Text
Türkiye'nin Merkeziyetçilik Problemi
Türkiye'de merkeziyetçilik konusu açıldığında, insanlar bu konuyu terörizm ve vatanın bölünmezliği gibi klişelerle ele almaya meyillidirler. Oysa merkeziyetçilik gerek iktisadi gerekse sosyal çerçevelerde bu ezberci perspektiften çok daha kapsamlı olarak incelenmesi icap eden, insan hayatının her alanına etki eden devletin örgütlenme yapısını ilgilendiren bir konudur.
Merkeziyetçiliğin yarattığı hukuki sorunların, ekonomik sorunların, yapısal sorunların akılcı bir çerçevede tart��şılması gerekir. Bunu sağlıklı yapabilmek adına da dünyadaki diğer ülkelerde desentralizasyon süreçleri nasıl işlemiş bunu somut olarak incelersek kendi ülkemizdeki sorunlara da daha kolay ışık tutabiliriz.
Mesela endüstriyel desentralizasyon süreçleri içinde benim sevdiğim bir örnek Japonya'dır. "Cities, Autonomy, and Decentralization in Japan" adlı eserde bu örnek açıklanır. Japonya'nın 2. Cihan Harbi'ndeki mağlubiyetini takip eden dönemde ABD'nin işgal güçlerini yönetip Japonya'yı dönüştürme yoluna gittiğini görebiliyoruz. Bu süreç 1945 ve 1952 yılları arası olarak tanımlanıyor. Bu dönemde işgal kuvvetleri türlü türlü ekonomik, sosyal, idari, askeri olmak üzere çeşit çeşit reformlar yürürlüğe koyduruyor.
ABD'nin bu süreçteki amacı basittir: O dönemde hem Maoizmin yükselişine, hem Sovyetlere karşı Asya'da komünist akımlar için iyi alternatifler yaratmanın icap etmesi. Japonya bu yüzden önemli bir rol oynuyor ABD için.
Gelgelelim bu dönemde Japonya'nın yapısı daha çok bir state capitalism, haliyle de nepotizm ve yozlaşmışlık var. Japonya öyle bir anda teknoloji üretmekle anılan bir ülke olmuyor. Amerikan işgali uzun bir süre sanayi sitelerini de etkisi altına alıyor. Bundan ötürü Japonlar bir süre kendi teknolojilerini üretme hususunda umutsuzluk yaşıyorlar. Devamında da teknoloji ithal edip ithal ettiklerini geliştirme üzerine bir strateji kuruyorlar.
Eh, bizde nasıl İstanbul varsa onlarda da Tokyo var. Her şey Tokyo'da konsantre olmuş. Peki endüstriyel desentralizasyonu Japonya'da ne başlatıyor? 1960'ların başında Kyushu'da bir ekonomik kriz oluyor sanayide. Ama bu bölgenin altyapısı güzel. Yani ulaşım sorunu yok ve buradaki bölgesel krizden dolayı ucuza çalıştırabilecek bir sürü işçi var. Şirketler diyor ki "Neden Tokyo'da kalalım?" Böylece desentralizasyon süreci başlıyor. Böylece hem şirketler kazanmış oluyor hem de şirketlerin taşındığı bölge halkı kazanmaya başlıyor.
Şimdi İstanbul'u düşünün. İstanbul tek başına Türkiye'nin gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 30'undan fazlasını üretiyor. Bu sizce sağlıklı bir durum mudur? Bu durumun sebebi nedir?
Diyebilirsiniz ki "Bunun sebebi plansızlık, merkezi yönetim plan yapmadığı için böyle." Hayır, bizdeki sorun merkezi yönetimin plan yapmaması değil, bilakis merkezi yönetimin her işe haddinden fazla karışmasıdır.
Türkiye'de devlet ne yapıyor? Bir asgari ücret belirliyor. O asgari ücreti Edirne'deki de alıyor, İstanbul'daki de alıyor, Hakkari'deki de alıyor. İstanbul'da birileri evler pahalı diye şikayet ediyor, bunun sonucunda bütün ülkede kira artışına sınır getiriliyor. Piyasa dengeleri bozulunca bu sefer ev sahipleri diyor ki "Nasılsa daha sonra ben bu kirayı yükseltemeyeceğim en iyisi şimdiden daha yükseğe koyayım.", yok eğer bunu yapmazsa da mevcut kiracıları atabilmek için "Almanya'dan oğlum gelecek." moduna geçiyor, sonuç olarak problem çözülmediği gibi üzerine bir de millet birbirinin yakasına yapışıyor.
Ne oldu? Devlet sorunu çözmedi, daha da beter etti.
Oysa Türkiye idari bölgelere ayrıldığı ve buralardaki yerel yönetimler kendi asgari ücretlerini kendi iktisadi gerçekleri, kendi piyasa koşulları çerçevesinde belirlediği takdirde bambaşka bir tablo olabilirdi. İstanbul'a yığılmış o iş merkezlerinin ülkenin dört bir yanına daha ucuz iş gücü için dağıldığını tahayyül edin. Hem İstanbul'un talep fazlasından kaynaklanan, suni yöntemlerle baskılanmaya çalışılan konut krizi, trafik sorunu, o korkunç kalabalığı rahatlayacak, hem diğer şehirlerin ekonomileri canlanacak. Anlayacağınız üzere herkes kazanacak bu senaryoda, tüm ülkeyi tek merkezden yönetmek isteyen güç aşığı 2-3 kravatlı hariç tabii.
Dahası da şudur: Bir ülkenin bütün ekonomik aktivitesinin üçte birinin bu kadar küçük bir alana sıkıştırması zaten aşırı derecede risklidir. Niye risklidir? Çünkü İstanbul deprem bölgesidir. Bu koşullarda merkeziyetçi yönetimin İstanbul'daki işçi maliyeti ile Van'daki işçi maliyetinin aynı olmasına sebebiyet vererek bütün ekonomik aktivitenin İstanbul'a sıkıştırması yapılabilecek en aptalca kamu yönetimi hatalarından biridir.
Sentralize bir sistemi mantıklı bulabilmeniz müthiş homojen bir yapı olmanız gerekir.
Peki Türkiye homojen, küçük bir şehir devleti midir?
Gerçi küçük şehir devletleri de homojen olmuyor. Bakın Singapur'a. Çoğunluk Çinli ama 14'ü Malay, yaklaşık %9-10'u da Hint. Din deseniz üçte biri Budist, beşte biri ateist, yüzde 19'u Hristiyan, %15'i Müslüman. Çinliler şimdi çıkıp kendi etnik ve dini değerlerini bu toplumun kalanına dayatırsa ne olur? Bir sürü gereksiz kriz ortaya çıkar. Oysa adamlar 4 tane resmi dili koymuşlar oraya, işine bakıyor herkes. Refah içinde yaşıyorlar.
