#Tarih Tezleri
Explore tagged Tumblr posts
Note
felsefeye giriş olarak neler okunmalı
Felsefe tarihine Aristo ile başlamalısın bence. Çok klasik geliyor biliyorum ama adam öyle bir şey ki her taşın altından çıkıyor. İki gün önce kendisinin "mantık dilin içsel tekrarıdır" önermesini okuyordum, şok oldum. Biz bunları modern logicçilerden dinliyoruz, onda bile parmağı var. Öyle bir insan ki biyoloji çalışmak iste ilk kapsamlı taksonomiyi yapan Aristo, fiziğe git kozmoloji kuramı yanlış da olsa yılların temel yapı taşı onun eseriydi. Newton ve Galileo'nun devrimi Aristo'ya karşıydı. Böyle bir insan yok, teolojiyi gerek İslam (Anadolu yorumu), gerek Hristiyanlık olsun Aristo'nun tezleri olmadan okumak hep eksik olacaktır. Tarihe bakayım diyorsun adam Büyük İskender'e de hocalık yapmış. Sinema hakkında bile Tragedyalar üzerinden senaryo, karakter boyutları ve izleyici etkileşimleri üzerine analizleri var.
Aristo okursan her şeyi öğrenirsin demiyorum ama birçok dalla ilintiselliği sebebiyle güzel bir girizgah yapabilirsin. Wittgenstein hiç Aristotales okumadı diye adamı yalancılıkla bile suçladılar, "hayır okudun" diye. Öyle bir insan Aristotales.
15 notes
·
View notes
Text
SİYASET Lenin Sol komünizm Lenin Nisan tezleri Lenin Proleter devrim dönek kuattscki Lenin devlet ve devrim Lenin Emperyalizm Lenin Burjuva demokrasisi ve proleterya diktatörlüğü Lenin Ne yapmalı Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm Lenin Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Lenin Din Üzerine Lenin Ssosyalizm ve Savaş Marx Engels Komünist manifesto Yahudi Sorunu Alman İdeolojisi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Ücretli Emek ve Sermaye Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Konut Sorunu Mao Zedong Çelişki Üzerine Uzatmalı Savaş Üzerine Seçme Eserler -ı-ıı-ııı Kızıl Kitap Josef Stalin Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm Marksizm, Ulusal Sorun Leninizmin İlkeleri Anarşizmi mi Sosyalizm mi Bolşevik parti Tarihi Muhalefet Üzerine Georgi Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe Leo huberman Sosyalizmin alfabesi Politzer Felsefenin başlangıç ilkeleri Politzer Felsefenin Temel İlkeleri Nikitin Ekonomi politik Maksim Gorki Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi Kalinin Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak Che Guevara Ekonomi ce sosyalist ahlak Paul lafargue Tembellik hakkı A.Şnurov Türkiye proleteryası John Reed Dünyayı Sarsan On Gün Ellen Meiksins Wood Sınıftan Kaçış İbrahim kaypakkaya Seçme eserler Mahir çayan Bütün Yazıları Hikmet kıvılcımlı Türkiyede kapitalizmin gelişimi Emrah cilasun - Mustafa suphi ve yoldaşlarını kim öldürdü Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Frederic Lordon Yeryüzünün Lanetlileri - Frantz Fanon Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı Jhon Zerzan Gelecekteki ilkel Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi Kropotkin- Ekmeğin Fethi Ivan Illich'in Okulsuz Toplum Hüseyin Can Sosvyetler ve Kürtler A.Kollontai Komünizm ve Aile N. kruspkaya Halk eğitimi Platon Socratesin Savunması Arthur Schopenhauer- Eristik Diyalektik
TOPLUMSAL CİNSİYET
Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Clara Zetkin Kadın Sorunun Üzerine – Clara Zetkin Lenin'in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri Auguste Bebel Kadın ve Sosyalizm Alexandra Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim Alexandra Kollontai Komünizm ve Aile Alexandra Kollontai Bir çok hayat yaşadım Sibel Özbudun Marksizm ve Kadın Emek, Aşk, Aile Sibel Özbudun Küreselleşme , Kadın ve Yeni - Ataerki Ricardo Coler Kadın Krallığı Elisabeth Badinter Biri Ötekidir Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği Diana Gittins Aile Sorgulanıyor Simon de beauvoir ikinci cins Valeri solanes -Erkek doğrama cemiyeti Judith Butler- Cinsiyet Belası
PSİKOLOJİ
Sigmund Freud Totem ve tabu Sigmund Freud uygarlığın huzursuzluğu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu Joel Kovel Tarih ve Tin Michel Foucault Deliliğin Tarihi Jean Twenge Ben nesli Rollo May Kendini Arayan İnsan Pascale Chapaux-Morelli İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon Erich Fromm Sevme Sanatı Eric Fromm- Özgürlükten Kaçış Caren Horney Çağın Nevrotik kişiliği POSTMODERN FELSEFE john zerzan- Gelecekteki ilkel Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon Jean Baudrillard Tüketim Toplumu Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Jean Baudrillard baştan çıkarma üzerine Jean Baudrillard Neden herşey hala yok olup gitmedi Rainer Funk Ben ve Biz Postmodern İnsanın Psikanalizi - Zygmunt Bauman Akışkan Aşk / İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair Zygmunt Bauman Akışkan Modernite Jean François Lyotard Postmodern Durum Michel Foucault Özne ve İktidar / Seçme Yazılar Michel Foucault Cinselliğin Tarihi Karakter Aşınması - Richard Sennett Kamusal insanın Çöküşü Richart Sennet Guy Debort- Gösteri toplumu
VAROLUŞÇU FELSEFE
Arthur Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer ,Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya Emil Michel Cioran Çürümenin Kitabı Terry Eagleton Hayatın anlamı Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı Ferdinand celine gecenin sonuna yolculuk Jean Paul Sartre Bunaltı Cesare Pavese Yaşama Uğraşı Franz Kafka Dönüşüm Samuel Beckett Godot'yu Beklerken Hermann Hesse Siddhartha Dostoyevski Yeraltından Notlar Dostoyevski Suç Ve ceza Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Nietzsche Ecce homo Nietzsche Decal Candide - Voltaire Albert CamusYabancı Jhon fante toza zor Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme
ROMAN VE KLASİKLER
Maksim Gorki Ana Maksim Gorki Benim üniversitelerim Dimitır Dimov Tütün Kropotkin Ekmeğin Fethi Jack London’ Demir ökçe John Steinbeck Fareler ve İnsanlar Harper Lee Bülbülü Öldürmek Victor Hugo Sefiller Goethe Genç Werther'in Acıları Balzac vadideki zambak Dostoyevski Suç ve Ceza Dostoyevski Kumarbaz Dostoyevski Budala Dostoyevski Ev sahibem Dostoyevski Yeraltından notlar Stefan Zweig Satranç Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Lev Tolstoy Anna Karenina Vladimir Bartol Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf Doğunun Limanları Harper Lee Bülbülü Öldürmek George Orwel Hayvan Çiftliği Jhon Steinbeck Fareler ve İnsanlar
Türk Edebiyatı
Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Kuyucaklı yusuf Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri ayarlama enstitüsü Yaşar kemal İnce memed Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası Mehmet Rauf Eylül Peyami Safa Yanlızız Peyami Safa Fatih-Harbiye Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye koğuşu Peyami Safa Bir teredüdün Romanı Namık Kemal İntibah Orhan Pamuk Orhan pamuk kırmızı saçlı kadın Yusuf atılgan Aylak adam Ahmet Ümit İstanbul Hatırası Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kiralık Konak
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban
Distopya-Ütopya
Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya 1984 - George Orwell Ursula K. Le Guin Mülksüzler Damızlık Kızın Öyküsü
Din Tarih ve Antropoloji
Tanrı'nın Tarihi - Karen Armstrong
Ludwig Feuerbach-Hristiyanlığın Özü Marx Engels- Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Lewis Henry Morgan-Eski toplum Wilhelm Reich- Cinsel ahlakın boy göstermesi Freud totem ve tabu Claude Levi – Strauss Yapısal Antropoloji Samuel NoahbKramer Tarih Sümerlerle Başlar Samuel noah Kramer Sümer mitolojisi M. İlin-İnsan Nasıl İnsan Oldu Darwin Türlerin kökeni Turan Dursun Din bu Dine Karşı Din - Ali Şerati Ataların Hikayesi Richard Dawkins Sibel özbudun -Antropoloji: Kuramlar, Kuramcilar Lenin Din Üzerine Karl -Marx Yahudilik Üzerine Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens , Yuval Noah Harari Deccal - Friedrich Nietzsche Ahlakın Soykütüğü- Friedrich Nietzsche Peter Hopkirk İstanbulun Doğusunda Bitmeyen oyun Hans Lukaks kieser- Iskalanmış Barış
Martin Van Bruinessen Kürtlük Türklük Alevilik
Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim
Erdoğan Çınar Kayıp Bir Alevi efsanesi
Erdoğan Çınar Aleviliğin Kayıp Bin yılı
Ahmet Taşağıgil Gök Tengrinin Çocukları
Jena Paul Roux. Türklerin Tarihi
Tori Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik
İrene Melikoff Uyur idik uyardılar
Hamza Aksüt Aleviler
Jean Hamilton Aanadoluda Heretik Hareketler
Faik Bulut Dersim Raporları
Mehmet Bayrak Dersim Koçgiri
Mehmet Bayrak Alevilik Kürdoloji Türkoloji Belge.
Hakkı Naşit Uluğ Dersim Medeniyete Açılıyor
4 notes
·
View notes
Text
İçimizdeki Nazi
Selahattin Çelik
Konu okuyucuya sıkıntı verse de ben dediğimde direteceğim, çünkü Nazizmi bir şekilde yaşıyoruz.
Faşizm (1922, İtalya), Nazizm (1933, Almanya) ve Flanjistler (1939, İspanya), üçü de birbirinin eşdeğeri, emperyalist akımlardır. Faşizm, talancılıktır, işgalciliktir, militarizmdir, özgürlüklere düşmanlıktır. Ama en ayırıcı özelliği, ırkçılığının dozudur. Faşizm ırkları/kültürleri imha hedefi yapar. Şu Hitler’e maledilir: “Yahudiler olmasaydı ne yapardın?” Cevabı: “Yaratır, öyle katlederdim.”
Her emperyalist egemenlikte faşizm vardır
Nazizm Avrupa’da etkin olduğunda, birçok ülke onu izlemiş, faşist parti ve hareketler ortaya çıkmıştı. İngiltere ve ABD’de faşist-ırkçı hareketler, İtalya ve Almanya’dan çok önce boy vermişti.
İngilizler, 1919’da Kuzey İrlanda’ya asker emeklisi ırkçı lümpenlerden oluşan “Black and Tans” isimli katliam birliklerini göndermişti.
ABD’de “Ku Klux Klan”ın tarihi 1865’e kadar gidiyor. Bugünkü Trump’ın babasının Mayıs 1927’de Ku Klux Klan’ın bir saldırısında yer aldığı için tutuklandığı iddiası vardır (The Washington Post, 29.02.2016, Phillp Bump).
Irkçı kardeşlik
Osmanlılar (İttihat ve Terakki), 1915’te bir buçuk milyon Ermeni kattetti. Bu, çağın ilk ve en büyük soykırımı idi. Hitler, 12 milyonluk dünya Yahudi nüfusunun 3 milyonunu öldürmüştü. Ermeniler ise 3 milyondu ve yarısı katledilmişti.
İttihat ve Terakki’nin ırkçı yayılmacı “Pan-Türkist” gibi tezlerinin arkasında Ernst Jäckh gibi Alman ırkçı uzmanlar vardı.
Ermeni soykırımında Almanlar, Türkleri silahla donatmışlardı. Alman subayların denetiminde, İstanbul-Bağdat demiryolu Ermeni transportunda kullanılmıştı.
İşte Yahudi soykırımından önceki Hitler’in sözleri: “Türkler o kadar Ermeni öldürdüler. Dünyadan ses çıktı mı?” Hitler yeni yetmeydi. Kıyımın üstadı Türklerdi.
Kemalistler o geleneği muhafaza ettiler. 1930’larda Kadro dergisi, faşist tezlerle Kemalist ideolojiyi oluşturma çalışması yürüttü. Öyle ki Mustafa Kemal, kafatasçı uzmanlar bile getirtiyordu.
Kemalist ırkçılığın hedefi Kürtlerdi. Kürtler, “Güneş Dil Teorisi”, “Türk Tarih Tezi” gibi ırkçı tezlerin denekleriydi.
CHP, o ırkçı zemin üzerinde kuruldu. Aradan neredeyse bir yüzyıl geçti. CHP halen o tezleri savunuyor. Haliyle ırkçı kelimesini hak ediyor.
Bugün birçok kişi, gazeteci sıfatıyla AKP iktidarına tetikçilik yapıyor, insan tutuklatıyor, hatta ölümlere sebep oluyorlar. 1990’lı yıllarda Kemalist tetikçiler bunu yapıyordu. Bunlardan biri Emin Çölaşan’dı. Kurbanlarından biri şimdi aramızda olmayan Yaşar Kaya idi. Az çok adalet sahibi bir ülkede Çölaşan ve onun gibiler yargılanır, ağır ceza alırlar. Bu pislikler basında asla yer bulamazlardı.
CHP ne yaptı? CHP’li Ankara Çankaya Belediyesi, Emin Çölaşan adına park açtı. CHP, Kürtleri katledenleri onurlandırıyor. Kararı siz verin.
Naziler Türkiye’deki uşaklarına para saçıyorlardı. MHP’nin öncülü olan Çınaraltı, Orhun, Dönüm, Türk Yurdu gibi dergi ve gruplar değil sadece, Kemalist gazete ve gruplar da Naziler’den otlanıyordu.
Hitler Sovyetlere saldırdığında (1941), İsmet İnönü ve generalleri Bakü petrolleri için zafer naraları atıyor, birbirini kutluyorlardı.
Hitler, Kerkük petrolüne de göz dikmişti. Nazilerin büyükelçisi Franz von Papen, 1940’ta Ankara’da Bağdat hükümeti bakanlarıyla ilişki kuruyordu. Bağdat’ta Başbakan Reşit Ali ve generalleri, “Cennette Allah, dünyada Hitler” diyecek kadar Hitlerci idiler. Alman Lawrence, Fritz Grobbe işbaşında idi.
Türk egemenleri kurnaz ve kalleş idiler. Hitler’e uzak durma karşılığında Hatay’ı almışlar, Hitler savaşı kaybedince de ABD yardımlarını almak için savaş açmış, Nazi yanlısı organları sözde kapatıyorlardı.
Türk Nazizmine ne ad vereceğiz?
Tarih nettir: Türk egemenleri hiçbir zaman Nazilerden kopmadılar. Kapıları faşizme her zaman açık oldu.
Saddam’ın katliamlarını kazın. Sosyalist devletlerden destek alan Baas şiddetinin kodları, Bağdat-Nazi Berlin işbirliğine kadar uzanır. Bugünkü Türk iktidarının şiddetini kazın, kökü Kemalist diktatörlük ve İttihatı Terakki’ye uzanır.
Her vesileyle Erdoğan’ın Güney ve Batı Kürdistan’ı egemenlik alanında gördüğünü yazıyorum. Vurgum, bazıların hoşuna gitmiyor. Öyle mi?
Türkiye’de hükümete stratejik öngörülerde bulunan “Yeni Türkiye” isimli bir dergi var. Patronu eski bakanlardan ırkçı Hasan Celal Güzel gözüküyor. “Misak-ı Milli” özel sayısı çıktı (Ocak-Şubat 2017). Önsözü Erdoğan yazmış. Harita da var. Güney ve Batı Kürdistan, Hewler ve Kerkük, hatta Doğu Kürdistan’ın büyük kesimi, Misak-ı Milli içinde gösteriliyor. Fazla söze gerek var mıdır?
Saddam, Enfal’i yaptı. Enfal, soykırımdır. Enfal’in rejisörleri Arap ırkçılarıydı, faşist idiler. Peki 2015-2016’de Kuzey Kürdistan’da olanlar? Enfal değil midir? Ya o vahşetin rejisörü Türkler?
Almanya tepki vermeye başladı
“- 15.07.2016 darbesi, Gülen Cemaati’nin kârı değil (İstihbarat örgütü BND).
Savaşı durduran Öcalan mı terörist, yoksa demokratik muhalefeti susturan, özgürlüklere düşman Erdoğan mı? (ARD, 20.03.2017).
Erdoğan bir İslami cemaat lideridir (yani cumhurbaşkanı değil).
Almanya’ya Nazi suçlaması yapmak, Alman yasalarına göre suçtur. Erdoğan’a karşı ceza davası açılmalıdır”...
Berlin’in asıl problemi Trump’la, yoksa Erdoğan’la uğraşmak işten değil.
Avrupa’daki Kürtlerin, provakasyonlara karşı oldukça duyarlı olmaları gereği ortaya çıkıyor. Dönemin taşkınlıklara tahammülü yok.
1 note
·
View note
Text
BİR AYRILIK
Ne zaman yanından ayrılsam, bir daha seni göremeyecekmişim gibi geliyor.” Onu son gördüğümde söylediğim şeydi bu. Son buluşmalarımızda içime mi doğmuştu ne? Belki de her defasında ilk kezmiş gibi göz göze gelmemizdendi bu. Bilemiyorum. Onu 1987 yazında yağmurun ve karın birbirini sendelettiği bir rüzgarın altında görmüştüm. Belki de bana yağmur ve kar kadar gerçek görünmüştü o gün. Sürekli bana doğru yürüyen bir gölge, sürekli gözlerine baktığım bir yangın yeri gibiydi. Sonra kaybettim onu. Sokaklarda aramaya koyuldum ve onu o sokaklarda son arayışım olmayacaktı ve ben bunu onu kaybetmeden anlamıştım. Dörder beşer katlı birbirine bitişik yıkık dökük binaların ayaklarının altında saatlerce onu arayışım hala beni heyecanlandırıyor. Kalbimin güm güm atışı, ellerim ve ayaklarımın buz kesişi, karnımda günlerce aç kalmışımcasına varlığını hissettiren boşluk ve günlerdir uykusuz olmama rağmen gelen bu dinçlik. Bilemedim hangi mevsimdeydik, hangi aydaydık, bilemedim gündüz müydü gece miydi onu gördüğümde, bilemedim yaşıyor muyum yoksa yavaş yavaş can vermeye mi başladım?
