#sivil ölümler
Explore tagged Tumblr posts
Text
Avustralyalı ödüllü eski asker, Afgan sivilleri öldürme haberlerine açtığı davayı kaybetti
Afganistan’da silahsız sivillerin öldürülmesi ve öldürülmesi emrini vererek kendisini savaş suçları işlemekle suçlayan gazetelere “hakaret davası” açan Avustralyalı gazi, davasını kaybetti. Avustralya’nın en yüksek askeri nişanı olan Victoria Cross’u alan Ben Roberts-Smith, kendisini Afganistan’da savaş suçları işlemekle suçlayan üç gazeteye karşı açtığı iftira ve iftira davasını…
View On WordPress
0 notes
Text
Arap Birliği'nden İsrail'in Gazze Saldırılarına Sert Kınama
Arap Birliği’nden İsrail Saldırılarına Sert Kınama Arap Birliği, İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliya bölgesi başta olmak üzere sürdürdüğü saldırıları şiddetle kınadı. Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt, yaptığı yazılı açıklamada, İsrail’in “dünyanın Lübnan’da işlenen suçlara odaklanmasını fırsat bilerek Gazze’deki yüz kızartıcı suçlarına yenilerini eklediğinin” altını…
#ölümler#Çocuklar#İSRAİL#Ahmed Ebu Gayt#Arap Birliği#Cibaliya#Filistin#Gazze#insani kriz#kadınlar#Saldırılar#sivil altyapı
0 notes
Text
işte ırakın petrolu alınacaktı zaten 1.dünya savaşında bitmişti, rus avrupa ingiliz vs işgaldi bir de iranın.
bir de sonunda orta asyaya savaş açıyorsun ki, biz burda düşmanlık besleyip kurtlar vadisi ortamı yapalım zayıf düşmen lazım. Yoksa niye kasıcan
Orta doğuda sürekli kaos ortamı olacaktı ki petrolün fiyatı yükselsin
Diğerleri içinde bir taşla iki kuş
Senelerce de devam ediyor.
Bu bir noktadan sonra ülkücü ordu pkk savaşına vs dönüyor ölümler fln.
Bu bayağı abartılıyor sonra bu işlerle alakası olmayan kişiler bile sıkıntı çekiyor onlara kadar gidiyor siviller fln
Sağ sol savaşı falanda aradan çıkarılıyor
İtalyada banko, biz kaybedenler için bir nevi bağ kurma, sempati, arada rusyayla kızışınca bahaneydi falan
Ama aşırı yüklenilmiş fazla sert
Ortadoğunun normal halide bıraksan çok güzel olmamakla birlikte gerilim fazla olmuş
0 notes
Link
Donbass'taki savaşın sonucunda, sadece Ukrayna hükümetinin kontrolündeki topraklarda en az 14.000 kişi öldü. En az 9.5 milyon Ukraynalı ise Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik saldırgan eylemlerinden zarar gördü.
0 notes
Text
#MadımakKanKokuyorBuÜlke
Biz her
Cuma ölürüz
Bazen
Katiler yakar
Bizi
Bazen
Devlet katleder bizi
Kurşuna, dizilir
Parçalanmış
Bedenlerimizi
Kurda kuşa
Bırakılır
Allaha inandığını
Sananlar
Allahu ekber
Naraları ile
Çelikten keskin
Ölümlerle sınarlar bizi
Çocukları. Ana, rahminde
Söker alırlar
Kerbela'da. Kaldığını
Sandığımız
Muaviyenin
Dölleri
Maraşta
Dersimde
Çorumda
Uçurumlarda
Aç yırtıcı
Çakalar olup üşüştü
Üstümüze
Zemheri ayazda
Soguk buz kesmiş
Ölümler sonumuz
Oldu bizim
Madımak ilk değil
Madımak sonda
Olmadı. Kürdün
Adı yetmedimi
Ölüm fermanımıza
Can olduk
Yakıldık
Kan kokuyor bu ülke
Madımak ta
Dünyanın
Gözü önünde
Softa
Asker
Polis
Sivil
Devlet
Katlimize
Ferman vermiş
Biliriz
Hakkı sevmezler
Hak yoluna
Katlimize. Ferman verenler
Bunlar muaviyeni piçleri
Bunlar hak yoluna
Ezelden düşman bliriz
Bedirxan Botanll 2020
7 notes
·
View notes
Text
Bu Mu Normalleşmek
Doğrularını zayi etmiş, bütünüyle yıkımın, yalan ve yanlışın, riyanın üstünde yükselen bir ülke hakikati var ediliyor. Yaşatan, yaşam veren, muteber, müşterek bir hayat iminin saha ve sahnesi olması gereken vatan imi artık yerle bir ediliyor. Bir biçimde hiç kılınıyor. Bu sahada bütün paramparça olunurken insani olanın artık geçersiz kılındığı zorbalığın aleni bir biçimde devletleşmiş haline devam olunuyor. Bir saha kuşatılıyor. Bir sahada yaşama tahayyülü talan ediliyor. Bir gündelik, günlük, genel geçer mesele değil doğrudan hak ile hukuk ve adaletin üstünde tepinen bir devletli figürü bu sahadaki yaşam istencini alaşağı ediyor. Her günü apayrı fecaatler ile hem hal yer hakikat oluyor. Bir mizansen yahut da kurgu değil doğrudan, yetkin ve kesintisiz bir kırım bağı gerçekliğe kavuşturuluyor. Ol yaşatan, yaşam var eden bir im yok artık. Böyle bir meselesi de yok artık bu sahanın. Bu kadar afaki bir çürümenin olduğu yerde söze gerek duymuyor muktedir, ezip, biçiyor.
Oluşturduğu yeni ülke, başkanlık sistemi, hedef 2023 vesaire tanımlamalarla birlikte bariz bir biçimde bir sahanın yaşamla olan bağlarının kopartılması güncel kılınıyor. Her hamle, her söz, her eylem ve baş amirden silsile halinde ötekilerine uzanan bir devamlılık içinde memleket yaşatan olma özelliğini zayi ediyor. Kocaman cümlelere, anlam paslaşmalarına, zihin okumalara, felsefik demeçlere ihtiyaç kalmaksızın olan bitenin bir cürümler toplamı olduğu kendiliğinden görünür kılınıyor. Cerahat, cürüm, cühela cüreti üçlemesi ile ortaya saçılan her eylem / edim / im sonucu yeniden sıradana bedel kılınıyor. Bir ülkenin yenisi, dününün birebir örneği / takipçisinden nasıl türetilebilir? Bir ülkenin demokrasi, eşitlik ve adalet pratiklerinde bunca sınıfta çakan haline rağmen, hala ve hala nasıl aynı zorbalıklara bel bağlayabilir? Böylesine afaki kılınmış olan cerahat imgesinin, cürümlere her yerde sahip çıkan zümrenin var ettiği eşil nereye taşıyacaktır bu sahadaki hayat imgesini, açık ve yalın bir biçimde nereye!
Doğruların doğrudan çalındığı, yerine ikame edilenlerin birer safsata ile hayal gücünün sınırlarını zorlayacak kadar abuklukların hakikat ilan edilmesinden meydana gelen bir yer gözler önündedir. Muktedirin on dokuzuncu yılındaki iktidar perspektifinin suna geldiği o katran karanlığından mülhem, salt ve sadece kendi doğrularından mülhem bir yerdir, yer kalabildiyse şayet. Yol nereye sorgusuna düşülmesine mahal verilmeden gündemin hemen her anına bambaşka yıkımları var ederek, günbegün, anbean her dem bir şeyleri alt üst ederek bir dönüşüm sağlama alınır. İdam tartışmaları, Yunanistan’a adı konulmayacak bir savaş açma hevesi, ekonomide uçuyoruz kaçıyoruz nidaları, şahlandığı söylenen ülke imi vesairi bu dönüşümde eşikleri bildirir. Pandemiyi bırakalım kontrol altına almayı her bir yurttaşı kendi başının çaresine bakmasına yollayan bir devlet aklı vardır. Sermayenin o elinde kan bulaşmış olanın sözünü dinleyip, ölmeye rehin, covid19 olma ihtimalinin hep canlı kaldığı bir zemine mahkumiyet var edilirken, büyük ülke masalları koftur!
Ölümler yaşanırken, sayılar gizleyebilmek için kırk bir taklanın atıldığı, her gün maniple edilmiş rakamların sergilendiği bir zemin doğrularını zaten yitirmiştir. Toplu karantinalar ve sokağa çıkma yasakları ve nispeten değil kalıcı bir virüs sönümlenmesine yol açmak, o maddi imkansızlıklarla baş başa bırakılan yurttaşa haklarını vermekten kaçınan bir büyük ülke olur mu? Yanıtını aşağı yukarı altı aydır her gün yaşayarak görüyoruz. Hepimiz için birer diyet kılınmış, vergilendirmeler, giderek bir hak gasbı üstünden yağmalanmaya hala ve hala çalışılan sosyal güvenlik / sigorta ve emeklilik tahayyüllerine yapışıp kalmış bariz saldırganlık ve iç etme istencinin rutininde bu menzilin nasıl yanlışlara saptığını görmek olasıdır. Bunların yanında ekonomik çöküş halinden, notu her gün kırılan bir sermaye yapılması imkansız addedilen ülke ilanından, sokaklarında güvencesizliğin artık ulu orta konuşulmasının dahi imkansız konulduğu bir sahnede işsizliğin yüzde otuzların üstündeki gerçekliğine, devlet yalanlarıyla, bu sahnedeki yaşamaya tutunanlar de kendi doğrularıyla mücadelesine devam eder. Bu kadar keskin bir ayrım pandemi güncesinde artık sabitimiz olur.
Bir çökertme hamlesinin birisi bitmeden bir başkasının var edildiği sahnenin hazan sureti meselemizdir. Devri iktidarın, dününde var edilmiş olanlardan hiçbir farkının olmadığı hiç ama hiçbir biçimde ayrı kalamadığını kanıtlayan örnekler arasında bir ülkedeki yaşam pratikleri alt üst olunmaktadır. Bu kadar kolayca yalanlarla güncelliği sağlama alınmış bir profilde, atılan her adım, var edilen her eylem, sonucu kestirilmeden sallanan her cümleyi bir kez olsun fark ettiğinizde yaşamın nasıl bir biçareliğe rehin olunduğu daha da afaki bir biçimde karşımıza çıkacaktır. Dindar Karataş’ın Mezopotamya Ajansı’ndaki haberidir.
“Başta Diyarbakır ve Van olmak üzere bölgenin birçok kentinde koronavirüs (Kovid-19) vakalarında artış sürüyor. Yaşamını yitirenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Geçtiğimiz günlerde Van'ı ziyaret eden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bölge illerinin sağlık müdürleri, saha koordinatörleri, kamu hastaneleri başkanları, halk sağlığı başkanları ve hastane başhekimleriyle yaptığı değerlendirme toplantısında, Bitlis, Muş, Hakkari ve Van'da hasta sayılarının neredeyse iki katına çıktığını açıkladı. Van-Hakkari Tabip Odası da Bakan Koca ile görüşmek için randevu talebinde bulundu. Ancak Koca, Tabip Odası ile görüşmeden kentten ayrıldı.
Van-Hakkari Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Doktor Hüseyin Yaviç, uzun süredir hem Van’da hem de ülke açısından eleştirdikleri tablonun Sağlık Bakanı Koca’nın Van ziyaretinde teyit ettiğini söyledi. Kentteki Kovid-19 tablosunun yapılan açıklamaların aksine çok daha farklı olduğuna dikkat çeken Yaviç, ülke genelinde de verilen sahadaki verilerle uyumlu olmadığını belirtti.
Bakan Koca'nın Kovid-19 ile ilgili tablonun çok karamsar olduğunu ortaya koyduğunu ifade eden Yaviç, "Bizler de kendisiyle görüşmek isterdik. En azından bir sivil tolum kuruluşu olarak bizleri de bu görüşme ve toplantılarına dâhil edip, en azından bir sivil toplum kuruluşundan yerelin sağlık sorunları ile ilgili bilgiler almasını talep ederdik. Vaka son dönemde gerçekten çok arttı. Özellikle normalleşme adımlarının atılması ve kısıtlamaların kaldırılmasıyla birlikte artış oldu. Ki artık bu sayıları tartışmanın da bir anlamı kalmadı. Bu tablo kabul edilir bir noktaya geldi. Daha çok tedavi edici politikaların öne çıkarılması gerekiyor. Kovid-19 ile ilgili genel anlamda tedavi edici politikalar olduğu, önleyici politikalar olmadığı öne çıkıyor” dedi.
Salgının koruyucu ve önleyici sağlık hizmetleriyle önlenebileceğini belirten Yaviç, pozitif vakaların erken dönemde tespit edilmesi, uygun şekilde izolasyonların sağlanması ve tedavi süreçlerinin yürütülmesi gerektiğinin altını çizdi. Mevcut politikalarla pandeminin önlenmesinin mümkün olmadığını vurgulayan Yaviç, “Sorumluluğu sadece topluma yükleyen tedbirler almışsanız, bu süreç önüne geçilebilir bir süreç olmaktan çıkar. Elbette ki insanların tedbirlere uyması ve dikkatli olması gerekir. Toplumu destekleyici, toplumsal spekülasyonun azalmasını sağlayan politikalar uygulanmadığı sürece, pandeminin önlenmesi de imkansız hale gelir” diye konuştu.
Van’da günlük vaka sayısının 300-400 civarında olduğunu aktaran Yaviç, “Bu sürecin toplumla şeffaf bir şekilde paylaşılması gerekir. Toplum, salgının ciddiyetini anlayabilmesi için aynı şekilde sağlık boyutuyla ne durumda olduğumuzu bilmesi gerekiyor. Sağlık kurumlarımızın yoğun bakımları neredeyse tamamen dolu vaziyette. Kovid için ayrılan servislerin yüzde 70’lerde doluluk oranına sahip olduğunu biliyoruz. Mevcut tablonun iki olumsuz yansıması olacak. Sağlık çalışanlarının çok yoğun koşullarda çalışması, sayılarının yetersiz olması, uzun bir süredir izinlerini kullanamayışları, sosyal desteklerden mahrum bırakılması, sağlık çalışanlarında bir tükenmişliğe ve özelikle çalışma performanslarında bir düşüşe neden olacaktır. Yine bazı illerde istifalar gerçekleşti ve ilerleyen dönemlerde bu tarz yönelimler de olabilir. Pandeminin bu yoğunluğuyla devam etmesi halinde, ertelenen sağlık hizmetleri konusunda toplumun ciddi sıkıntılar yaşaması kaçınılmazdır” diye uyardı.
1 Haziran’da normalleşme adımlarıyla kaldırılan kısıtlamaların yeniden uygulanması gerektiğinin altını çizen Yaviç, şunları söyledi: “Toplumsal sirkülasyonu azaltacak genel bir politika ortaya konulmadan, sadece toplumdan tedbirlere uymasını beklemek yanlıştır. Maske takmasını beklemek çözüm getirecek bir yaklaşım değildir. Sağlık Bakanlığı’ndan yerellerin koşullarına vakıf olan sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içine girmesini, şeffaf bir şekilde sürecin yürütülmesini bekliyoruz. Pandemi ile bu şekilde mücadele edilmesi halinde, önümüzdeki kış mevsiminde salgının sonuçlarının çok daha ağır olmasını ön görüyoruz. Bunun önüne geçmek için de gerçekçi önlemlerin alınması gerekiyor.”
Gölgesi üstümüze düşürülmüş bir pandemi sürecinin orta yerinde hala yalan ve riyayla, küçücük ülkelerin rakamlarına benzeş vaka sayıları, kayıplar bildirerek, resmi sunumun takvim bilgisi dışındaki her şeyinin tahrif edildiği artık ortaya çıkmış bir ülke halinin tam da kendisidir doğruların yitirildiği menzil. Yıkımdan ön almak yerine, var edilmiş olan tüm o normalleşme hallerine inatla devam diyerek bir menzilin, kurgu değil hakikaten de çürümesinin / yaşamların altının oyulmasının zemini bir kez daha yoklanır. İstanbul’dan ve Ankara’dan seçim kaybedildiği için alınmak istenen hınçla dahi bağlantılanan bariz bir nefret simyasında yol da yön de karanlığa kesintisiz ulaştırılır. Bakur Kürdistan’ından her bir bildirimde, her bir vaka patlamasının sonrasında Batı Türkiye’nin sessizliğini de bu hal ve tavra eklediğimizde, bir cerahat sofrasında, asgari sağlık hizmetlerinin de, insani ölçülerde bir gelecek kaygısından sıyrılmanın da tükenişi yaşama monte edilir. Tabi ki bunun adına yaşamak denilebilirse!
Gazete Karınca’dan iliştirelim: “Yeni tip Corona virüsünün yol açtığı Covid-19 pandemisinin dünya çapında tarihi bir yoksullaşmaya neden olduğu ifade edildi.
Birleşmiş Milletler’in (BM) raporuna göre pandemi, 1929 Ekonomik Bunalımı’ndan bu yana yaşanan en büyük ekonomik durgunluğu tetikledi.
Bu kırılmanın sonucu olarak dünya çapında 176 milyon insanın yoksullaşma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor.
DW Türkçe’de yer alan habere göre mevcut durumdan daha da karanlık bir tabloya işaret eden BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Olivier De Schutter, “krizin yoksulluk üzerindeki en kötü etkilerinin ise henüz tecrübe edilmediğini” söylüyor.
Raporda yoksulluk sınırı günlük 3,2 dolardan hesaplandı.
Pandemi sürecince 113 ülke toplam 589 milyar dolarlık sosyal yardım paketlerini devreye sokmuş olsa da, bu yardımlardan çok sayıda insanın faydalanamadığı kaydediliyor.
Ayrıca mevcut önlemlerin kısa vadeli ve yetersiz olduğuna dikkat çeken De Schutter, bu nedenle de çok sayıda kişinin yardımlara ulaşamadığını belirtiyor.
De Schutter, uluslararası topluma yardım paketlerini en yoksullara yönelik olarak güçlendirmeleri çağrısı yapıyor.
BM’nin raporuna göre durumu en kritik olanlar ise kayıtdışı çalışanlar. De Schutter, dünya çapında sayıları 2 milyarı bulan ve çalışan nüfusun yüzde 61’ini oluşturan bu kişilerin ulusal yardım paketlerinde göz önüne alınmadığı eleştirisinde bulunuyor.
Birçok ailenin pandemi sürecince birikimlerini tükettiği ve son malvarlıklarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldığı belirtiliyor.
Pandeminin ekonomik sonuçlarından en ağır biçimde etkilenenler arasında mülteciler de yer alıyor.”
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Türkiye'de son 24 saatte 63 kişi Kovid-19 nedeniyle hayatını kaybetti, 1716 kişiye Kovid-19 tanısı konuldu. Son 24 saatte 112 bin 563 Kovid-19 testi yapıldı. 1225 kişinin Kovid-19 tedavisinin tamamlanmasıyla iyileşenlerin sayısı 260 bin 58'e yükseldi. Yeni rakamlarla birlikte toplam vaka sayısı 292 bin 878 oldu. Yaşamını yitirenlerin sayısı toplam 7 bin 119'a yükseldi.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca sosyal medya hesabından "Hastalığın bulaşma hızında tespit edilmiş bir yavaşlama yok. Bugün hastalığa yakalanan 1.716 yeni hastamız var. Kayıplarımızın sayısı 60’tan fazla. Tek tek mücadele edemeyiz ama birlikte galip gelebiliriz. BİRLİKte TEDBİRlere uyalım." paylaşımı yaptı.”
İÜ İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tufan Tükek'in Twitter'dan bildirdiğidir: “Çapa’da 530 testin 81’ i pozitif. Pozitiflik oranı %15 i geçti. Bugünden artık salgının İstanbul için yeniden başladığını söyleyebiliriz. Ağırlıklı gençler ve maalesef zatürre oranı yüksek. Moral bozmak için değil tedbir alın diye yazıyorum. Yoksa herkes üzülecek.”