İsviçre'ye bakın, her kantonu ayrı bir dünya. İsviçre şimdi bölünmüş, egemenliğini yitirmiş, refahtan uzak bir ülke mi? Elbette değil.
Bizimkiler de 21. yüzyılda hâlâ kendi refah düzeylerini feda etme pahasına herkese "Türküm doğruyum çalışkanım." dedirme derdindeler. Kürtçe şarkı, tiyatro yasaklama derdindeler. Buna karşı çıkan herkesi de "PKK'lı, terörist" diye utanmadan yaftalıyorlar. Terörizm sorununu Kürtleri baskılayarak çözümleyebilecekleri inancıyla aynen devam ediyorlar.
Peki ülke bundan ne çıkar elde ediyor? Koca bir hiç.
Bunu dile getirmek sevgi pıtırcıklığı falan değildir, terörizmi meşrulaştırmak da değildir. Bu inat Türkiye'nin ülke olarak komple verimliliğini, yaşam standartlarını düşürmektedir. Kürtlerin temel eğitimini kendi dillerinde almasını engellemek demek, beşeri sermayeye ket vurmak demektir. Terör örgütleri için zorla dağa çıkarılacak daha fazla zavallı çocuk demektir.
Peki kim kazanmaktadır bu denklemde? Türkler değil. Kürtler de değil. Kim kazanmaktadır söyleyeyim: Ucuz ucuz popülist siyasetle, hiçbir politika üretmeden mecliste uyuya uyuya sizin vergilerinizle geçinen takım elbiseli bazı şahsiyetler kazanmaktadır. Çünkü beyin hücrelerini kullanarak sorun çözmek yerine kutuplaştırıcı siyaset ve korkudan beslenmek işlerine gelmektedir. Neden mi? PKK'nın olmadığı bir Türkiye'de MHP'yi hayal edin, nedenini anlayacaksınız.
Tekrar altını çizmek gerekir ki, milletin Türk-Kürt mevzusundan ibaret zannettiği merkeziyetçilik sorunu mevzunun sadece bir boyutudur, bu problemin asıl fecaat olan kısmı daha önce de değindiğim üzere yarattığı ekonomik sorunlardır. Ekonomik açıdan Antalya'nın ihtiyaç duyduğu idari biçim ile, Rize'ninki aynı olabilir mi? Kars'ınki ile İstanbul'unki aynı olabilir mi? Merkeziyetçi bir sistemde Ankara'da oturan bir adam bunların hepsi adına karar alıyor. Sonra ne oluyor? Bölgesel piyasaların ihtiyaç duydukları konular gündeme gelemiyor.
En basitinden şunu düşünün. A şehri ve B şehrinin popülasyon yapısı farklı. Nüfuslar kağıt üzerinde aynı diyelim ancak nüfusların niteliği farklı. Yüzlerce kilometre ötede yaşayan bir bürokrat bunu bilmiyor. A şehrinin problemi nedir, B şehrinin problemi nedir bilmiyor. Oysa yaşlı nüfus oranının daha yüksek olduğu bir yerin yaşlı bakım merkezleri ve evde bakım hizmetleri gibi girişimlerin kurulmasına öncelik vermesi gerekirken, bunun aksine çok sayıda genç aileye sahip başka bir bölgenin çocuk bakım tesislerini genişletmeye, ebeveyn destek programları sağlamaya ve erken çocukluk eğitimine yatırım yapmaya odaklanması daha mantıklı olabilir. Bunun için de sadece kaynakların nerelere ayrılacağını seçmek yeterli değildir, bazı teşvikler için yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi gerekir.
Antalya için turizm sektörü önemlidir mesela. Antalya'da kumarhane açılıp açılmayacağına Van'da yaşayan biri neden karar versin? Kumarhane dediğiniz sektör milyar dolarlık bir sektördür, binlerce kişi için istihdam demektir, müthiş bir döviz geliri demektir. Antalya'da Alman ve Rus komşularla yaşayan birinin yürüteceği ekonomik faaliyet, neden Rize'de çay üreten biri tarafından belirlensin? Veya Rizeli bir adamın kendi üretim faaliyetlerini canlandırabilecek politikaların belirlenmesinde neden Tekirdağlı bir rakı üreticisi söz sahibi olsun? Yerel yönetimler kendi ihtiyaçlarının ne olduğuna karar verebilme noktasında daha fazla otonomi sahibi oldukları takdirde ekonomik verimliliğin artacağı ve bölge ile ilgisi olmayan kişilerin duygusal kararlarından kurtulacağı açıktır.
Erkeklerin korkulu rüyası nafakayı düşünün. Doğuda eğitim sürecini bitirmeden evlenen bir kızı korumak için bir kanun tasarlıyorsun. O kanunla daha sonra ünlü bir milyarderin boşandığı eski sevgilisi dünya turu yapıyor. Bu da mantıklı değildir. Ülkenin her bölgesinin sosyal gerçekliğinin özdeş olmadığı gayet nettir.
Daha bitmedi, merkeziyetçilikte bütün sosyal ve ekonomik çıkmazların ötesinde siyasetin özü açısından yapısal sorun da oluşuyor:
Checks and balances sorunu.
Siz 81 ilin birden karar alıcısını Ankara yaptığınızda insanlar vergilerinin nereye gittiğinin takibini bile yapamıyorlar. Hesap sorma yok, güç dengesi yok. Otorite tek bir yerde konsantre oldukça yozlaşma da artıyor. Gelgelelim, Türk sosyal medyasında profil resmini "128 milyar dolar nerede?" yapmış insanlardan birine "Power tends to corrupt; absolute power corrupts absolutely." diyerek doğrudan merkeziyetçiliğin kendisini eleştirseniz size "Devlet ayrı hükûmet ayrı." diyerek karşı çıkıyor.
Oysa yerel yönetimlerin güçlendiği bir durumda insanların yönetimlerine hesap sorma kapasitesi de artar. Vergi sistemi de bu açıdan önemlidir. Türkiye’de vergilendirme yetkisi merkezi hükûmettedir ve bu merkezi hükumet yerel yönetimlere para dağıtır. İnsan parasının hangi köprüye, hangi hastaneye, hangi hizmete gittiğinin takibini bu sistemde yapamaz, ne psikolojik ne de pratik olarak kendisini demokratik karar alma sürecinin gerçek anlamda bir parçası gibi hissedemez. Böylelikle devlet, insanların sorumluluk alma bilincini de köreltir. Bu yüzden en ufak problemde "Devlet nerede?" diye sitem etmek zorunda kalan bir çocuk toplum ortaya çıkar.
Vergilendirme sisteminin de merkeziyetçi dizaynının sorunlu olduğunun özellikle altını çizmek istiyorum.
Belediyeler Ankara'ya bu kadar muhtaç bırakıldıkları zaman merkezi hükûmet ile aynı siyasi düşüncede olan yönetimlerin kayrılması da doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar. Seyit Torun'un geçen sene bir açıklaması oldu, CHP'li belediyelerin 20 milyar lira tutarındaki projeleri bir yıldır Erdoğan'ın imzasını beklediğini belirtmişti.
