#iç konuşma
Explore tagged Tumblr posts
ehilal · 3 months ago
Text
Mahalle
Mahallenin en can alıcı noktasında oturmuş eski evimin sokağını izliyor, yan masalarda oturan yaşlıların sohbetlerini dinliyorum. Mahallede olmak, burada yaşamak beni canlı tutuyor, kendimi iyi hissediyorum.
Yaşlı insanların kendi aralarında sosyalleşmeleri, yan masalarla teklif siz konuşabilmeleri, hızlı bir şekilde kaynaşabilmeleri çok hoşuma gidiyor, biraz da güldürüyor beni. Yaşla birlikte sanki toplumsal kurallar ve kaygılar esniyor. Canım nasıl isterse.. Kafasına geliyor galiba insan.
Acaba insan ne zaman kendini yaşlı hissediyor, yada bu sıfatı kabul ediyor? Küçükken şu an olduğum yaş benim için epey yüksek, yolun yarısı, teyze, amca yaşıydı mesela. Durup durup 35 yaşında nerde olacağım neler yapacağım hangi yılda olacağız diye hesaplar yapar, ohoo daha çok var diyerek kapatırdım defterimi. Şimdi kendime bakınca pek de yaşlı hissetmiyorum. Daha kendinin farkında, daha kontrollü, duygularını yaşama konusunda başarılı daha az gelecek kaygılı hissediyorum sadece. Hatta bu yaşı baya seviyorum. Örneğin 60 olunca acaba yaşlandık diyebilecek miyim yoksa o yaşın da hissettirdiği güzellikleri mi sıralayacağım bugün olduğu gibi..
Sevgili Kenan Bey'in de dediği gibi 'her yaşın bir güzelliği var en güzel yaşımdayım' diyerek sizlere veda ediyorum.
5 notes · View notes
belleepoque7 · 1 year ago
Text
yine niye öyle konuştum ki perileri geldi kafayı yemek için hiç güzel bir gece değil
2 notes · View notes
diyaloglog · 2 years ago
Text
Yağmurlu günlerin klişe bunalımına sağlam bir yumruk atar gibi söyledi;
- Hem İspanyolcası da yoktu, ayrıldık.
Bu cümle neye karşı söylenmiş olabilir ki diye kurgularken, ne kadar gereksiz bir düşüncede olduğumu da hemen farkettim.
Bana ne?
Zaten biraz yavaş yürüyor olsaydım, hafızama hiç şüphesiz daha saçma konuşmalar yerleşmiş olacaktı.
İyice hızlandım, solladım ve geçtim.
5 notes · View notes
introduceofficial · 1 year ago
Text
Kendine Odaklanmak
Kendine Odaklanmak Ayrılık, hayatımızda zorlu bir dönem olabilir, ancak aynı zamanda kişisel gelişim için büyük bir fırsat sunar. Ayrılık sonrası kendinize odaklanmak, duygusal iyileşme sürecini hızlandırabilir ve yeni bir başlangıç yapmanıza yardımcı olabilir. Bu makalede, ayrılık sonrası kişisel gelişiminizi desteklemek için kullanabileceğiniz bazı etkili teknikleri ele alacağız. Kendi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yurekferahligi · 2 months ago
Text
17.09.2024
eşimle tanışalı 4 yıl oldu. ilk yıl yan yana ikinci yıl o erzincan’da ben sakarya’da diğer sene istanbul bu sene de kocaeli’de geçti. kısa zamanda ne çok şey yaşadık kimi zaman inişler çıkışlar olsa da ona sırtımı yaslayabildiğim için ve içimden ne geçiyorsa o an söyleyebildiğim için çok şanslıyım. her zaman diyorum o benim iç sesim çoğu zaman ikimiz de aynı şeyi düşünüp birbirimize söylediğimizde ben de onu düşünüyordum tam da aklımdan o geçiyordu diyoruz. en yakın arkadaşım, birlikte çok gülüyoruz onu çok dinliyorum ben pek konuşmam ama onu hep dinlerim o da bana sorar ya da bazen içini döker sonrasında bu konuşma sana iyi geldi mi derim tabii ki rahatlamak için konuştum seninle der ve mutlu olurum onu rahatlatabildiğim için. ben bazen çok üzülürüm beni bir tek o rahatlatır hep varlığına şükrederim. ben onun sesinden bir bakışından anlarım her şeyi, bir tabak daha ister misin sorusuna yok dediğinde aslında evet ya biraz daha koyar mısın diyeceğini bilirim mesela birazdan. etrafa bakındığında çay kaşığını gider getiririm. bazen kızarız bazen söyleniriz bazen üzülürüz bazen ağlarız. sevmeyeceği istemeyeceği şeyleri bilirim hiç ısrar bile etmem. bazen kızarım çok kızarım ama onsuz uyumam. bana öğrettiği içinde bulunduğum evliliği bana sevdiren iyi hissettiren oydu, ben onunla yol almayı yürümeyi koşmayı bazen mızmızlanmayı çok sevdim. sevgisini kalbimde hep sıcacık hissettim. onun davranışlarıyla hep gurur duydum, bana hep evimdeymişim ait olduğum yerdeymişim gibi hissettirdi dört yıl önce bugün bile. üstesinden geldiğimiz evlilik hayatı bazen zor olsa da onunla her şey çok güzel çok daha kolay ee sanırım ben de fena değilim :))
65 notes · View notes
blogidea · 1 year ago
Text
Unutulmakorkusu - Gold
Budizm nedir sorusu sıklıkla araştırılmaktadır. Dünya üzerinde milyonlarca takipçisi olan bir felsefi ve dini öğretidir. Budizm'in temel amacı, insanların acı çekmesini azaltmak ve mutlu bir yaşam sürmelerine yardımcı olmaktır. Budizm'in öğretileri arasında reenkarnasyon, karma yasası ve Nirvana kavramları yer almaktadır. Bu inanç sistemi, doğru düşünce, doğru söz ve doğru eylemler gibi etik değerleri de vurgular. Bu bölümde Budizm nedir ve ne öğretir gibi anahtar kelimeler üzerinde odaklanarak bu felsefi öğretinin temel prensiplerini anlamaya çalışacağız. Budizm, dünya genelinde milyonlarca takipçisi olan bir felsefi ve dini öğretidir. Budizm'in temel amacı, insanların acı ve ızdıraptan kurtulmasına yardımcı olmaktır. Bu öğreti, doğru düşünce, doğru davranış ve doğru meditasyon yoluyla insanların iç huzurunu bulmasına odaklanır. Budizm ne öğretir sorusu ise daha detaylı bir cevap gerektirir. Bu öğreti, insanların kendilerini ve çevrelerindeki her şeyi anlamlandırmasına yardımcı olur. Budistler, yaşamın acılıklarından kaçınmak için sekiz adet yol izlerler: doğru inanç, doğru niyet, doğru konuşma, doğru davranış, doğru iş yapma, doğru çaba sarf etme, doğru dikkat ve son olarak da doğru meditasyon. Budizm ayrıca reenkarnasyona inanır ve bu nedenle insanların acılardan kurtulması için birden fazla hayatta kalmalarının gerektiğine inanılır. Bu nedenle budistlerin hedefi Nirvana'ya ulaşarak sonsuz mutluluğu elde etmek için yeniden hayata gelmemektir. Bu gibi konularda doğru bir şekilde bilgi sahibi olmak isterseniz eğer web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.