1987 yazında, bir akşam karanlığında, saatlerce aradım onu, bulamadım. O günden sonra her gün o saatte o caddede bedenim ve ben onu belki bir daha görürüm, bir daha görürüm, bir daha ve bir daha diye dolandık durduk. Bazen en umutsuz anlarımda karanlıkta bir duvar dibinde oturdum, bedenim buz tuttu, ben ağladım. Günler haftaları, haftalar, ayları kovaladı durdu. Ben umudumu kesmesem de o caddeye gitmeyi kestim ama heyecanım bittiğinden değil, gücüm kalmadığından. Çok zaman geçti aradan 1988 oldu sene ve onu bir kere bile olsun rüyalarımda görmedim. Yalnız bir insan, yalnız bir hayat böyle umutlarla yitip gider. Bunu bile bile yaşadım uzun bir süre ve bir gün karlı bir gece ırmak kenarında yürürken onu tekrar gördüm. Bir an duraksadım, kalbim küt küt atmaya başladı, nefesim daraldı, yalnız ellerim ayaklarım değil tüm vücudum buz tutmuştu bu defa, bayılacak gibi oldum, sendeledim. Üzerine kar birikmiş tahtadan ırmak korkuluğuna kolumu koyunca hissettim sıcağı, ne zamandır sokaktayım ben? Neden bu kadar üşüdüm? Neler oluyor bana? Ne yapıyorum burada? Boynumu eğip bunları sorduğum anda bir sese kaldırdım kafamı. Ama bir an eğilmiş boynumun üzerinde kapkara gökyüzünün ağırlığınca kar birikmiş gibiydi, kaldıramadım. “İyi misiniz?”. Soluklanıyordum ve o “Durumunuz kötüyse ilerideki sağlık ocağına kadar size refakat edebilirim.” dedi. Hiçbir şey söylemedim, yürümeye başladık. Bana bir şeyler sordu, anlayamadım. Dirseğimden bir eliyle tutmuştu, az çok hissediyordum onu ama üzerimiz çok mu kalındı ne! Muayeneye aldılar beni, bir şeyim yoktu tabi. Eve gidip biraz ısınmam gerektiğini söylemişlerdi. Benim zaten içim… Kendimi toparladım, beraber çıktık sağlık ocağından. Beni evime kadar bırakabileceğini söyledi, kabul etmedim, edemedim. Ne tarafa gittiğimi sordu, iki cadde yukarı. Yanımda geldi o da, bir yukarıda da o oturuyormuş. Ne yani, ben onu hep yanlış caddede bekledim öyle mi?
Adı Anna’ymış. Öğretmenmiş ama öğretmenlik değil, Sol gazetelerin birinde yazı işlerindeymiş, bazen de kendisi bir şeyler karalıyormuş. Ah Anna hergün evime gelen gazetede senin de yazıların oluyormuş öyle mi? Haftada bir görüşüyorduk Anna’yla, ne zaman görsem onu son görüşüm gibiydi. Simsiyah saçları, bembeyaz yüzü, ince ipince kaşları. Yüzünde ilahi bir dokunuş var gibiydi. Dudaklarıysa her öpüşte bir hakikati açığa çıkaracak gibi davetkâr. Bir gün Anna’ya sokaklar hakkında ne düşündüğünü sordum? Bu caddelerin, sokakların, evlerin neden böyle olduğunu? Devlet dedi, nüfus dedi, politika, sınıf, azgelişmişlik ve bir sürü şey dedi Anna. Bilmiyorum haklı mıydı? Ben gözlerine bakıyordum sürekli içimden kalkıp öpmek geliyordu onu, tutuyordum kendimi. Her göz göze gelişimizde “seni seviyorum Anna” diyecek gibi olup son anda durduruyordum kendimi. Sözünü bitirmişti, ne sorduğumu da unutmuştum iyi mi? Soruyu tekrar edip bana sordu, bense tutamayıp kendimi “Ben bu sokaklarda seni çok bekledim Anna. Saatlerce seni aradım her gün. İnsanlar benden korkmaya başladı, defalarca dövdüler beni bu caddelerde. Çok ağladım Anna, hem de çok. O gün seni tekrar gördüğümde o hale düştüm ben. Ömrüm boyunca seni arayacak gibiydim o ana kadar. Ama şimdi birbirimizi tanıyoruz, ben seni seviyorum Anna. Senin beni sevmemen de önemli değil eğer öyleyse. Ben sadece seni görerek yaşamaya devam edebilirim ama bir türlü o bir yılı atlatamadım. Ne zaman yanından ayrılsam, bir daha seni göremeyecekmişim gibi geliyor.” 22.01.2020 / Rüya Fragment-1
Y.’nin bende bir eşyası mı kalmış yoksa bir ihtiyacı mı olmuştu hatırlamıyorum, ama gelip benimle konuşmuştu aramız da düzelmişti. Kampüsten aşağı doğru yürümeye başladım. H*****ir öğrenci kartını almayı unutmuşum dedim kapıdan çıktıktan sonra. Ama karşıma o çıktı. Adını hatırlamıyorum, gerçek hayatta gördüm mü, ya da kim onu da hatırlamıyorum. Tek hatırladığım siyah saçlı, siyah elbiseli, tatlı bir kızdı tam da benim yaşlarımda. Onu gördüm karşıdan gelirken. Meğerse tanışıyormuşuz hatta birbirimizi de seviyormuşuz. Orada öptüm onu, sarıldım kimseye sarılmadığım kadar.
Fragment-2
Şehir ikiye bölünmüş ve iki grup arasında savaş var. Birer ikişer katlı şehrin dibinde deniz var, denizden saldıranlar oluyor. Ben onu arıyorum, en sonunda bulup denize 4 ev sırası uzak bir eve yerleştiriyorum, beni burada bekle diyorum. Ayrılırken korkuyorum döndüğümde orada olmazsa diye. Bir şekilde dönüyorum, dudaklarından öpüyorum, sarılıyorum. Bir iki defa daha böyle oluyor ve ben son sürat koşuyorum onu görmeye. Ayrılırken “Ne zaman yanından ayrılsam, bir daha seni göremeyecekmişim gibi geliyor.” diyorum ve gidiyorum. Bir an uyanıyorum.
Fragment-3
Soğuk ve karanlık bir şehrin caddelerinde duvarlarda enine yürüyerek onu arıyorum. İşte arayışımın öyküsü yukarıdadır. Ama ben Anna’yı hiç bulamadım.
NİSAN 1, 2020 | BLOGGER*
OĞUZHAN DURU | BİR AYRILIK
1 note
·
View note
Text
1935 sonbaharında Atatürk, İstanbul'dan Ankara'ya rahatsız dönmüştü. Kurum üyelerini yanına davet etti. Yatakta idi. Fransızca yazılmış bir kısa etütten bahsetti. Bu etüt Viyanalı doktor Kvirgiç tarafından yazılmıştı. Viyanalı doktora göre ilk tefekkür güneşle alakalı idi. Dillerin doğuşu da güneşe bağlanmalı idi.
Bu etütten ilham almışa benzeyen Güneş-Dil Teorisi üstünde durmak istemiyorum. Ben bu teoriye hiçbir zaman inanmamıştım. Atatürk'ün maksadı birçok yabancı kelimelerin Türkçe olduğunu ispat ettirerek, Türk lügatini dünyanın en zengin olanlarından biri haline getirmekti. Biz onun gayesine bakalım ve bağlanalım. Tarih tezleri için de birçok şeyler söylenmiştir ve Atatürk'ün uydurma bir tarih peşinde koştuğu ileri sürülmüştür.
Doğrusu şudur ki, dilimiz ve tarihimiz, ne Osmanlı aydınlarının sandığı gibi hiçbir şey, ne de Atatürk devrinin zorladığı gibi her şey idi. Atatürk, aşırıları deneyerek doğruyu bulmak istemiştir. Eserini sonuçlandırmaya ömrü yetmedi. Yazık ki, son dil çalışmaları da Atatürk'ün eşsiz ve hayret verici sağduyusunu hayli zedeleyen hastalık buhranlarına rastladı.
1 note
·
View note
Text
"Uzayda kaybolan kozmonotlar" teorisi ne kadar gerçek, ne kadar hayal?
Göksoy Medya
"Uzayda kaybolan kozmonotlar" teorisi ne kadar gerçek, ne kadar hayal?
1961’de Sovyet kozmonot Yuri Gagarin, Dünya’yı terk edip uzaya giden birinci insan olarak tarihe geçti. Bununla birlikte, 1957’den itibaren Sovyet Uzay programı yayınlarını izlemeye başladıklarını argüman eden iki İtalyan kardeşe nazaran, ondan evvel giden öbürleri da vardı, lakin canlı olarak geri dönemediler ve bu durum halktan saklandı. Bu yüzden, Ay’daki hayatını kaybeden astronotları ve kozmonotları anan plaketin (yukarıdaki resim) çok daha uzun olması gerektiğini söylüyorlar.
ABD uzay programı üzere, Sovyet uzay programı da kendi felaketlerini yaşadı. Şaşırtan olmayan bir formda, Dünya’da saniyeler süren uçuşların ihtilal niteliğinde olduğu düşünülen bir periyodun üzerinden bir yüzyıl geçmeden insanları uzaya göndermek inanılmaz derecede zordu ve riskleri de yok değildi. 1960 yılında Sovyetler Birliği’nde bir roket, fırlatma rampasının yakınında yaklaşık 160 kişinin vefatına sebep oldu. 1971’de, arızalı bir valfin ani dekompresyona yol açmasından sonra Soyuz 11’de üç kozmonot hayatını kaybetti. Lakin çok daha fazlası da olabilir…
Sovyetlerin utandırıcı ve gereksiz riskleri içeren olayları örtbas etme yatkınlığına dair ünleri (bu ünün ne kadar hak edildiği tartışılabilir) düşünülürse, Judica-Cordiglia kardeşler Sovyetler Birliği’nin sav edilen mürettebatlı misyonlarının kayıtlarını yaptıklarını tez ettiklerinde, insanların bu fikre neden sıcak baktığını görmek güç değil. Kardeşler, Sovyetler’in, Dünya’nın yörüngesinden uzaklaşıyor üzere görünen bir uzay aracından gelen SOS sinyali de dahil olmak üzere, kamuya açık olmayan birçok misyonu kaydettiklerini sav ediyor.
Kasım 1963’te kaydedildiği söylenen en ünlü kayıtlarından biri, “kayıp kozmonotlardan” birini atmosfere yine girerken yakaladığını ve Dünya’ya dönmeden evvel öldüğünü argüman ediyor.
Kardeşler, Rusça bilmediklerini için ve ne kaydettiklerini öğrenmek ismine mütercimler ile mutabakatları gerektiğini söylüyor. Kardeşler, kayıtların gerçek olduğunu savlarından vazgeçmiş değil.
Kayıp Kozmonotlar argümanı gerçek olabilir mi?
Lakin, “kayıp kozmonotlar” teorisi yalnızca bir komplo teorisi de olabilir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana, kozmonot Valentin Bondarenko‘nun eğitim sırasında vefatı ve akabinde ortaya çıkan örtbaslar üzere uzay programının felaketleri gün ışığına çıktı. Tekrar de, kaybolan bu kozmonotlar hakkında rastgele bir ayrıntı yahut bu kayıtları ya da öteki öyküleri doğrulayacak hiçbir şey bulunamadı.
Kimileri Judica-Cordiglia kardeşlerin kayıtları büsbütün uydurduğuna inanıyor. Uzay gazetecisi ve tarihçi James Oberg, bu tezleri doğrulayan hiçbir delil bulunmadığına dikkat çekiyor ve kardeşlerin savlarıyla ilgili, gerçekliği konusunda kuşku uyandırabilecek birkaç öbür sorunu listeliyor. Bunlar ortasında kardeşlerin Mercury 6 uzay aracını dinleyebildiğine dair argümanlar da bulunuyor.
Oberg, “bilhassa uzay aracının yörüngesi her vakit İtalya’nın menzilinin çok dışında olduğu için, Şubat 1962’de Mercury-6 (John Glenn) uzay aracından direkt sinyallerin kardeşler tarafından alındığına dair doğrulanabilir hiçbir delil bulunmuyor” diye yazdı ve ekledi: “Bir antenin fotoğrafından saklı radyo frekansını belirledikleri tezi inandırıcı değil, zira atıfta bulundukları anten bir iniş sonrası kurtarma feneri ve hatta kapsül suya girene kadar açılmadı yahut etkinleştirilmedi.“
Kardeşlerin Yuri Gagarin’in uzay aracından sinyaller duyduklarına dair argümanları da Oberg tarafından kuşkuyla karşılanıyor: “Bilhassa uzay aracının yörüngesi her vakit İtalya’nın menzili dışında olduğundan ve en yakın yaklaşma dakikaları sırasında, Dünya’ya geri dönerken, uzay aracı yavaşlama ve radyonun plazma blokajına maruz kalıyordu.“
Oberg, “kayıp kozmonot” teorisini çürüten uzun bir yazısında, “Bu erken uzay vazifelerinde kelamda kozmonot vefatlarına dair hiçbir delil, bugün önemli bir incelemeye karşı dayanamaz” diye yazdı ve devam etti: “Bu öykülerin 1960’ların başında yayılıp gelişmesinin sebebi olarak büsbütün Sovyet haber yöneticileri gösterilebilir. Kaçınma, övünme, çarpıtma ve düpedüz palavralardan oluşan tanıtım siyasetleri, içinden her türlü sansasyonel ve yakışıksız kıssanın doğduğu bir gizem ve zımnilik atmosferi yarattı.“
0 notes
Text
İŞTE ATATÜRK
Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benden sonra beni benimsemek isteyenler aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Önce 15 Temmuz 2016 darbesinden hemen sonra AKP Genel Merkezi'ne kocaman bir Atatürk posteri astılar. Sonra kısık sesle de olsa “Atatürk” demeye başladılar. Şimdi de 10 Kasım 2017'de Atatürk'ü rahmetle, minnetle andılar; hatta hızlarını alamayıp “Gerçek Atatürkçü biziz!” demeye bile başladılar. Şimdiye kadar 10 Kasımları görmezden gelen yandaş basın, birinci sayfadan büyük puntolarla Atatürk'ün yasını tuttu. Peki ama nasıl oldu da yıllardır “Atatürk karşıtlığını” adeta resmi ideoloji haline getiren AKP yönetimi, birden bire Atatürk'e döndü? Görünen köy kılavuz istemez! AKP, yıllardır sürdürdüğü “Atatürk karşıtlığının” toplumda bir karşılığının olmadığını, Türk Milleti'nin Atatürk'ten vazgeçmediğini, tam tersine saldırılar sürecinde Atatürk'e daha fazla sarıldığını gördü. Kritik seçimlerden önce “mecburen” Atatürk'e dönmek zorunda kaldı.
Peki ama ölümünün üstünden 79 yıl geçtiği halde hâlâ etkisini ve gücünü koruyan Atatürk kimdir?
YABANCILAŞAN OSMANLI
Atatürk, Batı karşısında her bakımdan geri kalmış, yarı sömürge durumunda, “hasta adam” olarak adlandırılan bir ümmet imparatorluğunda dünyaya gelmişti.
Atatürk, adeta yabancılaşmış bir ülkede doğmuştu. Atatürk'ün doğup büyüdü II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da “yerli-milli” neredeyse hiçbir şey yoktu. Her şey yabancıların kontrolündeydi: Yabancılara ayrıcalıklar veren kapitülasyonlar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Osmanlı yabancılardan aldığı borçları ödeyemeyince 1881'de kurulan Duyun-u Umumiye ile yabancılar Osmanlı'nın tüm gelir kaynaklarına el koymuştu. Madenleri yabancılar çıkarıyor, demiryollarını, limanları, sanayi kuruluşlarını yabancılar yapıp yabancılar işletiyordu. Bankaların çoğu yabancılarındı. Yabancı şirketler ayrıcalıklıydı. Tütün yabancılarındı. Siyaseti yabancı elçiler ve konsoloslar yönlendiriyordu, ordu yabancılara teslim edilmişti. Osmanlı topraklarında yabancıların çok sayıda okulu vardı. Anadolu'daki misyoner okulları denetlenemiyordu. Yabancılar, Osmanlı mahkemelerinde yargılanamıyordu. Yabancılar bir taraftan satın alarak, diğer taraftan savaşlarla Osmanlı topraklarını ele geçiriyordu. II. Abdülhamit döneminde bugünkü Türkiye'nin iki katından fazla toprak kaybedilmişti.
Kısacası Atatürk'ün doğup büyüdüğü dönemde Osmanlı, yabancılar için cennet, Türkler için cehennem gibiydi. Atatürk işte bu yabancılaşmaya derinden derine isyan ederek büyüdü.
02ataturk25cm
VATAN VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Atatürk, II. Abdülhamit istibdadının bütün özgürlükleri yok ettiği bir baskı döneminde doğup büyümüştü. Kitaplar, gazeteler yasaklanıyor, aydınlar hapsediliyor, sürgün ediliyor veya ülkeyi terk etmek zorunda bırakılıyordu.
İşte Atatürk, bir taraftan emperyalist baskı, diğer taraftan saltanat baskısı altında “özgürlük” ve “bağımsızlık” özlemiyle doldu. Ondaki vatan ve özgürlük tutkusunun kökleri buraya dayanır.
Atatürk'ün doğup büyüdüğü topraklar; Balkanlar, Osmanlı'nın Batı'ya en yakın, Batı düşüncesine en açık bölgesiydi. Okuduğu askeri okullar da dönemin en iyi okullarıydı. Bu nedenle Atatürk, çok erken yaşlarda, Batı'nın pozitivizm, Darwinizm, mataryalizm, sosyalizm vb. yeni düşüncelerinden etkilendi.
Atatürk, hanedana, saraya bağlı değildi. Gerçek bir halk çocuğuydu. Hep halkın içindeydi. Doğal olarak halkın gerçek dertlerini, sorunlarını, ihtiyaçlarını, özlemlerini çok iyi biliyordu.
Bu arada sürekli okuyordu. Çok erken yaşlarda Fransızca öğrenmişti. Dünyayı değiştiren kitapları ve aydınları tanımaya başlamıştı.
Daha Harp Akademsi'nde öğrenciyken arkadaşlarına saraya, sultana karşı özgürlük mücadelesinden söz etmiş; okulda bu düşünceleri yaymak için bir gazete çıkarmış, bu nedenle tutuklanıp Bekirağa Zindanı'na atılmıştı.
İlk görev yeri Şam'a gider gitmez orada özgürlükçü arkadaşlarıyla birlikte “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurmuştu.
Sonra İttihat Terakki'ye katılmıştı. Ancak ordu ile siyasetin birbirinden ayrılmasını savunduğu için cemiyetten ayrılmak zorunda kalacaktı.
Meşrutiyeti yeterli görmüyordu. Çok daha büyük bir toplumsal değişime, dönüşüme ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
Türk halkının Atatürk'e saygısı ve sevgisi artarak devam ediyor.Türk halkının Atatürk'e saygısı ve sevgisi artarak devam ediyor.
GERÇEKÇİ SAVAŞÇI
Osmanlı'ya yönelik emperyalist saldırılara karşı cepheden cepheye koştu. Sırasıyla Trablusgarp'ta, Çanakkale'de, Muş ve Bitlis'te, Suriye'de, Filistin'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da savaştı. Savaş meydanlarındaki büyük zaferleriyle kurmay yüzbaşılıktan gazi-mareşal-başkomutanlığa kadar yükseldi. “Haksız” savaşı yoktu; tüm savaşları haklıydı, nefsi müdafaa savaşıydı. İşgalci düşmana karşı halkının namusunu, toprağını, vatanını korumuştu. Milli Mücadele'nin Müdafaai Hukuk olarak adlandırılması boşuna değildi.