Seçimlerle 60 küsur belediye kazanan HDP'ye ne oldu peki? 3 senede iktidar bunların neredeyse 50 tanesine kayyum atadı. Sorarlarsa sisteme "demokrasi" dersiniz, kim bilecek?
Farklı bölgelerde farklı politikaların uygulanabilir olması hem ekonomik, hem sosyal anlamda kalkınmanın önünü başka bir şekilde de açabilir:
Merkezi olmayan bir sistemde, bir bölge yeni bir politika deneyebilirken, başka bir bölge farklı bir yaklaşım deneyebilir. Bu deneyler, en iyi neyin işe yaradığına dair değerli bilgiler sağlar ve daha sonra ulusal politikalar için de ışık tutabilir.
Bu temel insan doğasıdır. Çeşitlilik yeniliği besler, rekabet inovasyon getirir. Bölgelerin birbirlerinin başarılarından ve başarısızlıklarından ders almasına olanak tanınması da önemli bir avantaj olur.
Buraya kadar konuştuklarım işin sosyal, iktisadi, siyasi boyutlarıydı. Güvenlik konusunda da ademimerkeziyetçi politikaları desteklediğimi belirteyim. Türkiye neden darbeler ülkesidir bir düşünün. ABD'yi bu konuda beğenirim. Orada kolluk kuvvetleri federal, eyalet ve yerel düzeylerde kurumlardan oluşur ve Türkiye'dekine kıyasla çok daha ademimerkeziyetçi bir yapıdadır. Bu güç dengeleri açısından daha sağlam daha sağlıklı bir denge sağlar.
Yazının başında da belirttiğim gibi, ne yazık ki Türkiye'de bu konuları ne zaman açsak hep "Vay sen terörist misin, bölücü müsün?" sığlığında duygusal bir kitle ile karşı karşıya kalıyoruz. Malum, Türkiye'de iki büyük kültürel fay hattı var: Türk-Kürt ve seküler-dindar fay hatları. Vasıfsız siyasetçiler genellikle yapıcı politika üretebilecek beceriye sahip olmaktansa bu fay hatlarını kaşıyarak taraftar toplamayı tercih ediyorlar, çünkü bu kolay olan yol. Seçmen tabanlarında ise bu her mahallenin toplumun milyonlarca kişilik kalan kısmı üzerinde patolojik bir takıntı ile tahakküm kurabilme fantezisine evriliyor. Herkes ülkeyi kalkındırmak yerine, kendi kültürel değerlerini kalan tüm insanlara dayatabilme derdine düşüyor. İşte bu yüzden artık tüm bu fay hatlarının yerini merkeziyetçi buyurgan rejim taraftarları ve otonomi savuncusu ademimerkeziyetçiler arasındaki bir fay hattı almalıdır, zira tartışılması işe yarayacak olan esas meselemiz budur.
Bu mesele, pragmatik olarak ele alınması gereken bir konudur. Türkiye gibi heterojen, Balkanlardan Orta Doğu ve Kafkasya'ya kadar uzanan bir coğrafyada tüm karar alma mekanizmasını İç Anadolu'daki tek bir adama bağlamak fecaattir. Yerel yönetimlerin yetkilerini genişletmek, bugün Türkiye'de yaşamı zehir eden pek çok problemi piyasa mekanizması dahilinde çözebilme potansiyeline gebedir.
3 notes
·
View notes
Text
Bilimperestlik Nasıl Eleştirilmez?
Tesiri tüm dünyada hissedilen filozofların bilimperestliğe yönelttiği eleştiriler, çıkış noktası itibarıyla son derece rasyoneldir. Bilimin eninde sonunda tüm problemleri çözebileceğine ve ahlaki ya da varoluşsal konular gibi geleneksel olarak kapsamı dışında kalan soruları da yanıtlayabileceğine inanmak, abartılı bir yaklaşımdır.
Örneğin, "Yargıçlarımız da yapay zeka olunca adalet sorunu bitecek." şeklindeki bir argümanı elbette eleştirebilirsiniz. Çünkü adalet gibi kavramların, bilinç sahibi ve subjektif bir canlının bakış açısı dışında var olabilecek objektif bir yapısı yoktur. Doğası gereği subjektif olan bu tür nosyonlar için objektif ve transandantal bir çözümleme geliştirilebileceğine inanmak, bilime kendi amacını aşan bir yük yüklemek anlamına gelir.
Buraya kadar, bilimperestliği eleştirenlerle benim de bir fikir ayrılığım yoktur.
Ancak, özellikle Türkiye gibi felsefi mefhumların reel ve rasyonel anlamlarından saptırıldığı, bunun yerine birtakım batıl inançların ya da duygusal tatmin için kullanılan ruhani akımların (bunlar İslam gibi konvansiyonel akımlar olabileceği gibi, seküler görünümlü kitlelerin New Age soslu edebi ve demagojik söylemleri de olabilir) prim yaptığı romantik bir ülkede, bilimperestliğe yöneltilen bazı eleştirilerin aslında bilimperestliğe değil, doğrudan epistemolojiye yapılabileceğini öngörmek önemlidir.
Şahsen, yıllardır Türkiye’de sıkça karşılaştığım bilimperestlik eleştirilerinde en büyük sorun şurada ortaya çıkıyor: "Metafizik fenomenler bilimsel yöntemlerle açıklanamaz. Açıklamaya çalışıyorsan sığsındır."
Bu klişe kontra-argüman, bilimperestliğe yönelik olduğu sanılmakla birlikte, ülkemizde felsefe camiasının gereğinden fazla değer verdiği büyük bir saçmalıktır.
Bütün metafizik fenomenleri bu şekilde genellemek ve aynı potada eritmek mümkün değildir. Bu tutum, akılcılıktan tamamen kopmuş felsefecilerin—özellikle filozof demiyorum, felsefeci diyorum—problem çözümünü yokuşa sürüklemek isteyen ilerleme düşmanı kitlelerin her tartışmaya malzeme etmekten bıkmadığı sıradan bir savunma mekanizmasıdır.
Bilimsel yöntemlerle doğası açıklanabilecek metafizik fenomenler vardır; fakat bilimle çözülemeyecek metafizik fenomenler de vardır.
Birinci gruba örnek: Zamanın doğası, evrenin kaderi veya tarihi ile ilişkili tartışmalar, benlik ve karakter. İkinci gruba örnek: Yaşamın anlamı, nihilizm, ahlaki değerler ve etik sorunlar.
Bugün Türkiye’deki felsefe çevrelerinin çoğunluğu, ne yazık ki bu kadar temel bir sınıflandırmayı yapmaktan acizdir.
