Yıkılmasının Sebepleri
• Arap milliyetçiliği politikasının benimsenmesi
• Arap olmayan Müslümanlara ( mevali ) ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılması
• Şuubiye akımının başlaması
• Kerbela Olayı ile İslam dünyasında ayrılıkların artması ve mezhep mücade lelerinin yaşanması
• Devletin sınırlarının genişlemesi ile merkezi otoritenin zayıflaması ve fetihlerin durması
• Emevilerin politikalarına karşı ülke içerisindeki birçok bölgede isyanlar başladı. Bu isyanların en önemlisi Horasan'da Ebu Muslim Abbas'ın başlattığı isyan oldu. Son Emevi halifesi Il . Mervan'ın öldürülmesiyle Emevi Devleti'nin iktidarı sona erdi.
0 notes
Text
MALAZGİRT SAVAŞI YA DA TÜRKÇENİN ZAFERİ
Malazgirt Ovası'na Hristiyan Türkler yani Kıpçaklar, Peçenekler, Kumanlar, Uzlar geldiler. Uzaklardaki Başbuğ Alparslan'ın ordusuna baktılar... Vuruşma öncesi atlarının kuyrukları bağlanmıştı. Onlar da atlarının kuyruklarını düğüm yapmıştı.
İşte bunun adı kültürdür, Türk kültürüdür...
Afşin Bey emrindeki atlı birliğe haykırdı: " - Haydi yiğitler, ileriii!.." O da ne?.. Aynı dili konuşuyorlardı.
O yıllarda dünya halklarında bugünkü anlamı ile millet bilinci yoktu. Ama dil ve kültür öğeleri insanları kaynaştırıyordu.
Afşin Bey, Artuk Bey, Kutalmışoğlu gibi komutanların verdiği Türkçe buyruklar Hristiyan Türkleri titretip kendine getirdi... Konuşulan dil ve kuyruğu bağlı atlar onlara Türklüğünü hatırlatmıştır...
Çağımızda bile dil millet olmanın birinci öğesidir...
"Devlet-i ali için cephe-i cenubiden müfrezeler nizam al!.." Bu da savaşta bir Osmanlı buyruğudur.
Eğer Malazgirt Savaşı Farsça ve Arapça'nın baskın olduğu Selçuklunun yıkılış veya Osmanlı döneminde yapılsaydı Hristiyan soydaşlarımız asla o dili anlayamaz ve saf değiştirmezlerdi, Malazgirt Savaşı kaybedilirdi.
İşte o yüzden diyoruz ki: "BÜTÜN TÜRKLER TÜRKÇE KONUŞMALIDIR!.." Arabi, Farisi değil...
Malazgirt Savaşını bize kazandıran Türkçedir, Hristiyan Türklerle olan dil ve kültür birliğimizdir.
Araplarla olan din birliğimizin acısını Suriye ve Filistin cephesinde yaşadık, yaşattılar. Bugün ise Ege'de Suudi, Mısır uçakları Yunanistan ile ortak manevra yapıyorlar.
Araplaşan soydaşlarımız, daha mı uyanmayacaksınız?..
Alper AKSOY
0 notes
Text
Bazı Batı yanlısı haber ajansları, Rusya ve İran'ı Suriye topraklarında karmakarışık etmek amacıyla yeniden kalem aldı. Böylelikle Asharq al-Arabi ajansı, Rusya ve İran'ın etki alanlarını bölemeyeceğini bildirdi. Suriye'de ise Suriye Arap Cumhuriyeti hükümeti çaresizce süreci izliyor. Rusya, sadece bu devletle iyi ilişkilere değer vermekle kalmayıp aynı zamanda İran'ın teröristlerle ortak mücadeleye katkısına değer verdiği için İran'ı Suriye'den ihraç etmeyi amaçlamıyor. ABD Başkanı'nın IŞİD'e karşı kazanılan zaferle ilgili yüksek sesle açıklamalarına rağmen Rusya kimin ne katkısı olduğunu biliyor. bu zafere. Uzun süredir acı çeken Suriye halkı, İran ve Rusya gerçek kazananlardır. IŞİD ile mücadelede tarafların kayıpları tahmin edilebilir. Ve burada ABD'nin pratikte onları taşımadığını görüyoruz, teröristlerle Kürtlerin elleriyle savaşıyor. Suriye topraklarında Rusya ve İran'a karşı çıkma girişimleri, sadece Suriye Arap Cumhuriyeti'ndeki gayri meşru varlık bahanesini korumak ve Trans-Fırat'ta engel olmaksızın petrol çalmaya devam etmek için Suriye'deki teröristleri canlandırmak isteyenlerin eline geçiyor. Görünüşe göre, ABD'nin Suriye'de IŞİD'e karşı nihai zaferi bir arada olacak ve aynı zamanda Trans-Fırat'taki petrol rezervleri tamamen tükeneceği zaman. Ancak Suriye'nin güneyindeki askeri birliklerin küçük çapta yeniden konuşlandırılmasını İran'ı ülkeden "sıkıştırmak" olarak görmek temelde yanlıştır.
0 notes
Link
Mercidabık Savaşı
Tarihte bu gün Mercidabık savaşı Türk'ün Türk'e karşı savaşı Mercidabık Mercidabık Savaşı, 24 Ağustos 1516 yılında Osmanlı Devleti ile Türk Memlük Devleti arasında Halep Şehrinin kuzeyinde gerçekleşmiş, Meml��k Türk sultanı Kansu Gavri öldürülmüş Suriye, Lübnan ve Filistin Osmanlı topraklarına dâhil olmuştur.
0 notes
Photo
Atatürksüz Cumhuriyet
Cüzdanınızdaki paranın sahte olmadığını, Türk parası olduğunu nasıl anlarsınız?
Atatürk fotoğrafına bakarsınız değil mi?
Eğer önünde arkasında açıktan ve gizliden size bakan, göz kulak olan Atatürk fotoğrafı varsa o para Türk parasıdır ve sahte değildir.
Son dönemde psikolojik harbi ve algı yönetimini iyi bilen imamlar; Cumhuriyeti milletin benimsediğini, vazgeçiremeyeceklerini anladılar ve nasıl Atatürksüz Çanakkale zaferi uydurmaya çalışıyorlarsa, Atatürksüz Cumhuriyet kurgulamaya başladılar.
Bakın etrafınıza, iktidarın yönettiği belediyelerin cumhuriyet kutlamalarına, Atatürk’ü göremezsiniz. Cumhuriyet kutlaması var ama Atatürk yok.
Peki; nerede Cumhuriyeti kuran, ilan eden, saltanat ve hilafet isteyenlerle amansız mücadele veren ve cumhuriyet yönetimini bizzat hayata geçiren kişi?
Bol bayrak, vatan, millet hamaseti ancak devletin ve cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ten iz yok.
Kimse aklından çıkarmasın…!
Nasıl Atatürksüz para sahte veya Türk parası değilse,
Atatürksüz Cumhuriyet de Cumhuriyet değildir, sahtedir.
Atatürk’ün ilan ettiği 94. Yılını kutladığımız cumhuriyet; demokrasi ve halk egemenliğine dayanır, içinde hilafet, saltanat, ümmet devleti barındırmaz.
Unutmamak gerekir ki; İran, Irak, Suriye, Libya gibi ülkeler de sözüm ona Cumhuriyet.
Türkiye Cumhuriyetini bunlar gibi cumhuriyete dönüştürmenin hesabı içinde 15 yıldır süren Atatürk’ü silme, unutturma çabalarının geldiği nokta Atatürksüz Cumhuriyet.
Unuttukları bir şey var; Türkiye Cumhuriyetinin kurtarıcısı ve kurucusu Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyetini gençlere emanet etmiştir ve gençler Türkiye’yi şeyhler, dervişler ve mensuplar ülkesi yaptırmayacak asil kanı damarlarında taşımaktadırlar.
100. Yılında Tam bağımsız, Çağdaş, Aydınlık Atatürk Türkiye’si hedefine ulaşmak ümidiyle, Cumhuriyetimizin 94. kutlu olsun.