Asla boş hayallere kapılıp milletini sonu belirsiz maceralara atmadı. 1917'de Enver Paşa'nın Hicaz'a sefer düzenleme isteğine “hem Hicazı hem Filistin'i savunmak mümkün değildir” diyerek karşı çıktı. Enver Paşa, Atatürk'ü dinlemedi, sonuçta hem Hicaz, hem Filistin gitti. 1917'de Halep'ten yazdığı raporlarda Anadolu ve civarının savunulmasını istedi. Ancak Atatürk'ün Anadolu ve civarını savunmaktan söz ettiği o günlerde Enver Paşa, Kafkasya'da zafer kovalıyor, Hindistan'a sefer yapmayı planlıyordu.
DİRENİŞ HAZIRLIKLARI
Atatürk, I. Dünya Savaşı'nın sonunda İngilizleri, Halep'in kuzeyinde, Anadolu kapılarında durdurdu. 1918'in sonlarında Halep'te, Kilis'te ve Adana'da direniş hazırlıkları yaptı. Emperyalist işgalin Anadolu kapılarında son bulmayacağını Anadolu içlerine kadar yayılacağını görebiliyordu. Bu öngörüsü doğrultusunda gerekli hazırlıkları yapıyor, Ali Fuat Cebesoy'un ifadesiyle “direniş yuvaları” oluşturuyordu. 13 Kasım 1918- 16 Mayıs 1919 arasında 6 ay kaldığı İstanbul'da Anadolu'daki direnişin alt yapısını hazırladı. Asker, sivil herkesle görüştü. Padişahla konuştu. Devlet adamlarıyla görüş alışverişinde bulundu. İttihat ve Terakki'den arda kalan yer altı örgütleriyle temas kurdu. Şişli'deki evde direniş planları hazırladı. İstanbul'daki temasları sonunda İstanbul kaynaklı bir kurtuluşun mümkün olmadığını gördü. İstanbul kaderine razı olmuş gibiydi. Padişahın, sadrazamın, mevcut partilerin halkı harekete geçirmesi imkansızdı. Kendi ifadesiyle, İstanbul surlarının dışına çıkmak gerekiyordu. Sadece İstanbul surlarının dışına çıkmak da yetmezdi. Mevcut teslimiyetçi siyaset teorisinin de dışına çıkmak lazımdı. Padişahın ve İngilizler'in ağzına bakarak kurtuluşun mümkün olmadığını görüyordu. Düşündü, taşındı ve Anadolu'ya gidip partiler üstü bir “milli direniş” örgütlemeye karar verdi. Bu kararında, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan hemen sonraki işgallere karşı başlayan yerel direnişler etkili olmuştu. Bu direnişleri derleyip toparlayabilirse kurtuluşun mümkün olacağını anlamıştı.
Atatürk'ü Atatürk yapan temel özelliklerden biri çok okumasıydı.Atatürk'ü Atatürk yapan temel özelliklerden biri çok okumasıydı.
ATATÜRK'ÜN BAŞARI SIRLARI
Savaş yorgunu, yoksul, yılgın bir halkla, ordusuz, cephanesiz, parasız, moralsiz Milli Mücadele'yi kazanmak çok zordu. Üstelik karşıda birden fazla düşman vardı. Savaş çok cepheliydi. Öncelikle Atatürk'ün ifadesiyle “iç cepheyi güçlendirmek” gerekiyordu. İsyanları sonlandırmak, asker kaçaklarına engellemek, ihanet şebekelerini etkisizleştirmek lazımdı. Sonra dış düşmanı yenmeye sıra gelecekti.
Atatürk, Milli Mücadele'yi şöyle kazandı:
– Milleti hazırladı. Bunun için kendi ifadesiyle önce “işgal edilmiş zihinleri yeni bir imanla istila etti.” Böylece mümkün olduğunca mandacıları, teslimiyetçileri etkisizleştirdi. Halkı, tüm farklılıklarına rağmen birleştirdi, bütünleştirdi.
– Meclis'i açtı. Milli iradeyi egemen kıldı. Milli Mücadele'yi Meclis kararlarıyla yürüttü. Asla Meclis'i kapatmayı düşünmedi. Başkomutanlığı bile üç ay süreyle Meclis'ten aldı.
– Orduyu hazırladı.
– Dış cepheden önce iç cepheyi sağlamlaştırdı. İsyanları bastırdı.
– Uzaktan talimatlarla değil, yakından, insanların omzuna, aklına ve kalbine dokunarak Milli Mücadele'yi yönetti. Milli Mücadele'den sonra devrimleri yaparken de halkın ayağına gitti, devrimleri bizzat halkın ayağına götürdü. Örneğin Harf Devrimi sonrası yeni harfleri kara tahta başında bizzat halka anlattı. Şapka Devrimi'ni halka tanıtmak için bizzat Kastamonu'ya gitti. Bizzat tarih ve dil tezleri ortaya attı. Tarih ve Dil kurultaylarına katıldı.
– Düşman cephesini daraltmaya çalıştı. Fransa ve İtalya'yı diplomatik yollarla etkisizleştirdi, böylece Yunan ordusunu destekleyen İngiltere'yi yalnızlaştırdı.
– Düşmana karşı “mazlum milletler cephesi” kurdu. Sovyet Rusya, Afganistan, Hindistan, Mısır vb. ülkelerle gizli açık antlaşmalar yaptı, işbirliğine girdi, böylece İngilizleri kuşattı.
– Milli Mücadele'de de dış borçlanmaya gitmedi, sonradan geri verilmek üzere halktan yardım istedi. (Tekalifi Milliye Emirleri). Sovyet Rusya'dan ve Hindistan'dan maddi yardımlar aldı.
– Sovyet Rusya'dan maddi yardım alırken asla Sovyet Rusya'nın etkisine girmedi, bağımsız siyasetine hiç kimsenin müdahale etmesine izin vermedi.
– Anadolu'daki Yunan mezalimini dünyaya duyurarak dünya kamuoyunu etkilemeye çalıştı.
– Düşmana karşı bağımsızlık, saraya, sultana karşı egemenlik mücadelesini birlikte yürüttü.
– Saraya, sultana geleneksel bağlarla bağlı bir toplumda yeri ve zamanı gelmeden gelecekte yapacağı devrimlerden asla söz etmedi. Hatta devrimleri örtüp gizlemek ve milli direnişi güçlendirmek için belli bir döneme kadar padişahı, halifeyi de kurtarmaktan söz etti.
– Zafer kazanabilmek için sadece orduyu değil, tüm milleti seferber etti. (Topyekün Savaş).
– Milli Mücadele boyunca asla diplomatik arayışlardan vazgeçmedi. Avrupa'ya elçiler, heyetler gönderdi. Uluslararası konferanslara temsilci gönderdi.
– Her askeri zaferden sonra diplomatik zaferler kazandı.
– Usta bir satranç oyuncusu gibi rakibinin (İngiltere'nin, Yunanistan'ın) hatalarından yararlanmayı bildi. Örneğin Milli Mücadele boyunca Yunan ordularının Anadolu'da yaptığı katliamları hep gündemde tuttu. İngilizler'in İstanbul'u işgalini “İslamın son kalesinin düşman ayakları altında çiğnenmesi” olarak duyurdu İslam dünyasına…
– Düşmanın hamlelerine, karşı hamlelerle cevap verdi. Örneğin İngilizlerin İstanbul'u işgal edip milletvekillerini tutuklayacaklarını tahmin ettiği için Anadolu'daki İngiliz subaylarını tutuklattı. Nitekim Malta sürgünlerini kurtarmak için bu esirleri kullandı. İstanbul Hükûmeti'nin ihanet fetvasına karşı direniş fetvası yayımlattı.
– Asla toplumsal gerçekliği görmezden gelerek hareket etmedi. TBMM'yi tekbir ve dualarla açtırırken toplumsal gerçekliğe uygun hareket ediyordu.
– Kesin zafere ulaşmadan asla barış yapmayı düşünmedi. “Bizim için barış demek tam bağımsızlık demektir” diyordu. Büyük Zaferi kazanıp düşmanı denize dökünceye kadar yapılan tüm barış tekliflerini reddetti.
– Gerektiğinde geri çekilmeyi, gerektiğinde durmayı bildi. Kütahya Eskişehir savaşlarında orduyu Sakarya'nın doğusuna çekti. Milli Mücadele sonrası İstanbul'u, Boğazları, Doğu Trakya'yı ele geçirince Batı Trakya'ya girmeyi asla düşünmedi. Misak-ı Milli'de yer almasına karşın, anayurdu tehlikeye atmamak için Musul macerasına atılmadı.
– Sadece silahlı değil, silahsız askeri zaferler kazanmasını da bildi. Örneğin Doğru Trakya'yı, İstanbul'u ve Boğazları, Hatay'ı silahsız geri aldı. Gerektiğinde en güçlü silahı diplomasi oldu.
– Atatürk, Milli Mücadele'nin bir “çılgınlık” bir “mucize” değil, “hesap” olduğunu söylüyordu. Gerçekten de her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştı. Milli Mücadele her şeyden önce aklın zaferiydi.
– Milli Mücadele'yi kazandıktan sonra “zafer sarhoşu” olmadı. Çünkü kendi ifadesiyle “ilim ve iktisat zaferleriyle taçlandırılmayan askeri zaferlerin tez zamanda söneceğini” biliyordu. Savaştan sonra süngünün yerini saban, kılıcın yerini kalem aldı. Sağlık, eğitim, ekonomi, kültür devrimleri yaptı. Türkiye'yi, çok değil 15 yılda adeta bir çağdan başka bir çağa taşıdı.
– Savaştan sonra asla kin tutmadı. “Yurtta barış dünyada barış” diyerek uzak yakın tüm ülkelerle dostluk ve kardeşlik antlaşmaları imzaladı, barış paktları kurdu. Başka ülkelerin iç işlerine karışmadığı gibi hiçbir ülkeyi de Türkiye'nin iç işlerine karıştırmadı. Bağımsızlığa saygıyı esas aldı.
AKP'nin 10 Kasım afişlerinden biri...AKP'nin 10 Kasım afişlerinden biri…
AKLIN VE BİLİMİN REHBERLİĞİ
Atatürk, “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benden sonra beni benimsemek isteyenler aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar” diyordu. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir” diyordu.
Demem o ki, Atatürk'ün izinden gitmek, Atatürk'ün askeri olmak için önce “aklın ve bilimin rehberliğini” kabul etmek gerekir.
İnsanlık tarihi, “aklın ve bilimin rehberliğini” kabul etmeden kurtuluşun mümkün olmadığını göstermiştir.
Bu topraklarda Atatürk'e düşmanlık önce akla ve bilime düşmanlıktır. Sonra bağımsızlığa, milli egemenliğe, çağdaşlığa ve barışa düşmanlıktır. Yani bu topraklarda Atatürk'e düşmanlık, aslında bu toprağın insanına düşmanlıktır.
Son günlerde “siyaseten Atatürkçü” olanlara ithaf olunur
7 notes
·
View notes
Text
Erdoğan: Kimsenin tek karış toprağında gözümüz yok
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Bizim kimsenin tek karış toprağında gözümüz yoktur ama bizim kendi topraklarımıza dikilen gözlere, egemenlik haklarımıza uzanan ellere, istiklalimize ve istikbalimize yönelen tehditlere de en küçük bir tahammülümüz olamaz." dedi. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde düzenlenen 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonundaki konuşmasına, kendisini dinleyenleri selamlayarak başladı. Resepsiyona katılanlara teşekkür eden Erdoğan, 30 Ağustos Zafer Bayramı'nı kutladı. Bu zaferi millete armağan eden İstiklal Harbi'nin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, Büyük Millet Meclisi'nin kıymetli üyelerini, kahraman Türk ordusunun tüm askerlerini rahmetle yad eden Erdoğan, "Her zafer gibi 30 Ağustos'un arkasında da gözlerini kırpmadan hayatlarını feda eden kahramanlarımızın cesaretleri vardır." diye konuştu. Erdoğan, dört gün önce de Malazgirt'te Sultan Alparslan ve ordusunun zaferinin kutlandığını anımsatarak, "Bu coğrafyayı bize vatan kılmak için bin yıldır cepheden cepheye koşarak can veren, terörle mücadelede ve 15 Temmuz'da bir gül bahçesine girercesine toprağa düşen tüm şehitlerimizi şükranla yad ediyorum. Şehitlerimizin hepsine Allah'tan rahmet diliyor, gazilerimize sıhhat ve afiyet temenni ediyorum." ifadelerini kullandı. "Aydınlık bir ufuk açma gayreti" Ecdattan alınan bu kutlu emaneti sonraki nesillere bırakmayı en önemli görev addettiklerine değinen Erdoğan, şunları kaydetti: "Bundan 97 yıl önce bir 30 Ağustos günü Anadolu'nun bağrına saplanmak istenen hançeri söküp atan atalarımız yepyeni bir ufuk açmışlardı. Biz de yürüttüğünüz mücadeleyle sonraki nesillerin önünde çok daha geniş, çok daha aydınlık bir ufuk açmanın gayreti içindeyiz. Gençlerimize 2053 ve 2071 vizyonlarını miras olarak bırakmak için gece gündüz çalışıyoruz. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100'üncü yılı olan 2023 için belirlediğimiz hedefler, bu büyük vizyonların altyapısıdır. Birkaç yıllık gecikmeyle de olsa inşallah 2023 hedeflerimize mutlaka ulaşacağız. İşte o zaman Allah'ın yardımı ve milletimizin desteğiyle Türkiye'nin önünde yepyeni bir dönem açılmış olacaktır." Her zaferin gerisinde bolca ter ve gerektiğinde dökülen kanlar olduğunu ifade eden Erdoğan, bugün yürütülen mücadelenin de kan ve terle yoğrularak ilerlediğini vurguladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle devam etti: "Kahraman güvenlik güçlerimiz, ülkemiz içindeki sarp dağlardan şehirlerin karanlık dehlizlerine, yurt dışında teröristlerin yuvanladığı inlere kadar bölgemizin tamamını adeta hallaç pamuğu gibi atıyor. Haluk Dursun Hocamızın dediği gibi evet bizler kesinlikle gerek Dicle'nin doğusunda gerekse Fırat'ın doğusunda kesinlikle kuzularımızı kurtlara kaptırtmayacağız, yedirmeyeceğiz. Kara, deniz, hava güçlerimiz ve diğer tüm savunma unsurlarımızın kalplerinde vatan sevgisi, dillerinde tekbir, eller tetikte ve gözler ufukta 24 saat görev başındadır. Demokraside ve ekonomide güçlü Türkiye için yürütülen bu mücadelenin sembolü de tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet olarak ifade ettiğimiz Rabiamızdır. Hep söylediğimiz gibi bizim kimsenin tek karış toprağında gözümüz yoktur ama bizim kendi topraklarımıza dikilen gözlere, egemenlik haklarımıza uzanan ellere, istiklalimize ve istikbalimize yönelen tehditlere de en küçük bir tahammülümüz olamaz. Bugün Irak'ta, Suriye'de, Doğu Akdeniz'de ve coğrafyamızın dört bir yanında verdiğimiz mücadelenin tek bir gayesi bulunuyor. Bu gaye, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin haklarını savunmak bunun yanında dost ve kardeş halkların güvenliklerini de temin etmektir, çünkü sınırlarımız ötesinde milyonlarca insanın hayatı ve evi tehlike altındaysa bizim burada huzur içinde yaşayabilmemiz mümkün değildir." "Namus borcumuz kabul ediyoruz" Türk milletinin dostları ve kardeşleri ateş çemberiyle çevriliyken buna sırtını dönecek, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyebilecek bir millet olmadığına dikkati çeken Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle konuştu: "Dünyanın neresinde bir mazlum zulüm altındaysa bir mağdur kendisine uzanacak yardım eli bekliyorsa orada olmak inancımızın, kültürümüzün bir gereğidir. Bugün nasıl millet olarak ecdadımızın geride bıraktığı hayırlı hizmetlerle gurur duyuyorsak sonraki nesillere de benzer mirası bırakmayı namus borcumuz kabul ediyoruz. Bunun için zaferlerimizi sadece savaş alanlarındaki başarılarımızla toprakların fethini değil, aynı zamanda gönüllerin fethini de ifade eden dönüm noktaları olarak görüyoruz. Zaferlerimize ne kadar sıkı sahip çıkarsak, gönül kapılarını açma konusundaki başarılarımızı da o derece iyi hatırlar ve uygularız. Bayrağımızla girdiğimiz her yerde gerçekten samimi bir hüsnükabul ile karşılanıyor oluşumuzun sebebi işte budur. Çünkü biz öldürmek, yıkmak, yok etmek değil, yaşatmak, inşa etmek, ihya etmek için gideriz ve gereğini de yerine getiririz. Son dönemde Afganistan'dan Kosova'ya, Somali'den Bosna'ya kadar askerlerimizin görev yaptığı her yerde inşa faaliyetlerimiz güvenlik faaliyetlerimizin kat be kat üzerinde olmuştur." TİKA'dan AFAD'a, Kızılay'dan Yurtdışı Türkler Başkanlığına kadar tüm kurumların Türk bayrağını dalgalandırdıkları her yerde aynı anlayışla faaliyet yürüttüğünü dile getiren Erdoğan, "Herkesin sömürmek, kendine bağımlı kılmak, askeri veya ekonomik lojistik ihtiyacını gidermek için gittiği yerlerde biz insanların hayatına dokunan kalıcı projeleri hayata geçirmek için çalışıyoruz. Bu bazen okul, bazen hastane, bazen ibadethane, bazen yollar, alt yapı, bazen su... İşte biz bunlar için varız. İşte bu şekilde adeta dişimizle tırnağımızla kurup geliştirdiğimiz gönül bağları sayesinde Türkiye 82 milyon nüfusu ve 81 vilayetinin çok ötesinde bir etki alanına ve güce sahip olmuştur." ifadelerini kullandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu gücün de desteğiyle hedeflere birer birer ulaşacaklarını, yeni zaferleri hep birlikte millete armağan edeceklerinin altını çizdi. "Binlerce yıldır milletimizin onurunu en üstte tutmayı başardık" "Hayalleri olmayan, hayallerini hedefe çeviremeyen, hedeflerini birer birer hayata geçiremeyen toplumların başka hayallerin malzemesi haline dönüşmesi kaçınılmazdır." diyen Erdoğan, şunları söyledi: "Bizim milletimiz tarih boyunca hep büyük hayallerin, büyük hedeflerin peşinde koşmuş bunun için gece gündüz mücadele etmiştir. Bu sayede binlerce yıldır yaşadığımız her coğrafyada hürriyetimizi korumayı, devletimizi kurmayı, milletimizin onurunu en üstte tutmayı başardık. Sahip olduğumuz binlerce yıllık devlet tecrübesi bize kendimizi sürekli yenilememiz, gücümüzü hep diri tutmamız gerektiğini gösteriyor. Birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize sahip çıktığımız sürece başarıdan başarıya koştuk. Ne zaman tefrikanın, fitnenin, husumetin pençesine düştüysek kaybettik. Bunun için Türk milletinin bileğini er meydanında bükemeyeceğini bilenler hep birlik ve beraberliğimize saldırmıştır. Son 200 yıldır başımıza gelenlerin tek sebebi işte budur. Ülkesi ve milleti yerine kendi küçük hesapları için çalışanlar elbette hiç eksik olmamıştır ama milletimiz bu küçük hesap sahiplerini hep tefrik etmeyi ve vakti saati geldiğinde dersini vermeyi bilmiştir." Dünyanın ve bölgenin, etkisi belki asırlar boyu sürecek bir yeniden yapılanma döneminden geçerken, ülkede birilerinin yine aynı hesapların peşinde olduğunu hatırlatan Erdoğan, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: "Türkiye sınırları boyunca gerçekten kahramanca bir mücadele veriyor, birileri teröristlerin ve onların arkalarındaki güçlerin ağzıyla buna gölge düşürmeye çalışıyor. Türkiye Doğu Akdeniz'de ve Kıbrıs'ta büyük bir siyasi ve ekonomik mücadele içinde ama buna birileri karşımızdakilerin tezleri ile karşı çıkıyor. Türkiye siyasi, ekonomik ve askeri olarak kuşatılmaya çalışılıyor, bazıları sırf kendi pastalarını büyütmek için hasımlarımızın değirmenlerine su taşıyor. Gerçi biz aynı zihniyeti bir asır öncesinden de biliyoruz. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara'da İstiklal Harbini yürütürken kimlerin nasıl manda peşinde koştuklarını unutmadık. Ordularımız düşmana karşı cephede savaşırken birilerinin arkada nasıl çapulculuk yağmacılık peşinde koştuklarını da gayet iyi hatırlıyoruz. Ama sonuçta ne mandacılar, ne çapulcular, ne de yağmacılar kazanmıştır, kazanan milletimizin istiklal mücadelesi olmuştur. Bugün de kim hangi yalpayı yaparsa yapsın, kim nerede saf tutarsa tutsun kazanan milletimiz olacaktır. Milletimizle birlikte bu mücadeleyi yürütenler olacaktır. Hiç endişeniz olmasın bir oldukça beraber oldukça, iri oldukça oldukça, diri oldu Read the full article
0 notes
Text
Güney Azerbaycan İran değildir!
https://samosan.com/guney-azerbaycan-iran-degildir/ adresinde yayınlandı
Güney Azerbaycan İran değildir!
