#siyasi felaketler
Explore tagged Tumblr posts
onderkaracay · 3 months ago
Text
Tumblr media
🎯 Bedel Ödeme Sırası Siyaset ve Sermayeye Geldi 🎯
Çünkü 1950 yılında başlayan soygun sonucunda Türk ulusunun çalınacak canından başka bir şeyi kalmadı. Şimdi savaşı bu sebeple sahaya sürüyorlar.
Siyasi felaketler sermaye ile birlikte iş tutarak özelleştirme ile ekonomiyi batırdılar.
Şimdi bu düzenin devam etmesi adına her türlü hileyi oynuyorlar.
Bunun bedelini siyaset ve sermaye birlikte ödeyecek. Onlar ise iktidar, muhalefet ve sermaye bir araya gelmiş bu bedelide bize ödetmek istiyorlar.
Türk ulusu bu bedeli ödemeyecek bu bedeli bu hırsızlığı yapanlar ödeyecek.
Önder Karacay
2 notes · View notes
baybaykus · 10 months ago
Text
Okurken ürperdim. Kendini türk hisseden ve Türkiye'nin tarihten silinme planlarına karşı durmak isteyen herkes okumalı. Atatürk'ün dehasını tekrar hatırlamalı.
Bu makale Azerbaycan'da KREDO gazetesinde 17 Mayıs 2014'de, "Rockefeller'in İtirafları ve Dünya Medeniyetinin Kurucusu Türklerin Bedbahtlığı" adlı makaleden yararlanılarak Gazanfer Kazımov tarafından yayınlanmış. Kopyaladığım
MAKALE aşağıdadır:
*YÜZYILIN İTİRAFLARI*
*Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır.*
(Rothschild.)
2014 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, ünlü petrol milyarderi, bankacı ve dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Yahudi Rockefeller ailesinin, yakınlarda vefat eden en büyük ferdi David Rockefeller’in bir kitabı yayınlandı. “Yüz yılın İtirafları “ adını taşıyan bu kitap maalesef çok kısa zamanda piyasadan çekildi. Çünkü kitapta, itiraflar vardı. Dünyayı yönetme isteği içinde olan ELİT bir tabakanın yüz yıl içerisinde, bazı devletler ve ülkeler içinde ve dışında, o ülkeleri kendi şemsiyeleri altına alabilmek için çevirdikleri dolaplar, entrikalar, soygunlar, sömürgeleştirme itiraf ediliyordu. Bu elit tabakanın daha fazla açığa çıkmaması ve masum halklara yaptıkları bilinmemesi için kitap piyasadan kaldırıldı.
Öncelikle Rockefeller ailesi hakkında bulabildiğimiz kadar bilgi verelim. Sonra bu ailenin en büyüklerinden olan David Rockefeller’in kaleme aldığı itiraflardan “Türkiye” hakkında yazdıklarını ve düşündüklerini öğrenelim:
*DAVİD ROCKEFELLER*
6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli operasyonu
geçiren 100 yaşına girdiğinde yaptığı açıklamada
“200. doğum günümü de kutlamak istiyorum” şeklinde
konuşan David Rockefeller, 20 Mart 2017 tarihinde öldü.
“Rockefeller ailesi ABD’nin en büyük petrol, sanayi, siyaset ve bankacı ailesidir. Aile 19. Yüz yılın sonu yirminci yüz yılın başlarında Jhon Davison Rockefeller’in (1839 – 1937) ve kardeşi William Avery Rockefeller’in ( 1841 – 1922 ) zamanında Standart Oil vasıtasıyla petrol ticaretinde çok büyük başarılar elde etmiş, Manhattan Bankasına uzun zaman sahiplik yapmış ve bu zaman zarfında büyük servet, nüfuz ve ��öhret sahibi olmuştur. Jhon Davison Rockefeller insanlık tarihinin ilk dolar milyarderi unvanını kazanmıştır.
Rockefeller ailesinin elinde, aile üyelerine ve ailenin fertlerine ait bilgilerin ve dünya siyaseti, dünya ekonomisi hakkında yapılması gereken şeylerin listelerinin yer aldığı dünyaca meşhur bir arşivleri vardır. Bu büyük arşiv yer altına inşa edilmiş üç katlı büyük bir binada saklanır. Bu arşivde bulunan yetmiş milyon sayfalık belgeler, kırk iki bilimsel tahsil kurumuna aittir. Bu belgeler içerisinden araştırmacılara sadece, ailenin ölmüş üyelerine ait belgeler verilir. Sağ olan aile üyeleri hakkındaki belgeler ise hiç kimseye verilmez. 140 yıllık bir geçmişe sahip olan bu arşiv belgeleri ABD’nin 19 ve 20. Yüz yıllara dair dünya ölçeğindeki siyasi işlerinde ve çeşitli ülkelerde bu yıllarda ortaya çıkan sosyal olaylardaki rolünü öğrenebilmek için çok önemli bilgi kaynağıdır. Bu belgeler, dünya tarım işleri, güzel sanatlar, eğitim, uluslararası ilişkiler, ekonomik gelişme, tıp, tarih, politika, halklar, din, sosyal bilimler, kadın hakları tarihi, afro Amerikan tarihi gibi konuları kapsayan belgelerdir.
David Rockefeller (1915 – 1996) felsefe doktorudur. Harward ve Chicago üniversiteleri mezunudur. Amerika’nın Uluslararası İlişkiler Şurasının, Rockefeller Üniversitesi’nin, çağdaş Newyork Güzel Sanatlar müzesinin fahri başkanı ve en önemlisi de 1969 – 1981 yılları arasında komitenin başkanlığını yapmıştır.
2013 yılında bir internet sitesi, bu Rockefellerin bazı yazılarını ele geçirmiş ve “ABD’li Yahudi Bankacı David Rokfeller’den Yüz yılın İtirafları” adıyla bunları yayınlamıştır. 2014 yılında ise sözünü ettiğimiz kitap basılmış; fakat piyasadan toplatılmıştır.
Bu itiraflar ile ABD’nin ve Batı Avrupa’nın büyük devletlerinin yirminci yüz yılda dünya halklarının başlarına ne oyunlar ve felaketler getirdiği açık olarak ortaya çıkmıştır. Bu itiraflar, inanılmaz boyuttadır ve sadece Türkleri ve Türk Dünyası ile değil, bütün dünya ile ilgili meseleler üzerinde neler yaptıkları ve düşündükleri açıklanmıştır. Bu yazılarda Türkiye ile ilgili bölüm, bizi daha çok ilgilendiren bölümdür. Yapılan işlerin esas aktörleri, ABD ve Batı Avrupa devletleridir. Bütün icraatı yapan bunlardır. Bunların esas hedefleri Türkiye ve Türklerdir.
“Türkiye, coğrafi ve stratejik bakımından çok önemli bir ülkedir. Bu yüzden üzerinde daha fazla durmak istiyorum. Bu ülke bizim için çok önemlidir ve Türklere bırakılacak kadar önemsiz değildir….
1) Büyük İsrail Devleti’nin sularının büyük kısmının kaynakları Türkiye toprakları üzerindedir.
2) Türkiye Avrupa ve Asya arasında bir köprüdür.
3) Müslüman aleminde öncül ve demokratik tek ülkedir….
İslâmiyet’i yıkmak istiyorsak işe Türkiye’den başlamak gerekir. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler, karşılarında hiç kimse duramaz. Bu yüzden, böyle bir ihtimale karşı ajanlarımız her an iş başında bekliyorlar. Türk devletlerinde anahtar mevkilerde adamlarımız var. Bunlar böyle bir ihtimali sezseler o anda Türkiye’deki huzur ve güven ortamını bozacak olaylar yaratırlar ve bu darbelerle bu tür bir birleşmeyi önleriz.
Medeniyetin kurucusu ve beşiği olarak Türkleri kabul edemeyiz; tam aksine entrikalar ile bu medeni miraslarına el koyarak biz, onları bütün dünyaya, barbar, hak – hukuk tanımayan bir halk olarak tanıttık ve bu alanda oldukça başarılı olduk. Sümer kralları Urukagina ve Urnammu çok Allah’lı bir cemiyet kurarak insanlar arasında adaleti korumak ve haksızlığı önlemek için kanunlar çıkararak çağdaş toplumlara örnek olurken bugün, tek Allah’lı bir halk olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucunda medeni vasıflar, ahlak, terbiye, saygı, sanat, edebiyat, tarih yok olurken; fahişelik, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve soygun hüküm sürmektedir. Dünya çapında Türkiye’de yetişmiş, bir tane bilim adamları, sanat adamları, edebiyat adamları ve siyaset adamları yoktur!
Aslında Türkler, tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler. Ama Türkler için duyduğuna inanmak yeterlidir; okumak onlara çok zor gelmektedir. En kolayı, geçmişi öğrenmeden gece yatarken hissettiklerini kaleme alarak ertesi günü hüküm vermektir. Düşünün ki, hangi tesirin altındasınız ve kime kul olmaktasınız?
Ben de bu ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Türk tarihini, Türk medeniyetini öğrenince, konuyu değiştirdim.
Provokatörlerimizin çalışmaları ile 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’de sağ ve sol ideolojiler arasında adeta bir iç savaş yaşattık. Ülkeye koyduğumuz ambargo ile halk canından bezmiş, yağa, tuza, gaza muhtaç olmuştu. Birkaç kişi zenginleşmiş, halk ise sefalete düşmüştü. Provokatörler için halkı ayaklandırmak zor olmadı. Ülke o dereceye geldi ki, sokaklarda her gün elli – altmış kişi öldürülüyordu. Bütün ülke terör korkusundan adeta sinmiş saklanmıştı. Binlerce Türk genci, bizim uydurduğumuz ideolojiler esasında can verdi. Zamanı gelince bilgimiz dâhilinde indirilen bir darbe ile terör bitti, ortalık sakinleşti. Çünkü provokatörler işi bitirmişler, geriye dönmüşlerdi. Burada oynadığımız oyun, milleti birbirine düşürüp çaresiz bırakmak ve onlara bir kurtarıcı göndermekti. Bu durumda o kurtarıcı, kim olursa olsun, ‘anarşiyi – terörü bitiren, ölümleri sonlandıran’ insan olarak kabul görecekti. Bizim demokrasi uğrundaki mücadelemizin esası buydu.
Askeri hükümet çok sert tedbirlerle bir müddet ülkeyi yönetti. Ellinin üzerinde genç, haklı – haksız sağdan ve soldan ayırımı yapılmadan idam edildi. Bu sert cezalar tesirini çabuk gösterdi ve ülke bir anda süt liman oldu. Askeri hükümet bir müddet sonra ülkeyi sivil yönetime devretti. Bizim istediğimiz bir kişi iktidarın sahibi oldu. Askeri darbeyi yapan şahıs cumhurbaşkanı oldu. Yeni hükümet tam bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim büyük şirketlerimiz bu büyük pazara aç kurtlar gibi girdiler. Ülke ABD ve Avrupa malları ile doldu. Bu durumdan hem bizim şirketlerimiz faydalandı, hem de ülke boğazına kadar borç batağına girdi. Türkiye, kapitalizmi o kadar güzel uyguladı ki, yeni birçok vurgun ve soygun metotları bulundu. Hayali ihracat arttı, bankaların içi boşaltıldı, rüşvet devletin her kademesine girdi. Başta siyasiler olmak üzere, medya sahiplerine, üst düzey bürokratlara, bankacılara, yazar-çizer takımına ( gazeteci, dergi yazarı ) bu dönemde milyarlarca dolar rüşvet dağıttık.
Kardeşlik, dostluk, iyi niyet, dürüstlük, ahlaklı ticaret unutuldu. Binlerce sahtekâr, yalancı, hem devlet kadrolarını, hem bankaları, hem de özel şirketleri doldurdu. Türkiye’nin bugünkü manzarasının sebebi 12. Eylül ihtilalidir desem abartmam… Ülke yapılanları görenler tarafından alttan alta kışkırtılmaya başlandı. Halk tepki koyuyor, sokaklar protestocularla doluyordu. Tepkileri azaltabilmek için tam o günlerde bir Kürt meselesi çıkardık. Önce, bir örgüt kurdurduk. Sonra küçük bir kasabaya baskın yaptırdık. Ülkenin gündemi bir anda değişti. Kürt PKK terörü, şehit edilen asker ve polisler, halka her sıkıntıyı unutturdu. Türkiye otuz yıldır bu mesele ile uğraşıyor. Sonuç almasını her defasında engelledik. PKK’nın liderini ‘idam edilmemek’ kaydı ile biz teslim ettik. Otuz yıldır süren PKK terörü, Türkiye’nin ekonomisine büyük darbe vurdu. Binlerce insan bu terör dalgası içerisinde ölüp gitti. Türkiye, hem siyasi, hem ekonomik hem de sosyal açıdan büyük kayıplara uğradı. Ülkenin düzgün hale getirilebilmesi için bize başvurmak zorunda kaldı. Biz de, onlara, Osmanlı İmparatorluğuna yaptığımız teklifleri yaptık. Kabul ettiler. Bu işler için harcadığımız dolarların birkaç katını kazandık ve Türkiye’yi içinden çıkamayacağı bir borç sarmalına yuvarladık.
Bugünkü Türkiye; yalancılığın, sahtekârlığın, halkı aldatmanın, bizlere hizmet etmenin içinde yüzüyor; Mustafa Kemal’in bizi reddetmesinin bedelini ödüyor. Böyle bir ülkenin uzun boylu yaşaması pek mümkün değildir. Ya ruhlarda bir ihtilal yaparak yeniden kendileri olacaklar, ya da tarihten silinip gidecekler. Anadolu toprakları da bizim yarattığımız Ermeni ve Kürt devletlerinin olacaktır”.
David Rockefeller, itiraflarının bir bölümünde de, başka bir zengin Yahudi ailesi olan Rothschild ailesinin bir ferdi ile yapmış olduğu sohbete yer vermiş. Bu sohbetten de bölümler aktaralım:
“Rockefeller’in, (Dünya ülkelerini nasıl ele geçiriyorsunuz?) sorusuna Rothschild; Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları yıkmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak Orta Doğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin kuruluş yolunu açmak için çıkarıldı”.
“İsrail devletinin kurucusu sayılan Tehodor Herzl o zamanki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in yanına giderek bizim ailemizin para desteği ile Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat Sultan bize karşı çıktı. Biz de gerekeni yaptık. Osmanlı İmparatorluğunu çaresiz bırakarak I: Dünya Savaşı’na soktuk. Çok zorlansak da, Osmanlı İmparatorluğunu yıktık. İstanbul’u ve Anadolu’nun bazı bölümlerini işgal ettik. Planlarımızı tam sonlandıracağımız zaman Mustafa Kemal adında, padişahı ve şeyhülislam’ı dinlemeyen asi bir general ortaya çıktı. Bütün planlarımız alt üst oldu. Hepsi geriye kaldı”.
“Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır. O’nun varlığı, İsrail devletinin kurulmasını otuz yıl kadar geciktirdi ve bize milyarlarca dolar kaybettirdi. İzmir suikastı denen bir olaya karıştığı için idama mahkûm ettiği, Osmanlı Maliye nazırlarından aziz dostumuz Cavit Bey’i kurtarmak için O’nun yanına gittik. Bizi çok soğuk karşıladı. Tekliflerimizin hiç birisini kabul etmedi. Ve adeta bizi, makamından kovdu. Birkaç gün sonra da Cavit Bey’i idam ettirdi”.
İtiraflarda, Türkiye’den başka birçok ülkeye ve çeşitli olaylara da yer verilmiş. Bu ülkelerde ve olaylardaki aktörlerden bahsedilmiş. İkinci Dünya Savaşı, Hitler, Stalin, atom bombası, ihtilaller, darbeler anlatılmış… İran-Irak savaşının çıkarılmasının sebepleri ve sonucu değişik bir perspektif ile açıklanmış.
Şimdi, kendimize bakarak düşünelim… Toplumumuzu, yaşam şartlarımızı, siyasilerimizi ve icraatlarını, bilim ve sanat seviyemizi, ahlaki halimizi, güven ve inançlarımızı, hayata bakış ve algılayış tarzımızı düşünelim ve sonra kendimize soralım: Yukarıda itiraf edilenlerin bugünkü durumumuzu yaratmada tesiri yok mu? Başkalarını dinleyerek mi bu duruma geldik? Yüz yıl önce, zengin olmayan, geçim sıkıntısı çeken; fakat dürüst, namuslu, çalmayan, aldatmayan, güven veren bir toplum yapımız varken bugün niçin, hırsızların, üçkâğıtçıların at oynattığı, sahtekâr, alçak, zalim ve gaddar bir toplum haline geldik? Bu nasıl oldu? İtiraflar, bize yıllardır dost olarak görünenlerin aslında düşman olduğunu göstermiyor mu?
Bu durumlardan kurtulmanın tek yolu, Ulu Önder Atatürk'ümüzün istediği gibi “önce vatan ve millet” duygusunun bütün fertler tarafından kabullenilmesi ve aklın kullanılmasıdır. Aklı, devreden çıkarırsak yapılabilecek bir şey yoktur. Hasta mutlaka ölecektir! Ölmemek için akıllı olmak ve önce vatan ve millet, diyebilmek gerekir. Tehdit ve tehlike çok büyük, farkında olmalıyız….
NOT: Bu makale, Azebaycan’da yayınlanan KREDO gazetesinde 17. Mayıs. 2014 tarihinde Gazanfer Kazımov’un yazdığı “Rockefeller’in İtirafları ve Dünya Medeniyetinin Kurucusu Türk’ün Bedbahtlığı” isimli makaleden yararlanılarak yazılmıştır.
(Bu yazıyı lütfen dostlarınızla paylaşınız...)
12 notes · View notes
yurekbali · 2 years ago
Text
Tumblr media
Öfkeden ve acıdan yanarak bir yandan adım adım olup bitenleri izliyor bir yandan da uzaktan neler yapabiliriz, yediğimizden uyuduğumuzdan daha az nasıl utanabiliriz diye uğraşıyoruz. Üç gündür çok yazıldı çizildi. Tarihsel bir felaketle karşı karşıyayız. Art arda iki büyük deprem ve on farklı bölgeye yayılmış, şehirleri yok etmiş bir yıkım. Akıldan, bilimden, teknolojiden, erdemli siyasetçilerden ve her ne yapıyorsa etiğe uygun yapan insanlardan yoksun olmanın bedelini ödüyoruz. Yozlaşma ve çürüme öyle büyük, öyle uzun zamandır var ki üstüne bir de devletin ve kurumların çöküşü ile gelen organizasyon sorunları eklenince afetlerde görmeye alışkın olduğumuz hizmetler bile aksadı. Masum insanlar, büyük mağduriyet içindeki bu halk böyle terk edilmeyi hak etmemişti. Kendi yaramızı kendimiz sarıyoruz yine. İmam Hatip ve İlahiyat mezunu, tasavvuf yüksek lisansı yapmış afetlere müdahale müdürümüz afetlerle çok da ilgili olmadığından organizasyonu yine deneyimli, bildik isimler ve STK’lar yapıyor. Herkes tek yürek olmuş çabalıyor. Büyük kısmı fay hatları üzerinde olan bu şehirlerde bir daha asla benzer bir yapı stoku yükselmemeli. Yatay mimari, çelik konstrüksiyon, sekiz dokuz şiddetinde depreme dayanıklı özel teknolojiler kullanılmalı. Konunun uzmanı değilim, uzmanları bilir. Bu ülkeye, bizim ekonomik koşullarımıza uygun bir depreme göre yapı rejimi ortaya çıkarılmak zorunda. Aynı rant çevrelerine asla yol verilmemeli buralarda. Yoksulluğun sonuçlarını görüyoruz. Hepimizi yeniden politize etmesi gerek bu depremin. İşçi hareketine/partisine, yeşiller hareketine/partisine destek verebilir, üye olabiliriz. Siyasetin iyiden doğrudan yana bir şekle, kıvama girmesi için daha politik yaşamaya odaklanmamız gerektiğini derinden hissediyorum. Nitelikli eğitim ve siyasi katılım için çabalamalı. Geleneksel siyasetin bize asla sağlıklı kaliteli barınma hizmeti vermeyeceğini, asla çağdaş akılcı ve barışçıl bir dünya kurmayacağını idrak etme vakti. Yeni binalar, güya deprem sözleşmesine göre yapılmış binalar çöktü. Bazıları sahtekârlık nedeniyle bazıları zemin çürük olduğu için. Ölümden sonra yaşam olabilir olmayabilir ama doğumdan sonra iyi bir yaşam olmalı. O bebekler, çocuklar, o çaresiz insanlar bunu hak etmiyor. Değerliyiz ve değerli olduğumuz bir dünyayı kurmak zorundayız. - Nilay Özer (8 Şubat 2023) - Fotoğraf: Khalil Hamra (Nurdağı, Gaziantep, 7 Şubat 2023)
51 notes · View notes
turqlands · 1 year ago
Text
YÜZYİLİN İTİRAFLARI
Okurken ürperdim. Kendini türk hisseden ve Türkiye'nin tarihten silinme planlarına karşı durmak isteyen herkes okumalı. Atatürk'ün dehasını tekrar hatırlamalı.