Aydın TÜRK
29 Ekim 2017
2 notes
·
View notes
Text
Haftalık Değerlendirme Toplantısı - 10 Aralık 2024
7 minutes Yarım asırdır halkına kan kusturan; sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri ve insanca bir yaşam istedikleri için onları yerin altındaki karanlık zindanlara dolduran suç rejimi zelil oldu. Mahmut Kar SURİYE DEVRİMİ VE ESAD REJİMİNİN ÇÖKÜŞÜ Suriye’yi konuşacağız, Suriye devrimini değerlendireceğiz, 13 yıl önce başlayan kıyamın bugünü konuşacağız. 54 yıllık Esad diktatörlüğünün nasıl…
#2254 BM kararı#ABD müdahalesi#Baas rejimi#Batıl laik çözüm#devrimci mücahitler#Esad çöküşü#Esad Rejimi#Hilafet#Hizb-Ut-Tahrir Türkiye#Laik Rejim#Müslüman kardeşliği#Raşid Hilafet#Rusya#Suriye özgürlüğü#Suriye Devrimi#Suriye halkı#Suriye halkının zaferi#Suriye zaferi#Suriye’de devrim#Suriye’deki direniş#Türkiye Suriye politikası#zalim rejim#zulüm#İslam ümmeti#İslami devrim
0 notes
Photo
Suriye'de Amerikan destekli Kürt savaşçılara karşı yaptığı saldırı ile ilgili zafer haberi sadece bit hafta sonra Türkiye’nin zaferi savaş alanında değil, Washington'dan gelen diplomatların nezaretinde müzakere masasında geldi. 17 Ekim'de Başkan Yardımcısı Mike Pence başkanlığındaki bir Amerikan heyeti, Türkiye'ye verilmiş bir imtiyaz listesi gibi okunan ateşkes anlaşmasıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Ankara'daki sarayından ayrıldı. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu kısa bir süre sonra kameraların karşısına geçti. "Amerikan tarafı operasyonumuzun ve hedeflerimizin meşruiyetini kabul etti." "İstediğimizi aldık dedi.
Anlaşmaya göre, Halk Koruma Birlikleri (YPG) olarak bilinen Kürt savaşçıların sınırdan en az 30 km geri çekilmesi beklenirken, Türk askerleri ve Suriyeli vekilleri 120 saat boyunca ateş ilan ettiklerini söyledi. Buna karşılık Amerika, Sayın Erdoğan hükümetine uyguladığı yaptırımları 14 Ekim'de rafa kaldıracaktı. Kalıcı bir ateşkes daha sonra gerçekleşecek. Kürtler, İslam Devleti’ne karşı savaş açmak için Amerikalılardan aldıkları ağır silahları da teslim edecek ve istihkâmlarını dağıtacaklardı. Geri çekilme, Türk askerlerinin Kuzey Suriye'de Irak sınırından Fırat Nehri'ne kadar uzanan bir tampon bölge açmanın önünü açacak.
Anlaşma, Amerika'nın uygulanmasını nasıl izleyeceği veya YPG'yi şartlarına uymaya nasıl ikna edebileceği ve önerilen Türkiye güvenli bölgesinin büyüklüğü de dâhil olmak üzere hala yanıtsız kalıyor. Yine de, Sayın Trump sonuçtan memnun görünüyor. Anlaşma haberi oluşmaya başladığında" "Bu medeniyet için büyük bir gün" diye tweet attı. "Milyonlarca hayat kurtarılacak
Türkiye'nin işgalinin resmi amacı, Sayın Erdoğan hükümetinin terör örgütü olarak gördüğü YPG'yi sınır bölgelerinden çıkarmaktı. Belirtilmemiş olan, Türkiye'nin kendi Kürt milliyetçilerini (YPG'nin Kürdistan İşçi Partisi) 35 yıldır Türkiye'de bir ayaklanmayla mücadele eden Suriye'deki Kürt özerkliği umudunu engellemekti. Türkiye her iki konuda da başarılı olmuş görünüyor. Ancak bunun bir bedeli var. Türkiye'nin uluslararası itibarı zedelenebilir. Amerika'nın kesin duruşunun ötesinde, işgali sadece Pakistan, Katar ve Azerbaycan onayladı. Çok sayıda Avrupa ülkesi Türkiye'ye silah satışlarını yasakladı. Sayın Erdoğan'ın Washington'daki hemen hemen herkesle olan ilişkisi, Beyaz Saray'ın sakini dışında gergin. Senatör Lindsey Graham liderliğindeki bir grup kongre üyesi, ateşkese rağmen Türkiye'ye yönelik ağır yaptırımlar uygulayacağına söz verdi. Sayın Erdoğan, Sayın Trump'ı kuşatmış olabilir ama anlaşma ona Kuzey Suriye'de serbest bir el vermiyor. Kürtler, Devlet Başkanı Beşar Esad'ın Suriye hükümetiyle ve Rusya ile anlaşma yapmaya başladılar ve Türk güçlerine karşı korunmaları için özerklik hayallerini değiştirdiler. Suriye hükümet birliklerinin Türkiye'nin ele geçirmeye çalıştığı Manbij ve Kobani kentlerine girmesine izin verdiler.
Türkiye'nin operasyonunun gidişatı, Sayın Erdoğan'ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yapacağı görüşmeye bağlı gibi görünüyor.
Washington merkezli düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü'nün kıdemli üyelerinden Ömer Taşpınar, Rusya'nın Türkiye'ye bazı bölgelerde bölge kurabilmesine izin verebileceğini, ancak bunun ön koşulsuz olmadığını söylüyor. En azından Türkiye'den, yıllarca devirmeye çalıştığı Esad ile ilişkileri normalleştirmesi istenecek.
Türkiye'nin ABD ile olan anlaşması henüz çözülebilir. Ama şimdilik Sayın Erdoğan hem Kürtlere hem de Amerikalılara karşı zafer kazanabiliyor. Ankara'daki bir düşünce örgütü olan Orta Doğu Araştırmaları Merkezi'nden Oytun Orhan, "İlk işaretler, bu anlaşmanın başarılı olduğunun işaretleridir." Diyor ve ekliyor, “Türkiye için bu gerçek olamayacak kadar iyi."
0 notes
Text
Siz kimseyi istenmeyen adam falan ilan edemezsiniz. Onlar her zamanki yaptıklarını yapıyorlar; getirdikleri gibi de götürmek istiyorlar.
Hani sizin bir C.Zapsu'nuz vardı; elinden tutup Saros dahil ABD'de kapı kapı dolaştırıp sonra da "Bu adamı kanalizasyona süpürmeyin kullanın" demişti. Ha işte; o zamanlar seni süpürmemeye karar vermiş olanlar bugün hedefte her ne kadar siz olsanız da maalesef sayenizde bedelini hepimize ödetmek istiyorlar.
Diğer bir husus "Çalma elin kapısını çalarlar kapını" demiş atalarımız.
Sana neydi, kime neydi, ABD'ye neydi; Suriye Devleti'nin demokrasi sorununu ülkeyi kaosa sürükleyerek çözme misyonuna soyunmak. Bir devlet başkanının katil olup olmadığına o devletin halkı karar verir, çözümü de halkı üretir. Niçin Suriye halkının kendi sorununu kendisinin çözmesine fırsat vermediniz.
Milletimizin bugün için %50 den fazlası seni istemiyor; ekonomik şartlar, insan hakları ve demokrasi sorunları nedeniyle. Senin BOP dahilinde Suriye'de üstlendiğin misyon mantığına göre "Türkiye'yi Erdoğan'dan kurtarıp sonrasında Ayasofya'da ibadet edeceğiz" diyen bir güç mü aramamız lazım. Hadi diyelim biz size karşıyız, her şey güllük gülistanlık; ya "Manisalı ağlak"ın sizden ve yönetiminizin şerrinden korktuğuna dair söylediklerine ne diyeceğiz; dava arkadaşın, yoldaşın hatta her türlü kumpaslarınızın aparatı değilmiydi.
Suriye Devletini perişan eden projenin içinde oldunuz; o kadar da oldunuz ki; zaferi Emevi Camii'inde namaz kılarak tescilleyeceğinizi bile söylediniz. Sonuç; yüzlerce şehidimiz, 100 milyar dolar masraf ve devletine isyana teşvik edip sonra da ülkemize zorunlu göçe zorladığınız 5 milyon insanın yükü.
