Tumgik
ayasofyaist-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Mitolojide Yağmur Ve Kar Yağdırmak (Yada Taşı)
Mitolojide yer alan bir Yada Taşı vardır. Ama yağmur yağdırmak için yapılan törenlerin ana maddesini dualar teşkil eder.
Bu maksatla halk ya kırlara, tepelere, ya su kenarlarına gider, bazen de ibâdet yerlerinde toplanır. Bu sırada kurbanlar kesilir. Suya kuru at kafası ve taş atılır, dualar edilirken kollar yukarı ve ileri uzatılarak elin üstü havaya, avuçlar da yere doğru çevrilmiş olurdu. Duayı yapanın bu halde duran elleri üzerine dua süresince su dökülür, bu sular onun parmakları ucundan yere akar, damlardı.
Yağmur ve kar yağdırmakta (Yada Taşı) denilen taşın büyük rolü ve etkisinden bahsedilir. Bu taş üzerinde çeşitli efsaneler, Türk’lerden başka Yakın Doğu milletlerinin bazılarında da görülür. Araplar bu taşa (Hacer Ü Matar), Fars’lar (Senk-i Yede) derler. Çağatay’lar ise kelime farsça olmakla beraber (Yeşim taşı) Yakutlar Sata, Altaylı’lar Cada, Kıpçak’lar Cay demişlerdir.
Genel olarak halk bu taşa: Yada taşı, Cida taşı, Çurtus, Yağmur taşı ve Kaş adlarını vermektedirler. Nuh peygamber tufandan sonra gemisinden çıkınca Ham, Sam, ve Yâfes adındaki oğullarından her birini bir ülkeye göndermiştir. Yafes’i Türk ülkesine göndermezden önce bu Yada taşını vermiş, o da oğlu Türk’e bırakmıştır. Ama sonra Oğuz Han bu taşı elde etmiştir. Kaşgar taraflarında bu taşın beyazına (Ak taş), Karasına” da (Kara taş) derler,
Altaylı’lar ve Yakut’ların, yağmur ve kar yağdırmak kudretinde olan Şaman’ları da dualar okuyarak bu taşı kullanırlardı. Göç Destanında Dokuz oğuz’lardan (Buğu Tekin) e rüyasında Aksakallı bir ihtiyar tarafından bu taş verilmiştir. Yada taşı okunarak suya konursa yağmur yağdırır. Atın yelesine asılırsa serin rüzgâr estirir. Yangma atılırsa söndürür. R4 taş kar ve dolu da yağdırır. Kötü havayı iyi eder. Bir kabın içine kar yahut su konarak bu taş bırakılınca ne niyet edilirse o olur.
YAT: (Bir türlü Kam’lıktır.) (Kâhinliktir) belli başlı taşlarla (Yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır, rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu. Mevsim yaz idi. Bu suretle kar yağdırıldı ve Ulu Tanrının izniyle yangın söndürüldü.
YAŞIN : (Şimşek). Kimin yanında Kaş bulunursa ona şimşek dokunmaz demektir. Kaş lekesiz, saf bir beyaz taştır. Yüzüklere konur ve yüzüğün sahibine şimşek dokunmaz, çünkü yaradılışı böyledir. Bu bir beze sarılıp ta ateşe atılacak olursa, ne bez yanar, ne de taş… Bu sulanmıştır. Bir adam susadığı zaman bunu ağzına alsa susuzluğu giderir. Doktor Süheyl Ünver’in, Bazı kaynaklardan alarak, bu taş hakkındaki hikâyeler üzerinde yazdığı bir makaleden şu parçalar aşağıya alındı.
3 notes · View notes
ayasofyaist-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Tarihinde Din
Türklerin tek tanrılı bir dini kabul edinceye kadar taşıdıkları dinlerden: Totemizm, Animizm ve Natürizm gibi kurucuları olmayan İlkel dinler; hayvan ve bitkilere verilen kutsal önem, bir de insan ruhunun büyük varlıklara, büyük olaylara gösterdikleri saygı ve hayranlık sebebi ile ortak bir inanç halinde Türklerin de iç âlemlerinde doğmuştur.
Yüz yıllarca Türk boyları arasında tutunan Şamanizm ise, Animizm ve Natürizm’in esaslarına dayanarak gelişmiş, bir din olmaktan ziyade bir mezhep manzarası göstermiştir. Budizm Manihaizm, Taoizm ve Lamâizm gibi kitabı ve kurucuları olan dinler ve mezheplere gelince bunlar da; türlü sebep ve olaylarla yabancı milletlerden kayarak zaman zaman Türkler arasında yayılmıştır.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, bir takım yabancı dinler yayılırken bunlar üzerinde eski Türk inançlarının ve Şamanizm’in etkilerini görmek te mümkündür!
Türk Kozmogonisinde karalardan önce yalnız su âlemi vardı ve dünyayı kaplamıştı. Türk Kozmogonisinin çerçevelediği bu su tablosu, Brahma dininin ana kitabı olan Veda’ların, Rig-Veda bölümünde görülmektedir. Orta Asya Eski Türklerinin ateşe gösterdikleri derin saygı da, Zerdüşt tarafından kurulan Mazdaizm’in temelinde yer almış bulunmaktadır.
Şu hale göre, Türklerin taşıdıkları dinler; Totemizm, Aninizm ve natürizm gibi Politheist ve yahut Mazdaizm, Manihaizm, ve Şamanizm gibi Dualist dinlerdir. Polivtheist dinlerde çok tanrılar, Dualist dinlerde ise karşılıklı çarpışan, birbirine zıt iki kuvvet veya tanrı görülmektedir.
Dualist dinlerden olan Mazdaizm’e göre; iyiliği temsil eden Hürmüz ile kötülüğü temsil eden Ahriman vardır ki Hürmüz tek tanrı olan Ahoramazda’yı da temsil etmektedir. Manihaizmde ise; Nuru temsil eden tanrı ile karanlığı temsil eden şeytan bulunduğu gibi, kâinatta bir de iyilik ve kötülük vardır ki bunlar da her zaman mücadele halindedir. Her şey bunların çarpışması ile olur.
Şamanizm’de de gök ve iyilik tanrısı Ülgen ile yeraltı ve kötülük tanrısı Erlik Han karşı karşıyadır. Bunda da ilk ced tanrı olan Kara Han, Ülgen ile temsil edilmektedir. Başka tanrılar ikinci plânda geliyor. Türklerin bu kadar çeşitli din kullanmalarına; yayılma, hükümet kurma, çökme, göç gibi olaylar ve kaynaşmalar, bir de Çin, Hint ve Iran gibi din kültürleri kuvvetli olan komşuları ile temaslar sebep olarak gösteriliyor.
Ama, bu olaylar ve kaynaşmalar o kadar çok ve hareketli olmuştur ki, bu yüzden dinlerin Türk kollan arasındaki yayılma sahalarını net olarak hudutlandırmak, yerleşme çağlarını tarihlere bağlamak şartiyle kesin olarak belirtmek şimdilik imkân dışı kalmaktadır.
Ancak burada genel bir bakışla şu kadarı denilebilir ki; Türkler özellikle Altaylı’lar, Yakutlar ve Çuvaş’ların bir kısmı uzun yıllar Animist, Natürist ve Şamanist kalmışlardır. Yedinci yüz yıldan sonra ise bazı yerlerde Şamanlık zayıflamış, yerini Budizm’e vermiştir,
Tukiyu’lar önceleri Şamanist iken sonra Budist olmuşlar ama bu din de askerlik enerjisini felce uğrattığı için çok geçmeden itibardan düşmüştür. Göktürler de VI. yüzyılda Budizm’e bağlanmış, Bilge Kaan di bu dinî kabul etmiş, imparatorluğun çökmesine kadar bu bağlılık devam etmiştir.
Ancak bu dini daha çok şehirliler ile hakan ve onun etrafı da toplananlar kabul etmişti. Bunların dışında kalanlar Şamanist idiler. Moğol’lar ise Şamanist iken sonraları Budizm’i kabul etmişlerdir. Ceniz sülâlesinden Kubilay da koyu bir Budist idi.  Budizm, Buharaya da yayılmış iken, İslâmlık oradan bu dinin izini silmiştir.
Çeşitli dinleri taşıyan en çok Uygur’lar olmuş, önceleri Şamanist iken sonraları çeşitli dinler bunların arasında yayılmıştır. Uygur’lar ve bunlardan yetişmiş bir nesil olan Yugur’lar Tibet yolu ile Lamaizm’i de kabul etmiş, batıdan Türkistan kanalı ile gelen Manihaizm’i benimsemiş ve 762 de de Uygur hükümdarı Buğu Tekin, Manihaizm’i resmî din olarak almıştır. IX. yüzyılda, Şamanist olan Kırgızlar, uygurlara hâkim duruma geçince, Manihaizm’i de Türkistan’ın arkalarına doğru uzaklaştırdılar. Bu sıralarda Budizm de Uygurlar arasında yayılmıştır. Hatta Uygur’lar arasında Nesturîlik te bir zaman yer almıştı.
Sümer’ler ise, önceleri Altaylı’lar ve Yakut’lar gibi hayvan ve bitkilerden bir takımlarım Totem tanımışlardır ki Arslan, Boğa ve kartal gibi hayvanlar Sümer’lerin ilk Totem’leri arasında görülmektedirler.
Sonraları Animizm’e ve Naturizm’e her şeyin birer ruh taşıdığına, kozmik varlıkların, kuvvetlerin birer tanrı olduklanna inanmışlardır.
Sümer’ler ölümü normal bir son olarak kabul eder. Bir adam ölünce bedeni yeraltına, ruhu da kuş gibi yukarı âlemlere  uçar. İşte böylece yeraltı âlemi fânilerin, gökler âlemi de tanrıların ve ruhların bulunduğu yerlerdi. Tanrılar ölümü yaratıklara vermiş, ölümsüzlüğü de kendilerine ayırmışlardı.
Onlara göre her şey dünyadadır. Günahların da cezası dünyada çekilir, iyiliklerin de mükâfatı yine dünyada görülür. Bunun içindir ki Sümer’ler ancak ömürlerinin uzun olmasını ister, şu iki günlük dünyada rahat yaşayabilmeleri için tanrılara dua eder, kurban keserlerdi. Sümer’ler bu din anlayışları ile Hitit’ler üzerinde de etki göstermişlerdi. Hitit’ler bir zaman Hurri dinini de kabul etmişlerdir.
Elamlı’lar ise önceleri Sümer’ler gibi Totemizm, Animizm, Natürizm ve Şamanizm kanallarından geçtikten sonra, çeşitli ya bancı dinleri de kabul etmiştir. İslâmlık girinceye kadar Oğuz ülkelerinde de Şamanlık yay- j gm bir halde idi. Bununla beraber sonraki yüzyıllarda bile İslâm- lığın kuvvetli kültürü karşısında Şamanlığın izleri silinememiş, dinî gelenekler arasında tutunmuş kalmıştır.
VIII. yüzyıldan itibaren bütün mezopotamya’daki dinler; güneyden gelen İslâmlıkla karşı karşıya kalmışlar ve kaynaşmalar, mücadeleler başlamıştır. Orta Asyada dahi bu hareketler ve din kavgaları kendini göstermiştir.
Divan-ı Lûgat-üt Türk tercümesinin birinci cildinde, müslüman olmayan bir Uygur’un nasıl öldürürldüğü şöyle anlatılmaktadır.
(Onun işini bitirdim. Arkadaşını da kaçırdım. Ölüm ağusunu içirdim, yüzünü buruşturarak içti.) Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki; Totemizm, Animizm, Natürizm ve Şamanizm gibi Türklerin ilk dinleri ve mezhepleri, her yönü ile mitik karakter gösterdiği halde, bu arada kabul ettikleri kurucuları ve kitapları olan yabancı dinler bir yönü ile ilk bakışta mitolojik görünmezler.
Bu dinlerden Mazdaizm, Manihaizm, Budizm ve Taoizm’in genel olarak telkin etmek istediği; büyük ölçüde alçak gönüllülük, çalışmayarak köşeye çekiliş, öğrenmeyi bırakarak cahil kalma, hayrı ve iyiliği sevme, iztıraplardan kurtulmak için varlığa iltifat etmeyiş, arzuları kırma gibi kanaat ve prensiplerden bazıları reel hayata, aktif yaşayışa uymayabilir. Ama bu tavsiyeler her ne de olsa mitoloji ile ilgili sayılmazlar.
Yalnız şu var ki, bu doktrinleri ortaya koyanlar; ancak yaptıkları yukardaki tavsiyelere riayetle; kutsal hakikatlere ulaşan yoldan yürünülmüş olacağını, görünmezler âlemindekileri tanımanın, onlara yaklaşmanın başka çaresi olmadığını belirtmek isterler ki, işte o zaman dünya işlerinden ve yolundan ayrılmış, mitolojinin hududu içine ayak basilmiş olur.
Zerdüşt; (ZentAvesta) da, Mani; (Erteni Mani) de Tao; (Tao-te-King) de Buda da Nirvana için yaptığı işaretlerde; nasihatleri ile İlâhileri ile hep bu âlemlere giden yollara yolcu hazırlamak isterler. Şimdi küçük birer örnek alarak bu görünmezler âlemindekilere bakılacak olursa manzaralar daha iyi aydınlanabilir:
Mazdaistlerce;  Büyük Tanrı Ahora Mazda’nın güneşte oturuşu, Hürmüz ile Ahriman gibi iyilik ve kötülük tanrılarının çarpışmaları, Budist’lere göre; Buda’nın göklere çıkarak otuz üç tanrıyı irşat edişi, güneşin bir tekerlek olarak ele alınışı, şeytanın Buda’ya musallat oluşu, Manihaist’lere göre; nurun iyiliği, karanlığın kötülüğü temsili ile bunların mücadelesi, şeytanın karanlıklardan doğuşu, Taoist’lerde ise; boşluk âleminin kutsal tanınarak, asıl faziletin kâinattaki intizamda oluşu, bu bakımlardan boşluk âleminin bütün yaratıklardan iyi bulunuşu gibi din kurucularına tanrısal kudretlerin verdiği ilhamlardan doğan mitolojik tablolar bol bol göze çarpar. Bu bölümde kurucuları ve kitapları olan yabancı dinlerden bahsedilişin sebebi de; Türkler bu dinleri taşımakla, bunların mitolojik havası içine de girdiklerini göstermektedir.
0 notes
ayasofyaist-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Kötü Ruhlar, Cinler, Şeytanlardan Bir Takımının Kimlikleri
  (Yak) Kötü bir takım ruhlardır. Kötü ruhlardan biri. Yahut kötülük tanrısı.
(Al) ölmüş bahaların ruhudur. Bunlar Erlik Han’ın idâresinde bulnurlar.
(Al) ölen bir adamın, daha önce ölmüş arka-balarından birinin ruhu bu adı taşır. Aldacı, Süne adındaki ruh ile ölü evinin etrafında dolaşır. Şaman yahut Kam temiz ve kutsal tanındığından Aldacı tarafından  kirlenmemek için ölü evine girmez, başkalarına bile bir hafta ölü evinden eşya verilmez ve içeri alınmaz. Ölümden kırk gün sonra, ölü evinde bir tören yapılır, yemekler yenir. Törene önce Şaman gelir. Ardıç ağacı ile tütsü yaparak Aldacı’yı kovmaya çalışırdı. Aldacı’lara ölüm ruhları da denir.