588 notes · View notes
girifit · 3 months ago
Text
ben o kadar yanmışım ki etrafımı ateşe vererek saklamışım kendimi. içimde yanan ateşi, kül olmuş bedenimi. her şeyimi. o kadar kırılmışım ki, o kadar paramparça olmuşum ki. herkesi ve her şeyi kırmışım, paramparça etmişim. saklanmak için. kendimi saklamak için. şimdi, yalnızlığın ve etrafıma ördüğ��m duvarların beni getirdiği hâli görsen sen bile ağlarsın hâlime. yana yakıla, yakama paçama yapışırsın. öle öle yürüdüğüm o yolu görsen tutarsın kolumu bırakmazsın. ama ben sırf sen, siz, o, onlar; kimse görmesin diye saklıyorum kendimi. şiirlere sığdırdım ruhumu. sağ çıkıp çıkmayacağımı bilmediğim bir gecenin sabaha kavuşmasını dudağımdan sızan kan eşliğinde izledim. biliyorum geçmez ama. "gidelim" bile diyemiyorum artık. ne sana ne de bir başkasına. kalalım, diyorum. kalalım ve görelim. daha ne kadar ölebileceğimi ve bu ateşin beni daha fazla ne kadar yakabileceğini. öğrenelim. öle öle öğrenelim hayatı. ardından bir sigara yakalım. tutuşalım, bir sigara gibi. rüzgâra karışalım, küller gibi. sönelim, izmarit gibi. ben biliyorum. geç kaldım. çok geç kaldım. ayaklarım koşmama izin vermiyor. nefesim beni yaşatmaya yetmiyor. ben biliyorum. delirmenin eşiğindeyim. ben biliyorum. kalbimdeki sızı, bedenimi kuşatıyor. ben biliyorum. acıyım, acıdan başka bir bok değilim. ben bildiğimden kovuldum dokuz köyün dokuzundan da. ben sustuğumdan masum sandılar beni. ama bildiklerim masumiyeti kana bular. ağzımı açsam kan kusarım. konuşsam zehir saçarım. dilimin kemiği yoktu hiç, hâlâ yok. konuşma, canını yakarım. bir kahve yaptım sana, biraz da sigaram var. gel. iç. ardından siktir git. kaç.
62 notes · View notes
bercesteruh · 7 months ago
Text
İç alemini herkese açarsan herkese konuşma hakkı verirsin. Açma ki kimse karışamasın.
95 notes · View notes
kaybolansonsayfa · 12 days ago
Text
Dün akşam kalabalık bir aile konseyi vardı. Aslında artık böyle çok kalabalık aile ortamlarına girmekten kaçınıyorum ama yine de bizimkileri kırmamak adına katıldım. Söz yine dönüp dolaşıp bana gelecekti çünkü. Neden işsizdim? Neden çalışmıyordum? Ne iş yapacaktım? Şimdi ne olmuştum? Cidden bunlara verilebilcek pek çok cevabım olmasına rağmen uzun zamandır birkaç kelimeyle geçiriyorum. Kardeşim bir sağlık personeli ve ataması da inşallah yakın zamanda yapılacak. Ama atama takvimi henüz belli olmadığından ve o esnada boş kalmak istemediğinden çalışmak istedi. Netice itibariyle de farklı bir sektörde geçici olarak yapabileceği bir iş buldu. Yarın ilk iş günü olacak hatta. Bunu öğrendikten sonra her birinin yüzü bana döndü. Benden kardeşimle ilgili nasıl bir tepki beklediklerini az çok tahmin ediyordum ama konduramamıştım. Onun başarısıyla gurur duyarım ben. Sonuna kadar da desteklerim. Bu hayatta dimdik kalabilmesi, kendi maddi özgürlüğüne kavuşabilmesi beni tabii ki çok mutlu eder. Fısır fısır konuşmaların arasında bana olan bakışları yakalıyordum. Cidden artık paranoyak gibi her hareketlerinden bir anlam mı çıkarıyorum ben diyerek kendimi eleştirdim ve sessizliğimi korudum. Gerçi sessizliğimin de onlar için bir anlamı olduğunu sonradan fark ettim. İçten içe kardeşini kıskanan, hatta bu yüzden hiç bu konuyu konuşmayan bir abla ilan edilmişim. Bu cümleler nasıl böyle oldu gerçekten aklım almıyor benim artık. İçlerinden biri konuyu benim de konuşmamı sağlamak adına "Sen çalışmıyor musun aynı yerde?" diye sordu. (Hiçbir anlam ifade etmemesine rağmen cevapladım.) Hayır, kardeşim tek çalışacak dedim. Sonrasında çalışmayı düşünüp düşünmediğim soruldu. "DÜŞÜNÜYORUM" demek isterdim ama "düşünüyorum" dedim sadece. İnsanların hayatlarına bu şekilde sadece dışarıdan bakarak nasıl ahkam kesebiliyorsunuz gerçekten anlayamıyorum bunu. Umursamayacağım, sadece önüme bakacağım diye büyük büyük kararlar aldığım her günün sonunda yeniden aynı yerden dağılıyorum. Kendimi tamir edebildiğimi sanıyordum, güçlüyüm diyordum ama başaramıyorum sanırım. Her gece yoklayan yetersizlik ve başarısızlık hissi peşimi bırakmıyor. Çok duygusal da bakıyor olabilirim. Şu sıralar kendimi dizginlemeyi de bıraktım. Çekirdek ailem ve yakınlarım dışında sarf edilen sözlerin benim için hiçbir anlamı olmamalı aslında. Ama annemi köşeye çekerek kısık sesle konuşma yapmaları çok kırıcıydı. Onlara göre yıllardır ailesinin emeği ve parasıyla okumuş, şimdi de çalışmak istemeyen/iş beğenmeyen, kardeşi çalışacak diye kıskanan bir bencilim. Bu cümlelerin ağırlığını uzun süre kaldıramadım. Dünden beri de aklımda sadece bu mesele var. Umursamamam gerektiğini biliyorum, herkesin hayatının rotasını bambaşka olduğunu biliyorum, yalnızca önüme bakmam gerektiğini biliyorum, insanların ben ne yaparsam yapayım yine konuşacaklarını da biliyorum. Ama bunları bilmek maalesef ki bu yaşadığım duyguları çekip almaya yetmiyor. Allah büyük. İnşallah bu günlerin de bir aydınlığı olacak.
14 notes · View notes
yinedemeliha · 3 months ago
Text
Günaydınlar.. Hayırlı cumalar 💐
"kıtlık zamanlarında insanları öldüren şey açlık değil fazlaca alıştıkları tokluktur." der İbn Haldun. neye alıştığına dikkat etmeli insan. Alıştıklarımızı gözden geçirmeli. Sosyal medya vebasında ne kadar ekran sürelerimiz? Ne ölçüde bir kitabı okuyabilir ve yorumlayabiliriz? Kaliteli bir film izlerken dikkat süreniz de değişimler var mı? Süreleri kısaltarak mı izliyorsunuz? Hiç yazı yazıyor musunuz? Kendi iç sesinizle konuşmalarınız var mı? Düşünerek konuşma noktasında çalışmalar yapıyor musunuz? Farkındalığınızı düşüren alıştığınız size faydası olmayan tokluklarınız neler bir düşünelim.
14 notes · View notes
ehilal · 2 months ago
Text
Hoşgeldin Eylül
Selamlar. Nerden başlasam, dur şu olaylar bir geçsin de öyle oturayım yazmanın başına derken günler günleri kovaladı. Şu olaylar hiç bitmiyor. Eylül ayı gelişinden belliydi yoğun olacağı.