Örneğin, teizm tartışıyorsunuz ve karşınızdaki kişi Kelam kozmolojik argüman üzerinden size astrofizik dersi vermeye kalkıyor. Siz de bu işin böyle olmak zorunda olmadığını, astrofizikte uzay-zaman serüvenini Occam'ın Usturası’nı kolayca bir kenara atmadan akılcı yöntemlerle açıklayabilecek alternatif evren modelleri olduğunu söylüyorsunuz. Karşınızdaki kişi buna bile "bilimperestlik" diyor.
Veya insan beyninin de maddesel bir organ olduğunu, ruh diye bir şeye inanmak için elimizde bir kanıt olmadığını, bazı genlerin, proteinlerin veya nöral grupların belirli davranış eğilimleri ile ilişkili olduğunun kanıtlandığını anlatıyorsunuz. Karşınızdaki kişi buna da "bilimperestlik" diyor.
Neden?
Çünkü egosu var ve kendisini maddi evrene ait bir unsurdan öte görmek istiyor. Ruha inanmak istiyor. Tanrı’ya inanmak istiyor. Kadim ahlak kurallarına inanmak istiyor. Siz materyalizmle bu dogmalarını birazcık tehdit ettiğinizde, "felsefi tartışmalarda bilime başvurulmaz." demeyi rasyonel bir savunma mekanizması zannediyorlar.
Bu, bilimperestlik eleştirisi değildir.
Yerine göre felsefi tartışmalarda da bilime başvurulabilir. Sonuçta bilim de felsefe de evrene ve evrende var olan unsurlara dair hakikati çözümlemeye hizmet edecekse, epistemoloji bu iki alan arasında bir kesişim noktasıdır.
Eğer sırf batıl inançların sürdürülsün diye disiplinler arası diyaloğu tamamen sona erdirmeye çalışıyorsan, yaptığın şey bilimperestliği eleştirmek olmuyor, benim güzel kardeşim; düpedüz beyinsizlik oluyor.
Günümüzde bilimperestlik eleştirileri, ne yazık ki postmodernizm ile benzer bir kaderi paylaşıyor. Bu eleştirilerin, kolaycılığı bırakarak acilen ilk etapta daha akılcı ve fonksiyonel olan çıkış noktasına, özüne dönmesi gerekiyor.
2 notes
·
View notes
Text
Dünyada Çip Üretimi ve Beyin Göçü
youtube
1 note
·
View note
Text
Türkiye'deki Kapitalizm Aleyhtarlığı ve Ezberleri Yıkmak
Türkiye'de anti-kapitalist damar, seküler veya dindar, Türk veya Kürt fark etmeksizin her kesimde oldukça güçlüdür.
Bu vaziyetin temelleri ise Osmanlı'nın iktisadi sistemine kadar dayanır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomisi büyük ölçüde merkeziyetçi ve devlet kontrolü altındaydı. Tarım, ticaret ve zanaat faaliyetleri devletin düzenlemeleri ve denetimleri ile yönetiliyordu.
Tımar sistemi ile topraklar, doğrudan mülkiyete konu olmadan, devlet tarafından askeri ve idari hizmet karşılığında kişilere tahsis edilirdi. Bu sistem, doğal olarak özel mülkiyet bilincinin gelişimini engelledi ve piyasa ekonomisinin tam anlamıyla oluşmasını zorlaştırdı.
Zanaatkârlar ve tüccarlar ise loncalar altında örgütlenmişti. Loncalar, üretim miktarını ve kalitesini kontrol eder, fiyatları belirlerdi. Bu durum, serbest piyasa mekanizmalarının gelişmesini sınırladı. İşin acı tarafı, bu durum günümüzde de 5174 sayılı kanunun 12. maddesinin ı bendi ile sürmektedir.
Osmanlı ekonomisi, çeşitli vergi ve avarız ile finanse edilirdi. Vergilerin yüksekliği ve keyfiliği, sermaye birikimini zorlaştırdı ve ekonomik dinamizmi sınırladı.
İltizam sistemi ise rant arayışını teşvik etti; ekonomik üretkenliği ve verimliliği artırmak yerine, mevcut kaynaklardan maksimum rant elde etme çabaları öne çıktı. Devlet, belirli bir bölgenin veya gelir kaynağının vergi toplama hakkını açık artırma ile mültezim denilen kişilere veya gruplara kiralardı. Mültezimler, devlete önceden belirlenen bir miktarda peşin ödeme yapar ve karşılığında belirli bir süre için o bölgedeki vergileri toplama hakkını elde ederdi.
Türklerin piyasada girişimcilik aracılığı ile değil de, "sırtını devlete yaslayarak gelir elde etme" alışkanlığının o dönemdeki yansımalarından biri de budur.
Osmanlı'nın bu aşırı merkeziyetçi ekonomik yapısı, modern Türkiye'de de devletin ekonomik hayatta aktif rol almasını destekleyen bir miras bıraktı. Türk tarihinde kapitalist üretim ilişkileri ve özel mülkiyet kavramı sınırlı kaldığı için, kapitalizm Türkiye'de hep yabancı ve dış kaynaklı bir sistem olarak algılanmıştır. Bu algı, kapitalizmin yerli ekonomik kültüre aykırı ve dışlayıcı bir sistem olarak görülmesine yol açmıştır.
Anti-kapitalist ezberleri yıkma zamanı:
youtube
2 notes
·
View notes
Text
Kronstadt İsyanı
1921 yılında Rusya'da Bolşeviklere karşı Kronstadt Deniz Üssü'nde patlak vermiş olan ilginç bir hikayedir. Öyle ki, bu Kronstadt denizcileri, aslında Ekim Devrimi'nin en ateşli savunucularından biri olmuştur. Ancak işler değişmiş ve sonunda Bolşeviklere karşı ayaklanmışlardır.
Savaş sonrası ekonomik sıkıntılar ve kıtlık herkesin belini bükmüştür. Savaş komünizmi politikaları ise doğal olarak işe yaramamış, aksine gıda ve malzeme kıtlığına yol açmıştır. Denizciler ve işçiler bu durumdan bıkmışlardır. Bir yandan da Bolşeviklerin otoriter politikaları ve yerel yönetimlerin yetkilerini kısıtlaması insanları iyice çileden çıkarmıştır.
Petrograd'daki işçi grevleri ve köylü isyanları da cabası olmuştur. Denizciler, artık bu duruma tahammül edemeyeceklerini anlayıp bir dizi talep dile getirmişlerdir.
Talepleri de oldukça makul görünmektedir:
Özgür seçimler,
Basın özgürlüğü,
Siyasi mahkumların serbest bırakılması.
Ancak Bolşevikler bu talepleri reddetmişlerdir.
Denizciler de durmamış, Kronstadt'ı ele geçirmiş ve geçici bir devrimci komite kurmuşlardır. Mart 1921'de işler iyice kızışmıştır. Bolşevik hükümet, Kızıl Ordu birliklerini göndererek isyanı kanlı bir şekilde bastırmıştır. Birçok isyancı ölmüş, tutuklanmış ya da sürgüne gönderilmiştir.