Bu makale Azerbaycan'da KREDO gazetesinde 17 Mayıs 2014'de, "Rockefeller'in İtirafları ve Dünya Medeniyetinin Kurucusu Türklerin Bedbahtlığı" adlı makaleden yararlanılarak Gazanfer Kazımov tarafından yayınlanmış. Kopyaladığım
MAKALE aşağıdadır:
*YÜZYILIN İTİRAFLARI*
*Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır.*
(Rothschild.)
2014 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, ünlü petrol milyarderi, bankacı ve dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Yahudi Rockefeller ailesinin, yakınlarda vefat eden en büyük ferdi David Rockefeller’in bir kitabı yayınlandı. “Yüz yılın İtirafları “ adını taşıyan bu kitap maalesef çok kısa zamanda piyasadan çekildi. Çünkü kitapta, itiraflar vardı. Dünyayı yönetme isteği içinde olan ELİT bir tabakanın yüz yıl içerisinde, bazı devletler ve ülkeler içinde ve dışında, o ülkeleri kendi şemsiyeleri altına alabilmek için çevirdikleri dolaplar, entrikalar, soygunlar, sömürgeleştirme itiraf ediliyordu. Bu elit tabakanın daha fazla açığa çıkmaması ve masum halklara yaptıkları bilinmemesi için kitap piyasadan kaldırıldı.
Öncelikle Rockefeller ailesi hakkında bulabildiğimiz kadar bilgi verelim. Sonra bu ailenin en büyüklerinden olan David Rockefeller’in kaleme aldığı itiraflardan “Türkiye” hakkında yazdıklarını ve düşündüklerini öğrenelim:
*DAVİD ROCKEFELLER*
6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli operasyonu
geçiren 100 yaşına girdiğinde yaptığı açıklamada
“200. doğum günümü de kutlamak istiyorum” şeklinde
konuşan David Rockefeller, 20 Mart 2017 tarihinde öldü.
“Rockefeller ailesi ABD’nin en büyük petrol, sanayi, siyaset ve bankacı ailesidir. Aile 19. Yüz yılın sonu yirminci yüz yılın başlarında Jhon Davison Rockefeller’in (1839 – 1937) ve kardeşi William Avery Rockefeller’in ( 1841 – 1922 ) zamanında Standart Oil vasıtasıyla petrol ticaretinde çok büyük başarılar elde etmiş, Manhattan Bankasına uzun zaman sahiplik yapmış ve bu zaman zarfında büyük servet, nüfuz ve şöhret sahibi olmuştur. Jhon Davison Rockefeller insanlık tarihinin ilk dolar milyarderi unvanını kazanmıştır.
Rockefeller ailesinin elinde, aile üyelerine ve ailenin fertlerine ait bilgilerin ve dünya siyaseti, dünya ekonomisi hakkında yapılması gereken şeylerin listelerinin yer aldığı dünyaca meşhur bir arşivleri vardır. Bu büyük arşiv yer altına inşa edilmiş üç katlı büyük bir binada saklanır. Bu arşivde bulunan yetmiş milyon sayfalık belgeler, kırk iki bilimsel tahsil kurumuna aittir. Bu belgeler içerisinden araştırmacılara sadece, ailenin ölmüş üyelerine ait belgeler verilir. Sağ olan aile üyeleri hakkındaki belgeler ise hiç kimseye verilmez. 140 yıllık bir geçmişe sahip olan bu arşiv belgeleri ABD’nin 19 ve 20. Yüz yıllara dair dünya ölçeğindeki siyasi işlerinde ve çeşitli ülkelerde bu yıllarda ortaya çıkan sosyal olaylardaki rolünü öğrenebilmek için çok önemli bilgi kaynağıdır. Bu belgeler, dünya tarım işleri, güzel sanatlar, eğitim, uluslararası ilişkiler, ekonomik gelişme, tıp, tarih, politika, halklar, din, sosyal bilimler, kadın hakları tarihi, afro Amerikan tarihi gibi konuları kapsayan belgelerdir.
David Rockefeller (1915 – 1996) felsefe doktorudur. Harward ve Chicago üniversiteleri mezunudur. Amerika’nın Uluslararası İlişkiler Şurasının, Rockefeller Üniversitesi’nin, çağdaş Newyork Güzel Sanatlar müzesinin fahri başkanı ve en önemlisi de 1969 – 1981 yılları arasında komitenin başkanlığını yapmıştır.
2013 yılında bir internet sitesi, bu Rockefellerin bazı yazılarını ele geçirmiş ve “ABD’li Yahudi Bankacı David Rokfeller’den Yüz yılın İtirafları” adıyla bunları yayınlamıştır. 2014 yılında ise sözünü ettiğimiz kitap basılmış; fakat piyasadan toplatılmıştır.
Bu itiraflar ile ABD’nin ve Batı Avrupa’nın büyük devletlerinin yirminci yüz yılda dünya halklarının başlarına ne oyunlar ve felaketler getirdiği açık olarak ortaya çıkmıştır. Bu itiraflar, inanılmaz boyuttadır ve sadece Türkleri ve Türk Dünyası ile değil, bütün dünya ile ilgili meseleler üzerinde neler yaptıkları ve düşündükleri açıklanmıştır. Bu yazılarda Türkiye ile ilgili bölüm, bizi daha çok ilgilendiren bölümdür. Yapılan işlerin esas aktörleri, ABD ve Batı Avrupa devletleridir. Bütün icraatı yapan bunlardır. Bunların esas hedefleri Türkiye ve Türklerdir.
“Türkiye, coğrafi ve stratejik bakımından çok önemli bir ülkedir. Bu yüzden üzerinde daha fazla durmak istiyorum. Bu ülke bizim için çok önemlidir ve Türklere bırakılacak kadar önemsiz değildir….
1) Büyük İsrail Devleti’nin sularının büyük kısmının kaynakları Türkiye toprakları üzerindedir.
2) Türkiye Avrupa ve Asya arasında bir köprüdür.
3) Müslüman aleminde öncül ve demokratik tek ülkedir….
İslâmiyet’i yıkmak istiyorsak işe Türkiye’den başlamak gerekir. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler, karşılarında hiç kimse duramaz. Bu yüzden, böyle bir ihtimale karşı ajanlarımız her an iş başında bekliyorlar. Türk devletlerinde anahtar mevkilerde adamlarımız var. Bunlar böyle bir ihtimali sezseler o anda Türkiye’deki huzur ve güven ortamını bozacak olaylar yaratırlar ve bu darbelerle bu tür bir birleşmeyi önleriz.
Medeniyetin kurucusu ve beşiği olarak Türkleri kabul edemeyiz; tam aksine entrikalar ile bu medeni miraslarına el koyarak biz, onları bütün dünyaya, barbar, hak – hukuk tanımayan bir halk olarak tanıttık ve bu alanda oldukça başarılı olduk. Sümer kralları Urukagina ve Urnammu çok Allah’lı bir cemiyet kurarak insanlar arasında adaleti korumak ve haksızlığı önlemek için kanunlar çıkararak çağdaş toplumlara örnek olurken bugün, tek Allah’lı bir halk olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucunda medeni vasıflar, ahlak, terbiye, saygı, sanat, edebiyat, tarih yok olurken; fahişelik, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve soygun hüküm sürmektedir. Dünya çapında Türkiye’de yetişmiş, bir tane bilim adamları, sanat adamları, edebiyat adamları ve siyaset adamları yoktur!
Aslında Türkler, tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler. Ama Türkler için duyduğuna inanmak yeterlidir; okumak onlara çok zor gelmektedir. En kolayı, geçmişi öğrenmeden gece yatarken hissettiklerini kaleme alarak ertesi günü hüküm vermektir. Düşünün ki, hangi tesirin altındasınız ve kime kul olmaktasınız?
Ben de bu ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Türk tarihini, Türk medeniyetini öğrenince, konuyu değiştirdim.
Provokatörlerimizin çalışmaları ile 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’de sağ ve sol ideolojiler arasında adeta bir iç savaş yaşattık. Ülkeye koyduğumuz ambargo ile halk canından bezmiş, yağa, tuza, gaza muhtaç olmuştu. Birkaç kişi zenginleşmiş, halk ise sefalete düşmüştü. Provokatörler için halkı ayaklandırmak zor olmadı. Ülke o dereceye geldi ki, sokaklarda her gün elli – altmış kişi öldürülüyordu. Bütün ülke terör korkusundan adeta sinmiş saklanmıştı. Binlerce Türk genci, bizim uydurduğumuz ideolojiler esasında can verdi. Zamanı gelince bilgimiz dâhilinde indirilen bir darbe ile terör bitti, ortalık sakinleşti. Çünkü provokatörler işi bitirmişler, geriye dönmüşlerdi. Burada oynadığımız oyun, milleti birbirine düşürüp çaresiz bırakmak ve onlara bir kurtarıcı göndermekti. Bu durumda o kurtarıcı, kim olursa olsun, ‘anarşiyi – terörü bitiren, ölümleri sonlandıran’ insan olarak kabul görecekti. Bizim demokrasi uğrundaki mücadelemizin esası buydu.
Askeri hükümet çok sert tedbirlerle bir müddet ülkeyi yönetti. Ellinin üzerinde genç, haklı – haksız sağdan ve soldan ayırımı yapılmadan idam edildi. Bu sert cezalar tesirini çabuk gösterdi ve ülke bir anda süt liman oldu. Askeri hükümet bir müddet sonra ülkeyi sivil yönetime devretti. Bizim istediğimiz bir kişi iktidarın sahibi oldu. Askeri darbeyi yapan şahıs cumhurbaşkanı oldu. Yeni hükümet tam bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim büyük şirketlerimiz bu büyük pazara aç kurtlar gibi girdiler. Ülke ABD ve Avrupa malları ile doldu. Bu durumdan hem bizim şirketlerimiz faydalandı, hem de ülke boğazına kadar borç batağına girdi. Türkiye, kapitalizmi o kadar güzel uyguladı ki, yeni birçok vurgun ve soygun metotları bulundu. Hayali ihracat arttı, bankaların içi boşaltıldı, rüşvet devletin her kademesine girdi. Başta siyasiler olmak üzere, medya sahiplerine, üst düzey bürokratlara, bankacılara, yazar-çizer takımına ( gazeteci, dergi yazarı ) bu dönemde milyarlarca dolar rüşvet dağıttık.
Kardeşlik, dostluk, iyi niyet, dürüstlük, ahlaklı ticaret unutuldu. Binlerce sahtekâr, yalancı, hem devlet kadrolarını, hem bankaları, hem de özel şirketleri doldurdu. Türkiye’nin bugünkü manzarasının sebebi 12. Eylül ihtilalidir desem abartmam… Ülke yapılanları görenler tarafından alttan alta kışkırtılmaya başlandı. Halk tepki koyuyor, sokaklar protestocularla doluyordu. Tepkileri azaltabilmek için tam o günlerde bir Kürt meselesi çıkardık. Önce, bir örgüt kurdurduk. Sonra küçük bir kasabaya baskın yaptırdık. Ülkenin gündemi bir anda değişti. Kürt PKK terörü, şehit edilen asker ve polisler, halka her sıkıntıyı unutturdu. Türkiye otuz yıldır bu mesele ile uğraşıyor. Sonuç almasını her defasında engelledik. PKK’nın liderini ‘idam edilmemek’ kaydı ile biz teslim ettik. Otuz yıldır süren PKK terörü, Türkiye’nin ekonomisine büyük darbe vurdu. Binlerce insan bu terör dalgası içerisinde ölüp gitti. Türkiye, hem siyasi, hem ekonomik hem de sosyal açıdan büyük kayıplara uğradı. Ülkenin düzgün hale getirilebilmesi için bize başvurmak zorunda kaldı. Biz de, onlara, Osmanlı İmparatorluğuna yaptığımız teklifleri yaptık. Kabul ettiler. Bu işler için harcadığımız dolarların birkaç katını kazandık ve Türkiye’yi içinden çıkamayacağı bir borç sarmalına yuvarladık.
Bugünkü Türkiye; yalancılığın, sahtekârlığın, halkı aldatmanın, bizlere hizmet etmenin içinde yüzüyor; Mustafa Kemal’in bizi reddetmesinin bedelini ödüyor. Böyle bir ülkenin uzun boylu yaşaması pek mümkün değildir. Ya ruhlarda bir ihtilal yaparak yeniden kendileri olacaklar, ya da tarihten silinip gidecekler. Anadolu toprakları da bizim yarattığımız Ermeni ve Kürt devletlerinin olacaktır”.
David Rockefeller, itiraflarının bir bölümünde de, başka bir zengin Yahudi ailesi olan Rothschild ailesinin bir ferdi ile yapmış olduğu sohbete yer vermiş. Bu sohbetten de bölümler aktaralım:
“Rockefeller’in, (Dünya ülkelerini nasıl ele geçiriyorsunuz?) sorusuna Rothschild; Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları yıkmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak Orta Doğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin kuruluş yolunu açmak için çıkarıldı”.
“İsrail devletinin kurucusu sayılan Tehodor Herzl o zamanki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in yanına giderek bizim ailemizin para desteği ile Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat Sultan bize karşı çıktı. Biz de gerekeni yaptık. Osmanlı İmparatorluğunu çaresiz bırakarak I: Dünya Savaşı’na soktuk. Çok zorlansak da, Osmanlı İmparatorluğunu yıktık. İstanbul’u ve Anadolu’nun bazı bölümlerini işgal ettik. Planlarımızı tam sonlandıracağımız zaman Mustafa Kemal adında, padişahı ve şeyhülislam’ı dinlemeyen asi bir general ortaya çıktı. Bütün planlarımız alt üst oldu. Hepsi geriye kaldı”.
“Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır. O’nun varlığı, İsrail devletinin kurulmasını otuz yıl kadar geciktirdi ve bize milyarlarca dolar kaybettirdi. İzmir suikastı denen bir olaya karıştığı için idama mahkûm ettiği, Osmanlı Maliye nazırlarından aziz dostumuz Cavit Bey’i kurtarmak için O’nun yanına gittik. Bizi çok soğuk karşıladı. Tekliflerimizin hiç birisini kabul etmedi. Ve adeta bizi, makamından kovdu. Birkaç gün sonra da Cavit Bey’i idam ettirdi”.
İtiraflarda, Türkiye’den başka birçok ülkeye ve çeşitli olaylara da yer verilmiş. Bu ülkelerde ve olaylardaki aktörlerden bahsedilmiş. İkinci Dünya Savaşı, Hitler, Stalin, atom bombası, ihtilaller, darbeler anlatılmış… İran-Irak savaşının çıkarılmasının sebepleri ve sonucu değişik bir perspektif ile açıklanmış.
Şimdi, kendimize bakarak düşünelim… Toplumumuzu, yaşam şartlarımızı, siyasilerimizi ve icraatlarını, bilim ve sanat seviyemizi, ahlaki halimizi, güven ve inançlarımızı, hayata bakış ve algılayış tarzımızı düşünelim ve sonra kendimize soralım: Yukarıda itiraf edilenlerin bugünkü durumumuzu yaratmada tesiri yok mu? Başkalarını dinleyerek mi bu duruma geldik? Yüz yıl önce, zengin olmayan, geçim sıkıntısı çeken; fakat dürüst, namuslu, çalmayan, aldatmayan, güven veren bir toplum yapımız varken bugün niçin, hırsızların, üçkâğıtçıların at oynattığı, sahtekâr, alçak, zalim ve gaddar bir toplum haline geldik? Bu nasıl oldu? İtiraflar, bize yıllardır dost olarak görünenlerin aslında düşman olduğunu göstermiyor mu?
Bu durumlardan kurtulmanın tek yolu, Ulu Önder Atatürk'ümüzün istediği gibi “önce vatan ve millet” duygusunun bütün fertler tarafından kabullenilmesi ve aklın kullanılmasıdır. Aklı, devreden çıkarırsak yapılabilecek bir şey yoktur. Hasta mutlaka ölecektir! Ölmemek için akıllı olmak ve önce vatan ve millet, diyebilmek gerekir. Tehdit ve tehlike çok büyük, farkında olmalıyız….
NOT: Bu makale, Azebaycan’da yayınlanan KREDO gazetesinde 17. Mayıs. 2014 tarihinde Gazanfer Kazımov’un yazdığı “Rockefeller’in İtirafları ve Dünya Medeniyetinin Kurucusu Türk’ün Bedbahtlığı” isimli makaleden yararlanılarak yazılmıştır.
(Bu yazıyı lütfen dostlarınızla paylaşınız...)
11 notes · View notes
34-ist-34 · 2 years ago
Text
Deprem turistleri.!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün AK Parti Grup Toplantısı'nda konuştu. Altılı Masa paydaşları için "Deprem Turistleri" ifadesini kullandı.
Bence çok vicdanlı davrandı. Çünkü turist gelir, gezer, görür ve gider. Ama Altılı Masa'da toplananlar öyle yapmadılar. Önce kentsel dönüşümlere karşı eylemler başlattılar. Halkı tahrik etmek için mitingler bile düzenlediler. Alınan kararları iptal ettirmek için mahkemelere koştular. Sonra da çöken ve altında binlerce insanımızın can verdiği enkazlar önünde timsah gözyaşları döktüler.
Turist bu kadar zarar vermez ki!
Geçtiğimiz hafta sonu deprem bölgesindeydik. Eski Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki, 2017 yılında yaşadığı çok can yakıcı bir olayı aktardı. Hatay'da nasıl ve neden yuhalandığını anlattı...
Özhaseki, Aksaray ve Emek mahallelerinde kentsel dönüşüm için hazırlık yaptıkları sırada 3 bin 300 evin yıkılarak yenilerinin yapılması için "yalvardığını, yakardığını" söyledi:
-Antakya Merkez'de "yarın deprem gelecek, evlerinizi götürecek, sizin canlarınız, çoluk çocuğunuz, mallarınız gidecek" dedim. "Yalvarıyorum size ifadesini" kullandım. Yanlışlık varsa düzeltelim, az vermişse belediye, daha fazla verelim. Söz, bakanlıktan para tahsis edeceğiz buraya, gelin kentsel dönüşümü yapalım" diye yalvardım yakardım. Ama malum bizim ana muhalefetin ekipleri bir kampanya yaptılar. Sonra gidip mahkemelerde iptal ettirdiler. O kadar emek verdiğimiz işi yaptırmadılar bize.
"Söylemeye için elvermiyor" diye devam etti:
-O mahallelerde ayakta bir tane ev yok artık.
O yüzden Cumhurbaşkanı'nın "turist" ifadesini çok hafif buluyorum. Turist bu kadar zarar verir mi?
Sadece bu kadar da değil...
Türkiye'nin her yerinde bunu yaptılar. Depremden kısa bir süre önce de Diyarbakır Bağlar'daki kentsel dönüşüm iptal ettirilmişti. "Yarın bir felaket olursa bunun hesabını kim verecek?" diye yazdım. Yemediğim küfür, uğramadığım hakaret kalmadı.
Ve felaket geldi. En çok da Bağlar Bölgesi'ni vurdu. Canlar gitti. Buna rağmen, aynı ekip halen küfür ve hakaret etmeye devam ediyor...
Bütün bunları alt alta koyunca, Cumhurbaşkanı'nın kullandığı "turist" ifadesi çok hafif kalıyor. Keşke sadece oralarda turistik gezi yapsalar!
***
Şimdi de aralarındaki kavga ve itiş-kakıştan fırsat bulduklarında, deprem bölgesine gidip, siyasi rant devşirmeye çalışıyorlar...
Olmuyor tabii, olmaz da!
Biz de gidiyoruz o bölgeye. Geçtiğimiz iki hafta sonunu orada geçirdim. Önümüzdeki hafta sonunda yine gideceğim. Vatandaş, bir yandan kendisine elini uzatanlara ve hizmet için canını dişine takanlara bakıyor; diğer yandan da fotoğraf çektirip, apar topar kaçanlara. Ardından da ağzını doldura doldura, en hafif ifade ile giydiriyor bunlara.
Görüyoruz zaten, rahat rahat dolaşamıyorlar da. Her yerde tepkilerle karşılaşıyorlar. Hatırlarsınız, Can Ataklı bir süre önce, "Erdoğan gitmez. Gitmesi için deprem gibi büyük felaketler yaşanması gerekir" türünden laflar etmişti.
Maalesef geldi o büyük felaket. Ama öngörü tutmadı. Yaşananlara ve deprem bölgelerinde ortaya çıkan tepkilere bakılırsa, büyük felaket istismar siyasetini silip süpürecek gibi görünüyor! Emin Pazarcı
15 notes · View notes
pazaryerigundem · 3 months ago
Text
Başkan Bozbey: “Bütüncül bir yaklaşımla depreme hazırlanmalı”
https://pazaryerigundem.com/haber/186383/baskan-bozbey-butuncul-bir-yaklasimla-depreme-hazirlanmali/
Başkan Bozbey: “Bütüncül bir yaklaşımla depreme hazırlanmalı”
Tumblr media
Marmara Depremi’nin 25. yıl dönümünde, Marmara Belediyeler Birliği (MBB) ve İstanbul Planlama Ajansı (İPA) iş birliğinde düzenlenen ‘17 Ağustos’un Çeyrek Asır Ardından’ etkinliğinde depreme hazırlık, yerel yönetimlerin rolleri, afete müdahale ve iyileşme süreçleri masaya yatırıldı. İstanbul’daki etkinliğin açılış konuşmasını yapan Marmara Belediyeler Birliği ve Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, “Geçmişin acı dolu tecrübeleri bize, plansızlığın ve ihmalin bedelinin ne denli ağır olabileceğini gösterdi” diyerek, Marmara Bölgesi’nin koordineli bir biçimde ve bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerektiğinin altını çizdi.