Bir gündelik, günlük, genel geçer mesele değil doğrudan hak ile hukuk ve adaletin üstünde tepinen bir devletli figürü bu sahadaki yaşam istencini alaşağı ediyor. Her günü apayrı fecaatler ile hem hal yer hakikat oluyor. Bir mizansen yahut da kurgu değil doğrudan, yetkin ve kesintisiz bir kırım bağı gerçekliğe kavuşturuluyor. Covid-19’un bu sahadaki birinci zirvesine varmadan var edilmiş normalleşmenin, açılışlar, fetih etkinliği, Ayasofya’nın ibadete açılması, temel atma törenleri, bayram seyahatleri, sınavlardaki tüm o yığılmalar, yığınların yığınlarla sürü bağışıklığına rehineliği sonunda bir doktorun var ettiği gibi menzili uçurumun kıyısına taşır!
Bir gündelik, bir günlük, bir anlık bir mesele değildir artık Covid-19. Tek başına bu saha, şu yerde o muktedirin var ettiği bir kırım halinin devamlılığına eklenen bir yıkım aparatı kılınandır. Cürümler birbirine eklenirken, hayatların yemyeşil bir devletli propagandasına haiz takvimdeki tarih dışında her şeyi yalandan mülhem, riyayla birlikte şekillendirilmiş bir pandemi sürecini dahi toplumu dönüştürmek adına kendine koz belleyenlerin var ettiği şey biyopolitik bir çürümedir. Altı koca ayda ulaşılan menzil, bilim kurulu hazretlerinden o sermayedar sağlık bakanının şaklabanlıklarından, kelle paça iyi gelir diyenden biz Türküz bize bir şey olmaz buyuranlardan ortaya karışık bir çürüme deneyimidir.
Türkiye kendi var ettiği cerahatinin yanında bir de devletli eliyle var edilen bu sistematik sürü bağışıklığı dahilinde yıkımla baş başa koyulmaktadır. Bu kadar kesintisiz bir halde devlet aslında nedir sorusunun da yanıtı hayatlarımıza göz dikenlerin var ettiği o kırım halinden barizdir, görüyor musunuz? Doğrularını zayi etmiş, Bahçeli gibi miadı tükenmiş zil zil faşist temsillerin Türk Tabipleri Birliğini hedef kılmaya çalıştığı, bakan diye öne sürülen o sermayedar, pandemi sürecinde karlı çıktığı ifşa olunan bir temsilin kıyısında, ölümler birer rakam, yıkım üçte bir oranından da az görünür kılınırken, bildirilirken devletin kırım tahayyülü güncellenmektedir. Covid19 pandemisinin henüz birinci salgın dalgasının ikinci yükseliş döneminde bunlar olurken, önümüzün karanlığını görüyor musunuz? Bu devletle bir hayat muhafazası, bu sermayedar akılları, onca nobran faşizmle bir hayat tahayyülü, bir yer, bir ülke muhafaza edilebilir mi? Normalleşti denilen ülke neresidir! Bu mu normalleşmek!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: BirGün Gazetesi
#covid19#sağlık politikası#türkiye#sağlıkçılar#yaşam hakkı#insan hakları#ülke#hakikat#çürümeye karşı isyan#salgın#pandemi#süreç#kötülük#karanlık çağ#anlam#hayat memat#sözcükler#izler#bakur kürdistan#siyasa#devlet102#analiz#cerahat#toplum#kırım#cinayet#fasit döngü#yeni ülke#bayat hikaye#yaygın medya
1 note
·
View note
Photo
çağdaş yenilgiler ansiklopedisi
“Ölmüş görüneceğim, ama bu doğru olmayacak.” Saint-Exupéry, ‘Küçük Prens’
Rüzgara karşı tükürdüm bir ömür boyu Kendi dilimle boğuldum Hiç değilse denedim bütün devrimleri Yağmurun rengini değiştirdi akıttığım kan Ondört yaşındaki bir çocuk Silah talimleri yaparken ben Marks okudum Keynes, Althusser, Mc Luhan Yenildim dünyanın bütün kürsülerinde Severim James Dean'i aynı günde doğmuşuz
Hiç bu kadar durgun ve anlamlı olmamıştı gece Yeraltındaki evimin mutfağından hayata bakıyorum Dünyanın en güzel ölüleri benimle bakıyor Görünen üç beş ağaç, bir de ayışığı sureti Severim Attila Jozsef'i, annemin öldüğü gün Macar oldum
Devletten onaylı belgelerle intihar ediyorum Süperstar bir nihilizm ikide bir göz kırpıyor Oysa ben onun bildiği şairlerden değilim Şeytanım Sheraton'da konyak yudumluyor Yuppi hüznüne fahişe gözyaşları karışıyor Türkiye böyle bir kimya, ey asri zamanlar Oğlumdan utanmasam üç kere bağırırım Dördüncüsünde meyhaneci beni kovalar
Severim Yesenin’i, sevdiğim her şey var onda
Gecekondu yalnızlığım açık bir bar arıyor Cebimdeki Visa'nın bütün şifrelerinin unutulduğu yerde En Büyük Başkaldırı! Yazılı bir pankart imzasını basıyor Devletten yara almış, sivil takılıyor Ölüme mi yenildim, yoksa hayata mı? Al sana on tonluk bir ahret sorusu Ahmet, bundan böyle mutluluğu tanrısından 70cl'lik şişelerde alacak Bütün yatırımlarını alkol sektörüne yapacak Severim Mayakovski’yi deliliğimin çimentosu ordan ithal olunuyor
Bir gün yalnızlık bütün TV kanallarında çıkar Öyle bir sabah ki, karnımda ölüm balyalanır Dünyada bir şairin doğudan ışık alan yüzü kadar Aynaların ardına taşınacak bir görüntü yoktur Severim, Nazım Hikmet’i, birileri Türkçe’nin atardamarlarını ona bağlamışlar
20.yüzyılın sonbaharında TC’ye bir şeyler oluyır Bildiğim bütün hastalık terimlerini sıralıyorum: Menapoz, anksiyete, andropoz ve ABD Mekânı üç gün üç gece bıkıp usanmadan ilaçlıyorum Harita değişecek diyorlar, Sevr’e nur yağıyor Küçükesat pazarında ikinci bir cumhuriyet kuruluyor Kaptanım, gedikliyim, herkesin gemiyi terk ettiği yerdeyim Hiç değilse seyir defterime bir borcum var Söküldüm denizin engininden tarifsiz bir Lenin heykeli gibi İnanmıyordum, düşünmek ihtiyacı duydum
Severim Deniz Gezmiş’i, oğlum adını buldu onda
Ömrümü rehin bıraktım bu kargaşada Demek ki alnımın askılara ihtiyacı var Kalbim bir teneşir kadar pir ü pak değilse, o hayatın suçudur Aklımın yörüngesinde büyük ölümler dolaşır Soyuz-6 gibi üst perdeden bakarım dünyaya İçtiğim bira bile Barcelona olimpiyatlarının resmi sponsoru olmuş Ben de yalnızlığın sponsoruyum bugüne bugün, ne gelen var ne giden Üç beş baltaya sap oldum da, bıktım bu geçici ilişkilerden Severim Cemal Süreya’yı, hayatın rengini kendi yorganına katmış Rakı bile 24′lerde bazan Cemalleniyor
Vurdum şişenin beline, kör oldum, belleğim soldu Alnımı suya tuttum, lavaboda bir bataklık oluştu Devlet kırmızıyı sever diye gece gündüz kan işledim Yavşak bir yaz boyunca öldüm de dirildim
Severim Turgut Uyar’ı, yine bir yerlerde kolunu bacağını kırmış ‘Geyikli Gece’nin en olmadık dizesinde ters parende atmaktan
Koro halinde yenildik, herkes haklı çıktı Onlar kaptan oldular, ben sarhoş oldum Şimdi ölsem, adımı şaire çıkarırlar Değil, duvar dibinde yağmurun dinmesini bekliyorum Severim ülkemi, haritaya baktım Türk oldum Çünkü kalbimin üç yanı deniz
Yapayalnız bir Türk rüzgârı esiyor dışarda Tarihten ve siyasetten sınıfta kalmış Bir şiir şenliğinden sanki yeni döndüm Karımdan saklı, kutu biralar doldurdum çantama Hayatımı yazıyorum, ellerim su içinde iki balık gibi Takılacak güzel bir ağ arıyor Yenilerin tarihinde üç bin kasa rakı var Alkol şairlere çarpınca buharlaşıyor Belediyelerin düzenlediği bütün şenliklere gitsem Ömrüm yollarda kısalıyor ve adım çıkıyor Üç beş panel şairim var, onları okuyup duruyorum
Severim Metin Altıok’u, böyle masalarda Sihirbaz Mandrake’nin en yorgun haliyle oturuyor
Herkes yenildi, dağlar denizden geri istiyor ırmaklarını Bütün başkentler özelleştiriyor lağımlarına kadar Kalbim göğsümde sanki ordan oraya sıçrıyor Korsanlık TV’lere kaldıysa, şiir gitsin ölsün Üç adet Good-Year yaktığımız o gecelerde Şimdi nedense bir Greenpeace paranoyası Severim Ginsberg’i oruspuçocuğunun biridir Hayır’ların dörtnala koştuğu o kulvarda Bob Dylan’la aile fotoğrafı çektirir.
Yenilginin bütün kazı sonuçları elimde duruyor Altın yok bu topraklarda! Ne de bir yakınma İyi de o köylüler bir günde nasıl postmodernist oldu? Her gün bir koministin cenazesi daha camiden kalkıyor Öğle namazını müteakip, çelenkler TEV’na bağışlanıyor Karşıyaka mezarlığındaki imam, bütün şevkimi bugünlere saklamış Sesinin yankısı bile sol kaburgalarımı kıracak Severim babamı, çünkü su verilmemiş bir ağaç bıraktı bana Aybar’ın bir türlü sararmayan ilk fotoğrafları gibi Ki, vicdanın albümlerinde yeri vardır
Umutsuz değilim artık, ölsem kendime ölürüm Vitrinim çoktan buğulanmış, adımı kimse hatırlamıyor Bir günlerde yüz şişe bira içtiğim karımın nezdinde bile meçhul Üç bardak Tuborg’la karaciğerimi sıvazlıyorum İkinci kaptanlar rotalarına hep sadık kalarak Yolcuları denize döküp, devrimi çağırıyorlar Oysa ılıman iklimler ne kadar yakındı kalbime Haritalar ve seyir defterleri tahrif edilmeden önce Severim Ataol Behramoğlu’nu, gözlüğünün camlarına dünya üşüşürken O, belediye gazinosundaki toplu sünnet düğününe gitmeyi kurar
Acil bir ölümün reviri oldu hayatım Yuppilerin ve köylülerin pansuman durağı Hepsi de alkolün derecesini ve paranın rengini bir bakışta anlarlar Sevdim bir zamanlar, bedenimi taşıran her şeyi Bunun için organ naklinde ilk kalbimi alsınlar Karaciğer hariçten gazel okurken beynimi açsınlar Ki arada yenilmiş biyografilerden birkaç çizgi kalmıştır Severim oğlumu, alnı açıktır adı pak Kara bir ülkenin sahanlığına doğmuştur
Kötü şiirler kadar yalnızım bu gece Odamın tavanına yapıştırdığım dünya haritası bile beni avutmuyor Vicdanım sızlamaktan yoruldu, gidip The Marmara’da üç beş tek atsam Kürt realitesini kabul etsem artık ve adam gibi Türkçe bir şiir yazsam Şırnak, haritada jiletle oyulmuş gibi sessizce kanıyor Evimden onsekiz metre tünel kazarak en yakın meyhaneye kaçıyorum Mutfakta şiir yazmaktan bıktım, her şeyden bıktım 7.65 Magnum satılık, yazıyor küçük ilanlarda Bir silahım olsa, ne güzel kendimden soyunurdum Sanki bir tatil günü ütopyası için terleyip duruyorum Deniz, kumdan kaleler yapıyor, sonra üstüne bir güzel işiyor Oysa takvimlerde ayrılık her gün iki dakika daha uzuyor Boktan bir baba heykeli gibi cigara içiyorum Yalnızlığım %87 dolaylarında seyrediyor Tahtada değer kazanmayan bir ben kaldım Yakında The Economist’e ilan olurum: - Müflis bir devrimci, sloganlarına boş bir duvar arıyor! Maltepe pazarında Leningrad kuşatmasının madalyaları satılıyor Köşede bekleyen Oza’yla birlikte bütün hayatımı viziteye bağlıyorum Kalbim, komünizmin rehabilitasyon merkezi oluyor Severim Doktor Ercan’ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur Sabah akşam röntgeninde hayatını çeker Geceleri nöbetçi fotoğrafçı aranın durur
Yağmur nasıl olsa yağar, unuturuz bu macerayı Maceramızı güller kaplar, bir güzel uzlaşırız Gölbaşı’na pikniğe gideriz, alkol bile almayız Karılarımız dudaklarını çırpıştırarak bize gülümserler Şu Arçelik 2800′ü alınca sanki beynimde yüz milyon hücre yenilenecek Şu gömleği giymezsem, ortayaş göbeğim görünecek Şu kadını götürmezsem iktidarım düşecek... Ben bu kadar yenilgiyi elbette hak etmedim Tarihin kesilen bütün başları odamda yüzükoyun yatıyor Tek dişi kalmış medeni sevgilimle yatıp kalkıyorum Severim kadınımı, ölen her Boşnak çocuğun annesi o çıkıyor Boynuzlandığımdan zerre kadar kuşkulanmıyorum
İşte, Pelikan dolmakalemle üç kere yazıyorum: Şairler başkaldırın! Şairler başkaldırın! Şairler başkaldırın! Bu defilede hiç değilse boyunuz uzun görünür...
1992
Ahmet Erhan, burada gömülüdür cilt II s.139-147 ‘çağdaş yenilgiler ansiklopedisi’
#ahmet erhan#james dean#attila jozef#sergei yesenin#yesenin#mayakovski#nazım hikmet#nâzım hikmet#deniz gezmiş#cemal süreya#turgut uyar#mustafa kemal atatürk#atatürk#metin altıok#allen ginsberg#bob dylan#ataol behramoğlu#ercan kesal#burada gömülüdür#saint-exupéry#Antoine de Saint-Exupéry#küçük prens
711 notes
·
View notes
Photo
İsviçre'de Covid19 Pandemisine karşı İltica Kamplarının koşullarının sağlanması ve bu kamplarda bulunan mültecilerin sağlıklı koşullarda yaşamlarını sürdürebilmesi için İsviçre'de bulunan Demokratik kurumlar tarafından İltica Başvuru Merkezi (SEM)‘e çağrıda bulunuldu.
Staatssekretariat für Migration SEM Quellenweg 6 Wabern
Bern, 23.03.2020
CORONA SALGINI, MÜLTECİLERİN YAŞADIĞI SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Çin’in Wuhan kentinde Aralık ayında ortaya çıkan ,üç ay gibi kısa bir sürede 146 ülkeye yayılan ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından yakın zamanda Pandemi olarak ilan edilen COVİD 19 pandemisi (Korona Virüsü) İsviçre’de de hızla yayılmaktadır. Ne yazıkki yeterli tedbirler alınmadığından dolayı da her geçen gün artan ölümler ile de karşı karşıya kalmaktayız.
Güvenli ve sağlıklı bir dünyada yaşama hakkımızı her geçen gün elimizden alan mevcut devletler sistemine dair eleştirilerimizi şimdilik erteleyerek, İsviçre’de kamplarda yaşamak zorunda olan mültecilerin yaşam alanlarının COVID 19 pandemisine karşı düzeltilmesi için tespitlerimizi ve önerilerimizi kamuoyu ve resmi kurumlarla paylaşmak istiyoruz. Bu tespit ve önerilerimiz mültecilerin haklarının korunması kadar toplum sağlığının da korunmasına dairdir. İsviçre Göç idaresinin resmi açıklamalarına göre şuan itibari ile onbinleri aşan insan kamplarda yaşamaktadır. Bildiğimiz üzere kamplar kişisel alan ve hijyenin en az olduğu kapalı alanlardır. Yoğun ve haraketli nüfusun bulunduğu kamplar salgın hastalıkların hızlı yayılması için oldukça elverişli yerlerdir. Havalandırma ,hijyen ve temizliğin az olduğu bu yerlerde ortak yaşam bir zorunluluk olup burada kalanların başka seçenekleri de bulunmamaktadır. BM Mülteciler Şartında da belirtildiği üzere; her bir mülteci iltica ettiği ülkede vatandaşlara verilen sağlık hizmetlerinin aynısından faydalanma hakkına sahiptir. Bu durum salgın gibi durumlarda alınacak sağlık önlemleri ve hizmetlerini de kapsamaktadır. Bizler; imzası bulunan Demokratik Toplum Kuruluşları olarak, ileride telafisi imkansız daha büyük zararların yaşanmaması için , aşağıda yaptığımız tespitler noktasında , mülteciler için alınması gereken önlemlerin ve uygulamaların derhal hayata geçirilmesini istiyoruz.
