#ulusalcı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Arap Baharından Ümmeti Muhammed baharı doğacak diye ödleri kopan dünya egemenleri Batılılar, İslam coğrafyasını yoktan bahanelerle yangın yerine çevirdiler. Yangını bütün güçleriyle her alanda körüklemeye devam ediyorlar. Bir asra yakın zamandan beri başsızlığa mahkum edilmiş ümmet yapısı şimdilerde ulusalcı küçükbaşların sebep olduğu bölünmüş coğrafya perişanlığına katlanmak zorunda bırakılmıştır. Oysa 20. Asrın tanınmış mürşidlerinden Abdülhakim Arvasi kuddise sırruh, “Ümmeti Muhammedin kurtuluşu ne zaman?” diye soran bir kişiye “Ümmeti Muhammed demek kurtulmuş ümmet demektir.” cevabını vermiş, Müslümanlar için asıl meselenin gerçek anlamda Ümmeti Muhammed olmaktan ibaret bulunduğuna dikkat çekmiştir.
9 notes
·
View notes
Text
Muharrem inceye nasıl saldırıyorlar görüyorsunuz demi! arkadaşlar bu adam chp il başkanlığından gelme 20 li yaşlarından itibaren partisine hizmet etmiş biri tüm kademelerin tozunu yutmuş kahrını çekmiş biri. Katıksız Atatürkçü son derece laik biri. yani şöyle söyliyim chp amblemindeki 6 okun hepsi kendisinde mevcut. bu adama bunu yapanlar sana bana ne yapmaz bi düşün sadece 8 saniye 56 salise bi düşün ya :) ama sorsan chp avanesine biz Atatürkçüyüz biz demokratız biz tüm fikirlere saygılıyız diye naralar atarlar. la olum inanmayın bunlara deniz Baykal’ı yediler onlarca ulusalcı Atatürkçüleri tasviye ettiler Muharrem ilk değil yani
9 notes
·
View notes
Text
Günlerdir 1. Dünya Savaşı'nda Filistinliler şöyle yaptı böyle yaptı konuşan laik ve ulusalcı şeref ve vicdan yoksunu kafirler, ne hikmetse o isyanın ele başı Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah için İngilizlerin çoğunluğunu Filistin'den ç/aldıkları toprakla Ürdün diye bir devlet kurup, Atalarının çiçeği burnunda Cumhuriyeti arasında "dostluk ve kardeşlik antlaşması" imzalandığını, Atatürk'ün bizzat garda Kral Abdullah'ı karşıladığını filan hiç konuşmuyor. Konuşamaz da zaten cahil köpekler. Anca önlerine atılan kemiğe tutunup sahiplenirler, Filistin PKK'ya eğitim verdi, Çin'e destek verdi şöyle böyle diye konuşurlar. E hadi İngilizlerle dost olan Arap bizim dostumuz değildir deyip Anıtkabir'de ve CHP önünde eylem yapsanıza. Yapamazlar. Çünkü BİLMİYORLAR. Bilseler de MÜNAFIK KAFİRLER oldukları için kıvırırlar. Bu ülkenin en büyük sorunu da bu zaten. Komünisti, Hümanisti, Seküleri, İslamcısı hepsi MÜNAFIK.
3 notes
·
View notes
Text
Atatürk düşmanı bir tetikçi cahil ajan..
CHP'nin koltuğuna yapışıp kalmayan bay kemal "yalan söylemiş!". 90 küsür danışmanının görevine son vermiş ama bu cahil ajanın görevinde olduğunu biliyor muydunuz?
Cumhuriyetimizin ve Atatürkçülüğün temeli "ulusalcılık"tır. Bu tetikçi cahil (açıktan bitirmiş üniversiteyi) ajan, Atatürk'ü ve laik Cumhuriyetimizi faşistlikle suçluyor... Ne güzel değil mi? Atatürk'ün partisi denen partide o partinin başındaki hain tarafından hala chplilerin aidatlarıyla ve devletten aldığı paralarla bu Atatürk düşmanları besleniyor.
Ben Atatürkçüyüm, ben Ulusalcıyım.. Seni besleyen partinin başındaki dikdatör bay kemal dahil hiçbirinize bırakmayacağız Atatürk'ün miraslarını. Bizden çok rahatsız olacaksınız.. Ar damarı çatlamış, pişkinlerin o partinin kapıısından bir daha girmesine izin vermeyeceğiz.. Partiyi, asıl sahipleri olan Atatürkçüler ve "Ulusalcı"lar yönetecek...
Kemal, biz geliyoruz, sen ve çeten gidiyorsunuz...
Bay kemal, sana yakışan en yerinde tarif olsa olsa "BOP Eşbaşkanı yardımcılığı"dır. 13 yıldır BOP Eşbakanı ikdarda kalsın diye elinden geleni yaptın! "Anayasa'ya aykırı ama evet diyeceğim" dediğin yasanın çıkması ile kendi vekilin Enis Berberoğlu'nu hapse sen gönderdin sonra kahraman edalarıyla alkış bekledin! Alkış mı? Hadi ordan pişkin!. CHP tarihinde Baykal ve sen kara leke olarak tarihe çoktan yazıldınız...
Not: "Atatürk'ün askerleriyiz.." sloganından rahatsız olan Kaftancıoğlu'nu da giderken al, unutma!...
#bay kemalin beslemesi ve Atatürk düşmanı hacer foggo hala danışmanmış!.#bu bir bay kemal SKANDALIDIR...#Atatürk'ün mirasını sizden geri alacağız..#Bay kemal partinin sahipleri geliyor. Pılını pırtını topla git!
6 notes
·
View notes
Text
Son iskender kebabını on beş sene önce yiyebilmiş ve kendini en sevdiği yemeğin patates olduğuna inandırmış hiç kimseye ideal lider var edemezsiniz. Bunu ulusalcı bir dille küçümseyerek söylemedim, sadece cümledeki büyülenmeyi duyun isterim.
5 notes
·
View notes
Text
Savaşa karşı tutum; İsrail’de genel grev sesleri – Deniz Adalı | Direnişteyiz! | Direnmeyi öğrendik kazanmayı da öğreneceğiz!
Savaşa karşı tutum; İsrail’de genel grev sesleri – Deniz Adalı
İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.
Her savaş bir iç savaştır. Bu iç savaşın, ne denli açığa çıktığı, ne zaman açığa çıkacağı, elbette birçok etkene bağlıdır ve kesinlikle ayrı bir tartışmanın konusudur.