BURSA (İGFA) – Marmara depreminin 25. yıl dönümünde, İstanbul Planlama Ajansı (İPA) ve Marmara Belediyeler Birliği’nin, (MBB) İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Dairesi Başkanlığı ve KİPTAŞ katkılarıyla düzenlediği “17 Ağustos’un Çeyrek Asır Ardından” etkinliğinde Marmara Bölgesi’nin deprem hazırlık çalışmaları, dayanışma ve iyileşme pratikleri ele alındı. Etkinliğe Başkan Mustafa Bozbey’in yanı sıra Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Marmara Bölgesi’nde bulunan il ve ilçelerin belediye başkanları, akademisyenler, milletvekilleri ve siyasi partilerin yerel yönetimlerden sorumlu yöneticileri katıldı.
Tumblr media
 “ŞEHİRLERİMİZİ DAHA DA DAYANIKLI KILMALIYIZ”
İPA Kampüs’ün ev sahipliği yaptığı etkinliğin açılış konuşmasına 17 Ağustos ve 6 Şubat depremleri başta olmak üzere yaşanan afetlerde hayatını kaybedenleri anarak başlayan MBB ve Bursa Büyükşehir Belediye başkanı Mustafa Bozbey, “Bu tür felaketlerin etkilerini azaltmak ve gelecekte benzer acıları yaşamamak için gereken önlemleri almak zorundayız. Şehirlerimizi daha da dayanıklı kılmalıyız. Dayanıklılık, yani afetlere ve krizlere dayanıklı olmak sadece felaketlerin yaralarını sarmak anlamına gelmiyor. Esasen gelecekte karşılaşabileceğimiz şoklara karşı hazırlıklı olmayı da gerektiriyor. Bu da ancak sistemlerimizi güçlendirerek, altyapımızı sağlamlaştırarak ve toplumumuzda hazırlıklı olma bilincini yaygınlaştırarak mümkün olur” ifadelerini kullandı.
 “DEPREMLE İLGİLİ PLAN VE STRATEJİLER İSTANBUL İLE SINIRLI KALMAMALI”
Dayanıklılığı inşa etmenin proaktif bir yaklaşımla felaketler yaşanmadan önce harekete geçmeyi gerektirdiğini anlatan, plansızlığın ve ihmalin geçmişte ağır bedeller ödettiğini belirten Mustafa Bozbey, “İstanbul artık sadece bir şehir değil, aynı zamanda Bursa, Kocaeli, Tekirdağ gibi Marmara Bölgemizin diğer kentleriyle entegre bir megakent haline gelmiştir. Bu nedenle deprem riski ele alınırken Marmara Bölgesi’nin bütüncül bir şekilde değerlendirilmesi kritik öneme sahiptir. Depremle ilgili plan ve stratejilerin yalnızca İstanbul ile sınırlı kalmaması, bölgenin tamamını kapsayacak şekilde hazırlanması gerekmektedir” dedi.
  BELEDİYELER ARASI KOORDİNASYONUN ÖNEMİ
AFAD’ın bu süreçte belediyelerden önemli beklentileri olduğunu belirten MBB ve Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, yerelde yapılması gerekenlerin başında deprem risk yönetimi ile kentsel dönüşüm ve dayanıklılık planlarının hayata geçirilmesi olduğunu söyledi. Koordinasyonun altını çizen Başkan Bozbey, “Belediyelerimiz bu süreçte sadece kendi bölgelerinde değil, aynı zamanda komşu kentlerle de koordinasyon içinde olmalıdır. Depremden birlikte etkilenecek olan bu kentlerin, afet anında birbirine destek olacak şekilde planlarını hazırlaması ve uygulaması büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda büyükşehirlerimizin afet işleri, deprem risk yönetimi, kentsel dönüşüm ve dayanıklılık birimleri kritik bir rol üstlenmektedir. Bu birimler deprem öncesinde riskleri belirlemek, yapı stoğunu güvenli hale getirmek ve deprem sonrası toparlanma sürecini yönetmekle yükümlüdür. Belediyelerimizin bu birimlerin faaliyetlerini desteklemesi ve kendi planlarını yaparken bu birimlerle koordinasyon içinde olması gerekmektedir” uyarılarını dile getirerek, özellikle İstanbul’un deprem anında ve sonrasında etkin bir yönetim sergilemesi için bu planların büyük öneme sahip olduğunu anlattı.
 “İŞ BİRLİKLERİ HAYATİ ÖNEME sahip”
Merkezi yönetimden sivil topluma kadar kentin tüm paydaşları ile birlikte hazırlanmanın ve toplumsal dayanışmayı en üst seviyede tutmanın önemine de değinen Başkan Mustafa Bozbey, “Yerel yönetimler kendi şehirleriyle ilgili sorumluluklarını yerine getirirken aynı zamanda merkezi yönetim, sivil toplum kuruluşları ve kentin diğer tüm paydaşlarıyla birlikte depreme hazırlanmalıdır. Bu bağlamda belediyelerimizin merkezi yönetimle, AFAD’la, akademik kurumlarla ve sivil toplumla iş birliği içinde çalışması, deprem riskine karşı daha güçlü bir hazırlık yapmamızı sağlayacaktır. Toplumsal dayanıklılığı arttırmak ve afet anında en hızlı şekilde müdahale edebilmek için bu tür iş birlikleri hayati öneme sahiptir” ifadelerini kullandı.
MARMARA DENİZİ ÇAĞRISI!
Deprem başta olmak üzere Marmara Denizi’nin temiz, yaşanabilir ve üretken olmasının da belediyelerin sorumluluğunda olduğunu ifade eden Mustafa Bozbey, “Bursa olarak bu konuda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Tüm ilçe belediyelerimizle bir araya gelerek atık su yönetimi konusunda daha etkili ve çevre dostu bir yaklaşım benimsemeleri için yol haritamızı belirliyoruz. Biz Marmara Denizi’ni kaybetmek istemiyoruz. Marmara bizimdir, Marmara Denizi temiz olmalıdır. Marmara, Marmara’da yaşayanlarındır. Tüm belediyelerimizi ve başkanlarımızı da Marmara Denizi’ni korumada duyarlı olmaya davet ediyorum” dedi
 “TEK BİR IŞIK VAR, O DA BİLİM!”
Marmara Belediyeler Birliği’nin dayanıklı ve hazırlıklı şehirler ve toplum olma yolunda çalışmalarını kararlılıkla sürdüreceğini belirten ve MBB’nin çalışmalarına değinen Başkan Mustafa Bozbey’in ardından kürsüye gelen Türkiye Belediyeler Birliği ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ise, “Çeyrek asır önce sarsılan bu coğrafyada bizlerin sorumluluğu devam ediyor ve çalışmaya devam edeceğiz. Bu konuda tek ışığımız var aslında. Bilim, teknik ve akıl. Başka bir ışığımız yok. Bilimi önünüze bir ışık ve doğrultu olarak koyduğunuzda inanın bu toplum en doğruları yapacaktır ve o doğrular can kaybı yaşamaktan bizleri kurtaracaktır. Burada oluşumuz sadece geçmişimizi değil, tam aksine geleceğimizi konuşmaya dairdir” ifadelerini kullandı.
Açılış konuşmalarının ardından İstanbul planlama Ajansı Başkanı Dr. Buğra Gökçe, ‘Depremin 25 yıllık karnesi’ sunumunu katılımcılarla paylaşırken, bilim insanları da olası Marmara depremini detaylı olarak masaya yatırdı. Etkinliğe katılanlar ayrıca “VR” gözlük ile deprem deneyimi de yaşadı.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
gundemarsivi · 7 months ago
Text
Tumblr media
İktidarın Travma Sonrası Stresinde İnkar Ve Öfke Aşaması
✍🏻 Sinan Kemal
https://www.gundemarsivi.com/iktidarin-travma-sonrasi-stresinde-inkar-ve-ofke-asamasi/
Travma Sonrası Stres bozukluğu yada Posttravmatik Stres bozukluğu, insan dahil tüm canlıların, büyük felaketler sonrasında (gerçi her felaket büyüktür) yaşadığı psikoloji durumudur. Bu durumun aşamaları, inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul olarak sıralanır. Bunun geri kalanını psikologlara sorarsınız. Ben inkar ve öfke aşamasından bahsedeceğim, o da siyasi olarak.
Birebir diyemeyeceğim ama kitleler, partiler, devletler ve benzeri toplumsal oluşumlarda şoklara benzer tepkiler veriyor. Önce inkar ve öfke aşamasında oluyorlar ve cahil bir topluluksalar, uzun süre o aşamada kalıyorlar. Sürekli bir inkar, sürekli bir kendini büyük görme çabasında oluyorlar. Yer yer depresyon da uzun sürüyor. Biz adam olmayız, böyle gelmiş, böyle gider söylemleri sürüp, gidiyor.
Osmanlı tarihini ele alalım. İlk büyük yenilgisi olan 1571, İnebahtı(Avrupalılar Lepanto)’dan sonra, dönemin kudretli sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, gerçek bir devlet adamı tepkisiyle, yakılan donanmanın yenisini yaptırmış, bunun içinde hem devlet hazinesini, hem de devlet kademesini seferber etmiştir. Tüm şehzadeler, hanedan üyeleri, şehzadeler, vezirler, valiler, kısaca tüm has ve zeamet denen büyük tımar sahipleri, büyük servet sahiplerini, devlete en az birer gemi vermesini istemiştir. Sonrasında o meşhur sözünü söylemiştir.
Biz onların kolunu (Kıbrıs’ın fethini kastediyor) kestik, onlar bizim sakalımızı tıraş etti. Kesilen sakalın yerine, yenisi daha gür çıkar ama kesilen kolun yenisi çıkmaz.
Oysa asıl kolu kesilen, Osmanlı’ydı. Osmanlı, ölü ve esir olarak kaybettiği on binlerce denizcinin yerine yenisini yetiştiremedi. Ticaret rotalarının değişmesi, mini buzul çağının ürettiği kuraklık ve seller, Celali isyanları ve benzeri olaylar yüzünden ekonomi krizde olan Osmanlı; Hint okyanusu donanması ve Tuna- İdil gibi nehirlerde savaşacak ince donanmasına önem veremedi. Yani aslında kolu kesilen Osmanlı oldu. https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/inebahtida-kesilen-kolumuz.html
Oysa bu zafer, Haçlı ittifakı açısından da pahalı olmuş, hatta bir ara Osmanlı kazanıyor gibi olmuştu. Osmanlı, Uluç Ali Reis önderliğinde donanmasının bir kısmını kurtarmıştı. Fakat Osmanlı, denizci bir millet olamamıştı. Tüccar bir millet de değildi Osmanlı. Ticaret büyük ölçüde gayrı Müslümlerin, çoğu kez de Yunan ve Yahudilerin işiydi. Osmanlı, dini hukuk gereği Müslüman olmayanlardan daha fazla vergi alıyor, Hristiyanların da (devşirilmesi elzem olan kalifiye kişiler dışında) Müslüman olmasını engelliyordu. Kanuni, sırf bu yüzden Balkanlarda, Millet sistemi denen düzeni kurmuştu. Sokullu Mehmet Paşa ise, istersek direklerini altından, iplerini sırımdan, yelkenlerini atlastan yaparız bu gemilerin diyerek, inkar tepkisi göstermiştir.
Oysa İnebahtı yüzünden Osmanlı, Hint filosuna önem verememiş, Endonezya’daki Açe sultanlığına gerekli yardımı gönderememiştir. İleride Rus imparatorluğu olacak Moskova knezliği ile mücadele eden Kazan ve Astargan hanlıklarına ince donanmayla (nehir donanması) yardım da gönderemedi. Yani bu yenilgi, Moskova’dan, Jakarta’ya, geniş bir dünyayı doğrudan etkiledi.
Osmanlı, bu inkar ve öfke durumunu hep sürdürdü. Uzun duraklama yılları boyunca, okul tarih kitaplarında anlatılmayan veya pek az anlatılan yenilgiler yaşadı. Girit adasının fethi ise 24 yıl sürdü. Yayla İmamı tarihi tarihi diye döneminde yazılmış bir kitap vardır. Birkaç yerde bu savaşa da değinir. Savaşa, Kalenderoğlu başta olmak üzere pek çok Celali elebaşı asker olarak gönderilir. Onlar da savaştan kaçarlar, askersiz kalan gemiler, kolayca Venediklilerin eline geçer. Böyle nice olaylar olur. Savaş daha ziyade adanı merkezindeki Kandiye şehrinin kalesinin kuşatması merkezli de olsa, Adriyatit ve Ege kıyıları da çatışma alanı olmuştur. 1939-40, Fin Sovyet savaşından sonra, rivayet odur ki Fin delegesinden bir kişi Rus delegesine, Umarım aldığınız topraklar, ölülerinizi gömmeye yeter demiştir. (Rus kayıplarını internetten siz araştırın) Aynısını Venedikliler, Osmanlı için de söyleyebilirdi. Karlofça antlaşmasına bir günde gelinmedi. Osmanlı, duraklama dönemi streslerinde (özellikle zafer gibi görünen bir yenilgi olan Haçova savaşına) inkar ve öfkeden öteye gidemedi. Sonuçta Karolfça antlaşması gümbür gümbür geldi.
Karlofça’dan sonra da Lale devri ile inkar dönemi başladı. Bu dönemim boş vermişliği ve yaşanan lüks de inkarın başka bir türüydü. Sonra bir öfke eylemi olan Patrona Halil isyanı ile sona erdi. Bu inkar dönemi, Rusların, Kafkasya’ya girmesi ve bugün adı Azerbaycan olan, İran’ın Kuzey Hazar kıyılarını ele geçirmesine sebep oldu.
İşin doğrusu Lale devrimde kabullenme de vardır. İlk defa müziğin notalara alınması, batı tarzı kesimde elbiselerin yavaş yavaş yaygınlaşması, Türk rokokosu ile mimaride batılılaşma gibi inceden pazarlık ve kabullenme başlamıştı. Ancak bu kabulleniş çok yavaş oldu. Sadece devlette değil, aydınlarda da vardı bu inkar ve öfke. Şinasi’nin tüm eserlerini içeren bir kitap elime geçti.
Şinasi, ülkemizde bugün herkesin bildiği bir isimdir çünkü ülkemizdeki ilk Türkçe tiyatro oyununu yazmış, Tazminat döneminin ilk ciddi sözlük yapıcısıdır. Bu kişinin şiirlerinde aydınlanma bekleriz. Oysa kendisi bir Skolastik ve Tasavvuf meraklısı. Şiirlerinde Newton, Farabi, Eflatın (Platon) ve El Kındi’ye laf atıyor, bunlar sırra eremez diye. Belki de Newton’dan bahseden ilk Türk ve Osmanlıdır zira daha öncesine rastlamadım. O da Newton’u hor görüyor. Birincisi o övdüğü sufilerin hepsini topla, dünyaya bu üç kişi,den herhangi birinin tırnağı kadar faydaları yoktur. Newton’u bilmem anlatmama gerek var mı? Mühendislik eğitiminde halen Newton fiziği okutulur. Akışkanlar mekaniği, statik, mekanik, aerodinamik gibi fizik alt dallarında halen Einstein fiziği yada kuantum fiziğinden çok, Newton fiziği geçerlidir (hesaplaması daha pratik diye.) Newton ayrıca son genelgeye müfredattan kaldrıılan integral dahil, pek çok matematiksel buluşun da sahibidir. Farabi, mantık ve kelamda o kadar önemli bir isimdir ki, Gazali gibi onu tekfir edenler (din dışı ilan edenler) bile, kelam ve mantıkta onun izinden gitmiştir. Mantık bilimine katkılarınan dolayı Muallim-i Sani (ikinci öğretmen, Muallim-i Evvel, yani birinci öğretmen, mantık biliminin kurucusu Aristo’dur) ünvanını almıştır. Descartes’e kadar mantık, onun izinden gitmiştir. Türk halkının adını pek bilmediği El Kındi ise, meşhur Beyt-ül Hikme’nin kucularından, ilk Arap ve İlk Müslüman filozoftur. Meşailik diye bilinen İslam Aristoculuğunun kurucularındandır. İbni Sina ve Farabi dahil tüm Meşailerin hocası sayılır ve İslam orta çağındaki önemli fizik-kimya-tıb ve matematik alanındaki tüm önemli buluş ve icatlar, meşailerin eseridir. Tasavvufçuların pozitif bilmlere katkıları sıfırdı. El kındi, tıpta İbni Sina, kelamda Farabi, matematikte Harezmi kadar önemli bir kişidir. https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html
https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/ibni-sinanin-muslumandir.html
O sırra eren sufiler, tasavvufçular ne yapmıştır? Medrese müfredatından mantık dahil müfredattan kaldırmıştır. (oysa Gazali, mantık olmadan hiç bir şey olmaz demiştir. Tasavvufçu medreselerin Gazali’yi okuduklarından da şüpheliyim. https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html
Gerçi bence Gazali, filozoftan çok, Şia kültürüne saldıran ve insanlara devlete itaati emreden bir propagandacıdır. https://onbinkitap.blogspot.com/2018/12/dini-inanclarimi-kaybetmem-3-imam-gazali.html
Osmanlı, meleklerin eteklerinin atlından delikli borularla bakılıyor gerekçesiyle rasathaneyi top atışlarıyla yıkmıştır. Humbaracı (havan topu) Ahmet Paşa bile bu cahilliğe hayret etmiştir. (Aslında kendisi bir Fransız soylusuydu. Müslüman olup, Osmanlı hizmetine girmişti) Medrese müderrislerine, bir üçgenin iç açılarının toplamını sormuş, üçgenine göre değişir cevabı almıştır. Bu ve benzeri cahillikler, tasavvuf sayesinde ülkede kökleşmiştir.
Şinasi’nin tek tiyatro eseri de böyle bir softalığın, toplumdaki sonuçlarını anlatır. Oyunun tam adı, Kuyruklu Yıldız Altında, Bir Şair Evlenmesi‘dir. Oyunda hem yetmiş altı yılda bir dünyamızın yakınından geçen Halley kuyruklu yıldızı üzerinden dönen kıyamet iddaları ve dedikoduları, hem de vekil ile nikah kıyma hicvedilir. Bu vekil ile nikah kıymayı bilmiyor olabilirsiniz, neyse ki untulumuş bir Osmanlı adeti. Nikahta çiftler değil de, çiftleri temsilen başka birileri ile nikah kıyılıyor, üstelik de gelinin yüzü duvakla tamamen kapalıyken. Bu numara ile kim bilir kaç çift, başka başka kişilerle evlendirildi. Oyunda da şairimiz, kızın ablası ile evlendiriliyor. Bu geleneği ilk yıkan kişi Atatürk’tür. Latife hanımla meşhur evliliğinde vekil kullanmamış, ondan cesaretle bu adet kalkmıştır. Muhtemelen artık tamamen unutulan bu adet ve oyundaki diğer cahilce alışkanlıklar, o şiirleri ile övdüğü sufilerin işiydi.
Osmanlı aydını, batı karşısındaki yenilgi travmasını yavaş yavaş kabullenmiştir. Şinasi’ye hitaben, Ben Felatun’u beğenmez ne salaklar gördüm denmiştir. Atatürk, Türklerin travmasını tam olarak kabul edip, gerçek bir çağdaşlaşma ve devrimler yapma işine girmiştir. İzmir’in kurtarılmasından sonra önceliği Türkiye’yi güçlendirmeye ayırdı.
Yenilgi, en büyük travmadır. Bu yüzden yenilginin sebeplerini tahlil etmek zordur. İngilizleri, o devasa imparatorluklarını kurmalarının değil, yıkmalarının hayranı olmuşumdur. Dünya yüz ölçümünün üçte biri ve hatta daha fazlası olan o devasa imparatorluklarını, 1945’den itibaren sürdüremeyeceklerini anlayıp, 1980’e kadar adım adım tahliye etmişlerdir. İmparatorluklarını kurarken de, deniz savaşları hariç, çok fazla kan dökmemişlerdir. Napolyon savaşları ile, birinci dünya savaşı arasında, İngilizlerin en çok ölü verdiği savaş, Güney Afrika’daki Hollanda kökenli bezaların isyanı olan Boer savaşıdır. İngilizler koca Hindistan’ı (ki o zamanların Hindistan’ına, Pakistan, Bangladeş, Nepal, Maldiv adaları, hatta Myanmar bile dahildir), ki nüfusu 20. yüzyıl başında bile yüz milyon kadardır, İngilizler bu devasa ülkeyi, daha doğrusu kıtayı, yüz bin kadar subayla yönetir, birbirine düşman kabileleri kendisine asker yapar. Ancak ikinci dünya savaşı itibarıyla, küçük ada devletlerinin bu imparatorluğu taşıyamayacağını anlamışlardır.
İngilizlerin, Türkler yada diğer düşmanları ile ilgili anlatılara bakıldığında öyle kör bir nefret yoktur. Hatta bir parça sempati duyduklarını fark edersiniz. Gerçek düşmanlık, kör bir öfke ve nefretten ibaret değildir. Düşmanı gerçekten tanımak için, ona az da olsa sempati duymalısınız. Rakibini tartan sporcu gibi, düşmanı gerçek anlamda tanımalısınız. Meşhur İngiliz soğuk kanlılığı da buradan geliyor.
