#kimin yası tutulur
Explore tagged Tumblr posts
seslimeram · 2 years ago
Text
Deprem...
Tumblr media
Sözü var eden takat tükeniyor bazen. En uzak, en olmayacak, en kendinizden öte sanılan şeyin / şeylerin ardılı sıra yağmur gibi var edildiği bir zeminde katran karanlığının ortası henüz varılamamış olduğu ayırtına varılıyor. Pazarı, Pazartesine bağlayan gece yarısında, sabaha karşı 7.7 şiddetindeki Maraş, Pazarcık merkezli depremin ardından çıkagelen ol ürkütücü tablo zaten bütünüyle her şeyi anlatıyor. Birbiri içerisine denk getirilemeyecek kadar açık / aleni bir yıkımın Pazartesi sabah saatlerinden itibaren var edildiği bir tümüyle bu toprağın hakikati gün yüzü bulur yeniden. Aleni kıyılan doğanın, yok edilmiş olagelen yaşam sahaları ve tümüyle sermayenin insafına terk edilmiş garabet yapıların birer tabut / mezara dönüştüğü, kırılan fay hattının her şeyi alt üst ettiği bir güncelliğe uyanılır. Maraş, Antep, Kilis, Malatya, Hatay, Diyarbakır, Şanlıurfa, Adana, Adıyaman, Osmaniye ve civarlarını ve sınırın ötesinde El Bab’tan Afrin’e kadarki bir Kuzey Suriye topraklarını etkilemiş olan bir kıyametin yaşandığı saatler geçtikçe ortaya çıkar.
Bunlar varken sözün kerameti neye yarayacaktır ki! Binalar, enkaz yığınlarına dönüşen, umutlar, sessizce silinmiş gitmiş hayatlar varken, günün getirdiği bir yardım çabasının tam da orta yerinde, imkansızlıklar, büyük devlet nidaları (siyaseten söylemeye gerek dahi yok) boşa düşerken, Maraş, Elbistan merkezli 7.6 şiddetinde bir ikinci deprem daha meydana gelir. Yıkımın vahim tablosunun üstüne eklenmiş bir başka acı daha bütünüyle tüm kameralar kayıttayken var edilir, canlı canlı. Yıkılmaya ramak kalmış olan binaların kağıt gibi çökmesi seyrettirilir. Binbir türlü maniple etmeye açık kılınmış deyim yerinde ise devlete toz kondurmayan yayınlar var edilirken, büyük yüzyılın arifesinde basbayağı dımdızlak terk edilen hayatlar ekranlardan taşar. Acının sınırsızlığı, elemin dört bir yanı kuşatmasına da sansür uygulanamaz artık. Kentlerdeki kağıttan imal edilmiş gibi olagelen yapıların birer ikişer devrilmesinin, bitişik, birbirine tutunarak ayakta kalma mücadelesi veren insanların umutlarının da nasıl birdenbire sönümlendiğini gördüğünüz vakit isyana duramayan bir ülkede her şeyin olabileceği / kıyametin kıyısına kadar gidilip nizamın hiç bozulmayacak olduğu gerçekliğe kavuşturulur. Kimin yası sahiden ne zaman tutulur? Her hangi durumda bir itiraz yükseltilebilir gerçekten?
Memleketin baş yöneticisinin daha depremin ardından üçüncü gün var ettiği nefret temsili duraksamayan hiddetle, hadsizler, şerefsizler sayıklamaları, o da kesmeyip bu makamda olmasam çok daha farklı konuşacağım yollu gönderileriyle zaten esas duruşta durmaya devam eden ülkeden de nem kapabileceğini gösterir. Seksen altı milyona yaklaşmış olan bir ülkeyi kucaklamak, böylesi bir katran karanlığında bu halle midir? Hep mi sille tokat, hep mi itham, yafta ve aşağılama nedir yani, neyin nesidir. Gökay Başcan’ın BirGün’deki haberinden aktaralım: “Merkez üssü Maraş olan iki depremle Türkiye derinden sarsıldı. Tablo her geçen saat vahimleşiyor. Depremin en çok etkilediği yerlerden biri olan Hatay’ın Samandağ ilçesinde yurttaşların sokaklarda elektriksiz, susuz, yakıtsız bekleyişi sürüyor. BirGün, depremden en çok etkilenen ve yıkımın izlerini derinden taşıyan Hatay’da yurttaşlar çaresiz bırakıldıklarını, devletin kendilerini kaderlerine terk ettiğini, arama-kurtarma ekiplerinin yetersizliğini, yakınlarını enkazdan kendi imkânlarıyla kurtardıklarını, su ve erzak sıkıntısı olduğunu ve olumsuz hava koşullarıyla mücadele etmekte zorlandıklarını dinledi.
...Trafiğin Hatay’ı geçtikten sonra Samandağ’a yaklaşırken azalması ilçenin kaderine terk edildiğini ortaya koyuyor.
Samandağ Terk Edilmiş Gibi
Saat 21.00 sularında ulaştığımız Samandağ sokakları adeta bombalanmış ve terk edilmiş bir kente giriyormuşuz gibi hissettiriyor. Kente sevinç, üzüntü ve öfke çığlıklarıyla girdik. Yerle bir olmuş sokaklardan geçip merkezdeki akaryakıt istasyonunun yanında durduk. Durduğumuz yerde göze çarpan ilk şey metrelerce uzun kuyruklarda bekleyen depremzedelerin yakıta ulaşma sorunu oldu. Geceyi arabalarında geçiren depremzedeler ısınmak ve yardım ulaştırmak için sınırlandırılmış yakıt için uzun kuyruklar oluşturmuş. İstasyonun marketinde tek ürün dahi kalmamış. Tuvaletler ise kullanılamayacak durumda. Kentte elektriksiz ve susuz yaşam mücadelesi veren binlerce yurttaş tuvalet ihtiyacını gidermeye ve telefonlarını şarj etmeye çalışıyor.
Gece boyunca dolaştığımız sokaklarda, tüm kentin yıkılmasına rağmen birkaç binada enkaz çalışmasının sürdüğünü gördük. Yanlarına yaklaşıp selam verdiğimizde ‘Hangi gazete?’ diye soruyorlar. Ana akım medyanın yanlış bilgilerle halkı yanılttığını belirten depremzedeler, “Halimizi objektif şekilde yazmayacaksanız, hiç çekmeyin” diyor.
Beni Yurttaşlar Kurtardı
Enkazdan 30 saat sonra kurtarılan Hatice Temizkan ise şunları söyledi: “Eşim içeride. Çocuklarım çıktı. Çok berbat bir şeydi. Küçücük yerde sular içinde kaldım. Hayatta kalmayı başardım. Ufak tefek yaralarım var çok ciddi yaralarım yok. Herkes çıkacak ben biliyorum. Herkesin yaşayacağından da eminim ben bu apartmanda. Uğur Mumcu, Pınarbaşı Mahallesi Gün 17 Apartmanı. AFAD yeni geldi beni yurttaşlar kurtardı. Oğlum da birkaç kişiyi kurtardı apartmanın içinden.”
İlk 24 Saat Müdahale Olmadı
Samandağ’a bağlı bir köyde yaşayan, felaketin ardından yardım etmek için merkeze gelen Mehmet Çapar, “Merkezin neredeyse yüzde 80’i yıkıldı. Yıkılmayan binalarda da ağır hasar aldı. İlk 24 saat hiçbir müdahale olmadı. Kendi imkânlarımızla yurttaşları enkazın altından çıkarmaya başladık. AFAD yoktu. Belediyenin imkânları yoktu. Hâlâ yakınlarımıza ulaşmaya çalışıyoruz, enkaz altındakileri aramaya devam ediyoruz. Bütün arkadaşlarla görüştük. Burada beklenen ölü sayısı 6 bine yakın. Ciddi bir sayı. Az önce birini çıkardık, enkazda sağlıklı bir şekilde. Zamanında müdahale edemediğimizden daha önce ses aldığımız binalardan insanları ölü olarak da çıkarabiliyoruz” dedi.
Devletten Hiçbir Şey Görmedik
Her şeyi dayanışmayla çözmeye çalıştıklarını belirten Çapar şunları söyledi: “Gıda sorununu hem buradaki gençlerin hem de çevreden gelenlerin yardımlarıyla çözmeye çalışıyoruz. Kıyafet, çorap, bere, mont, kışlık giyecek getirdi arkadaşlar. Böyle bir dayanışma içindeyiz. Devletten hiçbir şey görmedik. Devletin varlığını hissetmedik. Hiçbir kurum, kuruluş yoktu. Kendi imkânlarımızla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bugün jandarma ve sahil güvenlik bize çok yardımcı oldu. Onun dışında kimseyi göremedik. Yerel yönetimlerin itfaiyeleri geldi, özellikle Mersin Büyükşehir Belediyesi’nin.”