1. Gökhan'ın halası eniştesi ve kuzeni bizi ziyarete geldi. Elimden geldiğince yoğun bir yemek temizlik süreci ile hazırlandım. Ehilal daha burada pert. Ama misafirlerimizi iyi ve hakkıyla ağırladık. Kuzeni rahatsızlandı, bir süremiz hastanede geçti. Derken eniştesi kendini iyi hissetmedi. Ne oldu nasılsın derken beynime yıldırım düştü. Anlattığı semptomlar o kadar kalp krizi gibiydi ki içim içimi yedi. Bilen bilir kalp krizi en büyük kaygım, maalesef ki semptomları uzmanlık alanım. ��yle dedim böyle yaptım ama hastaneye gitmeye ikna edemedim. Aradan birkaç gün geçti ve bir kalp krizi geçirdiği haberini aldık. Şükür ki küçük bir operasyonla iyi. Fakat bu durum kendi kaygı durum bozukluğum sebebiyle beni olması gerekenden fazla etkiledi. Sakın kalmaya çalışıyorum. Demiyorum..
2. Abimle kız arkadaşı( çok sevdiğim biri) bize gelecekti. Abim son dakikada bir iptalle gelemedi ama Bahar geldi. Çok keyifli geçti bu ziyaret. Hayatımda ilk kez Çorum'a gittim. Neden Çorum demeyin durun tabi ki durup dururken değil, düğüne gittik. Düğünlerin aranan yüzü olarak başka yörelerde de aktif olacak mıyım derken oldum. Ankara havaları bir yerden sonra beni bayıp, Trakya havalarına hasret duydum. Neyse ki Trakya havalarından da araya serpiştirilmişti. O saatten sonra beni kim durdurabilir. Ayaklarım şişti, yorgun argın gece evimize döndük. Bahar ilk kez Ankara'ya geliyordu. Öyle güzel bir misafir ki her şeye mutlu oldu. Abimin çocukluğunun kısa süre geçtiği eve ve abimin okuluna ziyarette bulunduk. Amcamın vefatının gerçekleştiği günlere döndük. Bahçelievler, 7.caddenin tam sonu hiç kimse için bu kadar anlamlı olamazdı sanırım. Evin önünde bir sigara yaktım. Garip şekilde apartmanın altında bir dükkandan duygusal müzikler çalmaya başladı. Amcam genç yaşında ölmeseydi ne olurdu, nasıl olurdu? Diye uzun uzun düşündüm. Amcamın kaybının ailemizin her ferdinde nasıl derin izler bıraktığını düşündüm. Çok tanışamasak da onu özledim. Akşamına Ankara'da en sevdiğim meyhaneye gittik. Hayatı, ilişkilerimizi sorguladık. Bazı konularda o kadar nerede olduğumu bilmiyorum ki, akışa kendimi bırakmak için yoğun bir çabam var. Gözlerim doldu.
3. Dün evlilik yıl dönümümüzdü. Akşam güzel bir yemeğe çıktık. Evlilik yıl dönümümüze çok anlam yükleyeceğimi sanıyordum. Ama 1 yıldır evli olmamıza rağmen, aslında 3 yıldır aynı evde bir ilişkiyi yürüttüğümüzü düşündüm. Gökhan için bir pasta yaptım. Yine de romantik bir gün.
İlk üç günümüze tik attıktan kısa bir süre sonra şehir dışı planlarımız başlıyor. Beni yorucu iki gün bekler.
Kendime not: Bazen hayatın, yaşananların, iç sorguların beni nereye götüreceğini hiç kestiremiyorum. O anlarda kaygılara düşüyorum. Siyah beyazdan çıkıp, gri alanlara alışmam gerekiyor-muş- deniyorum. Bazı yaşananlar nasıl telafi edilir, yada nasıl geride bırakılır hiç bilmiyorum. Tek dileğim ben çok düşünmeden, çok çabalamadan içindeki karanlık bulutların dağılması.
4 notes · View notes
amezhu · 3 months ago
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
215. BÖLÜM - Yol Sapmaz Ama Emirler Hep Aynıdır -
Ancak Feng Xin çok da uzun bir süre şaşakalmadı ve cevapladı. Ama tam cevaplamadan Jian Lan küçümseyerek gülerek konuştu, “Unut gitsin, bir şey demek zorunda değilsin. Şu an başkasının mahkumusun zaten, çocuğun olarak kabul etmeye cesaret etsen bile hepsi tamamen boş sözler olacak, dediğin hiçbir şeye inanmayacağım. Daha fazla konuşma. Sen istekli olsan bile ben olmayabilirim.”
Cenin ruhu kollarına sarılmış, Feng Xin’e dil çıkartıyor ve yetişkin bir sesle kıs kıs gülüyordu. Jian Lan ona güçlü bir şekilde şaplak attı ve arkasına bir tokat attı, azarlayarak, “Hala ne şekil yüzler yapıyorsun sen? Sana kaçmamanı söylemiştim, beni delirtiyorsun!”
Ceninin küçük çirkin yüzü buruştu ve öyle kalmaya devam etti. Feng Xin arkalarından bağırırken anne ve çocuk hızla Nan Yang sarayından çıkmak için acele ediyorlardı, “JİAN LAN! JİAN LAN!” cevap yoktu. Sonunda, Nan Yang sarayında tek kalan yine o olmuştu, Feng Xin oturduğu yere geri düştü, büyük beyaz turpun üzerinde kalan sıra sıra çarpık diş izlerine kötü kötü baktı. Biraz baktıktan sonra sağ elini başının arkasına alarak yere uzandı, küfretmeye bile enerjisi kalmamıştı.
Nan Yang sarayının üzerindeki Xie Lian da iç çekti.
Tam o sıra Hua Cheng aniden konuştu, “Gege, Yu Jun dağında cenin ruhunun yine ortaya çıktığı geceyi hatırlıyor musun?”
Xie Lian onun konuyu kasıtlı olarak değiştirdiğini biliyordu, ayrıca cenin ruhunun Yu Jun dağında ortaya çıkması sorgulanabilir başka bir meseleydi, Xie Lian iş birliği yapmak ve olayı aydınlatmak için kendini zorladı, “Hatırlıyorum. Evlilik tahtırevanına biniyordum ve o hayalet damat Xuan Ji’yi bulmam için çocuk şarkısıyla bana ipuçları veriyordu. Ayrıca sadece benim duymama izin verdi, başka kimse duymadı, neden merak ediyorum.”
“Muhtemelen Jun Wu’nun emriyle” dedi Hua Cheng.
“O zaman bilmecenin cevabı Jun Wu'nun hedefi olacaktır.” Dedi Xie Lian. “Ve Jun Wu'nun emri altında şiddetli bir ruh haline gelmesinin nedeninin cevapları Guoshi’nin söylemesi gereken şeyler.”
“O zaman gidip soralım.” Dedi Hua Cheng, “Gege için iyi haberlerim var. hayalet kelebekler çoktan Guoshi’nin tutulduğu yeri buldu.”
Xie‌ Lian'ın ruhu anında yükseldi, “Nerede?”
Ling Wen sarayı.
Sarayın içinde ve dışında, ellerinde dağlar kadar yüksek parşömenlerle içeri girip çıkan sayısız sivil tanrı yoktu, onun yerine yeni eklenen şey, sert bir şekilde devriye gezen ifadesiz Cennet Savaş Muhafızlarıydı. Ses çıkarmadan çatılardan birinin köşesine indiler ve Xie Lian konuştu, "Guoshi burada kilitli mi? Ling Wen onu izliyor mu?"