CHP’nin de, genel seçim yenilgisinden on ay sonra gelen yerel seçim zaferinin ardında yenilgiyi kabullenmesi ve travmayı atlatması yatıyor. İktidar partimiz ise halen biz bitti bitmeden, bitmez, yeni anayasa, yeni müfredat derdinde. İktidarların asıl muhalefeti, yaptıkları icraatlardan oluşan hoşnutsuzluktur. İktidarın mücadele etmesi gereken muhalefet partileri değil, halkın muhalefete yönelmesine sebep olan kendi kötü icraatlarıdır. Yapması gereken icraatlarını düzeltmek yada iktidarını kime devredeceklerini tespit etmektir.
Sinan Kemal
#birşairinevlenmesi, #chp, #akp, #iktidarneyapacak, #ingilizler, #Karolfçaantlaşması, #laledevri, #osmanlınınyenilgileri, #psikoloji, #Şinasi, #siyaset, #tarih, #travma, #öfke, #felsefe
0 notes
bilgilikus · 1 year ago
Text
Efsanevi Tapınaklar Machu Picchu ve Chichen Itza
Tumblr media
Machu Picchu ve Chichen Itza, dünya üzerindeki antik uygarlıkların izlerini taşıyan eşsiz tapınaklardır. Machu Picchu, Peru'nun And Dağları'nda, Inka İmparatorluğu'nun zirvesinde bulunan muazzam bir arkeolojik alan olarak bilinir. 15. yüzyılda inşa edilen bu kayalık şehir, sıra dışı mimarisi ve çevresindeki doğal güzellikleriyle büyüleyici bir atmosfere sahiptir.
1. Kaybolmuş Uygarlıklar
Kaybolmuş uygarlıklar tarih boyunca merak uyandırmış ve sır dolu hikayeleriyle gizemini korumuştur. İsyanlar, doğal felaketler veya diğer nedenlerle yok olan bu eski medeniyetler, arkeologlar ve tarihçiler için büyük bir ilgi kaynağı olmuştur. İnsanlık tarihinin derinliklerinde izlerini bırakan bu kaybolmuş uygarlıklardan bazıları Inka, Maya ve Aztek gibi büyük medeniyetlerdir.
2. İnka İmparatorluğu ve Machu Picchu
İnka İmparatorluğu, Güney Amerika'nın And Dağları bölgesinde hüküm süren etkileyici bir uygarlıktır. Olağanüstü mühendislik becerileri, tarım teknikleri ve sosyal yapıları ile tanınırlar. İnka İmparatorluğu'nun en önemli simgelerinden biri olan Machu Picchu, dünyanın en ünlü antik şehirlerinden biridir. Bu etkileyici tapınak kompleksi, And Dağları'nın zirvesinde yer alır ve muhteşem manzarasıyla ziyaretçilere kendine hayran bırakır.
3. Maya Uygarlığı ve Chichen Itza
Maya uygarlığı, Orta Amerika'da M.Ö. 2000 yıllarında başlayan ve M.S. 1500 yıllarında sona eren önemli bir medeniyettir. Matematik, astronomi, yazı ve mimaride büyük bir ilerleme kaydetmişlerdir. Chichen Itza, Maya uygarlığının en önemli merkezlerinden biridir. Bu antik şehirde bulunan Piramit Kukulkan, Mayaların astronomik bilgilerini temsil eder ve her yıl bahar ve güz ekinoksunda harikulade bir görsel şov sunar.
4. Aztek Uygarlığı ve Teotihuacan
Aztek Uygarlığı, Meksika'da M.S. 14. yüzyılda yükselen bir medeniyettir. Gelişmiş tarım teknikleri, karmaşık toplumsal yapı ve dini ritüelleriyle öne çıkmışlardır. Teotihuacan, Aztek uygarlığının en önemli merkezlerinden biridir. Bu antik şehir, Piramitler Sokağı, Güneş Piramidi ve Ay Piramidi gibi etkileyici yapıları ile ünlüdür. Teotihuacan, Meksika'nın en önemli arkeolojik alanlarından biridir ve her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlar.
5. Caral: Dünyanın En Eski Kenti
Caral, Güney Amerika'nın Peru kıyılarında bulunan, dünyanın en eski kentlerinden biridir. M.Ö. 3000 yıllarında kurulan Caral, karmaşık bir planlamaya sahip olan büyüleyici bir antik şehirdir. Piramitler, tapınaklar ve diğer yapılar, Caral'ın gelişmiş bir sosyal ve kültürel yaşama sahip olduğunu gösterir.
6. Tiwanaku: And Dağları'ndaki Gizemli Şehir
Tiwanaku, Bolivya'nın And Dağları'nda bulunan eski bir şehirdir. M.S. 5. ve 10. yüzyıllar arasında etkili olan Tiwanaku uygarlığı, bu alanda önemli bir siyasi, ekonomik ve dini merkezdi. Tiwanaku'nun etkileyici yapısı, karmaşık taş işçiliği ve monumental tapınaklarıyla dikkat çekmektedir. Bu antik şehir hala gizemlerle doludur ve araştırmacılar tarafından incelenmektedir.
7. Meksika'nın Diğer Efsanevi Tapınakları
Meksika, birçok önemli antik tapınak ve yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Uxmal, Puuc tarzı mimarinin en iyi örneklerinden biridir. Bu antik Maya şehri, karmaşık kabartma desenleri ve zarif yapısıyla büyüler. Tulum, Karayipler sahilinde yer alan büyüleyici bir tapınaktır. Denize doğru uzanan tepelerde yer alan bu antik şehir, güzel manzarasıyla ziyaretçileri büyüler. Palenque ise Maya sanatının önceliklerini gösteren önemli bir merkezdir. Karmaşık kabartmalar ve yapılar, Palenque'nin büyüleyici güzellikte olduğunu ortaya koyar.
8. Uxmal: Puuc Tarzı Mimarlara Bir Şaheser
Uxmal, Meksika'da bulunan Puuc tarzı mimarinin en önemli örneklerinden biridir. Bu antik Maya şehri, taş işçiliğindeki ustalığı ve karmaşık geometrik desenleriyle ünlüdür. Piramitler, tapınaklar ve diğer yapılar, Uxmal'ın derin bir kültürel öneme sahip olduğunu kanıtlar.
9. Tulum: Karayipler Sahili'nde Göz Alıcı Bir Tapınak
Tulum, Meksika'nın Karayipler sahilinde bulunan etkileyici bir tapınaktır. Beyaz kumlu plajlar ve turkuaz deniz eşliğinde yer alan bu antik şehir, büyüleyici manzarasıyla ün kazanmıştır. Tulum, maya lüks yaşamının izlerini taşıyan zarif yapılara ev sahipliği yapar. Ziyaretçiler, denizin kenarındaki bu antik şehrin büyülü atmosferinin tadını çıkarabilir.
10. Palenque: Maya Sanatının İncelikleri
Palenque, Meksika'da bulunan önemli bir Maya merkezidir. Bu antik şehir, maya sanatının inceliklerini sergileyen kabartmaları ve yapılarıyla ünlüdür. Kraliyet mezarları, tapınaklar ve diğer yapılar, Palenque'nin zengin ve sofistike bir kültüre sahip olduğunu gösterir.
11. Chan Chan: Güney Amerika'daki En Büyük Öncesi Amerikan Şehri
Chan Chan, Peru'nun kuzeyinde bulunan dünyanın en büyük öncesi Amerikan şehirlerinden biridir. Chimor Krallığı'nın başkenti olan Chan Chan, karmaşık bir surla çevrili ve etkileyici bir mimariye sahiptir. Kabartma desenleri ve süslemelerle bezenen bu antik kent, Perulu kültürün önemli bir sembolüdür.
12. Cahokia: Kızılderili Kültürünün Merkezi
Cahokia, Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunan ve Mississipi Nehri vadisinde yer alan büyük bir Kızılderili kentidir. 600 yılında kurulan Cahokia, o dönemdeki Amerika yerlilerinin sosyal, siyasi ve dini hayatının merkeziydi. Bu antik kentin büyüklüğü ve karmaşıklığı, bölgenin en önemli arkeolojik alanlarından biri olarak kabul edilmesini sağladı. Kaybolmuş uygarlıkların gizemli dünyası hala keşfedilmeyi bekliyor. Inka, Maya, Aztek, Caral, Tiwanaku gibi büyük uygarlıkların tapınakları ve şehirleri, arkeologlar ve tarihçiler için büyük bir ilgi kaynağı olmuştur. Bu efsanevi yapılar, geçmişin izlerini sürmek ve bu eski medeniyetlerin olağanüstü başarılarını anlamak için bize paha biçilmez bir mirastır. Read the full article
0 notes
malatyapenceregazetesi · 2 years ago
Text
MALATYA SİYASETİNDE KARIŞIK HESAPLAR!.. MALATYALILAR NEREDE?
Tumblr media
10 Nisan tarihinde açıklanacak listeler öncesi milletvekili aday adaylarının profillerine baktığımızda, Malatyalı isimlerin azlığı dikkatlerden kaçmıyor. Tüm siyasi partilerde aday adayları, listelerde kendilerine yer edinebilmek için adeta Ankara’ya akın ettiler. Deprem zamanında Malatya’da bulunmayan, sosyal medya hesaplarından bir geçmiş olsun paylaşımında dahi bulunmaktan aciz kalan bu basiretsiz isimlerin, Malatya’nın problemlerini ulusal basının gündemine dahi sokamadıktan sonra şehrimize ne katacağını hepimiz merak ediyoruz. Muhalefete şöyle bir bakınca kazandık mesajları verilirken Malatya ve Malatyalı adına tek bir yorum dâhi yapmamış, demeç vermemiş, yaşanan deprem sonrası büyük yıkımlar olan Malatya için tek bir açıklama dahi yapamamış İl Başkanlarının Genel Başkanlarına verecekleri liste benim nazarımda yok hükmündedir. Malatya’nın son dönemlerine baktığımızda eleştiri yapmak için eleştiri yapan sorunlara çözüm önerileri dahi sunamayan insanların, makam ve mevki uğruna esiri oldukları kişileri listeye sokma yarışına girmeleri Malatya için değil kendileri için çalıştıklarının göstergesi olacaktır. Gelelim İktidar partisinin vekilleri ve aday adaylarına. Milletin derdi ile kaldıkları otel odasında dertlenen, her ortamda Malatya için çok çalıştıklarını ifade edip ancak Malatya’ya bir şey katamayan değerli siyasetçi ve bürokratlarımızın Malatya’ya katacak artık neleri kalmıştır? Büyük felaketler sonrası Malatya’da her şey güllük gülistanlık gibi gösterme peşinde olanlar, keşkesi dahi olmayanlar ile Malatya nereye gidecektir? Şehir dışından gelen yardımları dahi kendi yardımları gibi gösterip en çok ihtiyaç duyulan dönemde Malatya’da olmayan kadim şehrin büyük insanlarını, Malatyalı sosyal medyadan yazılan ve silinen mesajları ile hatırlayacaktır. Malatya’ya dost gibi görünüp her ortamda Malatya’ya ihanet edenleri herkes 6 Şubat sonrası akıllarına kazıdı. Listelerde ismi konuşulan Bakanların dahi Malatya halkına büyük bir teveccühmüş gibi lanse edilmesinin örneklerini geçmiş tarihlerde bu memleket çok gördü. Artık Malatya’nın ve Malatyalıların kaybedecek 1 dakikası bile yok! Şehrin birçok noktasında enkaz kaldırma çalışmaları halen devam ediyorken, halen iş makinalarının girmediği birçok nokta varken, Malatyalı Belediyelerimizin mobil yemekhaneleri dahi yokken, konteynere yerleşemeyip çadırlarda yaşam devam ediyorken bir Malatyalılar adına sormak istediğim bir soru var. İsminiz skandallarla anılıyorken, ortağı olduğunuz firmaların sattığı evler enkaz haline dönüşüyorken, deprem olan yerde temel atıp illa burası yeni yerleşke olacak diye tutturuyorken, insanlar sizlere haklarını dahi helal etmiyorken, sizin sevdanız gerçekten de Malatya’ya mı, yoksa kendinize mi? Kaynak:Manşet Malatya Berkman Dulcan Read the full article
0 notes
mansetmalatya · 2 years ago
Text
Malatya Siyasetinde Karışık Hesaplar!.. Malatyalılar Nerede?
Tumblr media
10 Nisan tarihinde açıklanacak listeler öncesi milletvekili aday adaylarının profillerine baktığımızda, Malatyalı isimlerin azlığı dikkatlerden kaçmıyor. Tüm siyasi partilerde aday adayları, listelerde kendilerine yer edinebilmek için adeta Ankara’ya akın ettiler. Deprem zamanında Malatya’da bulunmayan, sosyal medya hesaplarından bir geçmiş olsun paylaşımında dahi bulunmaktan aciz kalan bu basiretsiz isimlerin, Malatya'nın problemlerini ulusal basının gündemine dahi sokamadıktan sonra şehrimize ne katacağını hepimiz merak ediyoruz. Muhalefete şöyle bir bakınca kazandık mesajları verilirken Malatya ve Malatyalı adına tek bir yorum dâhi yapmamış, demeç vermemiş, yaşanan deprem sonrası büyük yıkımlar olan Malatya için tek bir açıklama dahi yapamamış İl Başkanlarının Genel Başkanlarına verecekleri liste benim nazarımda yok hükmündedir. Malatya’nın son dönemlerine baktığımızda eleştiri yapmak için eleştiri yapan sorunlara çözüm önerileri dahi sunamayan insanların, makam ve mevki uğruna esiri oldukları kişileri listeye sokma yarışına girmeleri Malatya için değil kendileri için çalıştıklarının göstergesi olacaktır. Gelelim İktidar partisinin vekilleri ve aday adaylarına. Milletin derdi ile kaldıkları otel odasında dertlenen, her ortamda Malatya için çok çalıştıklarını ifade edip ancak Malatya’ya bir şey katamayan değerli siyasetçi ve bürokratlarımızın Malatya’ya katacak artık neleri kalmıştır? Büyük felaketler sonrası Malatya’da her şey güllük gülistanlık gibi gösterme peşinde olanlar, keşkesi dahi olmayanlar ile Malatya nereye gidecektir? Şehir dışından gelen yardımları dahi kendi yardımları gibi gösterip en çok ihtiyaç duyulan dönemde Malatya’da olmayan kadim şehrin büyük insanlarını, Malatyalı sosyal medyadan yazılan ve silinen mesajları ile hatırlayacaktır. Malatya’ya dost gibi görünüp her ortamda Malatya’ya ihanet edenleri herkes 6 Şubat sonrası akıllarına kazıdı. Listelerde ismi konuşulan Bakanların dahi Malatya halkına büyük bir teveccühmüş gibi lanse edilmesinin örneklerini geçmiş tarihlerde bu memleket çok gördü. Artık Malatya’nın ve Malatyalıların kaybedecek 1 dakikası bile yok! Şehrin birçok noktasında enkaz kaldırma çalışmaları halen devam ediyorken, halen iş makinalarının girmediği birçok nokta varken, Malatyalı Belediyelerimizin mobil yemekhaneleri dahi yokken, konteynere yerleşemeyip çadırlarda yaşam devam ediyorken bir Malatyalılar adına sormak istediğim bir soru var. İsminiz skandallarla anılıyorken, ortağı olduğunuz firmaların sattığı evler enkaz haline dönüşüyorken, deprem olan yerde temel atıp illa burası yeni yerleşke olacak diye tutturuyorken, insanlar sizlere haklarını dahi helal etmiyorken, sizin sevdanız gerçekten de Malatya’ya mı, yoksa kendinize mi? Read the full article
0 notes
benimpencerelerim · 2 years ago
Text
FETIHTEN YAGMAYA
Yağma Kültürü/Kirli İttifaklar/Yeni bir Kent
Oğuz Işık
                               22 Şubat 2023 Çarşamba                                            
6 Şubat Kahramanmaraş merkezli deprem felaketi sonrasında çok kişi iyi niyetle ve şaşkınlıkla sordu: Deprem olacağı bilindiği halde bu binalara nasıl izin verildi, hiç mi denetim yapılmadı, göz göre göre nasıl sessiz kalındı? Daha bir yıl önce sel felaketlerinde dere yataklarına kurulan ve ilk selde yıkılabileceğini içinde yaşayanlar da dahil herkesin bildiği binalara ilişkin de sorulmuştu benzeri sorular. Şimdi anlıyoruz ki, inşaat ilminin yüz yıllardır bilinen birkaç temel ilkesine uyulmuş olsa, bu felaketler rahatlıkla önlenebilir, binlerce kişinin ölümünün önüne geçilebilirdi. Toplum, acısını hafifletebilmek adına suçlu arıyor ve suçlar zincirinin en görünür halkası olan müteahhitlere ve yöneticilere yöneltiyor öfkesini. Ancak sorunlar, birkaç kişinin cezalandırılması ile çözülebilecek türde basit “teknik” sorunlar değil. Burada daha temel soruları gündeme getirmek ve bu denli büyük bir acının ardından farklı bir gelecek kurabilmek için bu soruları enine boyuna tartışmak gerekiyor.
Sorun “teknik” bir sorun değil, hiçbir zaman da olmadı. Kentleri sadece çirkinleştirmekle kalmayan, birer ölüm tuzağına dönüştüren sorunların kaynağını Türkiye’nin kentleşme sürecinin ilk dönemlerinde yaptığı tercihlerde ve bu tercihler üzerine kurulan ittifakların bugün almış olduğu biçimde aramamız gerekiyor. Sorun, kentleşmenin yarattığı devasa sorunların üstesinden gelebilmek için Türkiye’nin bulduğu ve o koşullarda işe yarayan son derece basit çözümlerin ve bu çözümler üzerine kurulan güç birliklerinin, değişen koşulların etkisi ile yağma/talan işbirliğine dönüşmüş olmasında yatıyor. Bu ittifaklar sayesinde yerleşen kolay kazanç/ gasp kültürünün toplumun kılcal damarlarına işlemiş olması ve nihayet 2000’li yılların özel koşullarında bu zihniyeti ince ince işleyen AKP’nin yerleştirdiği dinamikler, deprem sonrasında görünür hale gelen tüm teknik sorunları anlamsız kılan bir güç birliği oluşturdu. İşte bu güç birliğinin kurduğu ilişkiler ağı, birbirine benzeyen kalitesiz kentler yaratmakla kalmadı, 2000’lerin kentleri yağmalanacak bir kazanç kapısı olarak gören birikim modelinin ve sınıf ittifaklarının temel taşlarından birini de oluşturdu. Bir dönemin “masum” ilişki ağları, yeni aktörlerin katılımı ile bambaşka bir niteliğe büründü ve bu süreci yönetebilecek tek aktör olan devlet, ‘80’li yıllarda ortaya çıkan sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirecek müdahalelerde bulundu ve böylece de bugünkü akıl dışı duruma zemin hazırladı.
Bu öykü, küçük toprak mülkiyetinin hakim olduğu ve yeterli sermaye birikimi olmayan bir ülkenin kentleşme adını verdiğimiz muazzam dönüşüm sürecinin sorunları ile baş edebilmek için geliştirdiği ve birçok açıdan “dahice” diyebileceğimiz çözümlerin zaman içinde tıkanarak dönüşmesinin, daha sonra kirli bir siyasetin ve bambaşka sınıfsal ittifakların bir aracı haline gelmesinin öyküsü. Bu, üzerinde çok yazılmış, sadece ana hatları ile değil neredeyse tüm detayları ile bildiğimiz bir öykü. Dahası, tıpkı depremin gelmekte olduğunu haykıran bilim insanları gibi birçok kişinin de önceden uyarılarda bulunduğu bir öykü. Hızlıca öykünün başladığı 1960’lara bakmamız gerek, asıl büyük dönüşümün (ve yıkımın) yaşandığı 2000’leri anlayabilmemiz için.
2000’den önce
Türkiye köyden kente kitlesel göç olgusu ile 1950’lerde tanıştı. Kentleşme, sadece nüfusun yer değiştirmesi ile kısıtlı olmayan büyük çaplı bir dönüşüm süreci. Ülkenin iktisadi, toplumsal, siyasi yapısını altüst eden, yenilerinin kurulmasını gerektiren zorlu bir süreç. Bu zorlu sürece girdiğinde yeterli sermaye birikimi olmayan ve yetişmiş işgücü kısıtlı olan Türkiye, kentleşme sürecinin finansmanı için toplumun kendiliğinden geliştirdiği iki çözüme dayandı, büyük ölçüde başka seçeneği olmadığından: Hızla büyüyen kentli orta sınıfların konut sorununa yönelik yapsatçılık ve kente göçen, çoğunluğu yoksul kesimin ihtiyacına yönelik gecekondu.