Pek bilinmese de, bu olay NEP'in (New Economic Policy) önünü açacağı için sosyalistlerin tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
3 notes
·
View notes
Text
Piyasalarda Monopol Tartışması
Siyasi tekel olan devlet, ekonomik tekellerden her zaman daha büyük bir tehdit olmuştur.
youtube
Ekonomik tekeller size karşı meşru güç uygulama ayrıcalığına sahip değildir ve rekabet yoluyla hasar almaya açıktırlar. Şirketler size zorla ürününü aldırmaz, kafanıza silah dayamaz.
Ancak devlet, kullanmak bile istemediğiniz hizmetler için rızanız dışında paranızı almak adına kolluk kuvvetlerini üzerinize salabilir ve bunun için kimseye hesap vermek zorunda değildir.
Bu durumda, monopol paranoyası ile rekabete kapalı, kolluk kuvvetlerini hukuki yollarla üzerinize salabilme ayrıcalığına sahip, doğası gereği monopol bir örgüte daha fazla güç vermek bir oksimorondur.
2 notes
·
View notes
Text
İkinci Sekülerizm: Devlet ve Para İşlerinin Ayrılması
Ana akım iktisatçılar, "Merkez bankamız faizleri düşürecek mi, sabit mi tutacak, yoksa yükseltecek mi?" diye sormayı bırakıp, "Merkez bankamız neden faizleri belirliyor?" diye sormaya başlasalar pek çok sorun kökünden çözülecektir.
Başımıza gelenlerin kaynağı bu statükocu ve vizyonsuz bakış açısındadır.
Faiz oranları, piyasada tasarruf arzı ile kredi talebinin kesiştiği noktada belirlenmelidir. Eğer piyasada fazla tasarruf varsa ve kredi talebi görece düşükse, faiz oranları düşmelidir. Kredi talebi yüksek ve tasarruf arzı düşükse, faiz oranları yükselmelidir.
Bu işi 2-3 tane kasabalı bürokrata bırakmak, ancak sürünmeye neden olur. İnsanlar hâlâ asıl sorunun farkına varamıyor. Koca bir gezegen, Austrian Business Cycle Theory altında eziliyor.
Para arzı üzerindeki tekeller, tüm dünya toplumları üzerinde büyük birer parazittir. Bu tekelleri kaldırmak, Milei bile başaramamıştır ve muhtemelen bizim yaşadığımız süre boyunca da bu kurumlar varlıklarını sürdürecektir. Ancak, asırlar süren bir vadede, insanoğlunun bu tür tekel yapılar olmadan yaşamayı, teknolojik gelişmelerle paralel olarak ilerleyecek desantralize sistemlerin yaygınlaşmasıyla öğrenmesi gayet muhtemeldir.
Bunlar yeni fikirler de değil.
1970'lerde Hayek, merkez bankasının kaldırılmasını ve para arzının devlet kontrolünden çıkarılmasını "Denationalisation of Money" adlı eserinde savundu.
1990'larda Rothbard "The Case Against the Fed"i yazdı.
2000'lerde Ron Paul'un "End the Fed" adlı eseri çıktı.
Bu işi, çok uzun vadede, ABD'liler yapacaktır. Yaptıkları gün, iktisattan tek anladığı şey "Bir dahaki Fed toplantısı ne zaman?" olan kişilerden arınmış bir dünya olacak. Bu mükemmel arınma gecesi olabilir, ama ömrümüz yetmeyebilir.
Ben buna dünyanın ikinci sekülerizmi, ikinci aydınlanması derim.
Din-devlet işlerinin ayrılmasından sonra, para-devlet işlerinin ayrılması.
0 notes
Text
Enflasyon Ne Değildir?
Enflasyon, "fiyat artışı" değildir. Enflasyonun etimolojik kökeni, Latince "inflatio"dur ve bu kelime şişkinlik anlamına gelir. Bu şişkinlik parasaldır. Türkiye'de enflasyonu bir devlet politikası olarak değil de sadece "fiyat artışı" olarak görenler, bu milletin başına beladır.
"Kafeler neden hâlâ dolu?" diye sığ bir şekilde milletin içtiği kahveye kadar göz dikenler var. Yahu, insanlar evden ve arabadan çoktan umudu kesti, kimse birikim yapamıyor. Bırakın da bari anı yaşasınlar, kahvelerini içsinler.
Hâlâ muhalif geçinen entelektüeller çıkıp, Mehmet Şimşek'in yüksek vergi politikalarını "talebi azaltacak" mantığıyla alkışlayabiliyor.
Evet, halkın cebinde hiç para bırakmazsanız, ortada problemleri çözebilecek bir ekonomik aktivite de kalmaz. Ne kadar akıllısınız, zırvalarınızı dinlerken gerçekten çok etkileniyorum.
Enflasyonun müsebbibi, milletin telefonunu yenilemesi değil; kredi ve para hacmindeki artıştır. Kredi ve para hacmindeki artışın nedeni ise kamu harcamalarını finanse etmek için kontrolsüz bir şekilde para basan hükümetlerdir. Bu döngü, ekonomik istikrarsızlık yaratarak halkın alım gücünü aşındırır ve toplumun geniş kesimlerini fakirleştirir.
Yani, enflasyonu düşürsün diye yüksek vergiden medet umulmaz.
Yabancıların yaptığına bakalım: İngilizler, 1300'lerde Peasants' Revolt (Köylü İsyanı) çıkarmış.
Amerikalılar, 1700'lerde içkiye konulan özel tüketim vergilerini protesto ederek Whiskey Rebellion (Viski İsyanı) çıkarmış. Boston Çay Partisi ise Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı başlatan kıvılcımlardan biri olmuştur.
Hindistan'da, Mahatma Gandhi'nin liderliğinde sivil itaatsizlik hareketi düzenlenmiş. İngilizlerin Hindistan'daki tuz üretimi ve satışına koyduğu vergilere karşı, Gandhi ve takipçileri deniz kenarına yürüyerek kendi tuzlarını üretmişler.
Ama bizim "kamusal entelektüel" geçinen muhaliflerimiz(!), 2024 yılında hâlâ otoriter rejimde yüksek vergiyi alkışlıyor ve "Bunlar hep talep enflasyonu." diyor.
Bu ülkede çıldırmamak elde değil.
2 notes
·
View notes
Text
Carry Trade Riski
Global piyasalarda yeniden gündeme gelmiş olmakla birlikte, Türkiye'nin bugün karşı karşıya kaldığı en ciddi ekonomik risklerden biridir. Yüksek faiz veren ülkeler, düşük faizle borçlanan yatırımcılar için cazibe merkezi haline gelirken, Türkiye gibi ülkelerde kısa vadeli sermaye girişlerini artırsa da uzun vadede ciddi ekonomik kırılganlıklara yol açar.