"Doğru." diye yanıtladı Hua Cheng, "Üzerindeki brokarlı Ölümsüz ile Ling Wen şu anda hem bir sivil tanrı hem de bir savaş tanrısı olarak kabul ediliyor."
Etraftaki şeyleri hızlıca inceledikten sonra Xie Lian yorum yaptı, “O zaman biraz çetrefilli olacak.”
Brokarlı ölümsüz onlara eş olamazdı, hala yüksek miktarda kültivasyonu vardı, ayrıca Cennetin büyük caddesinde devriye gezen muhafızlardan daha keskin gözleri olmalıydı.
Eğer Xie Lian ve Hua Cheng dikkatsizce bu şekilde Ling Wen sarayına girerlerse brokarlı ölümsüz onları yenemese de yine de onların yerini tespit edebilirdi ve bunu yaptığı an Ling Wen de nerede olduklarını anlardı.
“Ling Wen ve Jun Wu birbirleri ile ruhsal iletişim rününü kullanabiliyor olmalı. Ling Wen bizi fark ederse Jun Wu da bizi fark etti demektir.” Dedi Xie Lian, “Brokarlı Ölümsüz şu anda onun üzerinde değilse o zaman sadece bir sivil tanrı ve yerimizi tespit edemez; giyilmediğinde brokarlı ölümsüz sadece bir cübbe olarak kaldığından Jun Wu’Yu uyaramaz. Onları ayıracak bir yol bulmalıyız.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Özellikle bir şey düşünmemize gerek yok, er ya da geç o cübbeyi çıkartacak.”
Hiçbir açıklama gerekmeden Xie Lian anladı.
Sonuçta brokarlı ölümsüz iyi bir şey değildi, aurası karanlık ve ağırdı. Ling Wen resmi olarak hala sürülmediğinden cennet mensubu olarak sayılıyordu ve sürekli onu giymek sağlığına zarar verirdi. Ayrıca onun ruhsal gücünü tüketen erkek formunda kalmaya devam etmesi gerekirdi ve o yorgunlukla devam edebilecek pek kişi olması mümkün değildi. Her gün belli zamanlar çıkartıp dinlendiği bir zaman olmalıydı.
İkisi birbirine planla ilgili fısıldarken elleri arkasında siyah giyimli bir adam Ling Wen sarayından dışarı çıktı. Dışarıdaki korumalara birtakım emirler verip yan odalara yöneldi. Bir süre sonra, yan odalardan tek başına çıktı ve yeniden ana salona girdi.
O adam Ling Wen’di. İçeri girdiğinde erkek formundaydı, dışarı çıktığında ise orijinal formunda. Üzerindeki siyah dış cüppe de ortadan kaybolmuştu, adımları erkek formunda olduğu zamanki kadar dövüş sanatlarında gözle görülür şekilde becerikli, hafif ve enerjik değildi.
Sahiden cübbeyi çıkartmıştı ve şimdi brokarlı ölümsüz yan odadaydı.
İkisi birbirine baktı. Hua Cheng, “Artık ayrıldılar. Gege oldukça iyi şansın var.”
Xie Lian da bir nefes aldı ve ona bir bakış attı, “İyi olan San Lang’ın şansı.”
Hua‌ Cheng‌ sırıttı, “Ana salon mu? Yan oda mı?”
Biraz düşündükten sonra Xie Lian karar verdi, “Yan odaya gidelim! Ling Wen sarayının içindeki durum kim bilir nasıldır, eğer Guoshi Ling Wen'in hemen yanında korunuyorsa o zaman onun etrafından dolaşamayız. Ama brokarlı ölümsüzü ele geçirirsek belki hâlâ konuşacak yerimiz olabilir.”
Böylece ikisi biraz bekledi, muhafızlar nöbet değiştirirken o şansı kullanıp çatıya atladılar, odanın içine gizlice sızdılar.
İçeri atladıkları anda Xie Lian soğuk terlerini sildi.
Ne olursa olsun bir hanımın odasına gizlice sızmak pek de gurur duyulacak bir şey değildi. Ancak odadaki durumu görünce gerginliği yavaşça azaldı.
Xie Lian’ın eski odası bundan daha şaşalıydı, Feng Xin’inki daha dağınık, Mu Qing’inki daha zevkli ve zarifti. Her halükarda bu oda hiç de bir hanımın gizli odası gibi değildi, bu yüzden Xie Lian o kadar gergin değildi.
Odanın içinde fazla mobilya olmadığından bir şeyler saklamak zordu. Xie Lian’ın el yordamıyla bir sandığı bulup çıkartması uzun sürmedi. Ancak sandığı açar açmaz gözleri kararmıştı. Sebebi sandığı açtığında yüzüne vuran karanlık enerji değil, sandığın içinin tıpatıp aynı siyah cübbelerle dolu olmasıydı.
Yine aynısı!
Yine aynı şeyler olmuştu, geçen sefer de binlerce cübbe arasından gerçek brokarlı ölümsüzü aramak zorunda kalmışlardı. O şeyi aramak tam bir karmaşaydı, hatta bir kabustu. Bu sefer çok fazla set yoktu, birkaç düzineydi ama her birinin sadece küçücük farkları vardı. Hangi durumun daha moral bozucu olduğunu söylemek cidden zordu. Gerçek brokarlı ölümsüz burada mıydı?
Başının zonkladığını hisseden Xie Lian perişan bir halde sordu, “San Lang… Jun Wu şu an ne yapıyor? Yeterince zamanımız var mı?”
Hua Cheng her yerdeki tüm hareketleri yakından izliyordu, Xie Lian’ın sorusunu duyduğunda yavaşça cevapladı, “Gege, sakinleş. Oldukça zamanımız var. Jun Wu henüz kaçtığını fark etmedi. Şu an büyük dövüş holünde Mu Qing’i getirtmiş sorguluyor. Görünüşe bakılırsa, biraz zaman alacak.”
Xie Lian bunu duyunca şaşırmıştı, “Mu Qing? Mu Qing’i mi sorguluyor? Neden?”
“Hayalet kelebekler büyük dövüş holüne giremiyor, tam olarak duyamıyorum.” Dedi Hua Cheng, “Ama bilirsin” Xie Lian’a baktı, “İyi bir şey olmadığı kesin.”
Xie Lian, Jun Wu'nun Yin Yu'ya nasıl davrandığını hatırladı ve belli belirsiz endişeli hissetti. Ne kadar endişelense de anlamsız olduğunu biliyordu ve kararlılıkla konuştu, “O zaman acele edelim. Her bir cübbeyi deneyeyim. San Lang, hadi bana emirler ver.”
Eğer brokarlı ölümsüz fark edilmek istemiyorsa ya da onu giyenin canını almak istemiyorsa sıradan bir kıyafet gibi giyilebilirdi. Ancak biri onu giymesini sağlar ve ona emir verirse o kişinin emirlerine uyması gerekirdi. Bu yolu kullanarak gerçek olanı açığa çıkartabilirlerdi, tek dezavantajı biraz tehlikeli olmasıydı. Hua Cheng konuştu, “Ben yaparım.”
Xie Lian kafasını salladı, “San Lang, sen daha önce brokarlı ölümsüzü giymiştin ama hiçbir etkisi olmamıştı. Beki de hayalet krallara karşı etkisizdir? Bunu yalnızca ben yapabilirim.” Dış cübbesini çıkartırken ve ayağının kenarına doğru koyarken bunları söyledi. Hua Cheng kaşlarını kaldırdı ve ona vermek için siyah bir cüppe seçti. O zaman teklifini kabul ediyorum.”