Yapsatçılık, küçük imar parselleri üzerinde müteahhitin asgari kaynaklarla, makul kalitede bir konut üretmesini sağlayan bir sistem olarak ortaya çıktı. Yapımcının kat karşılığı inşaat sayesinde arsa sorununu çözdüğü, nakte ihtiyacı olduğunda ise tamamlanmamış daireleri satarak finanse ettiği bir yapım süreci yapsatçılığın en belirgin özelliği oldu. Aynı zamanda kente göçen niteliksiz iş gücüne bir sığınak sağlayan, süreçte yer alan tüm aktörlere kısa dönemli yararlar sağlayan bir işbirliği sistemi olageldi. Neredeyse sıfır nakit sermaye ile yürütülen bu sistem olgunluk çağına kat mülkiyetinin yasallaştığı 1960’larda ulaştı. Kente göçen yoksul kitleye yönelik gecekondu ise, kent çeperinde bol miktarda bulunan hazine arazilerinin işgal edilerek, müstakbel kullanıcılar tarafından çoğu kez imece usulu ile üretilmesine dayanan bir sistem oldu. İşgalci- yapımcı- kullanıcı özdeşliği sayesinde ilk kuşak gecekondular tümüyle kente göçen kitlenin barınma ihtiyacına yönelik, meta niteliği taşımayan ürünlerdi. Bu özdeşlik aynı zamanda kullanıcılara, apartmanlarda yaşayan orta sınıfın elde edemediği bir özgürlük tanıyor, konutlar zamanla hanenin ihtiyaçlarına göre genişletilebiliyordu.
Her ikisi de mevcut sermayenin konut üretimine ilgi duymadığı ve daha önemlisi gücünü toprak sahipliğinden alan bir sınıfın olmadığı, özellikle kentsel alanlarda toprak mülkiyetinin parçalı olduğu bir ortama son derece uygun çözümlerdi. Toplumun kendi içinden bulduğu bu basit -biraz abartayım “dahice”- çözümler, orta sınıfın ve yoksul kesimlerin kentte tutunmasının ve zaman içinde zenginleşmesinin önünü açtı. İçinde yer alan aktörlere kısa ve orta vadede yarar sağlayan gönüllü bir birliktelik olması anlamında her ikisini de ittifak olarak adlandırmak yanlış olmaz. Bu ittifakları kalıcı kılan, çıkarları ve beklentileri birbirinden farklı olan, farklı güdülerle kentsel arsa piyasasına giren gruplara maddi refah sağlaması ve bunu sürdürebilmesi becerisidir. Ayrıca hem yerel hem de merkezi yönetim eliyle devleti de bu ittifakların çoğu kez sessiz bir ortağı olarak da görmek mümkündür. İlk aşamalarda hazine arazilerinin işgal edilmesine sessiz kalan ve daha sonra da gecekondu alanlarına temel kentsel hizmetleri götüren devlet, bu ittifaklar sayesinde kentleşme sürecinin en zorlu aşamasını büyük ölçüde sorunsuz halledebilmiştir. Başka türlü harekete geçirilmesi mümkün olmayan kaynakları harekete geçiren bu iki ittifak, iç piyasa üzerinden bütünleşmeyi öngören ’80 öncesi Türkiye’nin kalkınma modelinde ve sınıfsal denklemlerinde önemli bir rol oynamıştır. 1980 öncesi sınıf ittifaklarının bir öğesi artan reel ücretler ise, ikincisi de kentsel rantların yapsat ve gecekondu üzerinden geniş toplum kesimlerine dağıtılması olmuştur. Zaten Türkiye’nin kentleşme tarihi, ilk dönemlerde kurulan geniş tabanlı ittifakların toplumsal tabanının daratılması, artan getirilerin ise daha az sayıda grup arasında paylaşılması sürecidir.
Ancak neresinden bakarsanız bakın gecekondu, eninde sonunda bir gasp eylemidir. Toplumun tümüne ait olan ve böyle değerlendirilmesi gereken bir değere -toprağa- belli bir grubun el koymasına göz yumulması demektir. Ama ilk dönem gecekondularının olgun dönemi diyebileceğimiz 60’lı ve 70’li yıllarda toplum ve devlet katında böyle görülmediğini, meşru bir eylem olarak görüldüğünü vurgulayalım. Bunun temel nedeni elbette ki, gecekonduların satılmak üzere değil de kullanılmak üzere üretiliyor olmasıdır. Toplum gözünde meşru görülmesi ayrıca siyasetin gecekonduya artan oranlarda müdahalede bulunmasına da zemin hazırladı. Bunun en net yansıması da imar afları yoluyla gecekondu alanlarına yasal statü sağlanması oldu.
Ancak ne olursa olsun, topluma ait bir kaynağın toplumca meşru görülen bir amaç için bile olsa gasp edilmesi, kendine ait olmayan bir değer üzerinden kolay kazanç elde etmenin zihinsel dünyasını açtığını, ileride bol bol örneğini göreceğimiz yağma kültürünün kapısını araladığını söylemek abartı olmaz. İlk dönem gecekondulaşma sürecinin üzerine kurulu olduğu hassas dengeler, gecekondunun “masum” bir eylem olmasına, değişim değil de kullanım için üretiliyor olması koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı.
1970’lerin özellikle ikinci yarısından itibaren her iki ittifakın da koşulları değişmeye, kurulu dengeleri sarsılmaya başladı. İmarlı arsa stokunun kısıtlı olması nedeniyle arsa sahiplerinin giderek daha fazla pay istemesi sonucunda hem yapsat eliyle üretilen dairelerin fiyatları arttı hem de imar haklarının artmasına yönelik baskılar oluştu. Çoğu kez olumlu karşılık bulan bu baskılar sonucunda, ilk dönemlerin makul sayılabilecek kentsel çevrelerinde yoğunluk arttı ve çevre kalitesi hızla düştü. Gecekonduda ise bozulmayı yaratan kısaca ticarileşme adını verebileceğimiz bir süreç oldu. İlk önce inşaatın belli aşamalarında ücretli emek kullanılması, hazine arazilerini önceden işgal eden bazı grupların parselleyip satması sonucunda işgalin arsa elde etmenin tek yolu olmaktan çıkması (“hisseli tapu”), gecekondu bölgelerinde birden fazla konuta sahip kişilerin yaygınlaşması (“gecekondu ağaları”) ve sonuçta kiracılığın yaygınlaşması, bu sürecin ilk görülen unsurları oldu. 1960’ların “masum” gecekondularını tanımlayan konut sahibi-kullanıcı özdeşliği giderek ortadan kalktı ve gecekondular artan oranda alınıp satılan metalara dönüştü. İşte kentlerde asıl yağma kültürünü önü alınmaz hale getiren bu değişimler ve ardından gelen müdahaleler oldu.
1980’ler Türkiye’nin farklı bir büyüme modeline geçtiği yıllar oldu. Yeni model, çalışan sınıflarla kurulan mutabakatın yıkılarak siyasi denklemlerden dışlanmasına ve önceki dönemin tersine dışa açılmak adına reel ücretlerinin azaltılmasına dayanıyordu. İç piyasa etrafında bütünleşmeye dayalı önceki modelin kentlerdeki temel dayanağı olan yapsatçılık ve gecekondunun da tıkanması ve vaadlerini gerçekleştiremeyeceği bir noktaya gelmiş olması, ‘80’lerin en belirgin özellikleri arasında sayılabilir. Bu tıkanmayı aşan, yakın dönem Türkiye tarihinin belki de en “vizyoner” (!) siyasetçisi olan Özal oldu. Özal dönemimde çıkartılan 1984 tarihli 2981 sayılı af yasası, her anlamda bir “devrim” niteliğindedir. Önceki yasalar kaçak yapıların bağışlanarak hukuk dışı alanlar olmaktan çıkarılması ile kısıtlı iken, bu yasa yasallaştırma ile yetinmeyip mevcut kaçak konutların hazırlanacak islah imar planlarında öngörülen modele göre dönüşümüne zemin hazırladı. Özal’ın “binaları kanunlara değil, kanunları binalara uydurmak gerek” diyerek savunduğu model çok basitti: Gecekondulara bulundukları parsel üzerinde 4, bazı durumlarda 5 kata kadar yapılaşma izini veren bu yasa, gecekondunun yaşadığı değişimler nedeniyle aralanmış olan “cehennemin kapılarını” sonuna dek açtı. Hedef, gecekonduların, herhangi bir teşvik ve izne gerek kalmadan, diğer bir deyişle devlet açısından en az sorun yaratacak yolla, mevcut parseller üzerinde çok katlı yapılara dönüşebilmesini sağlamaktı. İmar afları ile tek katlı kaçak yapılardan çok katlılara dönüşüm sağlandı, daha önceleri istisna olan çok katlı kaçak yapılaşma kural haline geldi. Bu sayede 1970’li yılların sonlarına doğru tıkanma eğilimine girmiş bulunan yapsatçılık ile gecekondunun buluşması sağlandı ve kentler üzerinde kusursuz bir yağma kültürünün önü açıldı.
1980’ler ve ‘90’larda gecekonduların apartmanlaşması furyası sayesinde Özal’ın istediklerini elde ettiği söylenebilir. İş gücü piyasasında yoksullaşma tehdidi altındaki toplumsal gruplar, bu kayıplarını bir ölçüde de olsa emlak piyasasındaki kazanımları ile telafi ettiler. Bu açıdan bakıldığında kentleşme sürecinin ilk aşamalarında kurulan büyüme koalisyonlarının biçim değiştirerek devam ettiği söylenebilir. Ancak bu, önceki döneme göre toplumsal tabanı büyük ölçüde daralmış ve getirilerin çok eşitsiz bir şekilde dağıldığı bir güç birliğidir. Özal affı ile gelen ıslah imar planları sayesinde gecekondu alanları hızla dönüştü. Gecekondu alanlarındaki apartmanlaşma, kent dokusundaki ayrışmayı ve gecekondu alanlarınin kendi içinde farklılaşmasını hızlandırdı. Kent merkezine yakın ya da başka bir nedenden dolayı değer kazanmış olanlar hızla dönüşür ve sahipleri zenginleşirken, diğerleri kaderine terk edildi. Bu apartmanlaşma kentin belli bir yöne değil, her yönde büyümesi yönünde de muazam baskı yarattı. Bu dönüşümün büyük ölçüde yapsatçılar tarafından yani küçük sermaye eliyle üstlenildiğini bir kez daha vurgulamak gerek.
Kent toprakları üzerindeki iştah açıcı imar rantlarına göz diken büyük sermaye grupları, apartmanlaşma dolayısıyla daha da ufalanmış olan toprak mülkiyetinin yarattığı sorunları aşamadığı için, büyük toprak parçaları elde edebildiği kent çeperinde orta üst ve üst gelir gruplarına yönelik projeler ile kazanç sağlama yolunu seçti. Bu döneme dair söylenmesi gereken en önemli şey, kentleşmenin ilk aşamalarında kendi kaynağını kendi yaratan ve geniş toplum kesimlerinin denklemlere dahil edilmesini garanti altına alan yapsatçılık ve gecekondunun artık bambaşka amaçlara hizmet ediyor oluşudur. Gecekondu masum bir barınma meselesi olmaktan çıkıp, hem kentte oluşan rantlara el koymanın hem de bu rantları arttırmanın bir aracı haline geldi. Barınma sorununa bir çözüm olabildiği ölçüde toplum katında meşruiyeti olan gecekondu, giderek kenti yağmalamanın aracı haline geldi. Kendi çıkarı peşinde koşan grupların yarattığı baskı ve elde edilen yüksek getiriler, kent yoksullarının içinde zenginleşen gruplar yarattı. Apartmanlaşan gecekondu kentte kolay kazanç kapısının, ilk kuşak gecekonducuların el koydukları bir kaynağın neredeyse hiç çabalamadan değerlenmesi sonucunda büyük kazançlar elde edebildiği bir araç haline geldi. Hazine arazilerine zamanında bir ev yapmış olmakla elde edilen kazançların büyüklüğü ve kolaylığı, bir yandan da Özal döneminin en belirgin özelliklerinden olan hazıra konma, başkasının hakkını gasp etme kültürüne ciddi katkılarda bulundu. Kolay arsa rantlarından beslenen mafyalaşma/ cemaatleşme olgusu, yerel ve ulusal siyaset ağlarına eklemlenerek hem toplum içindeki ayrışmaları destekledi hem de ne pahasına olursa olsun, kendisi bir bedel ödemeden ama topluma büyük bir bedel ödeterek kazanım elde etme hakkını  kendinde gören bir kültürü besledi. Herkesin kuralları ihlal etme hakkını kendisine ve cemaatine tanıdığı, sadece kendisi ve cemaati için hak arayışına girdiği ve siyasete sızdığı bir kültür yarattı. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir yasa, yönetmelik dinlemeyen, mevzuatın boşluklarını arayan ve çoğu kez de bulan bir kültür bu. 2000’lerde daha belirgin bir şekilde izlediğimiz kamusal alanın parçalanmasını olgusunun ilk izlerini burada bulabileceğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca, kentsel rantların kentte tutunma aracı olmaktan çıkıp kolay kazanç kapısı olarak görülmesinin, toplumda genel bir yozlaşmaya öncülük ettiğini, hatta giderek 2000’lerde örneklerini gördüğümüz anayasayı ihlal etme hakkını kendinde gören bir anlayışı beslediğini de söyleyebiliriz.
2000’ler- Bir cinnet hali
Ben de dahil Türkiye kentleşmesi üzerine bir şeyler yazıp çizen hiç kimse, 2000 sonrasında yaşananlara hazırlıklı değildi. Özal ile başlayan dönüşüm, kentler üzerinde etkileri bugün bile süren kalıcı izler bıraktı ve yağma kültürünün büyümesine katkıda bulundu. Ama 2000’lerde yaşananlar ‘80’ler ‘90’larda yaşananları bile masum gösterecek bir hız ve çeşitliliğe ulaştı. Evet Özal affı eski gecekondu sahiplerine hayal bile edemeyecekleri getiriler sağladı, yağma kültürünün yerleşmesine katkıda bulundu. Ama ne olursa olsun elde edilen getiriler kısıtlı idi, hele hele 2000 sonrasında göreceklerimize kıyasla- zira söz konusu olan tek tek parseller üzerinde bir yapılaşma idi. Eski Türkiye’nin yağması da küçüktü 2000’lerin Türkiyesi ile karşılaştırıldığında.
2002’de iktidara geldiğinde AKP, öncelikle 20 küsur yılda bir daha bulamadığı olumlu küresel koşulları hazır buldu ve iktidarının ilk 5 yılında bu koşulların keyfini alabildiğine çıkardı; bu ayrıca AKP’nin toplum ile iktidarının sonraki dönemi ile kıyaslandığında daha yumuşak ilişkiler kurduğu bir dönem oldu. AKP, 1999 depreminin de etkisiyle kentsel alanlarda değişime hazır bir toplum buldu. Böylelikle de sonraki dönemlere damgasını vuracak adımları atacak cesareti buldu ve bu adımlara toplumun rıza göstermesi konusunda ciddi bir zorlukla karşılaşmadı. Ayrıca AKP, imar yetkilerini merkezi yönetimden devralmış belediyelerin elinde hükmünü büyük ölçüde yitirmiş planlama kurumunu, yapı denetiminin keyfîliğini ve daha da çirkinleşmeye hazır kolay kazanma kültürünü miras aldı. Çoğu belediye kadrolarından gelen AKP yöneticileri, hem kentsel rantların yeniden dağıtımının siyasetteki öneminin hem de kentlerdeki sorunların neler olduğunun farkındaydı ilk günden itibaren.
Özal’ın “devrimci” girişimlerine rağmen kentsel alanlarda büyük çaplı bir yeniden yapılanmayı gerçekleştirmenin önündeki en büyük engel, küçük toprak mülkiyeti idi. Aflar yoluyla daha da küçülen kentsel toprak mülkiyeti, kent rantlarına göz diken ve kentlerde büyük çaplı projelere artık hazır olan büyük sermaye gruplarının önündeki neredeyse tek engel idi. En özet  anlatımla 2000’li yıllarda AKP’nin yaptığı, parçalı toprak mülkiyetinin yarattığı engelleri ortadan kaldırarak büyük sermayenin kentsel rantlardan pay almasını sağlayacak koşulların yaratılmasıdır. Deprem bahane edilerek topluma sihirli bir çözüm gibi sunulan kentsel dönüşüm, özellikle kentin değerli bölgelerindeki birinci kuşak gecekonduların ve gecekondudan dönüşmüş apartmanların tasfiye edilmesi, oralarda yaşayanların kent dışına sürülmesi girişiminden başka bir şey değildir.
Yapılmış çok sayıda çalışma sayesinde neredeyse tüm ayrıntılarını bildiğimiz bu süreç, Türkiye kentleşmesini yarım yüzyıla yakın bir süre yönlendirmiş denklemlerin yeniden yazılması ve bu süreçte etkin olmuş ittifak ortaklıklarının yeniden tanımlanmasıdır. Şu ya da bu şekilde 2000’lere dek kentsel ittifakların bir aktörü olagelmiş kent yoksulları, artık denklem dışıdır. Önceki dönemlerde kendi başının çaresine bakabilen ve bazen devletin görmezden gelmesi, bazen de aktif desteği sayesinde emlak piyasasında kendine bir yer bulabilmiş ve rantlardan bir şekilde pay alabilmiş kent yoksulları, büyük sermaye gruplarının hakim olduğu bu yeni koalisyonun bir üyesi değildir. Bu anlamda, 2000’lerin kentsel gelişim süreci önceki dönemlerde önemli kazanımlar elde etmiş alt gelir gruplarının kentin çeperine sürülmesi sürecidir.
Kendinden önceki yapı stoğunun kalitesizliğini ve deprem riskini gerekçe göstererek hazırlanan yasalar (özellikle afet ve kentsel dönüşüm yasaları) ile AKP, kentlerde büyük çaplı dönüşümün altyapısı hazırlandı. Bu yasalarda en temel mülkiyet haklarını bile yok sayan hükümler, AKP’ye küçük mülkiyetin yarattığı sorunları çözme imkânı verdi. Kentsel dönüşüm yasasının gerçekten de deprem riskini azaltmak üzere yürütüldüğü örnek sayısı çok azdır- bu yasa, kent içinde değeri yüksek bölgelerde yaşayanları tasfiye etmek üzere kullanıldı. Aynı şekilde afet yasası da afet riski yüksek olan -İstanbul üzerinden konuşursak- Avcılar, Zeytinburnu gibi bölgelerde değil de Çubuklu, Armutlu gibi getirisi yüksek yerlerde uygulamaya kondu. Bu konuda çoğu kamuoyuna yansımış onlarca örnek var. Ayrıca özelleştirilen kurumların kent içindeki arsaları da AVM, prestijli konut alanları, iş merkezleri gibi büyük (pardon, “mega”) projelere tahsis edildi. Burada ilgili yasaların geniş bir alana değil de, tek başına afet bölgesi ilan edilen tek tek parseller üzerinde uygulanmasına dair çok sayıda örnek vardır. Sadece bu da değil, kamu ihale yasasından, imar mevzuatına, koruma kurullarının nasıl oluşturulacağından ÇED yönetmeliğine kadar el değmedik mevzuat kalmadı AKP döneminde. Yine bu dönemde olağanüstü yetkilerle donatılan TOKİ, hem konut hem de arsa piyasasının en temel aktörü haline geldi.
Bunun yanı sıra, planlama kurumuna neredeyse tümüyle son verildi. Özal döneminde belediyelere devredilmiş olan imar planları yapma yetkisi, büyük ölçüde merkezileştirildi. Ayrıca TOKİ de dahil olmak üzere çok sayıda kuruma kendilerine tahsis edilen alanlarda plan yapma yetkisi verildi. Böylece AKP proje geliştirmek istediği bir alanı, işine gelen bir devlet kurumuna tahsis ederek belediye de dahil başka hiçbir kurumun söz hakkının olmadığı “girilmez bölgeler” kurdu ve buralara özel imar hakları verdi. 2000’lerde planlama kurumunu devreden çıkaran bir diğer yöntem de kentin her yöne yayılmasının bilerek teşvik edilmesidir (“kentsel saçılma”). Bugün örneğin Ankara’da mevcut nüfusun en az 2-3 katına yetecek ölçüde imarlı arsa mevcuttur. Bu sayede birkaç şey aynı anda başarıldı: Kentin belli bir yöne gelişiminin teşvik edilmesi halinde zarar görecek arsa sahipleri korunmuş oldu, hem de kent arsalarının neredeyse tümünün spekülasyona konu olması sağlanmış oldu. Bugün Türkiye kentleri belediyeler eliyle dağıtılan özel imar hakları nedeniyle dileyenin, dilediğini dilediği yerde yapabileceği alanlara dönüşmüş durumdadır. Belediyelerin bu konudaki rolleri ve maharetlerini ne denli vurgulasak ve elbette ki bu işlerin piri olarak Melih Gökçek’i ne kadar ansak azdır.
Burada büyük kentler ile küçük ve orta büyüklükteki kentler arasındaki farklara da dikkat çekmek gerek. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde Türkiye’nin daha önce örneğini görmediği türde büyük projeler gerçekleştirilirken, orta boy ve küçük kentlerde nispeten daha küçük projelere girişildi ve bunlar büyük ölçüde yerel sermaye tarafından üstlenildi. Böylelikle ulusal düzeyde büyük sermayenin palazlanması sağlanırken, küçük kentlerde de yerel sermayenin boy gösterebileceği bir alan açılmış oldu. 2000’ler Türkiye’sinde kentsel arsa rantları öylesine büyük ve kolay bir kazanç kapısı sundu ki, büyük sermaye gruplarının hemen hepsi bu kârlı alana girdi, zira başka bir alanda yapılacak yatırımın getirisinden çok daha fazlasını ciddi bir risk olmadan buradan elde etmek mümkündü. Kentlere dair bu söylenenlere örneklerini bildiğimiz kamu ihalelerini, HES projelerini, turizm tahsislerini, otoyol, köprü inşaatlarını vb eklerseniz, AKP döneminde ne kadar büyük bir kaynağın kontrol edildiğini ve inşaatlar üzerinden dağıtıldığını anlayabiliriz. Bu anlamda AKP dönemi tam bir inşaat çılgınlığı dönemidir. 2000’li yıllarda AKP öncülüğünde kentsel rantların yaratılması ve el konması üzerine oluşturulan bu güç birliği, getirilerinin eskiye göre çok daha yüksek olduğu ve kimin dahil olabileceğinin devlet tarafından sıkı sıkıya denetlendiği bir ittifaktır- kelimenin tam anlamıyla devlet eliyle zenginleşme sürecidir.