Ama, her savaşın bir iç savaş olduğunu, sanırız, herkes kabul etmektedir. Egemen zaten eder, çünkü ona göre hazırlık yürütür. Sadece, egemen adına kalem sallayan bazı şarlatanlar, saray soytarıları, eklenmiş gazeteciler ve eklenmiş aydınlar kabul etmiyormuş gibi yaparlar. Çünkü onların derdi, işçi sınıfını, emekçileri, savaşmak üzere egemenin yanına almaktır.
Egemen, tarihin her döneminde bir avuçtur. Toplumun azınlığını oluşturur. Hele ki tekelci kapitalizmde egemen, çok daha az sayılarla ifade edilecek bir toplumsal kesimdir. Dünya çapında 500 büyük firma, dünya üretiminin %40’ını yapmaktadır. Türkiye’de, 2023 yılı rakamları ile, dolar cinsinden milyonları olanlar 60 bin 787 kişidir. Demek ki, egemen bir avuçtur derken, aslında abartılı bir şey söylemiyoruz.
Oysa egemenin ezdiği, sömürdüğü, hâkimiyeti altına aldığı toplum, milyonlarla ifade edilmektedir, mesela ülkemizde 85 milyonu aşkındır.
İşçi sınıfı, milyonlarla ifade edilir. İçine işsizleri, içine öğrencileri, içine yoksul köylüleri koyarsanız, toplumun ezici çoğunluğundan söz eder olursunuz.
Oysa egemen sınıf, burjuvazi, kapitalistler, bir avuçturlar. Buna rağmen, yöneten onlardır.
Egemen, silahlı adamlardan oluşan devlet çarkını oluşturarak, kendisi dışındaki sınıf ve kesimleri, baskı altında tutar. Bu nedenle, her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.
Bir avuç burjuvazi, sadece baskı ile, sadece şiddetle yönetemez. Bunun yanında, toplumsal rıza üretir. Bu toplumsal rıza, hurafelere, kör inanlara, dine, çeşitli alışkanlıklara vb. dayanarak geliştirilir ve bu doğrultuda egemen sınıf, devlet, topluma bir ideoloji zerk eder.
Örneğin, burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarlarını, “bunlar biz tekellerin, biz para babalarının, biz kapitalistlerin çıkarları” şeklinde ifade etmez. Öyle etmiş olsa, toplumda isyan, an meselesi hâline gelir. Bir yandan şiddetle, başını kaldıran herkesi sindirmeye çalışırken, diğer yandan da kendi çıkarlarını, toplumun tümünün çıkarları olarak sunar.
“Ulusal çıkar” işte böylesi bir zehirdir.
Bizdeki “vatan-millet” edebiyatı, tam da bu “ulusal çıkar” manipülasyonu ile birleşir. Birinci Dünya Savaşı döneminde, emperyalist işgale karşı başlayan, “anti-işgal direniş” döneminde, ülkesini savunanlar örnek olarak ele alınır ve sonra, mesela Libya’ya “vatan için” gidiyorsun, mesela Suriye’ye “vatan için savaşmaya gidiyorsun”, mesela Kıbrıs’ta “vatan için varsın” şeklinde yoğrulur.
“Ulusal çıkar”, gerçekte burjuvazinin katıksız çıkarlarının toplamıdır. Tek tek burjuvaların değil, bir sınıf olarak burjuvaların.
Bizim sol kesimimiz, bu konuda çok sancılıdır. Kendi egemenini desteklemek için, vatan-millet, ulusalcılık, bizim sol kesimde oldukça yaygındır.
Mesela grev mi yapılacak, iyi ama grevler “ulusal çıkarlara” aykırıdır. Bu durumda, “devlet” önce gelir tutumu ile, grevler yasaklanınca, sadece sessizce kabul denir. Bu bizim, sol hareket içinde, sendikal hareket içinde oldukça yaygındır.
1920’de kurulmuş olan TKP’nin 15 önderi, Karadeniz’de, kuruluşundan 4 ay sonra katledilmiştir ve bizim solumuz, TKP de içinde, bu katliamı, “devletin içindeki kötü paşaların işi” olarak kabul etmiştir. Devlet nedir, sınıflar arasındaki savaş nasıl bir savaştır gibi temel gerçeklerin hepsinin üzerinden atlayarak, Kemalizme övgüler düzenler, bize “ulusal sol”culuk konusunda nutuklar atarlar. Bu cesaretlerinin nedeni, ülkedeki sınıf savaşımı tarihine bağlıdır. Ermeni soykırımını, “Ermeniler de devlete saldırmıştır” şeklinde ele alırsan, elbette, bugün Kürtlere karşı yürütülen savaş ve katliam politikalarını da, “önce onlar teröristlerle aralarına çizgi çeksin” demeye başlarsın. Sen eğer, 6-7 Eylül pogromunu, devlet dışındaki çetelerin işi olarak görürsen, elbette bugün de devleti soyarak zenginleşen yeni kesimleri de aklamış olursun.
Ülkemiz tarihi üzerinden bu gerçekleri açıklamak, oldukça zordur. Çünkü, solun içinde Kemalist kök vardır ve bu kökten kopmadan, “ulusal solculuk”un, gerçekte gerici ve faşizan karakteri de görülemez. Hitler, kendi hareketine “nasyonal sosyalist” diyordu. Belki üzerine düşünürler.
Filistin halkına karşı bir soykırım savaşı yürümektedir. Kürtlere karşı yürüyen katliam politikaları, kimyasal silah uygulamaları vb. konusunda suskun olanlar, belki Filistin halkına karşı uygulamaya konan soykırım üzerinden meseleyi anlama, gerçeği görme konusunda adım atabilirler. Bir umut işte.
İsrail’in Filistin halkına karşı soykırım savaşı, her savaş gibi, bir iç savaştır.
Daha savaşın öncesinde, İsrail’de halk, sokaklara dökülmüştü ve “İsrail demokrasisi”nin, gerçekte, bizdeki Saray Rejimi’nden hiç farklı olmadığını gösteriyorlardı. Büyük ölçüde militarize olmuş, din ve ideolojik olarak, son derece katılaşmış olan bir devlet sisteminde, halk sokaklara çıkmaya başlamıştı. İsrail halkı için, artık bu bir “demokrasi” değildi. Her demokrasi bir sınıfın diktatörlüğüdür. Bir kere daha bu ortaya çıkmıştır.
