Tumgik
#ulusalcı
suhtedil · 8 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Arap Baharından Ümmeti Muhammed baharı doğacak diye ödleri kopan dünya egemenleri Batılılar, İslam coğrafyasını yoktan bahanelerle yangın yerine çevirdiler. Yangını bütün güçleriyle her alanda körüklemeye devam ediyorlar. Bir asra yakın zamandan beri başsızlığa mahkum edilmiş ümmet yapısı şimdilerde ulusalcı küçükbaşların sebep olduğu bölünmüş coğrafya perişanlığına katlanmak zorunda bırakılmıştır. Oysa 20. Asrın tanınmış mürşidlerinden Abdülhakim Arvasi kuddise sırruh, “Ümmeti Muhammedin kurtuluşu ne zaman?” diye soran bir kişiye “Ümmeti Muhammed demek kurtulmuş ümmet demektir.” cevabını vermiş, Müslümanlar için asıl meselenin gerçek anlamda Ümmeti Muhammed olmaktan ibaret bulunduğuna dikkat çekmiştir.
9 notes · View notes
perge · 1 year
Text
Muharrem inceye nasıl saldırıyorlar görüyorsunuz demi! arkadaşlar bu adam chp il başkanlığından gelme 20 li yaşlarından itibaren partisine hizmet etmiş biri tüm kademelerin tozunu yutmuş kahrını çekmiş biri. Katıksız Atatürkçü son derece laik biri. yani şöyle söyliyim chp amblemindeki 6 okun hepsi kendisinde mevcut. bu adama bunu yapanlar sana bana ne yapmaz bi düşün sadece 8 saniye 56 salise bi düşün ya :) ama sorsan chp avanesine biz Atatürkçüyüz biz demokratız biz tüm fikirlere saygılıyız diye naralar atarlar. la olum inanmayın bunlara deniz Baykal’ı yediler onlarca ulusalcı Atatürkçüleri tasviye ettiler Muharrem ilk değil yani
9 notes · View notes
teneres · 1 year
Text
Günlerdir 1. Dünya Savaşı'nda Filistinliler şöyle yaptı böyle yaptı konuşan laik ve ulusalcı şeref ve vicdan yoksunu kafirler, ne hikmetse o isyanın ele başı Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah için İngilizlerin çoğunluğunu Filistin'den ç/aldıkları toprakla Ürdün diye bir devlet kurup, Atalarının çiçeği burnunda Cumhuriyeti arasında "dostluk ve kardeşlik antlaşması" imzalandığını, Atatürk'ün bizzat garda Kral Abdullah'ı karşıladığını filan hiç konuşmuyor. Konuşamaz da zaten cahil köpekler. Anca önlerine atılan kemiğe tutunup sahiplenirler, Filistin PKK'ya eğitim verdi, Çin'e destek verdi şöyle böyle diye konuşurlar. E hadi İngilizlerle dost olan Arap bizim dostumuz değildir deyip Anıtkabir'de ve CHP önünde eylem yapsanıza. Yapamazlar. Çünkü BİLMİYORLAR. Bilseler de MÜNAFIK KAFİRLER oldukları için kıvırırlar. Bu ülkenin en büyük sorunu da bu zaten. Komünisti, Hümanisti, Seküleri, İslamcısı hepsi MÜNAFIK.
3 notes · View notes
judasizm1 · 1 year
Text
Atatürk düşmanı bir tetikçi cahil ajan..
Tumblr media
CHP'nin koltuğuna yapışıp kalmayan bay kemal "yalan söylemiş!". 90 küsür danışmanının görevine son vermiş ama bu cahil ajanın görevinde olduğunu biliyor muydunuz?
Cumhuriyetimizin ve Atatürkçülüğün temeli "ulusalcılık"tır. Bu tetikçi cahil (açıktan bitirmiş üniversiteyi) ajan, Atatürk'ü ve laik Cumhuriyetimizi faşistlikle suçluyor... Ne güzel değil mi? Atatürk'ün partisi denen partide o partinin başındaki hain tarafından hala chplilerin aidatlarıyla ve devletten aldığı paralarla bu Atatürk düşmanları besleniyor.
Ben Atatürkçüyüm, ben Ulusalcıyım.. Seni besleyen partinin başındaki dikdatör bay kemal dahil hiçbirinize bırakmayacağız Atatürk'ün miraslarını. Bizden çok rahatsız olacaksınız.. Ar damarı çatlamış, pişkinlerin o partinin kapıısından bir daha girmesine izin vermeyeceğiz.. Partiyi, asıl sahipleri olan Atatürkçüler ve "Ulusalcı"lar yönetecek...
Kemal, biz geliyoruz, sen ve çeten gidiyorsunuz...
Bay kemal, sana yakışan en yerinde tarif olsa olsa "BOP Eşbaşkanı yardımcılığı"dır. 13 yıldır BOP Eşbakanı ikdarda kalsın diye elinden geleni yaptın! "Anayasa'ya aykırı ama evet diyeceğim" dediğin yasanın çıkması ile kendi vekilin Enis Berberoğlu'nu hapse sen gönderdin sonra kahraman edalarıyla alkış bekledin! Alkış mı? Hadi ordan pişkin!. CHP tarihinde Baykal ve sen kara leke olarak tarihe çoktan yazıldınız...
Not: "Atatürk'ün askerleriyiz.." sloganından rahatsız olan Kaftancıoğlu'nu da giderken al, unutma!...
6 notes · View notes
guzyazi · 1 year
Text
Son iskender kebabını on beş sene önce yiyebilmiş ve kendini en sevdiği yemeğin patates olduğuna inandırmış hiç kimseye ideal lider var edemezsiniz. Bunu ulusalcı bir dille küçümseyerek söylemedim, sadece cümledeki büyülenmeyi duyun isterim.