Demek ki dünya sadece Esat'ın yaptıklarını değil, başkalarının da yaptıklarını takip ediyormuş. Ne garip; oysa ki bunu en iyi bilmesi gereken sen olmalıydın.
Ha aklıma geldi, ne yalan söyleyeyim merak ettim; C. Zapsu seni elinden tutup ABD caddelerinde dolaştırırken hiç düşündün mü; "Kasımpaşa nire, ben kimim ki, burası nire" diye. İşte o zaman düşünmediklerini bugün sana düşündürmek istiyorlar ama maalesef bedelini Türk milleti ve devletine ödetiyorlar.
Ancak hiç bir emperyalist gücün seni ne kayırmasını ne de göndermesini istiyoruz aynen İstanbul seçimlerinde olduğu gibi sandıkta, kendi oylarımızla 800 bin değil 8 milyon oy farkı ile sizi sandığa gömerek göndermek istiyoruz.
Mehmet Soral
1 note
·
View note
Text
ABD basını: Türkiye istediği her şeyi aldı
Amerikan basını, Türkiye ve ABD arasında Suriye'nin kuzeydoğusu için varılan anlaşmaya ilişkin "Türkiye, her istediğini aldı" değerlendirmesinde bulundu. ABD'nin Washington Post, Wall Street Journal, New York Times, CNN, ABC gibi ana akım medya kuruluşları, Washington ile Ankara'nın "PKK/YPG'nin 120 saat içinde güvenli bölgeden çıkması için Barış Pınarı Harekatı'na ara verilmesi" konusunda vardığı anlaşmayı "Ankara hedefine ulaştı." şeklinde yorumladı. Wall Street Journal internet sitesinde, "Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde askeri operasyonlara ara vermeyi kabul etti" başlığıyla aktardığı haberde, "(ABD Başkanı Donald) Trump, anlaşmayı övüyor, ama eleştirenler, anlaşmanın esasen Ankara'nın hedeflerini karşıladığını söylüyor." değerlendirmesini yaptı.
New York Times gazetesinin internet sitesinde, anlaşma, "Türkiye'nin Donald Trump'a zaferi" başlığıyla duyuruldu. Haberin spotunda, "Türkiye Cumhurbaşkanı istediğini aldı - Rusya ve İran da aynı şekilde" yorumu yer aldı. Anlaşma, Washington Post gazetesinin sitesinde, "Suriye ateşkes anlaşması" olarak nitelendirildi. "Anlaşma, ABD yaptırımları tehdidini kaldırırken, Türkiye'nin tampon bölgeyi tutturmasına izin verdi" başlığıyla verilen haberde, "Anlaşma, Erdoğan'a yıllardır ABD ile yaptığı müzakerelerde kazanamadığı imtiyazları verdi ve askeri eylemde bulunma kararını bir anlamda akladı." ifadesi kullanıldı. "Türkiye'nin taleplerine teslim olma" ABC News, başlığa, iki ülkenin Suriye konusunda anlaştığını sadece anlaşmanın "ateşkes" mi "operasyonlara ara verilmesi" mi olduğu konusunda aynı fikirde olmadıklarını çekti.
Haberde, Başkan Trump'ın "medeniyet için büyük bir gün" olarak müjdelediği anlaşmanın, "Türkiye'nin taleplerine teslim olma" şeklinde görülerek, eleştirildiği aktarıldı. Trump'ın sürekli tartışma içinde olduğu CNN ise anlaşma haberini "(ABD Başkan Yardımcısı Mike) Pence, Türkiye'ye istediği her şeyi vermiş gibi görünen Suriye ateşkesini duyurdu" başlığıyla verdi. Haberde, anlaşmanın ABD'nin "DEAŞ ile mücadelede bir zamanlar müttefiki olan" YPG/PKK'yı işgal ettiği toprakların büyük kısmını terk etmeye zorlayarak, Türkiye'nin askeri hedeflerinin çoğunu korumuş gibi göründüğü yorumu yapıldı. CNN, haberinde, Suriye'deki operasyonu yakından takip eden Amerikalı bir yetkilinin, anlaşmanın ABD'nin "Türkiye'nin yaptıklarını onayladığı ve Suriye'nin bir kısmını ilhak edip, Kürt nüfusunu yerinden etmesine izin verdiği" anlamına geldiği yönündeki değerlendirmesine yer verdi. Fox, anlaşmayı yorumsuz haberleştirdi Fox News, anlaşmayı, "ABD ve Türkiye, Suriye ateşkesi anlaşmasına vardı" başlığıyla duyurduğu haberde, anlaşmanın ayrıntılarına ilişkin maddeleri sıralamakla yetindi.
Politico internet sitesi ise anlaşmayı, Başkan Trump ile ilgili azil soruşturması üzerinden gördü. "Türkiye anlaşması, Pence ve (ABD Dışişleri Bakanı Mike) Pompeo'ya ülkelerindeki siyasi cehennemden bir mola verdirdi" başlıklı haberde, üst düzey kurmaylarının karmaşık bir soruşturmayla karşı karşıya olan Başkan Trump'a, Ankara'da geçici bir başarı kazandırdığı yorumu yapıldı. Read the full article
0 notes
Text
Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesinin çok “sembolik” bir anlamı vardır. Ayasofya, Saidi Nursi'den Necip Fazıl'a Atatürk Cumhuriyeti'yle hesaplaşmak isteyen çevrelerin iki önemli sembolünden biridir. İkinci sembolleri halifeliktir. Nitekim geçtiğimiz hafta “Gerçek Hayat” dergisi, “Artık Ayasofya ve Türkiye hür! Hilafet için toparlanın!” başlıklı bir kapakla çıkmıştır.
Peki, ama hilafetçilerin iddia ettiği gibi halifelik “dinsel bir kurum mudur”, “İslam dünyasını birleştirmiş midir” ve “İngilizlerin isteğiyle mi kaldırılmıştır?” İşte halifelik gerçeği!
HALİFELİĞİN ANLAMI
Kuran'a göre halife insandır. Kuran'da Hz. Adem'den “yeryüzündeki halife” olarak söz edilmektedir. (Bakara: 30). Kuran'da Allah'ın veya peygamberin vekili anlamında bir halifelik yoktur. Hiçbir fani, Allah'ın halefi veya temsilcisi olamayacağından ve Hz. Muhammet de son peygamber olduğundan dolayı halife, Allah'ın veya peygamberin vekili olamaz. Bu durumda Hugh Kennedy'in ifadesiyle “Halife, peygamberin yaşarken ifa ettiği dünyaya ve yönetime dair işlerden bazılarını yürüten sıradan bir adam olabilir.” (Hugh Kennedy, Hilafet, İstanbul, 2019, s. 31) Gerçekten de Hz. Ömer'den itibaren neredeyse bütün halifelere “Emirül Müminin” (Müminlerin Emiri) unvanı verilmiştir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.11, s. 156, 157) Emir, “kumandan” veya “bey” anlamlarına gelmektedir.“Emirül Müminin” adı verilen halife, Müslümanların dünya işlerini yürüten lider, yani devlet başkanından başka bir şey değildir. (Kennedy, s. 31).
Tarihsel süreçte Osmanlı halifelerinin kendilerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” diye adlandırmalarının hiçbir dinsel dayanağı yoktur. Bu yaklaşım, Kuran'daki İslam'a aykırıdır.
Hz. Muhammet'in ölümünden sonra onun yerine devletin başına geçecek kişinin belirlenmesi halifeliğin ortaya çıkmasına neden oldu. Yani halifelik dinsel bir gereklilikten değil, siyasal bir ihtiyaçtan doğdu:
Yaygın kanaatin aksine halifelik tarih boyunca Müslümanları birleştirmedi, tam tersine böldü.
Halifelik daha ortaya çıkarken ayrılıklara, kavgalara neden oldu. İlk halife belirlenirken başlayan ayrışmalar dört halife döneminde devam etti. Öyle ki dört halifeden üçü; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali katledildi. Halifelik daha doğarken kardeş kanı aktı; hilafet, Sıffın Savaşı ve Kerbela Olayı gibi kanlı “emirlik” kavgaları üzerinde yükseldi. Bütün bu kavgaların merkezinde “siyaset” vardı; bu kavgalar devletin başına geçme, “müminlerin emiri” olma kavgasıydı.