Nihayet, eylül başında, İsrail’in gündeminde, “genel grev” kararı yer tutmaya başladı. Genel grev ilan edildi. Ertesi gün, mahkeme, elbette son derece demokratik olarak, grevi yasakladı ve greve gidenleri “vatan hainliği” ile suçlayacağını ilan etti. Gördünüz mü, ulusal çıkar, vatan hainliği, hemen devreye girmeye başladı.
Her savaşın bir iç savaş olduğu gerçeği, İsrail’de kendini daha açık hâle getirmeye başladı. Ve elbette iç savaşın devlete karşı olan cephesinde, işçi sınıfı ve halk vardır ve eğer onlar örgütlü değilse, bu iç savaş daha alttan yürür. Tıpkı bizde bugün olduğu gibi. Bu durum, iç savaş olmadığının kanıtı değildir. Tersine, devletin uyguladığı iç savaş rejimine karşı, işçi ve emekçilerin örgütlü olarak çıkmadıklarının kanıtıdır.
Derler ki, lafla peynir gemisi yürümez.
Yani, eylem gerekir. İşe koyulmak gerekir.
Genel grev, aslında işçi sınıfının mücadelesi için bir silahtır. Sendikalar, mesela ülkemizdekiler, ancak, devletin kurallara, yasalara uymadığını söylemekle yetiniyorlar. Sanki, devlet, Saray Rejimi bunu gizliyormuş gibi. Oysa harekete geçmek gerekir.
İsrail’deki genel grev kararı, bu açıdan öğreticidir. Öğrenmek isteyenler için elbette. Yok siz, devletin gizli ortağı, destekçisi, eklenmiş sendikacı iseniz, buradan öğreneceğiniz bir şey olmaz.
Ülkemizde, Filistin direnişi için eylemler yetersiz olsa da, toplumun çok büyük çoğunluğu, NATO tedrisatından geçmiş uzmanlar-gazeteciler-sendikacılar-aydınlar bir yana bırakılırsa, toplumun ezici çoğunluğu, Filistin halkından yanadır.
İsrail’de de durum böyle görünüyor. En azından İsrail halkı, iktidarın savaş politikalarına karşıdır.
Bizde, birçok kişi, TC devletinin İsrail ile askerî ve ticari ilişkilerinden rahatsızdır. Bunu birçok kesimden duymak mümkündür. Bazı gerçekten gazetecilik yapanlar, bu ilişkilerin kayıtlarını, mesela ihracat kayıtlarını ortaya koymuştur. Ve nihayetinde Saray, ticari ilişkileri kestiğini ilan etmiştir. Ama askerî ilişkiler tam gaz devam etmektedir. Ama anlaşıldı ki, aslında ticari ilişkiler, daha da artmıştır.
İsrail’e ağır küfürler eden Erdoğan için, İsrail, “biz bizden olmayana nişan madalyası vermeyiz” demek zorunda kalmıştır.
İsrail ile ticari ilişkiler, daha çok Yunanistan limanları üzerinden sürmekte, hattâ daha da yoğunlaşarak sürmektedir. Demek ki, İsrail ile TC devletleri sadece benzer değil, sıkı kardeşlerdir.
Askerî olarak ise, ilişkiler daha da kapsamlıdır. Malatya’daki üs, Adana’daki üs, Kıbrıs’taki üsler, İsrail için altın değerindedir. Dahası, birçok askerî malzeme Türkiye üzerinden gönderilmektedir. Türkiye hava sahası, İsrail uçaklarının eğitimi için kullanılmaktadır. Bu liste çok daha uzundur.
Ve eğer, Türkiye’de, İsrail ile ilişkileri kesmeyi talep eden bir genel grev ortaya çıkarsa, sadece hayal edin lütfen, mesela limanlar çalışmazsa, mesela askerî teçhizat üreten fabrikalarda şalterler inerse, acaba, nasıl bir sonuç ortaya çıkar?
İsrail’de eylül başında ilan edilen genel grev, tüm bunları bir kere daha düşünmek için bir fırsat olmalıdır.
DİSK’e bağlı Dev Sağlık İş, toplu sözleşme yapmak için var olan barajı aşmış ve yetki elde etmiştir. Ama Saray, devlet bu yetkiyi vermek istemiyor. Ne yapmalı?
Ülke ekonomisi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dönmüştür ve işsizlik ile enflasyon, halkın bir kere daha soyulmasına neden olmaktadır. Peki ne yapmalı?
Üç büyük sendikal konfederasyon, bir araya gelip, açıklamalar yapmıştır ve maalesef, yüzsüzce, utanmazca, bir eylem planı ortaya koymamışlardır. Gerçeğin bir kısmını, nakarat olarak tekrarlamanın ötesine geçmemişlerdir.
Peki, grev ya da genel grev ya da hak grevi ya da dayanışma grevi niye vardır? İşçi sınıfının tüm yeryüzündeki mücadele tarihinde, bu grevler nasıl ortaya çıkmıştır? Ve acaba, bu grevler, artık “bitti” denilen işçi sınıfı için bir anlam mı ifade etmiyor, yoksa sendikalar, eklenmiş uzmanlar, devletçi solcular işçi sınıfını yanıltarak, onları kontrol altında tutma konusunda devlete yardımcı mı olmaktadır?
Elbette başarılı bir genel grev, kolay bir örgütlenme değildir. Ama bu işe hiç niyeti olmayanlar, zaten hiçbir zaman işçi sınıfını böylesi grevlere hazırlamazlar.
Mücadele öğreticidir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, işçiler kardeştir. Ve her ülkede, savaşın her iki tarafındaki ülkedeki işçiler, kendi devletlerine karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadırlar. Savaşta ölenler, her iki tarafın da işçileridir, işçilerinin çocuklarıdır. Ve işçiler, kendi egemenleri adına, birbirine silah sıkmayı reddetmelidirler.
İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.
Gerçekten barıştan, gerçekten insanî değerlerden vb. söz eden bir kişi, samimi ise, mücadele yolu ortaya çıkmaktadır ve bunu görebilir.
Bugün, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyorsa, bunun ne denli yıkıcı bir savaş olduğu açık ise, bu savaşı önlemenin tek yolunun, işçi sınıfının, dünya çapındaki isyanı olduğunun altı çizilmelidir.
Bir sosyalist devrim dalgası, bir anti-kapitalist isyan olmadan, dünya savaşının önlenmesi mümkün değildir.
Öyle görünüyor, bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.