Depremzede Hüseyin Gümüş de yalnız bırakıldıklarını anlattı. “Deprem her yeri vurdu ama Samandağ’ı da vurdu” diyen Gümüş, “İlk 3-4 saat bazı operatörlerde internet vardı, arama yapabiliyorduk. Birkaç saat öncesine kadar ben internete bağlanamadım, telefon görüşmesi yapamadım. Bütün yakınlarım nasıl olduğumu merak ediyordu, kimse ulaşamadı. Burada belki de enkaz altında kalan birçok kişinin telefonu yanındaydı. Biz dışarda olmamıza rağmen arayamıyorken enkaz altındakilerin yardım istemesi mümkün değil” ifadelerini kullandı.
Poz Vermek İçin Gelmesinler
Arkadaşının ailesini enkaz altından kurtarmak için il dışından gelen AFAD Gönüllüsü Mehmet Şenalan, “AFAD, UMKE buraya fotoğraf çektirmek için uğruyor, sonra gidiyor” dedi. Girdikleri enkazdan 2’si sağ 1’i ölü 3 kişi çıkardıklarını belirten Şenalan, “Gece 02.00’ye kadar AFAD, UMKE’den kimse gelmedi. 02.00’de sadece fotoğraf çektiler. Buradaki hiçbir binada teknik bir çalışma olmadı. ‘Sesimi duyan var mı?’ diye buradaki gençler bağırıyor. Zaten ses duyduğumuzda da “Elimizle, ayağımızla, tırnaklarımızla kazıyoruz. Kimse buraya poz vermek için gelmesin” diye konuştu.
Bir başka depremzede ise yaşadıklarını şöyle ifade etti: “Çaresiz kaldık. Devlet hiçbir şekilde bize yardım etmiyor. Ölülerimiz var. Molozların altında 3-4 yeğenim ve eniştem var. Bir tane vinç istedik onu bile devlet bize çok gördü.”
Bir tek haberden birkaç satırlık alıntı dahi yaşatılmış insan elli kırımın da her nasıl, her ne şekilde güncellendiğini bildirir. Devletin, onu var ettiğini bildiren yönetim katının alenen vurdumduymazlığının her nasıl hayatlara mal olduğu artık biliniyor. İlk yirmi dört saatlik sürecin heder edildiği bunca afaki kılınırken, bir yandan yukarıda gördüğünüz gibi hallere rehin ediliyor insanlar öte yandan belirsiz bir karanlık / açlığa / yoksunluğa. Ulaşılamamış köyler, hiçbir zaman kaile dahi alınmayacak oldukları zikredilmeye devam olunan imdat feryatlarının kıyısında, ne kefen, ne naaş torbası, ne de tek bir umut kıvılcımı geriye bırakılıyor. Yaygın medyanın, daha ilk günden itibaren “mucize” haberlerine kanalize edilip, sorumluların sorumluluklarını hatırlatmasına dahi zemin bırakılmayan bir ülkede hangi yaranın farkına ne zaman varılacaktır, iş işten geçmesin! Bütünüyle aralıksız olarak bir haftaya yakın bir zaman aralığında binlerce canın kurtuluşuna tanıklık edilirken o bina, şu ev, beriki meskeni harap viran edenlere dair tek satır kelamın edilememiş olmasının ucuz mavrası ne olacaktır ki!
Her hamlenin ardılı bir başka cerahatli yıkıma çıkageliyor. İlk yirmi dört saatlik nedeni bir biçimde muğlak kılınan müdahale etme şansı kenara terk olunduğu, değerlendirilmek bir yana konuşulmadığı için on binlerce yurttaş can verir. 1999 Gölcük ve 2001 Düzce depremlerinden sonra bir kere daha sesimi duyan var mı çağrısına rehin edilmiş milyonlarca insan söz konusu edilir. Bir kere daha gücü yeten ülke denilen yerin aslında doğal bir afet sonrasında derin bir acizlik içerisinde kaldığını gördüğümüz hakikattir artık. Yedi koca gün geçiyor, yirmi bin civarında insanın resmi rakama göre can verdiği bildiriliyor. On altı milyon civarında bir nüfusu barındıran, enikonu tekstilden, ara ürünlere, gıdadan, kimyaya pek çok endüstrinin de bir geçiş / üretim merkezi denilen yer / sahaların dümdüz olduğu ülkeye uyanılıyor. Boşa doluya nutuklar atılıp durulurken, her şey çözülecek buyrulurken, sahada çalışan afet kurtarma ekiplerinin gayreti, son kertede hayat kurtarma mücadeleleri, sıcak aş çıkartabilmek için didinenler, eksik tamamlamak için ele alınan sivil inisiyatifler dışında sadece acı var edildi bir haftada. Bütünüyle söz naçar kalıyor. Onca yazılması gereken şeye bir ara verelim; Bugün yas günü. Henüz acının hangi arafındayız, her neresini arşınlıyoruz bunu dahi bilmeden geçiyor günlerimiz. Bütünüyle enkaz başında bekleyen halklarız. Kötülüğü var edip, ne var canım fıtrat diye kestirip atanların elinde oyuncak kılınan hayatlardan birer mucize beklemeye devam ediyoruz. Sırasıyla başı sağ olsun insanların, başımız sağ olsun hep birlikte. Her şey ortada...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Ümit BEKTAŞ – Reuters – Kaynak: Southern China Morning Post
1 note · View note
ehlibeyt-yolu · 4 years ago
Text
Tumblr media
İRFAN MEKTEBİNDEN BİR HİSSE-2
KEVSER SÜRESİNİN İNİŞ HİKMETİ YASSI, FATIMA TUZ-ZEHRA ANA DARI VE FARZ OLAN MUHARREM ORUCU: -2
BİSMİ ŞAH ALLAH, ALLAH, ALLAH
Ya RABBİM, bizleri RESULULLAH'ın Ehl-i Beyt'i İMAM ALİ (a.s.)-Cenab-ı FATİMA -ÜL ZEHRA (a.s.) anamızın ve evlatları İMAM HASAN(a.s.), İMAM HÜSEYİN(a.s.), HZ. ZEYNEP-ÜL KÜBRA'nın (a.s.), ONİKİ İMAM ve Evlatlarının, bu yolda şehit olan başta Kerbela ve tüm şehitlerin hürmeti Hakkı için yaşayacağımız yası, farz olan orucu, yapacağımız ibadetleri, hayır, hasanetleri, vereceğimiz lokmaları, dergahı izzetine arz ve niyaz ederim. Şefaatleri üzerimizde olsun.
GERÇEĞE HÛ.
KONUMUZA ÖNCE FARZ OLAN ORUÇ İLE BAŞLAYALIM
Hicri yılın ilk ayı olan Muharrem ayının 1. Gününden, 12. nci günü dahil oniki gün ve oruç başlamadan önceden 3 gün Masumu Paklar adına oruca niyet edilir. Toplam 15 (onbeş) gün oruç tutulur.
Bu aya erişen Mûminler, ALLAH rızası için oruç, EHL-İ BEYT'İ RASULULAH için yas tutarlar. Geleneğimiz ve göreneklerimiz böyledir.
Bu ay yas tutma ayıdır. Mûminler yastadır.
Oruç: Kişi, Nefsinin aşırı isteklerine karşı uyguladığı mücadeledir.
Bu duruşu ile kendini kötü nefse karşı korumak, kemalet mertebesine ulaşmanın ilk teminatıdır (duruşudur).
Kimsenin aleyhinde gov-gıybıt, kem söz söylememek, tüm azalarını nefse karşı koruma altına almak, terbiye etmek, ölçü ve değerlerini insan bilinciyle ortaya koymak, yaşamaktır.
ALLAH'ın insana yüklediği görev ve davranışların sorumluluğunun farizasini yerine getirmek.
Ahzab Süresi, 71. Ayeti: "ALLAH, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim ALLAH'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, büyük bir başarıya ermiştir."
72. "Kuşkusuz, biz o emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ama insan onu yüklendi. O, çok zalim ve çok cahildir."
Yani iyiliği emr etmek (yapmak), men ettiği (yasakladığı) kötülükleri, yaramaz halleri, fışku-fucurlu davranışları yapmamak.
Al-i İmran Süresi, 104. Ayeti: "İçinizde, halkı hayra davet eden, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır."