— (Al) Erlik Han’ın emrinde bulunan kötü ruhlardan biri.
— (Yak) Çıban denilen yarayı insanlarda yapan ruh.
— (Yak) Kötü ruhların koruyucusudur. “Kara neme’ler bunun emri altındadır.
— (Al) Yerin altında yaşayan ve Erlik Han’ın emrinde bulunan kötü ruhlardır. Bunlar; şeytanları insanların üzerine yollayarak onlara çeşitli eziyetler verdirir. İnsanlar bu eziyetlerden ancak kurban sunmakla kurtulabilirler. En makbul olan da kara renkli hayvandan verilen kurbandır. Bunlar çok yemek yer ve doymazlardı. Bunların bir adı da Yek’tir. Ölüm hastalıklarını insanlara musallat eden ruh.
— Cığılar bir takım cinlerdir. (İki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman, bu iki bölüğün vilâyetlerinde oturan cinler, kendi vilâyetlerinin halkını kollamak için çarpışırlar. Cinlerden herhangi taraf Çor (Çar)yenerse, onlardan yana çıktığı vilâyet halkını da yener. Geceleyin bu cinlerden her hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilâyetin hakanı da kaçar. Türk askeri geceleyin cinlerin attıkları oktan korunmak için çadırına saklanırlar. Bu, Türk’ler arasında yaygındır.
Divan-ı Lûgat-üt Türk. Cilt: III.  (Al) Şaman inanışlarına göre insan bedeninin dışında, ama yine insanla beraber bulunan kötü ruhlar vardır ki onlara bu ad verilmiştir. Yine Şamanlara göre Çor; (Cin) demektir. Şimdi bile Anadolu’nun bazı yerlerinde (Çor vurdu: Cin çarptı ve hastalandı) derler.
— (Al)  Çorabaş, Şaman dualarında geçen bir ruh. Bunun doksan koyun derisinden kürkü, seksen koyun derisinden külâhı vardır.’
Dahtalır-Tarah —(Yak) günahkârların gittiği yerde bulunan Edimnu’lar büyük bir ruh.
— (Süm) Hortlak denilen kötü yaratıklardır. Aşi-pu’lar bu kötü varlıkların fenalıklarından korunmak isteyenlere efsun yaparlar.
Ege’ler — (Uy) Cehennemde zebani görevli kötü bir varlıktır.
Gidim— (Et) Ölen kimsenin ruhuna denildiği gibi, kötü ruhlara ve cadılara da bu ad verilir.
Karaçor. — Kuzey Türk’leri kötü ruhlara bu adı verirler.
Kara neme’ler— (Yak) Arsan Dolay’m emrindeki kötü ruhlar.
Kara Ozot’lar — (Al)Yeraltı âleminde Erlik Han idâresinde. Kökmen bulunan kötü ruhlardan bir grup.
—(Al) Şaman dualarında geçen bir ruh. Bunun altmış koyun derisinden kürkü, seksen keçi derisinden külâhı vardır.
Körmös’ler— (Al, Yak) Kötülük tanrısı Erlik’in yeraltı âlemindeki yardımcılarıdır. Körmös’ler içinde iyilik yapanlar da vardır ki onların adına kurbanlar kesilirdi. Bir inanışa göre Körmös her ölüden ayrılan bir ruhtur. Eğer o ruh iyi bir adamın ruhu ise iyi körmös’tür, o dünyada kalır. Bunların işi gücü iyilik yapmak, kötülük yapan Kömös’ler ile mücâdele etmektir.
Kötü Körmös’ler âhiret âleminde, cehennemde görev almışlardır. Bu Körmös’ler dünyaya da çıkar, evlerin etrafında gezer, içeri girmeye fırsat ararlar. Eve girebilirlerse fenalık yapmak için saklanırlar, insanları öldürmeye çalışırlardı.
Erlik Hanın oğulları babaları gibi değildir. İyilik yapmayı severler, insanları fena körmös’le-rin şerrinden korumak için dünyada bulunurlar, evlerin, obaların kapı bekçiliklerini yaparlar. Bunlar, Körmös’lerden birini yakalayacak olursa hemen cehennemde kaynamakta olan (Kazırgan) adındaki büyük kazana atarlar, orada cezalarım görürler. Körmös’ler birbiri ile de geçinemezler, aralarında kavga eksik olmaz. Çok ta pis boğazlıdırlar. İnsanları yemekle bir türlü doymazlar.
Altay Türk’leri, bütün hastalıkları, ölümleri bunlardan bilirdi. İnsanların vücudunda olan yaraların da körmös’lerin ısırmasıyla olduğuna inanırlardı. Çok hiylecidirler. İnsanlara sokulabilmenin yolunu bilirlerdi.
İşte Erlik’in oğulları insanları bunlardan korumaya çalışır. İyilik yapan Körmös’ler için kanlı, kansız kurbanlar verilir: (Kansız kurbanlar; kullanılmamış taze şarap, hayvanların İlkbahardaki temiz sütleri, çay kırıntıları, arpadan yapılmış bir içki, kavrulmuş arpa unu, sütten yapılmış bir bulamaç. Yine bu körmös’lerin adına yapılan putların üzerine konulan arpa ve buğday demetleridir. Kanlı kurbanlar ise, kısrak, keçi ve koyundur. Ama bu kurban kesilmez, boğulur. Hayvanın ağzım, burnunu tıkayıp dört ayağını dört tarafa çekerler: Bu kurbanların eti tören yerine yakın bir kazanda pişirilir.) Bir takım dualardan sonra bu etler yenilir.
Bir takım kötü ruhların anasıdır. İnsanlar bundan korunmak için kurban keserler.
— (Al) Yeraltı âleminde Erlik Han’ın emrinde bulunan bir takım azap verici kötü ruhlar
— (Al) Bir takım zebanilerdir. Günah işleyen insanları cehennemdeki kazanlara atar ve çeşitli azaplar çektirirler.
— (Al) İnsanlarla hayvanlarda bulunan ruhtur. Ama Süne istediği zaman insandan ayrılarak gezer, kimseye görünmez. Ancak Şaman’larla, bazı kutsal sayılan insanlar, bazen da köpekler görülürler. Süne’yi görebilen insanlara (Köspekçi) derler. Eğer bu adamlardan başka herhangi bir adam Süne’yi görürsev öleceğine alâmettir. Süne, insan öldükten sonra yeraltı âlemine gider, orada kendisini Erlik Hanim beraberindekilerden Yula karşılar.
— Etrüsk cinlerindendir.
— (Etr) Kartal gagalı, Eşek kulaklı, Yılan saçlı bir cindir. İnsanlara azap verir.
— (Et) Fenalık yapan bir takım- cinlerdir.
— Cesteni bey hikâyesinde geçen büyük bir Cin.
— Budist Uygur’lara göre kötülük ve ölüm veren bir ruhtur. Yeraltı âleminde bulunur.
— (Al) İnsanın ve hayvanın beraberinde bulunan ruhtur. Yula istediği zaman insandan ve hayvandan ayrılır, gezer. Yula, insanlara rüyalarda görünür. Şaman’ların kurban törenlerinde bulunur. Şaman’la birlikte göklere, yer altına seyahat eder. Yula da Erlik Han’ın emrinde bulunan ruhlardandır.
0 notes
ayasofyaist-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Gök ve Yeraltı Âlemi
Göklerin Katları ve Göklerde Bulunanlar
Tanrısal ikametgahlar; katlara ayrılmış göklerdedir. Başka bir deyimle gökler; büyük tanrılarla iyi ruhların, perilerin ve meleklerin kâinat çapında bir apartımanı halindedir. Cennetler, meşhur (Süt gölü) ve Kara Han’ın yarattığı (Sürve dağı) da, Ülgen’in katındaki cennetlerin birinde bulunmaktadır.
Güneş, ay, yıldızlar gibi natürist tanrılar ise, yerlerini almış, gökler âlemine, dünyaya ışık dağıtırlar. Taoist’lerin dört yönü idare eden tanrı ayarındaki dört temsilcisi ile Göktürk’lerin boşluğun dört yönünde bulunan, Türk bölgelerini koruyan renk ve hanlıkla vasıflandırılan tanrıları da boşluk âleminin birer kutsal kahramanıdırlar.
Tanrı sayılan bozkurt, Eti’lerin, Elamlı’ların kutsal boğaları güneş tanrı Şamaş’ın kudretli kartalı, fırtına tanrısı Teşup’un korkunç boğaları ile tanrının beyaz devesi ve (Aidar Erkanı) masalında görülen tanrının kuyruksuz mavi kurdu gök sakinlerinin kadrosunda bulunmaktadır.
Büyük tanrılardan katları ile yerleri belli olanlara gelince; Gök tanrısı Anu, Sümer’lerin Anosmas dedikleri göklerin yüksek yerindeki saraymdadır.
Altaylı’larm büyük tanrısı Kara Han ile oğlu Ülgen de Şaman’larca on yedi kat kabul edilen göklerin üst katlarında oturur. Göktürk’lerin, Yâkut’larm, Akkat’larm ve Elamlı’larm büyük tanrıları da bu katlarda yerleşmişlerdir.
Yakut’larm Kayadşn’ı dokuzuncu, Altaylı’ların Günana’si yedinci katta, Ayata’sı altıncı katta, Yakut’larm Orangay’ı dördüncü, Kuday ile tanrıça Ayzıt üçüncü katta otururlar.
Sümer’lerin bir kısım tanrıları da yıldızlarda oturmayı uygun bulmuşlardır. Tonguz’lara göre de, Yedinci kat gökte Güneş,, altıncı katta ay bulunmaktadır.
Göklerden İnenler
Göklerin hangi semtinden geldikleri, nasıl türedikleri açıklanamıyan,  yere inmiş insanlar ve yaratıklar vardır. Eski Türk Han’larından da bazıları gökten yere inmiş, öldükten sonra yine geldikleri yere dönmüşlerdir. Bunların içinde, güneşten gelenler de vardır. Sienpi’lerde ilk hükümet kuran (Tan-Şe-Huvang) da babası olduğu halde, annesi bir gün gök gürlerken göğe bakmış, bu sırada gökten ağzına bir dölü tanesi düşmüş, kadın bundan gebe kalmıştı ki bu hükümdarın da ilk hayat maddesi böylece gökten inmiş bulunmaktadır.
İnsanın yaradılışı hakkındaki bir Budist efsanesine göre de: tanrı güzel bir kız olan (Rin ta Riod gar) ı gökten yere indirmiş ve insanlar bundan türemiştir.
Gökten nur ve ışık içinde inenler de vardır :
Oğuz’un karısı gökten nur içinde indiği gibi, bir sabah Oğuz’ un çadırına yine nurlu bir ışık içinde giren kurt ta gökten inmiştir. Hulin dağı’nın üstündeki ağaca nur inerek ağaç gebe kalmış, beş çocuk doğurmuştur. Buğu Tekin’in odasına gökten nur içinde bir tanrıça da inmiş ve tanrısal öğütler vermiştir.
Kutsal (Yeşim Taşı) da gökten inen bir nurdan vücuda gelmiştir. Türk kahramanı (Alp Er Tonga) nın, Iranlı’ların düşmanı olan (Zini Gâv) ı öldürmesi üzerine, gökten (Altun Yaruk) denilen ışık Türk kahramanının üzerine inmiştir.
Gökten inmiş yaratıklar içinde ön safta at gelir. At, Şama-nist Türkler ve Moğollarca gökten inmiş, Yâkut’larca güneş âleminden gelmiştir. Mazdaist Türklerin tapmaklarındaki bakırdan At da gökten inmiştir.
Kahraman Gılgamış, Tanrıça iştar’ın sevgisine iltifat etmeyince, tanrıça öfkelenmiş ve Gılgamış’ı öldürmek için bir boğa göndermesini babası Anu’dan istemiş. O da kızını kırmayarak gökten bir boğa göndermiş ise de Gılgamış ile arkadaşı Enkidu, bu boğayı öldürmüştür.
Kayın ağacı dahi, Ülgen tarafından Tanrıça Umay’a gökten gönderilmiştir.
0 notes
ayasofyaist-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Tarihteki İlk En Büyük Kahraman; Herakles
Eski Yunan’ın en büyük kahramanı Herakles’ti. Atina’dan başka bütün illerde Theseûs’tan önce anılırdı adı. Atinalıların düşünce yapısı, öteki Yunanlılardan değişik olduğu için, kahramanları da değişikti. Yalnız beden gücüne bakmazdı Atinalılar, akıl gücü de onlar için sön derece önemliydi Theseus, akıl gücüyle beden gücünü kendinde toplamış bir insan olduğu için kısa zamanda Atina’nın gözbebeği olup çıkıvermişti. Atinalılara bakılırsa, ondan üstünü yoktu ölümlüler arasında. Öteki Yunanlılara kalırsa, ölümlüler içinde en büyük, en üstün kahraman Herakles’ti.
Herakles’in inanılmaz gücü kendisini aşırı derecede gururlu yapmıştı. Ünlü kahraman, yerinin tanrılar arasında olduğuna inanır, ara sıra da ölümsüzlere kafa tutardı, ölümsüzler pek bir şey diyemezlerdi ona, bazı kereler yardımını bile isterlerdi onun. Devlerle tanrılar arasındaki savaşta Herakles tanrıların yanım tutmuş, attığı oklarla devlerin yenilmesini sağlamıştı. Bir keresinde de Apollon’a kızmış, onunla savaşmaya kalkmıştı. Delphoi tapınağının bakıcısına bir soru sormuştu Herakles. Bakıcı onun sorduğu soruya cevap vermeyince, zavallı kadıncağızı kaldırdığı gibi götürmüş, kendi adına bir tapınak kurmaya kalkmıştı. Bakıcısına böyle bir şey yapılmasından hoşlanmayan Apollon, cezalandırmaya kalkmıştı Herakles’i. Herakles tanrıdan korkmamış, ona kafa tutmuştu. Araya Zeuş girmeseydi büyük bir kavga olacaktı.
Aslına bakılırsa, Herakles’ten Ödü kopuyordu Apollon’un. Ama tanrılık bu, herkes ne derdi sonra. Zeus’un araya girmesiyle yatışmış göründü; bakıcısına söyleyip, Herakles’in istediği cevabı verdirdi.
Kendi gücüne beslediği büyük inanç yüzünden hiçbir şeyden yılmazdı Herakles. Kendisini yense yense ancak büyü, ya da insanüstü bir güç kullanan tanrılardan biri yenebilirdi. Sonunda da öyle oldu zaten. Hera, büyüyle sırtını yere getirdi onun. Ama yaşadığı sürece Herakles’i karada, denizde, havada kimse yenemedi.