Xie Lian hızla cübbeyi giydi. Tanrıya şükür, tanrıya şükür, Ling Wen’in siyah cübbesinin göğüs kısmı açık değildi ve hiçbir şekilde şehvetli değildi. Oldukça muhafazakar ve düzgün olduğundan giymesi zor değildi. Xie Lian yukarı baktı, “Pekala, şimdi bana emir verebilirsin.”
“…”
Hua Cheng’in sağ eli sol dirseğinin altında, sol eliyle çenesinin altından kafasını destekliyordu, Xie Lian’a baktı, ciddi bir şekilde düşünüyordu ve konuştu, “O zaman, Gege, sana emrediyorum ki…”
Bir dakika sonra beklenen komut geldi. Hua Cheng mutlu bir şekilde gülümsüyordu, “—Ruhsal güçlerimden ödünç al.”
“…”
Tabii ki Xie Lian “ruhsal güç ödünç almak” derken ne kastettiğini çok iyi biliyordu ve neredeyse kafasından dumanlar çıkacaktı. Xie Lian hızlıca cübbeyi çıkarttı, “Bu, bu yanlış olanmış.”
“Ah, ne yazık. Yanlış olan olması.”  Hua Cheng Yakındı.
Xie Lian ifadesini düzeltti, “San Lang, sen… bu doğru değil. Biraz daha ciddi olmalısın, böyle emirler verme.”
Hua Cheng mütevazılıkla cevapladı, “Yeterince ciddi değil miyim? Peki ne tür emirleri kastediyorsun? Gege bu konuda biraz daha spesifik olabilir mi?”
“…” Xie Lian iki kez hafifçe öksürdü ve ciddilikle cevapladı, “Her halükarda beni senden ruhsal güç aldıramazsın. Bunun dışındakiler olur, etrafında dön, iki kez zıpla gibi, ne istersen.”
Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, “Bunun dışındakiler olur, değil mi? Pekala, anladım.”
Ardından Xie Lian’a başka cübbeler verdi, hızlıca giydi ve Hua Cheng’e baktı.
Hua Cheng bir süre ona baktı, “Gege…”
Kısa bir süre sonra kocaman gülümsedi, “Benden ruhsal güç ödünç alma.”
“…”
Çok dikkatsizdi! Hua Cheng bunu nasıl yapar?
Xie Lian hızla cübbeyi çıkarttı, “TAMAM! Bu da değilm…” ama Hua Cheng onu durdurdu, “Bekle, Gege, kim demiş bu olmadığını? Hala kanıtlamadın.”
Hua Cheng’in emri “benden ruhsal güç ödünç alma”ydı. Eğer Xie Lian o cübbenin brokarlı ölümsüz olduğunu kanıtlayacaksa Hua Cheng’in emrine uymalıydı. Yani brokarlı ölümsüz olmadığını kanıtlamak için dediğinin tersini yapmalıydı –Hua Cheng’den ruhsal güç almalıydı.
Sonuç olarak aynı yerde dönmüş ve aynı yere geri gelmişti!
Xie Lian, Hua Cheng'in ciddi yüzüne bakarken sarsılmıştı, “… Sen çok kurnazsın, bunu yapamazsın.”
Hua Cheng kollarını birbirine bağladı, “Neden yapamam? Gege, sen kendin söyledin. Benden ruhsal güç almak dışında diğerlerinin sorun olmadığını söyledin. Verdiğim emri beğenmediğinden ben de tam tersi emir verdim, hala nasıl kurnaz olduğumu söylersin? Senin dediklerine sadık kalmadım mı?”
“…”
Xie Lian karşılık verebilmek için ne demesi gerektiğini bilmiyordu, bir parmağını kaldırdı ve bir süre onu işaret etti, “Sen… sen, ah, sana karşı kazanamam, benimle oynamayı kes!” ardından hiç gecikmeden, aceleyle öptü. Açıkça kimsenin etrafta olmadığını bilse de sanki gözetleme ihtimali olan herkese karşı dikkatliymiş gibi öptükten sonra etrafına bakındı.
Hua Cheng’in yüzünde en küçük bir değişim olmadı, sakince konuştu, “Çok iyi, doğrulandı. Sahiden bu da değilmiş.”
Xie Lian o siyah cübbeyi çıkarttı, “…sakın o emri bir daha verme, tamam mı?”
Hua Cheng ona üçüncü cübbeyi verdi ve gülümsedi, “t-Tamam, tamam. Gege nasıl isterse.”
Xie Lian kendi kendine düşünürken verdiği cübbeyi hüzünle aldı, “San Lang'la baş etmek giderek daha zormuş gibi geliyor… ya da tamamen hayal gücüm mü?”
Hala Hua Cheng'in daha fazla şakacı emirler verebileceğinden endişeliydi ama iki kez ona takılınca Hua Cheng cidden de onunla uğraşmayı kesti. Artık ciddi oluyordu, Xie Lian ise garip hissetmişti.
Ancak sandığın içindeki birkaç düzine cübbeyi denese de Xie Lian hiçbir emre uymuyordu.
Acaba brokarlı ölümsüz burada olmayabilir miydi?
İmkansızdı. Ling Wen onu çoktan çıkarmış olmalıydı ve sandık şeytani bir aura ile lekelenmişti, bu yüzden burada olmalıydı.
Hua Cheng kapının kenarına yaslandı, “Gege, görünen o ki brokarlı ölümsüz bana karşı etkili değil, sana da işlemiyor.”
Sorun neydi?
14 notes · View notes
kahrolasi · 4 months ago
Text
Tumblr media
Öl oğlum bu gece, en kıyağından dayak
yedin sen, ağzını burnunu, bütün
heveslerini kırıldı senin. Sen artık yolda
yürürken bile bir kişi eksiksin. Patlayan
dudağın değil lan, genişleyen damarlarını
tıka. Tıka ki akmasın damarlarındaki kadın. Düşün bir kere yapabilir misin, sen şimdi
aldığın hava ciğerlerine batıyorken, nefes
almak gırtlağını kanatıyorken
etrafındakiler gibi güle eğlene yaşayabilir
misin. Üzerinde bulunduğun yoldan değil,
senin üzerinden geçecek taksiler bundan sonra. Çiçeğe böceğe şiir yazma lan, kadın
sikti belanı. Ayakta duramıyorsun, yemek
yiyemiyorsun, su içemiyorsun,
Sevilmiyorsun oğlum sen, kamburun
kalbinde öleceksin. Ot iç, alkol al, kendini
dibe vur. Saf acı oğlum bu tadını çıkar, anneni arama, sesinden anlar. Kimseyle
konuşma, kötü şeyler yap aklını kır,
mantığını kır, kalbini. Kalbini, Denize at
alma da bir daha. Ne bok yediğinden
habersiz yaşa bir süre, bu bir süreyi kendi
tarihinde öldüğün anla bitir. Öyle "geçer, zaman ilaçtır" edebiyatına hiç girme,
kendini kandırmak o kadar ucuz değil. Bak
oğlum, insan, tercihleriyle yaşar da deme
artık, insan kendisini tercih edenle yaşar.
Sen bir tercih değilsin, sen Prens değilsin,
sen peder değilsin zaten bu da müzikal değil. Kendine gelme bir süre, şarap al iç
gizli gizli canını acıtan aklına gelirse
"pardon", yerine kalbime dön lütfen, de"
Bak oğlum senin mevzun devrime denk
geldi, senin olayın demokratik eylemlerin
ortasına isabet etti. Yani senden daha önemli şeyler var hayatta ve onun
hayatında senin önemsizliğinden bile
önemli şeyler var hayatta kendini bir sik
sanma. Şimdi düşün biraz, hatta
düşünme, yaşadığın güzel şeyleri unutma
onlar "siz"siniz zaten biliyorsun hayatta bir "yaşadıkların vardır bir de
yaşamadıkların" Sen şimdi yaşadıklarını
yanağından öp ve aklında sakla.