5 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
türkiye'deki az sayıda bulunan gerçek entelektüellerden birisiydi. iğrenç terörün, iğrenç bir suikastine kurban verdik. koruyamadık bütün bir toplum olarak ihtiyaç duyduğumuz insanlardan birini daha. AHMET TANER KIŞLALI yı kim öldürdü? bu soruyu uğur mumcu, bahriye üçok, çetin emeç ve turan dursun için sorduğumuzda hangi cevabı alıyorsak, kışlalı için sorduğumuzda da, cevabın aynı olacağını düşünenlerdenim. bir diğer deyişle, şayet siz, dünyayı; kemalist, ulusalcı, lâik, lâikçi,; ya da, sol ve sosyalizm dairesindeki bazı kesimlerle, kimi liberal, demokrat çevrelerin prizmalarından göründükleri haliyle alımlıyorsanız, kışlalı’nın katili, iran tarafından desteklenen extremist 'selâm tevhid örgütü veya emperyalizm destekli fetö terör örgütüdür öte yandan, meselelere mütedeyyin, muhafazakâr perspektiflerden,ya da, bazı liberal, demokrat, solcu, sosyalist çevrelerle ortak zaviyelerden bakıyorsanız, bu durumda da suikastin olağan şüphelisi, israil ile işbirliği halindeki kontrgerilla derin devlet yapılanmasıdır. hem lâik ve kemalist çevrelerin, ve, hem de cemaatçi suni yapılanmaların iran'ı töhmet altında bırakan senaryoya prim vermelerinin iç tutarlılığı, ve bu tutarlılığı besleyen (kendilerine göre makul) politik bir tarihsel arka plânları vardır. ilk cephe, islâmi devrimi türkiye'ye ihraç ederek, yaşam tarzlarını zorla değiştireceği kaygısıyla iran karşıtı pozisyon alırken; suni cemaatlerin 'ülkenin en ince kılcallarına kadar nüfûz eden acemler paranoyası' ise, kökleri bir hayli eskiye, yavuz sultan selim dönemine kadar inen kâdim şia kaygısı nedeniyledir. bu derin mezhepsel kaygı, modern versiyonu olan aktüel bir 'persephobia'nın fetö terör örgütünün zihniyet kodlarında dahi kendisine alan açmasıyla güncellenmiş ve pekişmiştir. küresel sistem nezdinde meşruiyet devşirmeye çalışan her iki yaklaşımdan ilki; el kaide ve ışid gibi selefi akımların, global ölçekte yüz milyonlarca tv izleyicisinin hafızasına nakşolan, eylemleri yüzünden, tezlerine rahatlıkla müşteri bulabilecek durumdayken; bahsettiğim kâdim şia saplantısı temelli, cemaatçi persephobia ise, iran'ın abd, ingiltere ve israil'le ilişkileri restore etmeye başladığı şu son dönemle birlikte, küresel elitler indindeki popülaritesini giderek kaybetmektedir.
Tumblr media
Ahmet Taner Kışlalı dahil Uğur. Uncu, Bahriye Uçok, Turan Dursun, Çetin Emel ve diğer kemalist, lâik aydın cinayetlerinin tetikçilerinin extremist islâmcılar olmasının yanıltıcı olduğunu ( belki taşeron tetikçiler olabilir) ; bu eylemlerin arkasındaki 'üst akıl'ın, abd, ingiltere, israil ve gladyo ile işbirliği halinde olan derin devlet olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Bınunla birlikte türkiye toplumsal formasyonu; aralarında habercilerin de olduğu kanaat önderlerinin söylediklerinden, yazdıklarından ve davranışlarından hareketle 'durumdan vazife çıkarma'ya, ve, kanun dışına çıkmayı da göze alacak denli 'vaziyet alma'ya meyyal 'sınırda kişilik bozukluğu (borderline personality disorder)'na yakalanmış kişilerin azımsanmayacak oranda olduğu bir cemiyettir. bu yüzden de, kanaat önderleri başta olmak üzere, bütün toplumsal aktörlerin, kamusal alana taşıdıkları eylem ve görüşleriyle ötekileştirmekten ve nefret suçu işlemekten özenle kaçınmaları, kalıcı bir sosyal barışın tesisi açısından hayati öneme sahiptir.. uğur mumcu’nun, bahriye üçok’un, çetin emeç, turan dursun, ahmet taner kışlalı’nın ve diğer yüzlerce faili meçhul cinayetin maktulünün gerçek katilleri ve bu menfur fiillerin hakiki azmettiricilerinin ortaya çıkarılması; söz konusu faili meçhul siyasal cinayet dosyalarının tam manasıyla kapanması, hem tesis edildiği söylenen be çok hızlı gittiği için benim yakalayamadığım 'ileri demokrasimiz”e , hem insanımıza, hem yaşadığımız çağa ve hem de bahse konu maktüllere olan namus borcumuzdur.
Tumblr media
5 notes · View notes
dipnotski · 6 months
Text
Andrea Cavalletti – Sınıf (2024)
İşçi sınıfını paramparça etmiş neoliberal siyasetlerin yeni icracıları yeryüzünün her köşesinde, dünyalarını yıktıkları insanları anti-demokratik, milliyetçi ve dışlayıcı siyasetlerine alet etmek için ulusalcı hınç siyasetleri doğrultusunda örgütleme yarışında. İtalyan filozof Andrea Cavalletti bu kitabında sağ popülizmin yükselişi karşısında “sınıf”ın özgül anlamını ve siyasetini ele…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
ozel-buro · 6 months
Text
TERÖR OLAYLARI DOSYASI /// ÖMÜR ÇELİKDÖNMEZ : Moskova'daki terör saldırısında olağan şüpheliler MOSSAD / IŞİD / NATO / Ukrayna ! !!
ÖMÜR ÇELİKDÖNMEZ : Moskova’daki terör saldırısında olağan şüpheliler MOSSAD / IŞİD / NATO / Ukrayna !!! 25-03-2024 Moskova’daki terör saldırısında olağan şüpheliler MOSSAD / IŞİD / NATO / Ukrayna! Moskova’daki 154 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısı, ilk değil. Rusya’nın enerji kaynakları çokuluslu şirketlerin iştahını kabartıyordu. Ulusalcı akımlar, etnik milliyetçilik sosuna…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
paravesiyaset · 9 months
Text
Tumblr media
Hilafet TBMM'nin uhdesinde' midir? Geçtiğimiz günlere bazı köşe yazarları Atatürk'ün aslında hilafetten yana olduğu, hilafetin gerçekte kaldırılmadığı, sadece TBMM'de korunduğu ve Türkiye'de laikliğin terk edilerek Osmanlı Sekülerizmi' ne geri dönülmesi gerektiği gibi düşüncelerini yaydığını, bu görüşlerinin de Kemalist Ulusalcı kesimlerden birçok aydın tarafından benimsendiğini, savunulduğunu konuşuyorlar.