EHL-İ BEYT ve KUR'AN-I KERİM'E tabi olan mûminler, şu ilkelerden vazgeçmezler. a). Dil ile İKRAR, b). Kalp ile TASDİK ve c). 366 (üçyüzaltmışaltı) azasıyla, temiz bir uygulama hizmeti (ameli, davranışı) ile güzel bir borç ALLAH'a sunarlar.
KUR'ÂN şöyle buyurmaktadır; Bakara Süresi, 245. Ayeti. "Kendisi için kat, kat arttırması üzerine ALLAH'a güzel bir borç verecek olan kim var? ALLAH, (nimetini istediğine) daraltır ve (istediğine) bollaştırır. Siz O'na götürüleceksiniz."
Aşk olsun MÜMİN olup ikrarından, imanından, davranışlarından (amelinden) BEK (SAĞLAM) KARARINDA DURANA NE MUTLU.
Oruç: Arapça kelime anlamı "savm veya siyam" olarak geçer.
Savm: Hareketsiz kalmak, susmak.
Meryem Süresi, 26. Ayeti. "Ye iç, gözün aydın olsun. Eğer İnsanlardan bir kimseyi görürsen, "Ben Rahman olan ALLAH'a oruç adadım; bu gün hiç bir insanla konuşmayacağım."de."
Hz. Adem'den, Hz. Hatem'e (Muhammed Mustafa) (s.a.a.) kadar oruç vardır. Bütün dinlerde, belirli kutsal günlerinde ve özel nedenlerle oruç tutulur.
Oruç, insanlığın eski bir geleneğidir.
Muharrem Orucu ile ilgili ayet; Bakara Süresi, 183. Ayeti. "Ey iman edenler! Oruç (hükmü) sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazılmıştır. Umulur ki takvalı olursunuz."
Farz orucu ALLAH için tutulur.
Nisa Süresi, 163. Ayeti. "Nuh'a ve O'ndan sonra ki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Esbat'a (Yakub'un evlatlarına), İsa'ya, Eyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik ve Davud'a Zebur'u verdik."
Azab Süresi, 62. Ayyeti ve Isra Süresi 77. Ayeti. "Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerin hakkında geçerli olan bir sünnettir (uygulamadır). Bizim sünettimiz de (kanunumuz da) bir değişiklik bulamazsın."
MÜMİNLERİN; uydukları en temel ilke olan İsra Süresi, 71. Ayetin EMRİN HÜKMÜ : "O gün (kıyamet günü) insanlardan her topluluğu kendi İMAMLARIYLA çağırırız. Kimin kitabı (amel defteri) sağ eline verilirse, işte onlar, kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa uğramazlar."
Biz de, ALLAH tarafında defalarca tayin edilen ve son olarakta Peygamber'in son veda Hacında Maide Süresi 67. Ayetinin tebliğ hükmüne uyarak .ALLAH'ın tayin ettiği İMAM'a ve KUR'AN'I KERİME uyuyoruz. " İKİ BÜYÜK EMANET KUR'AN VE EHLİ BEYT" PEYGAMBER'İN NESLİNE."
Ayrıca kişi, bir işi, dileği, muradı olması için RABBİN'e yaptığı naatta (yalvarış-yakarışı) sonucu isteğinin gerçekleşmesi neticesinde ALLAH'a adadığı, adağı yerine getimesi için oruç tutmak, hayırlı bir iş yapmak (toplum yararına) yoksulu, fakiri, yetimi, darda-zorda kalanın elinden tutup yaptığı manevi ve maddi yardımda bulunmak, kurban adamak vs.gibi.
Orucun asıl amacı kötüluklerden korunmak, nefsini terbiye etmek, iyi ahlaklı insan olmaktır.
Orucu iki gurupta incelemek uzere, görüşmek dileğiyle.
Sevgi ve muhabetlerimle ALLAH'a emanet olun.
Seyyid D. Ali ATEŞ
SEYYİD HACİ KUREYŞ
1 note · View note
seslimeram · 5 years ago
Text
Kimin Yası Tutulur!
Tumblr media
“Kamusal yasın ayrımcı dağılımı muazzam önemde bir siyasal meseledir. Hüküm süren yasaya karşı çıkmak pahasına, kardeşinin ölümünün yasını herkesin gözü önünde tutan Antigone’den yana böyledir bu. Yönetimlerin kimin yasının kamu önünde tutulabileceğini ve kiminkinin tutulamayacağını düzenlemeye ve denetlemeye bu kadar meraklı olmasının nedeni nedir?” Judith Butler  - Savaş Tertipleri - Hangi Hayatların Yası Tutulur? - Cogito
Bir biçimlendirme halinin ötesinde cürmün, yıkımın, yok ediciliğin ortasına terk edilmiş, bariz bir karanlığın sahnesine dönüşmüş bir yerde, bir yurt olduğu bahsi açılan yerde tüm o yaşam çabasına tutunmaya çalışıyoruz. Yaşamağa gayret ediyoruz. Yaşamın küflenip, çürümeye yüz tutan bir hali var edilirken bundan sonrasının, bu halden ötesinin var edilip edilmeyeceğini düşünüp taşınıyoruz. Bir yarın kaldı mı buna dertleniyoruz. Meseller üç aşağı beş yukarı hep aynı tornadan cümlelerle kesişiyor. Ne olacak sahi. Yaşamak halinin, yaşamda tutunma istencinin yerle yeksan bir hale rehineliği günümüzün çürümüşlüğünü imlerken yol nereyedir? O kilit sorunun peşine düşülmüyor.
O halin ötesinde yanıt bilinmiyor, bunun için yanıt bulunmuyor / çabalanılmıyor. Uyku hikayeleri aksettirilirken dört bir yanda her yer derin bir sessizliğe rehin olunurken hayat meseli öteleniyor. Yol nereyedir? Buna bir yanıt verilemesin diye ol muktedir eliyle her biçimde bir zapturapt güncellenmesine devam olunandır. Yaraların kanatıldığı hayatın çürütüldüğü, zalimliğin taltif olunduğu, makama ve mevkiye dönüştüğü, yol açtığı bir sahada yaşamak bu güncellik ile pazarlanıyor. Ekonomik, politik, etik, ahlaki, müşterek bahislerin birinde değil hemen hepsinde çöküşün sahnesindeki fenalıklar paldır küldür devamlılığa ulaştırılıyor. Bu veçhe, böylesi bir döngü yaşamak mıdır? Yaşamın kısır bir döngüye rehineliği bunca açıkken yol / yön her nereyedir? Bir biçimlendirme istencinin ötesinde yaşamın yerle yeksan olunduğu sahada hayat meseli nedir? Yanıtsız koyulan soruların bağında, bir ihtimal değil apaçık yıkımın güncelliği ile kuşatılırken hayatın ol meselesi ne olacaktır!
Mezopotamya Ajansı’ndan Dindar Karataş’ın haberini aktaralım: “Ağrı’nın Tutak ilçesine bağlı Soğukpınar (Mûşiyan) köyün 6 Aralık’ta yapılan baskınla öldürülen ve önceki gün toprağa verilen 3 çocuk babası Murat Kaya'nın annesi ve kardeşleri yaşananları anlattı. Köyde bulunan birçok evin duvarlarında kurşun izleri bulunurken, Murat Kaya'nın yaralı olarak kaçtığı komşunun evine daha sonra el bombaları atılmış. Bombanın etkisiyle evin birçok bölümü kullanılamaz hale gelirken, duvarlarda ise halen kan izleri bulunuyor.
Yaşanılan çatışma sonrası işkence yapılarak gözaltına alınan ve 3 gün sonra serbest bırakılan Murat Kaya’nın kardeşi Fettah Yalçın olayı şöyle anlattı: “6 Aralık sabah saat 06.40 sıralarında onlarca zırhlı araçla köyün ablukaya alındığı gördüm. Ben de askerlerin yanına gidip neden gediklerini sordum. Tam o esnada Cemal Aksoy’un askerlerin yanında olduğunu gördüm ve yanlarına gittim. Askerler Cemal’e köyde kimsenin olup olmadığını sordular. Cemal de bir bilgisinin olmadığını söyledi. Biz Cemal’le sigara yaktığımız anda silah sesleri gelmeye başladı. Biz kaçamaya çalıştık fakat askerler bize yere yatmamızı söylediler. Silah sesleri bitene kadar yerde kaldık. Sonrasında onlarca asker bize vurmaya başladı. Bizi de zırhlı aracın altına alarak ezeceklerdi. Diğer iki köylüyü de hayvan pisliğinin içerisine atıp dövüyorlardı. Çatışma bittikten sonra Cemal’i alıp evin içerisine götürdüler. Sonra Cemal'i kanlar içerisinde gördüm. Askerler bize dönerek ‘bunları da aracın altına alıp ezelim, bunları da sayarız gider’ diyorlardı. Bizi 4 saat boyunca yüzüstü karın üzerinde bekletip dövdüler."