Kaynak: Kaldıraç Dergisi
0 notes
Text
Andrea Cavalletti – Sınıf (2024)
İşçi sınıfını paramparça etmiş neoliberal siyasetlerin yeni icracıları yeryüzünün her köşesinde, dünyalarını yıktıkları insanları anti-demokratik, milliyetçi ve dışlayıcı siyasetlerine alet etmek için ulusalcı hınç siyasetleri doğrultusunda örgütleme yarışında. İtalyan filozof Andrea Cavalletti bu kitabında sağ popülizmin yükselişi karşısında “sınıf”ın özgül anlamını ve siyasetini ele…
View On WordPress
0 notes
Text
TERÖR OLAYLARI DOSYASI /// ÖMÜR ÇELİKDÖNMEZ : Moskova'daki terör saldırısında olağan şüpheliler MOSSAD / IŞİD / NATO / Ukrayna ! !!
ÖMÜR ÇELİKDÖNMEZ : Moskova’daki terör saldırısında olağan şüpheliler MOSSAD / IŞİD / NATO / Ukrayna !!! 25-03-2024 Moskova’daki terör saldırısında olağan şüpheliler MOSSAD / IŞİD / NATO / Ukrayna! Moskova’daki 154 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısı, ilk değil. Rusya’nın enerji kaynakları çokuluslu şirketlerin iştahını kabartıyordu. Ulusalcı akımlar, etnik milliyetçilik sosuna…
View On WordPress
0 notes
Text
Hilafet TBMM'nin uhdesinde' midir? Geçtiğimiz günlere bazı köşe yazarları Atatürk'ün aslında hilafetten yana olduğu, hilafetin gerçekte kaldırılmadığı, sadece TBMM'de korunduğu ve Türkiye'de laikliğin terk edilerek Osmanlı Sekülerizmi' ne geri dönülmesi gerektiği gibi düşüncelerini yaydığını, bu görüşlerinin de Kemalist Ulusalcı kesimlerden birçok aydın tarafından benimsendiğini, savunulduğunu konuşuyorlar.
0 notes
Text
İLKEL KAPİTALİZM
Merkantilizm, feodalizmin bağrından koptu. Merkantilizm, bir çeşit ilkel kapitalist teoridir. Merkant, burjuva sözcüğünden türemiştir. Kendine kapitalist sistemin hemen öncesinde uygulama alanı buldu. Merkantilizm, feodalizmin çökerek, monarşist devletlerin kurulduğu ve ticaret kapitalizminin geliştiği süreçte ortaya çıktı. Merkantilizmin temelinde ulus devletin ortaya çıkması, uluslar arası ticaretin gelişmesi ve ticaret sermayesinin güç kazanması vardır. Merkantilistler, ulusal ekonomik gücün en yüksek seviyeye çıkması için ekonomiye müdahaleyi savundular. Merkantilizm, paraya ve dış ticarete büyük önem verir. Altın ve gümüş paranın, tek ekonomik güç kaynağı olduğunu kabul eder. Bireyin değil devletin yararı ön plandadır. Çünkü devlet bireylerin topluluğundan başka bir şey değildir. Ekonomik güç peşinde koşmak en yüce amaç olunca, yetkiler de buna göre belirlendi. Bunun için ekonomik olarak güçlenmenin koşulları araştırıldı. Devletler gözetiminde talanlar ve korsanlıklar yapıldı. Din tarafından da ekonomik olarak iyi durumda olmak yüceltildiği için devletin ve toplumun amaçları bu yönde gelişti. Bu düşünceye göre para, altın ve gümüşün varlığına dayandığından devlet; elindeki altın ve gümüş miktarına göre gücünü belirler. Asıl önemli olan dış ticaretten elde edilen faiz fonlardır. Çünkü ülkenin maden miktarının arttırılabilmesi ülke içinde değerli maden üretilmediği sürece ancak dış ticaret yoluyla mümkündür. Bu da dış ticarete önem vererek, yurt içine daha fazla altın ve gümüş girmesini teşvik ederek sağlanır. Merkantilizme göre dünyada sabit bir ekonomi vardır ve biri ekonomik olarak güçlüyken diğeri zayıf olmalıdır. Ülkenin ekonomik olarak gücünün artması da ithalatın yasaklanarak ihracatın arttırılması ile mümkündür. Feodalizm sınıfları burjuvaların yönetimine bırakırken, merkantilizm yönetimin devlete verilmesini sağladı. Merkantilizm, hedeflerine ulaşmak için devletin ekonomiye müdahalesini normal gördü. İçe karşı müdahaleci ve sanayileşmeci, dışa karşı ise korumacı bir ekonomi politikası izledi. Ayrıca koloni sahibi olmak ve kolonileri diğer ülkelerin rekabetine kapatmak çok önemlidir. Çünkü bu koloniler ucuz ham madde kaynağıdır ve bu ham maddelerden üretilen pahalı maddenin pazarıdır. Merkantilizm, ilkel kapitalizmin rekabet yasası gereği, ulusalcı bir görüşe sahip olmakla birlikte merkeziyetçi bir yayılma politikasını da savundu. Devletler ekonomik açıdan ulusçudur ve bu da dış ticarette koruma ilkesini benimsetir. Burjuvalığın teşvik edilmesi, insan ve para bolluğu, sanayinin ve ihracatın gelişmesi, devletin koruyucu rolü oldukça öne çıkmıştır. Ayrıca merkantilistler, ülkelerinin nüfuslarının artmasından yanadır. Çünkü insan bolluğu emek bulmayı rahatlatacaktır ve düşük ücrete yol açacaktır. Büyük ordulara sahip olmayı sağladığı ise ayrı bir konudur. Kalabalık nüfus, iş gücünü artırır ve maliyeti düşürür, bu da ihracatta avantaj sağlar. Bu açıkça sömürecek emek için, emekçi aramaktır.