Güney Azerbaycan Bayrağı
“Hareket bugün Kafkasya���da olduğu gibi Almanların da teşvikiyle Türk kavimlerinin 1/5’ini teşkil eden cesur ve cengaver İran Türkleri, kendilerinin Kafkasya’daki kardeşleriyle birleşir ve propaganda sayesinde Osmanlılarla da sıkı münasebet tesis edebilirlerse, Türklerin böyle bir birliği Hindistan’daki İngiliz hakimiyeti için tehlike teşkil edebilir”
– İngiliz Gizli Servisi MI5’a Göre Pan-Türkizm
21. yüzyılın ilk yirmi yılını geride bırakacağımız bu günlerde Türk Dünyası 7 bağımsız devlete sahip olmakla beraber bir güç birliğini oldukça ertelemiş görünmektedir. Bu, yerelciliği güçlendirip, yabancılaşmayı yaratmaktadır. Yaratılan suni kimlikler giderek derinleşmekte ve çatışmaya varmaktadır (Özbek-Kırgız çatışmaları). Bunca ayrışmaya rağmen bir denklem Türklerin kaderini asırlar boyu belirleyecek gibi gözükmetedir.
ABD, Soğuk Savaş sonrası enerji kaynaklarının, merhum Durmuş Hocaoğlu’nun tabiriyle, “heartland”ına yöneldi. Bu -kalpgah- Orta Asya ve Orta Doğu idi. Bu kalpgahın tam bağlantı noktasında aşırı muhafazakar bir ülke vardır: İran. Bu, Batılı devletlerin eninde sonunda çözülmesi gereken bir denklem olarak gördükleri bir ülke .
İran denkleminde büyük ülkeler hesaplar yaparken Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı arabulucu seviyesinde suya sabuna dokunmamakta ve sanki hiç bir çıkarı yokmuş gibi nötr durumda kalmaktadır. Gelgelelim, İlber Ortaylı’nın dediği gibi, sen dokunmazsan onlar dokunur tabiri hele hele İran coğrafyasında çok mühim bir teşhistir. İran hem fırsatlar hem de tehditler sunan bir ülkedir. Türkiye bölgedeki, aynı tarihi kaygıyı taşıyan potansiyel nüfus kaynağını göz ardı etmektedir. Bunu da yüz yıl öncesinin, eskimiş, bayatlamış mezhep gerekçeleriyle kabul edilemeyecek bir boşa vermeyle geçiştirmektedir. Aslında mezhep gerçeğinin hiç de sanıldığı gibi olmadığını yazının devamında göreceğiz. Ayrıca bölgede İran’daki kürt nüfusunun bir dış müdahele sonucu yeni bir Irak fiyaskosu yaratma ihtimali de göz önüne alınmamaktadır. Bu işte beraberliğin söz konusu olmadığı, dış hesapların Türkiye aleyhine geliştiği, tek çıkar yolun kazanarak yaşamanın olduğu aşikardır. Dün SSCB üzerine dağılma ihtimalleri üzerine plan yapmayan, hazırlıksız yakalanan Türkiye, bugün de aynı yanılgıya düşmekte sınırların esnekliği üzerine enformasyon alımı yapmamaktadır. İran gibi kurucu unsuru %40lara güçlükle uzanan kozmopolit, ki bu kozmopolitliğin bölgesel sınırları bellidir, ülke dış unsurların baskılarına ne kadar dayanabilir, ilerideki müdahele ihtimalleri sonucunda Türkiye nasıl bir manzarayla karşı karşıya kalır? İran üzerinde dini bir karizma oluşsa da iç ve dış politikada tipik bir ulus devlet olarak davrandığını göreceğiz.
Sonuçta İran denklemi Türk dünyasını olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilecek bir eşitsizlik üzerine kuruludur. Bölge için bir dönem noktasıdır. Bu sebepler nedeniyle yazımda geniş olarak bu meseleyi her yönüyle alıp geniş bir bakış açısıyla sizi meselenin ehemmiyetine bir adım da olsa yaklaştırmaya çalışacağım.
– 997’den 1925’e Kadar “İran Adlı Ülke” de Hakim Türkler !
İran’da Pehlevi döneminde başlayan ve İslam devriminden sonra da devam eden resmi Farsist tarih başlangıç olarak Ahmenişleri ve ya Şiiliğin İran’a gelişini kıstas alırlar. Burada bile Türk hakimiyetinin nasıl ayrılmaz bir parça oluğunu görürüz. Sebebi Şiiliği İran’a getiren Safevilerdir. Türklerdir. Çoğu oryantalistin kanısının aksine 1501’e kadar Şiilik İran topraklarında yoktu. Onu İran’a getiren İran’ı bir arada tutup onu geleneğini yaşatmasını sağlatan yine Türklerdir.
Türk hakimiyeti ilk olarak Gazneliler ile başlamıştır. Büyük Selçuklular dönemi ve sonrasında Harezmliler nihayetinde Çingiz soyundan gelen Hülegüoğulları, Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Afşar hanedanı ve nihayetinde Kaçarlar. Konumuz dahilinde kalmak için üstün körü geçtiğimiz bu tarih muhteşem bir Türk hakimiyetini yansıtır. İran’ın nasıl bir Türk otağı olduğu ve Farsların da o otağda bin seneyi aşkın türlü hanedanlar karşısında el pençe divan durdukları görülür. “İran Adlı Ülke” Hakimi Türkler dememizin sebebi ise İran adının Aryalıların ülkesi manasına gelen 20. yüzyıl ürünü bir İndo-Aryanist -ileride bunu açacağız- bir türetmece olmasıdır.
Bugünkü Farsist savunma kaynaklarının tezleri ise bir traji-komedi repliğinden öteye geçmeyen, acziyet içinde boğulmuş bahanelerdir. Öyle ki ; Safevi devletinin Pers devlet geleneğinin bir devamı olduğu, Safevi hanedanın Pers ve Sasani imparatorluklarının yeniden canlandırmaya ve bunların tarihi misyonlarını sürdürmeyi hedeflediği tezi halen işlenmektedir. Afşar ve Safevilerin Türkmen olmalarının Türk olması anlamına gelmeyip bunların İran’ın bütünlüğünü koruyan idareler olduğu da pan Farsist tarih yorumudur. Safevi hanedanlığının Pers-Sasani geleneğini koruduğunun söylenmesi, İran üzerindeki en büyük devrimi Şiiliğe geçerek yapan ve bunu bir kimlik olarak enjekte eden Safevilerin Mozambik’te mi yaşadığını düşündürüyor. Türkmenlerin Türk olması anlamına gelmemesi ise kendi kimliğim üzerinde beni şüpheye götürüyor. Osmanlı ne kadar Türk ise Safevi o kadar Türk, Safevi ne kadar Türkmen ise Osmanlı, Kayı boyundan olması hasebiyle eskilerin tabiriyle âli’yül âlâsıdır.
– Azerbaycan’ın Ayrılması, Türkmençay’a Giden Süreç
Rus Çarı I. Alexander Kafkasların güneyine inme politikasını başlatır. Gürcü asıllı General Çiçiyanov’un da etkisi ile Tiflis’i ele geçiren Ruslar daha sonra Azerbaycan’ın kapısı olarak Revan’a (bugünkü Erivan) doğru yönelince Rus – İran savaşı başladı. 1804 – 1813 arasında süren savaş sonunda Gülistan Antlaşması imzalanır. Bunun sonucunda Ruslar Aras nehrine kadar olan yerleri hakimiyeti altına alır. 1826’da İran karşı saldırıya geçse de 1828’de Türkmençay Antlaşması ile kesin olarak Azerbaycan ikiye ayrılır.
Bu ayrılık Azerbaycan’ın kuzeyi ve güneyine tüm olumsuzluklarıyla yansımıştır. Kuzey Azerbaycan, Rusya’nın, Altın-Orda tecrübesinde gördüğü, hanlıklara parçalayarak hakimiyet kurma stratejisinin kurbanı oldu. Güney ise kendi ülkesinde kalmakla beraber kuzeydeki ırkdaşlarını kaybettiği için zaten hassas olan kozmopolit dengenin, hanedan Türk olsa dahi, iyice Farslar lehine dönmesiyle karşılaştı. Fars bölgelerinin daha merkezileşmesi Türklerin, İran’daki hakimiyetinin zayıflamasının ilk sinyalleriydi.
Kaçar Hanedanı Bayrağı
Kaçarlar döneminde Türklerin hanedan olmalarına karşın toplum içindeki konumları üzerine Mehmed Emin Resulzade şöyle demiştir:
” İran’daki Türkler ne Rusya’dakiler gibi mahkum ne de Osmanlı’dakiler gibi hakim bir milletdirler. Farslarla eşit haklara sahip bir statüdelerdir.”
– 20. Yüzyıl’ın Başındaki İran Reform Hareketlerinde Azerbaycan Türkleri
1900’lerin ilk on yılı tam bir parlamentarizm devrimleri havasında geçmiştir. Monarşik yapıların eskimesi sürecinde “Meşruti” bir rejime geçiş bu yılların en hareketli akımı olmuştur. Çarlık Rusyası, Osmanlı Hanedanı ve nihayetinde İran’daki Kaçar Hanedanlığı bu yıllarda ihtilal hareketleriyle çalkalanmıştır. Osmanlı Devleti’nde zaten var olan bir Meşrutiyet’in artık güvence altına alınmasıyla II. Meşrutiyet, Çarlık Rusya’da 1905 kanlı pazar olaylarından sonra Duma’nın açılması bu hareketlerin en önemlilerindendir.
İran’a geldiğimizde 1905’ten I. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar anayasal reform hareketleri baş göstermiştir. Diğer İmparatorluklarda olduğu gibi İran’da da Meşrutiyet yanlısı bir anayasa için ayaklanmalar olmuştur. Reformların öncülüğünü Azerbaycan Türkleri çekmiştir. Bunun üzerine Muhammed Ali Şah 1908’de Tebriz’e saldırı emrini vermiştir. Tebriz’de meşrutiyetçiler Setter Han’ın önderliğinde direnişe geçmişlerdir.
Setter Han Tahran Önlerinde
Şah korkusundan Tebriz’de evlere asılan beyaz bayrakları indirtmiş, aylarca şehri kontrol altında tutmuşlardır. Tahran önlerine dayanarak sonunda Şah’ı devirdi Anayasa reformunun gerçekleşmesine neden oldu.
Setter Han
I. Dünya Savaşı sırasında ise güneyden ilerleyen İngiliz hareketi ile kuzeydeki Rus-Ermeni hareketinin birleşmesi için Van – Urmiye hattında Ermeni, Asuri ve Nasturi ittifakı birçok katliam gerçekleşmiştir. Güney Azerbaycan’da oluşan katliamlar sonucu Türkler de artık savunma pozisyonuna geçmiş kendi askeri ve bürokratik kadrolarını yetiştirmiştir. Ekim 1917 devriminin ve Dünya Savaşı’nın getirdiği siyasal boşluktan da yararlanan Güney Azerbaycan’da Şeyh Muhammed Hiyabani önderliğinde Tebriz’de Tahran’ın emirlerini kabul etmeyen bağımsız bir yönetim oluşmuştur. İngiliz petrol antlaşmalarına karşı çıkan halkçı Hiyabani 10 Nisan 1920’de Tahranla tamamen ipleri kopardı. Azerbaycan eyaletlerinde hakimiyeti eline aldı. 22 Haziran 1920’de Hiyabani, Azadistan devletini ilan etti. Tahran ise İngiliz destekli tugaylarını Tebriz’e göndermiş ve Hiyabani’yi öldürtmüştür.
Şeyh Muhammed Hiyabani
Azadistan Devleti Bayrağı
20. yüzyılın başlangıcında oluşan reformlardaki Azerbaycan etkisi baştaki hanedanın da Türk olduğu için pek milli olarak gözükmese de Tahran’ın Fars etkisi altında kalmış bürokrasisine karşı bir başkaldırı olduğu bilinmelidir. Bu açıdan modern dönemdeki “yeniden milletleşme” sürecinde bir mihenk taşı oldukları bir gerçekliktir.
– Fars Faşizminin Doruğu : Pehlevi Hanedanı Dönemi
Şah Pehlevi
1925 yılında Kaçar Hanedanlığı, İngiliz destekli Pehlevi darbesiyle yıkılmıştır. İran’daki Türk hakimiyetinin de sonunu getiren bu darbe, giderek imtiyazını yitiren Türk toplumunun acılarının da başlangıcı olmuştur. Pehlevi döneminde, eskiden beri var olan gizli Türk düşmanlığı adete bir devlet söylemine dönüşmüştür. 997’den 1925’e kadar hemen hemen bin yıllık bir Türk hakimiyetinin getirdiği bu psikoloji Fars faşizminin nefret kaynağı olmuştur.
Rıza Şah Pehlevi yönetime gelir gelmez kendisini İslam öncesi Pers-Sasani krallıklarıyla ilişkilendirmiştir. Ayrıca İran’daki Fars olmayan, Türkler başta olmak üzere, tüm unsurlara savaş açmıştır. Farsça’yı resmi dil ilan edip yerel dillerin okullarda kullanımı ve neşriyatını yasaklamıştır. Azerbaycan bölgelerinde asimilasyon faaliyetleri başlatılmıştır. Eğitim bakanlığı bölgeye fazlaca Fars dili öğretmeni gönderir ve bedava Farsça kitap dağıtır. Fars propagandası Azerbaycanlı gençlerin “fedakarca” Türkçe konuşmaması için teşvikler yapar. Bölgenin Türkiye ile ilişki kurmaması için İran’da gündeme gelen Latin alfabesi bu uğurda rafa kaldırılır. Batı hayranlığının moda olduğu ve Tahran’da mağazaların %90’nın yabancı dillerde olduğu dönemde; Türkçe bir isim yasak olup, neşriyatta bir kelime Türkçe görülseydi Şah memurları tarafından toplatılırdı. İran’ın muhalif hareketi Tûde’nin Komünizm propagandası yaptığı kitaplar dahi toplatılmadığı dönemde Türk düşmanlığının ne seviyede olduğu görülebilir.
Fars milliyetçiliğinin bilinmeyen bir yönü ise tamamen batı milliyetçiliklerine özgü İndo-Aryanist bir felsefe ile şekillendiğidir. Bizzat İran isminin “Aryalıların ülkesi” anlamına gelmesi bunun delilidir. Bu bakımdan onların milliyetçilikleri doğu toplumlarının anti-emperyalist korumacı milliyetçilik örneklerinden ayrılır. Onlar Avrupa’nın rasist söylemleriyle hareket ederler. Pehlevi döneminde İran ismiyle beraber bu tür yönelimler muasırı Nazi hareketinin dikkatini çekmiştir. Öyle ki; Nazi ileri gelenlerinden, Hitler Gençliği Başkanı von Schirach İran’ı ziyaret etmiş, gayelerinin aynı olduğunu belirtmiştir. Eskiden beri oryantalistlerin Farsları diğer doğu toplumlarından daha üstün tutmaları- kendilerine yakın oldukları için -bilinmektedir. Bu, 19. yüzyılın Alman kökenli düşünürlerine dahi yansımıştır. Nietzsche bu etkilenmeyle meşhur eserinin ismini “Böyle Buyurdu Zerdüşt” koymuştur. Von Schirach’tan sonra 1936’da Alman ekonomi bakanı Dr. Schacht, İranlıların pür Aryan olmaları hasebiyle Anti-Semit Nüremberg kurallarının onlara uygulanmayacağını, belirtmiştir. Buna karşı İran muharrirleri Avrupalıların ne yalın ayak, aç ve göçebe Araplara ne de düzenledikleri seferlerle medeniyetin altını üstüne getiren Türk-Moğollara benzediklerini söylemektedir.
İran Nasyonal Sosyalist Partisi
Fars milliyetçiliğinin son boyutu olan Pan-Farsizm’den bahsedelim son olarak. Milattan önceki İmparatorlukların sınırlarına özlem duyan bu akım Türk ve ya Araplardaki gibi birleşmeden yani irredantizmden öte işgalci yani emperyalisttir. Pan-Farsizm’in hedef sınırlarını yani “The Great Iran“ı çizersek; Afganistan, Farsça konuştukları için Tacikistan, Horasan, Türkmenistan, Semerkand ve Buhara gibi Samani şehirlerine sahip oldukları için tüm Özbekistan hatta Soğdların anavatanı olduğu iddiasıyla Kırgızistan’ı nihayetinde Doğu Anadolu, Azerbaycan ve Dağıstan’ı isteyen bir emperyalist hareket görürüz. Emperyalist olmasının sebebi Farsi toplumların birleşmesinden öte eski imparatorluklarının toprakları olan her yeri istemelerinden kaynaklanmaktadır.