6 Şubat depremleri sonrasında AKP ve taraftarlarınca dile getirilen depremin siyaset üstü kalması gerektiği söylemi, 2000’lerin inşaat çılgınlığı için büyük ölçüde geçerli olmuştur. Ana akım siyaset içinde yer alan partiler, birkaç cılız örnek dışında bu talana sessiz kalmış, yükselen az sayıda itiraz ise bu yağmadan kendilerine de pay verilmediğine yönelik olmuştur. Belediye meclis üyeleri arasında açık ara en çok temsil edilen meslek grubunun müteahhitler olması elbette ki raslantı olamaz. İnşaat temelli bu büyüme uğraşına tek ciddi ve kalıcı karşı çıkış, meslek odaları ve STK’lardan geldi. Ve onlar da bu karşı çıkışın bedelini, kendilerine yönelen ağır bir baskı ile ödemek durumunda kaldılar. Ancak bu büyüme tarzına en sert çıkış, 2013 yılında Gezi direnişi ile geldi- sadece bu zihniyete değil bu anlayışın dayattığı kent anlayışına direnen ve yeni bir kentin mümkün olabileceğini gösteren bir karşı çıkış idi bu.
2000’lerde kent üzerinden kolay kazanç elde etmek üzerine kurulan bu güç birliği, tam bir büyüme koalisyonudur- büyümek zorunda olan, büyümezse yok olması kaçınılmaz olan bir koalisyon. Deprem olacağı bilindiği halde 2000’de 10 milyon olan İstanbul’un nüfusunun 16 milyona dayanmasının, bununla da yetinmeyip Kanal projesi ile daha da nüfus yığmaya çalışmanın başka bir açıklaması olabilir mi? Ve unutmayın İstanbul sadece İstanbul’dan ibaret değil- doğuda Sakarya’dan batıda Tekirdağ’a, güneyde Bursa’ya dek uzanan devasa bir sistem. Bu sistemde yer alan yerleşimler, en hızlı büyüyen yerleşimler ve istisnasız tümü deprem kuşağında. Bu denli büyük bir nüfusun bu kadar küçük bir alana yığmanın “teknik” ilkelerle açıklanabilecek hiçbir yanı yok. Sadece bu da değil ki- Son 20 yıldır Türkiye nüfusunun, kıyı bölgelerine akmakta oluşu da bu kolay büyüme stratejisinin bir sonucu. Büyümek, her ne pahasına olursa olsun büyümek, bu güç birliği için olmazsa olmaz önemde. Hızlı büyümeyen kentlerde, büyüyormuş gibi görünmek, kentin gelişimini yönlendirmemek, nüfusun kat kat üstünde arsa stokunu hazırda tutmak bu stratejinin öğeleri arasında. Bunların yetmediği durumlarda yabancılara satış yapmak, emlak satışı üzerinden vatandaşlık vermek, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından bile konut fiyatlarının artışı yönünde fırsat çıkarmak, ne pahasına olursa olsun büyümek zorunda olan bu koalisyonun sonuçları arasında. İmar afları, bu ittifakların sürmesi için gerekli etmenlerden sadece biri. Bu gözü karalık, bu kolay kazanma kültürü önünde, hepimizin deprem sonrasında şikayet ettiği mevzuat hükümlerinin, yapı denetim ilkelerinin durması elbette ki imkânsız. Evet birkaç başarılı öykü var örnek gösterebileceğimiz, ama hepsi bireysel kahramanlık öyküsü- 6 Şubat’ta Hatay, Erzin’in her tür baskıya direnen belediye başkanı, ya da 17 Ağustos’da Tavşancıl yerleşiminin öyküsü. Yine çok sayıda örnekte olduğu gibi burada da yaşadığımız öykü, toplumsal bir soruna bireysel çözüm aramak zorunda kalışımız ve bu olmayınca azar yiyişimizin öyküsü.
Özellikle 2008 krizinden sonra Türkiye’nin büyümesinin iki temel kaynağı var- ucuz ve giderek daha da ucuzlayan emeğin artan sömürüsü ve kent rantları üzerinden büyümek, daha doğrusu gerçekte olmayan bir değer üzerinden büyüyormuş gibi görünmek. Tıpkı depremin birçok yerde deniz üzerinde yapılmış dolgu alanlarını geri alması gibi bunun da sürekli olması imkânsız. Ama hakkını verelim bu son derece kolay, ucuz ve hızlı bir büyüme stratejisi. Üstelik alternatif büyüme senaryolarına göre daha risksiz, daha garantili. Sürece kimlerin dahil olacağını denetleyebildiğin ölçüde gelir dağılımını da değiştirebilmenin mümkün olduğu, basit bir büyüme stratejisi: Toplumsal tabanı iyice daraltılmış, kazanımları yapay yollarla şişirilmiş bir büyüme koalisyonu sayesinde büyümek, daha doğrusu büyüyormuş gibi görünmek. İşte 6 Subat depremi sonrasında yaşadıklarımız bu ucuz büyümenin kaçınılmaz bir sonucu.
Başka bir kent mümkün mü?
Konut ve konutun üzerine kurulu olduğu arsa elbette ki piyasada alınıp satılabilen, üreticisine/ satıcısına bir kazanç getirmesi beklenen bir metadır. Ancak bir dizi öğe onu diğer metalardan ayırır. Bir yandan da temel bir ihtiyaç olan konut ve barınma, anayasada tanınmış ve güvence altına alınmış bir insan hakkıdır. Bundan dolayı konut ve arsa politikaları konutun hem meta hem de temel bir hak olduğunu dikkate alacak şekilde tasarlanmalıdır. Konutun ihtiyaç özelliği öne çıkarılır ve sadece vatandaşlık hakkı olarak gören katı politikalar izlenirse, bu kez kâr güdüsüyle konut üretecek müteahhitler ve ellerindeki arsaları üzerinde konut yapılmak üzere bu müteahhitlerle sözleşme yapacak arsa sahipleri bulmak mümkün olmayacak, bu durumda devletin piyasaya çok sert müdahalelerde bulunması gerekecektir. Ya da diğer uca gidip, konutu sadece bir meta olarak görür ve vatandaşlık hakkı olduğunu unutup üretimi tümüyle piyasaya bırakırsanız bu kez de, asıl ihtiyaç sahiplerinin konuta erişemediği bir piyasa yaratmış olursunuz. Bundan dolayı konut politikalarını belirlerken devlet, bu ikisi arasında dengeyi gözetecek şekilde piyasaya müdahale etmek durumundadır. Bu müdahaleler, üretim sürecinin denetlenmesi, imar rantlarının vergilendirilmesi, kira düzenlemeleri ve kiralık konut arzını sağlamak üzere sosyal konut üretimine yönelmek şeklinde olabilir; bunların tümü konutun bir spekülasyon aracı olmasını önlemeye yöneliktir. Çoğu Avrupa ülkesinde izlenen yol da budur. Türkiye’de devletin konut üretimine müdahalesinin bırakın bu dengeyi kurmak, tam tersine konut yapımcılarının ve arsa sahiplerinin kazançlarını en çoğa çıkarmak şeklinde olduğunu söylemeye gerek bile yok sanırım. 2000’ler boyunca Türkiye çoğu Avrupa ülkesinin üzerinde konut üretimi gerçekleştirdi. Ama bu konutu bir barınma hakkı anayasal bir hak olarak gören bir üretim değil. Tersine konut üzerinden devlet denetiminde ve güvencesinde kâr ve rant elde eden, nüfusun büyük çoğunluğunu dışarıda bırakan bir sistem. Sağlıklı bir konut piyasasında mevcut konutların %4-5 kadarının boş olması makul, hatta gerekli karşılanırken, bugün Türkiye’de çoğu yerde konutların %10-15’inin bilerek boş tutulması da bunun kanıtı.
Türkiye en başından bu yana bilerek, isteyerek kent toprakları üzerinde oluşan (çoğu durumda yapay olarak yaratılan ve şişirilen) rantı, vergilendirmeme yolunu seçti. Yapay olarak yaratılan bu rantın toplumda nasıl paylaşıldığı, en temel paylaşım sorunlarından biri olageldi. İlk başlarda bu rantın geniş toplum kesimlerine dağıtılması ile finanse edildi kentleşme süreci. Ancak daha sonra devletin kendisi, giderek büyüyen ve büyümesine de katkıda bulunduğu bu rantı daha dar bir kesime paylaştırmayı tercih etti. Ve AKP tarafından seçilmiş küçük bir grubun büyük kazanımlar elde ettiği bu yağma kültürünün bizi getirdiği nokta ortada.
Şimdi hepimizin sorması gereken- gerçekten de başka bir kent mümkün mü? Bu yağma sonucunda öylesine çirkin ve birbirine benzeyen bir kent dokusu kuruldu ki, yeni bir kenti bugünden yarına değil gerçekleştirebilmek, tasavvur edebilmek bile kolay değil. Bunun ilk adımı elbette ki konutu sadece bir yatırım aracı olarak gören zihniyeti acilen terk etmek ve gerektiğinde konut mülkiyetine kısıtlamalar da koyarak konutun barınma hakkı olduğunu gözeten bir zihniyete geçmek. Bu da elbette 2000 sonrasında inşaata ve ucuz emeğe dayalı kalkınma stratejisinin terk etmek, daha kapsayıcı, kalıcı bir stratejiye geçmek demek. Bunun için “bana bir yıl verin çözeyim” diyen zihniyetten kurtulmamız gerek acilen.
Unutmayalım Türkiye bu açgözlü büyüme koalisyonlarının varlığını devam ettirmesi için çok büyük bedeller ödedi. Kendi çıkarını kollayan, gerisini umursamayan kabilelerden oluşan bir topluluk yerine yeniden bir toplum olabilmenin yollarını aramamız gerek. 6 Şubat depremi sonrasında toplumun gösterdiği koşulsuz dayanışma, bu konuda çok şey öğretti hepimize. Sabırla, konuşarak, dayanışma içinde mevcut birikimi değerlendirmek, yeni bir çıkış yolu aramak durumundayız ve bu, hepimize düşen bir sorumluluk.
0 notes
onderkaracay · 2 years ago
Text
Tumblr media
🗣️ Bizimde Deftere Yazdıklarımız Var
Defterimize ilk önce deprem sonrası görevlerinin gereği hizmeti yapmak yerine vekalet verilenlerin vekalet verenleri korkutmaya yönelik deftere yazdık ve not ettik türünde ki tehdidi yazdık.
Öncü liderimiz Mustafa Kemal Atatürk bu konuda bizi şu sözü ile uyarmıştı;
✓ Tehdit esasına dayalı ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene layık da değildir.
Bizim defterin tarihi ve milli bir hafızası var.
Pandemi ve deprem benzeri felaketler sonrası okulların kapatılması ve gençlerin bilim ve üretim yeteneği kazanmasını engelleyecek niyeti de yazdık deftere.
Maden ruhsatlarını yabancılara satmak yerine üniversitelerin gençler ile birlikte üretim içinde öğretim olanağından ne amaçla mahrum bırakıldıklarını yazdık deftere.
Deprem sonrası ihmaller ile yüzleşmek yerine depremden sağ çıkanların bölgeyi terk etmeleri yolunda ki kötü niyeti yazdık deftere.
Ülkemizde deprem bölgesinde ki demografik yapının bozulmasına yönelik çabaları daha önce çok yazmıştık deftere hatırlatmak amacıyla yeniden yazdık deftere.
Ben on bin lira para istemiyorum babamın, annemin, kardeşimin göçük altında kalan kokusunu istiyorum bana onu geri verin diyen haklı yakarışı yazdık deftere.
İnsanları beton çıbanların altında öldürenler ile elleriyle canını göçük altından çıkarmak isteyenler arasında taraf olmak gibi bir garabet içine düşenleri yazdık deftere.
Deprem sonrası yuvasız kalan insanlara bir kaç katı kira bedeli ev kiralamak isteyen densizliği yazdık deftere.
Deprem bölgesinde yaşanan gerçekleri olduğu gibi göstermek yerine bizi not edenlerin tepkisine uygun yayınlar yapan bizim baş düşmanımız medyayı yazdık deftere.
Maaş vekilliğini yazdık deftere.
Bizim için artık hiçbir anlamı kalmayan etnik ve mezhepsel bölücülüğün ideolojilerinin yaşatılması adına birlik ve beraberliği yok eden siyasi partileri yazdık deftere.
Meclisi kapalı tutarak ülke yönetimini milletten alıp bir kişinin insafına terk eden vekilleri yazdık deftere.
İmar affı ile oy toplayarak sağlam olmayan binalara para ve oy karşılığı tapu ve ruhsat verenleri yazdık deftere.
Çöken inşaatların imar planlarının, onay verenlerin, bina tahlillerinin belgelerinin bulunduğu binayı depremde göçük altında kalan insanları kurtarma önceliği yerine bu kurumu bu evraklar ile yıkarak yok edenleri yazdık deftere.
Göçük altından çıkan cenazesini ceset torbası verilmediği için hayvan yemi torbası içine koyarak gömmek zorunda kalanlara duyarsız kalanları yazdık deftere.
Kepçe ile göçük altında canlı aramanın yaşayan insanlara zarar verebilir ihtimalini düşünmeyenleri yazdık deftere.
Cenazesini bulamayan insanları umursamadan bir an önce yeni inşaat ile rant peşinde koşanları yazdık deftere.
Kum yığını gibi insanların üzerine çöken binaları yapanları, izin verenleri ve buna engel olmayanları yazdık deftere.
Sorumsuzluğu, liyakatsızlığı, vurdumduymazlığı yazdık deftere.
Depremde zarar gören yuvası olmayan insanlara çadır vermek yerine çadır satarak kar eden sözde yardım kuruluşlarını yazdık deftere.
Depremden sonra iletişim hizmeti veremeyen cep telefonu operatörlerini yazdık deftere.
Asıl yıkımın özelleştirme ile tüm yetkinin bir kişiye verilerek devlet geleneğinin yok edilmesini yazdık deftere.
Askerlerimize ve kurumlarına kumpas kurulmasını ve bahaneler üreterek askerin yetkinliğinin yok edilmesini yazdık deftere.
Yabancıya toprak, mülk, maden ruhsatları ve yurttaşlık satışını yazdık deftere.
Göçmen, sığınmacı ve kaçkınların ülkemizin demografik yapısının değişmesine yönelik bir çaba olduğunu yazdık deftere.
Arap kültürünü din olarak satan ve ahlakı sorgulatan anlayışı yazdık deftere.
Sermayenin, tarikat ve cemaatlerin ülkeyi nasıl talan ettiklerine göz yumulduğunu yazdık deftere.
Ayrımcılığı kendini üstün görenler lehine işleyen adalet anlayışını yazdık deftere.
Unuttuğum deftere yazılmış veya yazılması gereken ne varsa sizde yazın deftere.
Yarın hukuk devleti yeniden devreye girdiği zaman o deftere göre yargılayacak bu gün bize zulüm yaşatan zihniyetler.
Kimin defterinin daha kabarık olduğunu tarih yaşattığı ibretler ile öğretecek.
] Önder KARAÇAY [
6 notes · View notes
baybaykus · 4 months ago
Text
Mutlaka Okuyun ;
Okurken ürperdim. Kendini türk hisseden ve Türkiye'nin tarihten silinme planlarına karşı durmak isteyen herkes okumalı. Atatürk'ün dehasını tekrar hatırlamalı.
Bu makale Azerbaycan'da KREDO gazetesinde 17 Mayıs 2014'de, "Rockefeller'in İtirafları ve Dünya Medeniyetinin Kurucusu Türklerin Bedbahtlığı" adlı makaleden yararlanılarak Gazanfer Kazımov tarafından yayınlanmış. Kopyaladığım
MAKALE aşağıdadır:
*YÜZYILIN İTİRAFLARI*
*Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır.*
(Rothschild.)
2014 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, ünlü petrol milyarderi, bankacı ve dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Yahudi Rockefeller ailesinin, yakınlarda vefat eden en büyük ferdi David Rockefeller’in bir kitabı yayınlandı. “Yüz yılın İtirafları “ adını taşıyan bu kitap maalesef çok kısa zamanda piyasadan çekildi. Çünkü kitapta, itiraflar vardı. Dünyayı yönetme isteği içinde olan ELİT bir tabakanın yüz yıl içerisinde, bazı devletler ve ülkeler içinde ve dışında, o ülkeleri kendi şemsiyeleri altına alabilmek için çevirdikleri dolaplar, entrikalar, soygunlar, sömürgeleştirme itiraf ediliyordu. Bu elit tabakanın daha fazla açığa çıkmaması ve masum halklara yaptıkları bilinmemesi için kitap piyasadan kaldırıldı.
Öncelikle Rockefeller ailesi hakkında bulabildiğimiz kadar bilgi verelim. Sonra bu ailenin en büyüklerinden olan David Rockefeller’in kaleme aldığı itiraflardan “Türkiye” hakkında yazdıklarını ve düşündüklerini öğrenelim:
*DAVİD ROCKEFELLER*
6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli operasyonu
geçiren 100 yaşına girdiğinde yaptığı açıklamada
“200. doğum günümü de kutlamak istiyorum” şeklinde
konuşan David Rockefeller, 20 Mart 2017 tarihinde öldü.
“Rockefeller ailesi ABD’nin en büyük petrol, sanayi, siyaset ve bankacı ailesidir. Aile 19. Yüz yılın sonu yirminci yüz yılın başlarında Jhon Davison Rockefeller’in (1839 – 1937) ve kardeşi William Avery Rockefeller’in ( 1841 – 1922 ) zamanında Standart Oil vasıtasıyla petrol ticaretinde çok büyük başarılar elde etmiş, Manhattan Bankasına uzun zaman sahiplik yapmış ve bu zaman zarfında büyük servet, nüfuz ve şöhret sahibi olmuştur. Jhon Davison Rockefeller insanlık tarihinin ilk dolar milyarderi unvanını kazanmıştır.
Rockefeller ailesinin elinde, aile üyelerine ve ailenin fertlerine ait bilgilerin ve dünya siyaseti, dünya ekonomisi hakkında yapılması gereken şeylerin listelerinin yer aldığı dünyaca meşhur bir arşivleri vardır. Bu büyük arşiv yer altına inşa edilmiş üç katlı büyük bir binada saklanır. Bu arşivde bulunan yetmiş milyon sayfalık belgeler, kırk iki bilimsel tahsil kurumuna aittir. Bu belgeler içerisinden araştırmacılara sadece, ailenin ölmüş üyelerine ait belgeler verilir. Sağ olan aile üyeleri hakkındaki belgeler ise hiç kimseye verilmez. 140 yıllık bir geçmişe sahip olan bu arşiv belgeleri ABD’nin 19 ve 20. Yüz yıllara dair dünya ölçeğindeki siyasi işlerinde ve çeşitli ülkelerde bu yıllarda ortaya çıkan sosyal olaylardaki rolünü öğrenebilmek için çok önemli bilgi kaynağıdır. Bu belgeler, dünya tarım işleri, güzel sanatlar, eğitim, uluslararası ilişkiler, ekonomik gelişme, tıp, tarih, politika, halklar, din, sosyal bilimler, kadın hakları tarihi, afro Amerikan tarihi gibi konuları kapsayan belgelerdir.
David Rockefeller (1915 – 1996) felsefe doktorudur. Harward ve Chicago üniversiteleri mezunudur. Amerika’nın Uluslararası İlişkiler Şurasının, Rockefeller Üniversitesi’nin, çağdaş Newyork Güzel Sanatlar müzesinin fahri başkanı ve en önemlisi de 1969 – 1981 yılları arasında komitenin başkanlığını yapmıştır.
2013 yılında bir internet sitesi, bu Rockefellerin bazı yazılarını ele geçirmiş ve “ABD’li Yahudi Bankacı David Rokfeller’den Yüz yılın İtirafları” adıyla bunları yayınlamıştır. 2014 yılında ise sözünü ettiğimiz kitap basılmış; fakat piyasadan toplatılmıştır.
Bu itiraflar ile ABD’nin ve Batı Avrupa’nın büyük devletlerinin yirminci yüz yılda dünya halklarının başlarına ne oyunlar ve felaketler getirdiği açık olarak ortaya çıkmıştır. Bu itiraflar, inanılmaz boyuttadır ve sadece Türkleri ve Türk Dünyası ile değil, bütün dünya ile ilgili meseleler üzerinde neler yaptıkları ve düşündükleri açıklanmıştır. Bu yazılarda Türkiye ile ilgili bölüm, bizi daha çok ilgilendiren bölümdür. Yapılan işlerin esas aktörleri, ABD ve Batı Avrupa devletleridir. Bütün icraatı yapan bunlardır. Bunların esas hedefleri Türkiye ve Türklerdir.