Tespitler : Yapılan tüm tespitler mültecilerle yapılan görüşmeler yoluyla elde edilmiştir. Bu görüşmelerde mümkün olduğunca farklı kamplarda yaşayan insanların ortak sorunları ele alınmaya çalışılmıştır. Mevcut sorunların bu tespitlerin daha üstünde olduğunu biliyoruz. Şimdilik acil konular üzerinden çalışma yapabiliyoruz. 1- Covid 19 pandemisi nedeniyle bir çok SEM personeli izine ayrılmış verilen randevular iptal edilmiştir. Bu nedenle bazı ilk başvuru kamplarında kalan mültecilerle görüşmeler yapılamadığı için kapasitenin üzerinde yığılmalar bulunmaktadır. 2- Bulaşıcı salgın hastalıklara göre dizayn edilmemiş kamplarda ortak yaşam alanları salgın önlemlerine uygun geniş ortamlar yaratmaktan uzaktır. Bazı kamplarda 200 kişilik kamp sakinleri bir anda aynı salonda yemek yemek zorunda kalmaktadır. Bu durum en az 1 metre kuralının uygulanmasını engellemektedir. 3- Her ne kadar bazı kamplarda karantina odaları oluşturulmuşsa da bunlar yetersiz olup karantina şartnamelerine uygun değildir. 4- Odalar çok kalabalık olup bazı kamplarda her bir odada 8 kişi kalmaktadır. Kişisel hijyen konusunda şartlar uygun olmadığından insanların her an birbirine hastalık bulaştırma tehlikesi bulunmaktadır. 5- Kampta kalanların temizlik malzemelerine ulaşmasında ciddi sıkıntılar olduğu bildirilmiştir. 6- Kamplardaki tuvalet ve banyolar ortak kullanılmakta buraların temizliği ve hijyeni kampta yaşayanların insafına bırakılmıştır. Buraların temizliği konusunda görevliler tarafından bir denetim yapılmamaktadır. Dil iletişimi bakımından kamptakiler arasında ciddi sıkıntılar olması nedeniyle bu konuda organizasyon yapılamamaktadır. 7- Kamp yönetimleri salgın ile mücadele konusunda kamplarda alınan önlemeleri insanlara kendi dilleri ile doğru şekilde anlatmadığından insanlarda ciddi kaygılar oluşmakta ve psikolojik olarak travma halleri yaşanmaktadırlar. 8- Böylesi kaotik süreçlerde kamp ortamları kadınlar ve çocuklar için ekstra dezavatajlı olmaktadır.. Psikolojik, ekonomik ve fiziksel şiddet zeminleri herzamankinden daha çok açığa çıkmaktadır. Tüm bu sorunlar kadınları hertürlü şiddetele karşı karşıya bırakmaktadır. 9- Kamp görevlileri mültecilerle aralarına mesafe koymak adına kafes kapılar ardında gelen evraklar atılarak gidilmektedir. Bu durum mültecilere doğru anlatılmadığı için insanlar kendilerini çaresiz ve değersiz hissetmektedir. 10- Bazı yerlerde havalandırma konusunda ciddi imkansızlıklar yaşanmaktadır. 11- Ortak kullanılan buzdolapları yetersiz olup bazı kamplarda 8 kişiye bir buzdolabı düşmektedir. 12- Kampların kalabalık olması nedeniyle beslenme koşullarında ve hijyeninde ciddi eksiklikler yaşanmaktadır. Bazı yerlerde 15 kişi 1 mutfağı kullanmak zorunda kalıyor. 13- Kamplarda çok fazla insan olması nedeniyle her ne kadar kişiler dikkat etse de 1 kişi dahi kişisel hijyenine dikkat etmediği takdirde bu durumdan bütün kamp sakinleri etkilenmektedir. 14- Olağandışı bu dönemde olağanın dışında harcama yapıldığı için haftalık verilen harçlıklar yetersiz kalmaktadır. 15- Kronik hastalığı olan yaşlı kişiler hala bu kamplarda yaşamaktadırlar. Bu kişilerle ilgili alınan önlemler yetersizdir ve açıklayıcı değildir. 16- Mültecilik başvurusu olumsuz sonuçlanan kişilerin avukata, tercüman ve mahkemeye ulaşımda olağanüstü bir zamandan geçtiğimiz bu dönemde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Avukat ofisleri bu dönemde kendileriyle görüşmeden kaçınmaktadır. Bu durum hak kaybına neden olmaktadır. itiraz sürelerini kaçırma riskleri taşımaktadır. 17- Kamplarda yeterli miktarda dezenfeksiyon malzemesi, maske, ilk müdahele ve kontrol malzemeleri (ateş ölçer, ateş düşürücü, tansiyon ölçme aleti) olmadığı için kişinin sağlık sorununu tespit etmede ve ilk müdahalede sıkıntılar yaşanmaktadır. Öneriler: 1- Avukata , tercümana ve bilgiye ulaşımda ciddi sorunların yaşandığı bu süreçte bütün mültecilik görüşmelerinin askıya alınmasını öneriyoruz.. Böylece mültecilerin, görevlilerin , avukatların ve tercümanların sağlıkları garantiye alındığı gibi hak kayıplarının da önüne geçilmiş olacaktır. 2- Mültecilik başvurusu olumsuz sonuçlanan bütün dosyalarda hak düşürücü sürelerin durdurulmasını öneriyoruz. 3- Her kampta Kadınlar ve çocukların yaşadığı sorunlar için başvurabilecekleri kurum ve kuruluşlar hakkında ivedilikle bilgi verilmelidir. Ayrıca kadınların ve gençlerin sorun yaşadıkları anda hızla ulaşabileceklei iletişim araçlarının sağlanması kadına yönelik şiddeti engellemede etkili olacağına inanıyor ve öneriyoruz. 4- Bildiğimiz üzere Covid19 pandemisine karşı hâlâ bir ilaç bulunamamıştır. Şu ana kadar alınan bütün tedbirler salgının daha fazla yayılmasını önlemeye dairdir. SarsCov2 virüsünün yayılmasının önlenmesi için alınan önlemlerden en önemlisi insanların kalabalık şekillerde bir araya gelmemesidir. Kamplardan gelen başvurularda insanların kalabalık içinde yaşamak zorunda olduğu görülmektedir. Bu tehlikeli duruma son verilmesi için kamplardaki insanların derhal uygun sayıda gruplara ayrılarak evlere dağıtılmasını öneriyoruz. Bu yolla hem hastalığın daha kalabalık insan toplulukları içinde yayılmasının engellenmiş olacağına hem de çalışan personelin daha sağlıklı çalışma koşullarına sahip olacağına inanmaktayız. 5- Salgından korunma noktasında yeterli donanım ve imkana sahip olmayan tüm kampların derhal kapatılmasını bu kamplarda yaşayan insanların evlere naklini öneriyoruz. 6- Risk grubu olarak kabul edilen; kronik hastalığı olan veya yaşlı olan kişilerin, bağışıklık sistemini baskılayan bir hastalığı olan veya bağışıklık sistemi baskılayıcı ilaçlar kullanmak zorunda kalan insanların derhal bu kamplardan evlere tahliyesini öneriyoruz. 7- Çocuğun üstün yararı ilkesi gereği çocuklu ailelerin derhal evlere çıkarılmasını öneriyoruz. 8- Salgının önlenmesi ve yavaşlatılması için kollektif davranışı örgütlemek ciddi anlamda önemli olup bu noktada ortak dili konuşan insanların bir arada bulunması bu kollektif anlayışı daha da geliştirecektir. Aynı zamanda bu birliktelik kişilere psikolojik olarak da olumlu bir destek sağlayacaktır. Bu durumun gözardı edilmeyerek, sağlanmasına destek olunmasını öneriyoruz. 9- Doğru bilgi paylaşmanın yanı sıra bilgiyi paylaşırken sade ve anlaşılır olmak da çok önemlidir. Bilgilendirmelerin herkesin anlayacağı dil ve sadelikte olmasına özen gösterilmesini öneriyoruz. 10- Hijyen, ilk müdahale (ateş ölçer vb) malzemelerinin yeterli miktarda ve daha düzenli aralıklarla takip edilerek verilmesini öneriyoruz. 11- Ortak yaşam alanlarının temizlenmesi konusunda bilgilendirmelerin ve denetimlerin daha da yoğunlaştırılmasını öneriyoruz. Birbirinin dilini anlamayan insanların ortak hareket edebilmelerini sağlamak konusunda idari yöntem ve öneriler geliştirilmeli. 12- İnsanların özellikle bu dönemde daha iyi beslenmelerinin ve kişisel hijyenlerinin geliştirilmesi için harçlıklarının artırılmasını öneriyoruz. 13- Zorunlu imza uygulamasından vazgeçilmesini öneriyoruz. 14-İnsanların bir arada bulunmasını zorunlu kılan uygulamalardan olabildiğince uzaklaşılmasını öneriyoruz. (zorunlu imza günü, 1 saatlik yemek arasında herkesin yemeğini yeme zorunluluğu, haftada bir harçlıkların imza karşılığı dağıtımı, toplu informasyon vs.)
Son söz olarak: unutmayalım bu salgın bir “Pandemi” olup toplumsal dayanışma ile bu durumu aşabiliriz. Yaşasın uluslararası dayanışma, yaşasın insan hakları.
İmzacı kuruluşlar/Kişiler:
Kürt Toplum Merkezleri-İsviçre İsviçre Kürt Kadın Hareketi (YJK-S) ROSARA FRAUENZENTRUM Tamara Funiciello, Ulusal Konsey üyesi, SP Isviçre Başkan yardımcısı Tove Soiland, Tarihçi ve feminist felsefeci Julia Wartmann, Gazeteci Silke Treusch, MLGS Dalit Arnold, Daf Connection Basel IHD Insan Haklari Dernegi, Isviçre Göçmen Dayanışma Ağı Verein Städtepartnerschaft Basel-Van Zürih-Amed Komitesi Partiya Komînîste Kurdistan (KKP) Devrimci parti Sosyalist Kadınlar Birliği (SKB) Mor Kızıl Kollektif Rojava Komitee Zürich 1. Mai Komitee Zürich Mardef – Maraş Dernekleri Federasyonu Devrimci Cephe Isvicre Türkiyeli Işçiler Federasyonu (ITIF) IGIF ESU PYD Feda – Alevi Federasyonu, Isviçre Atik isvicre Komitesi IDHF – Isviçre Demokratik Haklar Federasyonu SYKP Schweiz – Sosyalist Yeniden Kurulus Partisi Isviçre Revolutionäres queer-feministisches Bündnis Basel IHDD – Insanhakları ile Dayanışma Derneği PDA - Partei der Arbeit der Schweiz
4 notes
·
View notes
Text
ICAO Raporu: Küresel Kaza Oranı Yaklaşık %10 Düştü https://ift.tt/sZdpKV5
ICAO Raporu: Küresel Kaza Oranı Yaklaşık %10 Düştü
ICAO Raporu: Küresel Kaza Oranı Yaklaşık %10 Düştü
ICAO’ya göre, dünya çapında dört kazada 104 ölüm meydana geldi.
Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü’nün (ICAO) 2022 Güvenlik Raporuna göre, geçen yıl küresel kaza oranı 2020’ye göre %9,8 düşerek milyon kalkış başına 2,14’ten 1,93’e düştü. Bu aynı zamanda son beş yılın en düşük kaza oranı oldu.
x
Güvenlik artıyor mu?
ICAO tarafından geçen hafta yayınlanan son rapora göre, 2021’de, planlı ticari operasyonlarda 48 kaza bildirildi ve bunların yalnızca dördü ölümlü kazaydı. 2021’deki ölümler, 2020’deki rakamlara göre %66 düştü, ancak ölümlerin meydana geldiği kazaların sayısı dörtte sabit kaldı.
ICAO Genel Sekreteri Juan Carlos Salazar, “Bu sonuçlar çok olumlu ve cesaret verici ve hava taşımacılığının mevcut küresel koşullarda bile en güvenli ulaşım şekli olduğunu bir kez daha teyit ediyor” dedi ve ekledi;
“2021’de tarifeli ticari uçuşlar neredeyse %11 arttı, ancak bu milyonlarca uçuşun yeniden başlamasına, kaynak azlığına ve bugün havayolu ve havalimanı operatörlerinin karşılaştığı diğer birçok operasyonel zorluğa rağmen, hava taşımacılığındaki herkesçe ve uzun süredir benimsenen güvenliğe olan bağlılık, yolcuların ve mürettebatın sağlığı, güvenliği değişmez kuraldır.”
2021 son beş yıldaki en düşük kaza oranına ve en az kaza sayısına (48) sahip, ancak en az can kaybı 2017’de 50 kişi olarak kayıtlara geçti. (geçen yıl 104 kişi ).
2021’deki kazalar
2017 ve 2021 yılları arasında yıllık kaza sayısında azalma görülüyor. Bu dönemde kaydedilen en yüksek rakam, 114 kaza ile 2019 yılında gerçekleşti. 2020 ve 2021’de kaza sayısı önemli ölçüde azaldı; ancak bu dönem, COVID-19 pandemisi ile yolcu ve uçuş trafiğindeki önemli düşüşten de etkilenmiştir.
ICAO’ya göre 2021’de dört ölümcül kaza meydana geldi. Bu kazalar sırasıyla Asya-Pasifik (APAC) bölgesinde bir kaza, Doğu ve Güney Afrika (ESAF) bölgesinde bir kaza ve Avrupa ve Kuzey Atlantik (EUR/NAT) bölgesinde iki kaza olmak üzere gerçekleşti. 104 ölüm vardı (APAC’de 62, ESAF’ta 10 ve EUR/NAT’ta 32). Bu ICAO rakamları, 2021’de 121 ölümle sonuçlanan yedi ölümcül kaza olduğunu söyleyen Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği’nin (IATA) bu yılın başlarında yayınladığı verilerle uyuşmuyor.
2021’deki en ölümcül kaza, Sriwijaya Air’e ait Boeing 737-500’ün okyanusa düşmesiyle Endonezya’da gerçekleşti. 62 ölüm vardı. Geçen yıl en ölümcül ikinci kaza Rusya’da kaydedildi. Kamçatka Havacılık İşletmesi’ne ait bir Antonov An-26 uçağı, Palana Havalimanı’na inmeden hemen önce kayboldu. 26 kayıp vardı.
Emniyet ve güvenliğin ele alınması
ICAO Konseyi Başkanı Salvatore Schiacchitano, 2022’de dünya çapında görülen olumlu güvenlik performansının kısmen ICAO Konseyi’nin Havacılık Kurtarma Görev Gücü tarafından belirlenen pandemi müdahalesi ve kurtarma tavsiyelerinden kaynaklandığını söyledi. Bununla birlikte, dünya çapında havayolu endüstrisi, geliştirilmiş standardizasyon, uygulama ve izleme yoluyla emniyet performansının iyileştirilmesini ve operasyonel emniyet riskinin azaltılmasını vurgulamaya devam etmelidir.
Bu yılın başlarında, IATA Genel Müdürü Willie Walsh şunları söyledi:
“Güvenlik her zaman en yüksek önceliğimizdir. Geçen yıl uçuş sayılarında 5 yıllık ortalamaya kıyasla yaşanan ciddi düşüş, oranları hesapladığımızda her kazanın etkisini büyüttü. Bununla birlikte, 2021’de çok sayıda operasyonel zorluk karşısında, sektör birkaç temel güvenlik metriğini geliştirdi. Aynı zamanda, tüm bölgeleri ve operasyon türlerini küresel güvenlik performansı seviyelerine getirmek için önümüzde çok iş olduğu açık.”
İçerik:simpleflying
ICAO Raporu: Küresel Kaza Oranı Yaklaşık %10 Düştü
from 0 554 1730000 I [email protected] / Güncel Havacılık Haberleri https://ift.tt/tSy8rgN via IFTTT
0 notes
Text
TARİHTE BUGÜN(30 MAYIS)
1740 - Osmanlı Devleti, Fransa ile kapütülasyon antlaşması yaptı.
1876 - Osmanlı Padişahı Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 Darbesi ile tahttan indirildi. Yerine yeğeni V. Murat geçti.
1920 - Fransa ve TBMM Hükûmeti arasında geçici bir ateşkes imzalandı. TBMM'nin kazandığı askerî başarılar ve diplomatik zaferler sonrası, Fransa ile Sakarya Zaferi'nden sonra Ankara Antlaşması imzalandı. (20 Ekim 1921)
1921 - Çankaya Köşkü, Mustafa Kemal'e armağan edildi. Atatürk, köşkü bir yazı ile Ordu'ya bağışladı.
1941 - II. Dünya Savaşı: Almanya Girit'i işgal etti.
1942 - II. Dünya Savaşı: 1000 kadar İngiliz bombardıman uçağının katıldığı ve 1,5 saat süren bir hava saldırısında Almanya'nın Köln kenti büyük hasar gördü.
1954 - Demokrat Parti iktidarı, Kırşehir'i ilçe yaptı. Kırşehir üç yıl sonra yeniden il oldu.
1959 - Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin düzenlediği film yarışmasında birinciliğe değer film bulunamadı. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü Sadri Alışık, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü Nurhan Nur ve En İyi Yönetmen Ödülü'nü ise Atıf Yılmaz aldı.
1962 - 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra sivil yönetime geçildiğinde, İsmet İnönü Başkanlığında kurulan ilk koalisyon Hükûmeti olan CHP-AP ortaklığı, Başbakan İsmet İnönü'nün istifasıyla sona erdi.
1971 - İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'u kaçırmaktan aranan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) kurucularından Mahir Çayan ve arkadaşı Hüseyin Cevahir, Maltepe'de rastgele girdikleri Binbaşı Dinçer Erkan'ın evinde Binbaşı'nın kızı Sibel'i rehin aldılar.
1975 - Mehmet Ali Aybar, Sosyalist Devrim Partisi'ni kurdu.
1974 - TBMM'de, Cumartesi günlerinin tam gün tatil olması kararı alındı.
1990 - Fransa, deli dana hastalığı nedeniyle Birleşik Krallık'tan sığır ve sığır eti ithalini yasakladı.
DOĞUMLAR
1814 - Mikhail Bakunin, Rus anarşist (ö. 1876)
1934 - Aleksey Leonov, Sovyet kozmonot (uzayda yürüyen ilk insan) (ö. 2019)
ÖLÜMLER
1960 - Boris Pasternak, Rus şair, yazar ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi (d. 1890)
1 note
·
View note
Text
Zina Sebebiyle Boşanma - Sağlık Hukuku
Hukuk fakültesi okumak için en karmaşık okullardan biridir. İyi bir avukat olmak, işte uzun saatler geçirmek, iyi bir konuşmacı olmak, analitik ve mantıksal akıl yürütme becerilerine sahip olmak çok şey gerektirir. Becerilerine birçok nedenden dolayı çok ihtiyaç vardır. Bir işiniz varsa, evlat edinmek veya boşanmak istiyorsanız, bir kaza geçirdiyseniz veya bir suçla itham edildiyseniz, bir avukata ihtiyacınız olacaktır. Bunlar sadece birkaç örnek ve nedenleri sonsuzdur. Avukatlar ve kanunlar toplumda kritik bir rol oynamaktadır, işte bu yüzden.
Hukuk Neden Önemlidir?
Her insanın kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğu ve hayatta kalmanın en uygun olanın olduğu günler geride kaldı; artık daha medeni bir dünyada yaşıyoruz. Hukuk olmasaydı bir çatışma durumunda olacak farklı toplumların ve toplulukların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hukuk, her konuda halka hizmet etmek için tasarlanmıştır. Toplumdaki değişimlere uyum sağlar. Hukukun varlığı, insanları doğru olanı yapmaya ve iyi vatandaş olmaya sevk eder. Bu nedenle, farklı şekillerde, yasalar insanları korumak için vardır.
Hukukçular Kanunları Bilir
Tüm çalışma saatleri ve sıkı çalışma, hukuk ve işlevleri hakkında bilgi sahibi olma konusunda avukatları ortalama vatandaştan ayırdı. Açıklandığı gibi , hayatınızın bir noktasında çoğunlukla bir avukata ihtiyacınız olacak . Bir avukat, çeşitli durumlarda size yardımcı olacak yılların deneyimine sahiptir. Hukuki konularda istişare etmek üzere işletmeniz için bir avukat tutmak, kanunun doğru tarafında kalmanın ve dava edilmekten kaçınmanın yoludur. Boşanma veya evlat edinme başvurusunda bulunurken, doğru Hukuk süreçleri izlemeniz ve görevlerinizi ve haklarınızı, yani yardımcı olabilecekleri şeyleri bilmeniz gerekir.
Sivil davalar
Avukatları düşündüğünüzde, suçla itham edilen insanları savunduğunu düşünürsünüz, ancak farklı avukat türleri vardır. Örneğin, hukuk avukatları suçla ilgili olmayan konuları kapsar. Bir hukuk davası, iki taraf arasında bir tazminat talep edildiğinde ortaya çıkan bir anlaşmazlıkla başlar. Bir vatandaş, başka bir vatandaşa, bir işletmeye, bir şirkete ve hatta bir devlet görevlisine karşı hukuk davası açabilir.
Hukuk davası türleri, herhangi bir motorlu araç kazasının neden olduğu kişisel yaralanma gibi haksız fiilleri içerir. Diğer haksız fiil türleri arasında, haksız ölümler, işçi tazminatı veya sosyal güvenlik engellilik ödeneği talep etmek yer alır. Bir yaralanma avukatı, müvekkilinin diğer tarafça zarar gördüğünü iddia edecek ve tazminat isteyecektir. Kentucky Avukatları Morgan, Collins, Yeast & Salyer , zamanaşımı süresinin - kişisel yaralanma davası açmak için zaman sınırı - iki yıl olduğunu tavsiye ediyor. Bu eyaletten eyalete değişebilir. Dava açmak için zaman sınırını geçmediğinden emin olmak için mümkün olan en kısa sürede bilgili bir avukatla konuşmanın çok önemli olduğunu ekliyorlar.
Danışmanlık Hakkı
Sıklıkla ‘suçluluğu kanıtlanana kadar masum’ sözlerini duyarız ve bunlar hukuk için esastır. Anayasanın 6. maddesine göre, her vatandaşın, hangi suçla itham edildiğine bakılmaksızın bir avukat tarafından temsil edilme hakkı vardır. Her insanın hikayenin duyulması gereken bir yanı vardır ve onların yaptığı da budur. Birisi bir şeyle suçlanırsa, bir avukat onlara kendi taraflarını anlatmada ve kanıt ve tanık getirerek masumiyetlerini kanıtlamada yardımcı olacaktır. Ayrıca, sanıkların haklarının farkına varmalarına yardımcı olur ve davalarıyla ilgili olarak neler olacağına dair beklentiler zina sebebiyle boşanma verir. Birinin avukat tutacak parası yoksa, bir kamu savunucusu atarlar.
Avukatsız Hayat
Avukatların önemini daha iyi değerlendirmek için, onlarsız bir dünya hayal edelim. Her şeyden önce, avukatlar olmadan, tüm kurallar ve yasalar işe yaramaz. Suçlamalara veya yasayı size zarar vermek için kullanan birine karşı sağlık hukuku ne demek kendinizi savunamazsınız. Tüm yasaların uygulanmasını sağlayan hiç kimse olmayacaktı.