Pan-Farsizim’in kurduğu büyük İran düşü
Ayrıca bu pan-Farsizm tam bir Türk düşmanlığıyla bezenmiştir. Yunanistan doğumlu Farsist yazar Kave Ferruh İndo-Aryanist düşüncenin bir kompozisyonudur adeta. Batının ve Farsların Türk-Moğol akınlarının altında kalmışlığını Turancılığa kustuğu kin ile gösterir. “Pan Turanizm Azerbaycan’ı Hedef Alıyor” adlı çalışmasının ilk cümlesi: “Turancılık sadece İran’ı değil, Yunanistan’ı, Ermenistan’ı, Ukrayna’yı ve Çin’i de tehdit eden bir harekettir.” Pan-Farsizm Türkiye üzerine sızma planları da yapar. “Eğer sen onlara nüfuz etmezsen onlar sana nüfuz eder. Tebriz ve Kazvin yeniden ellerinde olur”
– II. Dünya Savaşı Sonrası İran’daki Azerbaycanlı Hareketleri
II. Dünya Savaşı’nın karışık ortamından yararlanan Sovyet Orduları, Doğu Avrupa’yı işgal edip hakimiyet kurarken, İran’da da Tebriz merkezli bir hakimiyet kurmuşlardır. Bu siyasal karışıklıktan yararlanan Seyyid Cafer Pişevari Kasım 1945’te Azerbaycan Demokrat Hükümeti kurarak tüm Azerbaycan’da hakimiyet kurmuştur.
Pişevari ve Hükümeti
Ayrıca İran’ın kuzeyini Azerbaycan SSC ile birleştirip Sovyetler Birliğine katmayı düşünen Sovyet güçlerinin de desteğiyle muhtariyetini ilan etmiştir. Bununla beraber sosyalist Tûde’nin Azerbaycan kanadı da Pişevari’ye katıldı. Azerbaycan Türkçesinde yayın yapan “Azerbaycan” gazetesi de bu hükümetin yayın organı oldu. Ayrıca daha Ekim 1945’te yapılan kongrede siyasal istekler belirtilmişti. Azerbaycan için otonomi, Türkçenin okullarda okutulması, kamu kuruluşlarında Azerbaycan özelinde Türkçenin resmi dil olması, bölgesel içişlerinde Azerbaycanlılara görev verilmesi ve Azerbaycan askeri gücünün oluşturulması; bu isteklerin başlıcalarıydı.
Taralı Kırmızı Alanlar Sovyet Destekli, Yeşil Alanlar İngiliz Destekli
Gelgelelim Yalta ve Postdam konferanslarında Sovyetlerin bölgeden çekilmesi konusunda ısrar edildi. Sovyetlerin başta İran’daki kuvvetlerini arttırmasına rağmen Doğu Avrupa’daki çıkarları adına buradan vazgeçmiştir. Bunun akabinde Güney Azerbaycan’daki hareket söndürülmüştür.
– İran İslam Devrimi ve Türk Şialığının Fars Şialığı ile Çatışması
Şeriatmedari Posteri ve MHCP Militanları
Pehlevi devrinin süregelen baskıcı rejimi ve işbirlikçi yönetimi İran’ın genelinde huzursuzluk yaratmaktaydı. Halk, İran’ın yerli kaynaklarının İngiliz-Amerikan petrol şirketlerine nasıl peşkeş çekildiğini görmektedir. Buna karşı 1950lerde yaşanan Musaddık hareketi İslam Devriminin daha laik bir provasıydı. İran’da sosyalist muhalefet varlığı diğer Ortadoğu halkçı hareketleri gibi İslami bir çehreye bürünerek halka indi. İyice radikalleşen dini hareket, batı yanlısı seküler rejimi yıkmak için sokaklara döküldü. Azerbaycan bölgesi yine bu ayaklanmanın başını çeken kuvvetti. İlk önce Tebriz’de üniversitede gösteriler yapılmış, esnaf kepenk kapatarak göstericilere destek vermiştir. Pehlevi rejiminin müdahalesi gecikmedi, gösterilerde iki öğrenci öldürüldü. Bunun akabinde 10 Aralık’ta Tebriz’de devrim sürecinin en büyük gösterilerinden biri olan 700.000 kişilik yürüyüş gerçekleşmiştir.
Nihayetinde devrim olduktan sonra Tebriz yine Tahran ile ters düşmüştür. Farslar Humeyni’den başka kimseyi istemezken iken Türkler Şeriatmedari taraftarıydı. Bir Azerbaycan Türk’ü olan Şeriatmedari, İslam Cumhuriyet Partisi’nin karşısına Azerbaycan’da Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi(MHCP)’ni kurdu. Ayrıca bu parti muhtariyet taraftarıydı. İhtilaflar üzerine Şeriatmedari’nin sözleri şu oldu:
“Benim yerim 17,5 milyon Azerbaycan Türklüğünün dayanak noktası olan Tebriz olacaktır”
Bu gelişmeler sonucu Humeyni ve Şeriatmedari’nin arası iyice açılmıştı. Tebriz’de hakimiyeti Şeriatmedari taraftarı Türkler ele alınca, Humeyni yandaşları Şeriatmedari’nin Kum’daki evine saldırı gerçekleştirmiştir. Bunun sonucunda Azerbaycan’da karışıklıklar doruğa çıkmıştır. Olaylar üzerine Humeyni, Tebriz’i bombalama tehditinde bulunmuştur. Şeriatmedari artık kan dökülmemesi için Azerbaycan’daki MHCP kontrolünü sona erdirmiştir. Buna rağmen MHCPliler önemli bir haberleşme kulesini ele geçirdiler. Kule beş hafta MHCP’nin elinde kaldı. Tebriz’de 700.000 kişilik bir yürüyüş daha yapıldı. Devrim Muhafızları ile MHCPliler arasında çatışmalar çıktı. Azerbaycan dışından takviye birlikler sevk edildi. 12 Ocak’ta 11 MHCP lideri idam edildi. Şeriatmedari ömür boyu ev hapsine mahkum edildi.
Azerbaycan her halükarda İran’a suni bir şekilde bağlıdır. Bunu İslam devriminde dahi görmekteyiz. Oysa İran’ın en büyük tezi Şialık da hiç de öyle bilindiği gibi Türklerle Farsları birleştirmiyor. İran devlet stratejisi Şialığı Arap ve diğer Türklere kullanırken Azerbaycanlıların Safevi Şialığını kabul etmiyor onun karşısına Âli Şialığını koyuyor. Mezhepsel açıdan siyasi açıdan Azerbaycan, İran’ın bir doğal parçası değildir.
– İslam Devleti mi, Farsist Rejimin Devamı mı?
İslam devrimi kuruluş aşamasında amacından sadece beş yıl içerisinde sapmıştır. İdealist görüşleri bir anda dış politikaya ve iç dengelere indirgemenin zorluğunu gören İslam Devleti sadece sloganda kalmıştır. İlk yıllarda Azerbaycan Türkçesine bir serbestlik tanınmış hemen o dönemde yine Azerbaycan Türkçesiyle “Ulduz” adıyla bir gazete çıkartılmıştır. 1979 yılında ise Prof. Dr. Cevat Heyet Varlık dergisini Türkçe olarak çıkartmıştır.
Bu kısa süreli özgürlük döneminden sonra 1997 yılına kadar Türkçe neşriyat büyük kısıtlamalara maruz kalmıştır. Pehlevi dönemini aratmayan ve bir ulus devletin sözcüleri gibi konuşan İslam(!) devriminin sözcüleri Farsist sloganlar atmaya başlamışlardır. Bunun örneklerine en çarpıcısı olan Karabağ savaşı döneminde İran devlet stratejisine bakalım ilk olarak. Düşünün ki dünyada İslam devleti olarak geçinen ve bunun flama taşıyıcılığına soyunan bir devlet hemen sınırlarının yukarısında bir Hıristiyan devletin, Müslüman devletin topraklarına tecavüzüne tanıklık etmektedir. Bu tanık ise aynı dinden hem de aynı mezhepten sayılan devlete değil yardım etmek zahmetinde bulunmayı karşısındaki Hıristiyan devlete yardım etmektedir. İran, Ermenistan ile Şubat 1992’de yani Hocalı katliamının gerçekleştiği ayda diplomatik ilişki kurmuş, çok sayıda ekonomik anlaşma imzalamıştır. Ayrıca Türkiye ve Azerbaycan tarafından kuşatılan Ermenistan’a İran üzerinden petrol gitmiştir.
Almanya ile çıkan pürüzlerde Rafsancani döneminde, ikimizde Aryan ırkındanız bu yaptığınız reva mı, gibi tam bir İndo-Aryanist yoruma rastlarsınız. Basra körfezini “Persian Gulf” olarak göstermeyen National Geographic’e, ateşperest Persleri kötü gösteren 300 Spartalı filmine tepkileri tamamen Farsist devlet reaksiyonlarıdır. Ayrıca İran İslam Cumhuriyetinin yayınlarında Loristan eyaleti hakkındaki yorumu da kayda değerdir: ” Asil Aryan ırkındandır“. Tahran Fars kökenli topluluk Tacikistan’a yaptığı düzenli yardımlarla Pan-Farsist duruşunu göstermektedir.
Türkçe’ye nefreti olan bu rejim, BM İnsan Hakları Özel Temsilcilsi Prof. Dr. Mourice Copithorne tarafından hazırlanan 2000 yılını kapsayan rapora göre, Türkçe ad taşıyan çocukların nüfus kütüklerine kaydedilmedikleri bilinmektedir.
Bölücü başının yakalanmasından sonra Türkiye İran’dan himaye ettiği Osman Öcalan’ı iade etmesini istedi. Oysa İran Şubat 1999’da Pkk’ya Urmiye’de kongre yapmasına izin verdi. İranlı ajanlar, Türkiye’de İran’ın istediği hedeflere karşı yönelmeleri için Pkklılarla işbirliği yaptı. Daha sonrasında Pkk’ya Ermenistan üzerinden ve Rusya’dan silah transferine izin verdi.
– Sovyet Sonrası Milli Uyanış ve GAMOH
Sovyetlerin açıklık politikaları sonucu Kuzey Azerbaycan’da milli hareketler hızlanmıştı. Azerbaycan Halk Cephesi adı altında ve büyük lider Ebulfez Elçibey önderliğinde tüm Azerbaycan’da azatlık naraları atılmaktaydı. Kendisi de tarihçi olan El��ibey, Türkmençayı dolayısıyla Güney Azerbaycan’ın kuzey ile nasıl ayrıldığını biliyordu. Halk Cephesi’nin milisleri de Elçibey’in söylemleri ve Erdebil’de Tebriz’de bulunan akrabalarının bilinciyle Kuzey’i azat ederken Güney ile birleşerek bir “Bütöv Azerbaycan” yaratmak ülküsündelerdi. Bu ülkünün ateşiyle 1989’un 31 Aralık’ında Nahçivan ve diğer sınır bölgelerinde sınır kulübelerini yakmış, tel örgüleri kesmiş, Güney ve Kuzey Azerbaycan arasında sınırları bir müddet olsa da kaldırmışlardır. 31 Aralık, Hemreylik günü olarak her sene kutlanır.
Güney Azerbaycan Milli Hareketi Bayrağı
Sözde İran Azerbaycan Sınırı
Kuzey Azerbaycan’ın azat olmasından sonra Güney Azerbaycan’da da milliyetçi hareketlerin ayak sesleri yavaş yavaş yükseliyordu. Bundan kaygı duyan Farsistler ise komik tezlerle savunmaya geçmişlerdi. Farsistler bugünkü bağımsız Azerbaycan’ın asıl adının “Aran” olduğu yeni adının Müsavat partisi tarafından uydurulduğunu belirtmektedirler. Bu komik iddia İran Dışişleri tarafından basılmıştır. Oysa aynı kitabın 133. sayfasında verilmiş olan Zend hanedanı dönemindeki bir yazışmada Aras’ın iki tarafı için de Azerbaycan ifadesi kullanılmaktadır. Bu iddialar sadece Kuzey ile Güney Azerbaycan’ı ayırmak için yaratılan girişimler olmuştur.
Bu arada 1996’ya gelindiğinde Mahmudali Çehreganlı adındaki dilci Azerbaycan Türk’ü akademisyen parlamento seçimlerinde Tebriz’den 600.000 oy aldı. O günden itibaren üç defa hapsedildi ve işkence gördü. Daha sonra Güney Azerbaycan davasını dünyaya duyurmak için İran’ı terketti. Güney Azerbaycan Milli Oyanış Hareketi (G.A.M.O.H.) da onun öncülüğünde kuruldu.
Güney Azerbaycan Türk milliyetçiliğinin 90ların sonrasında yeniden canlanışının bir önemli sebebi de bu canlanışın İran’daki Türklerin Türkiye’ye ilgisinin arttığı bir döneme rast gelmesidir. Bunun sebebi Türk televizyonlarının artık Güney Azerbaycan’daki ve Tahran’daki Türklerin bir numaralı seçeneği haline gelmesidir. Uydu alıcıları aracılığıyla gerçekleşen bu ilgi Tahran yönetimini derinden sarsmış ve endişeye sürüklemiştir. Bu rahatsızlığını yine İslami kimliğe bürünerek çarpıtmış, Türkiye kanallarındaki hicap, örtünme, genel ahlak gibi uygunsuzluğa vurgu yapmıştır. “Ancak Azerbaycan ve Tahran’da Türklerin Türkiye kanalları izlemesinin asıl sebebi dildir. İran’ın tepkisi de bu dil yakınlığının siyasal yansımasıdır.” Ayrıca günümüzdeki yarışma programlarına katılan İran Türklerinin sayısı çok fazladır ve bir çoğu çok başarılı olmaktadır. Bu da İran’da nasıl bir Türk popülizminin var olduğunun kanıtıdır.
1997 yılına gelindiğinde İran’da Hatemi dönemi başlamıştır. Bu dönemde Türkçe neşriyata izin verilmesi nedeniyle muhteşem bir Türkçe neşriyat patlaması yaşanmıştır. Üniversite öğrencileri Türk kültürünü araştırmak ve yaşatmak amacıyla otuza yakın dergi çıkarmıştır. Araz, Bakış, Baykuş, Birlik Çağrı, Çiçek, Kopuz, Ulduz, Ildırım gibi Türkçe isimleri seçmeleri de dikkati çekmektedir. Azerbaycan Türkçesini sadeleştirme girişimleri dahi vardır. Bunun için Türkiye Türkçesinden kelime almaktadırlar.
2000’li yılların ilk yıllarında İran nükleer denemelere başlamış ve batı tarafından tepkiye maruz kalmıştır. ABD ve İsrail, İran denklemi üzerine yoğunlaşırken her tür açığı yokluyorlardı. İran tarafında da bunun bilincinde olarak savunma kaynaklarını ve açıklarını analiz ediyordu. Şüphesiz İran’ın iç cephesinde en zayıf noktası Azerbaycan’dır. 2006 yılına gelindiğinde Azerbaycan’ın var olan hassasiyeti herkesçe malum olmasına rağmen “İran” adlı gazetede Türkleri aşağılamak için çizilen ve güldürü amacını taşımayan bir karikatür gündeme bomba gibi düşmüştür.
Karikatürde bir Fars piçinin karşısına Türkçe konuşan bir hamamböceği oturtulmuş, ve bu piçe “Türklerin hamamböceği olduğu dillerinin anlaşılmadığı İranlıların ülkelerini seviyorlarsa tuvaletler yerine bahçeleri kullanıp bu böcekleri açlıktan öldürmeleri gerektiği” söylettirilmiştir.
Bu rezilliğe sessiz kalmayan Güney Azerbaycan Türkleri Kum’dan Mahabad’a Gülistan’dan Tahran’a ulaşan ve protestoyu aşan gösteriler yaşattı. Erdebil ve Sulduz gibi şehirlerde saatlerce süren çatışmalar yaşandı ve onlarca insan hayatını kaybetti. İran’ın her yerinde şu sloganlar yankılanıyordu:
” Haray, Haray Men Türk’em!” “Bakı – Tebriz – Ankara, Fars Hara Biz Hara” “And olsun Setter Han’a, Tahran gerek odlana” “Azerbaycan oyakdı, öz diline dayakdı”
2006 olaylarından sonra Tebriz’de ve diğer şehirlerde Azerbaycan bayrakları her yerde kamuya açıldı, çıkartmalar alanlarda yapıştırıldı. 2007 Ocak ayında Tahran’daki bir askeri birimde mescidin duvarına “Men Türk’em” yazıldığı, bu mescidin tamirat bahanesiyle kapatıldığı ve Azerbaycanlı olanların sorguya çekildiği de bilinmektedir. Peki İran bunların olacağını biliyor ise neden böyle girişime gazetesinde yer veriyor. Bununla ilgili temel iki görüş vardır. Bir şekilde dış güçlerin müdahalesi oldu sabotaj gerçekleşti. Diğer görüş ise daha dikkat çekicidir. İran ileride gerçekleşebilecek müdahale sonrası yahut öncesi bir Türk ayaklanmasının provasını yapmıştır. Her ne olursa olsun İran’ın bunun önünü olağanüstü hallerde kolay kolay alamayacağını görmüştür.
Ayrıca Güney Azerbaycan’ın milli takımı gibi olan Traktör Klübü tam bir “bozkurt” yuvası haline gelmiştir. Türkiye Azerbaycan bayrakları, Güney Azerbaycan İran değildir pankartları, 2006 olayların yaktığı ateşin sönmediğini göstermektedir.
Traxtör Taraftarları
– İran’daki Türk Nüfusu ve Türkiye-İran Sınırındaki Demografik Yapı
“İslam’ın bölgeye gelişinden beri Türkler İran’da güç sahibidirler. 70 yıl öncesine kadar Türkler İran’ın %51,5’ini oluşturmaktaydı. Azerbaycan Türklerinin nüfusu hızla yükseliyor olmasına rağmen rejim bize %25lere düştüğümüzü söylemektedir. Biz, Türklerin 34 milyonluk nüfusuyla İran’ın en büyük nüfusu olduğuna inanıyoruz. Bunların 20 milyonu Güney Azerbaycan’da 10 milyonu Tahran’da (başkentin %70’i Türk) , 2 milyonu Kaşkayi, 2 milyonu Türkmen’dir.”
– Çağrı Çehreganlı
BM’nin 2002’de hazırladığı raporda Azerbaycan Türklerinin yaklaşık 30 milyon nüfusa sahip oldukları belirtilmektedir. Yani Çehreganlı taraf olduğu için abartıyor iddiası BM istatistikleriyle yerle bir olmuştur. Bu nüfusun yaşadığı bölgeleri izah edelim.