Zekâ bakımından ünlü kahramanın pek öyle gelişmiş olduğu söylenemezdi. Bir gün sıcaktan bunalmış, güneşe ok atarak onu söndürmeye, böylece serinlemeye çalışmıştı. Bir gün de denizde giderken dalgaların gemiyi sarsmalarına kızmış, eğilerek sulara uslu durmalarını, yoksa hepsini cezalandıracağını söylemişti. Duygu açısından ele alınınca, Herakles’in çok ince bir kişi olduğu görülürdü. Hylas’ı yitirdiği zaman Argo gemisinden çığlık çığlığa, üzüntü içinde ayrılışı: daha önce anlatılmıştı. Bu aşın duygululuğun ara sıra zararları da dokunurdu kendisine. Çabuk Öfkelenir, her yanı kırıp geçirir, öfkesi yatışınca da yaptıklarına pişman olurdu. İşte o zaman kendisinin cezalandırılmasını isterdi. Zaten kendisi İstemeden ünlü Herakles’i cezalandırmak kimin elinden gelirdi ki. Onun kadar çok ceza çekeni görülmemiştir ölümlüler arasında. Kendi isteğine rağmen, onu cezalandırmaktan korkanlar da olurdu ara sıra böyle durumlarda Herakles, kendi kendisini cezalandırırdı.
0 notes
ayasofyaist-blog · 8 years
Text
Cisimli Ve Cisimsiz Tanrılar
İlkel büyük tanrıların bazıları cisimsizdir. Yalnız adları vardır, görünmezler. Büyük kudretlere sahiptirler.
Tabiattaki büyük varlıklardan tanrı tanınanların çoğu kendi adları ve cisimleriyle bilinir. Başka adlarla bunları temsil eden bir takım tanrılar ise vasıflarına göre ad alır. Bunların yalnız ruhları var, cisimleri yoktur.
Tanrılardan cisimlendirilmiş olanların bir kaçı şunlardır :
Ülgen, Erlik Han ve Ülgen ile Erlik Han’ın kızları, oğulları insan şeklindedir. Yakut’ların güzellik Tanrıçası Ayzıt, Elamlıların tanrıçası Enşuşinak güzel birer kadındır. Sümer’lerin Ninlil, Nane (İştar) adındaki tanrıçaları da gür saçlı, kabarık göğüslü birer kadın olarak cisimlendirilmişlerdir. Sümer ve Hitit tanrılarının çoğu sakallı birer insandır. Bunlardan bazılarının başında bir külâh, bazılarının da tanrılıklarım gösteren iki yahut dört boynuzlu taç bulunur.
Yakın doğu Türk tanrıları da savaşçı birer insan halinde gösterilmiştir. Bazı bitkiler de tanrı tanınmakla beraber, tuzlu suyu temsil eden ve bir adı da (Ummi Khudur) olan Tiamat dişi, ikinci kocası Kingo erkek birer dev olarak, Lakhamu ve Lakhamu adındaki tanrı ayarında sayılan iki kutretli varlık ta birer büyük yılan olarak cisimlendirilmiştir.
Yakut’ların büyük tanrısı Ulu Toyun da, bazan bulutlar arasında bir dev, bazan da dana, geyik ve köpek olarak görülür .
Totemik Tanrılar
Hayvanların, bitkilerin insanda yarattığı çeşitli etkilerden doğan inanışlarla tanrı tanınmalarıdır. İnsanlar cetlerinin de bunlardan geldiğine inanırlardı.
Animist Ve Natürist Tanrılar
Gök, Güneş, Ay, Yıldızlar, fırtınalar, gök gürültüleri, yıldırımlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, denizler, sular, büyük nehirler ve tabiattaki başka bir takım varlıklarda hatta hayvanlarda birer ruhun bulunduğuna, bunların kudret sahibi olduklarına inanılır ve tanrı tanılırdı.
Zoomorf Tanrılar
Arslan, at kurt, yılan, boğa ve grifon gibi bir takım hayvanların şeklinde olan, yahut bunların organlarından kompozisyon yapılarak cisimlendirilen tanrılardır.
Antropomorf Tanrılar
Bu tanrılar, bir istihale neticesi ve zamanla insan şeklini almış değildirler. Yukarıda da denildiği gibi daha ilkel tanrılar arasında bile; Altaylı’ların, Ülgen’i, Erlik’i insan kılığında gösterilmiştir. Hitit’lerde, Eti’lerde, kısmen Sümer’lerde bu tip tanrılar daha çoktur.
Tanrı Aileleri, Tanrıların İnsanlarla İlgileri:
Antropomorf tasavvur edilen tanrıların insanlarla münasebetleri daha çok görülüyor. Sümer tanrılarının bir kısmı bölgelerinin idaresi ile görevlendirilmiş, insanların yakından koruyucusu olmuştur.
Bu tip tanrılar, insanlara, bitkilere bereket, bolluk verir., insanları, daha çok sanatı olanları korur, adalet işlerine bakar. İnsanlar da onun emrinde bulunur, onlara hoş görünmek için dualar eder, kurbanlar keser, ama insanlar günah işlerse tanrılar da hışımlarını esirgemezler.
Yakın doğuda, özellikle Sümer’lerde; tanrıların yaşayış tarzı ve ihtiyaçları da insanlarınki gibi ayarlanmıştır. Onlar da insanlar gibi yer, içer, çalışır, onların da evleri, aileleri, çocukları bulunur; Atları, arabaları, hayvanları, sürüleri, hizmetçileri olurdu. Ama bu tanrılar insanlara görünmezler. Bazı olağan üstü hallerde birden görünür, nasihat eder, tenbihte bulunur, çekilir di.
Bu tanrılarla insanlar arasında esaslı ayrılık şurada idi:İnsanlar ölür, acizdir. Tanrılar ise ölmez, kudretlidir.
Tanrılaştırılanlar
Tanrılar kategorisine girmesi gereken ve temsili olarak şahıslandırılmış olan bu tip tanrılar genel olarak şöyle kısımlandırılabilir.
a) Kozmik varlıktan birinin adım taşıyarak natürist tanrılar araşma girebilen Oğuz’un oğulları.
b) Taoist’lerin kutsal tanıdıkları boşluğu dört yöne ayırarak, her yönün idaresini vermekle tanrı tanıdıktan dört hayvan.
c) Göktürk’lerce renklerle, Han etiketi ile tanrılaştrılarak Türk bölgelerini idare edenler.
Bir de; Hanlar, kıratlar, kahramanlardan da tanrılaştırılanlar vardır ki, taşıdığı özellikler ve kudretler, zaman geçtikçe insan hayalinden materyel ve kuvvet alarak büyütülmüş, nihayet bunlar da tanrılığa çıkarılmıştır.
0 notes
ayasofyaist-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Sudan Çıkan İnsan Ve Yaratıklar  
Beş kutsal unsurdan biri olan su; içinde çeşitli ve sayısız hayatı barındırdığı gibi, dünya üzerine gönderdiği insan ve yaratıklar da olmuştur:
Türkler arasında da yaygın efsâneye göre; Yarısı insan vücudu, yarısı balık olan (Oannes), Basra körfesi sularından çıkan insandır: Bunun başı ‘ve sırtı Balıktır. Gündüzleri karaya çıkar, akşama kadar yemeden içmeden yeryüzün-deki İnsanlara bilgi vermeğe çalışır, akşam olunca yine denize girer, geceyi suların altında geçirir. Büyük Tanrı Kumarbi’nin Ullikummi adında bir oğlu olmuştur. Onu, babasının tavsiyesi üzerine, gök ve yer üzerinde tutan Upelluri adındaki devin sağ omuzu üzerine koydular. Bu çocuk Diyorit taşından yapılmıştır. Upelluri’nin omuzu üzerinde, denizin dibinden ve suların içinden yukarı doğru büyümeğe başladı. Az zamanda yükselerek göklere kadar uzandı.
En kıymetli ve cins atlar için de, sudan çıkan bir aygır efsanesi vardır : Bu efsaneye göre, sudan çıkan bir aygır, orada rastladığı bir kısrak ile çiftleşmiş, en cins atlar bunlardan türemiştir ki bu atlar denizleri de yüzerek geçerdi.
Bir efsaneye göre de bir ırmağın suları içinden koyun çıkarmış. Kainatın yaradılışında yalnız Kara Han ile sular vardı. Tatlı sular; yer – su’larla, tuzlu sular da Tiamat ile temsil ediliyordu. Bunlar beraber oldular. Lakhumu ve Lakhamu adında iki büyük yılan türedi.
Ağaçlar Ormanlar
Türkler arasında ağaç kültü de geniş yer almaktadır. Başka milletlerde olduğu gibi, Türklerde de ağacı tanrı yahut tanrıdan ayrılmış bir parça tanıyanlar çok olmuş, ağaçlar üzerine dualar tertiplemişlerdir.
Altay türkleri kayın ağaçlarına taparlardı. Kayın ağacı başka ağaçlardan daha kutsal tanınmıştır. Adına kurbanlar da keserlerdi. Bazı Türk boylarınca (Turçut) adında bir ağaç ve orman tanrıça’sı da vardır. Şamanlar hastaları iyi etmek için gayret ederken yanlarında kayın ağacı da bulundururlardı. Şaman davulunda da kayın ağacının resimleri vardı. Samanlara göre kayın ağacı; büyük tanrı Ülgen tarafından Tanrıça Umay’a gökten gönderildiği için dinî törenlerde çok önem verilirdi.
Abakan Türkleri de dört kutsal kayın ağacının yanında dinî törenlerini yaparlardı. Bu törenler yapılacağı zaman bir tepeye çıkılır, kökleri parçalanmadan yerden çıkarılmış kayın ağaçlan tören yerine dikilir, Kurban kesildikten sonra orada bulunanlar kayın abacının etrafında üç defa dönerler, ateş yakarak kurban etlerini kızarttıktan sonra, bunları kayın ağacının kabuklarından yapılmış kaplara koyarlar, başına toplanarak yerlerdi. Bundan sonra ağaçlar etrafında yine dönerler, tören sona ererdi.
Saman dualarında kayın ağacı için: (Altın yapraklı, yetmiş yapraklı mübarek kayın ağacı) gibi tabirler geçer. Pir inanışa göre de kayın ağacının altmış kökü vardır.
Çam (Fusuk) ve ardıç ağaçları da Türklerde kutsaldı. Altay Türkler’ince kozmik âlemin yaradılışında Kara Han yarattığı bir adaya dokuz dallı bir çam ağacı dikmişti. Bu, dünya üzerinde ilk çamdı. Bu çam tanrıyı temsil ederdi. Kırgızlar akça kavağı, yakut ve Ostiyak’la da kara çamı kutsal tanırlardı. Ardıç dalları ile kadınlar ateşlerini yakar, kötü ruhları kovmak için odaları tütsülerlerdi. Çünkü kötü ruhlar bu ağacın yanık kokusundan hoşlanmazlardı.
Ağaçların başka özellikleri ve vasıfları da vardı: Konuşanağaçlar, koruyucu ağaçlar, şeytan ağaçları, evlenme ağaçları. Doğum ağaçları ve ölüm ağaçları) gibi Oğuz Han bir gün ava gittiği zaman, uzakta bir gölün ortasındaki ağacın dibinde bir kızın oturduğunu gördü, bunu aldı.
Hulin dağının üstünde de iki ağaç vardı ki; bu ağaçlara, nur inmiş, bundan sonra gövdelerinde şişkinlik olmuş, bundan beş çocuk doğmuştu ki en küçükleri Buğu Tekin’dir. Tukyu’lardan, Totuluşa öldükten sonra, oğulları içlerinden birini babalarının yerine seçmek üzere bir ağaç altında toplandılar. Ağaca en çok sıçrayacak olanı seçeceklerdi. Bunların en küçüğü olan Assena hepsinden çok sıçradı, seçilerek A-Hien-Şe adını almıştı.
Başka milletlerin ağaç kültünde görülen hurma, zeytin, defne ve öd ağaçlan, sonraları dinî gelenekler etkisi ile Türkler arasında da az çok yer almıştır.
Ağaçların toplu bulunduğu ormanlar üzerinde de efsaneler vardı ki, (ötüken) ve (Kadırgan) ormanları bunlardandır, ötügen ormanı ile dağının Türk Kitabelerinde de adı geçmektedir. Orhun abidelerinde de ilk Türk’lerin burada yerleştikleri yazılıdır. Türkler buradan ayrılmanın felâket olacağına inanırlardı. Çinliler de bunu bildikleri için Türkleri bu ormandan ayırmaya çok çalışmıştır, ötüğen ormanında geçen maceralar, savaşlar etrafında kahramanlık hikâyeleri de türemiştir, ötüğen ormanları Orhun ırmağı ile Selenga ırmağının arasındadır.
Altaylıların yaradılış efsanelerinde ormanları şeytanlar yaratmıştır. Cengiz dahi sözlerinde (anamız ötüğen) diyorsa da bu ötüğen sözü ile (yer) kast edildidiği ileri sürülür.
Hînli ve Budun ormanları da Türklerin ilk kutsal vatanları sayılmıştır. Hitit’lerin (Ezen-in-pi) denilen meyve bayramları ormanda yapılır. Tanrının heykeli tapmaktan alınarak ormana götürülürdü. Heykeli götüren alay (Tarnui) tapmağı önüne gelince, en büyük kâhin onu karşılardı.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Text
Viyana Kuşatması Yazışmalarından Bir Derleme
Allah saklasın, bizi tepelerlerse, o zaman İskender köprüsü üzerinden geçip Viyana’yı kurtarmak için Orduyu Hümayun üstüne yürüyeceklerdir. Polom ya Kıralı Sobieski denilen melun, yanında kendisine bağlı Büyük Litvanya ve Küçük Litvanya hetmanları olduğu halde, atlı yaya otuz beş bin Polonya gâvuruyla Viyana’yı kurtarmak için yürüyüşe geçmiş bulunmaktadır.”
Bu mektup kendisine okununca Sadrazam öfkelendi: “Viyana’yı kurtaracağız diye gelenleri ben zaten biliyorum!” diye bağırdı. “Hepsi üç dört bin PolonyalI ile beş on bin Alman değil mi? Ne çıkar bundan?” Hüseyin Paşaya bir ferman gönderip, bütün gayretini göstererek ve bütün sakınma çarelerine başvurarak emrindeki İslâm askeriyle Tuna’nın karşı kıyısından Viyana’nın hizasına gelmesini, burada Tuna’yı geçip Orduyu Hümayuna katılmasını bildirdi. Ayrıca “Beş on bin atlı askeri sizi korumaları için gönderiyorum, bunlar Komorn adası üzerinden derhal yola çıkacaklardır” diye yardım vaadinde bulundu.
Bu cevabını kağıda yazıp gönderirken, aynı anda Hanın oğlu Alp Giray Sultana da on bin Tatarla Hüseyin Paşa’nın yardımına koşmasını emretti. Fakat Alp Giray bütün yükleriyle birlikte sadece altı yüz Tatarı yanına alıp Gran köprüsünden geçti. Ancak yanlarında götürdükleri bir sürü tutsak ve yığınla ganimet yüzünden yürüyüşleri aksadığı için, Tatarlarının yarısını ayırıp ganimetlerle birlikte Uyvar’a yolladı. Bu şekilde Serasker Hüseyin Paşa’nın ordusuna katılan yardımcı kuvvetin hepsi üç yüz kişi oldu.