Yerel seçimlerden sonra yüce devletimizin resmi rezerv varlıklarının gösterdiği artış, bazıları için övünme kaynağı oldu. Sorun, döviz rezervindeki artışlar değil, bu artışların nasıl sağlandığı ve neyle sonuçlanacağıdır. O sıcak paraların Türkiye'de kalıcı olmayacağını ve yabancılara yüksek faiz ödeye ödeye Türkiye'nin ciddi anlamda soyulacağını anlamak için 1000 tane gösterge aramaya gerek yok.
Bazı muhalif kesimlerin bile ilk etapta "rasyonel" olarak tanımladığı Mehmet Şimşek, ülkeyi sonu hiç iyi görünmeyen bir sarmalın içine soktu. Devletin KKM ve rezerv eriterek kur tutma çabaları gibi fiyasko stratejilerinden, "doları baskılama" hususunda ne kadar beceriksiz olduğunu zaten biliyorduk. Türkiye'yi carry trade cenneti yapmak da ödenmesi gereken acı faturayı biraz daha ertelemek amacıyla girilmiş başka bir yol oldu.
Takdir edersiniz ki cennet vatanımız, ani ekonomik ve politik şoklar ülkesi. Bu nedenle, bu ülke zaten yatırımcıların güvenini sarsarak ani sermaye çıkışlarına neden olmak için biçilmiş kaftan. Türkiye'de Japonların uyguladığı gibi yüklü bir carry trade dönüşlü senaryonun bırakacağı enkaz, Türkiye için hayal edilemez boyutta olabilir. Elbette, böyle bir şeyin gerçekleşmemesini dilerim.
Türk lirasının değerine gelirsek, Türk lirasının değer kaybetmesi zaten uzun vadede önüne geçilebilecek bir şey değil. Asıl sorun, devletin bu konuda hem başarısız olacak hem de başarısız olurken ülkeyi daha da batıracak olması. Yabancı yatırımcıların cazip bulduğu yüksek faiz oranları, Türkiye için ciddi bir maliyet.
Tahmin edebileceğiniz üzere, bu dandik ekonomi yönetiminin sonucunda bütçe üzerindeki baskının acısı da, kamu bütçelerinin bu kadar çarçur edildiği bir ülkede daha fazla vergi artışı ile halktan çıkarılacaktır. Ekonomiyi idare edenler bunu gizlemiyor zaten. Her gün "daha fazla vergi alacağız" diye bağırıyorlar.
Nihayetinde, TL'yi değerli kılmanın, enflasyonu azaltmanın ve refah seviyesini sürdürülebilir olarak yükseltmenin yolu, kur korumalı mevduat gibi patlayacak suni sistemler getirmek değildi. Rezerv eriterek kuru tutmaya çalışmak değildi. Kredi genişlemesi ve piyasaya hunharca para sürülmesi değildi. Ülkeyi yabancılar için carry trade cenneti yapmak da değil.
Türkiye'nin başına ne geldiyse, zaten bu kafa yapısından geldi. Türkiye'nin sürdürülebilir olmayan suni yöntemlerle olduğundan daha iyiymiş gibi gösterilen bir ekonomiye değil, gerçekten iyileşen bir ekonomiye ihtiyacı var. Bu da öncelikle iş piyasasının önündeki engellerin kaldırılması ve deregülasyon ile mümkün olabilir. Ankara'da belirlenip Van'da da İstanbul'da da geçerli olmak üzere belirlenen asgari ücret gibi saçmalıklara son verilmesi, odalara üyelik zorunluluğunun kaldırılması, zorunlu sigorta adı altında yapılan soygunun bitirilmesi, iş kurma süreçlerinin hızlandırılması, bürokratik engellerin minimize edilmesi, gereksiz kamu kurumlarının kapatılması (tasarruf demiyorum, kapatılması), kamu masraflarının azaltılması ile ortaya çıkan imkanla vergilerin minimize edilmesi ve millete yük olan ÖTV gibi bazı vergilerin tamamen kaldırılması ile mümkün olabilir.
Kısacası, bu listeye eklenebilecek birçok yapısal sorun kenarda dururken, her kim size "bakın döviz rezervlerimiz artıyor" diyerek rasyonel ekonomi politikasından söz ediyorsa, yalan söylüyordur.
2 notes
·
View notes
Text
Rezerv Eriterek Kuru Tutmak
Merkez Bankası'nın kuru rezerv erite erite kontrol altında tutmasını doğru bir strateji gibi pazarlayan muhalif görünümlü duayen (!) iktisatçılar var. İsim vermeyeceğim, çünkü bu kişiler toplum nezdinde ne yazık ki saygın kişiler ve benim kimsenin trolü ile uğraşacak enerjim yok. Zaten mesele kişilerin itibarı değil, topluma dayatılan bu saçmalığın bizzat kendisi.
Merkez Bankası'nın kuru yapay olarak baskılaması, hiçbir sorunu reel anlamda çözmez. Adı üzerinde, bu baskılama sunidir. Bu tür müdahaleler, var olan ekonomik dengesizliğin örtbas edilmesine ve reformların gecikmesine hizmet eder. Gerçek ve sürdürülebilir olan tüm çözümleri erteler.
Dövizi piyasada oluşacak reel değerinden aşağıda tutmak, ithalatı daha cazip hale getirir. Evet, kısa vadede kur sorunu geçici bir süreliğine halı altına süpürülür, ama o esnada cari açık artar.
Yatırımcılar döviz kurlarının gelecekte nasıl değer kazanacağını öngörür ve sermaye çıkışları iyice artar. Rezervler daha da hızlı erir. İç piyasada para arzı iyice artar ve enflasyon Venezuela istikametinde ilerler.
Gün gelir, o dövizi hâlâ yapay olarak tutabilecek araç da kalmaz. Nihayetinde, bunların "ekonomi politikası" diye paketleyip servis etmeye çalıştığı bu devletçi ucubelik, aslında düpedüz doğa kanunlarına karşı çıkmaktır.
Piyasa affetmez. Sizin dandik ideolojinizle, duygusal fobilerinizle, kısa vadede ucuz yoldan milletten alacağınız beğenilerle ilgilenmez.
Devlet, uzun vadede bu saçma sapan yöntemlerle kurun yükselmesine ne yazık ki engel olamayacak. Kur yine eninde sonunda o korkulan seviyelere gelecek, hatta hiç müdahale edilmese ulaşacağı seviyeyi de aşacaktır.
Uzun vadeli çözümleri ve yapılması gereken hakiki reformları geciktirmek için oynanan bu tiyatro, yanında promosyon olarak çok daha korkunç seviyelere varmış bir cari açık ve enflasyon getirecek.
Piyasaya edilmesi savunulan her müdahale, kaş yaparken göz çıkarmakla sonuçlandı. Bu da öyle olacak.
İktidarın suçlu olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama kendine muhalif deyip bu devletçi ekonomi politikalarını savunan iktisatçılar da bu sistemin suç ortağıdır.