Yaşayacağın boktan şeyler onlara
değmesin, tamam mı?
Dinle lan beni, insan hayatında bir kere aşık olur.
Bu o'muydu. Tamam oydu.
Tamam, ellerini tutmak hayatında yaptığın
en romantik şeydi.
Tamam onu öpmek sadece öpmek değil,
bir yıldızı öpmekti. Tamam onunla dans etmek yer yüzündeki
en özgür eylemdi.
-o bir adamın kokusunda sonsuz olacağı
kadındı.
Tamam onun saçlarını bulutlar bir araya
gelerek ensesine dökmüştü. -dudağının kenarına yayılan o gülüşün
aynısı bir de yeni doğmuş bebeklerin
kokusunda vardı.
Tamam hiç bir şarkı onun sarhoş sesinden
daha güzel olamazdı.
Tamam hiç bir intihar onu özlemenden daha sükseli değildi.
Tamam onunla dans etmek ortaklaşa
İsrail'e savaş açıp kazanmak gibiydi.
Tamam lan tamam, boynu Prag
meydanlarındaki kuğulardan hediyeydi.
Tamam yeryüzünde sevilebilecek en muhteşem şeydi..
Tamam köprücük kemiği tarihin en
sanatsal eylemiydi..
- bütün sokaklara onun ismi verilmeliydi..
Tamam okyanus olmaya son derece
elverişliydi.. Tamam kalbin seni göğsünde onun avuç
içlerindeydi.
Tamam iki şişe şarap ile "belki" diye
beklemek bariz yenilgiydi..
Tamam, senin kaburgaların sevgiden kafes
onun kanatları özgürlük derdindeydi. Tamam, oğlum sen öl bu gece,
Bu sana en çok sevdiğin şeyden hediyeydi.
Unutma...
15 notes · View notes
pandorababa · 2 months ago
Text
GÖRÜCÜ USULÜ // BXB
21 | Alışveriş
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
Tumblr media
Medya: Melih Şarkı: Tarkan - Başına Bela Olurum
Tumblr media
youtube
"Gitgide alışıyorum sana. Hiçbir alışkanlık bu kadar güzel olamaz..." 
-Ümit Yaşar Oğuzcan. 
* * *
Atakan onu gördüğü ilk gün başına bunların geleceğini hiç tahmin etmemişti. Kalbinin birine tekrar atacağını, yine bir ergen gibi elinin ayağına dolanacağını, yeniden aşık olacağını... Ama olanlar olmuştu işte. Her geçen gün Melih'e biraz daha alışmış, alıştıkça da aşkın büyüsüne daha kolay kapılmıştı. Ve bu, alışkanlıkların en güzeliydi.
Aytaç'la yaptıkları telefon konuşmasından sonra Melih'e takım elbise almak amacıyla yola koyulmuş, tatlı tatlı sohbet ede ede on beş dakika sonra caddede bir AVM'de almışlardı soluğu. Hızlıca -Atakan'ın da ısrarıyla- birer lahmacun gömdükten sonra da sıra sıra dizilmiş erkek giyim mağazalarının olduğu kata çıkmışlardı vakit kaybetmeden. 
"Bitti yani her şey kesin olarak?"
Mağazalardan birine girerken teyit etmek ister gibi bir kez daha sordu Atakan. Melih'in kız kardeşiyle romantik bir ilişkisinin olmadığını zaten biliyordu ama yine de bu güzel haberin gerçek olduğuna inanası gelmiyordu bir türlü. O yüzden tekrar sorma gereği duymuştu.
"Bitti de... Biraz tek taraflı bitti sanki."
Atakan'ın kalbi sıkıştı. 
"Nasıl yani?"
Melih onun yüzünün aldığı şekle anlam veremeyerek güldü. Cana yakın bir gülüştü bu.
"Demek istediğim... Biz yalandan ilişkimizi bitirdik ama annelerimiz yalandan dünürlüğü bitiremedi."
Atakan rahat bir nefes aldıysa da hemen sonra garip bir açıyla kaşlarını kaldırmıştı.
"Bi' dakika bi' dakika! Benim annem ve senin annen... ilişkinizi bitirmenizi istemiyor? Öyle mi?"
Melih de bir mânâ veremiyordu buna:
"İlginç ama evet. Ne kadar 'Biz artık konuşmak istemiyoruz.' dediysek de vazgeçiremedik. 'Az daha tanıyın birbirinizi, hemen kestirip atmayın.' deyip durdular. Bizi çok yakıştırdılar herhalde..."
Yakıştıracağım ben şimdi birini birine... Zorla güzellik mi olur ya? diye geçirdi içinden Atakan. Siniri bozulmuştu bu emrivakiye.
"El mahkum, bir süre daha rol kesip işler ciddiye binmeden 'Denedik olmadı.' diyeceğiz herhalde. Ama bunu benim tek başıma demem de bir şey ifade etmez. Şebnem'le danışıklı dövüş yapıp aynı zamanlarda, iki tarafı da işkillendirmeden söylememiz lazım. Gerçi... kafedeki olaydan sonra Şebnem'le aramız limoni. Anlaşmayı açığa döktüm ya. Sen öğrendin falan... Sinirli bana. Yüz yüze oturup konuşma şansımız olmadı o yüzden. Telefondan da en fazla bu kadar yönetebildik krizi. Annelerimize boyun eğerek..."
Atakan, Melih'in bu durumdan epey rahatsız olduğunu konunun bahsi geçince bile neşesinin kaçmasından, suratının iki karış olmasından anlamıştı. Onun asık yüzünü görünce sanki içinden bir şeyler kopuyormuş gibi hissetmesi de cabası... Bu yüzden tüm kalbiyle onu teselli etmek için aralamıştı biraz sonra dudaklarını:
"Aldırma. Sen doğru olanı yaptın Melih. Sakın bunun için kendini kötü hissetme. Ben o gün kafede sizi basıp olay çıkartmasaydım, kim bilir daha ne kadar onun elinde oyuncak olacaktın? Daha hangi mekânlarda, hangi konulara manken olacaktın?"
Başını yana eğip vakur bir duruşla devam etti konuşmasına.
"Tamam... Bahsi geçen kişi benim kız kardeşim. Ama eğri oturup doğru konuşalım. Burada utanıp mahcup olması gereken biri varsa o sen değilsin, Şebnem. Yüz vermişsin, astarını istemiş Küçük Hanım (!) Bir de güya ailemizin gözünde kendini aklayacakmış. Karga bok yemekten vazgeçer mi? Ne demek ya elin oğluyla evcilik oyunu oynamak? Adım gibi biliyorum ben onun sırf o Caner puştunu kıskandırmak için böyle bir işe kalkıştığını ama... Neyse daha konuşmayayım şimdi senin yanında. Aile meselemiz."
Sen 'aile meselemiz' deyip susarsın ama kız kardeşin senin nişan atma olayını elin oğluna ballandıra ballandıra anlatır. Ah be Atakan... Bazen harbiden üzülüyorum senin için.
Melih iç sesini susturmaya çalışarak onayladı Atakan'ı başını sallayarak. Her ne kadar sonlara doğru biraz atarlanmışsa da güzel bir teselli sayılırdı bu dedikleri. 
"Ya, orası öyle de..."