Bu sırada ele geçirilen tutsaklar Hüseyin Paşaya karşı savaşmış olan gâvur ordusunun boğazdan çekilip, Viyana’nın yukarısındaki İskender Köprüsüne gittiğini haber verdiler. Durum görüşülüp tartışıldıktan sonra, daha başka imdat gelir umuduyla Sadrazamın buyruğu gereğince 14 Ağustosta yola çıkıldı. Tököly İmre, Pressburg kalesi önünden Tuna kıyısı boyunca yürüyüşe geçti. Serasker Hüseyin Paşa ise Slovakya’nın içine dalıp Beyaz Alpler denilen sıradağları aştı.
Daha hiçbir İslâm gazisinin ayak basmadığı yerlerden geçti. Köyleri, kasabaları, kale ve palankaları yaktı; kadınları ve çocukları tutsak edip erkekleri kılıçtan geçirdi. Yürüyüşün sekizinci gününde Morava ırmağını geçip, suyun öte yakasında Tököly İmre’yi beklemek üzere konakladı.
Ertesi gün, yani 24 Ağustos Salı günü, iki yürüyüş kolu yapıldı. Bir kol dağ yolundan, öteki kol kıyı boyundan yola çıktı. Giderken rastladıkları bütün köyleri yakıp yıkarak ikindi üzeri Viyana’nın hizasına gelindi. Daha önce gâvur taburunun ordugâhının bulunduğu adada bir süre konaklamak üzere çadır kuruldu. Hüseyin Paşa birliklerini ırmağın beri yakasından seyreden Sadrazam ile Orduyu Hümayun askerleri onları alkışlayıp övdüler.
Bu sırada Alp Giray Sultan’ın Tatarları bir çapuldan dönerek yanlarında tutsak getirdiler. Tutsakların anlattığı şöyleydi: “İskender Köprüsü’ne çekilen Alman ordusu sizin buralara geldiğinizi haber alınca, geri dönüp arkanızdan yürüdü. Şu anda savaş düzenine girip toplarını dizmiş, döğüşe hazır bir halde buradan pek uzakta bulunmayan bir dağa sırt vermiş olarak beklemektedirler.
Haberin doğruluğunu incelemek üzere birkaç serhatle gönderildi. Bunlar da verilen haberi doğrulayınca, İslâm gazileri telâşa kapılıp geri dönmek istediler. Fakat Serasker Hüseyin Paşa, Abaza soyundan gelme gözü pek ve dürüst bir adam olduğundan onlara verdiği karşılıkta “Sadrazama karşı dönüp gitmek gibi bir hareketin sorumluluğunu üzerime alamam. Bu düşmanla karşılaşıp savaşmadan da bir yere gitmem!” dedi.
Bu sırada daha önce Komorn adasında durmuş olan otuz bin gâvur askeri de çıkageldi. Böylece Hüseyin Paşa askeriyle birlikte iki düşman arasında kaldı. Sadrazam ise onları kendi hallerine bıraktı. İmdat gönderirim diye verdiği sözü tutmadı. Bunca askerin kanlarını akıtmasına engel olmak yolunda tek parmağını bile kımıldatmadı.
Böylece beş ya da altı bin asker, savaşı peşin peşin kaybetmiş bir halde seksen bin gâvurla karşı karşıya geldi. Ancak onlar için başka bir çıkar yol da kalmamıştı. Bahtlarının kapanmış olduğunu bildikleri halde, kadere boyun eğip atlara bindiler. At üzerinde savaş meclisi kurup şu karara vardılar: “Üç yanımızdan düşman ve dördüncü yanımızdan da suyla çevrilmişiz. Bizim için artık hiç bir kurtuluş umudu kalmamıştır. Ölenimiz şehit, sağ kalanımız gazi olur. O halde, bırakalım da dünyada ve ahrette adımız şanla şerefle anılsın!” Düşmanla çarpışma kararım bu şekilde verdiler.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Text
Viyana Kuşatma Sonrasında Yaşananlar
İki Tutsağın Başının Kesilmesi
GÜNEŞ doğarken sadrazamın bütün maiyeti tepeden tırnağa silahlanmış bir halde davul ve sancakla birlikte cellat çadırının önünde toplandılar. Savaşa hazır durumda beklediler. Tımarlı müteferrikalarla çavuşlar bütün silâhlarım kuşanarak hazine çadırı önünde nöbete geçtiler.
Bu arada Maraş Beylerbeyi Ömer Paşa’dan, gâvurların çekildiği yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine bir iki saat daha beklendi; fakat düşmandan hiç bir eser görünmeyince, her ihtimale karşı hazır bulunmak şartıyla herkesin çadırlarına çekilebileceği emri verildi.
Macarlardan arabalarla çok miktarda erzak gelip Cellat Çadırı önünde İslâm askeri için satılığa çıkarıldı. Tarsus Sancakbeyi Receb Ağa tutsak alınmış iki Hristiyan askeri getirdi. Sorguya çekildikten sonra kafaları kesildi. Atlı Beyin oğlu tarafından genç bir tutsak gönderildi. Hemen cellata teslim edildi.’
Bu arada din düşmanlarının öncüleri, Kara Mehmed Paşa’nm bulunduğu kıyı boyundan ve manastır yolundan ilerleyerek İslâm cephesinde kavgaya susamış gazilerin üzerine aç kurtlar gibi saldırmışlar. Onlar da iki üç yüz kadar gâvurun büyük bir kısmını tepeleyip iki kelle almışlar.
Sadrazam, Kara Mehmed Paşa’nın haberini alıp Allahsız gâvurların İslâm askeri üzerine kudurmuş domuzlar gibi saldırmış olduğunu öğrenince, kendisinin bütün maiyeti ve hizmetkârları derhal silahlanıp savaş düzenine sokuldu. Ayni anda yeniçeri ağası da huzura çağrılıp kendisine yaya kapıkulu yeniçerileriyle savaş alanında topların önüne siper hazırlaması buyruğu verildi. Yeniçeri Ağası derhal bu emri uygulamaya koştu. Arkasından Sadrazamın Kethüdası Gürcü Ali Ağa savaşa hazır kılınmış maiyet birlikleriyle söz konusu yere gitmek üzere hareket etti. Yenilmez devletlû Sadrazam otağında kalıp yanında kalanlara her an dikkatli ve uyanık olmalarını buyurdu.
Daha sonra savaş bölgesinden bir kelle ile iki tutsak getirdiler. Her iki tutsağın da başı uçurulup zavallı vücutları zaman defterinden silindi.
Bu arada kale duvarının altına konmak üzere hazırlanan lağım deliğinin dört arşın kadar kazıldığı ve çok yakında barut koyulması kararlaştırılan noktaya varılacağı haberi geldi.
13 Eylül Pazartesi
Sadrazam bugün yukarda sözü edilen yerden yola çıktı. Öğleden az; önce üzerine yaya köprüsü kurulmuş bir ırmaktan geçti ve bir çayırlıkta mola verdi. İkindiden önce buradan da yola çıkıp akşam ezanında C56) adlı bir yerde geceyi geçirmek üzere konakladı.
İslam Ordusunun Utançlığı
Sadrazam ertesi sabah buradan da yola çıkıp öğleden Önce Raab ve Rabnitz suları üzerindeki köprüleri geçti. Öğleye doğru Raab ovasına varıp Silistre Beylerbeyi Myliteni i Mustafa Paşa’nın çadır önünde atından indi. Mustafa Paşa ile Erdel Kıralı Apâfy Mihâly, Sadrazamı köprübaşında karşılamışlardı.
Budun Beylerbeyi Vezir Koca Arnavut İbrahim Paşa’nın savaş meydanında herkesten önce bozulmakla kalmayıp, üstelik Yanık’a da bir gün önce geldiği haberi Sadrazamın kulağına gidince, aralarındaki eski bir hesabı görmenin tam zamanı olduğu kanısına vardı.
Korku verecek bir İbret olsun diye İbrahim Paşa’nın idamına karar verdi. Daha önce Yanık’tan Viyana ya gelmesi buyruğunu İbrahim Paşa’ya götürmüş olan Ulak Çelebi Ahmed Ağa kendisine gönderilip Sadrazamın huzuruna davet edildi. İbrahim Pasa hasta olduğu ve gelecek durumda bulunmadığı için “Sadrazamın fermanları neyse bildirsinler” şeklinde karşılık yolladı. Bunun üzerine, Sadrazam büyük bir Öfkeye kopildi ve cezasını hiç geciktirmeden derhal vermek İstedi. Aynı ulağı bir daha gönderip “Hastaysa bir arabaya binip gelsin, görüşülecek çok önemli bir mesele vardır” diye buyruk yolladı.
Bu sefer İbrahim Paşa, Allahın dediği olur, diyerek atına bindi. Sadrazamın otağı önünde büyük bir ölüm korkusu içinde atından indi. Sonbahar rüzgârına tutulmuş sarı yapraklar gibi titreyerek Sadrazamın huzuruna girdi ve eteğini öptü. Sadrazam terbiye gereği verilmesi töre olmuş hiç bir karşılık vermediği gibi, hatır saymayı belirtecek en küçük bir davranışta da bulunmadı.
Öfkeden köpürmüş bir halde paşanın üstüne yürüyüp çok ağır şekilde azarladı:               “Behey Allahsız Koca mel’ûn!” diye bağırdı. “Bunca zamandır seni Padişahımızın öbür vezirleri yanında yüceltip, gayretli ve sadık bir kul olduğunu söyleyip durdum. Senden ne zaman bir mektup gelse, içinde hep Viyana kalesi kolayca alınır, çok küçük bir garnizonu vardır, buraya bir sefer açmak çok yerinde ve çok yararlı olur sözleri bulunurdu. Şimdi ise, sen, savaş meydanında gâvura karşı hiç bir direnme göstermedin, herkesten önce kaçmağa koyuldun ve böylece İslâm ordusunun toptan bozulmasına sebep oldun. Ondan sonra da ölümü hak ettirecek böyle bir suç işlediğini aklına bile getirmeden, kendi kendini öncü kuvvetleri tayin edip Sancak’ı Şerifi bey ordunun kumandanını da yüz üstü bıraktın ve buraya koşup geldin. Büyük yararlıklar yapmış gibi de çadırına yan gelip yattın!”
Bu azarlara karşı İbrahim Paşa, hiç bir şey ifade etmeyen birkaç özür ileri sürdü; fakat bunlar bir işe yaramadı. Çavuşbaşı’na teslim edildi. Aynı saatte kendisine öteki dünyanın yolu hazırlanıp, bir daha açılmamak üzere hayat defteri kapatıldı. (Allah rahmetini en bol şekilde ona da nasip etsin!) Budun vilâyeti, Diyarbekir Beylerbeyi Kara Mehmed Paşaya verildi. Kendisine kürklü hilat giydirildi. Diyarbekir vilâyeti de kısa bir süre önce Kahire Beylerbeyliğinden azledilmiş bulunan eski bostancı başı Vezir Boşnak Osman Paşa’ya verildi. Gerekli ferman gönderildi. İdam edilen paşanın bütün eşyasına, develeri ve diğer hayvanlarıyla, ona ait olup da ordugâhta bulunan nesi varsa hepsine el konuldu. Devlet hazinesine gelir kaydedildi. Aynı gün saray müteferrikalarından Padişahın davar emini İbrahim Ağa, idam edilenin haznedar ve kethüdasıyla birlikte, Budun ‘da bulunan bütün mallarına el konulması için posta atıyla gönderildi.
İslâm ordusunun diğer savaşçıları da bitkin, şaşkın, yoksul ve utanç içinde ordugâha geldiler. Çoğunun çadırı yoktu. Çırılçıplak bir halde açıkta konakladılar.
Yüreğinde bir avrat kadar bile cesaret bulunmayan şu Tatar Hanı denilen kancık, bir gün önce buraya gelmiş ve Yanık önünde konaklamış. Onun yaptığı şekilde bir döneklik şimdiye kadar hiç bir Tatar hanında görülmemişti.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”
OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”
İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”
İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.
Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.
Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.
Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”
Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.
Kan susuzluğu İçlerine işlemiş. Yeni kanlar akıtıyor Eski yaralar kapanmadan.
Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.
Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.
Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”
Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.
Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.
“Kanayan yaralar için ağlıyorlar, Bir baba şölen sofrasında. Yediği et kendi çocuklarının eti ”
Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti  biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.
Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.
Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.
Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.
Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.
Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.
İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:
öldürenleri öldür. ölüme ölümle karşılık ver, Eski kanlara, kanla.       
Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.
Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”
Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.
Hepsi, hepsi senin simdi, Ölen babama duyduğum sevgi, Anneme verebileceğim sevgi, Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen, Hepsi senin şimdi, yalnız senin.
Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.
Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”
“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”
Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”
“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:
“Hadi, gel benimle.”
Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.
Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:
O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”
O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.
“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”
“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”
“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”
Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.
Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.
Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”
Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Cennet ve Cehennem
Şamanlığın ilk devirlerindeki inanışlara göre, yeryüzü hayatı ile yeraltı hayatı arasında fark yoktur. Can vücuttan uçar, yeraltı âlemine gider, yeryüzü hayatı orada devam eder.
Sümer’lere göre; insanlar dünyada ettikleri iyiliklerin karşılığını ve hatalarının da cezalarını yine dünyada görürler. Her şeyin dünyada olduğu, sonsuz hayat ta insanlara verilmediği için, Sümer’ler ancak ömürlerinin uzun olması, rahat geçebilmesi için tanrılara dua ederler. Bununla beraber, insan ölünce ayrılan ruhunun, yeraltı âleminde ceza göreceğine veya rahat edeceğine dâir inançlar da aralarında yok değildi.
Sonraları her iki âlem, arasında ayrılıklar genişlemeğe, büyümeğe başladı. Yeryüzü âleminde kötülük edenlerin, yeraltında cezalarım çekecekleri inançları kuvvetlenmiş, bunun sonu I ^olarak kötüler için (Cehennem) ile, İyiler, yahut günahlarının cezalarını çekmiş olanlar için de (Cennet) diye İki ayrı âlem daha I türemiştir.
Bazı mitolojilerde; ahire t âleminde cennete ve cehenneme giden bir köprü, yahut her ikisi arasında bir geçit bulunur. Günahı I olmayanlar köprüden geçerek cennete, olanlar da köprüden düşerek cehenneme giderler. Mazdaist’lere  göre (cinvat) köprüsü böyledir.
Dante’nin (Divin komedi) sindeki (Îl Purgatorie) de cennetle  cehennem arasında bir geçittir.
Cennetler Ve Süt Gölü Cennetler
Altaylı’larla YAkut’lar’a göre Cennetler Göklerin üçüncü katında dır. Temiz eğlenceler, zevk ve safa namına ne varsa hepsi ‘oradadır. Günahsız, bahtiyar İnsanlar orada rahatlık içindedir. Melekler, periler ise Cennetleri süsleyen zarif varlıklardır. Budist Uygur’lara göre (Tuşita) adındaki Cennetlerde, dünyada ömrünü feragat la geçirmiş insanlar yer alacaktır.  Bununla beraber cennetler Türkleri cehennemler kadar meşgul etmemiştir. Cehennemlerdeki çeşitli azaplar üzerindeki daha çok durmuşlardır.