0 notes
hetesiya · 10 months
Text
Kafatasçılık Dediğiniz, Brakisefal Tutkusu Değil miydi?
Murat Ayar
Tarih 1932 Temmuz ayı, yer Ankara Halkevleri. Üniversitelerden, liselerden, ortaokullardan yüzlerce tarih uzmanı, öğretmenin davetli olduğu, Türk ırkının layık olduğu yeri belirlemek için canla başla yapılan çalışmaların ilk sonuçlarının açıklandığı I. Türk Tarih Kongresinde büyük bir heyecan dalgası hâkim. Mustafa Kemal’in de bizzat katıldığı kongrede Türk ırkının tarihî konumu açıklanacak! Bu tarihî açıklamayı yapacak kişi ise İsviçre’ye antropoloji alanında eğitim için gönderilen Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’dan başkası değildi. Afet İnan büyük bir heyecan ile geldiği kürsüde şöyle diyordu:
“Cenevre Üniversitesi Antropoloji Profesörü Euggene Pittard’ın ‘Irkların Tarihi Kitabı’ üzerinde ve kendisi ile yaptığım görüşmelerin ve çalışmaların sonunda Orta Asya’nın bağrında yaşayan Türklerin beyaz ırkın BRAKİSEFAL özelliği taşıyan kolundan olduğunu belirledik. Brakisefal insanlar dünyada insanların ilk olarak görüldüğü tarihlerde Hindistan’ın kuzeyinde Seyhun ve Ceyhun ırmağı etrafında yaşamışlar. Altaylara göç ederek Türk medeniyetini kurmuşlar… Aynı brakisefal insanlar Orta Asya’nın kuraklaşması sonunda; Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Ege, Hindistan, İtalya, … Çin’e giderek oralara medeniyet götürmüşler, devletler kurmuşlardır. Dünyaya medeniyet götüren Türkler, Hind Avrupalı beyaz ırka yani ARİ ırka mensupturlar. Ari ırkının yaşadığı bütün yerlerde Türk ırkının izleri vardır!”
Afet İnan, “Ari diyarı demek Türk diyarı demektir!” diye kürsüde haykırırken kongrenin gerçekleştirildiği Ankara Halkevleri salonu alkışlarla inlemektedir. Ayağa kalkan izleyiciler ellerini patlatırcasına birbirine vururken, bravo sesleri salondaki coşkuyu daha da artırmaktadır. Hiç şüphe yoktur ki bu tabloyu “Onuncu Yıl Marşı” taçlandıracaktır ama o marş daha bestelenmemiştir. Dünyaya ilan edilen bu müthiş buluşu, eşsiz “Türk Tarih Tezi”ni anlatmayı Afet İnan’dan sonra devrin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip sürdürmüştür. Dr. Galip de konuşmasında daha çok Türk ırkının kafatası şekli üzerinde durmuştur!
Biraz hikâyeleştirerek aktardığımız bu tarihî olay, Başbakan Erdoğan’ın Mardin’de başlattığı ve dozunu artırarak devam ettiği milliyetçilik eleştirisi ve grup toplantısında açıkladığı “kafatasçılık” çalışmalarının kökenine işaret etmektedir. Bir ümmetten bir ulus yarattıklarını ifade eden Kemalist kadroların yeni bir bilinç inşa etme noktasında en ipe sapa gelmez tezleri bile nasıl bir seferberlik ruhu ile ete-kemiğe kavuşturmaya çalıştıklarını da bu tartışmalarla bir kez daha hatırlamış olduk!
Kafatasçılık 1939’da mı Başladı?
Başbakan Erdoğan’ın “İmralı Müzakereleri” paralelinde başlattığı haklı milliyetçilik eleştirisi özellikle ulusalcı kanattan sert eleştirilere hedef olmakta ise de Erdoğan’ın Türkiye’nin karanlık tarihini tipik muhafazakâr refleksle 1939’da başlatma ısrarı da tartışılmayı fazlası ile hak ediyor.
Okullarında hâlâ küçücük çocuklara “Ne Mutlu Türküm Diyene!” yeminlerinin ettirildiği bir ülkenin başbakanının İslami referanslarla milliyetçiliğin ayaklarının altında olduğunu söylemesi elbette önemlidir. (Ayrıca halkın; okulundan kışlasına hemen hemen hayatın her alanında devam eden ırkçı yaklaşımların Başbakan’ın bu iddialı ve haklı çıkışının ardından tasfiye edilmesi beklentisine girmesi de kaçınılmazdır. Bu beklentilerin karşılanmaması ise Başbakan için büyük bir tutarsızlık olur.)
Başbakan Erdoğan son olarak partisinin grup toplantısında “Türk Antropoloji Enstitüsü” tarafından 1940 tarihinde yayınlandığı belirtilen belgelerle Türkiye’de “kafatasçılık” çalışmalarını eleştirerek bunun ırkçılık olduğunu belirtti. Başbakan elbette haklı! Ama söyledikleri eksik. Elindeki kitap 1940 tarihli olsa da çalışmalar ondan çok daha öncesinden başlıyor… Başbakan’ı iktidar dahi olsa “dokunulamaz” alana girmemesini /girememesini elbette anlamıyor değiliz.
“Atatürk Kafatasçıdır!”
Bu ifade Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan’ın Yıllar Boyu Tarih dergisi için yazdığı “Türklerin Antropolojik Özellikleri” isimli makalesinde kullandığı ara başlıklardan bir tanesi. Prof. Türkkan, bu makaleyi “Cumhuriyet Mitingleri” döneminde cereyan eden milliyetçilik tartışmalarında kafatasçılığın Nazizm ve faşizm olamayacağını ispat amacı ile kaleme aldığını belirtiyor.
Prof. Türkkan “Atatürk’ün Brakisefallik tutkusu”nun salt Türk ırkının özelliklerini ortaya çıkarma kaygısından kaynaklandığını belirterek zaten o dönemde antropoloji çalışmalarının Avrupa’da çok yaygın olduğunu belirtiyor.