Bu ülkede akılcı muhalefetin önünü tıkayan devletçi popülist parazitler, muhalefet içindeki etkinliklerini sürdürdükleri sürece, devletçi AKP gitse bile devletçi AKP'nin zihniyeti iktidarda kalacaktır.
0 notes
Text
Silah Satın Alırken Önemli Olan Hususlar
Silah satın alma amacınıza göre değişecek olan hususlardır.
Ev savunması için alacağınız silah ile atıcılık sporu için alacağınız silah, avcılık için alacağınız silah ile yanınızda kişisel koruma için taşıyacağınız silah arasında arayacağınız nitelikler doğal olarak farklı olacaktır.
Silah satın alırken farklı modeller arasında kıyaslama yapılacak niteliklerden bazıları kapasitesi, kalibresi, tutuşu, mekanizması, güvenliği, boyutu, ağırlığı ve geri tepmesi gibi faktörlerdir. Tabii bu faktörler birbirlerinden bağımsız değildir; birinin artışı diğerini düşürebilir.
Bunu açıklamaya ağırlıktan başlayabiliriz. Bir örnek olarak çelimsiz bir insansınız ve silahı yanınızda taşıyacaksınız diyelim. Bu durumda öncelikleriniz, silahınızın fazla ağır olmaması ve göze batmayacak kadar küçük olması olacaktır (Smith & Wesson M&P Shield gibi). Yok, "Ben ev savunması için silah düşünüyorum." diyorsanız, av tüfeklerine de bakabilirsiniz.
Tabii ortada "Yanımda taşıyacaksam en iyisi en hafif ve en görünmez olandır." diye kestirip atılabilecek sihirli bir formül yoktur. Bir silah bir yerden alıyorsa, diğer yerden verir. Faustian bargain gibi bir şeydir bu. Siz silahınızın hafif olmasını isteyebilirsiniz; ancak silahınız hafifledikçe recoil (geri tepme) de bununla paralel olarak artacaktır.
Bunun sebebi de temel fizik kurallarıdır. Newton Hazretleri der ki: "Her etkinin eşit ve zıt bir tepkisi vardır."
m(m)m(m)m(m) merminin kütlesi, v(m)v(m)v(m) de merminin hızı olsun. Silahın kütlesi ve hızını direkt mmm ve vvv ile ifade edersek, denklemde momentumun eşitlenmesi için:
v= -m(m)v(m)/m
olması gerekir. Dolayısıyla geri tepme, silahın kütlesi ile ters orantılı olur.
Gelgelelim, göreceli olarak küçük silahlarda, küçük silahların bu konuda sahip oldukları dezavantajı kompanse etmek için çeşitli çözümler geliştirilmiştir.
Springfield Hellcat RDP için self-indexing compensator buna iyi bir örnektir. Aparatın iki yanında da yardımcı delikler bulunur. Ünitenin temel amacı gazı yukarıya doğru yönlendirmek, basıncı hafifleterek geri tepmeyi azaltmaktır. Ayrıca amatörler için red dot da büyük bir avantajdır. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, Hellcat RDP ile isabetli atış yapmak basitleşebilir.
Kıyas yaparken buna benzer bir pazarlığı kalibre, kapasite ve geri tepme arasında da yapmanız gerekebilir. Bazı durumlarda kalibreyi yükseltme hırsınız kapasiteyi azaltmanızla sonuçlanabilir. (Ha, "Ben dual drum magazine ile gezeceğim." diyorsanız, onu siz bilirsiniz tabii.)
Yine temel fizik kurallarından anlayacağınız üzere kalibreyi yükseltmek, geri tepmeyi de yükseltmek olacağından, çok profesyonel değilseniz (ki kriz anında en profesyonel insan da recoili minimize edecek o optimal tutuşu yaparak ateş edemeyebilir), büyük kalibre takıntısıyla seçim yapmanız hayrınıza olmayacak, artan geri tepme isabet şansınızı azaltacaktır.
Binaenaleyh, silah alacağınızda mevzu dönüp dolaşıp sizin subjektif hedeflerinize ve yetkinliğinize gelecektir. Silah alacaksınız ama ne için alacaksınız ve ne kadar tecrübelisiniz? Aldığınız silaha herhangi bir modifikasyon yapacak mısınız?
Dikkat edeceğiniz hususlar tamamen bu sorulara vereceğiniz yanıtlara bağlı olduğundan, yapabileceğiniz en rasyonel şey, ezbere "Sig Sauer iyidir abi." diye yola çıkmak değil; silah modelleri kıyaslamalarında ele alınan temel kriterleri ve bu temel kriterlerin birbiri arasındaki ilişkileri çözümlemek olacaktır.
1 note
·
View note
Text
Krav Maga vs. Ving Çun
Krav Maga, İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından geliştirilen bir stil olup turnuvalarda boy göstermek için değil, reel hayatta kendinizi savunabilmeniz için tasarlanmıştır. Bilindiği üzere, İsrail'de kadın asker sayısı oldukça fazladır. Binaenaleyh, Krav Maga, kişinin büyüklüğü veya gücü ne olursa olsun etkili ve verimli olacak şekilde tasarlanmıştır ve bu nedenle İsrail dışında da kadınlar arasında oldukça popülerdir.
Krav Maga eğitiminde silahlara veya çoklu saldırganlara karşı savunma teknikleri öğrenirsiniz. Tüm bunlar sokakta işinize yarayacak tekniklerdir.
Bu yüzden Krav Maga'da, geleneksel dövüş sanatlarında gördüğünüz değerleri ve felsefeyi bulamazsınız. Örneğin, rakibe saygı gibi unsurlar Krav Maga'da ön plana çıkmaz; çünkü sizi kurtaracaksa adamın skrotumuna tekmeyi basıp kaçabilirsiniz.
Wing Chun ise Çin'de ortaya çıkmıştır ve "dövüş sanatı" tanımına daha fazla uyar. Hareketlerini incelerseniz, Wing Chun'un yakın mesafede etkili bir disiplin olduğunu görürsünüz. Örnek olarak chain punch'a bakabilirsiniz. Burada amaç sadece yumruk atmak değil, aynı zamanda yakın mesafede aradaki boşluğu doldurarak kendi alanınızı korumaktır.
Arada elbette benzerlikler de mevcuttur. Mesela, iki disiplinde de enerjinizi verimli kullanmak önemlidir. Yani rakibin momentumunu ve ağırlığını ona karşı kullanmak hem Krav Maga'da hem de Wing Chun'da ortak olarak görülebilir. Minimum çaba, maksimum efor ilkesiyle kendinizden daha büyük bir rakibi alt etmeniz her iki disiplinde de mümkündür.
Özetlemek gerekirse, Wing Chun bir turnuvada daha çok iş görebilir; lakin reel yaşamda bıçaklı bir saldırganla karşılaştığınızda sizi kurtaracak olan Krav Maga'dır. Bu disiplinlerden hangisinin sizin için doğru olduğu, öncelikle amacınıza ve beklentilerinize bağlıdır.