O sırada kardeşinin öldürüldüğünden haberi olmadığını belirten Yalçın, "Kardeşimi görmedim ama sadece bir askerin ‘bir sivil de hayatını kaybetti’ dediğine şahit oldum. Sivilin kardeşimin olduğunu bilmiyordum. Karakola gittiğimde bana kardeşimin ayağından yaralı olduğunu söylediler. Ben serbest bırakıldıktan sonra kardeşimin öldürüldüğünü öğrendim. Karakola gittiğimizde hepimizi ayırdılar. Kafamı birkaç yerden kırdılar. İfadeler alınırken ne barodan ne de farklı bir yerden avukat yoktu.  Kardeşim Murat Kaya sivildi. Kardeşim olayı merak ettiği için oraya gitmişti" diye konuştu.
Anne Dilber Kaya ise sabah saatlerinde askerlerin her yeri tutuğunu ve oğlu Murat Kaya’yı sabah kendisinin uyandırdığını belirterek, “Sabah köyün her yerinde askerlerin olduğunu gördüm. Ben de Murat’ı uyandırdım. Murat’a 'dışarı çıkma' dedim ama o bana ‘kardeşim Fettah’ın evini tutmuşlar bir gidip soracağım. Bana neden bir şey yapsınlar’ diyerek dışarı çıktı. Murat ayağına bir terlikle dışarı çıktı. Murat askerlerin yanındaydı ve onların içerisinde duruyordu. Ben 3 kez Murat’a gelmesi için seslendim. Murat bana 'anne içeri gir kuşunlar sana değmesin' dedi.  Biraz zaman geçti bir asker gelip bana Murat’ın kazak ve çorap istediğini söyledi. Ben çorap ve kazak getirene kadar asker evin kapısından uzaklaşmıştı. Oğlum 3 çocuk babasıydı, oğlum PKK’li değildi. Ben bunu yarın her yerde söyleyeceğim. Oğluma ‘terörist’ diyerek işledikleri suçlarını aklamaya çalışıyorlar. Bütün köy, memleket oğlumun ekmeğinin peşinde olan bir insan olduğunu iyi biliyor. Oğlum sırf oraya gittiği için öldürdüler. Oğlumun hiçbir suçu günahı yok” dedi.
Kardeşinin bir hafta önce çalışmak için gittiği Antakya’dan geri geldiğini ifade eden Murat Kaya'nın kardeşi Maksut Yalçın ise askerlerin bir diğer kardeşi olan Fettah Yalçın’ın evinde toplandığı gören Murat’ın merak ettiği için dışarı çıktığını söyledi. Yalçın yaşananları şöyle anlattı: “Çatışma daha başlamadan Murat askerlerin yanında bekliyormuş. Çatışma çıktıktan sonra Murat panikliyor, kaçmaya başlıyor ve vuruluyor. Daha sonra kendini komşunun evine atıyor. Murat eve girince evi de taramaya başlıyorlar. Bir insanı öldürdükten sonra daha sonra üzerine mermiler yağdırmak nedir? Kardeşimi öyle bir hale getirmiştiler ki yüzü bile tanınmıyordu. Askerler kardeşimin bomba attığını iddia ediyorlar. Kardeşim daha bomba görse tanımaz bile. Ben buradan vicdan sahibi herkese sesleniyorum; kardeşim sivil bir insandı ve askerler tarafından öldürüldü. CHP ve HDP milletvekilleri gelip bu olayı soruştursunlar.”
Ağrı’nın Tutak ilçesine bağlı Mûşiyan köyünde var edilmiş olan karanlığın bir lafza değil bariz bir hakikat olarak göstere geldiği şey hayatları çalınmasındaki devletin parmağıdır. Bunca afaki bir halde, böylesine kolayca bir yerde, hayatların çalınmasındaki cürettir işte mesele. İnsan hakkı ve hukukunun yerle bir olduğu bir düzlemde bu cüretin var ettiği kötülük öte, beride, orası ya da burası fark etmeksizin güncellenendir. Bir çürümüşlüğün ortasında hayatın hiçleştirilmesine tanıklık ediyoruz budur biyopolitika. Bir toplumu ayrı kılmak, ayrıştırmak, aralıksız şiddetle yolunu / yönünü biçimlendirmek tastamam çabasına düşülürken hayat hakkı yerlere çalınırken ülke var edilmiş sabık bir çukurun ta kendisi kılınır. Dünya İnsan Hakları gününde ortaya çıkan bir kırımdır Tutak’da yaşanan. Cinayeti var eden, olayı alelacele örtbas etmeye teşebbüs eden devletten tek satır bir ifade yoktur. Yurttaşının hayat hakkını muhafaza etmeyen yer ülke değil çürüyen bir çukurun ta kendisidir. Kesin bilgi!
Ahmet Kanbal ile Müjdat Can’ın Mezopotamya Ajansı’ndaki haberidir: “Hafızalara kazınan yasak döneminde 177 insanın diri diri yakıldığı Cizre’deki soruşturmalarından bir arpa boy yol alınmadı. Yüzlerce delil, ses, fotoğraf ve görüntülere rağmen yargı üç maymunları oynuyor.
Şırnak’ın Cizre ve Silopi ilçesinde 14 Aralık 2015’te ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının üzerinden 4 yıl geçti. Cizre’de 2 Mart 2016’da sona eren 79 günlük yasak sırasında tanklar ve zırhlı araçların yanı sıra ağır silahlarla onlarca bina yıkılırken, kent harabeye çevrildi. Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç’un “Biz diz çökmedik. Kalan insanların bizimle gurur duyması lazım” sözleriyle kentte yaşananlar hafızalara kazındı. Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanları Mehmet Tunç ve Asya Yüksel ile dedesiyle birlikte öldürülen Miray bebeğin de aralarında olduğu 177’si üç ayrı binanın bodrum katında yakılmak üzere 288 kişi yaşamını yitirdi. Bu veriler, ailelerin verdiği bilgiler ve yaptıkları başvurularda ortaya çıktı. Ancak yerle bir edilen şehirde yaşamını yitirenlerin sayısı, bu rakamlardan daha fazla.
İnsan hakları örgütlerinin hazırladıkları raporlara göre; öldürülenlerin 1’i bebek olmak üzere 41’i çocuk, 22’si kadın. Yaşamını yitirenlerden Cemile Çağırga, cenazesi 3 gün boyunca dondurucuda bekletilmesi ile gündeme geldi. Kentte yaşananlara tepki göstermek için farklı kentlerden dayanışma için gelen onlarca öğrenci ile birlikte 177 kişi sığındıkları üç ayrı binanın bodrum katında yakılarak öldürüldü.
Öldürülenlerin yanmış bedenleri ailelerine teslim edilirken, Feride Yıldız, Sakine Durmiş, Mardin Çelebi, Hacer Aslan, Osman Gökhan, Hüseyin Derviş, Servet Aslan, İdris Susin, Ali Aslan, Cemal Pürlek, Emrah Aşkan, Osman Esmeray,  Mustafa Keçanlu ve Emrah Aşkın isimli 14 kişinin cenazeleri ailelerinin vermiş olduğu DNA örneklerine rağmen henüz bulunamadı.
Cizre’de sokağa çıkma yasakları döneminde yaşamını yitirenlerin avukatlarından Hüseyin Tül, sokağa çıkma yasağı sırasında yaşamını yitirenlerin dosyalarına dair hukuki gelişmeleri Mezopotamya Ajansı’na (MA) değerlendirdi.
Yaşananların ardından savcılığın kendiliğinden harekete geçerek, ilk yapması gerekenin delilleri toplamak olduğunu dile getiren Tül, “Yapılması gereken; olayın yaşandığı yerde olay yeri incelemesi yapıp, fotoğraflayıp, delil toplamaktı. Hiçbir savcı olay yerine gitmedi. Israrla talep etmemize rağmen gitmedi. O dönemde birçok sivil toplum kuruluşu avukat örgütlenmeleri hepsi geldi. Başsavcıyla da görüşmemize rağmen sonuçsuz kaldı ve hiçbir şekilde savcılığın bizatihi katıldığı bir olay yeri incelemesi yapılmadı. Tabi delilleri toplayan kişiler bu anlamda önem arz ediyor. Nitekim Cizre’de sokağa çıkma yasaklarında hayatını kaybedenlerin hepsinin olay yeri incelemesinde olayda fail, şüpheli olabilecek polis memurları inceleme yaptı. Yani soruşturmaya en başından beri gölge düştü. Delilleri karartmaktan tutun da delil yaratmaya kadar şüpheler oluştu. Ne yazık ki; şu ana kadar 5’inci yılına girmesine rağmen bırakın kamu davası açılmasını, tek bir polis memurunun bile şüpheli konumunda ifadesi alınmış değil. Muhtemelen de alınmayacaktır” ifadelerini kullandı.