“Türk Irkının Layık Olduğu Yerin Belirlenmesi”
Türkiye’de antropoloji çalışmaları resmî olarak Mustafa Kemal’in emri ile İstanbul Darulfünunu Tıp Fakültesi bünyesinde Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin kurulması ile başlar. Prof. Dr. Nurettin Ali Berkol, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Süreyya Ali, Prof. Dr. Mouchet ve Prof. Dr. İsmail Hakkı tarafından kurulan merkezin amacı “insanlar arasında Türk ırkının layık olduğu yerin belirlenmesi” olarak açıklanır.
İsmi daha sonra Türk Antropoloji Enstitüsü olarak değiştirilen kurum ilk olarak İstanbul’da çalışmalarına başlar. Karacaahmet Mezarlığında yüzlerce mezar tahrip edilerek kafatası ölçümüne başlanır. Yine aynı dönemde tamamen bilimsel(!) amaçlı olarak İstanbul’daki Türk, Rum, Ermeni, Musevi okullarındaki ilköğretim çağındaki çocukların da kafatasları ölçülerek çeşitli karşılaştırmalı çalışmalar yapılmıştır.
Antropoloji alanında yapılan çalışmalardan tam olarak verim alınmadığını düşünen Ankara, (siz bunu Mustafa Kemal diye okuyun) yurt dışına eğitim için uzman göndermeye başlar. Bunlardan birisi de Mustafa Kemal’in manevi kızı olan Prof. Dr. Afet İnan’dır. Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Afet İnan Genéve Üniversitesi’nde antropoloji eğitimi alması için İsviçre’ye gönderilir. Türkiye’de en kitlesel ve sistematik kafatası ölçümü Afet İnan’ın “Türk Halkının Antropolojik Karakteri” adlı doktora çalışması için yapılmıştır. (Tez, 1939’da Cenevre’de Fransızca olarak da yayınlandı: Recherces sur les Caracteres anthropologiques des population de la Turquı)
Mustafa Kemal’in emri ve Türk Sağlık, Kültür ve Milli Savunma Bakanlıklarının desteği ile Türkiye’nin çeşitli noktalarında önce 40 bin sonrasında ise 64 bin kafatası ölçümü yapılmıştır. Destek veren bakanlıklara baktığımızda devletin halka “dokunduğu” tüm alanlarda kafatası ölçümü yapıldığını açık şekilde görüyoruz. Burada ifade edilen 104 bin rakamı sadece Mustafa Kemal’in manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan’ın doktora çalışması ile alakalı değerlendirmeye alınmayı hak eden örneklerdir. Anlaşıldığı kadarıyla 1925-1945 tarihleri arasında sadece mezardan çıkartılan kafatasları değil; askere, hastaneye, okula giden herkesin kafatası ölçülmüş.
Özellikle mezarlıklardan kafatası temin etme noktasında Halkevleri’nin büyük çaba gösterdiği görünüyor. Halkevleri’nin “Milli Tarih ve Benlik – Tarih ve Müze” şubeleri tüm Türkiye genelinde gittikleri hemen hemen her köyde, her kasabada hem kafatası ölçümü yapmışlar hem de mezarlardan kafatası örneklerini Türk Antropoloji Enstitüsüne ulaştırmakla görevlendirilmişler.
Mustafa Kemal’in Türklerin insanlık tarihi içerisindeki layık olduğu yerin belirlenmesi konusundaki tutkusu o kadar ileri düzeydedir ki, kendisine en çok hediye edilen aletlerden birisi de kafatası ölçüm pergelleridir. Prof. Dr. Türkkan, Atatürk’ün her konuğunun kafatasını ölçtüğünü, babasının da Çankaya’ya çıktığında kafatasının Atatürk tarafından bizzat ölçüldüğünü övünçle anlatır.
Bizzat Mustafa Kemal’in emri ile pek çok tarihî şahsiyetin mezarı da açılıp kafatasları ölçülmüştür. Bunlardan birisi de Mimar Sinan’dır. Türkiye’de kafatasçılık 1925 -1945 yani II. Dünya Savaşının sonuna kadar yaygın, sistematik olarak yapılmıştır. Fiziksel antropoloji çalışmaları Avrupa’da faşizmin yükselmesine paralel olarak devlet desteği ile sürdürülmüş, II. Dünya Savaşında Hitler’in yenilgisi ile son bulmuştur.
Kemalistlerin son dönemde sarıldıkları “Bizler kafatasçı milliyetçisi değil, Atatürk milliyetçisiyiz!” açıklamaları tarihî gerçekler karşısında hiçbir şey ifade etmemektedir. En masum haliyle bile on binlerce mezarın, kafatası ölçümü için tahrip edildiği, yüz binlerce insanın kafatasının ölçüldüğü tam bir seferberlik havasında sürdürülen “antropoloji çalışmaları” kafatasçılık değilse o zaman kafatasçılık nedir?