Temelde merkantilizm, düşük ücret politikasına dayanıyor. Emekçi, emeğinin karşılığını kesinlikle alamıyor. Ücret yükselmesinin emek verme sürecini arttıracağı, düşük ücretlerin ise emekçiyi çalışmak zorunda bırakacağı düşünülüyor. Ayrıca ücretlerin yükselmemesi için bir yandan nüfusun fazla olması isteniyor, diğer yandan ürün fiyatlarının bolluk yıllarında da yüksek olması isteniyor. Ticaret kapitalizminin hacmi büyüdükçe ve ticaret burjuvazisinin planları öne çıktıkça merkantilistlerin bu görüşleri de belirginleşti. 16.yy sonlarında, yaklaşık 100 senede merkantilist ülkeler arttı. Sürekli dış ticaret fazlası vermeye çalışan ülkeler, diğer ülkelerin ekonomik olarak zayıflamasına sebep oldu. Ekonomik olarak zayıf ülkelerde üretilen malları satın alacak para kalmadı. Çünkü ekonomik olarak güçlü ülkeler satış karşılığında yalnızca altın ve gümüş alıyordu ve ham madde ithalatı da yasaktı. Bu da ekonomik olarak zayıf ülkelerde talebi arttırdı. Ayrıca ekonomik olarak güçlü ülkelerde aşırı maden oluşu madenlerin değerini azalttı ve ülkelerde enflasyona sebep oldu. Bu süreçte sermaye grupları aralarında çekişiyordu ve bu durum feodallerle köylülerin yan yana gelmesine neden oluyordu. Bu süreçten itibaren politik ekonomi de sınıf iktidarına giden bir araç olmaya başladı. Burjuvazinin birikim silahı olarak bilimselleşti ve kapitalizmin yapılanmasına yol açtı. Çekişme, merkantilizm karşısında durumu burjuvazi öncesi burjuva bakış ile analiz eden fizyokrasinin ön görüsünü destekledi. Merkantilizmin dünya egemenliği 19.yy başlarında liberal teorilerin güçlenmesine kadar sürdü. Bu süreçten sonra güç kaybetti ve yerini serbest piyasa ekonomisine dayalı liberalizme bıraktı. Sanayi devrimi ile pazar arayışları merkantilizmin yok olmasına neden oldu.
Ekonominin işleyişinde doğal bir düzen olduğunu savunan, devletin ekonomiye müdahale etmemesini isteyen, gücün tek kaynağını tarım olarak gören fizyokrasi, altınla, parayla veya sanayiyle uğraşmaz. Mantığı çok basittir. Güç insandan gelir, insan topraktan beslenir. İnsan sayısı ve toprak miktarı ne kadar fazlaysa bir ülke o kadar güçlüdür. Fizyokratlara göre üretimde tek verimli alan tarımdır. Tarım tüketilenden daha fazla üretime yol açar. Oluşan bu fazlalık net üründür. Ticaret ve sanayi ise kısırdır, çünkü net ürün oluşturmaz. Fizyokratlara göre gelir dağılımı açısından toplum üç sınıfa ayrılır. Verimli sınıf (çiftçiler), toprak sahipleri, kısır sınıf (sanayici ve burjuvalar). Sınıflar arası gelir dağılımı şöyledir: Çiftçiler, topraktan sağladıkları net ürünü toprak sahiplerine kira olarak verirler. Toprak sahipleri, toprağın işletilmesinin bedeli olan bu net ürünü alırlar. Kısır sınıf ise ham maddeyi işlenmiş maddeye dönüştürmek için imalathane ve işçiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bu sınıfın elde ettiği net gelir, diğer iki sınıfa dönmek zorundadır. Fizyokrasiye göre denge bu şekildedir. Verimli alan tarım olduğu için vergi de tarımdan alınmalıdır. İhracat, tarıma dayanmalıdır. Sermaye yalnızca tarımsal yatırımlarda kullanılmalıdır. Fizyokratlara göre ekonomi kutsal bir düzendedir. Üreticiler ve tüketiciler kendi çıkarlarına göre hareket etme hakkına sahiptir. Özel mülkiyet ve serbest girişim ilkelerine dayanan bu düzende ekonomi kendi kendine işler. Doğal kaynakların ülkeler arasında farklı dağılımı, bu ülkelerin birbirleriyle alışverişini kutsal bir duruma getirmiştir. Bu farklılık nedeniyle fizyokratlar "uluslararası dayanışma" içinde başka ülkelerin yoksulluğuna karşı çıktılar. Yani fizyokrasinin dayanışmayı kutsallaştıran teolojik bir yapısı vardır. Fakat fizyokratlara göre ilkel kapitalizmde, temelde yapılacak tek değişiklik, devlet müdahalesinden kurtulmaktır. Fizyokratlar teorilerini hazırlarken ekonomiler tamamen tarımcıydı, merkantilistler ise ticari kapitalizmin etkisiyle devletçi oldular. Fizyokrasi kendine etkin alan bulamasa da ekonomik hayatta serbestlikten yana olduğu için ekonomik liberalizmin kurucusu sayılabilir. Temel farkı özetlemek gerekirse, merkantiliste göre değerin yaratıcısı ticaret, fizyokrata göre topraktır.
#fizyokrasi#fizyokrat#ilkel kapitalizm#merkant#merkantalizm#kapitalizm#kapitalist#physiocracy#physiocrat#primitive capitalism#capitalism#mercant#mercantilism
0 notes
Text
YAE PISMANLIGI
“Yetmez ama evet Kılıçdaroğlu” diyenler; pişman olmayın, YAE’de böyle riskler vardır!
Yeminli ‘yetmez ama evet’ (YAE) düşmanları son yıllarda siyasetlerini defalarca “yetmez ama evet” çizgisi üzerine kurdu. Doğru yaptılar, çünkü temel ve en büyük siyasi hedefleri Erdoğan otoritarizmine son vermekti fakat kendi güçleriyle bunu yapabilmeleri imkânsızdı. Nitekim 2014 ve 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendilerinden olmayan başkan adaylarını desteklediler. Bunlara şimdi de Kılıçdaroğlu eklendi. Bu kesimler üç yenilginin ardından da pişmanlık sergiledi. Bu gereksiz duygunun sebebi açık değil gizli YAE’ci olmalarıydı.
Alper Görmüş
Siyaseti, başka kimin ne deyip ne yaptığına bakmaksızın hedeflerine doğru yürümek olarak anlayanlar… Ya da aynı anlama gelmek üzere, siyasetin çok sayıdaki nispîlikler arasından tercih yapma faaliyeti olduğunu anlayamayanlar… Hayat onlara güzel!
Kendileri ve kendi ideolojileri dışındaki herkes ve her şey “mutlak yanlış” olduğu için kendileri dışındaki herkese ve her şeye mutlak olarak karşıdırlar. Katıksız, steril ideolojileri bu yolla hiç kirlenmez ve bonus olarak kendileri dışındaki herkesi ve her şeyi kirlenmiş olmakla itham etme imtiyazını elde ederler.
Ne var ki sapına kadar politik görünen bu tutum aslında sapına kadar apolitiktir; reel hayat ve reel siyaset, hükmünü onların ideolojilerinin dışında yürütür.