Türkler üç bölgede yoğunlaşmıştır. Birinci Güney Azerbaycan; yani Tahran’ın doğusundan başlayarak güneyde büyük çölün batı sınırlarını takiben Kum’a oradan da batıya yönelerek Tefriş, Melayir, Nihavend, Hamedan’ın batısından yönelip Bicar, Goşaçay, Soğukbulak (Mahabad), Sulduz, Türkiye-Irak-İran sınırının kesiştiği yerden Türkiye sınırı boyunca uzanıp Nahcivan – Ermenistan – Azerbaycan sınırı boyunca Hazar’a ulaşıp yine güneyden Kazvin’den yine Tahran’a ulaşan sınırlardır. İkinci bölge kuzey doğudaki Türkmensahra bölgesidir. Üçüncü bölge ise güneyde Basra körfezine pararel Zagros dağlarına hakim Şiraz Türklerinin nüfusunun bulunduğu yerdir. Ancak Van-Urmiye eksenindeki Kürt nüfusu tüm güçlerin Türkleri ayırma planlarında dayanak noktasıdır. Urmiye gölünün kurutulup Türklerin oradan uzaklaştırılması ileride büyük sıkıntılar doğurabilir.
– Türk Dünyası Açısından Güney Azerbaycan’ın Stratejik Kritiği
30 milyonu bulan bir Türk nüfusundan bahsediyoruz. Böyle bir nüfus potansiyelinin, ki nitelikli bir potansiyel, Türk Dünyası için kilitlenen tıkanan geleceğin, mankurtlaşmanın, tepkisizliğin, kimliksizliğin anahtarı olacaktır. Yazımın başındaki İngiliz teşhisi de bunu özetlemektedir. Bugün Kazan’da, Kafkaslarda, Doğu Türkistan’da verilen mücadeleler gayri Müslim halklara karşı verildiği için Vahhabilik, aşırı İslamcılık gibi akımlara maruz kalırken Güney Azerbaycan’da Türkiye’de bile bulunmayan bir Türkçü-Turancı hareket devam etmektedir. İran üniversitelerinde okuyup mezun olan ancak Farsist rejim yerine Türkiye’ye kaçıp gelen Tıp ve Mühendislik uzmanı insanlar burada da karşılıklarını bulamamaktadır. O yüzden iddia ediyorum ki Güney Azerbaycan sadece kendini değil tüm Türkleri kurtarma savaşı vermektedir. Sadece Gülistan’dan Tahran’a uzanan bir toprak parçasından daha öte olduğu için Turan’ın anahtarı konumunda.
Bir yap-bozun eksik parçası olarak da algılayabilirsiniz çünkü Türk Dünyasında ekonomik olarak iki karakter vardır, birincisi nüfusu çok ancak doğal kaynaktan yoksun dinamik devletler ikincisi doğal kaynağa sahip olmasına rağmen onu değerlendirecek nüfus enerjisi olmayan devletler. Azerbaycan ve Türkiye bu karakterlerin iki örneğidir. Bunlar birbirlerine eklemlenirse güç kazanır. Bu eklem de, yap-bozun eksik parçası da Güney Azerbaycan’dır. Sadece Türkiye-Azerbaycan değil diğer Türk ülkelerinin de eklemi olacaktır çünkü bu tür hareketler sadece bir ateş ister. Bakü-Tebriz-Ankara hattında, siyasal açıdan nasıl bir sistemle olursa olsun, ekonomik ve askeri birliğin oluşması durumunda Kazan da Taşkent de buna sessiz kalamaz. Dünya artık küçük ulus devletlerin değil, kendine yeterliliği olan büyük ulus devletlerin nefes alabildiği bir alan ve böyle bir modele girebilmek için en yakın dönemeç İran’dan geçmektedir.
Türkiye ile Türk Dünyası arasındaki Slav-Ermeni-Fars zincirini de kıracak yine Güney Azerbaycan’dır. Türk Dünyası için artık şiirler yazma vakti geçmiştir. İran ya kazanılacak ya da kaybedilecek bir meydandır. Biz o meydana çıkmadığımız sürece, Irak da olduğu gibi, hükmen mağlup sayılacağız.
Türkiye özelinde baktığımızda ise sadece doğal kaynaklar değil 30 milyonluk bir kurucu unsur takviyesi göreceğiz. Türkiye’deki etnik problemin de kökünü kazıyacak potansiyel vardır. Iğdır örneğine bakarsanız küçücük bir Nahçivan’ın neler yaptığını görebilirsiniz. Güney Azerbaycan’da onlarca Nahçivan var. Bu yüzden Türk milliyetçileri salt bir anti emperyalist mantıkla değil Türk’ün çıkarlarına dayanan bir felsefeyle hareket etmelidirler. Biz İran’ı bölersek onlar da bizi böler mantığıyla bir yere varılamaz. İran senelerdir terör örgütüne yardım etmiştir.
İran denklemi Amerikan-İsrail hücumları sonrasında ne olur bilinmez ama orada heterojen bir yapı vardır. Geçmişten beri Tebriz’in Tahran’a karşı reaksiyoner tavrı gelecekteki olağanüstü şartlarda neler olabileceğini kestirmemize yol açıyor. Gelgelelim buna devletimiz hazırlıklı değil. En azından Türk milliyetçileri olarak bu davanın ehemmiyetinin bilincinde olalım. Türkiye’nin bugünkü durumunun koşullarında sınır dışımızdaki Türkler uğraşmak lüks değil bilakis zorunluluktur, çünkü içerideki sorunlarımızın tüm çözümü oradadır.
KAYNAKÇA – Tarihi ve Jeopolitik Boyutlarıyla İran’da Milliyetçilik – Yalçın Sarıkaya – İran’ın Orta Asya Politikaları – Dr. Kaan Dilek – İran Türkleri – Ali Kafkasyalı
0 notes
Text
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri Ebook
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri, farklı bir bakış açısı, tarihsel olguların başka bir boyutunu görme, gösterme, değerlendirme çabası, iplerin ucunu ustalıkla birleştirerek birbiriyle ilgisizmiş gibi gözüken tarihsel olgular arasındaki “gizli bağı” yalın bir dille gözler önüne seriyor.
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri Ebook
#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri ebook#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri ebook indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri ebook oku#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri kitabı ebook#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri kitabı ebook indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri kitabı ebook oku
0 notes
Text
SİYASET-FELSEFE
Lenin Sol komünizm Lenin Nisan tezleri Lenin Proleter devrim dönek kautsky Lenin devlet ve devrim Lenin Emperyalizm Lenin Burjuva demokrasisi ve proleterya diktatörlüğü Lenin Ne yapmalı Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm Lenin Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Lenin Din Üzerine Lenin Sosyalizm ve Savaş Marx Engels Komünist manifesto Yahudi Sorunu Alman İdeolojisi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Ücretli Emek ve Sermaye Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Mao Zedong Çelişki Üzerine Uzatmalı Savaş Üzerine Seçme Eserler -ı-ıı-ııı Kızıl Kitap Josef Stalin Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm Marksizm, Ulusal Sorun Leninizmin İlkeleri Anarşizmi mi Sosyalizm mi Bolşevik parti Tarihi Muhalefet Üzerine Georgi Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe Leo huberman Sosyalizmin alfabesi Politzer Felsefenin başlangıç ilkeleri Politzer Felsefenin Temel İlkeleri Nikitin Ekonomi politik Maksim Gorki Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi Kalinin Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak Che Guevara Ekonomi ce sosyalist ahlak Paul lafargue Tembellik hakkı A.Şnurov Türkiye proleteryası John Reed Dünyayı Sarsan On Gün Ellen Meiksins Wood Sınıftan Kaçış İbrahim kaypakkaya Seçme eserler Mahir çayan Bütün Yazıları Hikmet kıvılcımlı Türkiyede kapitalizmin gelişimi Emrah cilasun - Mustafa suphi ve yoldaşlarını kim öldürdü Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Frederic Lordon Yeryüzünün Lanetlileri - Frantz Fanon Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı Jhon Zerzan Gelecekteki ilkel Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi Kropotkin- Ekmeğin Fethi Ivan Illich'in Okulsuz Toplum Hüseyin Can Sovyetler ve Kürtler A.Kollontai Komünizm ve Aile N. kruspkaya Halk eğitimi Platon Socratesin Savunması
TOPLUMSAL CİNSİYET
Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Clara Zetkin Kadın Sorunun Üzerine – Clara Zetkin Lenin'in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri Auguste Bebel Kadın ve Sosyalizm Alexandra Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim Alexandra Kollontai Komünizm ve Aile Alexandra Kollontai Bir çok hayat yaşadım Sibel Özbudun Marksizm ve Kadın Emek, Aşk, Aile Sibel Özbudun Küreselleşme , Kadın ve Yeni - Ataerki Ricardo Coler Kadın Krallığı Elisabeth Badinter Biri Ötekidir Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği Diana Gittins Aile Sorgulanıyor Simon de beauvoir ikinci cins Valeri solanes -Erkek doğrama cemiyeti Judith Butler- Cinsiyet Belası İnsan Sonrası - Rosi Braidotti | Aşk paradoksu pascal bruckner camila pagtlia-Cinsel Kimlikler
PSİKOLOJİ
Sigmund Freud Totem ve tabu Sigmund Freud uygarlığın huzursuzluğu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu Joel Kovel Tarih ve Tin Michel Foucault Deliliğin Tarihi Jean Twenge Ben nesli Rollo May Kendini Arayan İnsan Pascale Chapaux-Morelli İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon Erich Fromm Sevme Sanatı Eric Fromm- Özgürlükten Kaçış Sahip Olmak ya da Olmak, Erich Fromm Caren Horney Çağın Nevrotik kişiliği Ben ve Biz - Postmodern İnsanın Psikanalizi, Rainer Funk ..
POSTMODERN FELSEFE
john zerzan- Gelecekteki ilkel Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon Jean Baudrillard Tüketim Toplumu Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Jean Baudrillard baştan çıkarma üzerine Rainer Funk Ben ve Biz Postmodern İnsanın Psikanalizi - Zygmunt Bauman Akışkan Aşk / İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair Zygmunt Bauman Akışkan Modernite Yaşam Sanatı, Zygmunt Bauman Jean François Lyotard Postmodern Durum Michel Foucault Özne ve İktidar / Seçme Yazılar Michel Foucault Cinselliğin Tarihi Karakter Aşınması - Richard Sennett Kamusal insanın Çöküşü Richart Sennet Guy Debort- Gösteri toplumu Byung-Chul Han-Psikopolitika
VAROLUŞÇU FELSEFE
Arthur Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer ,Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya Emil Michel Cioran Çürümenin Kitabı Terry Eagleton Hayatın anlamı Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı Ferdinand celine gecenin sonuna yolculuk Jean Paul Sartre Bunaltı Cesare Pavese Yaşama Uğraşı Franz Kafka Dönüşüm Samuel Beckett Godot'yu Beklerken Hermann Hesse Siddhartha Dostoyevski Yeraltından Notlar Dostoyevski Suç Ve ceza Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Nietzsche Ecce homo Nietzsche Decal Candide - Voltaire Albert CamusYabancı Jhon fante toza zor Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme
ROMAN VE KLASİKLER
Maksim Gorki Ana Maksim Gorki Benim üniversitelerim Dimitrov Dimov Tütün Kropotkin Ekmeğin Fethi Jack London’ Demir ökçe John Steinbeck Fareler ve İnsanlar Harper Lee Bülbülü Öldürmek Victor Hugo Sefiller Goethe Genç Werther'in Acıları Balzac vadideki zambak Dostoyevski Suç ve Ceza Dostoyevski Kumarbaz Dostoyevski Budala Dostoyevski Ev sahibem Dostoyevski Yeraltından notlar Stefan Zweig Satranç Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Lev Tolstoy Anna Karenina Vladimir Bartol Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf Doğunun Limanları Harper Lee Bülbülü Öldürmek George Orwel Hayvan Çiftliği Jhon Steinbeck Fareler ve İnsanlar Bir Çöküşün Öyküsü, Stefan Zweig
TÜRK EDEBİYATI
Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Kuyucaklı yusuf Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri ayarlama enstitüsü Yaşar kemal İnce memed Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası Mehmet Rauf Eylül Peyami Safa Yanlızız Peyami Safa Fatih-Harbiye Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye koğuşu Peyami Safa Bir teredüdün Romanı Namık Kemal İntibah Orhan Pamuk kırmızı saçlı kadın Yusuf atılgan Aylak adam Ahmet Ümit İstanbul Hatırası Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kiralık Konak Kadri Karaosmanoğlu Alemdağda var bir yılan, Sait Faik Abasıyanık Kemal Tahir- Körduman Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban
Distopya-Ütopya
Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya 1984 - George Orwell Hayvan çitfliği George Orwell Ursula K. Le Guin Mülksüzler Damızlık Kızın Öyküsü - Margaret Atwood
Din Tarih ve Antropoloji-Siyaset
Tanrı'nın Tarihi - Karen Armstrong Ludwig Feuerbach-Hristiyanlığın Özü Marx Engels- Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Lewis Henry Morgan-Eski toplum Wilhelm Reich- Cinsel ahlakın boy göstermesi Freud totem ve tabu Claude Levi – Strauss Yapısal Antropoloji Samuel NoahbKramer Tarih Sümerlerle Başlar Samuel noah Kramer Sümer mitolojisi M. İlin-İnsan Nasıl İnsan Oldu Darwin Türlerin kökeni Turan Dursun Din bu Dine Karşı Din - Ali Şerati Ataların Hikayesi Richard Dawkins Sibel özbudun -Antropoloji: Kuramlar, Kuramcilar Lenin Din Üzerine Karl -Marx Yahudilik Üzerine Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens , Yuval Noah Harari Deccal - Friedrich Nietzsche Ahlakın Soykütüğü- Friedrich Nietzsche Peter Hopkirk İstanbulun Doğusunda Bitmeyen oyun Hans Lukaks kieser- Iskalanmış Barış İsa'nın Çarmıhtaki Yedi Sözü, İhsan Özbek Martin Van Bruinessen Kürtlük Türklük Alevilik
Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim
Erdoğan Çınar Kayıp Bir Alevi efsanesi
Erdoğan Çınar Aleviliğin Kayıp Bin yılı
Ahmet Taşağıgil Gök Tengrinin Çocukları
Jena Paul Roux. Türklerin Tarihi
Tori Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik
İrene Melikoff Uyur idik uyardılar
Hamza Aksüt Aleviler
Jenet Hamilton Aanadoluda Heretik Hareketler
Faik Bulut Dersim Raporları
Mehmet Bayrak Dersim Koçgiri
Mehmet Bayrak Alevilik Kürdoloji Türkoloji Belge.
Sean Martin Katharlar
Yalçın Küçük-Tekelistan
31 notes
·
View notes
Text
Kafatasçılık Dediğiniz, Brakisefal Tutkusu Değil miydi?
Murat Ayar
Tarih 1932 Temmuz ayı, yer Ankara Halkevleri. Üniversitelerden, liselerden, ortaokullardan yüzlerce tarih uzmanı, öğretmenin davetli olduğu, Türk ırkının layık olduğu yeri belirlemek için canla başla yapılan çalışmaların ilk sonuçlarının açıklandığı I. Türk Tarih Kongresinde büyük bir heyecan dalgası hâkim. Mustafa Kemal’in de bizzat katıldığı kongrede Türk ırkının tarihî konumu açıklanacak! Bu tarihî açıklamayı yapacak kişi ise İsviçre’ye antropoloji alanında eğitim için gönderilen Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’dan başkası değildi. Afet İnan büyük bir heyecan ile geldiği kürsüde şöyle diyordu:
“Cenevre Üniversitesi Antropoloji Profesörü Euggene Pittard’ın ‘Irkların Tarihi Kitabı’ üzerinde ve kendisi ile yaptığım görüşmelerin ve çalışmaların sonunda Orta Asya’nın bağrında yaşayan Türklerin beyaz ırkın BRAKİSEFAL özelliği taşıyan kolundan olduğunu belirledik. Brakisefal insanlar dünyada insanların ilk olarak görüldüğü tarihlerde Hindistan’ın kuzeyinde Seyhun ve Ceyhun ırmağı etrafında yaşamışlar. Altaylara göç ederek Türk medeniyetini kurmuşlar… Aynı brakisefal insanlar Orta Asya’nın kuraklaşması sonunda; Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Ege, Hindistan, İtalya, … Çin’e giderek oralara medeniyet götürmüşler, devletler kurmuşlardır. Dünyaya medeniyet götüren Türkler, Hind Avrupalı beyaz ırka yani ARİ ırka mensupturlar. Ari ırkının yaşadığı bütün yerlerde Türk ırkının izleri vardır!”
Afet İnan, “Ari diyarı demek Türk diyarı demektir!” diye kürsüde haykırırken kongrenin gerçekleştirildiği Ankara Halkevleri salonu alkışlarla inlemektedir. Ayağa kalkan izleyiciler ellerini patlatırcasına birbirine vururken, bravo sesleri salondaki coşkuyu daha da artırmaktadır. Hiç şüphe yoktur ki bu tabloyu “Onuncu Yıl Marşı” taçlandıracaktır ama o marş daha bestelenmemiştir. Dünyaya ilan edilen bu müthiş buluşu, eşsiz “Türk Tarih Tezi”ni anlatmayı Afet İnan’dan sonra devrin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip sürdürmüştür. Dr. Galip de konuşmasında daha çok Türk ırkının kafatası şekli üzerinde durmuştur!
Biraz hikâyeleştirerek aktardığımız bu tarihî olay, Başbakan Erdoğan’ın Mardin’de başlattığı ve dozunu artırarak devam ettiği milliyetçilik eleştirisi ve grup toplantısında açıkladığı “kafatasçılık” çalışmalarının kökenine işaret etmektedir. Bir ümmetten bir ulus yarattıklarını ifade eden Kemalist kadroların yeni bir bilinç inşa etme noktasında en ipe sapa gelmez tezleri bile nasıl bir seferberlik ruhu ile ete-kemiğe kavuşturmaya çalıştıklarını da bu tartışmalarla bir kez daha hatırlamış olduk!
Kafatasçılık 1939’da mı Başladı?
Başbakan Erdoğan’ın “İmralı Müzakereleri” paralelinde başlattığı haklı milliyetçilik eleştirisi özellikle ulusalcı kanattan sert eleştirilere hedef olmakta ise de Erdoğan’ın Türkiye’nin karanlık tarihini tipik muhafazakâr refleksle 1939’da başlatma ısrarı da tartışılmayı fazlası ile hak ediyor.
Okullarında hâlâ küçücük çocuklara “Ne Mutlu Türküm Diyene!” yeminlerinin ettirildiği bir ülkenin başbakanının İslami referanslarla milliyetçiliğin ayaklarının altında olduğunu söylemesi elbette önemlidir. (Ayrıca halkın; okulundan kışlasına hemen hemen hayatın her alanında devam eden ırkçı yaklaşımların Başbakan’ın bu iddialı ve haklı çıkışının ardından tasfiye edilmesi beklentisine girmesi de kaçınılmazdır. Bu beklentilerin karşılanmaması ise Başbakan için büyük bir tutarsızlık olur.)