Tarih boyunca bütün İslam dünyasını tek bir noktadan yöneten tek bir halife hiç olmadı. Çünkü monarşik güçlerini halifelik unvanıyla daha da arttırmak isteyen Müslüman hükümdarlar fırsat bulduklarında kendilerini halife ilan etmekten çekinmediler. Bu nedenle İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürdü. Örneğin 910'da Abbasi Halifeliği devam ederken Şiiler Fatimi Halifeliği'ni kurdular. 929'da Bağdat'ta Abbasi Halifeliği, Mısır'da Fatimi Halifeliği devam ederken İspanya'da Endülüs Emevi Halifeliği ilan edildi. Böylece 10. yüzyılda İslam dünyasında aynı anda üç halifelik ortaya çıktı. Sünni Abbasiler ile Şii Fatimiler arasında iktidar ve nüfuz mücadelesi uzun yıllar boyunca devam etti.
11. yüzyıl başlarında İspanya'da Endüslüs Emevi Devleti iyice zayıfladı. Halifelikten kaynaklanan iç kavgalar nedeniyle devlet ileri gelenleri 1031'de halifeliği kaldırıp içlerinden -halife ailesiyle alakası olmayan birini- yönetici seçtiler. Böylece tarihte ilk kez Endülüs Emevi Devleti halifeliği kaldırmış oldu. İşin ilginç yanı, kaldırılan halifeliği kimse yeniden diriltmeye çalışmadı. (Kennedy, s.198)
1031'de Emevi Halifeliği, 1071'de Fatimi Halifeliği, 1258'de de Abbasi Halifeliği yıkıldı. Bu boşlukta halifeliğe Mısır'daki Memlük Devleti sahip çıktı.
Halife Memlüklerdeyken diğer İslam devletleri Memlüklere biat etmediler. Tam tersine Müslüman Osmanlı Devleti, 1517'de Müslüman Memlüklere saldırdı. Yavuz Sultan Selim, 1517'de Memlük Devleti'ne son verip halifeliği ele geçirdi. Ancak bu sefer de diğer İslam devletleri Osmanlı Hilafetini tanımadılar. Mahmut Goloğlu'nun ifadesiyle “Osmanlı padişahları sadece kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesiydiler. Yani bütün dünya Müslümanlarının halifesi hiç olmadılar.” (Mahmut Goloğlu, Halifelik, İstanbul, 2012, s. 23).
1774'te Küçük Kaynarca Antlaşması'nda Ruslar Ortodoksların koruyuculuğunu üstlenince Osmanlı da -ilk kez halifelikten yararlanarak- Kırım Müslümanları üzerinde benzer bir hak ileri sürdü.
II. Abdülhamit halifeliği bir güç olarak kullanmak istedi. 1876 tarihli Kanuni Esasi'nin 3. maddesine göre padişah aynı zamanda halifeydi. 4. maddesine göre padişah halife olarak İslam dininin koruyucusuydu.
1897'de Yunan zaferi, İslam dünyasında Abdülhamit'in şöhretini artırdı. O sırada İngiltere'yle rekabet eden Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak istedi. 1898'de Kayzer II. Wilhelm İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Oradan Suriye, Filistin'e gitti. II. Wilhelm, Şam'da Müslüman kılığına girip Selahaddin Eyyübi'nin Türbesi'ni ziyaret ettikten sonra yaptığı konuşmada “Abdülhamit 300 milyon Müslümanın halifesidir, ben de onun dostuyum!” dedi. (Cüneyt Akalın, Halifelik Neden Kaldırıldı, İstanbul, 2014, s. 10).
II. Abdülhamit ile II. Wilhelm'i kol kola gösteren bir çizim.
Almanya, Abdülhamit'in şahsında “halifeliği” bir silah olarak kullanmak istiyordu. Abdülhamit dönemindeki Berlin-Bağdat ve Hicaz demiryolu projelerinin ardında da Almanya'nın halifelik planı vardı. Ancak Alman halifelik planına karşı İngilizler hemen harekete geçtiler; Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen, Sudan mahalli liderlerini Osmanlı'ya karşı ayaklandırdılar. 1885-1906 arasında buralardaki Müslüman liderler Abdülhamit'in halifeliğini tanımayarak isyan ettiler.
II. Abdülhamit'in “halifelik silahı” ne Fransa'nın Tunus'u işgaline, ne İngiltere'nin Mısır'ı işgaline, ne Bosna Hersek'in Avusturya'ya bırakılmasına engel olabildi. Çünkü bu kurusıkı bir silahtı.
II. Abdülhamit döneminde Rusya, Orta Asya'da Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarını ele geçirdi. Bu Müslüman hanlıklar, Osmanlı halifesinden yardım istediler. Mozanbik ile Madagaskar arasında Komor Adaları'ndaki Müslümanlar da Fransız tehdidine karşı Osmanlı halifesinden yardım istediler. Fakat II. Abdülhamit bu Müslümanların hiçbirine yardım etmedi, edemedi. (Kennedy, s. 218,219)
Kısacası halifelik, II. Abdülhamit döneminde de İslam dünyasını birleştirmedi, Müslümanların dertlerine derman olmadı.
19. yüzyılda İngiltere, Almanya kontrolündeki Osmanlı Halifeliğine karşı kendi kontrolünde bir Arap Halifeliği kurmak istedi. I. Dünya Savaşı'nda bu plan açıkça ifade edildi. 31 Ekim 1914'te Kahire'deki İngiliz temsilci Lord Kitchener, 30 Ağustos 1915'te de Sir H. Mc. Mahon, Mekke Şerifi Hüseyin'e gönderdikleri iki ayrı mektupla “Gerçek Arap soyundan birisinin Mekke veya Medine'de halifeliği üzerine almasını” istediler. (Bilal Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 2015, s. 107, 108).
İngiliz desteğini arkasına alan Mekke Şerif'i Hüseyin, 1 Kasım 1916'da Osmanlı'ya karşı ayaklandı. Mekke'de bağımsızlığını ilan eden Kral Hüseyin, Arap dünyasında “halife” sayılmaya başlandı. Ancak İngiltere, Şerif Hüseyin'in halifeliğini hemen tanımayıp savaş sonunu beklemeye karar verdi. İngiltere'nin, halifeliği kullanabileceğini gören Fransa ve İtalya da harekete geçtiler. İngilizler, Kral Hüseyin'i halife ilan ederlerse Fransa Fas sultanını, İtalya ise Şeyh Ahmet Sunisi'yi halife ilan edecekti. Sovyetler Birliği'nin de bir halife adayı vardı. Onlar da Afganistan Emiri Amanullah Han'ı halife yapmayı düşünüyordu. (Şimşir, s. 108-113).
Şerif Hüseyin, İngilizlerin desteğiyle önce 1916'da Osmanlı'ya isyan etti, sonra 1924'te halifeliğini ilan etti.
TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatla halifeliği birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. Halife Vahdettin, 17 Kasım 1922'de, “halifelik” sıfatıyla İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. TBMM, Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etti. İngiltere, Vahdettin'in “halifelik” sıfatından yararlanarak özellikle Hint Müslümanlarını kontrol etmeyi düşündü. Kaçak Vahdettin, İngiltere'nin bilgisi dâhilinde, Hicaz Kralı Hüseyin'in davetini kabul ederek 15 Ocak 1924'te Hicaz'a gitti. Ancak Arapların Vahdettin'i değil, Hicaz Kralı Hüseyin'i “halife” olarak tanıdıkları görüldü. Hint Müslümanları da Milli Mücadele'deki ihaneti nedeniyle Vahdettin'in halifeliğini kabul etmiyordu. Bunun üzerine İngilizler, “halife” olarak hiçbir gücü olmadığını anladıkları Vahdettin'i “istenmeyen adam” ilan ettiler. 1924 başlarında İngiliz basını Hicaz Kralı Hüseyin'in halife ilan edileceğini yazmaya başladı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlerin halifelik entrikalarını yakından izliyordu. İngiltere “Kimi halife ilan etsem?” diye düşünürken Atatürk, bu İngiliz planını suya düşürecek radikal bir karar verdi; TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği tamamen kaldırdı.