Süt Gölü
Bu göle (Ak göl) de derler. İnanlara ilk ruh ve ilk hayat da (Süt göl)  ünden alınan damla ile verilir. Yakut’larınTanrıçalarından (Ayzıt) bir çocuk doğacağı zaman tarla, çiçek ve yemiş perilerini alarak lohusanın  yanına gider. (Süt gölü) nden aldığı bir damla sütü çocuğun ağzına damlatır. Bu damla çocuğa verilen ruh olur.
Altaylı’larda bu görevi büyük tanrı Ülgen’in yakınlarından olan (Yayık) yapar. (Yayık) da çocuk doğacağı zaman Ülgen’in emriyle bu göle gider, bir damla alır. O da (Ayzıt) gibi çocuğun •ağzına damlatır.Yine Altaylilara  göre; günahı olan bir kimse, cehennemde yanarak azap gördükten, cezasını tamamladıktan sonra (Yayuci) tarafından alınır, üçüncü kat göğe götürülür. Dünyadaki güzel göller, fâni insanlara nasıl zevk ve eğlence yerleri oluyorsa, cezasını tamamlıyan suçlu, bundan sonra akrabaları ile birlikte (Süt gölü) nde altın sandallarla gezerler, bu gölün kenarındaki sedef kumsallarda oynar ve eğlenirler.
Bazı hayvanlar da dünya üzerine (Süt gülü) nden gelmiştir: Altaylı’lara göre (Pura) adı verilen üç boynuzlu keçiler de (Süt gölü) nden çıkar. Bir inanışa göre de bu (Süt gölü) Kaf dağının altındadır:
Hızır, ölüme çare ararken, yolu buraya düştü. Bu dağdaki (Süt gölü) nde havada uçmak için kanatlı, suda yüzmek için kürekli atların bulunduğunu gördü. Uçan atlardan tutmak istedi, ama tutamadı. O zaman bu göle şarap döktü, içen atlar sarhoş oldu. Hızır bunlardan bir çiftini tuttu. Uçmasınlar diye kanatlarını kırdı. Bunları çiftleştirdi ve cins atlar bunlardan türedi.
Cehennemler
Günahsız insanlar cennetlere gideceği gibi, günahı olanlarda yeraltındaki cehennemlerin azap kuyularında kalarak kaynayan katran kazanlarında yanacak, cezalarını çekeceklerdir. Sümerli’lere göre de yeraltında cehennem tanrıları ve tanrıçaları vardır. Nergal ile karısı Ereşkigal bunların başta gelenlerindendir. Dünyada suç işleyenlerin ceza sürelerini ve şekillerini, hangi  cehennemde ne kadar yanacaklarını kararlaştıran bir de hâkimler heyeti vardır ki bu heyeti; Sabıray, Arah, Toyer, Malahay ve Tarha teşkil eder.
Şamanist Altay Türklerinin inançlarına göre en büyük cehennem (Mangistocirius) adındadır. Bu cehennemi (Matman Kara) adında bir ruh idare eder. Bir başka cehennem daha vardır ki bunun da adı (Tünken Kara Tamu) dur. Bunu da (Matman Karaca) idare eder. Bir de; (Tepten Karateş) adında bir cehennem vardır ki bunu da (Kerey Han) idare ederdi.
Yine Şamanist’lere göre dünyada kötülük yapmış insanların azap çekmek üzere atılacakları cehenneme ve orada kaynıyan katran kazanlarına (Kazırgan) denir.
Budist Uygur’ların (Aviçi) adını verdikleri cehennem de böyledir. Altaylı’ların kötülük tanrısı Erlik Han ise, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için bir körmös gönderir. Büyük tann Ülgen de buna karşılık Yayucı’yı gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp te ölünceye kadar yamndan ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek (Kazırgan) a atar. (Kazırgan) daki kazanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın huzuzurunda, götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse o ruh kazanlarda kalır. Yayuçi da beraber oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevaplarını sayar. Eğer sevap günahtan çoksa ruh oradan kurtulur. Günahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru ru çıkmaya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yanmasını bekler. Çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O vakit Yayuçi ruhun tepesindeki saçtan tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat göke götürür. Oradaki akrabaları ile buluşturur. Süt gölünde hoş vakit geçirir.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Troya Savaş Öncesi Kahramanları; Theseus’un Hikayesinden Bir Kesit
Theseus’un Atina’ya varışından yıllarca, önce, Girit kralı Minos, oğlu Androğeos’u Atina’ya yollamıştı. Atina kıralı Aigeus, yapılmayacak bir şey yapmış, Androgeos’u azgın bir boğayı öldürmeye göndermişti. Umulduğu kadar kahraman çıkmamıştı Androgeos, boğa tarafından parçalanıvermişti. Oğlunun ölümünü duyan Minos, küplere binmiş, ordusunu peşine takarak Atina’ya gelmiş, ülkeyi ele geçirmişti. “Bütün şehri yerle bir edebim,” demişti, “yalnız dokuz yılda bir bana yedi genç kızla yedi delikanlı göndermeye söz verirseniz sizi bağışlarım.”
Atinalıların ‘ellerinden ne gelir? Söz vermişlerdi Minos’a, her dokuz yılda bir yedi genç kızla yedi delikanlı göndereceklerdi Girit’e. Giritliler de on dört genci Minotauros diye anılan korkunç canavara atacaklardı.
Minotauros yarı insan, yarı boğa bir yaratıktı. Minos’un karısı Pasiphae doğurmuştu onu. Poseidon, kendisine kurban edilmesi için bir boğa vermişti Minos’a. Minos, zavallı hayvana açmış, onu bir türlü öldürememişti. Buna çok kızan deniz tanrısı, Minos’un karısını boğaya âşık edivermişti. Bu aşkın sonunda da Minotauros doğuvermişti işte.
Minos, doğan yavruyu da öldürmemişti. Ünlü mimar Daidalos’a bir labyrinthos yaptırıp Minotauros’u oraya bıraktırmıştı. Karmakarışık yollardan meydana gelen bir yerdi labyrinthos, oraya bir giren bir daha çıkamazdı. Giritliler, Atinalıları labyrinthos’a bırakırlar, zavallı gençler de çıkış yolunu bulamadan Minotauros’a yem olurlardı.
Theseus, Atina’ya vardıktan birkaç gün sonra Girit’e on dört gencin gönderileceğini öğrendi. Babasına, “Bırakın ben do gideyim bu gençlerle birlikte,” dedi, “belki Minotauros’u öldürürüm.”
Babası önce kabul etmedi bunu; ama oğlu üsteleyince karşı koyamadı. “Olur,” dedi.
Gençleri götürecek gemi limandan ayrılırken Theseus, “Baba,” dedi, “bu geminin yelkenleri kara. Eğer ben canavarı öldürür de Atina’ya dönecek olursam bu kafa yelkenler yerine beyaz yelkenler çektiririm. Sen de uzaktan görür görmez anlarsın kurtulduğumu.”
Sonra öpüşüp ayrıldılar. Girit’de büyük bir kalabalık karşıladı Atinalıları. Karşılayanlar arasında Girit kralı Minos’un kızı Ariadne de vardı. Kızcağız görür görmez tutulu verdi Theseus’a; hemen Daidalos’a koşup “Aman Daidalos” dedi, “ bana labyrinthos’tan çıkmanın yolunu öğret.” Akıllı mimar için zor olmadı bir çıkış yolu bulmak. Ariadne’ye, “Bir yün yumağı alırsın,” dedi, “yünün bir ucunu kapıya bağlarsın. Labyrinthos’ta ilerledikçe yumağı çözersin. Dönmek istediğin zaman, yünü izleyerek kapıya gelirsin.”
Bunu öğrenen Ariadne’nin içi sevinçle doldu. Akşam olur olmaz Tbeseus’a haber saldı, “Beni Atina’ya götürüp kendine ey olarak alırsa ona labyrinthos’tan çıkış yolunu öğretirim,” dedi. Theseus razı olmaz mı buna? Kurtulursa Ariadne’yle evleneceğine söz verdi. Ertesi gün labyrinthos’a girilecekti. Theseus, Ariadne’nin gönderdiği yün yumağıyla kapıdan girdi, öteki AtinalIlar da arkasındaydı. Tünün ucunu kapının arkasına bağladılar, sonra yumağı aça aça karışık yollardan ilerlediler. Bir süre gittikten sonra Theseus, Minotauros’u gördü. Canavar uykudaydı. Elinde hiç silâh yoktu Theseus’un, ama yumrukları vardı ya… Aigeus’un yiğit oğlu o yumruklan kullanarak Minotauros’u yerden yere çarpıp öldürdü.
“Bir meçe ağacı nasıl yıkılır tepelerden Altında ne varsa nasıl ezer, Theseus Öyle yıktı yere Minotauros’u. Yabani yaşaması bitti canavarın, Artık usulca başı sallanır, Kimseye saplıyamaz boynuzlarını artık.”
Theseus, canavan öldürdükten sonra arkadaşlar iyi e birlikte yünü izleyerek kapıya vardı. Orada kendisini bekleyen Ariadne’yi alıp gemiye bindiler, denize açıldılar.
Atina’ya dönerlerken Naksos adasına uğradılar bir ara. Orada Theseus’un Ariadne’yi bırakarak kaçtığı söylenir. Atinalı yüce kahraman kaçtıktan sonra adada tek başına kalan kızı, Dionysos’un görüp kendine eş olarak aldığı da ayrıca belirtilir. Bazı kimseler Theseus’a. yakıştıramazlar bu davranışı. Onlara kalırsa, adada Ariadne hastalanmıştır. Theseus, kızcağızı adada bir mağaraya bırakmış, bazı eşyalarını almak için gemiye dönmüştür. O anda çıkan bir fırtına, gemiyi uzaklaştırmış. Theseus da uzun bir süre sevgilisinden uzak kalmıştır. Döndüğü zaman Ariadne’yi ölü bulmuştur Theseus.
Bu ayrılıklar bir yana, herkes Theseus’un gemiye beyaz yelken çektirmeyi unuttuğu konusunda birleşmektedir. Ya Minotauros’u öldürmenin yarattığı, aşın sevinçten, ya da Ariadne’nin denizciler üzerinde bıraktığı üzüntüden, gemi kara yelkenlerle döndü Atina’ya Kral Aİğeus günlerdir geminin yolunu gözetliyordu. Uzakta beliren kara yelkenleri görünce oğlunun öldüğünü sanıp kendini denize attı. O sulara da Aigae (Ege) Denizi adı verildi.
Theseus böylece Atina kıralı oldu. Akıllı bir insandı; öyle krallıkta filân hevesi yoktu. Halkı toplayarak kendisinin kral olmak istemediğini söyledi. “Ben yalnız Başkomutan olarak kalmak istiyorum,” dedi. “Siz kendi kendinizi yönetirsiniz. Kimi başa geçirmek istiyorsanız kendi oylarınızla seçersiniz.”
Dediklerini de yaptı. Atina her bakımdan ilerledi, rahata kavuştu. Thebaiye Karşı Yediler Savaşı’nda Atina’dan yardım istenmesi bu yüzdendir. Savaşta üstünlüğünü gösteren Thebâi’liler, düşman ölülerini gömmek istememişlerdi. Yenilenler Theseus’a başvurdular, özgür insanların, böyle bir haksızlık karşısında boş durmayacaklarını biliyorlardı. Theseus, hemen bir orduyla Thebai’ye gitti. Bütün ölülerin gömülmesini sağladı, ama kötülük etmedi.Thebai Tilere. O, sadece bir haksızlığı ortadan kaldırmak için gelmişti. Hak yerini bulunca da ordusuyla birlikte Atina’ya döndü.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Troya Savaşı
Dünyanın en güzel kadını,  Zeus ile Leda’nın kızları, Kastor ile Polluks’un kardeşleri olan Helena’ydi. Öyle güzel, öyle güzel bir kızdı ki Helena, Yunanistan’ın prensleri, kralları onunla evlenmek istemişlerdi. Helena’nın babalığı Tyndaros, üvey kızını evlendirmeye yanaşmamıştı önce; “Birine versem ötekiler kızıp savaşmaya kalkacak” diye düşünüyordu. Sonunda bir çare bul; kızıyla evlenmek isteyen bütün erkeklerden söz aldı. “İçinizden binine vereceğim kızımı” dedi, “ama önce ant için, söz verin. Önün kocasına, yaşadığınız sürece destek olacaksınız, yardım edeceksiniz. Buna ant içmezseniz kızımı hiçbirinize vermem,” Herkesten söz aldıktan sonra, Helena’yı Agamemnon’un kardeşi Menelaos’a verdi, damadını da Sparta’ya kral yaptı.
Paris, ünlü yargısını yerdiği sırada Helena, Menelaos’un karısı bulunuyordu. Aşk tanrıçasının ağzından çıkmıştı bir kere, dünyanın en güzel kadını, Paris’te olacaktı. Oinone’yi filan unutarak, çoban prensin elinden tuttu tanrıça, onu Sparta’ya kralın sarayına götürdü.
Menelaos güler yüzle karşıladı Paris’i. Onu günlerce ağırladı. Sonunda kendisinin Girit’e gitmesi gerektiğini söyledi, sarayını konuğuna bırakarak Sparta’dan ayrıldı.
Döndüğü zaman Paris’i bulamadı sarayda Ö kadarla kalsa yine iyi, Helena da ortalarda yoktu. Paris’le kaçıp gitmişti. Çılgına dönen Menelaos’un aklına, Tyndaros’a verilen söz geldi. Sparta kıralı Yunanistan’ın dört köşesine haber salarak yardım istedi. Her yandan krallar, komutanlar, ordular akın etti Sparta’ya. Yalnız Ithaka adasının kıralı Odysseüs, bir de Peleus’un oğlu Akhilleus eksikti. Akıllı; Odysseüs, Troia savaşma katılmanın ne kötülükler doğuracağını bildiği için Menelaos’a yardım etmek istememişti önce. Çıldırmış gibi görünmeye çalıştı. Bir tarlaya tohum yerine tuz ekmeye başladı. Çok geçmedi, kralın “numarası” anlaşıldı. Odysseüs da ister istemez askerlerini alıp Sparta’ya geldi.
Akhilleus’un annesi Thetis, oğlunun Troia’ya giderse sağ dönmeyeceğini biliyordu. Oğlunu Sykros kralı Lykomedes’ih sarayına yolladı. Orada kadın elbiseleri giyip kızların arasında saklandı Akhilleus. Sparta’da bekleşip duran komutanlar onu bulması için Odysseus’u görevlendirdiler. Ojdysseus bir eline çeşit çeşit kumaşlar, bir eline de eşsiz silâhlar alıp ‘Dykomedes’in sarayına vardı. Saraydaki bütün kadınlar kumaşların başına üşüştüler, yalnız içlerinden birisi silâhlarla ilgilendi. Hemen onun bileğine yapıştı Odysseüs: “Böyle kaçman erkekliğe yakışmaz, Akhilleus,” dedi. Sonra onu alıp Yunan komutanlarının yanına götürdü.