Soruşturmalarda yaşamını yitirenlere “örgüt üyesi” şeklinde bir yaklaşım sergilendiğini ifade eden Tül, soruşturmaların yapılış şeklini “Ölümün üzerinden bir soruşturmadan ziyade bir örgüt üyesinin soruşturmasına dönüştürüldü. Nihayetinde de birçok dosyada da takipsizlik kararları verildi. Takipsizlik kararı verilmesinde tam da ‘örgüt üyesi birinin öldürüldüğü’ ve bunun ‘meşru müdafaa’ kapsamında kaldığı, ‘hukuka uygun bir ölüm olduğu’ şeklinde gerekçelendirilerek, takipsizlik kararları verildi. Yine açık ve gizli tanık beyanları da gerekçe yapıldı. Açık tanıkların kendi yargılandıkları dosyalarda verdikleri beyanları baskı altında verdiklerini, kendilerine işkence yapıldığını, bu şekilde iradelerinin sakat bir hale getirildiğini ısrarla ifade etmelerine rağmen dayanak gösterildi. Şu an takipsizlik kararı verilen 86 dosya Anayasa Mahkemesi’nde. Muhtemelen yakın bir zamanda da incelenecektir” sözleriyle anlattı.
Soruşturmalarda yaşamını yitirenlere “örgüt üyesi” şeklinde bir yaklaşım sergilendiğini ifade eden Tül, soruşturmaların yapılış şeklini “Ölümün üzerinden bir soruşturmadan ziyade bir örgüt üyesinin soruşturmasına dönüştürüldü. Nihayetinde de birçok dosyada da takipsizlik kararları verildi. Takipsizlik kararı verilmesinde tam da ‘örgüt üyesi birinin öldürüldüğü’ ve bunun ‘meşru müdafaa’ kapsamında kaldığı, ‘hukuka uygun bir ölüm olduğu’ şeklinde gerekçelendirilerek, takipsizlik kararları verildi. Yine açık ve gizli tanık beyanları da gerekçe yapıldı. Açık tanıkların kendi yargılandıkları dosyalarda verdikleri beyanları baskı altında verdiklerini, kendilerine işkence yapıldığını, bu şekilde iradelerinin sakat bir hale getirildiğini ısrarla ifade etmelerine rağmen dayanak gösterildi. Şu an takipsizlik kararı verilen 86 dosya Anayasa Mahkemesi’nde. Muhtemelen yakın bir zamanda da incelenecektir” sözleriyle anlattı.”
Tumblr media
Cizir bodrumlarından, Amed’de sessiz sedasız devam eden ablukaya, Nisebin’den Şirnex ve çevresini tastamam yerle bir eden hamlelere sürgiden bir yıkımı örtbas etme hali daimi güncel tutulandır. Yaraları öteleyerek, üstlerini örtmeye çalışarak, konuşulmaz kılarak ol adaleti kaf dağının ötesine taşıyarak bu menzildeki insan hakkının her nasıl hiç kılındığını görmek için kılavuza hacet yoktur. Hayat bu sahada bu kadar göstere göstere, devletlinin elleriyle çalınır. İnsanların tanıklıkları, kurtulanların bahisleri, bildirmeye çalıştıkları hep mahpus kılınmış bir kimliğin onca kırılmadan sonra belirgin kılmak istedikleri şey bu hal şu cüretin ne tür bir cehennemi var ettiğidir. Bir sahada yaşama ihtimalinin bunca açıktan çürümeye sevk olunmasının derdini görünür kılmaktır mesele. Anlatılan hiç ama hiçbir kırım duyulmayandır. Var edilmiş olan yıkım bilakis görülmeyendir. Acıları ile bir başına koyulan insanların yaşadıkları tereddüt hali, kesintisiz adaletsizlik ve akıllarak zerk olan o devletin kötülüğü, eşitlik bahsinin fos çıkması bu yaranın kalıcılığını sağlamaktadır. Kürd illerinde cerahatin dümen suyunda bir yol / bir yön tayinine girişilir. Yaşam üç otuz kuruş değer verilendir. Her şey eksiltilip, her güne devlet gölgesi düşürülürken bir de ölümlerin hesabı sorulmasın diye bildirilir. Bir dayatma halinin ortasında yas bile tutturulmayandır.
Yeni Yaşam’dan Silopiya’nın hakikatinden bir kesiti aktaralım: “Mezopotamya Ajansı’ndan Ahmet Kanbal ve Müjdat Can’a konuşan Hasan Sanır’ın eşi Ayşe Sanır, o gün yaşananları anlattı. Eşi Hasan Sanır’ın HDP’liler ve halk arasında çok sevilen biri olduğunu ifade eden Ayşe Sanır, eşinin en üst katta kaldığını ve pencere kenarında keskin nişancılar tarafından vurulduğunu söyledi. Eşinin cenazesinin 13 gün evde kaldığını söyleyen Sanır, yaşadıklarını şöyle aktardı: “Daha sonrasında bizler çocukları alarak evden çıktık. 20-30 gün dışarda kaldıktan sonra oğlum devlet yetkililerine cenazeyi sorunca ona , ‘Babanın yeri ikinci katta güzeldir. Bazıları dışarda, tavuklar, köpekler ellerini yiyor’ diyerek cevap verdiler. 13 gün cenazenin evde kalmasının ardından cenazeyi Şırnak Devlet Hastanesi’ne götürdük.  Bize ‘Cenazeyi nasıl böyle koruyabilmişsiniz de temiz kalmış’ diye sordular.”
“Bizim Mele’den yana başımız diktir” diyen Sanır, kapısındaki kurşun izlerini göstererek, kurşun izlerine her baktıklarında maruz kaldıkları zulmü hatırladıklarını söyledi. Ayşe Sanır, “Fakir, gariban kendi başımıza insanlardık. Devlet bizden ne istedi. Hiç unutmayacağız. Son nefesime kadar onun davasının peşinden gideceğim” dedi.
14 Aralık 2015’te ilan edilen ve 37 gün süren sokağa çıkma yasağı sırasında Kürt kadın siyasetçiler Pakize Nayır, Fatma Uyar ve Sêvê Demir’in yanı sıra cenazesi 7 gün boyunca yerde kalan 57 yaşındaki Taybet İnan ile birlikte Yusuf İnan (40), Yusuf Yağcı (25), Ömer Masul (65), Ömer Yalman (45), İsmail Yevşan (55), Necati Öden (18), Seyfettin Sidar (30), Salih Erener (75), Ömer Sayan (70), Ayşe Buruntekin (40), Süleyman Çoban (70), Şiyar Özbek (25), İbrahim Bilgin (18), Reşit Eren (17), Axin Kanat (16), Yusuf Aybi (80), Hüseyin Güzel (70), Narinç Kızıl (52), Aydın Mete (16), Hasan Yağmur (42), İslam Atak (20), Şirin Altay (43), Hasan Sanır (75) ve Mehmet Mete Kutluk (11) yaşamını yitirdi.
Bunun yanı sıra Silopi’de 5 Nisan 2016’da ilan edilen ve 19 gün süren sokağa çıkma yasağı sırasında da İsa Tonguç, Ahmet Tonguç, Muhyettin Tonguç, Saadettin Tonguç, Behiye Erener (45), Zülfiye Şalk (70), Esra Şalk (2) ve Rahime Sanır (14) yaşamını yitirdi.
Silopi’de sokağa çıkma yasaklarının öncesinde 7 Ağustos 2015’te uygulanmaya başlanan ablukalarda ise, Ferhat Kartal, Nasip Yeşil (18), Kadri Sencer (19), Fatma Yiğit, Mustafa Aşlığ (16), Latife Tutuk (23), Kamuran Bilin (27), Mehmet Hıdır Tanboğa (15), Hamdi Ulaş (58), Mutalip Pusat (28), Halil Can (22), Ali Ödük’ün (20) ve Fatma Ay (55) yaşamını yitirdi.”
Ankara Jitem davasının akıbetidir. BBC Türkçe’den Hatice Kamer’in haberidir: “1993-96 yılları arasında Ankara'da Altındağ Nüfus Müdürü Abdülmecit Baskın'ın da aralarında olduğu 19 kişinin öldürülmesiyle ilgili olarak 2011 yılında başlayan soruşturma 19 Aralık 2013 yılında davaya dönüştü. Zaman aşımı nedeniyle Abdülmecit Baskın cinayetiyle ilgili iddianame 20 Eylül'de 2013'te düzenlendi ve aynı yıl 19 Aralık'ta tarihinde iddianame genişletildi.