“Türkiye, coğrafi ve stratejik bakımından çok önemli bir ülkedir. Bu yüzden üzerinde daha fazla durmak istiyorum. Bu ülke bizim için çok önemlidir ve Türklere bırakılacak kadar önemsiz değildir….
1) Büyük İsrail Devleti’nin sularının büyük kısmının kaynakları Türkiye toprakları üzerindedir.
2) Türkiye Avrupa ve Asya arasında bir köprüdür.
3) Müslüman aleminde öncül ve demokratik tek ülkedir….
İslâmiyet’i yıkmak istiyorsak işe Türkiye’den başlamak gerekir. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler, karşılarında hiç kimse duramaz. Bu yüzden, böyle bir ihtimale karşı ajanlarımız her an iş başında bekliyorlar. Türk devletlerinde anahtar mevkilerde adamlarımız var. Bunlar böyle bir ihtimali sezseler o anda Türkiye’deki huzur ve güven ortamını bozacak olaylar yaratırlar ve bu darbelerle bu tür bir birleşmeyi önleriz.
Medeniyetin kurucusu ve beşiği olarak Türkleri kabul edemeyiz; tam aksine entrikalar ile bu medeni miraslarına el koyarak biz, onları bütün dünyaya, barbar, hak – hukuk tanımayan bir halk olarak tanıttık ve bu alanda oldukça başarılı olduk. Sümer kralları Urukagina ve Urnammu çok Allah’lı bir cemiyet kurarak insanlar arasında adaleti korumak ve haksızlığı önlemek için kanunlar çıkararak çağdaş toplumlara örnek olurken bugün, tek Allah’lı bir halk olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucunda medeni vasıflar, ahlak, terbiye, saygı, sanat, edebiyat, tarih yok olurken; fahişelik, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve soygun hüküm sürmektedir. Dünya çapında Türkiye’de yetişmiş, bir tane bilim adamları, sanat adamları, edebiyat adamları ve siyaset adamları yoktur!
Aslında Türkler, tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler. Ama Türkler için duyduğuna inanmak yeterlidir; okumak onlara çok zor gelmektedir. En kolayı, geçmişi öğrenmeden gece yatarken hissettiklerini kaleme alarak ertesi günü hüküm vermektir. Düşünün ki, hangi tesirin altındasınız ve kime kul olmaktasınız?
Ben de bu ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Türk tarihini, Türk medeniyetini öğrenince, konuyu değiştirdim.
Provokatörlerimizin çalışmaları ile 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’de sağ ve sol ideolojiler arasında adeta bir iç savaş yaşattık. Ülkeye koyduğumuz ambargo ile halk canından bezmiş, yağa, tuza, gaza muhtaç olmuştu. Birkaç kişi zenginleşmiş, halk ise sefalete düşmüştü. Provokatörler için halkı ayaklandırmak zor olmadı. Ülke o dereceye geldi ki, sokaklarda her gün elli – altmış kişi öldürülüyordu. Bütün ülke terör korkusundan adeta sinmiş saklanmıştı. Binlerce Türk genci, bizim uydurduğumuz ideolojiler esasında can verdi. Zamanı gelince bilgimiz dâhilinde indirilen bir darbe ile terör bitti, ortalık sakinleşti. Çünkü provokatörler işi bitirmişler, geriye dönmüşlerdi. Burada oynadığımız oyun, milleti birbirine düşürüp çaresiz bırakmak ve onlara bir kurtarıcı göndermekti. Bu durumda o kurtarıcı, kim olursa olsun, ‘anarşiyi – terörü bitiren, ölümleri sonlandıran’ insan olarak kabul görecekti. Bizim demokrasi uğrundaki mücadelemizin esası buydu.
Askeri hükümet çok sert tedbirlerle bir müddet ülkeyi yönetti. Ellinin üzerinde genç, haklı – haksız sağdan ve soldan ayırımı yapılmadan idam edildi. Bu sert cezalar tesirini çabuk gösterdi ve ülke bir anda süt liman oldu. Askeri hükümet bir müddet sonra ülkeyi sivil yönetime devretti. Bizim istediğimiz bir kişi iktidarın sahibi oldu. Askeri darbeyi yapan şahıs cumhurbaşkanı oldu. Yeni hükümet tam bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim büyük şirketlerimiz bu büyük pazara aç kurtlar gibi girdiler. Ülke ABD ve Avrupa malları ile doldu. Bu durumdan hem bizim şirketlerimiz faydalandı, hem de ülke boğazına kadar borç batağına girdi. Türkiye, kapitalizmi o kadar güzel uyguladı ki, yeni birçok vurgun ve soygun metotları bulundu. Hayali ihracat arttı, bankaların içi boşaltıldı, rüşvet devletin her kademesine girdi. Başta siyasiler olmak üzere, medya sahiplerine, üst düzey bürokratlara, bankacılara, yazar-çizer takımına ( gazeteci, dergi yazarı ) bu dönemde milyarlarca dolar rüşvet dağıttık.
Kardeşlik, dostluk, iyi niyet, dürüstlük, ahlaklı ticaret unutuldu. Binlerce sahtekâr, yalancı, hem devlet kadrolarını, hem bankaları, hem de özel şirketleri doldurdu. Türkiye’nin bugünkü manzarasının sebebi 12. Eylül ihtilalidir desem abartmam… Ülke yapılanları görenler tarafından alttan alta kışkırtılmaya başlandı. Halk tepki koyuyor, sokaklar protestocularla doluyordu. Tepkileri azaltabilmek için tam o günlerde bir Kürt meselesi çıkardık. Önce, bir örgüt kurdurduk. Sonra küçük bir kasabaya baskın yaptırdık. Ülkenin gündemi bir anda değişti. Kürt PKK terörü, şehit edilen asker ve polisler, halka her sıkıntıyı unutturdu. Türkiye otuz yıldır bu mesele ile uğraşıyor. Sonuç almasını her defasında engelledik. PKK’nın liderini ‘idam edilmemek’ kaydı ile biz teslim ettik. Otuz yıldır süren PKK terörü, Türkiye’nin ekonomisine büyük darbe vurdu. Binlerce insan bu terör dalgası içerisinde ölüp gitti. Türkiye, hem siyasi, hem ekonomik hem de sosyal açıdan büyük kayıplara uğradı. Ülkenin düzgün hale getirilebilmesi için bize başvurmak zorunda kaldı. Biz de, onlara, Osmanlı İmparatorluğuna yaptığımız teklifleri yaptık. Kabul ettiler. Bu işler için harcadığımız dolarların birkaç katını kazandık ve Türkiye’yi içinden çıkamayacağı bir borç sarmalına yuvarladık.
Bugünkü Türkiye; yalancılığın, sahtekârlığın, halkı aldatmanın, bizlere hizmet etmenin içinde yüzüyor; Mustafa Kemal’in bizi reddetmesinin bedelini ödüyor. Böyle bir ülkenin uzun boylu yaşaması pek mümkün değildir. Ya ruhlarda bir ihtilal yaparak yeniden kendileri olacaklar, ya da tarihten silinip gidecekler. Anadolu toprakları da bizim yarattığımız Ermeni ve Kürt devletlerinin olacaktır”.
David Rockefeller, itiraflarının bir bölümünde de, başka bir zengin Yahudi ailesi olan Rothschild ailesinin bir ferdi ile yapmış olduğu sohbete yer vermiş. Bu sohbetten de bölümler aktaralım:
“Rockefeller’in, (Dünya ülkelerini nasıl ele geçiriyorsunuz?) sorusuna Rothschild; Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları yıkmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak Orta Doğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin kuruluş yolunu açmak için çıkarıldı”.
“İsrail devletinin kurucusu sayılan Tehodor Herzl o zamanki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in yanına giderek bizim ailemizin para desteği ile Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat Sultan bize karşı çıktı. Biz de gerekeni yaptık. Osmanlı İmparatorluğunu çaresiz bırakarak I: Dünya Savaşı’na soktuk. Çok zorlansak da, Osmanlı İmparatorluğunu yıktık. İstanbul’u ve Anadolu’nun bazı bölümlerini işgal ettik. Planlarımızı tam sonlandıracağımız zaman Mustafa Kemal adında, padişahı ve şeyhülislam’ı dinlemeyen asi bir general ortaya çıktı. Bütün planlarımız alt üst oldu. Hepsi geriye kaldı”.
“Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır. O’nun varlığı, İsrail devletinin kurulmasını otuz yıl kadar geciktirdi ve bize milyarlarca dolar kaybettirdi. İzmir suikastı denen bir olaya karıştığı için idama mahkûm ettiği, Osmanlı Maliye nazırlarından aziz dostumuz Cavit Bey’i kurtarmak için O’nun yanına gittik. Bizi çok soğuk karşıladı. Tekliflerimizin hiç birisini kabul etmedi. Ve adeta bizi, makamından kovdu. Birkaç gün sonra da Cavit Bey’i idam ettirdi”.
İtiraflarda, Türkiye’den başka birçok ülkeye ve çeşitli olaylara da yer verilmiş. Bu ülkelerde ve olaylardaki aktörlerden bahsedilmiş. İkinci Dünya Savaşı, Hitler, Stalin, atom bombası, ihtilaller, darbeler anlatılmış… İran-Irak savaşının çıkarılmasının sebepleri ve sonucu değişik bir perspektif ile açıklanmış.
Şimdi, kendimize bakarak düşünelim… Toplumumuzu, yaşam şartlarımızı, siyasilerimizi ve icraatlarını, bilim ve sanat seviyemizi, ahlaki halimizi, güven ve inançlarımızı, hayata bakış ve algılayış tarzımızı düşünelim ve sonra kendimize soralım: Yukarıda itiraf edilenlerin bugünkü durumumuzu yaratmada tesiri yok mu? Başkalarını dinleyerek mi bu duruma geldik? Yüz yıl önce, zengin olmayan, geçim sıkıntısı çeken; fakat dürüst, namuslu, çalmayan, aldatmayan, güven veren bir toplum yapımız varken bugün niçin, hırsızların, üçkâğıtçıların at oynattığı, sahtekâr, alçak, zalim ve gaddar bir toplum haline geldik? Bu nasıl oldu? İtiraflar, bize yıllardır dost olarak görünenlerin aslında düşman olduğunu göstermiyor mu?
Bu durumlardan kurtulmanın tek yolu, Ulu Önder Atatürk'ümüzün istediği gibi “önce vatan ve millet” duygusunun bütün fertler tarafından kabullenilmesi ve aklın kullanılmasıdır. Aklı, devreden çıkarırsak yapılabilecek bir şey yoktur. Hasta mutlaka ölecektir! Ölmemek için akıllı olmak ve önce vatan ve millet, diyebilmek gerekir. Tehdit ve tehlike çok büyük, farkında olmalıyız….
NOT: Bu makale, Azebaycan’da yayınlanan KREDO gazetesinde 17. Mayıs. 2014 tarihinde Gazanfer Kazımov’un yazdığı “Rockefeller’in İtirafları ve Dünya Medeniyetinin Kurucusu Türk’ün Bedbahtlığı” isimli makaleden yararlanılarak yazılmıştır.
(Bu yazıyı lütfen dostlarınızla paylaşınız...)
1 note · View note
dropshipper-olun-pro · 4 years ago
Text
Arz problemlerine nasıl hazırlanır?
Riskler, giderek daha yıkıcı doğal afetlerden, siber saldırılardan veya jeopolitik eylemlerden kaynaklanabilir.
Kontrol edilemeyen öngörülemeyen faktörler malların maliyetini etkileyebilir, teslimatları geciktirebilir veya önleyebilir ve en hazır organizasyonun bütçesini olumsuz yönde etkileyebilir.
Bu ipuçları, işletmenizin yaygın tedarik zinciri aksamalarını tanımlamasına ve hazırlamasına yardımcı olabilir .
Tumblr media
Ortak tedarik zinciri aksaklıklarına hazırlanın
Olası her kesintiyi tahmin etmek imkansız olsa da, işiniz üzerindeki etkisini azaltmak için risk önleme tedbirleri alabilirsiniz.
Aşağıda üç yaygın risk türü ve olası çözüm yer almaktadır.
Tumblr media
Doğal afetler ve siyasi değişimler
İklim değiştikçe fırtınalar daha sık ve yıkıcı hale geliyor.
Son yıllarda, orman yangınları, seller, büyük çaplı kasırgalar ve depremler hiç görülmedikleri alanlarda artmıştır.
Ve bu sadece burada değil. Tayfunlar, yüksek sıcaklıklar, gelgit dalgaları ve diğer felaketler tüm dünyada meydana geliyor.
İşletmeler talebi karşılamak için yeterli gıda ve enerji üretmek için uğraşıyorlar.
Siyasi konular farklı bir konu gibi görünebilir, ancak etki ve çözüm aynıdır.
Başkan kritik bir ithalat için gümrük tarifeleri getirmeye karar verdiğinde işletmelere ne olur?
Fiyatlar üzerindeki politik etkiler herhangi bir ülkeden gelebilir ve herhangi bir zamanda ortaya çıkabilir.
Nasıl hazırlanır: Tedarikçi ağınızı genişletin. Etkilenen alanın dışındaki bir tedarikçiden mal getirebilmek için tedarikçinizi mümkün olduğunca ülkenin ve dünyanın farklı yerlerinde bulun ve kontrol edin.
Farklı coğrafyalarda alternatif sağlayıcılar belirledikten sonra, doğa veya politika güçlerinin yol açtığı kesintilere hazırlanmak için haberleri izleyebilir ve sağlayıcıları değiştirmeye hazırlanabilirsiniz.
www.dolarkazan.com
1 note · View note
seslimeram · 5 years ago
Text
Devlet Kötülüktür
Tumblr media
Biçimlendirilmesi kesintisiz kılınarak, her gün bir kademe daha üstüne arttırılan ol nefret edimi bu topraklardaki yaşam hal ve tahayyülünü zehirlemeye devam ediyor. Bütün bir uzam nefretin behemehal ırkçılığın, var edilmiş yaralara yenilerinin eklendiği bir deney sahası kılınıyor. Bir sahanın yaşamla ilintisi kesintiye uğratılıyor. Deprem felaketi sonrası ortaya saçılanlar, Kürd illerinde yaratılmış, süreğen o vahşet hallerinden sonra dökülenler, kimlikleri ayrıştırmalar, ezel ebet düşman bilinmiş “gayrimüslim” için sarf edilen sözler, sinkaflar, öteki addedilen her kim varsa hepsini hedef almalarla, bu topraklardaki yaşama istenci zehirleniyor. Bu toprağın zehirlenmiş hali yeterli görülmediğinden her gün bir kez daha bambaşka acılar için tasarımlara girişiliyor. Bütünlükte daimi ve bir örnek olmaktan artık ötede sığlığın en doruğunda bir cürüm istenciyle hayatın zehirlenmesi güncelleniyor.
Biçimlendirilmesi, bir tabi yönelimi sabit olmuş şey vahametin iktidarıdır. Biyopolitik bir çürümenin anbean var edildiği yerde hayatiyet ayaklar altına alınırken nefret / ayrımcılık / ırkçılık birbiri ardına devreye sokulur. Çirkinlik, çirkeflik, üstüne eklenmiş olan hiddet ve devletin hayat mefhumunu mütemadiyen gölgelemesinin var ettiği her yeni dönemeçte bu bahisler yeniden hakikat kılınır. Yaşadığımız yerin gerçekliği bu bahislerde “süreğen”dir. Biçimi kesintisiz kılınmış cerahatle birlikte süregelen nefretin her ne halleri var ettiği iş bu menzilde her günün başat görünenidir. Elazığ’da meydana gelen depremin ardından var edilen, sabit kılınmış bir ötekisine karşıtlığın nasıl şekillendirildiği o ilin kimliğine bunca kafa yoran, etnisitesi üstüne aramalara girişen insanlardan bariz olur. İnsanları terör sempatizanı olarak yaftalamaktan kaçınmayan muktedirin, önüne gelen her muhalifi, her bir diğerini bu bağlamda hedefe koymasının tezahürü karşımıza çıkartılır. Bu kadar kolay mıdır hakkın hukukun çiğnenmesi, depremin var ettiği yıkım, zaiyatın gümbürtüsünde ona pek sıra gelmez!
Mezopotamya Ajansı’na bağlanalım: “Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Erkan Baş, Meclis’te düzenlediği basın toplantısı ile gündeme dair değerlendirmelerde bulundu. Baş, konuşmasına Elazığ depreminde yaşamını yitirenleri anarak başladı. Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunu ancak bu gerçeğin çabuk unutulduğunu belirten Baş, “Deprem gibi büyük bir felaketle karşılaştığımızda önceliğin kayıpları azaltma, yaraları sarma çabası olduğuna kuşku yok. Nitekim halkımız da bunun için göz yaşartıcı sahnelere tanık olduğumuz biçimde bütün imkan ve olanaklarını harekete geçiriyor” dedi.
Devletin bu konudaki görev ve sorumluluklarının kaçınılmaz olduğunu belirten Baş, “Yıllardır ödediği vergileri soran yurttaşa hakaretler yağdırmak, yetmeyince üzerine polisi, savcıyı salıp soruşturma açmak AKP iktidarının, Saray iktidarının faşizan uygulamalarıdır. Halkımızı, muhalefeti 'Siyaset yapmayın' diye hizaya getirmeye çalışan iktidar, kendisi ise siyasetin dik alasını yapmakta ve depremi eline geçirdiği bütün olanakları kullanarak bir iktidarın bir siyasi şovuna çevirmektedir” diye konuştu.
Meclis Genel Kurulu’nda görüşülecek olan ve İmar Kanunu’nda değişiklikler öngören kanun teklifini hatırlatan Baş, “AYM’nin kararına rağmen, Ahlat’ta 1071 metrekarelik Saray inşaatı devam ediyor. Eskiden kişiye özel kanunlar çıkartıyorlar diye şikayet ediyorduk, şimdi önce işi yapıyorlar, sonra işe göre kanun çıkartıyorlar. Üstelik bunu memlekette insanlarımız can derdindeyken, bir deprem felaketi yaşanmışken, yeni deprem felaketleri yaşamamak için ne yapmak gerekir diye düzenlemeler yapılması gerektiği tartışılması gerekirken arada derede Meclis Genel Kurulu’nda beyefendi yeni bir Saray yapmak için yasa çıkarmaya çalışıyor. Biz bu yasanın çıkmaması için elimizden geleni yapacağız fakat bu arsızlıkla, bu yüzsüzlükle bu iktidarın sokaklarda gezememesi gerektiğini de burada bir kez daha vurgulamak istiyorum. Yani insanlar can derdindeyken, iktidar Saray derdinde” diye konuştu.”
Nefret ediminin binbir farklı tezahürü var edilmektedir. Hakkaniyetsiz, tahakkümle bütün ve birlikte oluşturulmuş devletli şablonunun her neyi imal ettiği artık daha belirgindir. Erkan Baş tarafından görünür kılınmaya çalışılan ol devletlin her nasıl bu satıhta hayat�� yerle yeksan ettiğinin meselesidir. Bir menzilin yaşatmama haline rehineliğinin her nasıl devletli eliyle işlevselleştirildiğini, soruşturulmasına dahi mani olunmasının aslen her neyi var ettiğini bildirir. Bu yerde şu sahada hayata inatla yer bıraktırılmaz. Böyle bir kör karanlıktan hicap dahi duyulmaz. Cerahatin, cüretle sunula gelen şiddetin hemen herkesin gözleri önündeki ayrıştırmanın her nasıl biçimlendirildiği artık giz değildir. Hayatın acı bir ezgi tasavvuruna rehin, devletin karanlığında hemen her türden şiddeti ile sınırlanan, kuşatılan bir hal / tavır / mesel hali açıktadır.
Çürümüşlüğün bir düzlemdeki seyrüseferi deprem gibi bir yıkımın ardından oluşturulan o devletli şablonu ile sıradana pay edilir. Hayat bu sathı mahalde hep ucuzdur. Hakaret, şiddet, göstere göstere yağmanın var edildiği yerde her ne olacaktır yaşam bunu sorgulamaktadır vekil Baş. Düzenin, düzenli / düzensiz var ettiği fecaat sarmalının konu her ne olursa olsun, devletlinin kasası dışında pek de başka bir şeyle ilgilenmediğini bir kez daha millet adına sorgular! Deprem konusunda bile ikircikli davranılan bir yerde tüm o nefret ediminin güncelliği bunca afaki kılınırken, hayat sahiden de ne olacaktır, her ne hallere koyulacaktır, yanıt yoktur! Dahası da vardır; HDP tarafından mecliste verilen ol 'deprem vergileri araştırılsın' önergesi AKP-MHP oylarıyla reddedilir.
Artı Gerçek’te Remzi Budancir’in haberidir: “Malatya’nın Pütürge ilçesine bağlı Hüsükuşağu, diğer adıyla Bölükkaya köyü depremden zarar gören yerleşim yerlerinden biri. Depremden zarar gören köy, 'Alevi köylerine yardım gitmediği' iddiaları ile gündeme gelmişti. Hüsükuşağı köyü  Malatya’nın Pütürge ile Elazığ’ın Sivrice ilçeleri arasında yükselen karlı dağların yamacında kurulu. Tamamı Alevi yurttaşların ikamet ettiği köyde evler eski taş evler. Hüsükuşağu Cemevinin önünde bir araya geldiğimiz köy sakinleri, “Alevi köylerine yardım gitmediği” tartışmalarından oldukça rahatsız.