Donanma hazırdı artık. Menelaos ile arkadaşları denize açılıp Aulis’e gittiler. Orada yeni yeni komutanlar katıldı kendi birliklerine. Herkes Troia’ya doğru yola çıkmak için sabırsızlanıyordu; ama günlerdir esmekte olan rüzgârlar dinmek bilmiyordu.
“İnsanın yüreğini bile kırardı rüzgâr, Ne gemi bırakırdı, ne kayık. Zaman bile zorlardı kendini geçerken.”
Sonunda, rüzgârların neden dinmedikleri anlaşıldı. Yunanlılardan birisi, tanrıça Artemis’in dişi geyiklerinden birini yavrusuyla birlikte öldürmüştü. Bakıcı Kalkhaus, ‘‘Tanrıça bir kurban istiyor,” dedi. “Başkomutan Agamemnon’un kızı Iphigeneia, Artemis’e kurban edilmedikçe yola çıkamayacaksınız.”
Bu sözleri duyan herkes üzüldü. Agamemnon’un üzüntüsü ise, dayanılmıyacak kadar büyüktü. Demek öldüreceğim Evimin ışığını. Kızının kanıyla demek Kararacak bir babanın suçlu parmakları. Yine de, pek ince eleyip sık dokumadan, kızını öldürtmeye karar verdi. Onun için Troia’yı yerle bir etmek her şeyden önemliydi. Haber saldı karısına; Iphigeneia’yı Akhilleus’la evlendireceğini bildirdi, kızının hemen gönderilmesini istedi. Evlenmek üzere gelen zavallı kızcağızı da Artemis’e kurban etti.
Bir süre sonra, Yunan donanması Troia yolundaydı. Troia’ya vardıkları zaman karaya ilk ayak basan Yunanlı Frotesileos oldu. Doğrusu büyük cesaretti bu; çünkü bakıcılar, Troia’ya ilk ayak basanın savaşta herkesten önce öleceğini söylemişlerdi. Sahiden de Öyle oldu. Protesileos’un ölümünden sonra Yunanlılar, tanrılara nasıl saygı gösteriyorlarsa, onun anısına da öyle saygı gösterdiler. Tanrılar da iyi davrandı bu cesur askere. Hermes onu ölüler ülkesinden kaldırıp karısı Laodameia’nm yanına götürdü. Protesileos, yeniden Hades’e döneceği zaman Laodameia dayanamadı, kendini öldürerek kocasıyla birlikte gitti.
Bin kadırgayla gelen Yunan askerleri, Troia’nm işini hemencecik bitirivermek amacıyla var güçleriyle saldırdılar. Ama Troialılann başında. Hektor gibi bir kahraman vardı. Kral Friamos ile Hekabe’nin oğullarındandı Hektor. Onunla başa çıksa çıksa ancak Akhilleus çıkabilirdi.
Yunan ordusunda herkes, Akhilleus’un bu çetin savaşta öleceğini biliyordu. Thetis öyle söylemişti çünkü öte yandan Hektor da, “Troia nasıl Olsa dayanamıyacak.^ Priamos da, Troialılar da yenilecek,” diye düşünüyordu.
Tam dokuz yıl çarpıştılar. Dokuzuncu yılın sonunda iki taraf da başarı kazanamamış durumdaydı. Bazen Yunanlılar, bazen de Troialılar üstün gelmişti çarpışmalarda. Bu gidişle daha çok savaşacağa benziyorlardı.
Bir gün Yunanlılar arasında ikilik baş gösterdi. Apollon’un rahiplerinden birinin Khryseis adlı kızı yüzünden Akhilleus’ ile Agamemnonün araları açıldı. Yunanlıların kaçırdığı Khryseis, başkomutana verilmişti. Rahip, Agamemnon’a gidip kızını geri istedi; alamayınca bunu Yunanlıların yanına bırakmaması için Apollon’a yakardı.
Apollon, rahibinin sözlerini duyup Yunan ordusuna hastalık taşıyan oklar fırlattı. Askerler arka arkaya hastalanıp ölmeye başladılar. Sonunda Akhilleus, bu hastalığa engel olunması gerektiğini düşünerek komutanları topladı. Bakıcı Kalkhas da katıldı toplantıya, “Khryseis’i babasına vermezseniz bu salgın sürüp gidecek,” dedi. Bütün komutanlar, kızın rahibe geri verilmesini istediler. Agamemnon küplere bindi, bindi ama tek başına kalmıştı. Khryseis’i babasına gönderdi.
Pek kısa bir zaman sonra başkomutan, giden kızın yerini tutması için Akhilleuş’un gözdesi Briseis’i istedi. Akhilleus, Brişeis’i verdi, ama “Bunu Agamemnon’un yanma bırakmayacağım,” diye de ant içti.
O gece deniz nymphesi, gümüş ayaklı Thetis, oğlunun çadırına geldi. O da öfkeliydi. “Sen çekil artık,” dedi Akhilleus’a; “artık Yunanlılar arasında yerin yok sepin.” Bunları söyledikten sonra da Olympos’a çıkarak, “Troialılara yardım et,” diye Zeus’a yalvardı.
Zeus dünden razıydı buna. Savaşı, öteki tanrılar gibi, o da ilgiyle izliyordu, ölümsüzler ikiye ayrılmışlardı gökyüzünde. Bir yanda Aphrodite, .öteki yanda Hera ile Athena vardı. Savaş tanrısı Ares, her zaman olduğu gibi Aphroditeüin, yani Troialılann yanındaydı. Buna karşılık, Poseidon, denizle yakından ilgileri olan Yunanlıları tutuyordu. Apollon, Hektorü severdi. O da, kardeşi Artemis de Troialılara yardım ediyordu. Zeus da gizliden gizliye destekliyordu Priamos’un adamlarını. Hera’nın hışmından korktuğu için bunu pek belli etmiyor, tarafsız görünmeye çalışıyordu. Yine de Thetis’in yalvarışlarına karşı koyamadı. Açıktan açığa Troialıları tutmaya karar verdi.
Zeusün kurduğu plân basitti. Akhilleus olmadan Yunan ordusunun başarı kazanamayacağımı biliyordu. Yalancı bir düş yolladı Agamemnon’a. Troialılara saldırılırsa savaşın kazanılacağını söyledi. Agamemnon, tanrılar tanrısının kendisine oyun oynadığını nereden bilsin? Ordusunu aldığı gibi Troia’ya saldırdı. Küskün Akhilleus, çadırında onları seyretmekle yetindi.
O güne kadar yapılmış çarpışmaların en büyüğü olan bu. Priamos’un askerleriyle Agamemnon’un askerleri kıyasıya dövüştüler. Sonunda alan, Paris ile Menelaus’a kaldı. Helena, kocasıyla sevgilisinin karşı karşıya geldiklerini, birbirlerine mızrak fırlattıklarını gördü Troia surlarından. Paris’in mızrağı Menelaus’a değmedi, ama Yunan komutanının mızrağı Troialı delikanlının elbisesini yırttı. Arkasından kılıcını çekti Menelaos, ama daha kınından çıkarırken kılıç kırılıverdi. Yine de aldırmadı Helena’nın kocası, Paris’in üstüne atladığı gibi onu başlığından yakaladı. Çeke çeke kendi askerlerinin yanma götürüyordu ki Aphrodite, Paris’in yardımına yetişti. Başlığı tutan kayışı koparıp bir buluta sardı Paris’i, sonra da kaçırdı. Menelaos, öfkeyle her yerde Paris’i aradı, ama boşuna. Troialılar bile yardım etti kendisine. Priamos’un korkak oğlunu bir türlü bulamadılar.
Bunun üzerine Agamemnon ortaya çıkarak Menelaos’un Paris’i yendiğini, Helena’nın kendilerine verilmesini istedi. Troialılar nerdeyse kabul edeceklerdi bunu; ama işin içine Athena karıştı. Hera da, kendisi de Troia yerle bir edilmeden bu savaşı bitirmemeye kararlıydılar. Athena, Lykia’lı bir okçu olan Pandaros’u kandırdı. Pandaros, Troia surlarından attığı bir okla Menelaus’u hafifçe yaraladı. Yara hafifti, ama davranış çirkindi. Yunanlılar yeni baştan Troia’ya saldırmaya başladılar. İçlerinde Akhilleus’tan sonra en büyük kahramanlar, Aias ile Diomedes’ti önlerinde birçok Troialı dize geldi. Adı Hektor’dan hemen sonra anılan Aineias bile Diomedes’in ellerinde az kalsın can veriyordu. Diomedes, kendisini tam öldüreceği sırada annesi ölümsüz Aphrodite yetişti. Oğlunu kucağına aldı. Ama Diomedes öyle kuru gürültüye pabuç bırakanlardan değildi. Kılıcıyla öyle bir saldırdı ki tanrıçaya, Aphrodite ne olduğunu şaşırdı. Kılıcın ucu aşk tanrıçasının eline değdi. Aphrodlte’nin avucundan kan sızmaya başladı. Kanı görür görmez bir çığlık attı tanrıça, oğlunu filan unutarak ağlaya ağlaya Olympos’a koştu. Orada Zeus alay etti kendisiyle, “Senin nene gerek savaş,” dedi, “sen kendi işine bak.”
Annesi kaçtı ama, Aineias ölmedi. Apollon bir buluta  sararak Pergamos’a kaçırdı onu. Troia yakınlarındaki bu kutsal yerde tanrıça Artemis, Aineias’ı iyileştirdi. Troia’lı yiğiti elinden kaçırdığına üzülen Diomedes, Hektor’u gördü. Hemen üstüne saldırdı, onun. O sırada savaş tanrısı Ares gelip Hektor’un yanı başında dikiliverdi. Diomedes’in ödü koptu, bağıra bağıra kaçmaya başladı.
Hera gökyüzünden bunu görüyordu. Hemen Diomedes’in yanma inerek, “Korkma,” dedi ona, “ben yanındayım; sen istesen Ares’i de öldürürsün.” Yüreklenen Yunan askeri, mızrağını kaptığı gribi Ares’e fırlattı. Athena da silâhı tam hedefine ulaştırdı, öyle bir çığlık attı ki savaş tanrısı on bin kişi bir araya gelse böyle bağıramazdı. Yunanlıları da, Troialıları da bir titremedir aldı.
Zeus, duruma el koyma zamanının geldiğine inanmıştı artık. Troia’ya inerek Hektor’la adamlarına cesaret verdi. Tanrılar tanrısının kendilerini tuttuğunu gören Troialdar, Yunanlıların üstüne öyle bir saldırdılar ki, Agamemnon’un askerleri ne olduklarını şaşırdılar. Hektor’un bütün yiğitliği, ustalığı, atikliği üstündeydi. Önüne geleni Hades’e gönderiyordu. Başta o olmak üzere, Priamos’un adamları Yunanlıları kıyıya kadar sürdüler.
Akşam olmuştu. Troialılar surların arkasına, Yunanlılar da çadırlarına çekildi. Agamemnon, savaşı bırakarak ülkelerine dönmek gerektiğini söyledi. Komutanların en yaşlısı, en akıllısı Nestor, deli misin sen?” diye çıkıştı ona. “Akhilleus aramızda olsaydı durum başka türlü olurdu şimdi. Onu sen gücendirdin. Gönlünü almaya bak…”  Agamemnon, “Doğru,” dedi, “iyi yapmadım.” Sonra Odysseus ye iki komutanla birlikte Briseis’i Akhilleus’a gönderdi.
Akhilleus, Odysseus’u çadırının kapısında karşıladı. Çeşit çeşit yemeklerle, içkilerle ağırladı onu. “Hepinizi severim,” dedi, “ama bana Mısır’ım bütün hazinelerini bile verseniz bin daha yanınızda savaşmam. Yakında ülkeme dönüyorum. Aklınız varsa, siz de benim gibi yaparsınız.” Öteki komutanlar böyle düşünülüyorlardı. Ertesi sabah, çarpışmalar yeniden başladı. Troialılar yine kıyıya kadar sürdüler Yunanlıları.
Hera, işlerin kötü gittiğini görüyordu. Buna Zeus’un sebep olduğunu da bilmiyor değildi. Kocasının aklını çelmek için ne yapsın. Giyindi, kuşandı, süslendi, çeşit çeşit kokular sürdü. Sonra da tanrılar tanrısının yanma vardı. Zeus, karısının güzelliğini görünce Thetis’e verdiği Sözü de, Troialıları da unuttu, kendini Hera’nın sıcacık kollarına aitti.
İşte tam o sırada Aias, Hektor’u yere yıktı. Tam öldürüleceği sırada, Aineias, kardeşinin yardımına koştu. Onu kaptığı gibi kaçırdı. Yunanlılar, bundan cesaret alarak Troiah askerleri püskürtmeye başladılar. Şehrin Surlarına kadar kovaladılar onları. O gün, Troia yağma edilebilirdi. Neyse ki…
Evet, neyse ki Zeus tatlı aşk uykusundan uyandı. Troialılann çekildiğini, Hektor’un da yaralı olduğunu göründe öfkeyle karışma döndü, “Bunlar hep senin oyunların,” diye gürledi. “Senin canın temiz bir dayak istiyor anlaşılan.” Hera, “Suç bende değil,” dedi. “Poseidon yaptı bu işi.”
Zeus, hemen haberci Iris’i Poseidon’a yollayıp artık Yunanlılara yardım etmemesini bildirdi. Poseidon, kardeşinin sözünü tuttu. Troialılar yeniden güç kazandılar. Apollon Hektor’u bir anda iyileştirdi. Yunanlılar çil yavrusu gibi; dağıldılar. Çadırlarını korumak için kurdukları duvar yıkılıverdi. Priamos’un askerleri, Yunan gemilerini ateşe yermeye.’ başladılar.
Bu sırada Akhilleus’un arkadaşı Patroklos; küskün komutanı kandırmaya çalışıyordu; “Soydaşlarını yalnız bırakamazsın artık,” diyordu. “Bak gemileri de ateşe yermeye başladı Troialılar.”
Akhilleus inatçıydı. “Ancak benim gemilerimi ateşe verirlerse savaşının.” dedi.
Patroklos, bunun üzerine, “öyleyse zirhmı ver bana,” dedi. “Adamlarım da ver. Senin yerine ben savaşayım. Herkes beni sen sansın. Soydaşlarımız yeniden yüreklensin; Troialılar da korkup kaçsınlar.”