Fakat kendi ideolojisine sahip olanların tamamı, etrafında olan bitene, başka partilere, iktidarlara bu kadar ilgisiz değildir. Onların arasında, kendileri dışındaki partileri, iktidarları izleyenler de vardır; izlerler ve kendi siyasi hedeflerine nispeten uyan tezleri, programları ya da uygulamaları zaman zaman desteklerler, bazılarına ise temelden karşı çıkarlar. Yani bazen “hayır” bazen de “yetmez ama evet” derler. Çünkü onlar da bilirler ki “yetmez ama evet”i defterden silerek siyaset yapılamaz.
Bu ikinci grup da kendi içinde ikiye ayrılır: ‘yetmez ama evet’i siyasetlerinin bir parçası kılan ve bunu beyan edenler ile ‘yetmez ama evet’i çizgilerinin bir parçası kıldıkları halde siyasi hayatlarında buna yer vermiyormuş gibi yapanlar…
Ne var ki “mış gibi” yapsalar da bunlar son yıllarda siyasetlerini defalarca “yetmez ama evet” çizgisi üzerine kurdular. Haklıydılar tabii, çünkü temel ve en büyük siyasi hedefleri Erdoğan otoritarizmine son vermekti fakat kendi güçleriyle bunu yapabilmeleri imkânsızdı.
Nitekim 2014 ve 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi ideolojilerinden fersah fersah uzak başkan adaylarını desteklediler (2014’te ‘mukeddasatçı’ Ekmeleddin İhsanoğlu, 2018’da ‘ulusalcı’ Muharrem İnce).
İkincinin üzerinde biraz duralım…
Muharrem İnce’nin şimdiki algısıyla birlikte düşünüldüğünde biraz tuhaf gelebilir ama, CHP’den umudunu çoktan kesmiş ‘CHP dışı sol’ Haziran 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bariz biçimde İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileriydi. ‘CHP dışı sol’, söylemine ve performansına bakarak o seçim öncesinde Muharrem İnce’yi haklı olarak CHP’den ayırdı, öyle ifade etmese de ‘yetmez ama evet’ diyerek onu destekledi. Ne var ki İnce seçimlerin ardından hızla ‘söyleminin adamı’ olmaktan çıktı ve bu da onları zor durumda bıraktı; daha doğrusu kendilerini utanç verici bir pozisyon içine düşmüş gibi hissettiler. Oysa utanacak bir şey yoktu; demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Ne var ki, İnce’yi destekleyen ‘CHP dışı sol’ bir zamanlar AK Parti’nin demokratik adımlarını destekleyenlere kan kusturduğu için kendi kendilerini böyle bir savunma yapma hakkından mahrum etmiş oldular.
Parantez: O dönemde çok ironik bir olay da yaşandı; daha önce yazmıştım, ama tam yerine denk geldiği için onu bir kez daha hatırlatacağım.
Eski bir ‘yetmez ama evet’çi olarak az dayak yemeyen Hayko Bağdat, en popüler olduğu bir anda Muharrem İnce’nin söylediklerini yapacak, sözünde duracak bir siyasetçi olmadığını, dolayısıyla güvenilemeyeceğini ve onu desteklemediğini yazdığında ortalık bir anda karıştı.
Hayko Bağdat’ın, ‘yetmez ama evet’ diyerek Muharrem İnce’yi destekleyenlere karşı yazdıkları, siyasetçilerin hiç değişmeyecek ‘öz’lere sahip olduğunu iddia eden yaklaşıma yakın bir yazıydı ve yanlıştı. Çünkü İnce o yazının yazıldığı dönemde hakikaten farklı bir çizgi izliyordu ve yapılması gereken o çizgiyi derinleştirmesi için onu teşvik etmek ve desteklemekti.
Fakat ne oldu? Hayko Bağdat’ın fikrine fikirle cevap verilmedi, karanlık imâlarla yerin dibine batırıldı ve bunu yapanların başında da Muharrem İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri geliyordu
Onların pozisyonu, Hayko Bağdat’ın pozisyonuyla kıyaslandığında hayli riskli bir pozisyondu; çünkü Muharrem İnce pekâlâ ‘yoldan çıkabilir’, onlar da böyle bir siyasetçiyi destekledikleri için elleri böğürlerinde öylece kalabilirlerdi. İyi de, ‘ya yoldan çıkarsa’ diyerek vaat edilen adımlara sahip çıkmamanın ve desteklememenin adı siyaset olabilir mi?
… Ve Kemal Kılıçdaroğlu örneği
Son üç seçimde Erdoğan’ın karşısına muhalefetin adayı olarak çıkan üç siyasetçi de yenildi ve bu, adayları ‘yetmez ama evet’ çizgisinden destekleyenlerde belirgin bir pişmanlık duygusuna yol açtı.
Fakat bu üç pişmanlıktan en yoğunu ‘Kılıçdaroğlu pişmanlığı’ oldu. Çünkü a) Kılıçdaroğlu önceki iki adaydan çok daha büyük bir umut yaratmıştı, b) dolayısıyla ona karşı çok daha az ‘ama’lı, itirazi cümle kurulmuştu, c) Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrasında sergilediği söylem ve tutumlar öbür ikisinden çok daha büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı.
Durum ortada, fakat karşılaşılan tablonun yarattığı duygu pişmanlık olmamalıydı. Böyle bir tablo karşısında üzülmek normal ama pişman olmak değil. Daha doğrusu şöyle diyelim: Bir siyasi yarışta herhangi bir adayı ‘yetmez ama evet’ rezerviyle destekleyenlerin bir kısmı yenilgi durumunda üzülür, bir kısmı da pişmanlık duyar. Biraz daha açalım: ‘Yetmez ama evet’i siyasetlerinin bir parçası kılan ve bunu gizlemeyip beyan edenler yenilgi durumunda üzülürken, ‘yetmez ama evet’i çizgilerinin bir parçası kıldıkları halde siyasi hayatlarında buna yer vermiyormuş gibi yapanlar pişman olur ve içten içe utanç duyar.