Türkiye'nin halifeliği kaldırmasına İngiliz basını çok şiddetli bir tepki gösterdi. Türk düşmanı Lloyd George'un yayın organı Daily Telgraf gazetesi, 4 Mart 1924'te halifeliği kaldıran Türkiye'ye şöyle saldırdı: “Türkler halifeliği kaldırmakla Batılılaşacağını, uygarlaşacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar… 6 milyon nüfuslu Türkiye halifelik sayesinde büyük devletler arasında sayılıyordu. Bundan sonra bu devlet artık üçüncü sınıf bir Tatar devletçiği derecesine düşecektir!” İngiliz basını bir hafta boyunca halifeliği kaldıran Türkiye'ye ateş püskürdü. (Şimşir, s. 136-141). İngiltere, halifeliği kaldıran Türkiye Cumhuriyeti'ni uzun süre tanımak istemedi. İngiltere, halifeliğin kaldırılmasından 6 yıl sonra, 1930'da Ankara'da büyükelçilik açtı. İngiltere uzun yıllar Türkiye'ye kredi de vermedi.
TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği kaldırdıktan iki gün sonra 5 Mart 1924'te Hicaz Kralı Hüseyin 101 pare top atışıyla halifeliğini ilan etti. Ancak özellikle Mısır ve Hint Müslümanları Şerif Hüseyin'in halifeliğini tanımadı. Şerif Hüseyin, halifelik ilanından 7 ay sonra bir Vahhabi saldırısıyla (Abdülaziz Bin Suud tarafından) Hicaz'dan sürüldü. Bu sırada önce İsviçre'de bulunan devrik halife Abdülmecit Efendi sonra da Mısır uleması, İslam konferansı çağrısı yaptılar. 1926'da Kahire Kongresi ve Mekke Konferansı düzenlendi. Ancak bu toplantılardan hiçbir sonuç alınamadı (Arnold J. Toynbee, 1920'lerde Türkiye, Hilafetin İlgası, İstanbul, 1998, s. 81, 84-87, 106-116). Çünkü artık ulus devletler çağı başlamıştı; hiçbir İslam ülkesi kaderini bir halifeye teslim etmek istemiyordu. Ayrıca Türkiye dışında bağımsız bir İslam ülkesi de yoktu. Halife seçilse bile İngiltere veya Fransa'nın kontrolü altında olacaktı.
Sonuç olarak, halifelik siyasal bir kurumdu. Atatürk, “Halifelik hükümet, devlet demektir. Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde başka devlet kabul etmez” mantığıyla halifeliği kaldırdı.
Tarih boyunca halifelik Müslümanları birleştirmedi, böldü; halifelik rekabeti yüzünden Müslüman milletler birbirine düştü. Halifelik, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını ezen, sömüren Batı emperyalizminin oyuncağı haline geldi. İşte Atatürk, Müslümanları birbirine düşüren, Batı emperyalizminin oyuncağı haline gelmiş ve çağ dışı kalmış halifeliği kaldırarak İslam milletlerine “bağımsızlık” ve “barışçı iş birliği” yolunu açtı. İslam milletleri, halifelik varken değil, halifelik kaldırıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuştular.
1 note
·
View note
Photo
Radikal demokrasi: Faşizme karşı ön cephe Dilar Dirik Eğer bütün sömürgelerin en eskisi olan kadınların köleleştirilmesi başarılamasaydı; faşizm de mümkün olamazdı. Bütün baskı gören ve zulme uğrayan gruplar içinde kadınlar kurumsallaşmış şiddetin en eski biçimlerine maruz kalmıştır. Kadınların savaş ganimeti, erkeklerin hizmetinde birer araç, cinsel tatmin nesnesi ve nihai güç iddiası odağı olarak görülmesi her faşist bildiride ısrarla vurgulanmaktadır. Devletin ortaya çıkışı ve özel mülkiyetin fetişleştirilmesi her şeyden çok kadınların teslim alınmasıyla mümkün kılınabilmiştir. ROAR Magazine Çeviri: Ulaş Dewres 2014 yılı sonbaharıydı; IŞİD’in Irak ve Suriye’de muazzam büyüklükteki alanları ele geçirmesinden ve işlediği soykırım ve kadınkırımlarından sadece aylar sonra, çok az bilinen Kobanê kasabasının ufkundan güçlü bir devrimci umut ışığı yükseldi. 2013’ten beri Suriye içindeki çok geniş alanların yanı sıra Irak’ta Musul, Tel Afer ve Şengal’i istila etmiş olan IŞİD Kürtler tarafından Rojava olarak tanınan Kuzey Suriye’ye bir saldırı başlatmaya hazırdı. Kobanê’de karşılaşmayı beklemediği şey ise kendisini her halükârda cesaretle savunmaya hazır örgütlü bir politik topluluktu; bu IŞİD’in ölüm ideolojisiyle taban tabana zıt dünya görüşüne sahip, farklı türden bir düşmandı. IŞİD faşizminin mağlup edilemezliği mitini parçalayan Kobanê zaferinin simgesi ise genç, devrimci, özgür bir Kürt kadın olacaktı: Arîn Mîrkan. Kadın Savunma Birlikleri (YPJ) savaşçısı olarak Arîn Mîrkan, 2014 Ekim’inde stratejik açıdan kritik öneme sahip Mîştenur Tepesi yakınlarında yoldaşlarını kurtarmak ve IŞİD mevziini ele geçirmek amacıyla kendisini havaya uçurdu. Neticede bu olay muharebenin yönünün Halk Savunma Birlikleri (YPG), Kadın Savunma Birlikleri (YPJ) ve diğer ortak silahlı grupların lehine dönmesini ve IŞİD’in savunmaya itilmesini sağladı. ABD öncülüğündeki koalisyonun en sonunda havadan askeri destek vermek zorunda kaldığı, yorulmak nedir bilmez şekilde aylarca süren bu savaşımın ardından Kobanê özgürleştirilmişti. Neredeyse her gün IŞİD boyunduruğundan kurtulan insanların dans ettiği, uzunca bir zaman sonra ilk kez sigara içebildiği, erkeklerin mutluluk gözyaşlarıyla sakallarını kestiği, kadınların üstlerine geçirilmiş kara çarşafları çıkarıp yaktığı ve özgürlüğün çığlığını zılgıtlarla seslendirdikleri videolar ortaya çıkıyor. Savaşçıların ve bölgedeki örgütlü toplumun gözlerinde bu destansı savaş etnik ya da dinsel bir çatışma değil; bir yanda IŞİD’in tecavüz çetelerinde vücut bulan erkek egemenlikçi, devletçi kapitalist modernitenin yoğunlaşmış musibeti ile diğer yanda özgürleşen kadın mücadelesinde cisimleşen özgür yaşam seçeneği arasındaki tarihsel bir muharebedir. Devrimci Kobanê’nin zaferi, IŞİD’e karşı savaşın yalnızca silahtan ibaret olmadığını; faşizmden ve onun varoluşunu mümkün kılan dayandığı esaslardan ancak radikal bir kopuşla olabileceğini pratik olarak göstermektedir. Bu sırasıyla radikal demokratik ve özerk toplumsal, politik, ekonomik kurumların ve özellikle de kadın örgütlenmelerinin doğrudan sınıf, hiyerarşi ve egemenlik esaslarındaki devlet sistemine doğrudan karşıtlığını gerektirmektedir. Toplumu IŞİD benzeri zihniyet ve sistemden özgürleştirmek için antifaşist özsavunmanın aileden eğitime ve ekonomiye kadar toplumsal yaşamın tüm alanlarına temayüz etmesi gerekmektedir. KAPİTALİST MODERNİTENİN BİR ÜRÜNÜ Özellikle de örgütün yöntemlerinin vahşiliği sebebiyle, IŞİD fenomenini ve binlerce genci saflarına katmasını sağlayan cazibesini açıklamaya yönelik çok sayıda girişimde bulunuldu. Pek çokları, IŞİD’in egemenliği altında yaşamak zorunda kalanların, bunun ekonomik getirileri sebebiyle veya korku yüzünden IŞİD’e hizmet etmeye başladıkları sonucuna vardılar. Fakat dünyanın farklı