Yeni iddianameye Behçet Cantürk, HDP Eş Başkanı Pervin Buldan'ın eşi Savaş Buldan, Namık Erdoğan, Ömer Lutfi Topal, Medet Serhat, Metin Vural, Recep Kuzucu, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, İsmail Karaalioğlu, Yusuf Ekinci, Hikmet Babataş, Feyzi Aslan, Lazem Esmaeılı, Asker Smıtko, Tarık Ümit, Salih Aslan ve Faik Candan cinayetleri de dahil edildi.
Ankara JİTEM Davası sanıkları ise eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin, Korkut Eken, Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu, Ercan Ersoy, Ahmet Demirel, Ayhan Özkan, Seyfettin Lap, Enver Ulu, Uğur Şahin, Alper Tekdemir, Yusuf Yüksel, Abbas Semih Sueri, Lokman Külünk, Mahmut Yıldırım, Nurettin Güven, Muhsin Korman.
Sanıklar "cürüm işlemek için oluşturulan silahlı teşekkülün faaliyeti kapsamında insan öldürmek" suçlarından yargılanıyorlardı. Mahkemenin bugün verdiği karar ile tüm sanıklar beraat etti. Aileler ve avukatlar mahkemenin kararına tepki gösterdi.
12 Kasım 1994 tarihinde İstanbul Erenköy'deki evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Avukat Medet Serhat'in oğlu Rumet Serhat, davayı düzenli olan takip eden mağdur yakınlarından biri.
Rumet Serhat, babasının öldürüldüğü saldırıda annesinin de ağır yaralandığını hatırlattı:
"Her çocuk için olduğu gibi babam benim için de eşsiz. Annem babam beni büyük bir sevgi ile büyüttüler. Babam başarılı bir avukattı, beni politik hayattan uzak büyütmeye çalıştı. Politik geçmişinden dolayı çok ağır şeyler yaşamıştı. Benim de aynı şeyleri yaşamamı istemedi. Ben de hukuk okumak istiyordum ama buna karşı çıkıyordu. Öldürülmesi ile, 16 yaşında beni uzak tutmaya çalıştığı hayatın ortasına düştüm."
Serhat, sanıklardan Ayhan Çarkın'ın işlediğini itiraf ettiği cinayetler için yaptığı açıklamaların, mahkemede "halüsinasyon" olarak değerlendirilerek ciddiye alınmadığını söyledi: "Savcının yaptığı konuşmadan sonra sanıkların avukatı konuşmadı bile. Kararın yönü ve sonucun adaletsiz olacağı belliydi. İnfaz ettikleri insanlara vatan haini denildi. Ama bu ülkeyi gerçekten sevselerdi adaleti tesis ederlerdi. Hukuk sistemi ne yazık ki çok fazla siyasete entegre oldu. Ama mahkeme verdiği bu karar ile her şeyin bel kemiği olan hukuku çiğnedi."
Tutulamayan yasların, zamanında yakılamayan ağıtların, hiç ama hiçbir türlü bahsi açılmayan yaraların, bir uzamda şu zamanki hali gibi mütemadiyen güncellenebilirliği bir meseledir. Biteviye cürümlerin ortasında kalakalmış menzildir sorun! Cezasızlıkla varlığı tescil olunmuş ötekisinin canını almaların, can yakmaların bağında bir ülkeden ne kadar, her nasıl bahis açılabilir. Ölürüm Türkiyem diye bağırıp çağıran bir simsarın karşısında bir İtalyan’ın teşekkür ederim deyip boyun eğdiği / itaat ettiği yarışma görünümlü ayrımcı şaklabanlıklar dahi konu edilmezken, bunca açık yaraların akıbeti her ne olacaktır, ne olur.
Biteviye bir çürüten yerde hayattan bahis her nasıl açılabilir? Kimi yası tutulabilir? Nerede ahlardan bahis açılabilir? Hayat ne şekilde konuşulabilir! Çürüme almış yürümüş, her kimlik, ana gövde kılınmış Türklük dışındaki herkes öteki ilan edilirken, düşmanın ta kendisi kılınırken her nasıl yas tutulur, kimin yasına müsamaha vardır, sahiden. Babası katledilmiş olan Avukat Eren Baskın’ın şu cümlesi zaten meseli anlatırken yaraların hali her nice olacaktır: “-Bizlere; acınızı dindireceğiz failleri yargılayacağız dedikleri için ümitlenip bu “tiyatro oyununun” bir parçası olduğum ve “ceza alırlar” gibi bir duygu besleme gafletinde bulunduğum için kendimi de affetmeyeceğim.”
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Zehra DOĞAN v/ Artists At Risk Connection
0 notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Sesli Meram #114 - Karşı Radyo (17.12.2019)
Tumblr media
“kamusal yasın ayrımcı dağılımı muazzam önemde bir siyasal meseledir. hüküm süren yasaya karşı çıkmak pahasına, kardeşinin ölümünün yasını herkesin gözü önünde tutan antigone’den yana böyledir bu. yönetimlerin kimin yasının kamu önünde tutulabileceğini ve kiminkinin tutulamayacağını düzenlemeye ve denetlemeye bu kadar meraklı olmasının nedeni nedir?” judith butler  - savaş tertipleri - hangi hayatların yası tutulur? - cogito - ayna
podcast image credit: colaboración exposición colectiva "la roda & friends" en taller la roda x lem lemur x behancé
https://archive.org/details/karsiradyoseslimeram17aralik2019  
0 notes
seslimeram · 7 years ago
Text
Ülke, Yaraların Varlığı Güncellenen Bir Sahnedir
Tumblr media
Birörnek, bata çıka, ama hep katran karanlığının daha derinlerine yollandığımız bir güncelliği yaşıyoruz. Sözün muktedirce gasp edilmesinden sonra çıkan her yeni evre / her gün var edilen hamleler bir bütün olarak yollandığımız dipsiz karanlık bugün kesintisiz kılınıyor. Çürümenin abecesi ötede ya da beride değil hayatın şimdisinin dâhilinde –anlık güncelleniyor. Vahametin boyutu var edilen karanlığın derinliği iş bu çukur halinin süreğenliği kesintisiz bir hakikati bildiriyor; “çürüyoruz”. Mübalağa taşımayan, hiçbir surette örtbas edilemeyecek olan yıkımın istikameti yaşatılanlarla var ediliyor kesintisiz olarak.
Kanıtlar hayatımıza düşürülen her gölgede, her bir kanlı iz, mahpus demiri, çit ve sair ile ortada olandır. Belagate hami olunan yerde yaşam akışı bir zorbalık deneyimi olarak işlenir. Hayat her ne haldedir bunun en görünür sureti birbiri peşi sıra güncellenen ataklardan hemen sonra iş bu ülkede var edilendir. Güncel tahayyül hakikatte var olan kısır bir döngüdür. Açamazlar dâhilinde ses de söz de yağmalanır o raddede. Biteviye kılınan çürümenin sahnesi güncellenendir. Acımasızca zapt edilen ‘hayatın’ sesidir her şeyden evvel. Hak, hukuk ve adalet üçlemesi tahayyül olunamayan, devletçe tarif edilen dışındakileri kapsamayan birer edimdir. Sınırlı bir tahayyülün derdest olunduğu üstünün günbegün çizildiği bir toplamdır varılmak istenen menzil o nihai yer.
Birörnek bata çıka hep ama hep daha derine yollandığımız yer bu temel hakların yok sayıldığı / basitçe hiç kılındığı / artık anılamadığı bir menzildir. Birörnek batıp hiç çıkmamacasına ta dibe, derine yollandığımız saha bir çukurun ta kendisidir. Cürüm ile yönünü arayan zalimlik ile memleket yöneten, geleceği koca bir belirsiz tahayyül haline sıkıştıran menzil bir hakikattir. Şirnex’ten, Sliopiya’ya, Gever’den ol Amed’e, İstanbul’dan Şirince’ye ve Edremit’e bu mefhumun daimi güncelliğine uğraşılandır. Cürümle, çürüme ve zulmün her türlüsü; tehdit, yıldırı, saldırı, tahakküm yeni diye anılanın başat eylem şablonunu imlemektedir. Bir örnek mekanizma salt hayata kasıttadır.