Oysa pişman olacak, utanacak bir şey yok. Yukarıda dediğim gibi: Demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Böyle sözler verdiği halde ‘ya yoldan çıkarsa’ korkusuyla vaat edilen adımlara sahip çıkmamanın ve desteklememenin adı siyaset olabilir mi? https://serbestiyet.com/featured/yetmez-ama-evet-kilicdaroglu-diyenler-pisman-olmayin-yaede-boyle-riskler-vardir-138976/
0 notes
Text
Link de güzel bir yazı sizi bekliyor Ben yazıdan bağımsız kelime anlamıyla ortaya bir düşünce atmak istedim
TİLGEN
Kelime anlamı: Almanca kökeni- tilgen; Türkçe- Tilgın: silmek, çıkarmak; ödemek, sönümlemek. · Türkçe. silmek; çizmek; yok etmek, mahvetmek; itfa etmek, sönümlemek anlamında… anlama göre çekiştirebilirsin Bana sorsalar nihai hedefe varmadan yok olmak…derdim çocukken aileniz size uçan balon almıştır ilk heves oynarsın zıplatırsın bir süre sonra tavanda kala kalır havası kaçar süner, sünümlenir, büzüşür Sende büzüşebilirsin k*çına bağlı bir iple kalakalmamalısın Balon olsaydık o pozisyonda kalmaktansa patlamak daha iyi olur heralde. cesaretin varsa patlarsin. ha sonra o patlama bi bilinc yarilmasina tekabul eder mi? Bilemem…filmin beklenmedik sonu olur mu? bir kitap okudum hayatim degisti şeklinde bir yaşam olur mu? sanmam.daha doğrusu olmamalı potansiyel içindedir farkında olmak önemli sonuçta her yol roma ya cikar. Konuya dönersem, sönmek büzüşmek sünmek vb… kulağını tersten gösterme usulü fiillerden biridir. önce bir fiil alınır, sonra o fiilden isim yapılır, isme "-le" takısı eklenir. elde edilen fiil edilgen hâle getirilerek kökteki fiile anlamca geri dönülür. neden olduğunu bilmiyoruz. fakat sönmek yeterince "felsefi" bir sözcük imajına sahip olmadığından olsa gerek. sol jargon muhipleri sever böyle kelimeleri. sayelerinde çeviri felsefe okuduk sevdik gönül verdik Ama bu duygusal bağlama başka bşr konu olsun size söz konukta ben olacağımne diyorduk -> sönmek-sönümlenmek +sana aşığım dedi - valla verengül ben seni arkadaş dost gibi görüyorum +sönümlendim şimdi bak! - n'aaptın? +sö-nüm-len-dim!bir eylemin ve duygu durumunun soğurulması anlamı da içerdiği için sönmekle aynı anlama gelmeyen, hatta epey uzağında duran bir kelime olduğuna ikna oldum. endişemi sönümledim diyelim. genelde nesne söner, eylem sönümlenir. yani bu kelimeyle caka satacak olsam, böyle satardım. ki çok pis pseudo-entelektüel cakası sattıran, zeka ve birikim simüle eden hilelerim var. neyse. sönümlenmek kelimesinin marksist jargonda bolca yer etmesinde şaşıracak bir şey olmadığını düşünüyorum. eski devrimcilerin kırpılıp ulusalcı olduğu süreç de bir nevi sönümlenme süreci mi sanki?sonuç olarak; bir şeyin zaman içinde bitmesi. biterken acı vermemesi. bittikten sonra yokluğunun hissedilmemesi. yani aslında en güzel bitmedir sönümleme.. Özden Bekir KARAKAŞ Hocamın (evrensel devinim site kurucusu felsefe klubü kurucusu felsefeci yorumcu yazar ) affına sığınarak aklımdan geçenleri sesli düşünce şekline getirdim.. arasıra içimden geldiği gibi yazmanın şımarıklığını böyle gösterebiliyorum AŞAĞIDAKİ LİNKTE GÜZEL BİR YAZI VAR LİNK İN KENDİSİ ZATEN “ Evrensel Devinim” yani : “tüm evren matematiksel olarak düzenlenmiş bir bütündür,sayılar üzerine kurulu bir düzene sahiptir.” der büyük filozof pythagoras. Tamda bunun gibi Saygılar sevgiler Sayın Hocam ( Özden Hocama küçük not: oğlumla tatildeyim yakındaki ufukta birde evlilik gözüküyor bunca yoğunluk arasında ancak bukadar toparlayabildim)
0 notes
Text
Lozan harabelerinde 100 yıl - Zafer Yörük
Lozan’ın yüzüncü yılı sonunda geldi çattı. Gizli maddelerin hükmü kalmıyor: Bütün madenlerin, petrolün üzerine beton atılmış kapakları açılacak, memleket refaha kavuşacak. Bu tevatür, daha çok 2000’li yıllarda ulusalcı çevreler tarafından pompalanmıştı. Balon bu Pazartesi itibarıyla patlıyor. İkinci tevatür, gizli maddeler gereğince anlaşmanın yüz yıl için geçerli olduğu ve dolayısıyla Ege…
View On WordPress
0 notes
Text
Iraktan gelen kürtlere inşaat yaptırdı inşaatın sahibi ıraklı, bu akp ulusalcı mhp çetesi hala türkiyeli kürt türk
Şaka gibi ortam
0 notes
Text
youtube
"İki haftada üç seçim kaybetti.."
Ersan Şen
Aslında 13 yıldır aynı senaryo ve aynı tiyatro.. (Baykal ile başladı. Hani Cumhurbaşkanı sözü alan Chp ve ilkelerini satan adam! Ona rahmet dilemem, üllkemizin bugünkü durumunun ilk mimarı odur. Bop projesinin kapısını aralayan kişidir Baykal!)
Chp, içindeki tolleri ve kripto akplileri temizlemeli.
Ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'tür, ve ruhu Kuvâ-yi Milliye'dir. Ata'mızın emriyle kurulan Chp devletimizin kurucusu değildir; sürekli bu tarihi yanlışa düşmesinler. Şu anda Chp kesinlikle Kuvâ-yi Milliye ruhundan ve Ata'mızın çizgisinden çok uzaktadır.
Akıl, bilim ve vicdan diyen Ata'mızın izindeyiz. Benim gibi ulusalcı ve Atatürkçüler için Chp bitmiştir. Bir sonraki seçimde Baykal ile başlayıp Kılıçdaroğlu ile devam eden ihanet bitecek! Sandıkta görüşürüz..
Son olarak; devlet ayrıdır siyasi partilerin yönetimi ve iktidarı farklıdır. Devletimize güvenelim çünkü devletin sahibi milletimizdir ve devlet ASLA unutmaz.. Keser döner, sap döner gün gelir hesap döner...
3 notes
·
View notes
Text
Küreselcilik
Küreselcilik, ekseriyetle içe kapalı rejim destekçilerinin, militaristlerin veya başlarındaki müstebitlerle barışık olan komplocuların sohbetlerine meze olur ve öcü muamelesi görür.