Reyonlara göz gezdirirken hâlâ içine sinmeyen bir şeyler vardı:
"Ne bileyim? Keşke en başta ben kabul etmeseydim. Şimdi işler buralara gelmezdi."
O zaman seni tanıyamazdım ki? diye geçirdi içinden Atakan. Ama aklından geçeni ona olduğu gibi söyleyemeyeceği için Melih'in mahcup ifadesine karşılık sırtını sıvazlayarak "Boş ver, takma kafana. Olan oldu bir kere." diyebildi sadece.
"...Her şey zamanla hallolur, sen bana güven."
Ama Melih yine de tedirgindi:
"Bilmiyorum Atakan. İki günden aileler tanışıp kaynaşmak ister diye ödüm kopuyor. Ama neyse... şimdi bunu düşünmeyeceğim. Doğru diyorsun, bize biraz zaman lazım. En azından annemlerin hevesinin geçmesi için..."
Birazdan bir görevli gülümseyerek yanlarına geldiğinde konuşmaları yarıda kesilmişti.
"Buyurun efendim, ne aramıştınız?"
Atakan ve Melih bir an birbirlerine baktılarsa da ilk konuşan Atakan olmuştu.
"Abicim bizim yarına bi' düğünümüz var. Şöyle güzel, sofistike bir şeyler arıyoruz. Rahat olsun ama... Anahtar kelimemiz: Rahatlık." 
Son anda tekrar Melih'e bakarak eklemişti bu detayı. Çünkü Melih'in gündelik hayatında da içinde rahat edeceği parçaları seçtiğini çok iyi biliyordu. Takım elbise de giyse tabi ki rahatlığından ödün vermek istemeyecekti.
"Hay hay efendim, beni takip edin lütfen. Size yeni koleksiyonumuzdan parçalar göstereyim."
Takım elbiseli, yakışıklı, janti mağaza görevlisinin peşine takılıp kocaman mağazanın derinliklerine doğru yolculuğa çıktıklarında Melih'in telefonu cebinde titremeye başladı. Delikanlı durup ekranına bakarken, Atakan çoktan görevlinin peşinden arka taraflara ilerlemişti. Melih için bulacağı güzel parçaların heyecanı vardı içinde.
(Şebnem Polat arıyor...)
Melih, arayanın o olduğunu görünce bir an şaşırdıysa da tereddüt etmeden açıp kulağına götürmüştü telefonu. 
"Efendim Şebnem?"
Dünkü tartışmadan sonra (İstemeden de olsa ona sesini yükseltmişti.) baya bir trip yiyeceğinden emindi. Şimdi ilk onun araması garip gelmişti hâliyle. Bir şey mi olmuştu?
"Hah, Melih... Sana bir şey söyleyeceğim ama panik yapma olur mu?"
İnsanlar "Panik yapma." dediklerinde aslında "Panik yap ama belli etme." demek isterlerdi. Melih bunu çok iyi biliyordu.
"Şebnem n'oldu? İyi misin?"
Şebnem'in sesi epey endişeli, hatta korkmuş geliyordu:
"Ya sorma... Sabah annen bizi Gelin Hamamı'na çağırdı. Senin bir arkadaşın mı ne evleniyormuş. Annen çok ısrar edince biz de gittik. Okey, başta her şey güzeldi. Yedik, içtik, eğlendik. Ama sonra şey oldu..."
"Ne oldu?"
"...Hatun teyze bayıldı."
"Ne?!" 
Melih bunu duymayı beklemiyordu. Endişelenmişti ister istemez.
"Nasıl oldu, bir düzgünce anlatır mısın olayı?"
Şebnem koşturmasına bir son vermiş olsa gerek, sakince anlattı olayı:
"Ya işte... Abla beni evire çevire keselerken, kazayla peştemalım kaydı. Annen de belimdeki dövmeyi gördü. 'Kızım o ne belindeki? Kına mı?' falan diye sorunca ben de 'Kalıcı.' dedim. Demez olaydım. Kadıncağız önce bir çığlık attı, sonra da göbek taşına yattı kalkamadı. Tansiyonu düşmüş galiba, bayıldı. Ay hayır yani... Bu ne drama queenlik anlamadım ki. Sanki ilk defa dövmeli kız gördü."
Melih elinde olmadan algıda seçicilik yapıp annesi hariç hiçbir detayı dinlememişti.
"Annem nasıl şimdi? İyi mi?"
"İyi iyi... Apar topar hamamın revirine getirdik. Serum falan bağladılar, kendine geldi. Ciddi bir şeyi yok yani. Gözünü açar açmaz 'Sıcaktan oldu herhalde. Melih'i aramayın, endişelenir çocuk.' falan dedi ama benim içim rahat etmedi. O yüzden aradım seni haberin olsun diye. Ayrıca bir şey diyeceğim... Sıcaktan falan bayılmadı annen. Gayet de keyfi yerindeydi keselenirken. N'olduysa, dövmemi görünce oldu. Hayır anlamadım, dövmeli kızdan gelin olmaz mı yani? Nedir?"
Ani gelen rahatlamayla o ana kadar tutmuş olduğu nefesi bir anda dışarı üfledi Melih. Annesinin iyi olduğu haberi içine su serpmişti. Olayın magazin kısmıyla pek ilgilenemeyecekti. Tam bir vakit kaybı olurdu çünkü.
"İyi yapmışsınız. Sağ ol, annemle ilgilendiğin için."
Şebnem uzun süre sessiz kaldı. Konuşmanın devamında ne diyeceğini bilemiyordu. Dün telefonda -çirkin bir şekilde- tartıştıklarından beri kendini kötü hissediyordu. Annelerinin inadı yüzünden Melih gibi iyi, saf, temiz kalpli birini üzmüş olmak canını sıkıyordu. Bütün plan ve sorumluluk kendine ait olmasına rağmen üste çıkmak ve Melih'i suçlamak bencilce bir hareket olmuştu. Farkındaydı.
"Melih... ben özür dilerim."
Melih afalladı.
"Ne için? Pardon?"
"Ya duydun işte. Uzatmasana. O kelimeleri bir araya getirip söylemek benim için ne kadar zor, sen biliyor musun?"
Şebnem uzun zaman sonra utanma duygusunu yeniden kazanmış gibiydi:
"Dün akşam... Biraz kabalık ettim sana telefonda. Gündüz kafede olanlardan dolayı hâlâ sinirliydim. Bir de sen üstüne 'Oyunu bitirelim artık.' deyince... Patladım birden kusura bakma. Halbuki her şeyi ben planlamıştım. Senin bir suçun yoktu..."
Melih elinde olmadan sırıttı. Şebnem'in hatasını kabul etmesi bir nebze yükünü hafifletmişti. Sonunda ortada buluşabilecekleri bir zemin oluşmuştu hiç değilse.
"Ha dertsiz başıma dert açtığını kabul ediyorsun yani? İyiymiş. Özeleştiri yapabilmene sevindim."
Şebnem o görmese de göz devirdi. Daha fazla ezik duruş sergilemeyecekti. Zira pişmanlık en nefret ettiği duyguydu. Hemen başından savdı bu özür muhabbetini:
"Neyse ne... Annenin durumu iyi. Endişelenecek bir şey yok. Benim annem yanında şimdi, ilgileniyor onunla. Akşama da kına varmış. Gelinin yanından ayrılmayacaklar yani anlayacağın. Ama bana afakanlar bastı Melih. Benim acilen buradan kaçmam lazım. Neredesin sen? Konum at da yanına geleyim, konuşuruz." 