Başbakan Erdoğan son olarak partisinin grup toplantısında “Türk Antropoloji Enstitüsü” tarafından 1940 tarihinde yayınlandığı belirtilen belgelerle Türkiye’de “kafatasçılık” çalışmalarını eleştirerek bunun ırkçılık olduğunu belirtti. Başbakan elbette haklı! Ama söyledikleri eksik. Elindeki kitap 1940 tarihli olsa da çalışmalar ondan çok daha öncesinden başlıyor… Başbakan’ı iktidar dahi olsa “dokunulamaz” alana girmemesini /girememesini elbette anlamıyor değiliz.
“Atatürk Kafatasçıdır!”
Bu ifade Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan’ın Yıllar Boyu Tarih dergisi için yazdığı “Türklerin Antropolojik Özellikleri” isimli makalesinde kullandığı ara başlıklardan bir tanesi. Prof. Türkkan, bu makaleyi “Cumhuriyet Mitingleri” döneminde cereyan eden milliyetçilik tartışmalarında kafatasçılığın Nazizm ve faşizm olamayacağını ispat amacı ile kaleme aldığını belirtiyor.
Prof. Türkkan “Atatürk’ün Brakisefallik tutkusu”nun salt Türk ırkının özelliklerini ortaya çıkarma kaygısından kaynaklandığını belirterek zaten o dönemde antropoloji çalışmalarının Avrupa’da çok yaygın olduğunu belirtiyor.
“Türk Irkının Layık Olduğu Yerin Belirlenmesi”
Türkiye’de antropoloji çalışmaları resmî olarak Mustafa Kemal’in emri ile İstanbul Darulfünunu Tıp Fakültesi bünyesinde Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin kurulması ile başlar. Prof. Dr. Nurettin Ali Berkol, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Süreyya Ali, Prof. Dr. Mouchet ve Prof. Dr. İsmail Hakkı tarafından kurulan merkezin amacı “insanlar arasında Türk ırkının layık olduğu yerin belirlenmesi” olarak açıklanır.
İsmi daha sonra Türk Antropoloji Enstitüsü olarak değiştirilen kurum ilk olarak İstanbul’da çalışmalarına başlar. Karacaahmet Mezarlığında yüzlerce mezar tahrip edilerek kafatası ölçümüne başlanır. Yine aynı dönemde tamamen bilimsel(!) amaçlı olarak İstanbul’daki Türk, Rum, Ermeni, Musevi okullarındaki ilköğretim çağındaki çocukların da kafatasları ölçülerek çeşitli karşılaştırmalı çalışmalar yapılmıştır.
Antropoloji alanında yapılan çalışmalardan tam olarak verim alınmadığını düşünen Ankara, (siz bunu Mustafa Kemal diye okuyun) yurt dışına eğitim için uzman göndermeye başlar. Bunlardan birisi de Mustafa Kemal’in manevi kızı olan Prof. Dr. Afet İnan’dır. Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Afet İnan Genéve Üniversitesi’nde antropoloji eğitimi alması için İsviçre’ye gönderilir. Türkiye’de en kitlesel ve sistematik kafatası ölçümü Afet İnan’ın “Türk Halkının Antropolojik Karakteri” adlı doktora çalışması için yapılmıştır. (Tez, 1939’da Cenevre’de Fransızca olarak da yayınlandı: Recherces sur les Caracteres anthropologiques des population de la Turquı)
Mustafa Kemal’in emri ve Türk Sağlık, Kültür ve Milli Savunma Bakanlıklarının desteği ile Türkiye’nin çeşitli noktalarında önce 40 bin sonrasında ise 64 bin kafatası ölçümü yapılmıştır. Destek veren bakanlıklara baktığımızda devletin halka “dokunduğu” tüm alanlarda kafatası ölçümü yapıldığını açık şekilde görüyoruz. Burada ifade edilen 104 bin rakamı sadece Mustafa Kemal’in manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan’ın doktora çalışması ile alakalı değerlendirmeye alınmayı hak eden örneklerdir. Anlaşıldığı kadarıyla 1925-1945 tarihleri arasında sadece mezardan çıkartılan kafatasları değil; askere, hastaneye, okula giden herkesin kafatası ölçülmüş.
Özellikle mezarlıklardan kafatası temin etme noktasında Halkevleri’nin büyük çaba gösterdiği görünüyor. Halkevleri’nin “Milli Tarih ve Benlik – Tarih ve Müze” şubeleri tüm Türkiye genelinde gittikleri hemen hemen her köyde, her kasabada hem kafatası ölçümü yapmışlar hem de mezarlardan kafatası örneklerini Türk Antropoloji Enstitüsüne ulaştırmakla görevlendirilmişler.
Mustafa Kemal’in Türklerin insanlık tarihi içerisindeki layık olduğu yerin belirlenmesi konusundaki tutkusu o kadar ileri düzeydedir ki, kendisine en çok hediye edilen aletlerden birisi de kafatası ölçüm pergelleridir. Prof. Dr. Türkkan, Atatürk’ün her konuğunun kafatasını ölçtüğünü, babasının da Çankaya’ya çıktığında kafatasının Atatürk tarafından bizzat ölçüldüğünü övünçle anlatır.
Bizzat Mustafa Kemal’in emri ile pek çok tarihî şahsiyetin mezarı da açılıp kafatasları ölçülmüştür. Bunlardan birisi de Mimar Sinan’dır. Türkiye’de kafatasçılık 1925 -1945 yani II. Dünya Savaşının sonuna kadar yaygın, sistematik olarak yapılmıştır. Fiziksel antropoloji çalışmaları Avrupa’da faşizmin yükselmesine paralel olarak devlet desteği ile sürdürülmüş, II. Dünya Savaşında Hitler’in yenilgisi ile son bulmuştur.
Kemalistlerin son dönemde sarıldıkları “Bizler kafatasçı milliyetçisi değil, Atatürk milliyetçisiyiz!” açıklamaları tarihî gerçekler karşısında hiçbir şey ifade etmemektedir. En masum haliyle bile on binlerce mezarın, kafatası ölçümü için tahrip edildiği, yüz binlerce insanın kafatasının ölçüldüğü tam bir seferberlik havasında sürdürülen “antropoloji çalışmaları” kafatasçılık değilse o zaman kafatasçılık nedir?
0 notes
Text
BİR OSMANLI KİMLİĞİ: RUMİLİK
Bir süredir ‘Türk’, ‘Türklük’ ve ‘Türkiye’ gibi terimlerin tarihçesini anlatıyorum. Bu haftaki yazım bu sözcüklerin ‘milliyetçilik çağı’ öncesine ilişkin. Böylece, geç de olsa “Türkler Mu’dan mı, Ergenekon’dan mı?” (11 Mayıs 2008, Taraf) başlıklı yazımda verdiğim bir sözü, akademisyen tarihçi Salih Özbaran’ın “Osmanlı İmparatorluğu bir Rum imparatorluğu muydu?” diye özetlenebilecek ilginç tezinden bahsetme sözümü de yerine getirmiş olacağım.
Türk adını Allah mı verdi
11. yüzyılın son çeyreğinde yazılmış Divan-ü Lügati’t Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud, Türkler hakkındaki bir hadisten söz ederek şöyle der: “Allah’ın devlet güneşini Türk burcundan doğdurduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduklarını gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların eline verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldı. Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isabetinden kurtulmak için aklı olana düşen vazife, bu adamların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak onların diliyle konuşmaktan başka yol yoktur...”
Orta Asya’dan Rum ülkesine
“Ben Türklerin en açık konuşanlarından, en zekilerinden, mızrağı en keskin olanlarından biriyim” diyerek Türk olmaktan duyduğu gururu tekrarlayan Kaşgarlı Mahmud şöyle devam eder: “Türkler aslında 20 boydur. Bunların her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım. Bundan başka Rûm yakınından doğuya [Çin’e] doğru –müslim ve gayrımüslim- her boyun olduğu yeri de bildirdim” der ve Türk boylarını saymaya başlar.
Kaşgarlı Mahmud’un bu satırları yazdığı yıllarda, 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek Kaşgarlı’nın ‘Rûm’ dediği bölgeye doğru akın etmektedirler. Neresidir bu ‘Rûm’ ülkesi derseniz, tahmin edeceğiniz gibi, “Doğu Roma’nın varisi Bizans ülkesinin çekirdeğini oluşturan Anadolu’dur” derim.
Haçlı Seferleri’nin katkısı
Nitekim Türk boylarının gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve Türkie (Türkiye): Papalık belgelerinde ise barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterir. Kutsal Roma-Germen İmparatoru Frederich Barbarossa komutasındaki Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşer: “Her yerde Türkler.” Yüz yıl sonra, bu seferi anlatan Guillaume de Tyr, “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz eder. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle yazar: “Sert esiyor rüzgârlar/ Yüzüme karşı barbarlıktan/ Sert ve can yakıcı esiyorlar/ Türkiye [Türkei] tarafından...”
1260’larda Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçen Marko Polo, seyahatnamesinde şöyle der: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar. Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...”
Gerçekten ‘Etrâk-ı bî-idrak’mı
Burada bir parantez açalım: Osmanlı’nın aslında Türk olmaktan hoşnut olmadığı, Türkleri aşağı gördüğünü ileri sürenler haklı mı? Buna cevap vermek kolay değil.
Örneğin, erken dönem Osmanlı tarihinin en önemli eseri olan Âşıkpaşazade’nin (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türk terimi sık sık kullanılır. Âşıkpaşazade, Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken “Yafes neslinden göçer Türki kendülere sened edindiler. Ol sebepten Arab’a galip oldular” der. Yeniçeriliğin kökenini anlatırken “Bunları Türk’e verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları dahi çeri edelim dedi. (...) Tamam ki Müsülman oldılar, Türk bunları nice yıllar kullandılar. Andan kapuya getirdiler. Akbörk geydürdiler. Adın ezelçeri iken yeniçeri kodılar” der. Dikkat edilirse, bu ifadeler de Türkleri ne yeren ne de öven bir yan vardır. Ancak, Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa’nın Trakya bölgesini nasıl bir adaletle yöneterek halkının gönlünü kazandığını anlatırken, halkın “Nolaydı kadim zamandan bunlar bize beg olalar idi... Ve çok köyler bu Türk kavmını gördiler. Müsülman oldılar” dediğini kaydetmesinde olduğu gibi övücü atıflar da yapar.
Türk beğinin oğlu
1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem adlı eserde, babası Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra ağabeyi (II.) Bayezit’le girdiği taht kavgasından sonra Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu” olarak söz edilir. Buradaki ‘Türk’ sözcüğünün coğrafi bir imleme olduğu anlaşılır ancak Cem’in kendinden ‘Türk’ olarak bahsetmesinden bakılırsa, Cem için, Türk olmak övünülecek bir şeydir.
Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine Ebu’l hayr-ı Rûmi’nin derlediği Saltukname’de, bugün iddia edildiğinin tersine bir durum vardır. Çünkü Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılır. Örnek verelim: “Bir gün Kefe diyarında bir gazi vardı. Tatar idi. Adına Kara Davud dirlerdi. Seyyidden sonra çok gazalar ve erlikler eylemişdür (...) Geldük çün Kara Davud ol hinde yiğit idi. Seyyid’e hizmet iderdi. Bazılar Türk’ten idiler. Anın gazası ve velayeti Tatar’da meşhurdur.”
Din nedir bilmeyen Türkler
Bir başka 15. Yüzyıl yazarı Neşrî de, Türk sözcüğünü çeşitli bağlamlarda (İslamiyet öncesi ve sonrası için) kullanılır. Neşrî, Selçuklu İmparatorluğu için “Saltanat-ı Türk Han” derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler (...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır” da der, “Türk, İstanbul karşısında Üsküdar’a gelüp, Melik-i Konstantiniyyeden dahi cizye ve haraç aldılar” da der.
Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi adlı eserin yazarı Suzi Çelebi (ö. 1524) ise “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf edendir.
Peki, bugün yaygın biçimde kullanılan “Osmanlılar Türkleri ‘etrâk-ı bî-idrak’ (idraksiz, kavrayışsız Türkler) olarak görürlerdi” diye özetlenebilecek kanıyı doğuran nedir? Hakan Erdem’e göre buna dair çok az örnek var. Bunlardan biri Hoca Saadettin Efendi’nin (ö. 1599) Safevi Devleti’nin kuruluşunu anlatırken Türkmenler için kaydettiği “Başına tac aldı çıktı ol pelîd/ İtdi bî-idrak etrâkı mürîd” beyitidir. Hoca Saadettin’in ‘idraksiz Türkler’ dediği kesimin, ‘Türkler’ değil, ‘Kızılbaş Türkler/Türkmenler’ olduğu açıktır. Nitekim Hoca Saadettin Efendi, bir başka Kızılbaş önder Şah Kulu’nun 1511’deki isyanını anlatırken de, Şah Kulu’nun memleketi olan Teke halkının ‘pis Türkler’(etrâk-ı na-pak) olduğunu söyleyecektir.
Şimdi de 16. Yüzyıl şairi Güvahi’nin Pendnâme adlı mesnevisinde geçen şu dizelere göz atalım: “Şehirde rustay-i bî-gam olmaz/ Hakikatdür bu söz Türk adem olmaz/ Dedüğin anlamaz söylerse sözi/ Bir olur Türk’e sözün ardı yüzi/ Acayip taifedir kavm-i Etrâk/ Eyü yatlı (kötü) nedür itmezler idrak/ Ne bilür anların ağızları tad/ Ne söz var dillerinde idecek yad.” Tercümeye pek gerek duyurmayan bu Türkçe dizelerin yazarı Güvahi’nin, şehirli bir Türk olduğunu bilince, eleştirdiklerinin genel olarak ‘Türk’ değil, özel olarak ‘göçebe, köylü Türk’ olduğu anlaşılıyordur herhalde. Türk saplantısının doğuşu
Parantezi kapatıp devam edelim. Granada’nın düştüğü 1492’ye kadar, Avrupa’nın ‘ötekisi’ Araplardır. Dolayısıyla Avrupa’da, Türkler hakkındaki söylem genel olarak olumludur. 1492’den sonra ‘öteki’ Osmanlı olur ve söylem olumsuza döner. 1529’da Viyana bozgunundan sonra bile Türkler için ‘köpekler, zalim ve kan düşkünü, pis, hayvani, sahtekâr, zorba, iğrenç’ gibi son derece ağır terimler kullanılmaya devam eder. Bu olumsuz dilin nedeni elbette, ‘Türk korkusu’ dur. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Obsessione Turc (Türk saplantısı) olgusunun bugünlere kalan mirası, İtalyancadaki Mamma li Turchi, yani “Anneciğim, Türkler!” ünlemi olur. İddialara göre, acı çektirme anlamına gelen a torquendo, işkence anlamına gelen torxuere, aldatma veya zalimlik anlamına gelen truculent veya trux-trucis gibi terimlerin esin kaynağı da bu dönemin Türkleridir. 17-19. yüzyıllar arasında zirveye çıkan Oryantalist edebiyattaki çoğu cinsellikle ilgili kavramlara hiç değinmiyorum bile.
Yunus Emre’nin ‘Rum ili’
Ama ilginçtir, 13. yüzyılın başında Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuna tanıklık ettiği anlaşılan Yunus Emre’nin dilinde Anadolu’nun adı ‘Türk’ değil, ‘Rûm ili’ dir. Zafernâme adlı eserin yazarı Nizameddin Şami, Timur’un 1402’de Yıldırım Bayezid’e karşı kazandığı zaferi ‘Rûmiyan’a ve Sultan-ı Rûm’a karşı kazanılmış bir zafer’ olarak tarif eder. 1402-1413 arasındaki Fetret Devri’nde, Osmanlı’ya başkaldıran Simavne Kadısı Şeyh Bedreddin’in namı ‘Hallac-ı Rûm’ (Rumların Hallac-ı Mansur’u), ‘Pertev-i Rûm’, yani Rum ışığıdır. 1399-1429 yılları arasında yaşadığı sanılan Horasan erenlerinin pirlerinden Hacı Bayram-ı Veli’nin unvanı ise ‘Şeyhü’r Rûm’...
Rum, Arap ve Acem’in farkı
1599 Kahire’sini tasvir ederken Gelibolulu Mustafa Âlî’nin emperyal kibirle yaptığı şu tasvire (sadeleştirilmiş dille) bakın şimdi de: “...Sözün kısası, Rûm iyidir, Arap tilkilenmekte zaten köpektir. Gerçi Acemler nazik tabiatlı olurlar, ama onların çoğu münafıktır, arabozucudur. Kıskançlığı ve düşmanlığı Evram’a [Rûmlara] bırakmaz, ateşle suyu bir bardağa koyar. Rum Acemden yüz defa üstündür, bu sözü yalanlayanlar köpektir. Demek istiyorum ki eskiden Acemlerin uluları akıl ve bilgi ile ün almış iken şimdi onlarda bu hal yoktur. Türk insanındaki ululuk onlarda yoktur.” Yazarın, ‘Rûm’ derken ‘Türk’ü kastettiğini söylemeye gerek yok herhalde.
Ve daha nice terim
Ayrıca Osmanlı belgelerinde şu terimlere bolca rastlanacaktır: Osmanlı ülkesi için “Memleket-i Rûm”, ‘Bûm-i Rûm’, ‘İklim-i Rûm’, ‘Diyar-ı Rûm’, ‘Rûm ili’; şairler için “şuara-yı Rûm”, âlimler için “ulema-yı Rûm’, dervişler için ‘abdalan-ı Rûm’, akıncılar için ‘gaziyan-ı Rûm’, ‘Rûm atlılar’, ‘Rûm yiğitleri’, ‘leşker-i Rûm’; hattatlar için ‘İmâd-ı Rûm’; Türkçe için ‘Lisan-ı Rûm’; Amasya-Sivas-Tokat çevresindeki eyalet için ‘Eyalet-i Rûm’, Mevlâna için Celaleddin-i Rûmî, Anadolu Selçukluları için ‘Rûm Selçukluları’, Mısır kanunnâmelerinde Anadolu’dan gelenler için ‘Rûmlu’ veya Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için Trabzon’da yaptırdığı Hatuniye Camii’nin kitabesine yazdırdığı gibi ‘Bânû-i Rûm’ ve daha nicesi...
Bir örnek de Kürtçenin efsanevi yazarı Ehmedȇ Xanȇ’nin ünlü eseri Mem u Zin’in önsözünden: “Rum u Ereb u Ecem...” Yani, ‘Türk, Arap ve Fars’. Günümüze kadar gelmiş bir Kürt atasözü de var: “Bextȇ Romȇ tune ye” Anlamı “Rum’un/Türk’ün acıması yoktur!”