Avukatsız kurallar varsa, kendinizi savunmaktan başka seçeneğiniz yok , ama kolay mı? Temel yasaları bilmek bir şeydir, ancak yasalar hakkında derin bir anlayışa sahip olmak ve bunları kendinizi korumak ve savunmak için kullanmak, yıllarca süren bir çalışma ve saha deneyimi gerektirir. Bu yüzden avukatlara ihtiyacımız var.
Avukatlar toplumun temel bir bileşenidir. Görevleri, zarar gördüğünde sizi korumak ve suçlandığında sizi savunmaktır. Yağmurlu bir gün için bir avukat tutmak, sizi beklenmedik bir şekilde ortaya çıkabilecek birçok sıkıntıdan kurtaracaktır. Hukukun arkanızda olduğunu bilerek, bir avukat tutarak kendinizi daha güvende hissedeceksiniz.
0 notes
Text
Dünden Bugüne Faşizm (2)
Mazhar ÖZSARUHAN
“Faşizm, işçi sınıfının iktidara gelememenin ve gelmek istememenin karşılığında ödediği bedeldir”
Clara Zetkin
Clara Zetkin, sözleri boşuna söylememiştir. İşçi sınıfında mevcut zaafiyet ve isteksizlik, hem kurumsal ve hem de politik düzeyde ortaya çıkmıştır. Zaafiyet, yenilgi gibi kıtasaldır ve iç savaşlarda ortaya çıkar. Bilindiği gibi 1919-1939 dönemi Avrupa iç savaşı dönemidir. Bu iç savaş giderek Avrupa’da dış savaşa dönüşmüştür. II. Paylaşım Savaşı tıpkı diğer savaşlar gibi her yönüyle bir dehşettir, bir insanlık utancıdır.
1917 Rusya’da gerçekleşen “Ekim Devrimi” aslında dünya işçilerini birleştirmeye yönelik bir devrimdir. Oysa pratikte gördüğümüz kadarıyla Clara Zetkin’in belirttiği gibi (Ekim Devrimi) işçi sınıfını değil, adeta Avrupa burjuvazisini birleştirdi. Avrupa burjuvazisi Avrupa’nın tüm antikomünist güçleri oldular.
Avrupa faşizminin zaferi, Atlantik’ten Urallar’a kadar faşist bir kıtanın ortaya çıkışı, özünde birbirini besleyen ve tetikleyen dört temel etmenin [15] sonucudur.
Avrupa solunun politik zaafiyeti ve kuramsal sorunlarını çözememesidir. Avrupa burjuvazisini ve diğer mülk sahibi sınıfları temsil eden siyasi güçler arasındaki kıtasal iç savaşın sonucudur ve burada solun tutumu oldukça belirleyici olmuştur.
Kıtasal iç savaşın ulusal düzeyde yansımaları Avrupa toplumlarının kıtasal faşizm yapısı içinde birleştiren temel etmen olan Alman faşizmi karşısında dirençlerini düşürmüştür.
Birinci Paylaşım Savaşı ardında imzalanan Paris, Versailles ve St. Germain antlaşmalarının oluşturduğu Avrupa Güvenlik Sistemi’nin zaafları ve bu zaaflardan Almanya’nın, ‘liberal batı demokrasilerinin’ sessiz onayıyla faydalanması Avrupa faşizminin doğumuna büyük bir katkı sağlamıştır.
Alman faşizminin kıtasal saldırısı ve bu saldırının başarıya ulaşmasına yol açan ulusal ve sınıfsal etmenler Avrupa faşizmine kıtasal bir boyut eklemiştir.
Kapitalist devletin hücrelerine kadar sinmiş faşizmin, 1920 ve 1930’larda Avrupa’nın kırlarını ve kentlerini talan eden SA ve SS kıtalarının, İtalyan fasciaların, Demir Muhafızlar’ın veya diğer paramiliter grupçukların faşizmiyle ne ilgisi vardır, diye bir soru sorulabilir. Cevap kapitalist devletin yönetsel esnekliğinde yatmaktadır. Faşizm Avrupa’nın sokaklarında doğdu, ancak yükselen sosyalizm ve işçi sınıfı hareketinin yarattığı korku karşısında kapitalist devlet, popülist ve sokaklara özgü sınıfsal yapısını budayarak faşizmi özümsedi. Avrupa faşizmi, Avrupa burjuvazisinin sınıfsal korkusunun dışavurumu oldu. Avrupa karanlığı burjuvazinin en ‘muhteşem’ eserlerinden biri olarak ortaya çıktı.[16]
Bu bölümde İlk örneğini gördüğümüz İtalya’dan sonra Batı Avrupa’nın diğer ülkeleri olan Almanya, İspanya ve Portekiz’e sıçrayan karanlık dönemi irdelemeye çalışacağız.
Avrupa’da faşizm I. Paylaşım Savaşı sonrasında hortladı. Bu savaşta kayıplar dehşetin bilançosunu ortaya çıkarıyor.
Savaş güçlerinin toplamı……………… : 68.208.171
Ölü yaralı ve kayıp bilançosu……….. : 38.880.500
Bu kayıplar sadece askeri kayıplardır. Savaşa katılan orduların % 57’si öldürülmüş; sivil kayıplar hakkında kesin bilgiye ulaşılmamıştır. Tüm bu kayıpların ülkelerde yaşayan bir avuç asalak tekelci kapitalist uğruna olduğunu unutmayalım.
İkinci Paylaşım Savaşı Bilançosu:
Ölen asker sayısı …………………….. 24.000.000 ‘dan fazla
Ölen sivil sayısı ……………………….. 50.000.000’dan fazla
Toplam ölümler ………………………. 74.000.000’dan fazla
Bu dehşet verici bilançoyu hiçbir tarih bir mazeret olarak gösteremez. Yine hiçbir tarih birkaç açgözlü uluslararası tekelci sermayenin yüz milyondan fazla insanı açgözlülüğü uğruna nasıl kurban ettiğini açıklayamaz.
İtalya’dan sonra faşizmin devleti ele geçirdiği ülke Almanya’dır. Avrupa’da faşizmin uzun süre iktidarda kaldığı ülkeler de İspanya ve Portekiz’dir. Bu ülkelerdeki toplumsal yapıyla birlikte faşizmin nasıl kök saldığına ilişkin öz ve kısa bilgiler vermeye çalışacağız.
Almanya
Yukarıda açıklandığı gibi gerek Komitern’in 7. Kongresinde olsun, gerekse, 5. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu 13. Oturumunda olsun faşizmin tanımı oldukça açıktır: “Mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist kesimlerinin açık terörcü diktatörlüğü” dür, demiştik. İtalya, Almanya ve Avusturya’da ve diğer ülkelerde görülen faşist uygulamalar, gösteri ve darbeler savaşı kaybeden, büyük zararlar gören ve iflas eden tekelci burjuvazinin ülke içinde yükselen sol hareketleri bastırmak, kendi diktalarını devam ettirmeye yönelikti. Faşizm genel anlamda, emperyalist savaşların bitimi ile başlayan kanlı diktatoryadır.
Bu bölümde savaşı kaybeden müttefik ülkelerden Almanya’da olup bitenlerle ilgili ve finans kapitalizmi aracılığıyla uygulamaya konulan faşizmin ve Nasyonal Sosyalizm ’in ana hatları ile İspanya ve Portekiz’de faşist yönetim üzerinde kısaca bilgilerimizi tazelemek istiyoruz.
İttifak Devletlerin (Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan Krallığı, Osmanlı İmparatorluğu) ve İtalya… -İtalya, savaşın ortasında saf değiştirerek İtilaf devletlerine katıldı- I. Paylaşım Savaşı’ndan İttifak devletlerinin yenik düşmesi ardında Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı devleti ve Bulgaristan işgal edildi, bununla birlikte müttefiklerden Almanya’nın sahip olduğu sömürge ülkeleri de ellerinden alındı. Bunların bazıları aşağıdaki gibidir.
I. Paylaşım Savaşı’nı kaybeden “İttifak Devletleri”nden biri olan Almanya, 28 Haziran 1919 tarihinde başlayıp 10 Ocak 1920 tarihinde yürürlüğe giren Versay Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Buna göre Bismarck’ın kurduğu Alman İmparatorluğu yıkılarak yeni bir Avrupa düzeni kurulacaktı. Almanya’nın batısında yer alan ve Fransa ile komşu olan Alsas-Loren ile Saar bölgeleri Fransa’ya; kuzey batıda Malmedy, Eupen ve Monschau’nun bir bölümünü Belçika’ya; kuzey doğuda yer alan Memel’i Litvanya’ya; doğuda Yukarı Silezya’nın güney ucu ve Batı Prusya’nın büyük bölümünü Polonya’ya; yine doğuda yer alan Yukarı Silezya’ın bir parçasını Çekoslovakya’ya (bugünkü Çekya) bırakıyordu. Danzig (Gdansk kenti) özerk statüde kalıyor ve Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler)’ne bırakılarak bölgenin kaderi 15 yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. İçinde Hamburg’un da yer aldığı Schleswig Holstein bölgesinin Schleswig bölümünde halk oylaması yapılacaktı. Bu oylama sonucunda Orta Schleswig Almanya’da kaldı. Diğer kuzey kıyıları da Danimarka’ya devredildi.
Ayrıca Almanya’nın Çin’deki hakları ile Büyük Okyanus’ta yer alan Endonezya, Papua yeni Gine’nin kuzey bölümü, Malezya’nın güney bölümü, Brunei ve diğer küçük bazı adalar Japonya’ya terk ediliyordu.
Almanya, Avusturya ile birleşmeyecek, ayrıca Polonya ve Çekoslovakya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kalacaktı.
Zorunlu askerlik kalkacak. Ordu sayısı 100.000 askere indirilecek, diğerleri terhis edilecekti.
Uçak ve Denizaltı üretimine son verilecek, tüm gemi ve denizaltılar “İtilaf Devletleri”ne teslim edilecek ve Almanya, altından kalkamayacağı savaş tazminatını ödemek zorunda kalacaktı.
Günah Keçisi Yahudiler
1933 genel nüfus sayımında Almanya nüfusu 67.000.000 idi. Bu tarihte yaklaşık 500.000 Yahudi yaşıyordu. Yani nüfusun yüzde birinden bile az… Kaldı ki Yahudilerin nüfusu I. Paylaşım savaşında daha da azdı. Ve bu nüfus günah keçisi ilan edilmişti. I. Paylaşım Savaşı sonrasında çöken Alman ekonomisinden sorumlu tutulan bu nüfusa karşı nefret ve “anti semitizm” (Yahudi düşmanlığı) had safhadaydı. Bu ideoloji kısa sürede orta sınıf ve alt gelir grubundaki Almanlar arasında geniş yankı buldu. İleride tek adam olacak Adolf Hitler’in sorumlu tuttuğu Yahudiler, savaş döneminde Alman ekonomisinin en büyük gücüydü. Borsayı yönetiyor, bankaların % 50’ni, Alman gazetelerinin % 80’ni elinde bulunduruyordu. Yahudiler yüzünden Almanya savaşı kaybetti. Yenilginin nedenini “arkadan hançelenme”yle eş tutuldu. Versay gibi utanç bir antlaşmanın Yahudiler yüzünden imzalandığına inanılıyordu. Ülke her geçen gün biraz daha kaosun içine sürükleniyordu. İşsizler ordusu 1930’larda 6 milyonu aşmıştı. Peş peşe gelen iflaslar, ekonomiyi her geçen gün darboğaza sürüklüyordu.
Savaş sonrasında 1919 tarihinde Alman İşçi Partisi’ni kuran Adolf Hitler, partiyi 24 Şubat 1920 tarihinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP)’ne dönüştürdü ve daha önce mevcut olan gamalı haçın şekli değiştirilerek partinin resmi sembolü olarak kabul edildi. Siyah-kırmızı-altın renklerini Cumhuriyet’i temsil eden renkler oldukları için reddedilmiş, eski İmparatorluğu temsil eden siyah-beyaz-kırmızı renkler [8] tercih edilmişti. Hitler’in 1921 tarihinde kurduğu ve 1925 tarihinde yapılandırdığı Sturmabteilung (Taarruz Bölüğü), kısa adıyla SA diye anılan ve NSDAP’ın silahlı kanadını oluşturmuştu. Bölük, birçok silahlı çatışmaya katılmış ve NSDAP toplantı ve kurulların güvenliğini sağlamakla görevlendirilmişti.
Adolf Hitler vatansızdı. 1925-1932 yılları arasında vatansız statüdeydi. İçişleri Bakanı Klagges’in yaptığı atama ile devlet memurluğuna geçti ve Alman vatandaşı oldu. 1933 yılında Şansölye seçilerek vatandaşlık önündeki engeller kalkmış oldu. Hitler, savaş sonrasında yaşanan büyük krizden güç kazandı. Güven verici duruşuyla, propagandasıyla alt ve orta sınıfların ekonomik isteklerini yerine getireceğine söz verdi. Milliyetçilik, antisemitizm, anti-komünizm, sosyalizm ve anti-kapitalizm ile ilgili program savunarak, güçlü bir ekonomi tesisi için silahlı bir ordu ve totaliter, faşist bir rejimle yeni bir ülke yaratacağına inananlardandı. İktidara geldikten kısa bir süre sonra güneyde bulunan Bavyera eyaletine bağlı Münih’in 16 km kuzeybatısında yer alan terk edilmiş barut ve mühimmat fabrikasının bulunduğu Dachau toplama kampını açtı. Bu, ilk kamptı. 1933 tarihinde açılan bu kampın içindeki muhaliflerin ve ağırlıklı olarak Yahudi sayısı 50’yi aştı. Nazilere göre Yahudi kanı Alman kanından farklı ve aşağılıktı. Kimlik ve pasaportlarda “Yahudi” (Jude) anlamına gelen “J” harfini damgaladılar. Bununla da yetinmeyerek kollarına sarı-siyah renklerde 6 köşeli (Yahudi simgesi) taktılar. Aynı harf ve işaretlerle evlerinin kapılarına ve işyerlerini boyadılar.
Naziler, iktidara geldiği ilk yıldan itibaren Yahudilerin yaşamlarını zora sokan yasaları geçirmeye başladılar. Saf Irk düşüncesini uygulamaya koymalıydı. Nazi düşüncesinde İskandinav Irkı, Kuzey Almanya ovalarında milattan önce yaşadığına inanılan ve Proto-Aryanlar olarak adlandırılan ırkçı düşüncedeki bazı kişilerin en saf ırk olarak açıkladığı ırktır. Bu ırkın kayıp ada olarak bilinen Atlantis’te yaşadığına inanıyordu. İskandinavların saf ırktan geldiği ve Alman vatandaşı olduğu iddia ediliyordu. [17] Kelime olarak Aryan, asil ve onurlu anlamına gelen “Ārya” kelimesinden türetilmiştir. “Ari” ırk, mensubu kişiler sarışın, mavi gözlü, uzun boylu, geniş omuzlu, çevik, atletik yapılı ve IQ seviyesi yüksek bireyler olmalıydı.
Hitler iktidara geldikten sonra, Nazi öğretmenler, okullarda ırk biliminin “ilkelerini” uygulama alanına koydu. Öğrencilerin gerçek “Ari ırkı”ndan olup olmadıklarını belirlemek için öğrencilerinin kafatası ve burun uzunluğunu ölçüp, saç ve göz renklerini kaydedildi. Bu işlemler sırasında Yahudi ve Roman (Çingene) öğrenciler sık sık aşağılanmıştı. [18]
1933-1934 yılları arasında sayıları 1.400’ü bulan yasa teklifi kabul edildi. Bir yasanın 3. Maddesinde “Aryan (Saf Irk, Ari Irk) olmayanların memurluk görevlerini bırakmalarını istemiş, kimlerin Aryan olmadığı da yasada belirtilmişti. Buna göre ailesinde, ebeveyninde, dede ve ninelerinden herhangi biri Yahudi olan kişi “Aryan” sayılmayacak, bunların akıbeti fırınlar ve gaz odaları olacaktı. 1933-1941 yılları arasında Almanya’dan sayıları 300.000 aşan Yahudi İsviçre, Fransa ve faşizm tehdidi altında bulunmayan diğer Avrupa ülkeleri ile Türkiye, ABD, Kanada gibi ülkelere göç etti. Bazı bilim insanları başta ABD olmak üzere, Kanada ve Türkiye’ye sığındılar. Büyük çoğunluk “bu fırtına bir gün diner” umuduyla Almanya’da kaldı. Avrupa ülkelerinde yaşayan Yahudi sayısı 6 milyonu aşkındı. 1933’te başlayan fırtına bir türlü dinmedi. Bu süreci tarihsel bir kronoloji içinde kısaca incelemek istiyoruz.
30 Ocak 1933 tarihinde İtalya ile olan müttefiklik iyice soğumaya başladı. Mussolini Avusturya’ya nasyonal sosyalistlerin kaldırılması için destekte bulundu.
20 Şubat 1933’te Hitler, Alman ırkından olan iş adamları ile yaptığı toplantıda koşulsuz destek istedi. Hıristiyan dinine mensup Yahudi kökenli insanlar, bazı kiliselere alınmayarak korku ve endişenin yayılmasına sebep oldu.
27 Şubat gecesi Alman faşizminin resmen yürürlüğe girmesi için Alman Parlamentosu yakıldı.
Aynı tarihte mecliste sayıları 100’ü bulan sol ya da komünist milletvekili tutuklandı. Yahudi ya da komünist olduğu gerekçesiyle sokaklarda yakalanan insanlar dayak ve kırbaçlardan geçirildi.
5 Mart 1933 tarihinde yapılan ve 1945 yılına kadar süren son federal seçimlerde Nasyonal sosyalistler (NSDAP), oyların % 43,9’unu aldı ve iktidarda kalması kesinleşti. Almanya Sosyal Demokrat Partisi ikinci en büyük partisi % 18,3; üçüncü parti ise % 12,3 oy oranı ile Almanya Komünist Partisi oldu.
23 Mart’taki parlamento oturumunda “Halkta ve İmparatorlukta Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Yasa” ile ilgili 5 maddelik yetki tasarısının kabul edilmesiyle yasama ve yürütme erkleri, Nasyonal sosyalistlere (NSDAP) devredildi.
31 Mart’ta Alman eyaletlerinin yönetimine Nazi valiler atandı. Böylece taşrada da faşist eylemler başlamış oldu.
7 Nisan 1933 tarihinde yapılan reformla devlet dairelerinde çalışacak olan memurların gerçek Alman ırkından olmaları zorunlu kılındı.
14 Nisan’da parti mensubu gençler için özel okullar açıldı. Bu okullarda öğrencilere Nasyonal Sosyalizmin ilkeleri, Ari ırk ile ilgili teorik bilgilerin yanında savaş taktikleri verildi.
Yine Nisan’da Yahudi dükkânları boykot edilerek ilk anti seminist hareket başlatıldı ve Yahudi avına çıkmak devlet tarafından teşvik edildi.
Yahudi geleneğine göre 21 Nisan’da yapılan hayvan kesimi ve et pişirilmesi tamamen yasaklanarak bu azınlığın dinsel inançlarına müdahale edildi.
2 Mayıs 1933 tarihinde tüm sendikaların kontrolü ele geçirildi. Fırtına Birlikleri diye bilinen SA polis örgütü tüm sendika merkezlerini işgal etti. Yöneticiler terörle sindirildi. Sendikaların varlıklarına el konularak Nazi örgütü olan Alman İşçi Cephesi ile zorla birleştirildi.