0 notes
pateralba · 11 months
Text
Tumblr media
İLKEL KAPİTALİZM
Merkantilizm, feodalizmin bağrından koptu. Merkantilizm, bir çeşit ilkel kapitalist teoridir. Merkant, burjuva sözcüğünden türemiştir. Kendine kapitalist sistemin hemen öncesinde uygulama alanı buldu. Merkantilizm, feodalizmin çökerek, monarşist devletlerin kurulduğu ve ticaret kapitalizminin geliştiği süreçte ortaya çıktı. Merkantilizmin temelinde ulus devletin ortaya çıkması, uluslar arası ticaretin gelişmesi ve ticaret sermayesinin güç kazanması vardır. Merkantilistler, ulusal ekonomik gücün en yüksek seviyeye çıkması için ekonomiye müdahaleyi savundular. Merkantilizm, paraya ve dış ticarete büyük önem verir. Altın ve gümüş paranın, tek ekonomik güç kaynağı olduğunu kabul eder. Bireyin değil devletin yararı ön plandadır. Çünkü devlet bireylerin topluluğundan başka bir şey değildir. Ekonomik güç peşinde koşmak en yüce amaç olunca, yetkiler de buna göre belirlendi. Bunun için ekonomik olarak güçlenmenin koşulları araştırıldı. Devletler gözetiminde talanlar ve korsanlıklar yapıldı. Din tarafından da ekonomik olarak iyi durumda olmak yüceltildiği için devletin ve toplumun amaçları bu yönde gelişti. Bu düşünceye göre para, altın ve gümüşün varlığına dayandığından devlet; elindeki altın ve gümüş miktarına göre gücünü belirler. Asıl önemli olan dış ticaretten elde edilen faiz fonlardır. Çünkü ülkenin maden miktarının arttırılabilmesi ülke içinde değerli maden üretilmediği sürece ancak dış ticaret yoluyla mümkündür. Bu da dış ticarete önem vererek, yurt içine daha fazla altın ve gümüş girmesini teşvik ederek sağlanır. Merkantilizme göre dünyada sabit bir ekonomi vardır ve biri ekonomik olarak güçlüyken diğeri zayıf olmalıdır. Ülkenin ekonomik olarak gücünün artması da ithalatın yasaklanarak ihracatın arttırılması ile mümkündür. Feodalizm sınıfları burjuvaların yönetimine bırakırken, merkantilizm yönetimin devlete verilmesini sağladı. Merkantilizm, hedeflerine ulaşmak için devletin ekonomiye müdahalesini normal gördü. İçe karşı müdahaleci ve sanayileşmeci, dışa karşı ise korumacı bir ekonomi politikası izledi. Ayrıca koloni sahibi olmak ve kolonileri diğer ülkelerin rekabetine kapatmak çok önemlidir. Çünkü bu koloniler ucuz ham madde kaynağıdır ve bu ham maddelerden üretilen pahalı maddenin pazarıdır. Merkantilizm, ilkel kapitalizmin rekabet yasası gereği, ulusalcı bir görüşe sahip olmakla birlikte merkeziyetçi bir yayılma politikasını da savundu. Devletler ekonomik açıdan ulusçudur ve bu da dış ticarette koruma ilkesini benimsetir. Burjuvalığın teşvik edilmesi, insan ve para bolluğu, sanayinin ve ihracatın gelişmesi, devletin koruyucu rolü oldukça öne çıkmıştır. Ayrıca merkantilistler, ülkelerinin nüfuslarının artmasından yanadır. Çünkü insan bolluğu emek bulmayı rahatlatacaktır ve düşük ücrete yol açacaktır. Büyük ordulara sahip olmayı sağladığı ise ayrı bir konudur. Kalabalık nüfus, iş gücünü artırır ve maliyeti düşürür, bu da ihracatta avantaj sağlar. Bu açıkça sömürecek emek için, emekçi aramaktır.
Temelde merkantilizm, düşük ücret politikasına dayanıyor. Emekçi, emeğinin karşılığını kesinlikle alamıyor. Ücret yükselmesinin emek verme sürecini arttıracağı, düşük ücretlerin ise emekçiyi çalışmak zorunda bırakacağı düşünülüyor. Ayrıca ücretlerin yükselmemesi için bir yandan nüfusun fazla olması isteniyor, diğer yandan ürün fiyatlarının bolluk yıllarında da yüksek olması isteniyor. Ticaret kapitalizminin hacmi büyüdükçe ve ticaret burjuvazisinin planları öne çıktıkça merkantilistlerin bu görüşleri de belirginleşti. 16.yy sonlarında, yaklaşık 100 senede merkantilist ülkeler arttı. Sürekli dış ticaret fazlası vermeye çalışan ülkeler, diğer ülkelerin ekonomik olarak zayıflamasına sebep oldu. Ekonomik olarak zayıf ülkelerde üretilen malları satın alacak para kalmadı. Çünkü ekonomik olarak güçlü ülkeler satış karşılığında yalnızca altın ve gümüş alıyordu ve ham madde ithalatı da yasaktı. Bu da ekonomik olarak zayıf ülkelerde talebi arttırdı. Ayrıca ekonomik olarak güçlü ülkelerde aşırı maden oluşu madenlerin değerini azalttı ve ülkelerde enflasyona sebep oldu. Bu süreçte sermaye grupları aralarında çekişiyordu ve bu durum feodallerle köylülerin yan yana gelmesine neden oluyordu. Bu süreçten itibaren politik ekonomi de sınıf iktidarına giden bir araç olmaya başladı. Burjuvazinin birikim silahı olarak bilimselleşti ve kapitalizmin yapılanmasına yol açtı. Çekişme, merkantilizm karşısında durumu burjuvazi öncesi burjuva bakış ile analiz eden fizyokrasinin ön görüsünü destekledi. Merkantilizmin dünya egemenliği 19.yy başlarında liberal teorilerin güçlenmesine kadar sürdü. Bu süreçten sonra güç kaybetti ve yerini serbest piyasa ekonomisine dayalı liberalizme bıraktı. Sanayi devrimi ile pazar arayışları merkantilizmin yok olmasına neden oldu.
Ekonominin işleyişinde doğal bir düzen olduğunu savunan, devletin ekonomiye müdahale etmemesini isteyen, gücün tek kaynağını tarım olarak gören fizyokrasi, altınla, parayla veya sanayiyle uğraşmaz. Mantığı çok basittir. Güç insandan gelir, insan topraktan beslenir. İnsan sayısı ve toprak miktarı ne kadar fazlaysa bir ülke o kadar güçlüdür. Fizyokratlara göre üretimde tek verimli alan tarımdır. Tarım tüketilenden daha fazla üretime yol açar. Oluşan bu fazlalık net üründür. Ticaret ve sanayi ise kısırdır, çünkü net ürün oluşturmaz. Fizyokratlara göre gelir dağılımı açısından toplum üç sınıfa ayrılır. Verimli sınıf (çiftçiler), toprak sahipleri, kısır sınıf (sanayici ve burjuvalar). Sınıflar arası gelir dağılımı şöyledir: Çiftçiler, topraktan sağladıkları net ürünü toprak sahiplerine kira olarak verirler. Toprak sahipleri, toprağın işletilmesinin bedeli olan bu net ürünü alırlar. Kısır sınıf ise ham maddeyi işlenmiş maddeye dönüştürmek için imalathane ve işçiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bu sınıfın elde ettiği net gelir, diğer iki sınıfa dönmek zorundadır. Fizyokrasiye göre denge bu şekildedir. Verimli alan tarım olduğu için vergi de tarımdan alınmalıdır. İhracat, tarıma dayanmalıdır. Sermaye yalnızca tarımsal yatırımlarda kullanılmalıdır. Fizyokratlara göre ekonomi kutsal bir düzendedir. Üreticiler ve tüketiciler kendi çıkarlarına göre hareket etme hakkına sahiptir. Özel mülkiyet ve serbest girişim ilkelerine dayanan bu düzende ekonomi kendi kendine işler. Doğal kaynakların ülkeler arasında farklı dağılımı, bu ülkelerin birbirleriyle alışverişini kutsal bir duruma getirmiştir. Bu farklılık nedeniyle fizyokratlar "uluslararası dayanışma" içinde başka ülkelerin yoksulluğuna karşı çıktılar. Yani fizyokrasinin dayanışmayı kutsallaştıran teolojik bir yapısı vardır. Fakat fizyokratlara göre ilkel kapitalizmde, temelde yapılacak tek değişiklik, devlet müdahalesinden kurtulmaktır. Fizyokratlar teorilerini hazırlarken ekonomiler tamamen tarımcıydı, merkantilistler ise ticari kapitalizmin etkisiyle devletçi oldular. Fizyokrasi kendine etkin alan bulamasa da ekonomik hayatta serbestlikten yana olduğu için ekonomik liberalizmin kurucusu sayılabilir. Temel farkı özetlemek gerekirse, merkantiliste göre değerin yaratıcısı ticaret, fizyokrata göre topraktır.