Akhilleus arkadaşının dileğini kırmadı. Zırhım oha verdi. Parıldayan zırhtın içinde tıpkı Akhilleus gibi görünüyordu Patroklos. Arkadaşının adamları, Myrmidon’ları, yanına alarak Troialıların üstüne saldırdı. Düşündüğü gibi oldu her şey, Yunanlılar Akhilleus’ıin savaşa katıldığım sanarak olan güçleriyle düşmanlarının üstüne saldırdılar. Troialılar’ ise ne yapacaklarım şaşırıp kaçışmaya başladılar. Patroklos da, tıpkı Akhilleus gibi savaşıyordu üstelik önüne geleni yere yıkıyor, öldürüyordu. Ama karşısına Hektor çıktı ansızın. Troia’lı kahraman, mızrağım fırlattığı gibi Patroklos’u ağır iyi yaraladı. Sonra onun zırhını alarak kendi giydi. Zırhla birlikte Akhilleus’un gücünü de almıştı sanki. Kaçışma sırası Yunanlılara gelmişti.
Akşam oldu; karanlık bastı ortalığı. Troialılar şehre, Yunanlılar da çadırlarına döndüler. Nestorün oğlu Antilokhos, açı haberi koşa koşa Akhilleus’a götürdü. Akhilleus öyle ü-züldü öyle üzüldü ki, yanındakiler onun kendi canına kıyacağından korktular. Deniz diplerindeki mağaralarda yaşayan Thetis, oğlunun acısını yüreğinde duydu, hemen Akhilleus’un yanına geldi.
“Patroklos’un öcünü almazsam insan içinde yaşıyamam artık,” dedi Akhilleus. “Gidip şimdi Hektor’u öldüreceğim.”
Thetis, “Ama Hektor’u öldürdükten sonra kendin de öleceksin. Bunu biliyor musun?” diye sordu.
Akhilleus, “Zararı yok,” diye cevap verdi. “En yakın arkadaşımı tek başına bıraktım, önce onun öcünü alayım da, sonra ne olursa olsun, ölüm bile kabulüm.”
Thetis, oğluna engel olmaya çalışmanın faydasızlığını anladı. “öyleyse yarma kadar bekle,” dedi. “Ben bu gece Hephaistos’a yepyeni bir zırh yaptırır, gün doğarken getiririm.
“Onu giyip savaşırsın.”
Ertesi sabah annesinin getirdiği zırhı giyip çadırını önüne çıktı Akhilleus. Myrmidon’lar, komutanlarının üstündeki zırhı görünce şaşkınlıklarını gizleyemediler. Hep birlikte Yunanlıların toplandığı yere gidildi. Akhilleus arkadaşlarına: “Bir kadın yüzünden sizi yalnız bıraktım, bağışlayın beni,” dedi. “Yine başınıza geçiyorum. Hadi, hemen saldıralım.”
Odysseus, “Karnı aç olan asker iyi savaşamaz.’ dedi, “önce karnımızı doyuralım.”
Akhilleus, “Sevgili arkadaşımın öcünü almadıkça ağzıma bir tek lokma bile koymam,” dedi. Sonra oturup Yunanlıların karın doyurmalarını bekledi.
Troya Savaşında bütün ölümsüzler, Hektor ile Akhilleus arasındaki çarpışmayı kimin kazanacağını önceden biliyorlardı. Zeus, altın H terazinin bir kefesine Hektor’un, öteki kefesine de Akhilleus-un ölümlerini koymuştu. Hektor’un kefesi daha ağır basmıştı. Bunun üzerine, ölümsüzler, çarpışmayı Akhilleusün kazanmasını kararlaştırmışlardı.
Yine de Akhilleus için kolay olmadı bu önce Hektor’u, Troia surlarının çevresinde tam üç kere dönerek kovalaması gerekti. Sonunda Priamos’un oğlunu kıstırdı. Hektor yapayalnızdı. Akhilleusun yanında ise Athena vardı. Hektor, “Ben seni öldürürsem ölünü arkadaşlarına vereceğim,” diye bağırdı. “Sen de beni öldürürsen ölümü babama ver.”
Akhilleus, ‘‘Çıldırmışsın sen diye cevap verdi. Sonra mızrağını karşısındakinin üstüne fırlattı. Boşa gitti mızrak; ama Athena silâhı alıp Yunan komutanına getirdi yeniden.
Bu arada, Hektor’un yanı başında, kardeşi Deiphûbos belirmişti. Aslında Athena’ydı bu; Deiphöbos’un biçimini almış, Hektor ü aldatıyordu. Kardeşinin yanında bulunmasından yüreklenen Hektor, mızrağım Akhilleus’a fırlattı, Akhilleusün tam göğsüne çarptı mızrak, ama kırılarak yere düştü. Bunun üzerine yeni bir mızrak istemek içip kardeşine döndü Hektor. Deiphobos yoktu. Bunun tanrıların oyunu olduğunu anladı Troia’lı kahraman. “Olympos’lular benim ölmemi istiyor.” dedi. Hiç olmazsa kanımın son damlasına kadar çarpışayım.” Kılıcını çekerek Akhilleusun Yunan komutanı, elindeki mızrağı yine fırlattı: Hektor’un üstüne. Bu kere mızrak, boğazına saplandı Hektorun. Troia’lı kahraman, can verirken, “Annemle babama ver ölümü,” diye yalvardı Akhilleus’a.
Akhilleus, “Bana yalvarma köpek,” diye cevap verdi. “Elimden gelse senin gövdeni yerdim.”
Tanrılar daha fazla acı çektirmediler Hektor’a; onun içindeki canı gövdesinden çıkarıp Hadese yolladılar.
Akhilleus, arkadaşının öcünü almıştı. Almıştı ama bu kadarla yetinmedi, Hektorun ölüsünü arabasına bağlayıp yerlerde sürükledi. Troia’nın çevresinde öylece dolaştırdı. Sonunda Patroklosun . Ölüsünün yanma geldi: “Duy beni Patroklos,” diye bağırdı. “Hades’ten duy beni, öcünü aldım.
“Simdi bu alçağın leşini köpeklere Vereceğim”
Fatroklos’la birlikte tanrılar da duydular bu sözleri. Hera’dan, Âthena’dan, bir de Poseidon’dan başka bütün ölümsüzler üzgün görünüyordu. Hele Zeus hepsinden üzgündü. Iris’i çağırdı yanına. “Git, kral Priamos’a söyle,” dedi, “korkmasın, yanma armağanlar alıp Akhilleusun yanına varsın. Oğlunun ölüsünü istesin.”
Priamos, Zeusün dediği gibi yaptı. Çeşit çeşit armağan aldı yanına, Yunan çadırlarının bulunduğu yere gitti. Çadırların önünde, bir haberci kılığına girmiş olan Hermes karşıladı Troia kiralını. Onu Akhilleusün yanma götürdü. Çadıra girer girmez ünlü komutanın ayaklarına kapandı Priamos,. “Senin de baban var, Akhilleus,” dedi.“ Sen ölsen, ölünün ona verilmesini istemez miydin? İşte bak, oğlumu vuran adamın ellerine uzatıyorum elimi”
Akhilleus’un yüreğini üzüntü kapladı, “Gel, yanıma otur,” dedi krala. Sonra adamlarına’ dönerek, Hektor’un ölüsünü yıkayıp temizlemelerini sonra da bir örtüye sararak Priamos’a vermelerini buyurdu. Troia kiralına, “Kaç günde gömeceksiniz Hektor’u?” diye sordu. “Söyle, o süre içinde savaşmayalım.”
Troia’da herkes, Helena bile ağlaşıyordu. Güzel Yunanlı, “öteki Troialılar kötü davrandılar bana; ama Hektor bambaşkaydı, diye hıçkırıyordu.
Büyük bir tören hazırlandı. Yüce bir ateş yakıp Hektor’u alevlerin içine attılar. Sonra şaraplarla söndürdüler ateşi; kemikleri altın bir çanağa koyup mor kadifelere sardılar. Yerde bir çukur kazıp çanağı gömdüler; çukurun üstüne de büyük taşlar yığdılar.
Hektor’un ölüm töreni böyle yapıldı.
1 note · View note
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Troyadan Efsanelerle Yer Altına İniş
Kartaca’dari Heaperla’nın batısına olan yolculuk kolay geçti. Yalnız İçlerinden Palinoros boğularak öldü.
Bakıcı Heienos, Aineias’a. “Hesperia’ya ayak basar basmaz Kyme’li Sibylle’yi bul. Akıllı bir kadındır. Sana geleceği söyler,” demişti. Troia’lı kahraman, Helenos’un dediği gibi yaptı. Karaya ayak basar basmaz gidip Sibylle’yi buldu. Sibylle, “Geleceği öğrenmek için yeraltına inmen gerekiyor,” dedi. “Orada, atlattığınız büyük fırtınadan önce ölen baban Ankhises’in ruhunu bulacaksın. O, sana öğrenmek İstediğin şeyleri söyler.”
Ankhises’in oğlu, Trolalı kolaydır Avemus gölünden inmek, Gece gündüz açık durur kapılan Hades’in, Ama çıkmak için yeryüzüne yeniden. Başına neler gelir, bilemezsin.
Aineias İsterse, Sibylle onunla birlikte Hades’e inecekti. Ama daha önce Troia’lının altın bir dal bulması gerekiyordu; o olmadan yeraltına giremezlerdi.
Ankhises’in oğlu, babasının ruhuyla konuşabilmek için her şeyi yapmaya razıydı. Yanına arkadaşı. Akhates’i alarak altın dalı bulmaya çıktı. Bir süre umutsuzluk içinde dolaştılar. Derken Aphrodite’nin kumrularından ikisi belirdi önlerinde. Troia’lılan arkalarından sürükleyerek küçük bir koruya götürdüler. Korudaki ağaçlardan biri altın gibi parıldıyordu uzaktan, Aineias ile arkadaşı, yaklaşınca dalların som altından olduğunu gördüler. Birini koparıp hemen Sibylle’nin yanma döndü Aineias. Korkunç yolculuğu bir an önce yapıp bitirmek istiyordu.
Başka kahramanlar da Hades’e inmişti. Odysseus, hortlakları görünce biraz ürpermişti; ama Herakles’in, Orpheua’un, Polluks’un kılları bile kıpırdamamıştı. Psykhe bile inmişti yeraltına. Geri dönenlerin anlattıklarına bakılırsa, Hades pek öyle sanıldığı kadar korkunç bir yer değildi.
Ama bir kere de Aineias’a sormalı. Troialı kahramanın bacakları korkudan birbirine dolaştı. Akla gelebilecek ne kadar tehlike, ne kadar garip yaratık varsa hepsi Hades’te toplanmıştı. Neyse, hiçbiri Aineias’a bir şey yapmadı.
Kısa sayılmayacak bir yolculuktan sonra Akheron’un Kokytos’la birleştiği yere vardılar. Kıyıda binlerce ölü bekliyordu. Hep bir ağızdan, kayıkçı Kharon’a yalvarıyor, kendilerini karşıya geçirmesini söylüyorlardı. Kharon, içlerinden bazılarını alıyordu kayığına; bazılarını da kıyıda bırakıyordu. Kıyıda kalanlar, gerektiği gibi gömülmeyenlerdi. Hades’e girmeden önce tam yüz yıl acı içinde dolaşıp durmaları gerekiyordu.
Kharon, az kalsın iki canlıyı da kayığına almayacaktı. “Ben yalnız ölüleri geçiririm karşıya, dirileri değil.” dedi. Ama altın dalı görünce kayığıyla onları karşı kıyıya, Hades’e götürdü. Orada üç başlı, ejder kuyruklu köpek çıktı karşılarına. Sibylle, Psykhe’nin yapmış olduğu şeyi yaparak Kerberos’a yemek verdi. Üç başlı canavar da Aineias ile kılavuzuna dokunmadı.
İki ölümlü, Tas Tarlalarına varmışlardı artık. Orada, aşk yüzünden kendilerini öldürmüş insanlar oturuyordu. Aineias, ölüler arasında Dido’yu gördü. Hemen yanma koştu onun; ağlayarak, “İsteyerek bırakmadım seni, Zeus’un buyruğuyla bıraktım,” dedi. Dido, mermer bir heykel kadar sessizdi. Ağzını açıp tek kelime söylemedi eski sevgilisine.
Yas Tarlaları’nda pek kalamadılar. Yapılacak İşleri vardı daha. Bir süre yürüdükten sonra iniltiler, çığlıklar, haykırışlar geliyordu. Aineias’ın korktuğunu gören Sibylle, “Korkma.” dedi, “elindeki dalı ver bana.” Altın dalı alıp yolun başlangıcındaki duvara astı. Artık kimse bir şey yapamazdı kendilerine. “Bu yolun sonunda Rhadamanthys vardır,” dedi Sibylle. “Yaşarken kötülük yapmış olan ölüleri yargılar. Sağdaki yol ise Elysion kırlarına gider. Orada oturanlar, iyi kişilerdir. Biz oraya gideceğiz. Baban, Elysion kırlarında..”
Ankhises’i bulmak zor olmadı. Baba-oğul kucaklaşıp öpüştüler, geçmiş günleri konuştular. Aineias, “Buraya senden geleceği, öğrenmek için geldim,” dedi babasına. “öyleyse Lethe’ye gidelim,’’ dedi Ankhises. Sonra oğlunu Unutuluş ırmağının kıyılarına götürdü önce ırmağın suyundan içirdi Aineias’a, sonra, “Geleceğin çok parlak dedi, yeni bir şehir kuracaksın. Bu şehir, zamanla büyük bir ülke olacak. Bütün düşmanlarını yenip arkadaşlarını başarıya ulaştıracaksın, öldükten sonra yeryüzünde saygıyla anılacak adın…”
Oğluna, ileride ne yapması gerektiğini söyledi; ırmağın sularında neler gördüğünü anlattı. Ayrılma zamanı gelince, baba-oğul sevinçle kucaklaştılar. Simdi ayrılacaklardı, ama ne çıkar. Bir süre sonra Elysion kırlarında birbirlerine kavuşacaklardı ya. Aineias, Sibylle’yle yeryüzüne çıktı yine. Hemen gidip arkadaşlarını buldu. Ertesi sabah, yelken açıp yeni ülkelerini aramaya başladılar.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Tarihi Ayakta Tutan Galata Köprüsü
Haliç XIX. Yüzyıla kadar Tarihi Yarımada’yı, Galata ve Pera’dan ayırmış. Çağlar boyu birçok köprü yapmış insanoğlu Haliç’i geçmek için… En tanınmışı şu anda Sütlüce’yi Eyüp’e bağlıyor. Günümüzdeki ise beşinci köprüdür. Galata Köprüsü geçmişten bugüne sadece geçişi kolaylaştırmamış, İstanbullu onu hep yaşamın bir parçası olarak görmüş, öyle saygı duymuş, öyle sevmiş ki…
İmparator Jüstinyen’in ritmini sürdüğü dönemlerde bile Haliç’e köprü yapma çalışmaları olduğu biliniyor, en eski köprüler Ayvansaray ve Kağıthane’de inşa edilmiş. Fakat ikisi de 1204’te İstanbul’a düzenlenen IV. Haçlı Seferi’nin kurbanı olmuş.
Rönesans sanatçısı ve bilim adamlarından Leonardo da Vinci, Sultan II. Bayezid’e Haliç Köprüsü için bir tasarım sunmuş ama bu fikir Osmanlı’yı yönetenler tarafından ciddiye alınmamış. 1836’da Unkapanı ve Azapkapı arasında sallardan yapılan bir köprü kumlana kadar da bu proje ertelenmiş.