Birörnek bilinen bir yeni değil o “eskimeyeni” süreğen kılma halidir. Birörnek, basmakalıp bir şablon olarak var edilen “çürütme şablonu” cürümler her gün bir başka odaktan güncellendikçe yıkımı çoğaltandır. Bir ülke hakikati sözün üstünün çizilmesidir. Bir ülkede hakikat, hayat hakkının iğfalidir. Bir ülke denilen sahada tek ve tekillikten mülhem kısır döngüde yenilip / yutulan / yok edilmek istenen ustur / o öz akıldır, hayatın kendiliğinden güncesidir. Çürüme artık bu biteviye çukur halin kör karanlık şablonun yegâne süreğen meselidir. Çürütme edimi ile hemhal olunan yerde ne sözün ne de sesin geçerliliği vardır. Êzidi Kampındaki tecritten, sokağa atılma tehdidine, Edremit’te Ermeni Mezarlığı talanı iddiasıyla (daha önce pek çok yerde vuku bulan, mezarların / kalıtları ve sair her detayı yağmalamak / yıkmak) Urartu Kalıtlarının tam üstüne kondurulan “tuvalet” bahsine, Okmeydanı’nda katledilen Kobane’li mülteci çocuktan tam tüketme hali güncellenir.
Hayatın bedava kılınması erkçe ilan olunur. Suçun kaynağı olan devletli bir mekanizma olarak düzeni değil herkesin, her bir kesimin hakkından gelmeye çalışan bir çeteciliği var etmektedir. Yönetmek gaile değildir, amaçlanan şey tümden sırf teslimiyeti sağlama almaktır. Budur zaten çukuru görünür kılan. Behemehâl her tahayyülle doğrudan, kesintisiz, biteviye bu kör karanlık yinelenendir. Cürmün abecesi hemen her bir yanda sürdürülen tehdit ve tahakküm ile bu amaç edinilerek şekillendirilendir.
Amed’deki kamptan sonra Merdin Midyat’taki Êzidi Kampından da benzeş bir örnekliği bir kez daha işleyen bir tahayyül karşımıza çıkartılır. 3 Ağustos 2014’te Şengal’de yaşatılan kırıma karşı, can havliyle bu ülkeye sığınanların toplandığı birkaç merkez arasında yer alan Merdin AFAD Kampındaki yaşama kastın ta kendisidir bir örneklikle ortaya serilen. HDP Amed Milletvekili Feleknas Uca’nın mecliste Bay Yıldırım’ın yanıtlaması talebi ile paylaştığı soru önergesinde yanıtı merakla beklenen bu insanlara daha ne kadar zulüm etme gayretine düşüleceğidir.
“Mardin Midyat'ta AFAD kampında kalan 300 Êzidi mültecinin kampı boşaltması istendi. Mültecilerin durumunu izlemek amacıyla kampı ziyaret etmelerine yönelik başvurunun AFAD tarafından reddedildiğini söyleyen HDP'li Uca kampa girişlerinin engellendiğini kaydetti. Uca ayrıca gece yarısı kamptan 4 kişinin zorla kamp dışına atıldığını belirtti. Sorulan soru şudur; “Kamptan çıkartılan Êzidîler nereye gönderilecektir?” Tam da ol katliamın yıl dönümünde, eziyetin ta kendisidir yeni ülkede şu yukarıda anlatmaya çalışılanın özeti olacak yara. Kamptan atılan insanlar karar hükmünde kararname ile kapatılan Merdin’in Süryani Derneği misafirhanesinde ağırlanırlar.
Yuhanna Aktaş, Fırat Haber Ajansı’na konuşur. Aktaş 31 Temmuz günü öğlen saatlerinde kamptan bir yaşlının kendisini aradığını belirterek, şunları aktarır: “Beni arayan kişi 50'ye yakın kadın erkek çocuk Êzidînin kampı terk etmesi için 3 günlük süre verildiğini söyledi. Akşama doğru ise bir grup Êzidînin kamptan atılacağını ve gidecek yerlerinin olmadığını söyleyince benimle diyalog kurmalarını söyledim.” Gecenin karanlığında Êzidîlerin kamptan atıldığını ve yürüyerek şehir merkezine geldiklerini anlatan Aktaş, “Bir parka sığınıyorlar, sonra beni aradılar. Parkta kendileriyle buluştuğumda üzgün ve bitkin bir haldeydiler. Eşleri ve çocuklarını kampta bırakmanın üzüntüsü içerisindeydiler. Gidecek hiçbir yerleri yoktu. Ben de kendilerini aldım ve derneğimizin misafirhanesine yerleştirdim” der.
Dibine yollandığımız katran karası menzilin sacayakları yine yeniden el ya da öteki anılanı derdest ederek güncellenendir. Bir başka uzamda, Wan’ın Edremit ilçesindeki bir sahanın üzerine tuvalet kondurulur. Memleketin yakın geçmişindeki pek çok örnekte, çaba sarf edilen yegane şey olan ötekisine düşmanlığın bir mihenk taşı daha gözler önündedir. Saha dahilindeki Urartu kalıtlarının üstüne betondan yeni bir şeyler kondurmak güncellenir. Bir de, Ermeni geçmişinden artakalan olduğu bilinen mezarlık bulunduğu, bunun da tahrip olunduğu bilgisi alternatif medya kanallarından duyurulur.
Çürümenin, vasatın en dip noktalarına henüz, hala varamamış bir menzilin Ermeni mezarı talan etmesi dozerlerle geçmişin üstüne çıkmasını onu kazıması biz sıradan Ermeniler için ilk karşılaşılan bir şey değildir. Çanak çömlek sözüne sığınılarak yerle bir edilen geçmiş hatıratına bu defa da Wan’dan bir taarruz gerçekleştirilmiş, bu da haber kanallarından yaygınlaştıktan sonra kayyım atanan belediyeden mezar talanı bahsi asılsızdır açıklaması çıkagelir. Oysa yakın zaman, tam bir asırdır soykırım tahayyülünün bir tamamlayıcısı olarak, artakalanı, yerle bir etmek, onun izini kazımak için pek çok yerdeki yıkım, yok etme, imha ve dönüşüm adıyla birer ucube kılma çabasından, beyaz soykırımın hal ve gidişatı bariz kılınır. Edremit’teki şimdilik yalanlanan sadece Ermeni’ye kastedilmediğidir.
Oysa yıkımın ona ya da buna denk gelmesi meseli değildir bu. Bu ülkenin mirası misafirlikten ne anlaşıldığı bir kez daha yalın bir biçimde o haber tartışılırken çıkagelen yıkımadır aslen mesel. Êzidilere gösterilmeye tenezzül dahi edilmeyen şey, geçip gitmiş, aslen yok edilmiş olanların, kırk bir bin nüfusu kalmış ol halka da bir gözdağı olarak yinelene gelir. Gel gelelim sadece mezar talanları, yaşayanların da kamplardan atılması değildir çukuru bildirecek olan. Dibine doğru savrulduğumuz yer, dibinin neresi olduğunu kestirilemeyen yer Okmeydanı’nda katledilen Raşid Oso’nun ardından ortaya çıkan imdedir.
Tumblr media
“Okmeydanı”nda kolluk kuvvetinin zırhlı aracı Seyhan Sokak’a hızla girerek sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayan 8 yaşındaki Raşid Oso adındaki Kobaneli çocuğu ezdi. Sendika.org’da yer alan habere göre zırhlı araçtan inen polisler çocuğu hastaneye götüreceklerini söyleyerek aracın arkasına attı ve hızla uzaklaştı. Polislerin, çocuğu Okmeydanı SSK Hastanesi’ne götürdüğü ve çocuğun hastanede hayatını kaybettiği belirtildi. Okmeydanı Halkevi üyeleri olayın ardından 155’i aradı ve Haliç Karakolu’na bağlanarak polislerden olay yerine bir ekip gönderilip yaşananların tutanak altına alınmasını istedi. Haliç Karakolu’nda görevli polis ise “Türk polisi adildir. O akrepteki polisler zaten tutanağı tutmuşlardır. Ekip göndermeye gerek yok” karşılığı verdi.
Basına yansıyan şu kadarcık cümlede bile utancın vesikası karşımıza çıkmaktadır. Sözü çürüten, çocuklar ölmesin bahsini bile terör örgütü sempatizanlığı olarak algılayan menzilin ol kötürüm hali karşımızdadır. Bir çocuk katledilmiştir. Güzel sözlerin zamanı değildir. Bir anlık bile olsa güzellik artık bahsi olunamayacak olandır. Gülkan “Noir” Ahıska’nın cümleleridir ol mesel. “Evine gidip fotoğrafları temizlemişler. Raşid hiç olmamış gibi yapacaklar. Raşid hiç var olmamış. Dolayısıyla öldüren de yok. Hatırat da. Kimin yası tutulur? Hangi bedenler ne kadar yaralanabilir? Şimdi oturalım 'yaralanabilirlik sayısı'nı okuyalım. Koyalım kahveleri. Raşid yok!”