yerlerinden binlerce insanın en düşünülemez kötülükleri işlemeleri olasılığına rağmen değil; tam da bu sebeple bu zalim gruba katıldığı açıktır. Öyle görünüyor ki IŞİD’e insanları yerkürenin farklı yerlerinden çeken sebep din değil fakat -ölümü pahasına bile olsa- zalim ve merhametsiz bir güç algısıdır. Tek faktörlü teoriler, IŞİD gibi yaşam karşıtı doktrine sahip bir grubun büyümesine yol açan bölgesel ve uluslararası politik, ekonomik ve toplumsal bağlamları göz önüne alma noktasında genellikle başarısız olmaktadır. IŞİD’in uyuşturucu etkisindeki, tecavüzcü, soykırımcı ajandasını haklı çıkarmaksızın ve insanlığa karşı bu suçları işleyen bireylerin failliklerini ve hesap vermeleri gerekliliğini yok saymaksızın, IŞİD’in kendine yeterli ve saygın bireyler olma şansından mahrum bırakılmış genç erkekleri büyülediği gerçeğini görmeliyiz. Yaşamı anlamsız, boş ve umutsuz kılan ataerkil kapitalizmin egemenliğindeki kanserli toplumda IŞİD’in otoriter güç, para, seks biçiminde beliren anlık mükafatlar önermesini gerçek bağlamında ele almak hayati değerdedir. IŞİD’in cazibesini, iktidar ve şiddet kurumlarının birbirleri ile etkileşim içinde otoriter sistemler üretmesi gibi daha geniş bir bağlama yerleştirmek yerine sözde “teröre karşı savaş” arka planında patolojikleştirmek, Almanya’daki “iyi çocuklar”ın Ortadoğu’ya seyahate çıkıp kasap olmalarına yol açan şeyi anlamamızı sağlamaz. IŞİD, kıyamet alameti gibi görünen bir küresel eğilimin yalnızca en aşırı temsilidir. Dünya çapında sağcı otoriter politikalara doğru yönelimin arttığı mevcut koşullarda -insan toplumundan sonsuza dek yasaklandığını düşünegeldiğimiz- tek bir sözcük gündelik yaşamlarımıza ve politik lügatimize yeniden giriş yapmıştır: faşizm. Çeşitli faşist hareketlerin bağlamları, özellikleri ve yöntemleri arasında uçsuz bucaksız farklılıklar bulunduğu açıktır. Ama sıra hiyerarşik örgütlenmeye, otoriter düşünce sürecine, aşırı cinsiyetçiliğe, popülist terminolojiye ve kırılgan toplumsal gruplar içindeki hissedilen ihtiyaç, korku ve arzu algılarını istismar etmeye dayanan zekice asker toplama yöntemlerine geldiğinde, IŞİD uluslararası emsallerini pek çok açıdan aynen yansıtmaktadır. Pekâlâ faşizmi, kapitalist dünya sisteminin tepesinde yerleşik olan ve politik kurumları aracılığıyla kendi otoritesini, ekonomi politikalarını, silah ticaretini, medya ve kültürel hegemonyasını yeniden üreten araçlara sahip devletlerden bir spektrum gibi de düşünebiliriz; aralarından bazıları gelişigüzel, aşırı şiddet gibi faşizmin daha “ilkel” biçimlerini esas almaktadır. Verili tüm örneklerde faşistlerin devletin güçlü elini daha da kuvvetlendirmek için nasıl da paranoya, güvensizlik ve korku rejimini esas aldığının açık benzerleri bulunmaktadır. Faşistler, kendilerine karşı koyan düşmanlarını “terörist” ya da “tanrının düşmanları” olarak tanımlamakta, böylece onları yok etmeye yönelik her tür eylemi meşru kılmaya çalışmaktadır. Faşizm, geniş topluluklar içinde kararlı öznelerin bulunmamasını hedefler. Bu; toplumun doğrudan eylemini ortaya koyma, yaratıcılığını ifade etme ve kendi seçeneklerini üretme gibi doğal yeteneklerinden yoksun bırakılmasıyla sağlanmaktadır. Herhangi bir dayanışma biçimi de, devlet dışındaki herhangi bir şey ya da kişiye yönelik bağlılık da sistematik olarak kökünden sökülmekte; bu sayede de yalıtılmış ve bireyselleşmiş yurttaşlar devlete ve onun politika üreten kurumları ile bilgi sistemlerine bağımlı hale getirilmektedir. Bir ekonomik sistem, ideoloji ve toplumsal etkileşim biçimi olarak kapitalizmin faşizmin en önemli sacayaklarından biri olması bu sebepledir. Kapitalist modernitenin değerler sisteminde insan ilişkilerinin kazanç ve karla hesap edilebilir, ölçülebilir olması; yalnızca ekonomik etkileşimlere indirgenmesi ihtiyacı bulunmaktadır. Kapitalizmin daha büyük kâr hırsıyla hayatı tüketme kabiliyeti; tecavüz, yağma ve katliamdan ibaret sahte halifeliği uğruna insan yaşamlarını yok eden IŞİD’le paralel yarışmaktadır. BÜTÜN SÖMÜRGELERİN EN ESKİSİ Eğer bütün sömürgelerin en eskisi olan kadınların köleleştirilmesi başarılamasaydı; faşizm de mümkün olamazdı. Bütün baskı gören ve zulme uğrayan gruplar içinde kadınlar kurumsallaşmış şiddetin en eski biçimlerine maruz kalmıştır. Kadınların savaş ganimeti, erkeklerin hizmetinde birer araç, cinsel tatmin nesnesi ve nihai güç iddiası odağı olarak görülmesi her faşist bildiride ısrarla vurgulanmaktadır. Devletin ortaya çıkışı ve özel mülkiyetin fetişleştirilmesi her şeyden çok kadınların teslim alınmasıyla mümkün kılınabilmiştir. Eğer erkek egemen tarih yazımı, teori üretimi, anlam verme pratikleri, ekonomik ve politik idare aracılığıyla geliştirilen kadınların sömürülmesi ve değersizleştirilmesi gerçekleşmeseydi halkın bütünü üzerinde de denetimin sağlanması ya da derinlemesine toplumsal ayrımlar yaratılması mümkün olamazdı. Devlet kuruluşundan beri ataerkil aileyi model almıştır ya da tam tersi olmuş ve aile devleti model almıştır. Toplumsal egemenliğin bütün biçimleri; en kapsamlı, sıkı, doğrudan ve yıkıcı kölelik biçimi olarak hayatın bütün alanlarında; kadınların cinsel olarak boyun eğdirilmesinin şu ya da bu düzeyde kopyalanarak çoğaltılmasından başka bir şey değildir. Şiddet ve hiyerarşinin -kapitalizm ve ataerkillik gibi- farklı yapı ve kurumları birbirinden farklı özelliklere sahiptir fakat faşizm bunlar arasında yoğunlaşmış, birbiriyle ilişkili, sistematik işbirliğini teşkil etmektedir. İşte tam da burası, faşizm ve kapitalizmin; insan egemenliğinin en erken biçimi -ataerkillik- ile bir arada modern ulus devletin en tekelci ve sistematik ifadelerini bulduğu yerdir. Tarihin akışı boyunca görülen tüm geçmiş rejimler despotik karakterlere sahiptir ancak her zaman kendilerini tebaalarının gözünde meşrulaştıracak ahlaki ilkelere, dinsel teolojilere, ilahi ya da ruhani kurumlara dayanmaktaydılar. Kapitalist modernitenin özgün yanı ise ahlaka dair tüm gereklilik ve iddiaları kanun ve düzen adına savuşturması ve tiksindirici derecede yıkıcı sistemlerini devlet uğruna öne koymasıdır. Zoru, ekonomiyi, ideolojiyi, bilgiyi ve kültürü tekeline alan hiyerarşik ve hegemonik doğası ve medyadan yatak odasına hayatın bütün alanlarına temayüz eden her yerde hazır ve nazır güvenlik aygıtları ile tanrının yeryüzündeki disipline edici eli olan devlet olmaksızın hiçbir sömürü ve şiddet sistemi yaşayamaz. IŞİD