Artı Gerçek’e konuşan Hüsükuşağı köyü sakini Sadettin Anıktar, depremde 138 evin hasar gördüğünü söyledi. Yetkilerin kendilerine “Sakın evlere girmeyin” dediğini aktaran Anıktar, yardımlar ile ilgili şunları dile getirdi: “Sağ olsun, ilgi alakaları yapıyorlar geliyorlar gidiyorlar.  Ama daha bugün (pazartesi) ilk bismillah bir kamyon erzak geldi. Antalya belediyesi bize göndermiş. Erzaklardan ihtiyacımız olanı aldık, diğerine dokunmadık. O erzakları Elazığ’a da gönderdik” dedi.
Depremden 3 gün sonra yardım geldiğini belirten köy sakinlerinin ihtiyaçları oldukça fazla. Taş evler hasar gördüğü için girilmiyor. Kar yağışının yoğun olduğu bölgede çadırda yaşamak imkânsız. Hüsükuşağı köyü sakini Fatma Karademir, “Başka bir şey istemiyoruz. Bizim burada kalacak yere ihtiyacımız var. Barınak, bir küçük kulübemiz olsun. Çünkü buranın şartları zordur. Giremeyiz evlere…” dedi. Köy sakini Elena Çakır’da temel ihtiyaçlarının barınma olduğunu söyledi. İnsanların kış şartlarında çok mağdur olacağını belirten Çakır, “Yukarıdaki kesimlere su yok elektrik kesiliyor. İnşallah devlet büyükleri bizi buralarda unutmaz” diyerek barınma ile ilgili sorunların giderilmesini istedi.
Mıko Mezrasında evi bulunanlardan biride Zeki Aslan. Mezrada bulunan evlerinde hasar tespiti yapılmaması üzerine Aslan kolları sıvayarak yaya olarak yola çıktı. Mezrada tek bir evin bile sağlam kalmadığını anlatan Aslan, “Tüm evler yıkılmış durumda. Yıkılan evler arasında bizim evimizde var. Bende yıkılan evlerin fotoğraflarını çekip getirdim, muhtara verdim. Muhtarda bu fotoğrafları hasar tespiti için götürüp yetkililere verdi. Bu şekilde biz kendi köyümüzde hasar tespiti yapmış olduk” diye anlattı.
Kış aylarının kendisini hissettirdiği bölgede halkın temel ihtiyacı barınma. Köyün temel geçim kaynağının hayvancılık olduğunu anlatan köylüler, ahırları kullanamıyor. Bir çok köylünün hayvan yemi enkaz altında kaldı. Köy sakinlerinin talebi sadece kendileri ile alakalı değil. Hayvanları için de yarım istiyorlar. Hava sıcaklığının eksi 14’ü bulduğunu, bölgede hayvanların barınması için de çadıra ihtiyaç olduğunu dile getiriyorlar.”
Köylülerin aksettirdiği, bildirmeye çalıştığı şey bu ülke denilen sahada o ötekisine reva görülen ayrımcılığın ta kendisidir. Nefretle, ötekileştirerek hep ama hep daimi bir ayrımı var ederek, felaketin ortasında dahi böylesi sırf şu yukarıdaki değinilerde olduğu gibi insan ayırarak var edilen cerahatledir bu toprağın meseli. Yardımların iş işten geçtikten sonra çıka geldiği yerde oluşturulan her cerahat bir başka tahayyülü var eder. Yıpranan hayatlar, zedelenmiş olan hayat istencini, başa göçertilen çatıyı, açılan yarayı onarmak yerine bu tahayyüller gibi nicesin var ederek bir menzil gerçek kılınır. Bu kadar dar kapsamlı bir yerde bu kadar acziyet içinde kalınmışken ol büyük deprem söylentileri var edilen İstanbul’da durum nice olur!
Tumblr media
Bahadır Özgür’ün Duvar’da Aykut Erdoğdu’yu referans göstererek kaleme aldığı yazısından aktaralım: “Gazeteci Celal Eren Çelik, Elazığ’daki felaket sonrasında gözlerin çevrildiği Kızılay’ın, bir hokus pokusa nasıl alet edildiğini kanıtlayan belgeyi yayınladı. Belgeye göre; Başkentgaz, 2017’de Kızılay’a 8 milyon dolarlık bağış yaptı. Ancak bu cömert bağışın ilginç bir şartı vardı. Paranın 75 bin dolarını Kızılay alacak, kalan 7 milyon 925 bin dolarını da Ensar Vakfı’na yurt inşaatı yapılması için transfer edecekti.
Özel bir şirket, dinci bir vakfa yardım yaparken, esasında gönüllülük üzerine çalışması gereken bir kamu kurumunu ‘yasal payanda’ olarak niye kullanır? Parayı doğrudan aktarma hakkı varken, Kızılay’a neden ‘vergi cenneti’ muamelesi yapılır? Deprem gecesi SMS ile 10 TL isteyen Kızılay, ne için böyle bir ilişkinin içine sürüklenir?
Akla gelebilecek her türlü soruyu tartabilecek bir skandaldır bu. Üzerine ısrarla gidilmesi gereken bir cerahattir. AKP iktidarının 17 yıllık ekonomi politiğinin kalbindeki karanlığı özetleyen, bünyeye saldıran ‘hain hücreyi’ açığa çıkaran bir ilişki ağıdır. Defalarca kesildiği muhtemel ‘hizmet-minnet’ faturalarından gün yüzüne çıkmış bir tanesidir…
Ankara’nın doğalgaz dağıtım tekeli Başkentgaz’ın, 2 yıl içerisinde satılmazsa yüzde 80’ini Özelleştirme İdaresi’nin (Öİ) satacağına dair hüküm, 2007’de 5669 Sayılı Kanun’a eklenir. Melih Gökçek alelacele basına kapalı ihale düzenler ve ihaleyi Global Yatırım-Energaz Ortak Girişimi kazanır. Ama para denkleştirilemez, ihale iptal edilir. 2008’de kurumun değeri 1.6 milyar dolardır. Öİ, devreye girerek yüzde 80’i için ihale açar. İhaleyi Karamehmet-Kazancı ortaklığı kazanır. Yüzde 80 için verilen fiyat 1.2 milyar dolardır. Toplam değer ise bu sefer 1.5 milyar dolara gerilemiştir. Yine para ödenemez ve 2012’de bir ihale daha yapılır; yeterli teklif alınamayınca o da iptal edilir. Belediyenin elindeki yüzde 20’lik hisse Öİ’ye devredilir ve Eylül 2012’de kurumun yüzde 100’ü için açılan ihaleyi, bu sefer Torunlar Gıda kazanır. Verdiği fiyat ne kadar dersiniz? 1 milyar 162 milyon dolar; yani kurumun değeri Torunlar’a gelene kadar aniden erir. Peki bu nasıl olur?
Ankara’da yaklaşık 2 milyar metreküp kullanımı bulunan 27 serbest tüketici, gazlarını BOTAŞ’tan doğrudan alırken, 2011’de bir değişiklik yapılarak, bu abonelerin artık Başkentgaz’dan alacağı belirtilir. Böylece kurumun geliri yükseltilir. Ayrıca sadece Ankara merkezde gaz satma hakkı olan şirkete, bütün ilçelerde de satma hakkı tanınır. Yine çıkarılan özel bir kanunla da şirketin belediyeden alacağı 352 milyon dolar, özelleştirme gelirine mahsup edilir. Böylece özelleştirme bedeli, 352 milyon dolar daha düşürülür. Şirket neredeyse üçte bir fiyatına, Recep Tayyip Erdoğan’ın imam hatipten arkadaşı, Erzincan’da bakkal dükkanı ile ticarete atılıp, inşaat rantıyla büyüyen Aziz Torun’un olur.*
xxx
Torunlar Gıda’nın pek çok ilde gökdeleni, AVM’leri, lüks konutları bulunur. Ancak 10 işçinin asansör faciasıyla yaşamını yitirdiği İstanbul Mecidiyeköy’deki Torun Center vakası, işlerin nasıl yürütüldüğünün aynası gibidir.
Malum, Ali Sami Yen Stadı arazisi, Seyrantepe’deki stat karşılığında TOKİ tarafından alınır. Nisan 2010’da yapılan ilk ihaleyi 416 milyon 500 bin lirayla Nurol-Aşçıoğlu grubu kazanır. 15 dakika süren ihalede TOKİ, verilen teklifi ‘yetersiz’ buldu ve iptal eder. Mayıs 2010’da düzenlenen ikinci ihaleye Aşçıoğlu tek başına girer ve 461.5 milyon liralık teklif vererek proje yapma hakkını kazanır. Aşçıoğlu Ekim 2010’da projede Torunlar ve Kapıcıoğlu ile ortak olur. Ortaklıkta hisse yapısı Torunlar’ın yüzde 65, Aşçıoğlu’nun yüzde 30 ve Kapıcıoğlu’nun yüzde 5’tir. Daha sonra Aşçıoğlu hisselerinin tamamını Torunlar’a devreder. Kapıcıoğlu da projeden ayrılınca, Torunlar tek başına kalır. 2015 yılında ise, aslında gelir ortaklığı ile yapılması gereken projede tapunun Torunlar’a devredildiği ortaya çıkar. TOKİ, “Biz 2013’te 520 milyon doları iş bitmeden peşin aldık. Bu nedenle projeden çekildik” der. İlginç şekilde parayı aldıktan sonra değil, asansör faciasının ardından devir yapılmıştır. Ve olay ruhsat için Şişli Belediyesi’ne başvurulmasıyla ortaya çıkar.
Koruma altındaki Likör Fabrikası’yla beraber deprem toplanma alanını da yutan ihaledeki tuhaflıklardan işçi cinayetlerine, tapu oyunlarına uzanan sorunların nasıl ‘çözüldüğü’ ciddi soru işaretidir. Lakin o sorunun yanıtını da Mall Of İstanbul vakasında buluruz…
xxx
Şimdi soralım: Yıllardır Torunlar’ın karşılaştığı her sorun, niye böyle kuşku tohumları eken uygulamalarla çözülüyor? Sahnede neden Torunlar’ı değil de, daima onun yardımına koşan siyasetçileri, bürokratları, kamu kurumlarını görüyoruz?
Bu soruların yanıtı, üzerindeki zarfa ‘yüce gönüllülük’ pulu yapıştırılmış o 8 milyon doların da neyin karşılığı olduğunun yanıtını verir. Kızılay vakası, en az Susurluk kazası kadar ciddi bir skandaldır. Görünen ip çekilebilirse, ardından 17 yılın karanlığı gelir…”
Banu Güven Deutsche Welle Türkçe servisinde devam ettirir; “Türkiye'de iktidarın kendisini her düzlemde nasıl konsolide ettiğini, Kızılay gibi afet ve acil durumlarda devreye girmesi gereken kuruluşların da nasıl paravan olarak kullanıldığını gösteriyor.
Başkentgaz "Vergiden kaçırma başka, biz vergiden kaçındık” gibi bir terimle kendini temize çıkarmaya çalışsa da hakikatin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var.
Ankaralılar evlerine gelen doğal gaz faturalarına her baktığında bu hakikati hatırlayacak. Ne var ki; şeffaflığın olmadığı, kurumların hesap vermediği, soru soranın soruşturmayla sindirilmek istendiği ülkelerde  bu kirli ilişkiler ağının bozulması zor.
Doğalgaz faturalarıyla beraber sosyal eşitsizliğin faturasının kabarması iktidarın kaderini bu kez belirleyecek mi, onu da bir sonraki seçimde göreceğiz.”
Bir istenç, basit bir tahayyül değil her nasıl dip ve uzaktan değil göstere göstere ayrım ve yıkımın var edildiğinin bir başka bariz örneği Kızılay’ın yardım olarak topladığı iddia edilen ayni / nakdi yardımları akıbetlerinin karanlık kılınması bir bildirendir. Bütün, bariz ve belirgin kılınan şey nefret bu safhada bizatihi yağmacılıktır. Bir halka, en zor anında dahi bunca kötülüğü reva görenlerin elleriyle bir ülke bırakılmaz, geri koyulmaz. Televizyon ekranlarında örtbası, sanal alemde ifşası devam olunan şey bu ülkenin hakkı, sıradanın arttırdığı şeye bile tenezzül olunan bir yeri gösterir. Yağmanın ta kendisi o nefreti simgeleştirir. Düşmanın yapmayacağı şeyi bile isteye yapanların ellerinde bir ülke bırakılmıştır, var edilmiştir.
Bir tuhaflıklar silsilesi içerisinde hayatın çarçur edilmesi kesintisiz kılınıyor. Depremden sonra yaratılan ortamdan, gün aşırı bir şeylere konuşma zorunluluğu hisseden o baş amir tarafından bu sırada türetilmiş olan nefret ve hiddete, ekonomik darboğaz içerisinde rehin kalmış bir halkın her gün daha fazla ezilmesinden bir tuhaf düzende her gün yine yeniden eksikli konuluyor. Bir sahanın yaşamla ilintisi kesintiye uğratılıyor. Düzen kendi yıkımını her gün biçim değiştirerek var ederken, sıradan için hayatın ezberlenmiş kodları, köşeleri dahi artık geriye bırakılmıyor. Erk, muktedir, iktidar eliyle yağmasından talanına, dilsel ve ırksal ayrıştırmalardan, demokrasi varmış gibi yapılırken oluşturulan insan haklarının tam tekmil çiğnenmesine bütün ve belirgin bir düş kırımı menzili var ediliyor. Hiç ama hiçbir zaman hesap verilmemiş bir düzlemde, bir kez daha ama son kez değil sıradanın ol hayattaki varlığı, sesi ve sözü her günümüze düşürülen devletli gölgesinin rehini biliniyor hep böyle söyleniyor. Rezillikler silsilesi, hizaya çekme gayretleri, ayrımcılık, nefret illa ki ötekisine karşı kurulan tezgahlar / düzenlemelerle birlikte bir cennet denilen / bilinin yer cehennemin ta kendisi kılınıyor. Dönüyoruz, dolaşıyoruz ve yeniden anlıyoruz ki ol muktedir olma halleri insanı zehirliyor. Erk, muktedir ve iktidar olanlar, bu kümelere dahil olanlar, buralardan beslenenler binlerce kez olduğu gibi yeniden riya / yalan ve arkası kesilmez bir hiddetle hayatı çalıyor. Hayatın üstünde tepiniyor. Parçalanmışlıkla, bölük börçük kılınmış umutlarla, her gün daha da karanlığı ile bir ülke gerçek kılınıyor. Bu kadar açık, böyle kolay mıdır her şey... sahiden... kolayca... öyle... Devlet kötülüğün ta kendisiyken, hala mı her şey uzakta / ötede olandır.... sahiden... kolayca... öyle....
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: Desenler - Olivier BONHOMME v/ Behance
2 notes · View notes
yusufserkan · 6 years ago
Text
Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin araştırmasına göre, anaokulu öğrencileri günde 300 kez gülerken, yetişkinlerde bu sayı günde 20 bile değil…
İnsanoğlu büyüdükçe gülmeyi unutuyor!
Diyebilirsiniz ki:
Siyasi atışmalar yüzünden…
Ekonomik sıkıntılar yüzünden…
Toplumsal yaşamdaki itilip -kalkılmalar yüzünden gülümseyecek hal mi kaldı?
Maalesef, son yıllarda ülke çok gerildi. Türkiye ve kendiniz için çok endişelendiğinizi tahmin ediyorum! Ama…
Yeni bir yıla umutlu girmek gerekmez mi?
Kuşkusuz değiştirecek çok meselemiz var. Ama…
İşe kendinizden başlamaya var mısınız?
Size birini tanıtmalıyım:
Dr. Shoma Morita (1874-1938)…
Sigmund Freud ve yaşama sanatı Zen-Budizm öğretilerinden çok etkilenmiş psikiyatrist.
20'nci yüzyılın ilk yarısında Tokyo Jikei Üniversitesi'nde psikiyatri bölüm başkanlığı yaptı.
“Endişe bozukluğunu” tedavi etmek için adıyla anılan “Morita” terapisini geliştirdi.
Birçok Batı terapisi, hastanın duygularını kontrol etmeye veya değiştirmeye odaklanıyordu. (Ki hala yaygındır!) Dr. Morita'ya göre, duyguların ortaya çıkışı kontrolümüz dışındadır. Yani… Bir şeyden korkmaya, birine âşık olmaya ya da birinden nefret etmeye karar verilemez! Duygular kendiliğinden gelir. Duyguları engellemeye çalışmak onları daha da güçlendirir.
Morita terapisi, duyguları kontrol etmeye değil, onları kabul etmeyi öğretiyor:
– Duygularınızın değil, davranışlarınızın kontrolü sizdedir!
– Karakterlerinizi belirleyen duygularınız değil, davranışlarınızdır.
– Ve davranışlarınız duygularımızı dönüştürür.
Kafanız mı karıştı?
Açayım biraz…
Sürekli şikayet
Batı psikolojisi, her insani duruma “depresyon”, “panik atak”, “takıntı/obsesif” gibi tıbbi teşhis koyup, insanların “hastalığı” sahiplenmesine, hastalığın arkasına sığınmasına, hayattan uzaklaşıp kendisine odaklanmasına yol açıyor. (Bu arada bitmez tükenmez ilaç tedavisi başlatıyor.)
Morita terapisi olumsuz duygulara odaklanıp, hayattan geri çekilmeyi-içe dönük yaşamayı kabul etmiyor. Kişinin en hızlı biçimde kendi kısır dünyasından çıkıp, sorumluluk sahibi olmasına çabalıyor. Peki, bu nasıl olacak?
Yaşamda pek çok şey kontrolünüzde değil: Hava durumu, doğal felaketler, yaşlanma gerçeği, ekonomik kriz vs.
Dr. Morita dedi ki:
Bir başınıza değiştiremeyeceğiniz gerçekleri kabullenmemekte direnmek, içinizde aşırı öfkeye, derin kedere, yoğun endişe ve korkuya yol açar. Tetiklenen bu duygular sizi kontrol etmeye başlar. Bunun sonucu ortaya çıkan isteksizlikler/küskünlükler sizi sorumluluklarınızdan uzaklaştırır. Yani…
Devamlı şikâyet etmek yerine sorumluluk alın! Böylece…
Harekete geçmek zamanla sizi yiyip bitiren/ psikolojinizi yıkan duygularınızın değişmesine yardımcı olacaktır!
Aksi taktirde bu ruh hali…
Direğe iple bağlanan bir eşeğin, kendini kurtarmak için direğin etrafında dönüp durdukça direğe daha yapışık, hareket edemez hale gelmesine benzer. İnsanın kendi korkularından-endişelerinden- rahatsızlıklarından kurtulmaya çalışıp çalışıp, acılarına daha fazla saplanan takıntılı düşünme biçimine yönelir…
Bu, kaygılı– özgüveni düşük insan demektir.
Bu, insanın kendini değersiz-yeteneksiz-akılsız hissetmesi demektir.
Keza:
Olumsuz duyguların değişmesi sizin sadece psikolojinizi değil, -genlerinizi etkileyerek- fiziki hastalıkların değişmesine de yol açar! Moral-gülümseme şart yani…
Kendinize sorun
Japonya'dan başladık öyle bitirelim:
“Naikan”…
Japonca “içe bakış” demek.
Batı'nın başkalarını düşünmeden, sadece kendi istek ve duygularına kulak vermeyi, hep en öne geçmeyi teşvik eden benmerkezci yaklaşımına alternatiftir.
Kişiyi, bencil iç dünyasından çıkarıp, başkalarıyla ve yaşamla olan ilişkilerine yönlendirmeyi hedefler.
Endişe, kaygı, panik atak, dikkat eksikliği, depresyon, aile problemleri, ruhsal kökenli bedensel hastalıklar gibi karşılaşılan birçok sorunun altta yatan ana etkeni, insanlarla ve yaşamla kurulan ilişkilerin sağlıksızlığıdır.
İlaçlarla uyuşmak yerine, bilinç ve ruhsal gelişimle düzelebilecek bu tür sorunlar için, “naikan” şu çözümü sunuyor:
Çoğu kişi sürekli kendine şu soruyu soruyor; “Bugün bana kim nasıl zarar verdi?”
Her an, başkalarının verdiği zararların çetelesini tutuyor! İnsanların kötülüklerine karşın iyi insan olmanın, bir tür zayıflık olduğunu sanıyor. Kendini korumayı bilmediğini sanıp, bunun eksiklik-zayıflık olduğunu düşünüyor. Maalesef, kötülüğün kötülükle giderilebileceğine inanıyor!
“Naikan”a göre kendinize şunu sormalısınız:
“Bugün başkaları için ne yaptım?”
– Günaydın dedim mi komşuma?
– Otobüs/metro şoförüne/makinistine, beni taşıdığı için içimden teşekkür ettim mi?
– Arkadaşlarıma çay ikramında bulundum mu?
– Yakınlarıma telefon edip hatır sordum mu?
İşte…
“Naikan”ın insanlığa katkılarından biri; bencilleşen günümüz dünyasında bizlere kolayca unuttuğumuz gerçeği hatırlatması:
Şefkatli, gülümseyen bir kalbe sahip olmak…
2019 yılında gülümsemeyi unutmayınız!
Doç. Şafak Nakajima'nın kitabına verdiği isim gibi herkese “Endişesiz İlaçsız” bir yıl dilerim…
2 notes · View notes