Not: Siz yine de kaçabiliyorsanız, kaçmayı tercih edin. Bunlar hep son çare.
1 note
·
View note
Text
Muzzleloading nedir?
Muzzleloading ağızdan dolma ateşli silahların kullanımını ifade eder ve bazı ülkelerde yarışmaları da yapılır. Bu silahlar birkaç ana mekanizma barındırır:
Fitilli Mekanizma (Matchlock): Bu silahlara Osmanlı'da 1400'lerde rastlamak mümkündür. Kronolojik olarak diğerlerinden daha eski ve ilkel bir yapıdadır. Barutu ateşlemek için yavaş yanan bir fitil kullanılır (Şekil A). Resimde de gördüğünüz tasarımdan anlaşılacağı üzere, bu silahlar kötü hava şartlarından kolayca etkilenir.
Çarklı Mekanizma (Wheel Lock): Fitillilerden sonra ortaya çıkmışlardır. Barutu ateşlemek için kıvılcım yaratacak yaylı ve tırtıklı bir tekerlek kullanılır (Şekil B).
Çakmaklı Mekanizma (Flintlock): Çakmaklı silahlar, çeliğe çarpan bir çakmaktaşı ile kıvılcım oluşturarak barutu ateşler. Tarihteki bazı örnekleri şunlardır:
Brown Bess: İngiliz ordusu tarafından 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar kullanılan çakmaklı bir silahtır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Napolyon Savaşları sırasında standart bir piyade silahı olmuştur (Şekil C).
Kentucky Rifle: Pensilvanya tüfeği olarak da bilinen Amerikan Kentucky tüfeği, 18. ve 19. yüzyılın başlarında Amerikalı sınır görevlileri tarafından kullanılmıştır. Uzun menzili ile bilinir ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile 1812 Savaşı'nda önemli bir rol oynamıştır (Şekil D).
Charleville: Fransız Charleville tüfeği, 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında Fransız ordusu tarafından kullanılmıştır. Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları sırasında yaygın olarak kullanılmıştır (Şekil E).
M1808: Rus M1808 tüfeği, 19. yüzyılın başlarında Rus ordusu tarafından kullanılan çakmaklı bir silahtır. Napolyon Savaşları ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kullanılmıştır (Şekil F).
Darbeli veya Kapsüllü Çakmak Mekanizması (Percussion Cap): Bu silahlarda, tetik çekildiğinde çekiç, kapsül içindeki maddeye (fülminat) çarparak patlamasına neden olur. Bu patlama, silahın namlusuna bir alev göndererek ana barutu ateşler. Amerikan Kızılderili Savaşları, Meksika-Amerikan Savaşı ve Amerikan İç Savaşı'nda kullanılmış olan Springfield Model 1842, vahşi batı silahı Colt 1851 Navy Revolver ve Sharps tüfeği bu mekanizmaya örnektir.
Muzzleloading, zevkli bir uğraş olsa da Türkiye'deki poligonlarda giderilebilecek bir heves değildir; ancak yurt dışında denenebilecek bir atraksiyondur.
1 note
·
View note
Text
Smith & Wesson M&P Shield EZ
Smith & Wesson M&P Shield EZ concealed carry pazarında, özellikle kullanım kolaylığına, güvenilirliğe ve rahatlığa öncelik verenler arasında popüler bir seçimdir.
Geleneksel yarı otomatik tabancaları zor bulan kullanıcıların ihtiyaçlarını karşılayan bir modeldir. Yönetilebilir bir geri tepmesi vardır ve hem .380 ACP hem de 9 mm olarak mevcuttur. Standart şarjör kapasitesi, hem .380 ACP hem de 9 mm versiyonları için 8+1 mermidir. Performanstan ödün vermeden kullanım kolaylığına odaklanması nedeniyle şükela bir seçenektir.
Zaten modelin adındaki "EZ" de "kolay" anlamına gelmektedir.
1 note
·
View note
Text
Walther PPS M2
Dayanıklılık ve korozyona karşı direnç sağlayan Tenifer kaplamalı çelik sürgüye ve polimer bir gövdeye sahiptir. Şık ve modern tasarımı, gizli taşımaya uygun olacak şekilde optimize edilmiştir ve ince profili sayesinde kıyafet altında belirginliği azaltır.
Ergonomik tasarımı ve ağırlık dağılımı, geri tepmenin yönetilebilir düzeyde kalmasını sağlar. Bu nedenle, uzun süreli pratik seanslarında bile konfor sunar.
Kullanılan şarjöre bağlı olarak 6, 7 veya 8 mermi kapasiteleri sunar. Bu kapasiteler, bu boyutta bir tabanca için gayet makuldür.
1 note
·
View note
Text
Cocytus
Sembolizmi severim ve Cocytus, şiirlerimde kullanmayı sevdiğim bir sembol olmuştur.
Cocytus, Yunan mitolojisinde Hades'teki beş ırmaktan biridir. Diğer ırmaklar Styx, Phlegethon, Lethe ve Acheron'dur.
Bazı mitlerde Cocytus, acı nehri olan Acheron Nehri'nin bir kolu olarak anlatılır. Bu nehirler, yeraltı dünyasının kasvetli ve kederli manzarasına katkıda bulunur.
Dante'nin "İlahi Komedya" eserinde, özellikle "Cehennem" bölümünde Cocytus'tan bahsedilir. Ancak bu eserde Cocytus, bir nehir olarak değil, cehennemin dibinde hainlerin cezalandırıldığı donmuş bir göl olarak tasvir edilmiştir. Göl, ailesine, ülkesine, misafirlerine veya velinimetlerine ihanet edenleri barındıran dört eşmerkezli halkaya bölünmüştür.
Cocytus, genel olarak kederi, umutsuzluğu ve yeraltı dünyasında sıkışıp kalanların acısını sembolize eder.
1 note
·
View note
Text
Derringer Nedir?
Yaygın kanının aksine, derringer bir marka değil, bir silah tipidir. Derringerlar, bildiğimiz tabanca veya revolverlardan farklıdır; break-action (kırma mekanizmalı) silahlardır.
Kompakt boyutları ve basit tasarımları sayesinde kolayca gizlenebilirler. Dikey veya yan yana istiflenmiş birden fazla namluları bulunabilir. .22 kalibreden daha büyük olan .45 kalibreye kadar çeşitli kalibrelerde üretilirler.
Derringerlar, daha çok yakın mesafede kullanılabilecek silahlardır. Ancak, dezavantajları elbette ki mermi kapasitelerinin sınırlı olmasıdır. Derringerlar ile iki defa ateş ettiniz ettiniz; vuramadıysanız geçmiş olsun.
Tarihi versiyonlarına örnekler:
Modern versiyonlarına örnekler:
0 notes