Sekiz yaşındaki Raşid’in cenazesi abluka altında kaldırılır. Hayat bahsine tek bir an olsun yer verilmeyen, saha açılmayan / bahsi olunamayan bir menzilde sözün kifayetsizliği ortaya çıkmaktadır. Raşid yoktur! Raşid Oso’nun katledilmesindeki cüret, o yıkımdan hemen sonra olayın örtbas edilmesindeki acelecilik ve dahası yarayı kanatma tahayyülünün biteviye halidir işte birörnek kılınan. Resimler toplatılır, çok konuşulmasın diye cenazesi abluka içine alınarak kaldırılır. Raşid yoktur! Yara ortadadır. Sınırların, sıradanın aleyhine daraltıldığı bir uzamda bütün daimi, bütün cürümler bina olunmakta hayat kesintisiz gasp edilmektedir. Var edilen düzlem karanlığın sabitlendiği bir yerdir.
Yeni diye anılanın cürüm ile hemhal halinde sıradan olanın hayatında yaralar açmak kesintisiz bir tahayyüldür. Erkan-ı devletlinin şablon olarak türettiği bu bahsin daim kılındığı bir menzildir mesele. Kırım, kıtal, tahakküm her an ve hiç kesintisiz zorbalık ve zulüm ile dünün, “eski” diye anılanın “güncelliği” yeninin içinde onun için imalatı kesintisiz kılınmaktadır. Yara hiç uzak öte değil tamamen, tam da bu sınırın kalbinde hemen her günündedir. Yara uzak, aykırı, belirli bir mübalağa değil şimdinin yegâne nesnelliğidir.
Biyopolitik cerahat ile günü bina eden, bununla bir yön tayinine girişen, dahası hayatı dehşetengiz bir karanlık mefhumun nesnelliğine eviren şey işte bu hamleler toplamıdır. Yara artık varlığıyla her günün çalındığı bir eyleme biçimidir. Demokrasi, eşitlik, adalet nam tiratlar atılırken, savunulan burjuvazi üstüne eklenmiş olan Siyasal İslam sosuyla hemhal bir dönüşüm gayretine düşülendir. Tereddütsüz bu bahistedir “yeni” diye anılan, çürük, eksik ve cehennemî olan ülke, Başka Türkiye bu yaşatılandır. Çocukların panzer, zırhlı araçlarla ezilip katledildiği ülkedir yeni diye addedilen. Dünün beyaz toros’ları bugünün şartlarında korumalı araçlarla, sürdürülen bir kırımın orta yerindedir yeni diye anılan ol Türkiye.
2 Ağustos gecesi Kadıköy Metrosu girişinde müzisyen Gülşah Erol polis tarafından alıkonulur. “-Enstrümanımı bomba, beni de terörist ilan ederek bir odaya kapattılar. Ellerime kelepçe takılıp defalarca yumruklandım ve tekmelendim. Türk bayrağı ile suratıma vurdular, biz bu ülkenin vatandaşıyız diyerek, ya ben? Müzisyenim kollarıma, ellerime lütfen dikkat edin dememle daha çok darp edildim. Benim gibi insanlar bu ülkeden gitmeliymiş, ben ve benim gibiler vatan hainiymiş. Beni hapse atmakla tehdit ettiler, tüm aileme ağıza alınmayacak sözlerle hakaret ettiler. Sonuç tertemiz olan hayatımla, kalbimle özgürüm lakin canım çok yanıyor...”
Tek satır, tek söz ilave etmeye gerek bıraktırmaksızın, en başından, bir oradan bir buradan şu söze kattığımız, göstermeye çalıştığımız ülke profili böylesine kötülükle hemhal bir ortamdır. Bunun neresi yenidir? Sesin, sözün muktedirce gaspından sonra çıkan her yeni evre / her gün var edilen hamleler bir bütün olarak yollandığımız dipsiz karanlık bugün kesintisiz kılınıyor. Gülşah Erol’un terörist ilan edilmesi, Reşit Oso’nun hayatından artakalan suretin o izlerin bile çalınması çabası, bizatihi bu düzenli, süreğen yıkımın bir soykırım tahayyülünü yeniden bariz kılmaktadır. Yaşatılan karanlık temsili bunu tezahürüdür.
Meşruiyeti sağlama alınmak istenen o kör karanlık sahnelemenin yeniden icrasıdır. İstibdatta süreğen, demokrasinin hayal, hak ile hukuk normlarının alenen linç edildiği / yıkıldığı ve “ali kıran baş kesen” düzeninin temsilidir çabasına düşülen. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, BM İnsan Hakları meselinin tamamını ihtiva eden bir şerhin gerçek kılındığı ve askıya alındığı, Başbakan Binali Yıldırım tarafından devlete yönelik ilan edildiği söylense de on üç aydan bu yana salt sıradan olanın hayatında bir gölgeye dönüştürülen “olağanüstü hal” mekanizmalarıyla tüm ol hallerle biteviye kırım / kıtal iklimi yapılandırılandır. Mesel işte derine itildiğimiz çukur bir kördüğüm sahne bizatihi insanı tüketme hamlesinin zeminidir.
Sessiz çokça sinmiş, harap viran, acısına, yarası ve sızısına bile ağlayamayan hayatın her ne olduğunu unutmuş bireylere dönüşüm��n sahnesidir; cennet vatan yeni ülke! Cennet diye çıkartılan çürümenin gündelik kılındığı bir zulüm odağıdır, cehennemî olanın yeniden imalidir söz konusu olan. Yukarıda sayılan şiddet, nefret ve linç döngüsünü hiç uzak öteye taşımadan her ana monte eden, yaşatan bir sahnenin adı yeni olsa da kendisi bizzat o çürük geçmiştir.
İstanbul’da dokuz haftadır Kadıköy’de gerçekleştirilen “Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya Destek” yürüyüşünün sonuncusuna kolluk kuvveti saldırır. Gösteri hakkının çoktan hiç edildiği, protesto ediminin üstünün alenen çizildiği, her şeyin olağanüstü hal ileriye sürülerek yıkıldığı, yerildiği, kısıtlandığı yerde, Kadıköy’ün ortasında otuz üç insan gözaltına alınır. Aralarında avukat Barkın Timtik, TİHV İstanbul Temsilcisi Ümit Efe, katledilmiş olan gazeteci Metin Göktepe’nin ablası Meryem Göktepe’nin yer aldığı insanlar yerlerde sürüklene sürüklene, kameralar kayıttayken işkence edilerek Vatan Emniyet Müdürlüğüne derdest edilir, demokrasi mefhumunun sizlere ömürlüğü bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Gecesinde salıverilir insanlar, eziyet ne içindir, bunca kötülük nedendir, tek bir bildirim yapılmaz, yapılamaz.
Yüz ellinci gününü geride bırakan, çoktandır bahsi açılamayan iki insanın haklarını savunmanın, adaletsizliğe karşı ses çıkartmanın yaftalanması bu derine çekildiğimiz karanlık ülkenin hakikatidir. 1915’i yeniden, yeniden, yeniden imal eden gerçeklik bu ülkede kutsanmış, tabu kılınmış olandır. Ol Kadıköy gözaltıları gibi, Gülmen ve Özakça’nın yakınlarına yönelik tehditkar saldırganlık da Ankara’da devam olunmaktadır. Biteviye derinine çekildiğimiz karanlık artık bir mübalağayı, örtbas edilebilecek bir meseleyi değil tam da kuşatıldığımız hayatı göstere gelmektedir.
Ülke, yaraların varlığı güncellenen bir sahnedir. Ülke artık dipsiz kör karanlığın müsebbiplerince rehin alınan bir düş kırıklığıdır. Ülke artık yaşamla bağlarını teslimiyet dışında var etmeyenler için biçimlendirilmiş olan bir toplama kampıdır. Geçmiş halen sorgulanamadığı için ‘tekerrür’ kaçınılmazdır. Kötülüğü bir istikamet olarak olumlu addeden menzilde hayat bir hiçtir artık ol bahis kesindir. Kötü olmayı bir tavır olarak içselleştiren bunu bir yol yordam belleyen devletli tüm saldırganlığıyla hayatlarımızı eksiltendir. Katildir ve seri katildir her anlamda, kayda düşsün.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2017
Görseller – Yüksel Caddesi’nde 270. Gün Polis Saldırısı – Selahattin SÖNMEZ / DHA – Gazete Karınca
Zırhlı Polis Aracının Çarptığı 9 Yaşındaki Suriyeli Raşid Oso Hayatını Kaybetti - Onedio 
0 notes