10 Mayıs’ta Başkent Berlin’de Opera Alanında bir gecede 20.000’den fazla kitap yakıldı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin yarı askeri paramiliter gücü olan “Kahverengi Gömlekliler” diye de anılan Taarruz Bölüğü (SA) mensubu olduğu bilinen bir grup öğrenci, yanlarına öğretmenlerini de alarak “Almanak” ile uyuşmayan yayınları, kütüphanelerle kitapçılardan toplayıp ateşe verdiler. İçlerinde Albert Einstein ve Sigmund Freud gibi Yahudi kökenli tanınmış bilim insanlarının yapıtları vardı. Almanya adına 1929 Nobel Edebiyat Ödülünü almış olan Thomas Mann ve “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı romanıyla tanınan Erich Maria Remarque’nun eserleri de vardı. Karl Marks, Emile Zola, Andre Gide, Maksim Gorki, Herbert George Wells (tanınmış adıyla H.G. Wells), Jack London, Upton Sinclair, Marcel Proust, Friedrich Foster, Helen Keller, Ernest Hemingway, John Dos Passos ve benzerleri… Giderek daha çok Alman olarak bilinen, oysa Yahudi kökenli ozan Heinrich Heine’nin eserleri de vardı. Heinrich Heine, yaklaşık 100 yıl önce geleceği sanki görmüş gibi [19] şunu söylemişti: “Kitapların yakıldığı yerde gün gelir insanlar da yakılır.”
14 Temmuz 1933 tarihinde Nazi Partisi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), devlet partisi oldu. Bu parti dışındaki tüm siyasi partiler feshedildi. Siyasi eylemler, gösteri ve mitingler yasaklandı. Parti üye sayısı 1935 tarihinde 2.500.000; 1940’larda 8.500.000’e çıktı.
20 Temmuz’da Vatikan ile yapılan anlaşma gereği Katoliklere kendi dini uygulamaları için izin verildi. Ancak buna rağmen Katoliklerin dinsel ve kültürel örgütlerine, rahip ve okullarına baskılar [20] devam etti.
Almanya, 1919’da yapılan uluslararası birlikten, yani sözleşmeden 14 Eylül 1933 tarihinde tek taraflı çıktı.
22 Eylül 1933’te Yahudilere ait gazetecilik ve mesleki görevin ifası yasaklandı, edebiyat, sanat, müzik ve tiyatro gösterileri kaldırıldı.
29 Eylül’de toprak sahibi köylülerin kazancı yüksek seviyeye getirildi.
Aynı tarihte Yahudilerin çalıştıkları devlet dairelerinden çıkartılarak kamplara gönderildi.
1 Aralık 1933 tarihinde Nasyonal sosyalistler, siyasal çalışmaların tek yasal sorumlusu oldu. NSDAP iktidarının hayata geçirdiği, ülkenin kalkınmasını esas alan iç politikalarla çok güçlü bir ülke olma yolunda ilk adımın atıldığına inanıldı.
Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ve Polis Devleti
Adolf Hitler, şansölye olarak atanmasının ardından 22 Şubat 1933 tarihinde Nazi partisi (NSDAP)’ne bağlı gençlerin yardımcı polis olarak görev yapmalarını emretti. Önceleri Hitler’in muhafızı olarak görev yapan “SS” ve bu partinin sokak savaşçılarına karşı Fırtına Birlikleri’ni kuran “SA”, kurumsallaştırıldı. Bu uygulamayla Nazi Partisi olan Nasyonal Sosyalistlerin Alman İşçi Partisi’nin toplum üzerindeki gücü ve nüfuzu artmış oldu. 27 Şubat 1933 gecesi Alman faşizminin resmen yürürlüğe girmesi için Alman Parlamentosu yakıldı. Hitler hükümeti bu tarihlerde henüz azınlıktı. Ancak önünde 5 Mart seçimleri vardı. Tek başına iktidar olmak için şiddet eylemleriyle korku yaratmaya çalıştı. Bunların arasında meşru ya da gayri meşru, kanuni, gayri kanuni olsun, olmasın fark etmezdi. Yangın, Hitler’e sadece tek başına ve anlık değil, uzunca bir süreliğine güç verecekti.
Yukarıda belirttiğimiz gibi 5 Mart 1933 yılında yapılan ve 1945 yılına kadar süren son federal seçimlerde Nasyonal sosyalistler (NSDAP), oyların % 43,9’unu aldı ve iktidarda kalması kesinleşti. Adolf Hitler, 31 Temmuz 1932 seçimlerinde ancak % 24,53 oranında oy almıştı. Alman Sosyal Demokrat Partisi % 18,25, Alman Komünist Partisi de %14,32 ile üçüncü sırada yer almıştı.
30 Ocak 1933 tarihinde Hitler’in şansölye olmasıyla Alman İmparatorluğu, “Nasyonal Sosyalist Führer devleti” sistemine geçiş yaptı [21]. Hitler, her ne kadar şansölye unvanıyla hükümet kurduysa da bu bir azınlık hükümetiydi. Dolayısıyla fazla bir yaptırım gücü yoktu. Oysa güçlü bir hükümet kurmak istiyordu. Alman burjuvazisi de aynı görüşteydi. Bunun için bir erken seçim yapılmalıydı. 27 Şubat 1933 tarihinde çıkartılan meşhur Alman Parlamentosu yangını, Hitlerin bir provokasyonuydu. Yangının hemen ardındın OHAL ilan edilerek erken seçim kararı alındı. Seçim, 5 Mart 1933 tarihinde yapıldı. 5 Mart seçimleri Hitler ile birlikte asker-sivil elit kadro ile politikacıların seçime hile karıştırması, mükerrer oy kullanması, mühürsüz ve zarfsız sandığa atılan seçim kâğıtları ve benzeri hileler sonucu oyların % 43,9’unu aldı. Bu seçim aynı zamanda Almanya’nın 8 Mayıs 1945 yılına kadar olan süre içinde Hitler’in iktidarını pekiştiriyordu.
Parlamento binası yangınına gelince; Berlin’de Parlamento yangını için günah keçisi aranmalıydı. Bunun için Alman ırkından olmayan birinin bu olayı üstlenmesi gerekiyordu. Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van Lubbe adında bir genç olay yerinde yakalandığı açıklandı. Polis işkencesiyle komünist olduğunu söyleyen Marinus kundaklama olayını tek başına işlediğini itiraf etmişti. Reichstag yangını binanın çeşitli yerlerinde ve aynı anda çıkmıştı. Oysa Marinus adlı genç ne binayı tanıyordu, ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek durumda eğildi. Bu genç Berlin’de de yaşamıyor ve hiç kimseyi de tanımıyordu [22]. Bu yangın sonrasında polis yetkilerinin artırılması amacıyla alelacele bir kararname çıkartılmış ve neredeyse polise sınırsız yetkiler verilmişti. Bu yetki “koruyucu gözaltı” olarak biliniyordu. Bu gözaltı ile muhaliflerin, Yahudi ve azınlıkların mahkemeye çıkartılmadan tutuklanması anlamına geliyordu. Gözaltı kararnamesi ile insanlar normal cezaevlerine değil, toplama kamplarına gönderiliyordu. Bu kamplar her ne kadar “SA” örgütü tarafından oluşturulduysa da “SS” teşkilatının yetkisi altındaydı. Polis devletinin etkinliği 1939 yılına kadar devam etti.
Keyfi tutuklamalar, gece yarısı evlere baskınlar, dur ihtarına uymayanların öldürülmesi, insanların birbirini ihbar etmeleri, sorgusuz infazlar, adam kaçırmalar, kundaklamalar, özellikle Yahudi ve Çingene kadınlara tecavüzler, işkence sonucu öldürmeler, kamplarda ağır koşullarda çalıştırmalar, aç bırakmalar, çalışamaz durumda olan yaşlı ve hastaların fırınlarda ve gaz odalarında öldürülmelerin “SS” teşkilatı için olağan günlük işlemler haline gelmişti. Tüm bu uygulamalar Nazi Partisi olan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) bilgisi dâhilinde yapılıyordu.
Nasyonal Sosyalizm doktrinini ilk kez 19. yüzyılın sonlarına doğru burjuva ideologlarından Fransız Maurice Barres tarafından ortaya atıldı. Sosyalist bir milliyetçilik görüşü temel alınmıştı. Türkçe karşılığı milli sosyalizm ya da milliyetçi sosyalizmdir. Türkçe sözlükte “Hitlercilik” diye geçer. Barres’e göre Sovyetlerden tüm dünyaya yayılan sosyalizm “liberal bir zehir”dir. Ülkeyi kurtaracak tek doktrin “kolektif milliyetçilik”tir. Ulusal sosyalizm, ancak kolektif milliyetçiliği geliştirmenin bir aracıdır. Diğer bir deyişle faşizm ile örtüşecek bu doktrin ileride aşırı milliyetçiliği ve ırkçılığı beraberinde getirecekti. Barres’e göre işçiler, kendi milliyeti olan işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi. Hitler, bu düşünceden ilham almıştı. Bu ilham ileride katliamlara yol açacak, bahane arayan diğer emperyalist güçlerin savaş çığırtkanlıkları sonucunda resmi rakamlara göre dünyada 73.000.000 insanın, Almanya’da ise 7.500.000 sivilin (6.000.000 Yahudi olmak üzere) kamplarda, fırınlarda ve sokak ortasında ölümüne yol açacaktı.
Nasyonal sosyalizm hareketinin öncülü, Freikorps denen ve I. Paylaşım Savaşı’nda terhis edilen Alman Askerleri oluşturuyordu. Freikorps, Almanya’da 18. Yüzyıldan sonra genelde kırsal kesimde oluşan düzensiz silahlı birliklere verilen addır. Paylaşım Savaşı’ndan sonra özellikle komünistlere karşı devlet eliyle örgütlenen düzensiz silahlı birliklerdir. Bunlara ücret ödendiği için de bir yerde paramiliter ve kontra birlikler diye de anılıyordu. Nasyonal sosyalist (Nazi) anlayışa göre kapitalizm bir Yahudi sistemidir. Bilimle ilgisi ve kapasitesi bu kadar kıt olan Hitler’in nazarında Naziler sosyalisttir(!), Marksist değildir. Sosyalizm, Marksizm’den ibaret değilmiş. Kapitalizm ve Marksizm Yahudilere hizmet ediyormuş. Nasyonal sosyalizm ise salt Alman Irkı’na hizmet ediyormuş. Nasyonal sosyalizm, parlamenter sistemi tamamen reddetmiş, komünizme ve sosyal demokrasiye karşı çıkmıştır. Hitler, “Kavgam” adlı kitabında Nasyonal sosyalizmde parlamento hiçbir zaman bir oylama yeri olamayacağını, merkezi bir çalışma organı niteliğinde çalışması gerektiğini vurgulamıştır.
Nasyonal sosyalist ideolojisinin öngördüğü aile yapısı ataerkil yapıya dayalıydı. Kadınların sorumluluğu Alman ırkına mensup çocukları doğurmak ve onları iyi birer nasyonal sosyalist birey olarak yetiştirmekti.
Alman Nasyonal Sosyalizm irredantist (yayılmacı milliyetçiliğe dayalı) bir ideolojidir ve dünya üzerindeki Alman kanını taşıyan tüm toplumların Büyük Alman İmparatorluğu şemsiyesi altında birleşmesi gerektiğini savunan bir ideolojidir. Saf Alman kanını taşıyan toplumların başında Avusturya gelmektedir. Hitler “Kavgam” adlı kitabında Avusturya’nın Almanya’ya katılması çağrısında bulunmuştur.
1934 tarihinde önemli bazı tarihsel gelişmeleri göz ardı etmemek gerekir.
Önemli olaylar
20 Ocak 1934 tarihinde “Milli Çalışma Disiplini Yasası” kabul edildi. Bu yasanın kabul edilmesiyle birlikte “Alman Çalışma Cephesi” meşru bir zemine oturtuldu ve Ekim 1934’te resmen Nazi Partisi olan Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP)’ne bağlandı.
26 Ocak’ta Almanya ile Polonya arasında saldırmazlık paktı imzalandı. Bu anlaşma ile Almanya hiçbir şekilde Polonya’ya karşı sınırı ihlal edecek girişimde bulunmayacak.
29 Mart 1934 tarihinde Versay Antlaşması hiçe sayılarak askeri bütçe yaklaşık 3 katına çıkartılarak 78.000.000 Mark’tan 210.000.000 Mark’a, Reishwehr (Transfer) harcamaları ise 345.000.000 Mark’tan 574.500.000 Mark’a yükseltildi. İngiltere bu bütçenin Versay Antlaşması’na aykırı olduğunu açıkladı. Ancak Belçika bu itiraza karşı çıktı.
17 Nisan 1934 tarihinde de Fransa, Almanya’nın bu tutumunun kendilerinin güvenlik sorununu tehdit ettiğini İngiltere’ye bildirdi.
29 Mayıs 1934 tarihinde Silahsızlanma Konferansı Genel Komisyonu’nu yeni bir oturum düzenleyerek Doğu Avrupa ülkeleri arasında karşılıklı yardım paktının gerçekleştirilmesi ele alındı. Pakta göre Sovyetler Birliği, Almanya, Baltık ülkeleri ve Çekoslovakya herhangi bir savaş durumunda birbirlerine yardımda bulunacaklardı.
Adolf Hitler, 30 Haziran 1934 gecesini 1 Temmuz 1934 gününe bağlayan gecede üst düzey “SA” mensubu yetkililerin öldürülmesini emretti. 1 Temmuz tarihinde 85 yetkilinin daha öldürülmesi ile bu sayının yüzü aştığı anlaşıldı. Cinayetler, Gestapo subayları tarafından gerçekleştirilmişti. Nazilerin vurucu gücü olan “SA” örgütü başlangıçta serseri ve lümpen takımından oluşuyordu. İlerleyen zaman içinde küçük burjuva sınıfı işçi sınıfına, yani bir alt sınıfa düşmekten korkuyordu. “SA” örgütü bu ara sınıfın adeta sığınağı olmuştu. Küçük burjuvazinin çıkarları tekelci burjuvazi ile çelişiyordu. Bu kriz hiç şüphesiz ki büyük sermayenin lehine çözümlenmeliydi. Naziler, işçi örgütlerini dağıtarak işçi sınıfını örgütsüz bıraktılar. Bu müdahale büyük sermayenin işine gelmişti. Ücretler düşürülmüş, her işletmenin kendisi işçilere vereceği ücreti tespit etmişti. Bu uygulama ile tekelci sermayeye dizginsiz sömürünün önü açılmıştı. 1933 yılından başlayarak savaş yıllarına kadar büyük sermaye şirketlerinin kârları % 450 gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştı. Bunlar arasında Bosch, Siemens, AEG, Krupp, Deutsche Bank gibi bilindik büyük sermaye ile finans kuruluşları vardı. Bu büyük sermaye şirketleri çalışanlarına Yahudileri düşman olarak gösteriyor ve onların sermaye düşmanı olduğunu lanse ediyordu. Giderek bu dalga bir anti semitizme dönüşecekti.
“SA” örgütünün bağımsızlaşması ve “SA” üyelerinin sokakta şiddet eylemleri gerçekleştirmeye olan yatkınlıkları, Hitler’i tehdide varacak kadar rahatsız ediyordu. Ayrıca Hitler, disiplinsiz uygulamalarından dolayı “SA”dan rahatsız olan generallerin güvenini ve sadakatini kazanmak istiyordu. Hitler aslında gelir dağılımı ile ilgili I. Paylaşım Savaşı’ının bitiminden sonra Almanya’da başlayan ve bazılarınca “ikinci devrim” olarak bilinen işçi hareketleri, Alman Komünist Partisi, Bavyera Sovyet Cumhuriyeti, Bağımsız İşçi Sendikası ve Spartaküs Birliğinin başlattığı ve Rusya’nın desteklediği ayaklanmanın ardından Röhm’ün tutumunu pek beğenmemişti.
1934 tarihinde “SA” örgütü başkanı Ernst Röhm burjuvazi isteklerini çözmekten rahatsızlık duyduğunu dile getirmişti. 2 Temmuz günü Münih’te bulunan Stadelheim Hapishanesi’nde göğsünden vurularak öldürüldü.
Bu temizlik hareketi ayrıca, Alman mahkemelerinin Nazilere olan bağlılığını göstermek adına yargısız infaz yasağını kaldırmasına yol açmış, bu da Nazi yönetimine yasal dayanak sağlamıştı. Uzun Bıçaklar Gecesi Alman hükümeti için bir dönüm noktasıydı. Hitler 13 Temmuz 1934’te Reichstag’da (Alman parlamentosu) yaptığı konuşmada kendini “Alman halkının yüce yargıcı” sıfatıyla seslenmiştir.[23] Uzun Bıçaklar Gecesi (intikam gecesi) diye bilinen bu operasyonda Hitler, yerini sağlamlaştırmak ve sayıları 2 milyonu aşan “SA” militanlarının, düzenli ordunun yerini almasını istemişti. Sınıfsal açıdan bakıldığı zaman da faşist hareket ile gerek ordu içinde ve gerekse Nasyonal Sosyalist hareket içinde orta sınıf etkisinin tasfiye edilmesiydi.
02 Ağustos 1934 tarihinde Alman Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un ölümü ile Hitler’in önündeki engeller tamamen kalkmış oldu.
19 Ağustos’ta yapılan halk oylamasında 4.300.370 (% 10,07) Hayır oyuna karşılık 38.394.848 (% 89,93) evet oyu ile Şansölyenin yetkileri Führer ve Şansölye (unvanları) Adolf Hitler’de toplandı.
24 Ekim 1934 tarihinde işçi ve işverenler uzlaşarak korporatif Alman Emek Cephesi’ni kurdular. Bu uzlaşma liberal ekonomistlerin nazarında Alman halkının ekonomik durumu için geçici bir ferahlıktı. Tabii ki bundan Yahudiler ve diğer azınlıklar pay alamıyordu. Faşist parti toplum üzerindeki etkinliği ile Yahudiler, Bolşevik ve azınlıklar düşman gösterilerek hedef haline getirildi (Korporatizm, aynı zamanda tüketici olan üreticiler tarafından, bütün tüketiciler için düzenli üretim anlamındadır).
5 Mart seçimlerini Hitler, hile ve düzenbazlıkla OHAL kapsamında gayri meşru bir şekilde kazanmıştı. Daha önce demokratik şartlarda gerçekleşen 31 Temmuz 1932 tarihindeki seçimlerde de oyların ancak % 24,53’ünü alabilmişti. Geniş yetkilere sahip bir makam olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri her 7 yılda bir halk oylaması ile yapılıyordu. Son seçim olarak bilinen Mart ve Nisan aylarında yapılan iki aşamalı seçimlerde Hitler, Hindenburg’a karşı ancak oyların % 36’sını alarak kaybetmişti. Eğer OHAL ilan edilmeseydi, hiç şüphesiz Hitler 5 Mart 1933 seçimlerini de kazanamayacaktı. Yine 1932 seçimlerinin ardından Hitler, başbakan olarak atanmadı. Cumhurbaşkanı Hindenburg, Kurt von Schleicher’i hükümeti kurmakla görevlendirmişti. Ocak 1933’te Hitler başbakan olarak atanıncaya kadar geçen süre içinde akla hayale gelemeyecek bir sürü ayak oyunları yaşandı. Tehditler, adam kaçırmalar, burjuvazinin çantalar dolusu paralarla adam satın alması, Hitlerin mensubu olduğu Nazi partisinde başvurulan mafya şantajları, ayak oyunları, rüşvet ile insanı yıldıracak ve kendi deyimleriyle hizaya getirecek her türlü gayrimeşru yollara başvuruldu. Hitler hiçbir zaman sandıktan çıkmadı. Cumhurbaşkanı Hindenburg ve çalışma arkadaşları sonunda iktidarı kendi elleriyle ona teslim etti. Hitler, iktidar olduktan sonra yapılan 5 Mart seçimleri de OHAL koşullarında yapılmıştı. Her türlü entrikalar, oy hırsızlığı, onaysız zarf kullanımı, Berlin’de ve diğer büyük kentlerde çalınan seçim sandıkları ile oylarını artırdı. Bu seçim hiçbir zaman halk iradesine dayanmayan bir seçim olmuştu. Sayın Taner Akçam’ın dediği gibi Hitler’in iktidarda kalmasının nedeni sandık değil, aksine sandığı iptal etmiş olmasıdır. Sandık olsaydı, Hitler belki de hayatının sonuna kadar hiçbir seçimi kazanamayacak ve dünyanın başına bela ve katliamlar getiren bir musibet olmayacaktı..