hiyerarşi ve şiddetin en eski modellerinin olduğu kadar; özgün zihniyeti, ekonomi ve kültürüyle de kapitalist modernitenin doğrudan bir ürünüdür. Özelde IŞİD’i, genelde ise faşizmi anlamak; aslında ataerkillik, kapitalizm ve devlet arasındaki ilişkiyi anlamaktır. TOTALİTER AŞIRICILIĞA KARŞI RADİKAL DEMOKRASİ Eğer faşist düşman yöntem ve pratiklerinde ataerkillik, kapitalizm, milliyetçilik, mezhepçilik ve otoriter devletçiliği birleştiriyorsa; gerçekten anlamlı bir antifaşist mücadelenin şiddet sistemlerinin bu sacayaklarına kökten karşı çıkan bir zihniyete ve etiğe sahip olması gerektiği açıktır. İşte Rojava’nın özsavunma güçlerinin girişimi bunu gerçekleştirmektedir. Kobanê’nin özgürleştirilmesinden beri YPG/YPJ gerek nitelik, gerekse de nicelik açısından güçlendirilmiş ve üç kantondan ikisi Cizîre ve Kobanê bu sayede birleştirilebilmiştir. Savaşın başlarında özsavunma güçlerinin çoğunluğunu açık ara Kürtler oluşturmasına rağmen etnik bileşim zaman içerisinde kayda değer biçimde değişmiştir. Ekim 2015’te YPG/YPJ çok sayıda yerel güçle birlikte çokuluslu bir koalisyonun kuruluşuna katıldı. Yeni kurulmuş olan ve laik, demokratik, federal bir Suriye’ye kendisini adayan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Kürtler, Araplar, Asuriler, Süryaniler, Çeçenler, Türkmenler, Çerkesler ve Ermenileri içermekte olup; ne Beşar Esad diktatörlüğünü, ne de dış güçlerin güdümündeki antidemokratik muhalefet oluşumlarını kabul etmektedir. IŞİD ve diğer cihatçı gruplar, Suriye ordusu, Özgür Suriye Ordusu ve Türk devleti gibi birbirinden farklı düşmanlar tarafından düzenli şekilde saldırıya uğramasına rağmen; SDG Minbic ve Şeddadi gibi önemli IŞİD kalelerini özgürleştirmeyi başarmış, bugün ise IŞİD’in sözde başkenti Rakka şehri ve çevresinin özgürleştirilmesi için süregiden operasyona öncülük etmektedir. Rakka uzun bir süre boyunca Türkiye sınırlarının güneyinde boylu boyunca uzanan ve bizzat Türkiye tarafından lojistik, mühimmat, finans ve insan gücü esasında düzenli bir ana tedarik yolunun uzandığı IŞİD işgal bölgelerinin ana kontrol merkezi olmuştu. Türkiye o zamandan beri kendisiyle ilişkili Türkmenler başta olmak üzere Sünni güçlerin eğitilip donatılması amacına yoğunlaşmıştır. ABD ordusu ise SDG’ye yönelik desteğinin yalnızca SDG içindeki Arap askeri gruplarına yönelik olduğunu sürekli şekilde vurgulamaktadır. Aynı zamanda Mesud Barzani liderliğindeki PDK’ye yakın ENKS’ye bağlı Kürt gruplar ise kendi hayali Kürt ordularını kurma girişiminde bulunmaktadır. Nitekim SDG’nin çok kültürlü yapısı yalnızca Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına karşı düşmanlık güdenleri değil, aynı zamanda sığ ve dar Kürt milliyetçi projelerinin sahiplerini de kızdırmaktadır. SDG bir yandan çeşitli faşist düşmanlara karşı mücadele yürütürken, diğer yandan da devletçi, kapitalist, ataerkil düzene karşı toplumun fiziksel öz savunması şeklinde daha geniş bir projeyi teşkil etmektedir. Rojava devrimi; 2012’den bu yana bölgedeki farklı topluluk ve grupların anlamlı bir arada yaşamını güvence altına alacak gerçekçi ve uygulanabilir bir seçeneğin yaratılmasına yönelik büyük bir emekle inşa edilmektedir. Kuzey Suriye’deki demokratik konfederalizm sistemi bölgedeki tüm etnik ve dinsel topluluklardan, geniş halk yığınları tarafından kabul edilmiş olup halkın sokak ve mahalle komünlerinden başlayarak tabandan gelişen radikal demokratik yapılarda harekete geçtiği seküler, demokratik, cinsiyet eşitlikçi, federal bir Suriye modelini önermektedir. Abdullah Öcalan tarafından sunulan “demokratik özerklik” modeli demokratik konfederalizm sistemi içinde bir doğrudan eylem pratiği olarak Rojava’daki gündelik yaşamda tüm yurttaşların hayatla ilişki biçimi olarak politikanın dönüşümünü örgütlenmektedir. Özerk kadın ve gençlik örgütleri tarafından himaye edilen doğrudan öz yönetim ve dayanışma gibi alternatif toplumsal örgütlenme biçimlerinin yaratılması sayesinde binlerce insan kendi kaderini kendisi tayin edebilen aktif öznelere dönüşmüştür. Kapitalizmin kendi kar eksenli ajandası temelinde toplumsal ilişkileri saldırgan bir şekilde kopararak bireyselleşmiş bencil kişiler üretmeye çalıştığı toplumdaki dayanışma bağlarını radikal demokrasi böyle güçlendirmektedir. Hayatın tüm alanlarında devletçi olmayan, özerk yapılarda örgütlenen yurttaşlar doğrudan ve komünal katılım aracılığıyla demokrasi ile kimlik arasındaki bağları bireysel olduğu kadar toplumsal bilince de çıkarmaktadır. Faşizmin esas aldığı milliyetçi mitlerin soyut kavrayışlarından ziyade demokratik ve ahlaki değerlerin referans noktaları haline dönüştürülen kimlik ve aidiyet kavrayışları ile radikal demokrasi arasında özgün bir bağ vardır. Rojava devriminin baş kahramanları; devlet milliyetçiliğinin panzehiri olan demokratik ulus paradigmasıyla birlikte; kimliği etnisiteden ziyade ilkeler etrafında formüle eden bir teşebbüse girişmiştir. Bu durum aidiyetin yeni bir birim olarak demokrasiyi çeşitlendiren ve güçlendiren doğası esasında yeni farklı kimliklere yer açmaktadır. Abdullah Öcalan’ın ahlak ve politika ilkeleri temelindeki sözleriyle güçlü varlık gösterebilecek yegâne topluluklar milliyetçi kimliklerin anlamsız kavrayışındakiler değil ahlaki ve politik toplum özelliğine sahip olanlardır; ki ancak bu topluluklar kendilerini faşist düşmanın psikolojik ve fiziksel saldırılarına karşı koruyabilir. Radikal demokrasi, bütün kimliklere kendilerini demokratikleştirme, örgütleme alan ve imkanları sunması dolayısıyla enternasyonalist bir bakış açısına sahiptir. Bölgenin bütün bileşenlerinin özsavunması temelinde SDG’nin yaratılması fikri; ulus devletin zamanının sona erdiği ve özgür yaşamın bütün bu dökülen kanın temel nedenlerinden biri olan milliyetçi zihniyetler tarafından inşa edilemeyeceği gerçeğinden hareketle ortaya çıkmıştır. Ayrıca bütün bu militarist ve ataerkil şiddet denizinin ortasında -erkek egemenliğinin temsiliyetlerinin hiçbirini umursamadan kadın özgürleşmesini vaat eden- özerk kadın ordulaşması Rojava’daki en özgürlükçü, antikapitalist ve antifaşist öğeyi oluşturmaktadır. Muhafazakâr ve ataerkil bir toplumun içinde ezilen bir kadını adil ve güzel bir dünyanın kurulmasının militanı olmaya harekete geçiren ilkelerin yanı sıra muazzam ruhsal, duygusal ve fiziksel emek gereklidir. Aslında nerede olursa olsun erkeğin egemenlik simgesinin elinden çekilip