0 notes
benimpencerelerim · 1 year
Text
YAE PISMANLIGI
“Yetmez ama evet Kılıçdaroğlu” diyenler; pişman olmayın, YAE’de böyle riskler vardır!
Yeminli ‘yetmez ama evet’ (YAE) düşmanları son yıllarda siyasetlerini defalarca “yetmez ama evet” çizgisi üzerine kurdu. Doğru yaptılar, çünkü temel ve en büyük siyasi hedefleri Erdoğan otoritarizmine son vermekti fakat kendi güçleriyle bunu yapabilmeleri imkânsızdı. Nitekim 2014 ve 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendilerinden olmayan başkan adaylarını desteklediler. Bunlara şimdi de Kılıçdaroğlu eklendi. Bu kesimler üç yenilginin ardından da pişmanlık sergiledi. Bu gereksiz duygunun sebebi açık değil gizli YAE’ci olmalarıydı.
Alper Görmüş
Siyaseti, başka kimin ne deyip ne yaptığına bakmaksızın hedeflerine  doğru yürümek olarak anlayanlar… Ya da aynı anlama gelmek üzere, siyasetin çok sayıdaki nispîlikler arasından tercih yapma faaliyeti olduğunu anlayamayanlar… Hayat onlara güzel!
Kendileri ve kendi ideolojileri dışındaki herkes ve her şey “mutlak yanlış” olduğu için kendileri dışındaki herkese ve her şeye mutlak olarak karşıdırlar. Katıksız, steril ideolojileri bu yolla hiç kirlenmez ve bonus olarak kendileri dışındaki herkesi ve her şeyi kirlenmiş olmakla itham etme imtiyazını elde ederler.
Ne var ki sapına kadar politik görünen bu tutum aslında sapına kadar apolitiktir; reel hayat ve reel siyaset, hükmünü onların ideolojilerinin dışında yürütür.
Fakat kendi ideolojisine sahip olanların tamamı, etrafında olan bitene, başka partilere, iktidarlara bu kadar ilgisiz değildir. Onların arasında, kendileri dışındaki partileri, iktidarları izleyenler de vardır; izlerler ve kendi siyasi hedeflerine nispeten uyan tezleri, programları ya da uygulamaları zaman zaman desteklerler, bazılarına ise temelden karşı çıkarlar. Yani bazen “hayır” bazen de “yetmez ama evet” derler. Çünkü onlar da bilirler ki “yetmez ama evet”i defterden silerek siyaset yapılamaz.
Bu ikinci grup da kendi içinde ikiye ayrılır: ‘yetmez ama evet’i siyasetlerinin bir parçası kılan ve bunu beyan edenler ile ‘yetmez ama evet’i çizgilerinin bir parçası kıldıkları halde siyasi hayatlarında buna yer vermiyormuş gibi yapanlar…
Ne var ki “mış gibi” yapsalar da bunlar son yıllarda siyasetlerini defalarca “yetmez ama evet” çizgisi üzerine kurdular. Haklıydılar tabii, çünkü temel ve en büyük siyasi hedefleri Erdoğan otoritarizmine son vermekti fakat kendi güçleriyle bunu yapabilmeleri imkânsızdı.
Nitekim 2014 ve 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi ideolojilerinden fersah fersah uzak başkan adaylarını desteklediler (2014’te ‘mukeddasatçı’ Ekmeleddin İhsanoğlu, 2018’da ‘ulusalcı’ Muharrem İnce).
İkincinin üzerinde biraz duralım…
Muharrem İnce’nin şimdiki algısıyla birlikte düşünüldüğünde biraz tuhaf gelebilir ama, CHP’den umudunu çoktan kesmiş ‘CHP dışı sol’ Haziran 2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bariz biçimde İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileriydi. ‘CHP dışı sol’, söylemine ve performansına bakarak o seçim öncesinde Muharrem İnce’yi haklı olarak CHP’den ayırdı, öyle ifade etmese de ‘yetmez ama evet’ diyerek onu destekledi. Ne var ki İnce seçimlerin ardından hızla ‘söyleminin adamı’ olmaktan çıktı ve bu da onları zor durumda bıraktı; daha doğrusu kendilerini utanç verici bir pozisyon içine düşmüş gibi hissettiler. Oysa utanacak bir şey yoktu; demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Ne var ki, İnce’yi destekleyen ‘CHP dışı sol’ bir zamanlar AK Parti’nin demokratik adımlarını destekleyenlere kan kusturduğu için kendi kendilerini böyle bir savunma yapma hakkından mahrum etmiş oldular.
Parantez: O dönemde çok ironik bir olay da yaşandı; daha önce yazmıştım, ama tam yerine denk geldiği için onu bir kez daha hatırlatacağım.
Eski bir ‘yetmez ama evet’çi olarak az dayak yemeyen Hayko Bağdat, en popüler olduğu bir anda Muharrem İnce’nin söylediklerini yapacak, sözünde duracak bir siyasetçi olmadığını, dolayısıyla güvenilemeyeceğini ve onu desteklemediğini yazdığında ortalık bir anda karıştı.