Hiç şüphesiz ki Adolf Hitler, kendi diktasını sürdürmesi için ülke içinde bazı temizlik hareketine başvurması gerekiyordu. Bunun için güvendiği ve sadakatinden şüphe etmediği kişileri işbaşına getirdi. Bununla birlikte gerek polis teşkilatında ve gerekse orduda, yargıda ve diğer kurumlarda kurumsal yapının değiştirilmesine ve yönetim kadrolarının oluşmasında bir takım önlemlerin alınması gerekiyordu. Muhalefeti, Komünist, Yahudi ve diğer azınlıkları tamamıyla sindirmeliydi, terörize etmeliydi. Polis teşkilatı yeni baştan dizayn edildi. Polis örgütün içinde doğrudan kendisine bağlı gizli siyasi bir polis teşkilatını kurdurttu. Dünyaya ün salmış ve savaş sırasında da ele geçirdiği topraklarda bu teşkilat, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi için vazgeçilmez olmuştu. Tüm dünya halklarının korkusu olan Gestapo işbaşındaydı.
Hitler’in tetikçisi, provokatörü ve eli kanlı katili olduğu uluslararası finans kapitalizmi ile diğer emperyalist devletler, 38 milyon 880 bin 500 askerin, 6 milyon Yahudi’nin ve milyonlarca sivilin katilidir.
İspanya / Franco Dönemi
Franco 1939 yılından başlayarak 1945 yılına kadar ülkeyi katı faşist rejimi ile birlikte toplam 36 yıl yönetti.
1945 II. Paylaşım Savaşı’nda iki ana müttefiki olan Almanya ve İtalya’nın yenilmesinin ardında gerek savaş döneminde İspanya’nın savaşa katılmaması ve en azından tarafsız gibi davranma görüntüsünü yaratması ile tüm faşist rejimlerinin yıkılması ardında kendisine dokunulmadığı, OHAL kapsamında halkına karşı biraz daha müsamahakâr (hoşgörülü) davrandığı imajını vermesi, yasaklanan bazı kitle örgütleri ile siyasi partilerin sınırlandırılmış faaliyetler kapsamında çalışmalarına izin verdiği, işçilerin sınırlı greve gitmesine göz yumduğu ve böylece faşist ve tek adam yönetiminin uzun yıllar devam etmesini sağladığını görüyoruz.
İç savaşın ardında kurulan Falanjizm esaslarına dayanan İspanyol rejimi, milliyetçiliğe, radikal Katolik inanca ve antikomünizm görüşlerine dayanmaktadır. II. Paylaşım Savaşı’nın ardında en iyi iki müttefikini kaybetmesi ile birlikte dinsel kurumları ön plana çıkararak falanj (yarı askeri siyasal örgütlenme) esaslarını etkin hale getirmiştir.
Franco, II. Paylaşım Savaşı’nın bitiminden sonra başlayan soğuk savaş döneminde faşizmi bir yerde simgesel olarak korumuş, uluslararası arenada yalnız kalmamak için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. ABD’nin desteğiyle 1960’lı yıllarda teknokrat kadroları işbaşına getirmiştir. Anayasanın ortadan kaldırıldığı 1939 tarihinden başlayarak soğuk savaş dönemi boyunca ülke sadece Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’lerle yönetildi. Buna göre yapılan rejim değişikliğini şu şekilde sıralayabiliriz:
Anayasasız bir yönetimde siyasi görevler atama yoluyla yapılıyordu. Faşist rejim genel oy hakkını gasp etti. Liberalizmi reddediyordu.
Gruplar halinde caddelerde, sokaklarda yürümek için yerel yönetimlerden izin alınması zorunlu kılınmıştı. Bu da bize İspanya’da hala toplanma ve örgütlenme yasağının yürürlükte olduğunu gösteriyordu.
Farklı siyasi partilerin kurulması yasaklanmıştı. Çünkü farklı siyasi partiler toplumun bölünmesini simgeliyordu. Bu nedenle iktidardaki parti dışında başka partilerin kurulmasına izin verilmedi.
Genel oy kullanma ve milletvekili seçimi yasaktı. Tüm atamalar Franco tarafından yapılıyordu. 1942 yılına gelinceye kadar meclis lağvedilmişti. İktidar, tek elde toplanmıştı.
Silahlı kuvvetler, polisin tüm yetkilerini elinde toplamıştı. Toplumsal düzeni, silahlı kuvvetler sağlıyordu.
1939 yılından başlayarak 1966 yılına kadar basın, sansüre tabiydi. Gazeteler, radyolar, televizyonlar ve diğer iletişim araçlarında sadece diktatörlüğü öven haber ve yorumlara izin verebiliyordu. Basın ve yayın üzerinde mutlak kontrol sağlanmıştı.
Kitap ve dergiler basıldıktan sonra sansüre tabi tutuluyordu. Diktatorya ile ilgili bir eleştiri bulunduğu takdirde tüm basım ve yayınlar durduruluyor, mevcutlar da piyasadan toplatılıyordu.
Taban örgütlenmesinde işveren ile işçiler aynı seviyede yer alıyordu. Sınıf farklılığı reddedildiği için de işçilerin grev yapması yasaklanmıştı. Tüm ideolojiler ve farklılıklar, diktatörlüğe hizmet etmek zorundaydı.
1939’da İspanya iç savaşının ardında ülkede ekonomik anlamda bir anarşi düzeni yaşanıyordu. Savaşla birlikte nüfusun büyük bölümü üretim yeteneğini yitirmişti. Diktatörlüğe ve yasaklamalara rağmen bir kaos ortamı yaşanıyordu. Franco, hiçbir kurumu yerli yerine oturtmadan, ekonomik anlamda gerekli tedbirleri almadan II. Paylaşım Savaşı çıktı. Bu savaş, mevcut kötü durumu daha da kötüleştirmişti. İspanya, her ne kadar tarafsızlığını ilan etmiş olsa da dolaylı olarak savaşa katılmak zorundaydı. İç savaş süresince kendisini yalnız bırakmayan Hitler ve Mussolini’ye yardım etmek zorundaydı. Özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak üzere binlerce İspanyol gönüllüyü Mavi Tümen adı altında doğu cephesine 50.000’e yakın asker ve subay gönderdi. Almanya, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya’nın yer aldığı mihver devletlerden yana tutumu, savaşın bitimiyle uluslararası alanda yalnızlaşmasına ve tecrit edilmesine yol açtı. Çünkü soğuk savaş döneminde ABD’nin her ülkeye sağladığı ekonomik yardım adı altındaki Marshall planı kapsamında İspanya ve Portekiz yararlandırılmadı.
Direnişçi grupların 1936 tarihinde başlattıkları vur-kaç taktikli gerilla savaşı, savaşın bitiminden sonra da devam etti. Bu dönemde ekonomi, tamamıyla otokrasinin tekelindeydi. Temel ürünlerinin fiyatını devlet belirliyordu. İspanya bu dönemde kendi yağında kavrulmaya başlamıştı. Yaşanan kıtlık ortamı ve devlet müdahalesi ister istemez karaborsayı hortlatmıştı. Genel yolsuzluk ve yozlaşmanın yanında, devletin ithalat iznini Franco’ya yakın kişilere verilmesi de yasadışı yöntemleri beraberinde getirmişti.
Ekonomide mevcut otokrasi fazla ömürlü olamadı. Yaşanan kaos ortamı nedeniyle fiyatlar, bazı alanlarda serbest bırakıldı. Ticaretin ve malların serbest dolaşımı kısmi olarak yaşanan kaos ortamını gevşetti. 1952 yılında gıda kalemlerinde uygulanan karne uygulamasına son verildi. II. Paylaşım savaşı sonrasında müttefik olmakla birlikte ABD ile SSCB arasında soğuk savaş dönemi başladı.
Kapitalist ülkelerin korkulu rüyası komünizmin kendileri için bir tehdit olarak görülmesi üzerine ABD’nin İspanya’ya bakışı da değişti. ABD tarafından İspanya’ya askeri üs kuruldu, ekonomik yardımlar yapıldı, parlamenter rejim Franco tarafından reddedildiği için ekonomi devletin tekelinden alınıp, teknokratlara devredildi. Bu da uluslararası kapitalist devletlerin kamuoyunu rahatlatmak amacıyla yapılmıştı. Bir Katolik örgütlenmesi olan Opus Dei örgütü, Franco’yu destekliyor ve ona bağlıydı. Bu örgütün üyeleri, Franco ile birlikte çalışıyordu. Bunların tamamı teknokrattı. ABD’nin isteği doğrultusunda bu teknokratlar, teknokrat hükümetine dâhil edildiler. Çünkü IMF devredeydi.
1973’lü yıllarda dünyada “petrol krizi” yaşanmaya başladı. Bu krizden İspanya da nasibini aldı. İspanya ekonomisini çok daha fazla etkiledi. Ülkede büyümeyi durduracak önemli bir krizdi. Bu dönemde yasak olmasına rağmen ilk kez büyük çapta işçi eylemleri ve grevler başladı. Franco’nun torunu Juan Carlos’un naibi Amiral Luis Carrero Blanco, ETA örgütü tarafından düzenlenen bombalı saldırıda öldürüldü. Yönetim yavaş yavaş çözülmeye başladı. Halkın artık baskıcı rejimi kabul etmemesi, Avrupa’da görülen kısmi bile olsa burjuva demokrasisi örnekleri ile batı Avrupa’da çalışan İspanyol işçilerinin yönetime karşı tavır alması, İspanya’da yeni bir dönemin geleceğini çağrıştırıyordu.
Batı Sahra’daki Polisario Cephesi, bağımsızlık savaşını vermeye başladı. 1974 Temmuz’unda Franco, hastalandı ve yaşam destek ünitesine bağlandı. 20 Kasım 1975 günü 82 yaşındayken öldü. Yerine Juan Carlos, İspanya karalı olarak geçti. Carlos’un ilk işi otokrasiyi tamamen ortadan kaldırmak ve kapitalist ülkelerde görülen burjuva demokrasisine geçmek olmuştur.
Franco; iktidarının ilk 6 yılında 150 bin ve iç savaşta da 600 bin insanın katiliydi.
Portekiz
Avrupa’da emperyalizmin zayıf halkalarına baktığımızda bunların başında Almanya ve İtalya geliyordu. Ardından İspanya ve Portekiz geç kapitalistleşen ülkelerdi. Hızla gelişen tekellere ve emperyalist güdülere karşı feodal sınıflar temizlenememişti. Bunların arasında elbette Rusya da vardı. Ancak 1917 Ekim’inde İşçi sınıfı devrim yaptı. İtalya ve Almanya’da faşizm iktidara geldi. Hatta Bulgaristan ve Macaristan’ın da faşist yönetimin gücünü toparladığı ve iktidara geldiğini, sosyalizme doğru kaymakta olan Fransa’nın Naziler tarafından işgal edildiğini [24] biliyoruz. İspanya ve Portekiz’in üzerindeki aşırı baskı ve stres de faşist yönetimleri iktidara taşıdı.
Avrupa’daki belli başlı faşist yönetimlerinin ardından diğer ülkelere de yayılan faşizan akımların üzerinde durmayacağız. Ancak tarihte en fazla sözü edilen dört ülkenin sonuncusu olan Portekiz’de yaşam alanı bulan faşist akımın sebep-sonuç ilişkisi üzerinde kısaca durmaya çalışacağız. Latin Amerika’nın belli başlı ülkelerinde görülen faşist hareketler ile Uzakdoğu ve Ortadoğu’daki tavandan inen faşist cuntalar ile Türkiye’deki faşist yönetimler ile ilgili özet bilgileri ileride ele almaya çalışacağız.
Portekiz’e gelince, dünyada sömürgesi bulunan üçüncü büyük ülkeydi. Aynı zamanda tarihin küresel imparatorluğudur. Sömürgeciliği, 1415’ten 1999 tarihine kadar devam etmiştir. Diğer bir deyişle 600 yıla yakın bir süreyi kapsamaktadır. Bu zenginliğin kaynağı 1415 yılında Kuzey Afrika’daki zengin ticaret merkezi olan “Ceuta’’yı ele geçirmesiyle başlamıştır. Bunu Atlas Okyanus’undaki keşifler izlemiştir. Afrika kıtasını dolaşarak Hindistan’a kadar ulaşmıştır. 1755 tarihindeki başkent Lizbon’da yaşanan büyük deprem, bu imparatorluğu olumsuz etkilemiş, politik ve ekonomik çöküşünü hazırlamıştır. 19. yüzyılda en büyük sömürgesi Brezilya bağımsızlığını kazanınca, geriye Afrika’daki önemsiz sayılabilecek ülkeler kalmıştır. Gerek iç çekişmeler ve gerekse dış baskılar sonucu zayıflamış olan sosyal ve ekonomik yapı ve yavaş yavaş sömürgelerinin kaybına yol açmıştır. Buna rağmen Brezilya, Angola ve Mozambik’te kültürel mirasını bırakmıştır. Bugün bile o izler hala sürüyor. 1999 yılında son sömürgesi olan Makao da Çin Halk Cumhuriyeti’ne katılınca imparatorluk dönemi de sona ermiştir.
Bu ekonomik ve sosyal çöküş sonrasında Salazar, 1926’da yapılan askeri darbenin hemen ardından José Mendes Cabecadas hükümetinin Maliye Bakanı oldu. Cabecadas, koyu bir Katolik olmasına rağmen, monarşinin süresini doldurduğuna inanıyordu. Gerçek bir burjuva demokratıydı; demokrasinin işçi sınıfına hem havuç hem sopa vermek ve devrimcileri işkence tezgâhlarından geçirmek olduğunu biliyordu! Gerçek bir sömürgeciydi; Portekiz’i sömürgeleriyle tek ve bölünmez bir ülke olarak görüyordu [25].
1920’lerin başında ülke, ekonomik yönden büyük bir çıkmazın içine girmişti. Cumhurbaşkanı buna çare olarak küçüklükten beri parayı çok seven ve ailesi tarafından kiliseye gönderilen, ancak kilisenin kabul etmediği, uygun üniversiteye gitsin dediği ve ileriki dönemde ekonomi profesörü olan Antonio de Oliveira Salazar’ı Maliye’nin başına getirmek istedi. Ancak tüm yetkileri kendinde toplanmasını isteyen Salazar’ın bu isteği kabul edilmedi. Aradan geçen süre içinde ekonomik iflas, kapıya dayandı. Ekmek karneye bağlandı. Enflasyon neredeyse 3’lü hanelere çıkacaktı. Temel gıda maddelerinin fiyatları alabildiğine yükselmişti. Karaborsacılık başını alıp gidiyordu. Sonunda 1928 tarihinde tekrar Salazar çağrılarak Maliye Bakanlığına atandı ve olağanüstü yetkilerle donatıldı. Dokunulmazlık verildi. Bizdeki bir zamanlar Kemal Derviş gibi ekonomiden tek başına söz sahibi oldu.
Salazar’ın ilk icraatı işçi hakları, demokratik talepleri, çalışma koşulları, grev ve toplu sözleşmeleri askıya almak oldu. İşçi ve diğer çalışanların ücretleri yarıya indirildi. Ona güvenen yerli ve uluslararası burjuvaziyi yüzüstü bırakmadı. Kısa sürede borçlar ödendi ve bütçe hedeflerine ulaştı.
Cumhurbaşkanı ile ulusal ve uluslararası burjuvazinin takdirini kazanan Salazar, 1932 yılında başbakanlığa atandı. Portekiz’de sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi yaşamı zorbalıkla da olsa kontrol altında tutmayı başardı. Salazar, milliyetçi, aşırı tutucu, gelenekçi, radikal muhafazakâr faşist bir kişiydi. Dünyada en çok okuyan kültürlü bir faşist. Akademisyen faşist bir liderdi. Ancak Franco ile birlikte Mussolini’ye hayrandı. Hitler ve diğer faşist liderlerle kıyaslandığında “light faşist” kalırdı. Nazi hayranı olduğu halde Franco’nun yaptığı gibi ülkesini II. Paylaşım Savaşı’na sokmadı. Ama el altında müttefikleri destekledi. Aksi halde Nazileri destekleseydi, sahip olduğu sömürgeleri kaybedeceğini biliyordu. Portekizlilere göre Cumhuriyet’in de facto diktatörüydü.
Diğer diktatörlerin aksine Salazar 40 yılı aşkın bir sürede başbakanlık yapmıştır. Hitler, Mussolini, Franco gibi cumhurbaşkanlarını devirip, yerlerine geçmemiştir. Uluslararası finans kapitalizminin isteklerini diğer liderler gibi kanlı bir şekilde yerine getirmedi. Gerçi Portekiz’de de kan dökülmüştür. Ancak en çok sömürgelerdeki isyanlarda ve bağımsızlık savaşlarında kan dökmüştür. Örneğin Angola’da 80.000; Mozambik’te 65.000; diğer sömürgelerde 15.000 insan, Salazar’ın, light faşistin değişim rüzgârına direnerek ölmüştür.
1933 tarihinde “Yeni Devlet”i ilan etti; Mussolini’nin ardından, Franco’nun da uyguladığı korpotarizmi (kapitalist sistem içinde olup, sosyalizm ve sendikalizm karşıtı olan ekonomik model), sömürgeci, antikomünizm ve sömürgeciliği kurumsallaştırdı. Korpotarizm, devlet tarafından yürütülecek kalkınma modeline olan düşkünlüğünden ileri geliyordu. Toplumsal sınıfların radikalleşmesini engellemeye çalışıyordu. Portekiz’in bir Katolik krallığı olduğunu düşünüyordu. Radikal bir Katolik’ti. Sömürgeci zihniyeti de Portekiz’i birçok kıtalı ülke olarak düşünmesinden ileri geliyordu. Her faşist gibi kendisi de antikomünistti. Amacı komünistleri, anarşistleri ve her türlü muhalifleri öldürmekti. Salazar, göreve başlar başlamaz ilk işi 1926 tarihinde yapılan askeri darbe ve sonrasında oluşan askeri vesayeti kaldırmak oldu. Askerin esas görevi sömürgeleri korumak ve egemenliği altında tutmaktı. Kısacası uluslararası sermayenin kuklası olma görevini ve kendisine biçilen rolü iyi oynuyordu.
1950’li yıllarda Portekiz, sömürgelerdeki isyanlarla karşılaştı. 1953 yılında Hindistan kıyılarındaki sömürgeleri olan Gao, Daman ve Diu’nun statülerinin belirlenmesi amacıyla Hindistan’ın yaptığı görüşme teklifi Portekiz tarafından reddedildi. 17 Aralık 1961 tarihinde Hint birlikleri bu üç toprağı da kendi egemenliği altına aldı. Aynı yıllarda Afrika’daki Angola, Gine Bissau, Doğu Timur, Sao Tome ve Mozambik’te özgürlük dalgası yayılmaya başladı. Şubat 1965 tarihinde muhalefet lideri Humberto Delgado öldürüldü.