Salih Özbaran’ın tezi
Peki, Osmanlı Devleti/ İmparatorluğu, Avrupalıların dediği gibi bir Türk devleti mi, yoksa Türklerin (ve de Kürtlerin) dediği gibi Rûm devleti mi idi? Bu soruya Salih Özbaran’ın verdiği cevabına geçmeden Metin Kunt’un cevabını okuyalım: “Bir kere unutulmamalı ki hem yöneticiler, hem halk arasında Türk olmayan çoktu. Yöneticilerin bir kısmı ve kapıkulu askerlerinin hepsi, dirlik sahiplerinin bazıları Türk-Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Osmanlı sultanlarının gözünde de halk içinde Türkler ve Türk olmayanlar arasında bir fark yoktu. Müslüman olmayanlar ek vergi (cizye) ödüyorlardı devlete, fakat bütün halk, ister Türk olsun ister Rûm, ister Arap olsun ister Sırp, padişahın reayası idi. Buna karşılık gene de Türk devleti diyebiliriz Osmanlı devletine, çünkü ülkenin dili Türkçe idi.”
Türkçe konuşmak yeter mi
Günümüzde, Osmanlı Devleti’nin kurucusu kabul edilen Osman Gazi’nin, Oğuzların Kayı boyundan olmadığı, hatta Oğuz boylarının askeri bürokrasisine bile dâhil olmayan, cesur bir maceracı olduğu, Osman adının ‘çoban’ anlamına gelen ‘otman’ kelimesinden türediği, Osman adının ise, kendisine İslami meşruiyet kazandırmak için yaratıldığı kanısı güçlenmiş olsa da, Osmanlı hanedanının etnik olarak Türk kökenli olduğu genel olarak kabul edilir. Gerçi bir kaçı dışında, hanedanın erkekleri Türk olmayan kadınlarla evlenerek, ‘Türk kanını’ sulandırmışlardı ama hanedan içinde ve devlet dairelerinde Türkçe konuşulurdu. Devletin bütün kayıtları yüzlerce yıl kesintisiz Türkçe tutulmuştu. Medreselerde Arapça okunur ama konuşma dili Türkçe idi.
Buna rağmen, Salih Özbaran, “Bir devletin dilinin Türkçe –üstelik Arapça ve Farsçanın yoğun etkisi altında kalmış bir merkezî dil- olması ne kadar yeterlidir kocaman imparatorluğu Türk yapmaya?” der ve tezini açıklar: “Yoksa Osmanlı Devleti bir Rûm imparatorluğu muydu?”
Bu görüş aslında başka tarihçilerce de dile getirilmiştir. Örneğin İlber Ortaylı’ya göre “Biz Roma İmparatorluğu’nun varisleriyiz. Ve Müslüman da olsak, Romalıyız”dır. Halil İnalcık’a göre Osmanlı sultanları ‘Sultan-ı Rûm’dur, ‘Kayser-i Rûm’dur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkındaki çok önemli makalesi ile tanıdığımız Paul Wittek ise daha ileri gider ve “Danişmendiler ve Selçukiler devrini de Osmanlı İmparatorluğu ve emirlerininkini de”, “muhtelif Türk unsurları, göçebe, kasabalı ve şehirlileri” de, “hakiki Türkleri ve Türkleşmiş unsurları da” kapsayacak şekilde ‘Rûm Türkleri’ terimini önerir.
Cemal Kafadar’ın tezi
Salih Özbaran’ın atıfta bulunduğu bir diğer akademisyen tarihçi Cemal Kafadar’a göre durum biraz daha karmaşıktır: “[Osmanlılar] aynen ortaçağın Küçük Asya’daki diğer halkları gibi, [Doğu] Roma topraklarının sakinleri anlamına gelen Rûmî diye adlandırılmışlardı. Bu, temelde coğrafi bir adlandırmaydı ve esas olarak o halkların yaşadığı yeri belirliyordu; ancak, coğrafyacıların ve gezginlerin gözünden kaçmadığı üzere, merkezi İslam topraklarından bakıldığında, bir sınır bölgesi olan Rûm’un Türk-Müslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasının gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, Rûmi Türk olmak, aynı zamanda İslam uygarlığının, bir yandan da yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan diğer yandan rakip bir dinsel-uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne sahip olmak anlamına geliyordu.”
Avrupa dillerinde Rûmîlik
Cemal Kafadar’ın bu tanımının gerek coğrafi ve politik, gerekse sosyokültürel açılardan geniş bir anlam taşıdığına işaret eden Salih Özbaran’a göre, Rûm veya Rûmî sözcüğü, Cemal Kafadar’ın ileri sürdüğü gibi, sadece ‘Arapça, Farsça ve Türkçede’ değil, Avrupa dillerinde de vardır. Örneğin Portekiz dilinde Osmanlılar için ‘Rûme’ ve ‘Rûmes’ (Rûm/Romalı ve Rûmiler/Romalılar) terimleri kullanılır. Endonezya ve Malezya’da 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarına ‘Raca Rûm’ denirdi. Doğu Afrika’daki Mogadişu-Mombasa’da yerli halk, Portekizli sömürgecilere karşı ‘Rûm’dan (Osmanlı’dan) medet umarlardı.
Ancak, yine Salih Özbaran’ın dikkatimizi çektiği gibi Portekiz dilinde Turchia, Otomanos, Turquesca, Turquimais ve Turcos gibi terimler de vardır. Peki, bu terimler arasındaki fark nedir? Bunu 1534 yılında Hindistan’ı ziyaret eden Portekizli botanikçi Garcia da Orta da merak etmiş olmalı ki (günümüz Türkçesiyle) şöyle der hatıratında: “Hindistan’da egemen güçler arasındaki savaşlara tanık olurken beyaz bir askere, birçok kez Türk olup olmadıklarını sordum, yanıtı hayır oldu, sadece Rume olduğunu söyledi; başkalarına Rume olup olmadıklarını sorduğumda da hayır dediler, Türkten başka bir şey olmadıklarını söylediler; birinin diğerinden farkının ne olduğunu sorduğumda ise bana bunu anlayamayacağımı söylediler, çünkü ben ülkelerin adlarını bilmiyordum, dilleri de bana bir şey ifade etmiyordu.”
Sözümüzü bağlayalım: Cemal Kafadar’a, Halil İnalcık’a ve elbette Salih Özbaran’a göre, çok dilli, çok etnili, çok dilli Osmanlı Devleti/ İmparatorluğu, sadece bir ‘Türk’ devleti değildi. Bunun nedeni, Osmanlı’nın Türkleri ‘Etrâk-ı bî-idrak’ görmesi değildi elbette. Daha doğrusu, böyle bir genelleme yapılamazdı. Ama İlber Ortaylı’nın kestirmeden söylediği gibi ‘Müslüman Roma’ da değildi. Belki de Osmanlı’nın ‘iki dünya arasındaki konumunu’ en iyi anlatan terim, ‘Rûm’ terimi idi. Günümüzde bu terime yüklenen olumsuz ve dar anlamları düşününce, Salih Özbaran’ın tezine pek çok kişinin uzak duracağını tahmin ediyorum, ama bence üzerinde düşünmeye değer bir tez, ne dersiniz?
Özet Kaynakça: Salih Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği, 14.-17. Yüzyıllarda Rum/Rumi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, 2004; Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-26; Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1997.
TEMMUZ 25, 2008 | TARAF*
AYŞE HÜR | BİR OSMANLI KİMLİĞİ: RUMİLİK
#Ayşe Hür#Taraf Gazetesi#Köşe Yazısı#Osmanlı Kimliği#Rumilik#Anadolu Halkları#Cemal Kafadar#Avrupa Dilleri#Salih Özbaran#Yunus Emre#Türkçülük#Tarih Tezleri#Türk-İslam Düşüncesi#Rumlar#Araplar#Acemler#Cem Sultan#Haçlı Seferleri#Hakan Erdem#Türk-Arap#Türkiye-İran#Türk-Fars#Türkçe#Orta Asya#Kavimler Göçü
0 notes
Text
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri, farklı bir bakış açısı, tarihsel olguların başka bir boyutunu görme, gösterme, değerlendirme çabası, iplerin ucunu ustalıkla birleştirerek birbiriyle ilgisizmiş gibi gözüken tarihsel olgular arasındaki “gizli bağı” yalın bir dille gözler önüne seriyor.
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri
#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri ac#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri ebook#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri kitabı pdf#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri pdf#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri pdf indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri pdf oku
0 notes
Text
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri, farklı bir bakış açısı, tarihsel olguların başka bir boyutunu görme, gösterme, değerlendirme çabası, iplerin ucunu ustalıkla birleştirerek birbiriyle ilgisizmiş gibi gözüken tarihsel olgular arasındaki “gizli bağı” yalın bir dille gözler önüne seriyor.
Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri
#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri ebook indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri kitabı indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri oku#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri pdf#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri pdf indir#Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri pdf oku
0 notes
Text
Bakan Akar: 'Ayasofya Türk milletinindir'
https://osmaniyemhaber.com/?p=39759 Bakan Akar: 'Ayasofya Türk milletinindir' 15 Temmuz Demokrasi ve Ulusal Birlik Günü dolayısıyla düzenlenen bir etkinliğe katılan Ulusal Müdafa Bakanı Hulusi Akar, “Harbord Askeri Heyeti Raporu” hakkında sunum da yapmış oldu. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle ortaya çıkan tabloda büyük güçlerin kendi çıkarları halinde bölgede nüfuz ve hakimiyetlerini tesis etmeye çalıştığını anımsattı. Ermenilerin ise Osmanlı topraklarının bir bölümünü de içine alacak şekilde “Büyük Ermenistan” oluşturmayı amaçladığını ifade eden Akar, “Ermeniler, büyük güçlerin desteğini alabilmek için her çeşit manipülasyon ve propagandaya başvurarak yoğun lobi faaliyetleri gerçekleştirmekteydiler. 1. Dünya Savaşı sonrası, ABD’deki lobi gruplarından destek alan Ermeniler, İngiltere’nin de teşvikiyle kurulması planlanan Büyük Ermenistan için ABD mandasını da istek etmişlerdi” ifadelerini kullandı. Ermeni lobisinin baskı ve girişimlerinin ile birlikte bölgedeki ABD çıkarlarını genişletmek talep eden Başkan Wilson’ın Ermeni iddialarını araştırmak için Türkiye’ye bir kurul göndermeye karar verdiğini özetleyen Akar, şunları söylemiş oldu: “Harbord Askeri Tahkik Heyeti, bölgedeki kapsamlı incelemeleri sonucunda, Türk tezleri ve Ermeni iddialarına ilişkin detaylı bir rapor hazırlamıştı. Harbord Raporu şeklinde öteki heyetlerin raporları da son aşama dikkat çekici olup yaygın kanaat, Ermenilerin suçladıkları Türklerin değil aslolan kendilerinin kırım yapmasıydı. Harbord Raporu, Türk tezlerinin doğruluğunu ve Ermeni iddialarının aslı astarı olmayan bulunduğunu ortaya koymasına karşın, ABD’deki Ermeni lobisi ve Ermeni destekçilerinin katkılarıyla kamuoyuna olduğu şeklinde açıklanmamıştı. Netice olarak 100 yıl ilkin olduğu şeklinde zamanı süreçten günümüze kadar olan dönemde ABD’de, aslı astarı olmayan Ermeni iddialarına, tarihsel gerçekler temelinde değil siyasal olarak yaklaşılmakta ve Ermeni diasporasının propagandalarına saygınlık edilmektedir.” Bu iddialara karşı zamanı önemi haiz Harbord Raporu ve öteki raporlar başta olmak suretiyle, ABD Ulusal Arşivleri’nde yer edinen belgelerle bu mevzularda araştırma yapan ABD’li tarihçilerin objektif çalışmalarının da incelenmesi icap ettiğini söyleyen Akar, şu şekilde belirtti: “Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi ve Askeri Tarih ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü arşivindeki belgeler ile ilgili devletlerin tüm arşiv kayıtları da Ermenilere yönelik bir soykırım olmadığını, aksine Ermenilerin birçok bölgede masum, sivil Müslüman halkı katlettiğini fazlaca net bir halde ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda Türkiye olarak arşivlerimizi açtığımızı ve tarihçiler tarafınca oluşturulacak objektif kurullara açık olduğumuzu, Sayın Cumhurbaşkanımız internasyonal platformlarda dile getirmektedir. Bu konudaki ısrarlı çağrımızı bir kez daha yineliyoruz. Ermenistan da Türkiye şeklinde arşivlerini internasyonal ölçekte tarihçilere açmalı, çıkacak sonuçlara tahammül göstermeli ve bu mevzuda kaygı etmemelidir.” “Can kardeşimiz Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edeceğiz” Ermenistan’ın tüm bu iyi niyetli çağrılara karşın gerek Türkiye’ye yönelik mesnetsiz iddialarını gerekse Azerbaycan’a yönelik husumet ve düşmanca tavrını sürdürdüğünü söyleyen Akar, “Yukarı Karabağ’ı haksız ve hukuksuz bir halde işgal altında bulunduran Ermenistan, geçtiğimiz günlerde Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine yönelik boyunu ve haddini aşan bir saldırı gerçekleşmiştir. Azerbaycan bizim canımızdır. Bu acıyı derinden hissetmekteyiz. Bu menfur saldırıyı en ağır şekilde, şiddetle kınıyoruz” şeklinde belirtti. Saldırıda şehit olanlara rahmet, yaralılara acil şifa dileklerini ileten Akar, “Biz Türkiye olarak daima can kardeşimiz Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edeceğiz” diye belirtti. FETÖ ile savaşım 15 Temmuz’da FETÖ’nün hain militanlarının millete, devlete, TSK’ya ve demokrasiye karşı tarihteki en büyük ihaneti gerçekleştirdiğini ifade eden Akar, şanlı zamanı süresince karşılaşmış olduğu zorlukları, kederde ve kıvançta bir ve birlikte olarak aşan asil milletin bu ihanet karşısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çok fazla siyasal liderliğinde 7’den 70’e tüm fertleriyle tek vücut olarak hain darbe girişimini akamete uğrattığını, gelecek nesillere, bir demokrasi mirası bıraktığını söylemiş oldu. FETÖ ile savaşım bazında Türk Silahlı Kuvvetlerinde 15 Temmuz’daki hain darbe girişinin peşinden bugüne dek 20 bin 70 kişinin ihraç edildiğini ifade eden Akar, “Elde edilmiş yeni informasyon, belge ve verilerle bir tüm halinde mücadeleye kararlılıkla devam ediyoruz. TSK’nın şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına müsaade etmeyeceğiz” diye belirtti. Akar, kahraman Türk ordusunun 15 Temmuz’dan sonrasında meydana getirdiği operasyonlarla “girilemez” denilen bölgelere girdiğini, “ulaşılamaz” denilen bölgelere ulaştığını belirterek, “Operasyonlarımız artan bir sertlik ve ritmde aynı hassasiyetle sürüyor. Terör belasını bitirmekte kararlıyız” şeklinde belirtti. “Hiçbir oldubittiye de asla izin vermeyiz” Sınır ötesinde meydana gelen operasyonlarla Türkiye’nin cenup sınırlarında oluşturulmak istenen terör koridorunu yerle bir edildiğini, halkın ve hudutların güvenliğinin sağlandığını söyleyen Akar, “Türkiye olarak Suriye’de yaşananları bir strateji oyunu olarak değil, insani trajedi olarak görüyoruz. Bugüne dek, akan kan ve göz yaşını durdurmak için elimizi taşın altına koyduk, koymaya devam ediyoruz” ifadesini kullandı. Terörle mücadelenin ile birlikte Kıbrıs dahil, mavi vatanda ve semalarında asil milletin hak, ilgi ve menfaatlerini savunmak için mücadeleyi sürdürdüklerini söyleyen Akar, “Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerimiz, internasyonal hukuka ve ikili anlaşmalara uygun olarak iyi komşuluk ve diyalog temelinde sürdürülmektedir. Hepimiz için Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerinin korunması esastır. Ege ve Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin yer almadığı bir projenin yaşama şansı yok. Hiçbir oldubittiye de asla izin vermeyiz” diye belirtti. Danıştay sonucu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararla tekrardan ibadete açılmasını yönelik bazı ülkelerden meydana getirilen karşı açıklamalara da değinen Akar, “Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk milletinindir. Dolayısıyla burada söz söyleyebilecek yer Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk milletidir. Bunun haricinde hiçbir kişinin, kurumun, devletin söz söyleme hakkı yoktur. Her insanın haddini, yerini bilmesi lazım” şeklinde belirtti. “Haklılığımız kanıtlandı” Libya ile meydana getirilen “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” ve “Güvenlik ve Askeri İş Birliği” mutabakat muhtırasını, Akdeniz’deki hak, ilgi ve menfaatlerin korunmasına yönelik “stratejik öneme haiz bir adım” olarak nitelendiren Akar, şunları kaydetti: “TSK, BM’nin tanımış olduğu tek meşru hükumet olan Ulusal Mutabakat Hükumeti’nin resmi daveti ve TBMM’nin de onayıyla Libya’da bulunuyor. TSK mensubu buradaki eğitim ve danışmanlık faaliyetlerini başarıyla yerine getiriyor, getirmeye devam edecektir. Libya’daki gayemiz ‘Libya, Libyalılarındır’ anlayışından hareketle Libya’daki sulh ve istikrarın bir an ilkin sağlanarak zamanı kardeşlik bağlarımız mevcut olan Libya halkının hak etmiş olduğu huzura kavuşmasıdır.” “Fransız gemisinin rahatsız etme edilmiş olduğu”ne yönelik iddialara da değinen Akar, “Bu mevzuyla söz konusu tüm informasyon, belge, video ve fotoları NATO’nun sivil-askeri makamlarıyla paylaştık. İddialar tamamen gerçek dışı olup haklılığımız kanıtlandı” şeklinde belirtti. Türkiye’nin başlangıçtan itibaren dostane, yapıcı, iş birliğine açık, destekleyici bir tutum sergilediğini söyleyen Akar, “Bizim gemilerimiz Fransız gemisine talepleri üstüne yakıt ikmali dahi sağlanmıştır” diye belirtti. Akar, mevzuya ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmuş oldu: “Fransız gemisi rahatsız etme edilmediği şeklinde Fransa gemisi Türkiye’nin üç gemisinin ilerlediği konvoya 20 deniz mili sür’atle söze girmek suretiyle fazlaca tehlikeli bir manevra yapmış, mevcut NATO usullerini de dikkate almayarak, muhabere irtibatı dahi kurmamıştır. Ek olarak NATO makamlarına iddiaları destekleyecek teknik verileri sunamamışlardır. Türkiye NATO’nun merkezinde tüm ortak değerlerini paylaşan, sorumluluklarını daima yerine getiren ve yerine getirmeye de devam edecek olan bir ittifak üyesidir. NATO makamları Türk personelin vaka sırasındaki ustalaşmış ve ihtiyatlı yaklaşımına teşekkür etmiştir. Dolayısıyla ikimiz de Fransız müttefiklerimizden hala bir özür bekliyoruz.” Fransızların bu mevzuda NATO’daki tüm çalışmaları tıkamaya çalıştığını ifade eden Akar, “Kapatmalarına izin vermeyecek, sonuna kadar götüreceğiz. Türkiye’nin, her aklına gelenin efelik yapacağı bir ülke olmadığını görsünler” diye belirtti.
0 notes