Hayko Bağdat’ın, ‘yetmez ama evet’ diyerek Muharrem İnce’yi destekleyenlere karşı yazdıkları, siyasetçilerin hiç değişmeyecek ‘öz’lere sahip olduğunu iddia eden yaklaşıma yakın bir yazıydı ve yanlıştı. Çünkü İnce o yazının yazıldığı dönemde hakikaten farklı bir çizgi izliyordu ve yapılması gereken o çizgiyi derinleştirmesi için onu teşvik etmek ve desteklemekti.
Fakat ne oldu? Hayko Bağdat’ın fikrine fikirle cevap verilmedi, karanlık imâlarla yerin dibine batırıldı ve bunu yapanların başında da Muharrem İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri geliyordu
Onların pozisyonu, Hayko Bağdat’ın pozisyonuyla kıyaslandığında hayli riskli bir pozisyondu; çünkü Muharrem İnce pekâlâ ‘yoldan çıkabilir’, onlar da böyle bir siyasetçiyi destekledikleri için elleri böğürlerinde öylece kalabilirlerdi. İyi de, ‘ya yoldan çıkarsa’ diyerek vaat edilen adımlara sahip çıkmamanın ve desteklememenin adı siyaset olabilir mi?
… Ve Kemal Kılıçdaroğlu örneği
Son üç seçimde Erdoğan’ın karşısına muhalefetin adayı olarak çıkan üç siyasetçi de yenildi ve bu, adayları ‘yetmez ama evet’ çizgisinden destekleyenlerde belirgin bir pişmanlık duygusuna yol açtı.
Fakat bu üç pişmanlıktan en yoğunu ‘Kılıçdaroğlu pişmanlığı’ oldu. Çünkü a) Kılıçdaroğlu önceki iki adaydan çok daha büyük bir umut yaratmıştı, b) dolayısıyla ona karşı çok daha az ‘ama’lı, itirazi cümle kurulmuştu, c) Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrasında sergilediği söylem ve tutumlar öbür ikisinden çok daha büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı.
Durum ortada, fakat karşılaşılan tablonun yarattığı duygu pişmanlık olmamalıydı. Böyle bir tablo karşısında üzülmek normal ama pişman olmak değil. Daha doğrusu şöyle diyelim: Bir siyasi yarışta herhangi bir adayı ‘yetmez ama evet’ rezerviyle destekleyenlerin bir kısmı yenilgi durumunda üzülür, bir kısmı da pişmanlık duyar. Biraz daha açalım: ‘Yetmez ama evet’i siyasetlerinin bir parçası kılan ve bunu gizlemeyip beyan edenler yenilgi durumunda üzülürken, ‘yetmez ama evet’i çizgilerinin bir parçası kıldıkları halde siyasi hayatlarında buna yer vermiyormuş gibi yapanlar pişman olur ve içten içe utanç duyar.
Oysa pişman olacak, utanacak bir şey yok. Yukarıda dediğim gibi: Demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Böyle sözler verdiği halde ‘ya yoldan çıkarsa’ korkusuyla vaat edilen adımlara sahip çıkmamanın ve desteklememenin adı siyaset olabilir mi? https://serbestiyet.com/featured/yetmez-ama-evet-kilicdaroglu-diyenler-pisman-olmayin-yaede-boyle-riskler-vardir-138976/
0 notes
yenicagkibris · 1 year
Text
Lozan harabelerinde 100 yıl - Zafer Yörük
Lozan’ın yüzüncü yılı sonunda geldi çattı. Gizli maddelerin hükmü kalmıyor: Bütün madenlerin, petrolün üzerine beton atılmış kapakları açılacak, memleket refaha kavuşacak. Bu tevatür, daha çok 2000’li yıllarda ulusalcı çevreler tarafından pompalanmıştı. Balon bu Pazartesi itibarıyla patlıyor. İkinci tevatür, gizli maddeler gereğince anlaşmanın yüz yıl için geçerli olduğu ve dolayısıyla Ege…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
theheartofmuses · 1 year
Text
Iraktan gelen kürtlere inşaat yaptırdı inşaatın sahibi ıraklı, bu akp ulusalcı mhp çetesi hala türkiyeli kürt türk
Şaka gibi ortam
0 notes
judasizm1 · 1 year
Text
youtube
"İki haftada üç seçim kaybetti.."
Ersan Şen
Aslında 13 yıldır aynı senaryo ve aynı tiyatro.. (Baykal ile başladı. Hani Cumhurbaşkanı sözü alan Chp ve ilkelerini satan adam! Ona rahmet dilemem, üllkemizin bugünkü durumunun ilk mimarı odur. Bop projesinin kapısını aralayan kişidir Baykal!)
Chp, içindeki tolleri ve kripto akplileri temizlemeli.
Ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'tür, ve ruhu Kuvâ-yi Milliye'dir. Ata'mızın emriyle kurulan Chp devletimizin kurucusu değildir; sürekli bu tarihi yanlışa düşmesinler. Şu anda Chp kesinlikle Kuvâ-yi Milliye ruhundan ve Ata'mızın çizgisinden çok uzaktadır.
Akıl, bilim ve vicdan diyen Ata'mızın izindeyiz. Benim gibi ulusalcı ve Atatürkçüler için Chp bitmiştir. Bir sonraki seçimde Baykal ile başlayıp Kılıçdaroğlu ile devam eden ihanet bitecek! Sandıkta görüşürüz..
Son olarak; devlet ayrıdır siyasi partilerin yönetimi ve iktidarı farklıdır. Devletimize güvenelim çünkü devletin sahibi milletimizdir ve devlet ASLA unutmaz.. Keser döner, sap döner gün gelir hesap döner...
3 notes · View notes
mervekaratas · 3 years
Text
Küreselcilik
Küreselcilik, ekseriyetle içe kapalı rejim destekçilerinin, militaristlerin veya başlarındaki müstebitlerle barışık olan komplocuların sohbetlerine meze olur ve öcü muamelesi görür.
Tumblr media
Küreselciliği birden fazla kontekstte ele alabilecek olsak da; ulusal ekonomilerin ticaret, yatırım ve finansal akışlar yoluyla küresel pazara entegrasyonuyla, kültürel değerlerin medya ve seyahat yoluyla ulusal sınırların ötesine yayılması, enternasyonal bir şirkette çalışırken Güney Koreli, Lesotholu ve Finlandiyalı arkadaşlarınızla hafta sonu izlediğiniz diziyi konuşmanız veya aynı şarkıcıların konserlerine bilet almanız gibi durumlar, uluslararası ilişkilerdeki liberal kurumsalcılıkla paralellikler taşıyan uygulamaların hepsi özünde birbiri ile ayrılmaz bir bütündür.