Uluslararası burjuvazi, Portekiz’i bir kanser hastası ve Salazar’ı kemoterapi olarak görüyor ve hastanın bu tedaviye cevap verdiğini düşünüyordu. Salazar, Avrupa’daki diğer faşistlerle iyi geçiniyordu. Gerek Hitler, gerek Mussolini ve gerekse Franco ile. Muhalifleri ve komünistleri düzenli bir şekilde katlettiği ve Afrika sömürgelerindeki toplama ve imha kamplarına gönderdiği faşist bir cennet (!) yaratmıştı. Hitler Nazizmi’ni, komünizmi ve monarşiyi “aşırı” buluyordu. “3 F” dediğimiz unsurlar, tüm faşist liderlerin başvurduğu bir yöntemdi. Salazar da bu yönteme başvurmuştu. Futbol, Fatima ve Fado… Futbol, bilindiği gibi kitleleri siyaset dışına iten bir unsurdur. Fatima ise göklerden gelen emirleri içerir. Fado da tevekkül etmek, kaderine razı olmaktır. [26]
Sömürgeler bu dönemde silahlanmış, kurtuluş mücadelesi dalga dalga yükseliyordu. Sosyalizm, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, Uzak Asya’daki ve Latin Amerika’daki tüm sistemleri zorluyor, rejimleri sallıyordu. Faşizm Avrupa’da tüm kurumlarıyla yıkılmıştı. Nazi Almanya’sı, Franco’nun İtalya’sı ve İspanya’nın Franco’sunu esen bu kasırgadan nasibini almıştı. Franco’nun, Müttefiklere verdiği ödünlerle biraz daha ayakta kalabildi. Ancak o da fazla sürmedi. Tüm bu gelişmeler Salazar üzerinde büyük bir baskı ve stres yaratıyordu. Bu stres, korku ve panik, beyin kanamasına yol açtı. 1968 yılında geçirdiği beyin kanamasıyla felç oldu. Buna rağmen kendisini hala başbakan sanıyordu. Kendisine başbakanlık sarayında bir oda tahsis ettiler. 1974 tarihinde öldüğünde bile kendisini hala başbakan diye biliyordu. O tarihte “karanfil devrim” diye adlandırılan bir ayaklanma ve askeri darbe sonunda Salazar diktatörlüğü tarihe karıştı.
Sömürge tipi faşizmle ilgili bilgileri önceki yazılarımızda ele almıştık.
Sonuç
Faşizm, burjuva devrimini tamamlamış ülkelerde iktidara gelmeden önce tarihi, siyasi, ekonomik ve kültürel ya da uluslararası bağlamda hedefe ulaşmak için büyük kitlelerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Bu destek alt ve orta sınıf üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak amacına ulaştıktan sonra orta ve alt sınıflar üzerindeki ezici baskısını hissettirmiştir.
Faşizmin tahlilinde Komitern’in de aradığı sorulara yanıt olarak İtalya ve Almanya’da sonuçlanan rejimin tespitinde bazı sonuçlara varılmıştır. [27] Bunların belli başlılarını şu şekilde açıklayabiliriz.
Faşizm, sosyal demokrat partilerin kendisini reformist çizgiden ayıramaması, gerçek bir devrimci parti hüviyetine girmemesi ve Paylaşım Savaşı sonrasında işçi sınıfını örgütlememesi,
İşçi sınıfının yükselen devrimci taleplerine karşı burjuvazinin başvurduğu terör faaliyetleri ve sindirme politikası,
Sosyal demokrasinin bu tehlikeyle mücadelede yetersiz kalışı ve proletarya diktatörlüğü ilkesini göz ardı etmesi,
Tekelci sermayenin tutucu kesimlerinin ekonomik çıkarlarını gerçekleştirme temelinde burjuva alt ve orta katmanlarının harekete geçirilmesi ve örgütlenmesi,
Finans kapitalizminin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü olması sonucu hareket alanını bulmuştur.
Faşizm, İtalya, İspanya ve Portekiz’de kapitalizmin henüz ileri aşamasına ve gelişmişlik düzeyine ulaşmadığı, yarı feodal üretim ilişkilerine dayalı olduğu halde başarılı olmuştur. Kapitalist gelişme süreci içinde sanayisi daha ileri gelişme düzeyine ulaşan Almanya’da ise faşizmin iktidara gelmesi pek düşünülemezdi. İtalya’dan sonra Almanya’da da Faşizmin iktidar olması, savaş sonrasında sömürgelerini kaybetmesi ve burjuvazinin olup bitenleri kabullenmemesi sonucuyla açıklanabilir.
Nedeni ne olursa olsun, faşizm, emperyalist çağının bir gerçeğidir. Emperyalizm olgusu toplumsal formasyonu oluşturan siyasi, ekonomik ve ideolojik düzeyleri (özellikle ekonomik düzey) tarafından belirlenmiştir.
[15] Serdal Bahçe, Faşist Cordon Sanitaire ve Avrupa Karanlığı (AÜ-SBF Geta Tartışma Metinleri, No 109, Şubat, 2010 s.2)
[16] Serdal Bahçe, a.g.e
[17] Widney, Joseph P. Race Life of the Aryan Peoples New York: Funk & Wagnalls. 1907 (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Cst%C3%BCn_%C4%B1rk)
[18] Nazi Irkçılığı, Holokost (https://www.ushmm.org/outreach/tr/article.php?ModuleId=10007679)
[19] Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, 1933 Alman Faşizmi (Türksolu dergisi, sayı 267 http://www.turksolu.com.tr/267/ataov267.htm)
[20] https://www.ushmm.org/outreach/tr/article.php?ModuleId=10007673
[21] Michael Kotulla: Deutsche Verfassungsgeschichte: Vom Alten Reich bis Weimar (1495-1934), Springer, Berlin 2008 (wikipedia).
[22] T24 Gazetesi, 23 Temmuz 2013, Hitler seçimle işbaşına gelmedi (Prof. Dr. Taner Akçam)
[23] Selami İnce, BirGün Gazetesi (28.02.2016; erişim tarihi 17.0B.2018).
[24] https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzun_B%C4%B1%C3%A7aklar_Gecesi.
[25] Erhan Nalçacı, AKP Ülkeyi Faşizme mi Taşıyor (Ocak 2010; www.gelenek.org
[26] Soner Torlak, Salazar: Bir Tosun Paşa hikâyesi (Everensel,25.12.2016)
[27] Berker Bank, (Klasik) Faşizm Üzerine Marksist Tartışmalar (Sosyal Bilimler Dergisi Cilt IX, Sayı 2, Ekim 2016)
https://noktahaberyorum.com/dunden-bugune-fasizm-2-mazhar-ozsaruhan.html
0 notes
Text
ÖLDÜRT VE ARKASINDAN AĞLA?
Ne tuhaf değil mi?
Arap Baharına yardım ve yataklık yap!
İstanbul'da ki toplantılarına öncülük et!
Bütün bunların neticesinde insanlar öldürülsünler ve sonra kalk meydanlarda kahraman ve yardımsever edalarıyla RABİA İŞARETİ yap!
Eskiden kiralık katillerin şüphe çekmemek için vurdukları adamın musalladaki tabutu başında ağlamaları gibi bugün de birileri meydanlarda Rabia işareti yaparak kendilerini gizlemeye çalışmaktalar!
Nasıl olur demeyiniz.
Yazının tamamını okuyunuz!
30 Nisan -1 Mayıs 2005 günlerinde, Topkapı'da ki Eresin Otel de "Uluslararası İslam Dünyası Sivil Toplum Örgütleri'' toplantısı düzenleniyor!
"Türk Dışişleri Bakanlığı Büyük Ortadoğu Projesi Genel Koordinatörlüğü'' tarafından düzenlenen bu toplantıya katılanların hemen hepsi, BOP denen ihanet projesini destekleyen ve İslam ülkelerinde ABD ve CİA tarafından milyonlarca dolar verilerek satın alınmış Sivil Toplum Kuruluşlarıdır.
Bu toplantı BOP kapsamında yapılıyor!
Bu toplantıda, Libya- Tunus- Mısır ve Suriye'yi kan gölüne çevirecek olan ARAP BAHARI konuşulup, nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceği üzerine kararlar alınıyor.
Arap basını, Türkiye'de yapılan bu kirli toplantıyı ABD kaynaklarına dayandırarak defalarca gündeme taşırken, Türkiye'de ki yallama yandaş medyada en küçük bir haber dahi olsun çıkmamıştır.
Katar'da yayınlanan Al Şark gazetesi, bu toplantının BOP kapsamında yapıldığını, şayet arkasında Türk Dışişleri Bakanlığı ve İslam Konferansı Genel Sekreteri EKMELEDDİN İHSANOĞLU varsa, Türkiye'nin Arap kamuoyuna bir açıklama yapması gerektiğini yazdı.
El Küdüs El Erabi adlı gazete ise Mısır ve Suriye'deki İhvanı Müslimin örgütü ve sivil toplum kuruluşları için ABD''nin 1.1 milyar dolar kaynak ayırdığını ve bu örgütleri kullanarak Arap ülkelerinde darbeler hazırladığını, para ile ilgili haberlerin USA News gazetesinden alındığını da yazıyor ki işte bugün Suriye'de ki karışıklık buna dâhildir.
Libya- Tunus- Mısır ve Suriye'da ARAP BAHARI PROJESİ gereğince çıkartılan iç kargaşaların sırasında öldürülen milyonlarca masum insan...
Akdeniz sahillerinde karaya vuran ve secde vaziyetinde bulunan AYLAN BEBEK...
Ülkelerinden kaçarken Akdeniz ve Ege'de boğulan 6000 den fazla Müslüman....
Bütün bu ölümler, 2005 yılında Türkiye'de Türk Dışişileri'nin organize ettiği ARAP BAHARI TOPLANTISINA katılan ABD- İSRAİL beslemesi olup, kendilerine 1 Milyar 100 milyon Dolar yardım edilen Arap Ülkeleri Sivil Toplum kuruluşlarının kendi milletlerine ihanetleri yüzündendir.
O ZAMAN;
BOP kapsamında olan Arap Baharı Projesinin görüşüldüğü toplantıya Türkiye'de izin verip yardım ve yataklık yapanlar, öldürülen yüz binlerce Müslümanın katlinden sorumlu olmuyorlar mı?
NE TUHAF DEĞİL Mİ?
Arap Baharına yardım ve yataklık yap!
Neticesinde masum Müslümanlar öldürülsün!
Ve sonra kalk meydanlarda RABİA İŞARETİ yap!
Milletçe aynı felâketleri yaşamaktan korkuyorum dostlar!
Çünkü;
Zulme rıza,
Zâlime itaat,
Azgınlara biat,
Allah'a muhalefet halindeyiz.
21 Nisan 2021
ORHAN KILIÇOĞLU
0 notes
Text
#
UZUN YAZI AMA MUTLAKA OKUYUN:
3 Agustoz'a 4 kala:
Şengal'de 12'lerin zafer serüveni
Bir 12’ler olayı da Şengal’de yaşandı. 12 Kürt gerillası Şengal'de olası bir katliamı önlemeleri, halkı örgütleyip buna karşı bilinçlendirmeleri için gönderilir. Derveşe Avdi’den sonra Şengal’in yeni 12’leri olan bu 12 gerilladan biri hâlâ Şengal'de.
ŞENGAL
Tarihi yaratan insanlardır. Tarihte oynadıkları olumlu yada olumlu rolleriyle insanlar tarihe geçer. Tarih kendisini yaratanlara hakkını verdi her zaman. İnsanlık tarihinin kritik dönemlerinde ortaya çıkanlar ise tarihe hep insanlığın onurunu koruyanlar olarak geçtiler. Bir de insanlık adına buluş yapanlar, ayrıca hakikatin, gerçeğin, doğrunun, özgürlüğün felsefesini oluşturanlar her zaman tarihteki yerlerini aldılar. Zalimler ise hep lanetli olarak tarihe geçti.
İsa 12 Havarisi ile yola çıktı. Kerbela'nın 12 imamı hâlâ bir abide gibi durur. Derveşe Avdi kardeşi, amcasının oğluyla birlikte 12 kişi ile Kürt kahramanlığı ve destanına imza attı. Rojava Devrimi sırasında da Halep’ten yola çıkıp barbarların Kobanê saldırısında büyük bir kahramanlıkla direnen Halepli 12 yiğit genç var. Yine Kobanê’nin Serzori köyünde son kurşunlarına kadar çatışıp, kurtulma imkanları olmasına rağmen yerlerini bırakmayıp şehit düşen Serzori okulundaki direniş 12’lerle gösterilen bir kahramanlık öyküsüdür. Bir 12’ler olayı da Şengal’de yaşandı. 12 Kürt gerillası Şengal'de olası bir katliamı önlemeleri, halkı örgütleyip buna karşı bilinçlendirmeleri için gönderilir. Kimi Şengal'de, kimi daha sonra geçtiği Kuzey Kürdistan’da şehit düştü. Derveşe Avdi’den sonra Şengal’in yeni 12’leri olan bu 12 gerilladan biri hâlâ Şengal'de.
Şengal’e gitmek için yola çıktıkları günden şu ana kadar yaşadıklarını anlattı... Zaman zaman duygulandı, zaman zaman fark ettirmek istemese de gözlerinden yaş döküldü. Zaman zaman ise gözleri parladı. Çünkü yaptıkları az değildi. Bir halkı büyük bir katliamdan korumuşlardı. Çünkü 12 kişi ile gittikleri yerde şimdi bir ordu var.
Serxwebun adlı gerilla, deyim yerindeyse çağdaş 12’leri ve hareketleri PKK’nin kurtarıcı, koruyucu, özgürleştirici rolünü de anlattı:
YOLCULUK BAŞLIYOR
"24 Haziran’da arkadaşlar bizi çağırdı. Önce Metina'ya geldik. Biraz dinlendik, sonra birkaç saat daha yürüdükten sonra Gare'ye geldik. Arkadaşlar bize toplantı yaptı. Gelişebilecek yeni bir Êzidî Fermanının önünün alınması üzerine arkadaşlar konuştu. Reber Apo’nun talimatı çerçevesinde arkadaşlar nasıl bir görevle karşı karşıya kaldığımızı, Önderliğin önümüze nasıl bir görev koyduğunu, bu göreve bizi uygun gördüklerini söylediler. Bu görev Şengal'e geliş göreviydi. Arkadaşlar görevimizin önemi üzerine dört gün üst üste toplantı yaptı.
28 Haziran’da Şengal’e geçmek için yola çıktık. Dağlık bir alanda bir gün kaldık. Orada bir gün kaldıktan sonra Rojava sınırları içine geçtik. Rojava sınırları içinde de dört gün kaldık. Burada da arkadaşlar dört gün süren toplantılar yaptı. Bu toplantılar daha çok Êzidî halkımızın öz savunma güçlerini nasıl örgütleyeceğimiz üzerineydi. Kendi savunmalarının bilincinde olma, savunmanın önemi, bunu onlara nasıl kavratacağımız üzerineydi bu toplantılar. Onlar için nasıl bir ordu yaratacağımızı, kendi ayakları üstünde nasıl durabileceklerini, bunun için gelen insanları nasıl eğiteceğimiz, nasıl eğitmemiz üzerine tartışmalar yürütüldü bizimle. Sınır boyundaki alanları kullanıyorduk. Önce gelip Cezaa taraflarında kaldık bir süre.
Cemal arkadaş bizimle toplantı yaptığında, 'Dervişe Avdi’nin 12’leri gibi olacaksınız. Onun yanında yer alan kardeşi Sadun, kardeşi, amcasının oğlu ve diğer arkadaşları gibi olacaksınız. Gideceğiniz alan ve o alandaki eski destanımızın anlamı budur' demişti.
Cezaa taraflarında sınır boyunda yerleştikten sonra ikili üçlü birimler şeklinde kendimizi örgütledik. Daha sonra birimlerimizi Şengal'e geçirdik. Biz üç kişilik bir grupta Cezaa taraflarında kaldık. Şengal'e geçen arkadaşların görevi içeride gençleri örgütleyip eğitmek için bize göndermekti. Arkadaşlar geçtikten sonra KDP arkadaşlarımızın geçtiğini duydu. Bu arkadaşların peşine düştü. Arkadaşlarımız bunun farkına vardılar. Tedbirlerini aldılar. Ama yine de biraz rahat hareket ettiler. Onun için Heval Xebat Derik, Harun Jirki ve Komalen Civan’dan Zerdeşt arkadaş ile Şengalli bir milis olan Bahriye Qaso Xanasor’da KDP tarafından yakalandılar. Bu yakalanma Fermandan 20 gün önce oldu. Bu arkadaşlar yakalanmadan önce diğer iki grup bize birkaç grup şeklinde gençleri gönderdi. Bu gençler geldiği gibi onlar için oluşturduğumuz programa göre onları eğitmeye başladık. Gelen gençler yaklaşık bir bölük kadardı. Kısa süreli bir eğitimden sonra onları Şengal’e geçirdik. Kıyafetlerinden silah, Raxtına, mermilerinden RPG 7 ve BKC silahlarına kadar onları donatıp göndermiştik. Bu bölüğün eğitimini tamamladıktan sonra Cezaa taraflarından ayrıldık. Çünkü DAİŞ bulunduğumuz alana sürekli saldırılarda bulunuyordu. Bir gece şiddetli saldırılarda bulundu. Çatışmalar sabaha kadar sürdü. Bir arkadaşımız bile yaralanmadan oradan çıktık. Bu kez Rabia tarafına geçtik. Kısa sürede yeni katılan ve bize gönderilen yaklaşık bir taburluk genç bize ulaştırıldı. Bu gençlerin eğitiminin sürdüğü günlerde Ferman başladı. Yani DAİŞ Şengal ve köylerine saldırdı. O sırada bu gençleri dört grup şeklinde düzenledik. Akşam toplantı yaptık, sabaha karşı her birimiz bir grubu alarak Şengal'e doğru yola çıktık.
Sinüne’ye ulaştık. Sinüne”ye ulaştığımız gün DAİŞ saldırdı. Sinüne’nin çıkışından sonra gelen Heriko, Bazuka köyleri gruplarımızın elindeydi. KDP, YNK peşmergeleri ile Irak ordu güçleri de Sinüne’nin içinde vardı. Biz daha çok dağa doğru olan köylerde ve Şengal dağına giden yolun üzerindeki yerleri almıştık.
Peşmerge güçleri ile Irak ordu güçlerine, 'yerinizi bırakmayacaksınız değil mi' diye sorduk. 'Hayır, bırakmayacağız' dediler. Tabii o sırada YPG ve YPJ güçleri de gelip yetişmişlerdi. DAİŞ saldırıp silahlar çalışmaya başlayınca peşmergeler ile Irak ordu güçleri tuttukları yerleri bıraktılar. Böyle olunca çıkıştaki düğün salonu da DAİŞ’in eline geçti. Bizim daha önce eğittiğimiz gençler ile YPG ve YPJ güçleri birlikte o düğün salonuna saldırdı, salonu DAİŞ’in elinden aldı. Yarım gün kadar çatıştık. Cephanemiz kalmadığı için geri çekildik. Bu arada Sinüne’deki halkın da dağa çekilmesini sağlamıştık. Biz de dağa doğru geri çekildik.
Bazı gruplarımız Solaxa, Çıl Mera, Derase, Kızılkent köyleri ile Amud denilen bölgeye yerleşmişlerdi. Ayrıca Bare ve Şılo Vadisi Cevriye, Şeyh Mend taraflarına kadar ulaşan gruplarımız da olmuştu. Geliye Kerse, Hirıko ve Şerfeddin’e kadar giden gruplarımız da olmuştu.
O kadar sayımız da zaten yoktu. Bu dediğim yerlerde ya ikişer yada üçer arkadaş vardı. En fazla olan yerde arkadaş sayısı dördü geçmiyordu. Arkadaşlarımızın yanında Êzidî halkından sivil insanlar da vardı. Arkadaşlarımız yol gösterip, yapmaları gerekeni söyleyince direnmek için arkadaşlarımızın yanında kalarak direnişi seçen çok sayıda insan oldu.
'HALK DAĞA SIĞINMIŞTI, ONLARI KURTARMALIYDIK'
Bu direnişimizin temel nedeni DAİŞ’in dağa ulaşmasını engellemekti. Çünkü halk dağa sığınmıştı. Dağa ulaşması durumunda büyük bir katliam yaşanacaktı. Şengal Dağı insan direnirse onunla birlikte direnen bir yapıya sahip. Bazı yerler var, iki kişi bile oralara mevzilenip tutsa istediğin kadar ağır silahlara da sahip olsun hiç kimse orayı geçemezdi. Biz de ona göre mevzilenip o kritik noktaları tutmuştuk.
Dağda az da olsa su vardı. Su dışında meyve vardı. Hayvan vardı. Bunun dışında başka bir şey yoktu. O yüzden emzikli kadınların besinsizlikten dolayı sütleri kesilmişti. Su ve anne sütünün azlığından ölen kundaktaki çocuklar, yaşlı nineler ve dedeler oldu. Her geçen gün bir iki çocuk yada yaşlı ölüyordu. Çok çok acılı şeyler yaşandı. Yürek yakan ölümler oldu. Ama çok fazla bir şey yapılamıyordu. Çünkü çeteler her tarafı tutmuşlardı.