Küreselciliği birden fazla kontekstte ele alabilecek olsak da; ulusal ekonomilerin ticaret, yatırım ve finansal akışlar yoluyla küresel pazara entegrasyonuyla, kültürel değerlerin medya ve seyahat yoluyla ulusal sınırların ötesine yayılması, enternasyonal bir şirkette çalışırken Güney Koreli, Lesotholu ve Finlandiyalı arkadaşlarınızla hafta sonu izlediğiniz diziyi konuşmanız veya aynı şarkıcıların konserlerine bilet almanız gibi durumlar, uluslararası ilişkilerdeki liberal kurumsalcılıkla paralellikler taşıyan uygulamaların hepsi özünde birbiri ile ayrılmaz bir bütündür.
Devletlerin ticaret, güvenlik ve istikrar gibi karşılıklı yararlar sağlayan kurumlar yaratarak işbirliği yapmaya ikna edilebilecek rasyonel aktörler olduğu bir senaryoda herkes için negatif sonuçlara yol açabilecek prisoner's dilemmadan kaçınmanın mümkün kılınabilineceği de yeni bir düşünce değildir. Öyle ki Fransız düşünür Montesquieu ta 1600'lü yıllarda "L'effet naturel du commerce est de porter à la paix." (Ticaretin doğal etkisi barışın sağlanmasıdır.) sözünü etmiştir. Gelgelelim 21. yüzyılda bile hâlâ küreselciliğin sanki dünyanın en büyük problemi, hürriyetin önündeki en büyük engelmişçisine ulusalcı veya muhafazakar gruplar tarafından demonize edildiğini görmekteyiz.
Küreselcilere yönelik suçlamaların, özellikle de Soros'u ele alan komplo teorilerinin neden mantıksız olduğunu uzun uzun açıklamaya gerek duymuyorum. Tek bir kişi veya grup tarafından kontrol edilen bir dünya ağı fikri aşırı derecede sığdır ve küresel güç yapılarının karmaşıklığını göz ardı eder. Sheldon Adelson üzerinden bir komplo teorisi üretilmez mesela. Oysa bir Yahudinin anti-semitistlerle iş yapması, anti-semitistlerin karşısında durmasından çok daha gizemli bir durumdur.
Asıl konuya dönersek, liberal kurumsalcılık tenkit edilirken de uluslararası kurumların hedeflerine ulaşmada etkili olmadığı sık sık öne sürülür. Burada "Birleşmiş Milletler dünyadaki tüm çatışmaları önlemede veya her durumda insan haklarını korumada başarılı olamamışsa tamamen etkisizdir. " şeklinde bir mantık hatasıyla karşılaşabiliriz. (Neden yalan söyleyeyim, bazen bu konuyla ilgili dönen politik mizaha ben de gülüyorum. Örneğin Twitter'daki "Is EU concerned?" sayfası oldukça eğlencelidir)
Oysa enternasyonal örgütlenmelerin yarattığı etki fizyolojideki all or none prensibi gibi bir şey değildir, yani nöronları belirli bir eşik değerinde uyaramıyorsak hiç aksiyon potansiyeli üretemiyoruz diye bir durum yoktur. AB'nin İkinci Dünya Savaşı gibi travmatik bir sürecin ardından kurulmuş olması tesadüf değildir, ticari engellerin minimize edilmesi ve ekonomik anlamda karşılıklı bağımlılığın teşvik edilmesinin üye devletler arasında çatışma olasılığını azalttığını reddedemeyiz.
Bosna-Hersek'in adı bu tartışmalarda olumsuz bir örnek olarak sık geçse de bölgeyi istikrara kavuşturan Dayton Barış Antlaşması için müzakereler ABD ile AB tarafından basitleştirilmiştir. Yine Mısır ve İsrail arasındaki 1978 Camp David anlaşmaları da ABD tarafından teşvik edilmiştir ve liberal kurumsalcılığın bir başarısı olarak kabul edilebilir. Müzakereler diğer uluslararası kuruluşların ve aktörlerin desteğiyle, BM'in kurumsal çerçevesi üzerinden yürütülmüştür.
Liberal kurumsalcılığın iktisadi ayakları olarak da IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları yaratan Bretton Woods sistemini, 1947'de imzalanan ve daha sonra yerini Dünya Ticaret Örgütü'nün aldığı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nı ele alabiliriz.
Türkiye'deki IMF nefretini sanırım hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Aslında bu tutumun temel sebebi Osmanlı'nın devletçi iktisadi sistemine ve Sanayi Devriminin kaçırılmasına kadar giden uzun bir süreçtir. IMF genellikle serbest piyasalara, mali kemer sıkmaya ve kuralsızlaştırmaya öncelik veren neoliberal ekonomi politikalarıyla ilişkilendirilir. Bu politikalar da Türkiye gibi hükümetin müdahaleci yaklaşımı tercih ettiği bir memlekette tepki yaratır.
Gelgelelim yalnızca iktidar yandaşlarının değil muhaliflerin de önemli bir bölümünün bu kurumları ülkenin otonomisine yönelik bir tehdit olarak algılıyor olması günün sonunda demokratik kurumları aşındırmak ve gücü merkezileştirmekte problem görmeyen iktidarların işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Supranasyonel örgütlenmelerin güçlü devletlerin lehine karar alma eğiliminin yarattığı septisizm ise özellikle Türkiye gibi ülkelerde milliyetçilik ile birleştiği zaman ülke içindeki bir müstebitin kendi despotizmini meşrulaştırması kolaylaşır.
ABD gibi güçlü devletlerin uluslararası kurumlar içinde daha fazla etkiye sahip olabileceği doğru olsa da bu kurumlar yine de oyun alanını dengelemeye ve devletler arasındaki eşitsizliği azaltmaya yardımcı olabilir. Kurumlar, diyalog için bir forum sağlayarak daha küçük veya daha zayıf devletlerin sesini duyurmasını kolaylaştırabilir ve bir bütün olarak küresel topluluğun çıkarlarını destekleyebilir.
Aslında ABD içinde de küreselciliğe karşı çıkan grupların arasında liberteryenlerin olması ilginçtir. Bu grupların küresel örgütlerin liberteryenizmle bağdaşmadığı iddiasını gündeme getirdiğini görebilirsiniz lakin serbest ticaretin teşvik edilmesi de çatışmaların önlenmesi de liberter değerlerle uyumludur.
"Asıl çelişkili olan nedir?" diye sorarsanız da bu soruya "Bireysel özgürlüklere değer veren ve otoriterliğe karşı çıkan liberterlerin Rusya'nın Batı demokrasilerine yönelik tehdidini görmezden gelmesi." yanıtını vermeyi tercih ederim.
0 notes