Devletlerin ticaret, güvenlik ve istikrar gibi karşılıklı yararlar sağlayan kurumlar yaratarak işbirliği yapmaya ikna edilebilecek rasyonel aktörler olduğu bir senaryoda herkes için negatif sonuçlara yol açabilecek prisoner's dilemmadan kaçınmanın mümkün kılınabilineceği de yeni bir düşünce değildir. Öyle ki Fransız düşünür Montesquieu ta 1600'lü yıllarda "L'effet naturel du commerce est de porter à la paix." (Ticaretin doğal etkisi barışın sağlanmasıdır.) sözünü etmiştir. Gelgelelim 21. yüzyılda bile hâlâ küreselciliğin sanki dünyanın en büyük problemi, hürriyetin önündeki en büyük engelmişçisine ulusalcı veya muhafazakar gruplar tarafından demonize edildiğini görmekteyiz.
Küreselcilere yönelik suçlamaların, özellikle de Soros'u ele alan komplo teorilerinin neden mantıksız olduğunu uzun uzun açıklamaya gerek duymuyorum. Tek bir kişi veya grup tarafından kontrol edilen bir dünya ağı fikri aşırı derecede sığdır ve küresel güç yapılarının karmaşıklığını göz ardı eder. Sheldon Adelson üzerinden bir komplo teorisi üretilmez mesela. Oysa bir Yahudinin anti-semitistlerle iş yapması, anti-semitistlerin karşısında durmasından çok daha gizemli bir durumdur.
Asıl konuya dönersek, liberal kurumsalcılık tenkit edilirken de uluslararası kurumların hedeflerine ulaşmada etkili olmadığı sık sık öne sürülür. Burada "Birleşmiş Milletler dünyadaki tüm çatışmaları önlemede veya her durumda insan haklarını korumada başarılı olamamışsa tamamen etkisizdir. " şeklinde bir mantık hatasıyla karşılaşabiliriz. (Neden yalan söyleyeyim, bazen bu konuyla ilgili dönen politik mizaha ben de gülüyorum. Örneğin Twitter'daki "Is EU concerned?" sayfası oldukça eğlencelidir)
Oysa enternasyonal örgütlenmelerin yarattığı etki fizyolojideki all or none prensibi gibi bir şey değildir, yani nöronları belirli bir eşik değerinde uyaramıyorsak hiç aksiyon potansiyeli üretemiyoruz diye bir durum yoktur. AB'nin İkinci Dünya Savaşı gibi travmatik bir sürecin ardından kurulmuş olması tesadüf değildir, ticari engellerin minimize edilmesi ve ekonomik anlamda karşılıklı bağımlılığın teşvik edilmesinin üye devletler arasında çatışma olasılığını azalttığını reddedemeyiz.
Bosna-Hersek'in adı bu tartışmalarda olumsuz bir örnek olarak sık geçse de bölgeyi istikrara kavuşturan Dayton Barış Antlaşması için müzakereler ABD ile AB tarafından basitleştirilmiştir. Yine Mısır ve İsrail arasındaki 1978 Camp David anlaşmaları da ABD tarafından teşvik edilmiştir ve liberal kurumsalcılığın bir başarısı olarak kabul edilebilir. Müzakereler diğer uluslararası kuruluşların ve aktörlerin desteğiyle, BM'in kurumsal çerçevesi üzerinden yürütülmüştür.
Liberal kurumsalcılığın iktisadi ayakları olarak da IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları yaratan Bretton Woods sistemini, 1947'de imzalanan ve daha sonra yerini Dünya Ticaret Örgütü'nün aldığı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nı ele alabiliriz.
Tumblr media
Türkiye'deki IMF nefretini sanırım hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Aslında bu tutumun temel sebebi Osmanlı'nın devletçi iktisadi sistemine ve Sanayi Devriminin kaçırılmasına kadar giden uzun bir süreçtir. IMF genellikle serbest piyasalara, mali kemer sıkmaya ve kuralsızlaştırmaya öncelik veren neoliberal ekonomi politikalarıyla ilişkilendirilir. Bu politikalar da Türkiye gibi hükümetin müdahaleci yaklaşımı tercih ettiği bir memlekette tepki yaratır.
Gelgelelim yalnızca iktidar yandaşlarının değil muhaliflerin de önemli bir bölümünün bu kurumları ülkenin otonomisine yönelik bir tehdit olarak algılıyor olması günün sonunda demokratik kurumları aşındırmak ve gücü merkezileştirmekte problem görmeyen iktidarların işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Supranasyonel örgütlenmelerin güçlü devletlerin lehine karar alma eğiliminin yarattığı septisizm ise özellikle Türkiye gibi ülkelerde milliyetçilik ile birleştiği zaman ülke içindeki bir müstebitin kendi despotizmini meşrulaştırması kolaylaşır.
ABD gibi güçlü devletlerin uluslararası kurumlar içinde daha fazla etkiye sahip olabileceği doğru olsa da bu kurumlar yine de oyun alanını dengelemeye ve devletler arasındaki eşitsizliği azaltmaya yardımcı olabilir. Kurumlar, diyalog için bir forum sağlayarak daha küçük veya daha zayıf devletlerin sesini duyurmasını kolaylaştırabilir ve bir bütün olarak küresel topluluğun çıkarlarını destekleyebilir.
Aslında ABD içinde de küreselciliğe karşı çıkan grupların arasında liberteryenlerin olması ilginçtir. Bu grupların küresel örgütlerin liberteryenizmle bağdaşmadığı iddiasını gündeme getirdiğini görebilirsiniz lakin serbest ticaretin teşvik edilmesi de çatışmaların önlenmesi de liberter değerlerle uyumludur.
"Asıl çelişkili olan nedir?" diye sorarsanız da bu soruya "Bireysel özgürlüklere değer veren ve otoriterliğe karşı çıkan liberterlerin Rusya'nın Batı demokrasilerine yönelik tehdidini görmezden gelmesi." yanıtını vermeyi tercih ederim.
0 notes