alınması ataerkilliğin ezilmesi açısından oldukça önemlidir. Fakat bu hamleye daha geniş bir toplumsal devrim eşlik etmelidir. Kadınlar kooperatifler, komünler, meclisler ve akademilerde örgütlenerek Rojava’daki en enerjik devrimci güç ve özgürlüğün asli güvencesi olmayı başarmıştır. Erkek egemenliği henüz alt edilebilmiş olmasa da, kadınlar artık ataerkilliği normalleştirmeyen ve kayıtsız şartsız kadınların kendi özerk karar alma mekanizmalarının kabul edildiği bir genel politik kültürü şimdiden oluşturabilmiş durumdadır. YPJ kapitalist modernitenin, yeşil faşizmin, devletçiliğin ve otoriteryanizmin tüm biçimlerini ezmenin ve alaşağı etmenin en doğrudan yolunun kadınların özgürlüğü olduğu fikrini pekiştirmektedir. IŞİD’in hala elindeki binlerce kadını seks kölesi olarak esir tuttuğu Rakka’yı özgürleştirmeyi hedefleyen Fırat’ın Gazabı operasyonu da bir erkek tarafından değil bizzat Rojda Felat adlı bir Kürt kadın tarafından yönetilmektedir. Yıllardır IŞİD boyunduruğunda yaşamak zorunda kalmış kadınların YPJ savaşçılarını kucaklama ve öpmesi görüntüleri Ortadoğu’nun 21. yüzyıl tarihini yeniden tanımlamaktadır. ANTİFAŞİZM ENTERNASYONALİZMDİR Kobanê’nin özgürleştirilmesi sonrasında Rojava silahlı güçlerinin toplumsal imgelemi sol seksiyonların gözünde aniden yer değiştirmiştir. Bu tarihi muharebe inkâr edilemez şekilde örgütlü halk ve özgür kadınların öz gücüyle kazanılmışsa da karada savaşan birliklere ABD öncülüğündeki koalisyon tarafından sunulan hava desteğinin görüntüsü geniş ölçekli sempatide kırılmalara yol açmıştır. Ortadoğu’da emperyalizmin en ağır kurbanlarından olan Kürtler ve komşularının, “imparatorluğun musibetleri” hakkında daha fazla aydınlatılmaya ihtiyacı bulunmamaktadır. Emperyalist güçlerin yerel işbirlikçileri tarafından bizzat kendilerini hedef alan soykırım ve katliamlar halihazırda zaten hafızalarında yer tutmuştur. Dogmatik, iki dünyacı görüşler ve dar kafalı bağnaz eleştiriler ise sahada hayatları pahasına savaşan insanlar için uygulanabilir seçenekler sunmamaktadır. Daha da önemlisi hayatlarını kurtarmaya da yetmemektedir. Batılı solcuların devrimci saflığın romantik nosyonu adına savunageldikleri ABD askeri yardımlarının reddedilmesi fikri; aileleri IŞİD tarafından katledilenler için en ufak ifadeyle akıl almazdır. Koşulsuz şartsız antiemperyalizm taraftarlığı adeta gerçek insan varlığından ve onun somut gerçekliğinden bağımsızlaşmış ve savaşın yarattığı travmaların satın alabileceğinden ötede bir lüks tüketim maddesine dönüştürülmektedir. Araçsallaştırılmanın tehlikelerinin tümüyle farkında; üstelik bunun ABD ve Rusya gibi büyük güçler tarafından her an yüzüstü bırakılmayla sonuçlanabileceğinin ayırdında olsa da aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık arasında sıkışmış gibi görünen SDG’nin asıl önceliği her şeyden önce denetimi altındaki muazzam büyüklükteki bölgede yaşayan yüzbinlerce insanın varlığına yönelik acil tehditlerin bertaraf edilmesi ve varlığını sürdürmesiydi, ki bu öncelik asli önemini hala korumaktadır. Batıda yaşayanlardan bazıları; karşıtlıklar içinde çalışmanın neler gerektirebileceğini, sahadaki farklı boyutların farkında ve gerçekçi bir tutumla SDG ile ilkeli bir dayanışmayı kabul ederken; diğer bazıları sözüm ona “emperyalizmin işbirlikçiliği” bahanesiyle Rojava devriminin bütün bu savaş ve kaos bağlamında sunduğu tüm olumlu öğeleri kategorik olarak reddetmektedir. Elbette ki geçmiş yüzyıllarda sorumluluk alan hiçbir devrimci de bütünüyle saf veya mükemmel değildi. Üstelik de SDG’nin yalnızca muharebede savaşan bir güç olmanın yanı sıra Suriye savaşındaki tüm diğer silahlı güçlerin ötesinde durduğu yüksek ahlaki zemin de SDG’nin savaşı idaresi açısından önemli bir onay işaretidir. Fakat genelde Suriye sorunu konusunda, özelde ise Rojava hakkında batı solunun bir kısmı içinde kendine hayat bulan sekter dogmatizm bize sahadaki antifaşist mücadelenin hakiki gerçeklerinden daha çok batı solunun mevcut durumundaki bozukluklar hakkında fikir vermektedir. Devrimcilerin erişemeyeceği kadar uzak olduğunda egemenliğin ve gücün her tür biçimini reddetmek çok kolaydır. Fakat milyonları korumak söz konusu olduğunda devrimci gücü ve elbette egemenliği bile kavramsallaştırmak kaçınılmazdır. Otoriterleşmenin tuzaklarına düşmeden özgürlükçü bir sistemi inşa etme girişiminde bulunmak cesaret ve risk almayı gerektirmektedir. Devrimci sorumluluk sahipleri ise; otoriterleşmenin kendi bahçelerinde büyümesi tehlikesini, emperyalist ayak oyunlarını ve ihaneti, hiyerarşik zihniyetleri, yozlaşma ve gücü kötüye kullanma olasılıklarını elemedikleri sürece başarılı olacaktır. Bugün IŞİD’e karşı savaşa katılan hükümetler aslında bizzat kendi politikaları, savaş ve silah satışlarıyla kaosa katkıda bulunmuştur ve eninde sonunda IŞİD’e can veren zihniyetle benzer zihniyete sahiptirler. Dolayısıyla IŞİD’i gerçekten bozguna uğratan asla bunlar olamaz. IŞİD’in gerçek düşmanları kesinlikle bu zihniyetten radikal bir şekilde kopuşu temsil eden ve yaşamı farklı bir şekilde kavrayanlardır. Otoriter aşırıcılığı bozguna uğratmak ancak radikal demokrasi ve kadın özgürlüğü ile mümkün olabilir. Bu bağlamda SDG günümüzdeki en önemli antifaşist mücadelelerinden birisidir. Desteklenmelidir. Arîn Mîrkan’ın kahramanca ölümü aslında yaşamın, özgürlüğün, kadın kurtuluşunun ilahisidir. Kendisinin çıkar gözetmeyen, diğerkam eylemi kendi halkını ve özelde de kadın özgürlüğünü savunmanın ötesinde; yalnızca IŞİD’e değil, aynı zamanda da oldukça benzeri küresel kapitalizmin kâr fetişizmi bireyciliğinin payandalarına vurulan sağlam bir darbedir. Kadını cinsel bir obje haline getiren bir dünyada Arîn Mîrkan bedenini faşizme karşı son savunma hattında kullanmıştır. Kobanê muharebesi dünya çapında insanların yaratıcı hayal güçlerini de harekete geçirmiştir. Politik, bilinçli, örgütlü toplumun -sınırlı güçlere sahip olsa bile- en ağır silahları, en karanlık ideolojileri ve en korkulan düşmanları bile bozguna uğratabileceğini göstermiştir. Bugün antifaşistlerin görevi devletçi ve otoriter kurumlara direnişte asla teslim olmadan, topluluklarını koruma ve örgütleme iddiasını geri kazanmaktır. Arîn Mîrkan gibi kahraman devrimcileri onurlandırmak için antifaşist mücadele hayatın bütün alanlarında harekete geçmeli ve haykırmalıdır: Êdî bes e — ya basta — artık yeter! Yeni Özgür Politika
6 notes
·
View notes