O zamandan bu yana birçok Galata Köprüsü yapılmış. Son yapılan köprü eskisi kadar güzel değil ama hava koşullan ne olursa olsun, denize ve köprüye sadık, çok sayıda balıkçı onu yalnız bırakmıyor. Köprü altında sıralanmış balık restoranlarında güneşin Haliç’in üzerinde kayboluşunu izlemek ise ayrı bir keyif.
Leonardo’nun Köprüsü
Haliç’e bir köprü yapılması o kadar ihtiyaçmış kİ hem Leonardo da Vinci hem de Michetangeto planlar hazırlamış. 1502’de tamamlanan ve Sultan II. Bayezid’e sunulan Leonardo’nun çalışması en bilinen tasarım.
Maketi 2001 yılında Norveç Aas’ta, Leonardo Köprüleri projesinin bir parçası olarak yapıldı. 2009’da ise Marmaray projesi çerçevesinde, Galata İle Unkapanı köprüleri arasında Leonardo’nun tasarımından farklı bir metro köprüsünün yapılması için çalışmalar başlatıldı.
Galata Köprü’sünün İlk Modeller
XIX. yüzyıl ortalarına kadar köprü kurmanın teknik olarak mümkün olmadığı Haliç’in iki kıyısı arasındaki ulaşım teknelerle sağlanmış. 1845 yılında, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan, Galata’ya ulaşımı kolaylaştırmak için bir köprü yaptırmış.
Bu köprü, Yeni Köprü, Cisr-i Cedid ya da Valide Köprüsü isimleriyle anılmış.
1863’te, Ateş Ahmed Paşa’nın ahşap olarak yaptırdığı yeni köprü, 1875 ve 1912 yıllarında demir kullanılarak yapılan köprülerle iki kez yenilenmiş; 1878 senesinde köprünün altına kahve ve lokantalar açılmış.
Aralarında Edmondo de Amicis’in de olduğu çok sayıda yazar “Avrupa’nın en muhteşem yaya yolu” diye adlandırılan bu köprü ile ilgili hoş satırlar bırakmışlar geriye. Galata köprülerinin en ünlüsü, büyük gemilerin Boğaz’dan Haliç’e geçişine olanak sağlayacak şekilde, açılır kapanır olarak tasarlanmış ve 1912’de açılmış. Beton olan son köprü ise 1994 senesinde devreye girdi.
En Ünlü Galata Köprüsü
İstanbullular Galata Köprüsü hakkında nostaljik sohbete daldıklarında, bilin ki 1912’de yapılan ve 80 sene şehre bir sadakatle hizmet eden zarif köprüye atıfta bulunuyorlar. 1992’de faaliyetine son verilmeden önce çıkan yangında zarar görmüş ancak yerine konacak olan köprü hazır olduğu için hemen yapılmıştı. Nostaljik köprü, bugün Sütlüce ve Eyüp arasında sadece yayalara hizmet veriyor.
Neden Altın Boynuz
Yabancıların Haliç’e Altın Boynuz demelerinin birçok nedeni olduğu söylenir; kimileri Kağıthane ve Alibey derelerinin çatallı şekillerini boynuza benzetir, kimileri günbatımının Haliç’teki yansımasını altına… Kimileri de 1453’te Türklerin saldırısına uğrayan Bizanslıların çok miktarda altını denize atmasına bağlar bu ismi. Aslında Altın Boynuz Yunanca “Chrysokeras”ın tercümesi ama bu kelimenin nereden geldiği tam olarak bilinmiyor. Türkçe ismi Haliç ise Osmanlıca’da “İstanbul’un Körfezi” anlamına gelen Haliç-i Dersaadet’in kısaltılmış şekli. Bazılarına göre de asıl Altın Boynuz Tarihi Yarımadanın kendisi.
Köprüden Briç’e…
Galata Köprüsü adını bir kağıt oyununa veren dünyadaki tek köprü olmalı. 1901 yılında yayınlanan bir briç rehberine göre, Kırım Savaşı sırasında Galata’da kalan İngiliz askerleri her akşam Galata Köprüsü’nü geçip kahvehanelere oyun oynamaya giderlermiş. Bu güzergah sebebiyle oyunu “Bridge” (Briç = Köprü) diye isimlendirmişler.
Geert Mak en çok satanlar listesine girmiş olan kitabı “Köprü” de, Galata Köprüsü’nde ve çevresinde yaşayan, zar zor geçinen İnsanlarla yaptığım mülakatlarla, İstanbul’un daha alt kesimlerinin hayatları üzerindeki perdeyi aralar.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Text
Viyana Kuşatması Günlüğü Ağustos Ayından Notlar
Öğleden önce gâvurlar Arslan Mehmed Paşa kolunda serdengeçtilere karşı bir baskın yaptılar. Buradaki kavga top, tüfek, humbara ve taşla kızışmış olduğu sırada, gâvurlar lağımın karşısında bulunan taraftaki serdengeçtilerin üzerine de saldırdılar. Fakat burada hazır bekleyen gaziler bütün gayretleriyle gâvurları karşıladılar. O saat düşmandan alınan dört kelle Sadrazamın huzuruna getirildi ve getirenlere zengin armağanlar verildi.
Devletlû Sadrazam sağ kanattaki Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunun metrislerini ziyaret etti. Burada bir süre kaldı. Daha sonra yeniçeri ağası kolunda Çavuşbaşının tabyasına gitti. Burada galeriyi gözden geçirdikten sonra dış hatlarda bulunan kendi tabyasına dönerek orda kaldı.
Güneş doğmasından bir saat önce tabyanın ortasında iki lağım patlatıldı. Biri on beş, ötekisi yirmi beş kantar barutla hazırlanmıştı. Güneş batıncaya kadar zorlu savaşlar yapıldı. Bu noktada dört bayrak yeniçeri geceleyin metrislendi.
Rumeli kolunda da daha önce lağım patlatılmış bulunan yerde zorlu savaş oldu. Burada da üç sıçan yolunun yapımına başlandı. Birinin yapımını sipahi serdengeçtileri, ikisininkini timarlı serdengeçtileri üzerlerine aldılar. Adım adım ilerlemeye koyuldular.
Bugün ayrıca Ulak Çelebi posta atıyla gönderildi. Oyvar Beylerbeyi Hocazade Arnavut Paşaya derhal orduyu hümayuna katılması için sıkı bir emir gitti.
19 Ağustos Perşembe
Sıçan yolları içinde çalışmalar durmadan ilerlerken, gâvurlar, öğleden önce bir püskürme lağım patlattılar. Kimseye zarar vermedi. Birkaç kişi toprak altında kalıp yaralandı, ama hiç birinde tehlikeli bir hal olmadı.
Öğle namazından sonra Zağarcı kolunda bir lağım patlatıldı. Ordaki gâvurların ordaki şarampolleri ve domuz damları çöktü, içinde bulunan sefil mel’unlar toprak yığını altında kalıp yok oldular. Bu koldaki metrisler de kale duvarına bitişik bulunan tabyaya gelip dayandılar.
Batthyânyi’nin Sadrazama yolladığı hediyeler geldi. Her ne kadar ağalardan ve çavuşlardan birçoğu Selâm Ağalığına istekli ve bunların içinde işe yarar pek çok kimse bulunmakta ise de Sadrazam hiç birini incitmemek için kendi Çadırcıbaşısı Yaren Mehmed Ağa’yı adı geçen göreve, tayini etti. Kendisine, hilat giydirildi.
Birkaç hristiyan arabacı yüz kadar öküzü Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunun arkasından sessizce geçirip kaledeki gâvurlara satmışlar. Hepsi yakalandı ve adam başı üç yüzer sopa vuruldu.
Deli Bekir Paşâ yer altından tabyanın altına varmak üzereydi. Vezir Ahmed Paşa kolunda da aynı şekilde yer altından tabyanın altına varmağa büyük bir gayretle çalışılıyordu. Bu gece orta koldaki serdengeçtiler bir hayli ilerlediler. Oradaki tabyanın bugüne kadar öçte ikisi ele geçirilmiş bulunuyordu. Geri kalan kısmında ise pek fazla gâvur kalmamıştı.
20 Ağustos Cuma
Sadrazam, kuşluk vakti Deli Bekir Paşa kolunu ziyaret etti ve sonra dış hatlardaki kendi tabyasına gitti.
Daha önce Padişaha gönderilmiş bulunan Ömer Bey bugün dönüp geldi. Kendisiyle birlikte Kızlar Ağasının ulağı olarak baltacısı Seyyid Abdülkerim Çelebi de geldi. Sadrazamın eteğini öpüp Valde Suttan Hazretlerinin Edirne’de dünyadan göçerek İstanbul’da kendisi tarafından yaptırılmış cami’nin türbesine defnedilmiş olduğu haberini getirdi. Ayrıca şevketli Padişahımızın ölen Küçük Haşan Paşa  öten Kethüda Ahmed Ağa’nın İstanbul’da bulunan mülklerini devlet malı yaptırdığını da bildirdi. Kızlar Ağasının armağanı olarak altın bir kılıçla elmas kaplı bir hançeri Sadrazama sundu.
Erdel Kiralından bir ulak geldi. Sadrazam tarafından kabul edildi ve eteğini öpebilmek şerefine erişti. Divan tercümanıyla daha başka üç kişiye üç orta derecede ve bir küçük hilat giydirildi.
Zağarcı kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurların domuz damını içinde bulunan bütün melunlarla birlikte toprağın altına gömdü.
Kiralın pazar günü gelerek Sadrazamın eteğini öpmesi kararlaştırılmış olduğundan kendisine bu yolda haber gönderildi.
21 Ağustos Cumartesi
Seher vakti Vezir Ahmed Paşa kolunda araziyi açmak için bir püskürme lağım patlatıldı, hayli yararlı oldu. Kaledeki düşmanlara ekmek satan üç Ermeni fırıncı yakalandı ve her birine üç yüzer sopa vuruldu. Ayrıca barut hazırlamakla görevlendirilmiş birkaç timarlı sipahiye hizmetlerinde gösterdikleri ihmalden ötürü yüz ellişer sopa vuruldu.
0 notes
ayasofyaist-blog · 9 years
Photo
Tumblr media
Marpessa, Marsyas, Melampus, Merope ve Myrmidon’lar
Marpessa
Kalydon avıyla Altın Post yolculuğuna katılan kahramanlardan Idas, Marpessa’ya tutuldu. Babasının iznini alarak onunla evlendi. İki genç mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı ki Apollon da gördü Marpessa’yı, içten içe sevmeye başla? dı. Bu yüzden tanrıyla kadının kocası arasında tartışma çıktı. Apollon, Marpessa’yı istiyor, Idas da karısını vermiyordu. Nerdcyse kavga bile edeceklerdi. Araya Zeus girip Marpessa’ya ikisinden birini seçmesini söyledi. Tanrıların uçarılığını herkes bilir. Marpessa’da biliyordu tabiî. “Bir gün Apollon beni bırakıp gider,” diye korktu, koca olarak Idas’ı seçti.
Marsyas
İlk flüt çalan kişi Athena’ydı. Önceleri bu çalgıdan hoşlanıyordu tanrıça; ama sonraları, flütü üflerken aklannın şişip yüzünün çirkinleştiğini anladı. Kaldırıp attı çalgısını, Satyr’lerden Marsyas yolda giderken onu buldu, alıp Çalmaya başladı. Çaldıkça keyiflendi, çaldıkça ustalaştı. Kendine güveni artınca Apollon’u yarışmaya çağırdı. Yarışmayı tanrı kazandı tabiî, ceza olarak da Marsyas’ın derisini yüzdü.
Melampus
Bir gün Melampus’un uşakları iki yılanı öldürdüler. Yavrularım da öldüreceklerdi ki Melampus onları kurtardı.
Aradan zaman geçti. Melampus bir gece uyurken kulaklarının yalandığını duydu. Korkuyla uyandı. Uyanır uyanmaz pencerede duran iki kuşun konuştuklarını duydu, hayvanlar ile söyledilerse hepsini anladı. İki yavru yılan, onun kulağını yalamış, hayvan konuşmalarını ahlamasını sağlamışlardı.
Bu olaydan sonra ünlü bir bakıcı olup çıktı Melampus. Geleceği söyleyerek birçok kişinin canım, hatta kendi canını’: bile kurtardı. Düşmanları onu yakalayıp bir odaya kapamışlardı. Melampus, odada yatarken iki solucanın konuştuklarını duydu, Solucanlardan biri, tavanı tutan kirişlerin çürüdüğünü, odanın neredeyse yerle bir olacağını söylüyordu. Melampus, düşmanlarını çağırdı hemen, “Birazdan tavan çökecek, beni başka bir yere götürün,” dedi. Düşmanları onu odadan çıkardıktan sonra tavan çöktü. Melampus’un geleceği bildiğini görüp onun bu gücünden korkan düşmanlar, bağışlanmalarım dileyerek kaçıp gittiler.
Merope
Merope’nin kocası, Herakles’in oğullarından Miessenia kralı Kresphontes’ti. Kresphontes, bir çarpışma sırasında iki oğluyla birlikte öldürüldü. Üçüncü oğlu Aiptyos; Arkadia’da saklandı.
Kocası öldükten sonra Kresphontes’in kardeşi Polyhontesle evlendi Merope. Aradan zaman geçti, Aiptyos saklandığı yerden çıkageldi. Başı derde girmesin diye kendisinin Aİptyoa’u öldüren adam olduğunu söyledi kirala. Bunu duyan Merope, onu Öldürmeye kalktı. Sonunda Aiptyos olduğunu anladı onun. Ana-oğul birleşip Polyphontea’i öldürdüler. Aiptyos tahta geçti.
Myrmidon’lar
Myrmidon’lar, Aigina adasında yaşayan insanlardı. Eskiden karınca oldukları ı için son derece çalışkandılar. Akhilleus’la birlikte Troia savaşma katılmışlar, cesaretlerini göstermişlerdi.
Tanrılar tanrısı Zeus, adaya adını veren Aigina’ya tutuldu. Aigina’nın yüce tanrıdan Alakos adlı bir oğlu oldu. Her zamanki gibi küplere bindi Hera, adada kim varsa hepsini öldürdü. Bunun üzerine bir tapmağa gitti. Aiakos; Zeus’a yalvardı. Onun kendi babası olduğunu hatırlattı tanrıya Birden yerdeki karıncalar çarptı gözüne. “Zeus,” dedi, “n’olur, yardım et bize. Su karıncalar insan olsunlar, boşalan adamız yeniden dolsun.” O anda bir şimşek çaktı gökyüzünde.
Ertesi sabah bir gürültüyle uyandı Aiakos. Sarayın dışından geliyordu bu gürültü. Kral hemen pencereye koştu. Sokaklar insanla doluydu. Zeus, oğlunun yakarışım kabul edip karıncalan insan yapmıştı.
Bu olaydan sonra Aigina halkına Myrmidon’lar denildi. Myrmidon kelimesi Yunanca karınca anlamındaki myrmikesrten gelmektedir.
0 notes