Dağa sığınan halkı kurtarmak gerekiyordu. Çünkü DAİŞ saldırıyordu. Amacı dağlık alana ulaşmaktı. Tüm Şengal’i ele geçirmekti. Dağı ele geçirseydi dağa çıkmayı başaran yüzbinlerce insanı katledebilirdi. Ayrıca Erzak ve su sorunu had safhadaydı. Onun için ilk günden YPG ve YPJ güçleri Rojava’ya açılan bir koridor tuttular. Onların açtığı bu koridordan her gece onlarca insan geçiyordu. DAİŞ durmadan o koridora saldırıyordu. Bunun için HPG’nin savunmaya katılması için çağrı yapıldı. HPG kısa sürede çağrıya yanıt vererek güç gönderdi. Arkadaşlar geldiğinde sayımız çoğaldı. HPG geldikten sonra YPG, YPJ ile HPG ve YJA Star güçleri hem koridoru tutmaya başladılar, hem dağı savunmak, hem de koridoru tutmak için mevzilendiler. 5 ile 6 Ağustos'ta koridor açmaya başladı arkadaşlar 7 ile 8 Ağustos'ta artık koridor açılmıştı. Ancak hâlâ fazla bir güvenliği yoktu. Önce güvenliğini almamız gerekiyordu. Bunun için adım adım gidiyorduk. 50 ile 100 metrede bir topraktan, torbalardan mevzi yapıp içine bir birim arkadaş bırakıyorduk. Bütün bu mevzileri kazma kürek ile yaptık. Çünkü onun dışında elimizde teknik diye bir şey yoktu. Etten ve kemikten bir duvar ördük gibi. DAİŞ ile aramızdaki mesafe de o kadar uzak değildi. Bazı yerlerde 100, bazı yerlerde 200, bazı yerlerde 300, en uzak mesafe 500 metreydi. Rojava’ya kadar böyle güvenliğini aldıktan sonra grup grup halkı geçirmeye başladık. Koridoru bu şekilde açtıktan sonra gündüzleri halkı grup grup geçirmeye başladık. Gündüz halkı geçiriyorduk. Geceleri ise DAİŞ çetelerine yönelik saldırılar geliştirerek alanımızı genişletiyorduk.
Koridoru açıp halkı geçirmeye başladıktan sonra dağda kalan halkın bu sefer başta ekmek olmak üzere temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyordu. Cezire kantonu bu konuda elinden geleni yaptı. İlk önce bize un gönderdi. Gelen unu dağa geçirdik. Halk günler sonra ekmek yüzünü gördü.
Şengal’in yaşadığının uluslararası bir plan olduğunu sonradan anladık. Şimdi sonradan hedefin sadece Şengal olmadığı, Şengal ile birlikte Rojava Devrimi olduğunu anladık. Çünkü Şengal’e saldırı başladığında eş zamanlı olarak Qamışlo ve Serekaniye'de saldırılar oldu. Yine birkaç gün geçmeden Tel Koçer’e saldırılar oldu. Orada altı YPG savaşçısı şehit düştü. Aynı zamanda Rabia’ya saldırılar oldu. Tel Koçer’e yönelik saldırıdan bir gün sonra Rabia’da 28 arkadaş şehit düştü. Çünkü o zaman Rabia da YPG’nin elindeydi ve onlar tarafından savunuluyordu. Yani Şengal’den başlanıp Tel Koçer, Derik, Girke Lege ve oradan da Çıl Axa, Tirbesipiye, Qamışlo’ya kadar uzanan bir plan vardı. Çünkü amacın, buradan başlanarak Rojava Devrimi'ni tam bir kuşatmaya alıp yok etmek olduğunu sonradan fark ettik. Yaşanan ihanetler de bu planın bir parçasıydı. Bu uluslararası güçlerin planıydı tabii. Onun için sürekli koridora saldırılar oluyordu.
CANLARI PAHASINA KORİDORU AÇIK TUTTULAR
Cezaa tarafındaki koridora da sürekli saldırılar oluyordu. O koridorda toplam 63 arkadaşımız şehit düştü. Ama ona rağmen koridoru hep savunduk ve açık tuttuk. Çünkü o koridor daha sonra başkaları tarafından adlandırıldığı gibi bir insanlık koridoruydu. Êzidîlerin hayatta kalma koridoruydu. Êzidîleri katliamdan, fermandan kurtarma koridoruydu. Koridorda halkın tamamını geçirene kadar yaklaşık 100 arkadaşımız şehit düştü. Onun dışında diğer taraflardaki direnişlerde yaklaşık 100 arkadaşımız daha şehit düştü. Yani toplam 250 ile 300 arkadaşımız şehit düştü. Arkadaşlarımız şehit düştü. Ama insanlık tarihine geçen bir şey başardık. Êzidî halkımızı ferman ve katliamdan kurtardık. Bundan büyük bir gurur duyuyoruz. Keşke arkadaşlarımız şehit düşmeseydi. Ama bedel ödemeden de katliamın önüne geçemezdik. Mesela şehit düşen arkadaşlardan Şoreş Xınıs arkadaş vardı. Büyük bir komutan ve kahramandı. Şoreş arkadaş önce Cezza cephesinde kalıyordu. Aynı zamanda insani koridorun korunup savunulması, açık kalmasının komutanlığını da yapıyordu. Hep şunu söylerdi; ‘Önderliğin talimatıdır. Biz bu halkı ne pahasına olursa olsun kurtarıp korumalıyız. Ya bu halkı katliamdan koruyup Önderliğe, tarihe layık olacağız yada lanetleneceğiz. Bedeli ne olursa olsun, Önderliğe ve halka, tarihe layık olmaya çalışacağız. Tek tek hepimiz de bu uğurda ölebiliriz. Onu zaten göze almışız. Yapamayan arkadaşımız varsa hiç ayıp falan değil. Yapamam diyerek çekip gidebilir. O konuda da arkadaşlarımız rahat olsun. Yapamayan arkadaşımız varsa onun için yol sonuna kadar açıktır.'
Şoreş arkadaş bununla Önderliğe bağlılık, tarih, halka bağlılık ve insanlık görevlerinin yerine getirilmesine vurgu yapıyordu. Tabii bunu inanmış olan insanlar yapabilirdi.
Bir de Cemşid arkadaş vardı. Hevala Şehit Sivran vardı. Sonradan geldi ve koridoru korurken Diguri tarafında şehit düştü. Koridor Diguri’den başlayıp Şerfedin'den geçerek Geliye Kers'e kadar uzanıyordu.
Dünya halkları ve güçleri bir şaşkınlık yaşadılar. PKK nasıl bir günde kendini oraya ulaştırdı diye herkes tartışmaya başladı. Oraya ulaştıktan sonra Önderliğin söylediklerini yerine getirmeye çalışarak ona layık olduğumuzu göstermek istedik. Ne kadar yerine getirdik, bilmiyorum. Ama Êzidî halkını büyük bir katliamdan kurtarmak için arkadaşlarımız canlarını feda ettiler.
12'LER...
12 kişi geldik. 12 kişiden biri olan Canpolat arkadaş vardı. O Geliye Şilo’da şehit düştü. Kobanêli bir arkadaştı. Bazı arkadaşlar buradan dağa geri döndü. Oradan da Bakur’a geçtiler. Bazıları öz yönetim direnişlerinde yer aldı. O 12 kişiden şu an Şengal’de kalan tek ben varım.
Bir doçka hikayesi var. Aslında tarihi bir gerçekliktir. Çünkü o doçka olmasaydı Êzidî halkımız büyük bir katliamdan geçerdi. Dağdan Şengal’e inerken en baştaki viraj var, hikaye orada geçiyor. Peşmergeler talimatla geri çekilirken onu bıraktılar. Çünkü yanlarında götüremediler. İki köylü o doçkayı bulup o viraja getirdiler. Ama çalışmaz durumdaydı. Bizimle birlikte gelen arkadaşlardan üçü onu önce tamir ettiler. Ardından Çıl Mıra’dan Şengal'e inerken en üstteki viraja kurdular. Şengal'den bir sel gibi yola düşmüş halkı korumak için başına geçtiler. Yol boyu halk bir zincir gibi dizilmişti. DAİŞ yola düşen halkı vurmak için hamleler yaparken arkadaşlar onları vurup geri püskürtüyordu. Halkı o şekilde çekebildik. Daha sonra peşmergeler geri Şengal'e dönünce Kasım Dırbo adındaki peşmerge doçka üzerine sorun çıkarmak istedi. Şehit Dılgeş arkadaş vardı, onlarla çatışır hale geldi. Arkadaşlar yeni bir Kürt savaşı çıkmasın diye doçkayı onlara bıraktı. Ancak bu doçka Şengal şehir merkezi özgürleştirilene kadar arkadaşların elindeydi. Şehri özgürleştirmek için hamle başlattığımızda sayımızın azlığından dolayı aşağıya inince onlara bıraktık. Bu tarihiye böyle geçmeli çünkü gerçek budur. İşte sanki kendileri kullanmış, halkı korumuş, katliamdan kurtarmış gibi bir yanlış tarihin yazılmasına izin vermeyiz. Çünkü bunu tüm dünya biliyor.
12 kişi olarak geldik buraya. Ama şimdi Şengal’in YBŞ ve YJŞ adında bir ordusu var. Aslında bazen rüya ve hayal gibi geliyor bana. Ama bir gerçektir. Tabii durum direnişle ortaya çıktı. Hareketimizin direniş kültürünü yaratmasının bir sonucudur. İnançla ilgili bir gerçekliktir. Fermandan önce Şengal’de bir ordu kurulacak denilseydi birçok insan gülerdi buna. Çok hayali bir şeyden söz ediliyor, derdi insanlar. Ama fermana karşı koruma, onuru kurtarma temelinde gösterilen direniş insanlarda bunun mümkün olduğu düşüncesini açığa çıkardı. YBŞ bu inancın sonucunda oluştu. Kişi ve geldiğimiz grup olarak baştan beri buna inancımız vardı. Çünkü az çok hareketimizin ortaya çıkış koşulları ve ardından Kürdistan'da yarattığı sonuçları biliyorduk. Bundan dolayı bunun da mümkün olduğuna inanıyorduk. Kısmen de olsa başarılmıştır. Çünkü artık Şengal’i savunan kendi öz çocuklarından oluşan bir gücü var.
Şengal'de devrim içinde devrim oldu. Şimdi YJŞ diye bir ordu gücü var, Şengal’in. Ama fermandan önce çarşıya gittiğinizde çarşıda bir kadın göremezdiniz. Toplumsal kuralları bu kadar katı bir yerdi. Buna anlam da veriyoruz. Çünkü bu kurallarıyla şimdiye kadar kendisini koruyabilmiştir. Katı da olsa bu kuralları olmasaydı belki de bu gün Êzidîlik adına hiçbir şey kalmamış olurdu.
Gösterilen direniş Êzidî kızları ve gençlerinin akın akın direniş saflarına akmasına neden oldu. Bu gençlerden, bu yiğitlerden YBŞ ve YJŞ oluştu. Kendi başına artık Şengal'i koruyacak, savunacak bir güçtür, YBŞ.
YBŞ kuruldu. Temeli fermanın başında atılmıştı. Ama giderek güçlenip büyüdü. Büyüdükçe Şengal’in DAİŞ çetelerinin elinde olmasını kendisine yediremedi. O yüzden 2015 yılında Şengal merkeze dönük HPG gerillalarıyla birlikte bir hamle yaptı. Bu hamle ile Siti Zeynep ve Ayn Nasır mahallelerini DAİŞ çetelerinden aldı. 11 ay aralıksız bir şekilde orada DAİŞ çetelerinin her türlü saldırılarına rağmen direniş gösterdi. Bu direniş büyük bir irade istiyordu. Bu direniş ferdi silahlarla gösteriliyordu. Kar, kış, yağmur, çamur, soğuk, sıcak demeden 11 ay yer yer DAİŞ ile mesafe 100 metre olan bir yerde mevzilerde kalıp direnmek öyle kolay değildi. YBŞ bu direnişi gösterdi. Bu direnişi ile YBŞ resmileşti.
YBŞ gösterdiği direnişle kendisini uluslararası alanda kabul ettirdi. Şengal'in meşru gücü haline geldi.
PKK girdiği yeri kanı dökerek aldı. Orada direniş kültürü yarattı. Şengal’de en fazla saldırıların olduğu yerlerden biri Geliye Şilo idi. Orada tam 36 arkadaşımız şehit düştü. Şengal HPG dar yönetiminden, saha yürütmesinden Doğulu bir arkadaşımız olan Dılgeş arkadaş orada şehit düştü. Şehit düştüğü yere arkadaşlar adını verdi. Yine orada mayın ile şehit düşen Newrez arkadaş vardı. Arkadaşlar bir tepeye de onun adını verdi. Şehit Ferhat, Şehin Mani arkadaşlar da orada şehit düştüler, isimleri tepelere verildi. Şehit Agit, Şehit Sipan, Şehit Agir arkadaşlar da orada şehit düştüler ve arkadaşlar onların isimlerini de tepelere verdiler. Yine Şehit Viyan Tepesi var. O Geli’de kan döküldü. Arkadaşlarımız direnerek kanlarını döktüler. O yüzden o Geli yani vadinin adı artık Şehitler Vadisi'dir.
DİRENİŞ İÇİNDEN ÊZİDÎ KOMUTANLAR ÇIKTI
Bir de bu direniş içinde çok sayıda Êzidî komutan çıktı. Bunlardan biri Xeyri arkadaştır. Bir Êzidî yurtseveriydi. Ferman başladığında topraklarını terk etmedi. Yanında bir grup arkadaşı vardı. Hepsi silahlıydılar. Peşmerge de değildi. Grubu ile birlikte YBŞ’ye katıldı. Sikiniye taraflarında büyük direniş gösterdi. Zaten halk arasında Sikiniye aslanı olarak anılıyor. Orada şehit düştü. Yine çıkan komutanlardan biri de Berxwedan arkadaştı. Ailesinin büyük bir çoğunluğu DAİŞ tarafından kaçırılmıştı. Ailesinden sadece bir kardeşi ve annesi kurtulmuştu. Arada bir onu arıyorlardı. Savaş nerede ise ben oradayım, diyordu. Şengal’in geleceği sayılan bir arkadaştı. Arkadaşlar korumak istiyordu ama ne yazık ki şehit düştü. Bu arkadaş ve komutanlardan biri de Solaxa’da şehit düşen Serdar arkadaştır. Bir diğer komutan Azad arkadaştır. Azad arkadaş YBŞ sözcülüğü için hazırlanmıştı. Kararı da alınmıştı. Arkadaşlar görevini devretmek için çağırdılar. Savaş cephesini bırakıp gelmedi. Bir diğer Êzidî komutan da Mansur arkadaştı. Mansur arkadaş Şengal şehir merkezinin özgürlüğünü gördükten sonra şehit düştü.
İlk süreçlerde DAİŞ, Çıl Mera ile Amud’a göz dikmişti. 'Buraları alırsak sarı mekaplıların direnişi kalmaz' diye hesaplıyordu. Saldırılarını o temelde geliştiriyordu. Birçok yere saldırdı. Derase, Gabara, Geliye Şilo, Solaxa, Şerfedin taraflarına saldırdı. Sayısız saldırı geliştirdi."
SEYİD EVREN
3 notes
·
View notes
Text
Afganistan Devlet Başkanı Gani, ordunun hava saldırısındaki ölümler nedeniyle özür diledi
Tüm haber ve son dakika gelişmelerini Haber İhbar Hattı ile anlık takip edin! Haber için önce http://www.haberihbarhatti.com/2018/afganistan-devlet-baskani-gani-ordunun-hava-saldirisindaki-olumler-nedeniyle-ozur-diledi/5135/
Afganistan Devlet Başkanı Gani, ordunun hava saldırısındaki ölümler nedeniyle özür diledi
Asya & Pasifik17:18 16.05.2018(Güncellendi 17:21 16.05.2018) URL’yi kısaltınAfganistan Devlet Başkanı Eşref Gani, Afganistan hava kuvvetlerinin saldırısında 30’u çocuk 36 kişinin öldürülmesinin ardından ölenlerin yakınlarından özür diledi.Afganistan hava kuvvetleri 2 Nisan’da Taliban’ın faaliyet gösterdiği Kunduz vilayetinin kuzeyinde yer alan Deşt-i Arçi bölgesinde yüzlerce yetişkin erkek ve erkek çocuğunun katıldığı dini amaçlı bir açık hava etkinliğini hedef aldı. Birleşmiş Milletler soruşturmasına göre saldırıda 30’u çocuk 36 kişi öldü 51’i çocuk 71 kişi de yaralandı. Soruşturmada ‘güvenilir kaynaklara’ dayandırılarak can kaybının daha yüksek olabileceği de ifade edildi. AFP’nin haberine göre Taliban Afganistan hava kuvvetlerinin bir medresenin öğrencilerinin mezuniyet törenini vurmuştu. ‘MEŞRU HÜKMETİN KÖTÜLÜK EDENLERDEN FARKI, YAPTIĞI HATALAR NEDENİYLE ÖZÜR DİLEMESİDİR’ Afganistan hükümeti ve ordusu ilk açıklamasında hava kuvvetlerinin, saldırı planı yapan üst düzey Taliban üyelerinin bulunduğu üssü hedef aldığını açıklamıştı. Savunma Bakanlığı da ilk önce sivillerin vurulduğunu reddetmiş daha sonrasa ise sivilleri Taliban’ın vurduğunu açıklamıştı. Ancak Afganistan Devlet Başkanlığı, Devlet Başkanı Gani’nin ölenlerin yakınlarıyla bir araya geldiğini ve özür dilediğini duyurdu. Açıklamaya göre Gani ” Kötülük edenlerle meşru hükümet arasındaki fark, meşru hükümetin yaptığı hatalar nedeniyle özür dilemesidir” ifadelerini kullandı. Gani ayrıca kayıp ailelerine tazminat verileceğini, bölgede bir caminin yaptırılacağını ve ölenlerin anısına bir minare dikileceğini de söyledi. BM ÖLENLERİN TÜMÜNÜN SİVİL OLUP OLMADIĞINI BELİRLEYEMEDİ Öte yandan BM’nin soruşturmasında ölenlerin tümünün sivil olup olmadığının veya saldırı sırasında alanda Taliban liderlerinin bulunup bulunmadığının tespit edilemediği de belirtildi. BM yetkilileri ek soruşturma talep etti. BM ayrıca hükümetin bölgeye soruşturma amacıyla 2 ekip yolladığını ancak bu ekiplerin bulgularını kamuoyuna duyurmadığını da kaydettti.
kaynak: Afganistan Devlet Başkanı Gani, ordunun hava saldırısındaki ölümler nedeniyle özür diledi
Anadolu Ajansı, DHA, İHA tarafından geçilen tüm yerel haberler bölümünde Haberihbarhatti.com editörlerinin hiçbir editoryal müdahalesi olmadan otomatik olarak ajans kanallarından geldiği şekliyle yer almaktadır. Bu alanda yer alan haberlerin hepsinin hukuki muhatabı haberi geçen websiteleri ve ajanslardır.
Görüş, öneri ya da şikayetiniz paylaşmak isterseniz, İletişim Formunu doldurarak bize ulaştırabilirsiniz. En kısa sürede değerlendirip size geri döneceğiz.
Tüm gelişmelerden haberdar olmak için Facebook sayfamızı takip edin!
Kaynak: http://www.haberihbarhatti.com/2018/afganistan-devlet-baskani-gani-ordunun-hava-saldirisindaki-olumler-nedeniyle-ozur-diledi/5135/
#Afganistan#Başkanı#devlet#diledi#Gani#hava#nedeniyle#ölümler#ordunun#Özür#saldırısındaki#Dünya#Güncel
2 notes
·
View notes