Melih bir an durup uzakta görevlinin tuttuğu takımları inceleyen Atakan'a baktı. Yeniden konuştuğunda sesi biraz tereddütlüydü:
"Yanıma gelmek istediğinden emin misin?"
"Evet, niye?"
Melih dudaklarını dişledi biraz gergin. İki kardeşin yan yana nasıl hareket edeceklerini merak ediyordu. 'Kavga etmeden kaç dakika dayanabilirler acaba?' diye düşünmeden edememişti.
"Şey... Abin de burada. Bir sıkıntı çıkmasın? En son kavga etmiştiniz."
Şebnem'in sesi hiç de endişeli gelmiyordu:
"En son seninle de kavga etmiştik hatırlarsan? Bir şey olmaz. Ayrıca ben doğduğumdan beri o kıroyla aynı evde yaşıyorum. Sen kimin için endişeleniyorsun hayatım? Gönder hadi konumu, yarım saate oradayım."
O da abisi gibi inattı. Bu yüzden hiç vazgeçirmeye uğraşmadı Melih. Bir tanesi yetip artarken, iki Polat'la nasıl uğraşacağını düşünerek telefonu kapatıp konum yolladı Şebnem'e. O gelmeden burayı terk etmiş olmayı umuyordu ama... Atakan'ın kollarına dizdiği takımlara bakılırsa, buradan o kadar da çabuk çıkamayacaklardı anlaşılan. 
"Melih! Neredesin, Melih?! Gelsene buraya!"
Atakan'ın pazar esnafı gibi bağırarak kendisine seslendiğini duyunca adımlarını onun olduğu tarafa yöneltti vakit kaybetmeden.
"N'aptın? Bulabildin mi ✨sofistike✨ bir şeyler?" 
Melih'in takılmak için sorduğu bu soru Atakan'ı gülümsetmişti. 
"Buldum gibi... Bir sabit dur bakayım."
Atakan koluna dizdiği askılıklarda duran gömlek-ceket kombinlerini -ona yakışıp yakışmayacağını gözüyle ölçmek için- sırayla Melih'in üstüne tutup 'Bu değil, bu da değil, bu hiç değil...' dercesine değiştiriyor; dakika başı görevlinin elinden -kumaşı farklı- başka bir siyah takım elbise alıp onun üstüne tutuyordu.
"Merak etme Melih, seni jilet gibi yapacağım." dediğinde, Melih gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı kuvvetle. 
Daha düne kadar 'Bacımla ilgili hayaller kuramazsın. Zeytin dalını bir tarafına sokarım. Bıdı bıdı...' diyen adamın şimdi ona karşı bu ilgili hallerini komik bulmuştu. Ama yine de sesini çıkartmadan bir süre kurbanlık koyun gibi hareketsiz kalmaya razı oldu. Bir yandan da karşıdaki kocaman aynada kendini, üzerine tutulan hilkat garibesi kara kara takım elbiseleri ve adeta kendinden Junior bir Atakan çıkartma hevesiyle yanıp tutuşan Atakan'ı inceliyordu. Fakat bu manzaraya en fazla beş dakika dayanabilmişti.
"Ohooo! Oğlum bunlar ne ya? Bırak, bırak..."
Üzerine tuttulan takımları itekleyerek kendinden uzaklaştırdı Melih. 
"Hayret bi' şeysin ya! N'apacağız? Buradan çıkınca Karadenizli mafyaların dizisine figüran mı olacağız? Ulan bir insan ne diye gömleğine kadar siyah giyer? Onu da anlamıyorum ya, neyse..."
Bu hafif sitemli, hafif alaylı eleştiri karşısında görevli bıyık altından gülerken, Atakan'ın ciddiyet saçan gözleri onunkilerle buluştuysa da Melih sululuğundan asla taviz vermedi. Aksine, Atakan'ın gücenmiş suratıyla daha bi' keyiflendi.
"Ne bakıyorsun lan öyle kötü kötü? Bir de 'Az buçuk tanıdım artık seni.' falan diyordun arabada gelirken. Bu mu lan beni tanımış hâlin? Dolabımı da gördün üstelik. Ben bu kadar siyah giymiyorum ki oğlum. Kendine mi seçtin bu takımları? Kaldır hepsini kaldır, gözüm görmesin."
Melih yarım ağız gülerek konuşmuştu ama Atakan buna epey bozulmuş gibiydi. O kadar uzun zamandır siyah giyiyordu ki, farkında olmadan eli önce siyah takımlara gitmişti. Ne yapsın? 
Ama yine de her zaman olduğu gibi kuyruğu dik tutacaktı.
"Allah Allah! Aslanlar gibi siyah takım işte, nesi var? Akarı yok kokarı yok. İstediğin beyaz gömlek olsun, içine gene giyerdin. Ama yoook... Beyefendi ille bizi mafya dizisine figüran yapacak. Nankörsün lan sen! Pis nankör!"
"Nankör mü? Ben?"
Melih sinirleri bozularak başını eğip burun kemerini sıktı kısa bir anlığına. Atakan'la makul bir zeminde buluşacaklarına olan inancı giderek azalıyordu. Her an alışverişi siktir edip düğüne eşofman takımıyla gitmeye karar verebilirdi. Ama neden pes eden o olsundu ki?
Derin bir nefes alarak zihninin içinden çıktığı gibi ortama geri döndü Melih. Birlikte geçirdikleri bu kadar zamandan sonra elbette şirret bir Atakan Polat ile nasıl baş edileceğini öğrenmişti. Sonuna kadar sakinliğini koruyacak ve makaraya devam edecekti.
"Dün akıllıydım, sanayide tulum giyiyordum. Bugün ise bilgeyim, siyah takımı reddediyorum."
"Ne?"
Atakan'ın yüzünde beliren alık ifadeye 'Zınk Erenköy!' diyemeyeceği için kahkaha atmakla yetindi Melih. Deminden beri gülmemek için kendini sıktığı için yanakları kızarmıştı şimdi.
Tumblr media
Atakan onun kahkaha atarkenki doğallığını ve yer çekimine yenilerek alnına düşen sarı tutamları seyretti bir süre hayranlıkla. Neredeyse hiç çaba harcamadan almıştı bütün gerginliğini yine. Bu çocukta farklı bir şeyler vardı.
"N-Ne? Neye güldün bu kadar?"
Dilini yanaklarının içinde gezdirerek bundan rahatsız olmuş gibi görünmeye çalıştı ama bıraksalar dikildiği yerde saatlerce onu izleyebilir, hatta biraz cesareti olsa tutup öpebilirdi de.
"Ulan Atakan..."
Melih ufak kıkırtılarla kendini toparlarken 'Acaba derdimi anlatabildim mi?' diye düşünüyordu. Aytaç'ın düğününe Atakan'ın ucuz bir kopyası olarak değil, kendi gibi gitmek istiyordu. Mümkünse renkli...
"Hiç güleceğim yoktu var ya. Allah da seni güldürsün."
Amin, dedi Atakan içinden. 
Duam belli, duyan belli.
Melih gülmekten yaşaran gözlerini elinin tersiyle sildikten sonra muzip bir tonda "Tartışmaya nokta koymak için 'Zevkler ve renkler.' diyeceğim ama sen şimdi onun için de kavga edersin benle." dediğinde görevli de güldü onunla beraber. Atakan anında kurulmuştu:
"Şş��... N'oluyor birader? Sen niye gülüyo'n bizim aramızdaki mevzuya? Komik mi?" 
"P-Pardon, kusura bakmayın."
Atakan'ın atarlı çıkışına ve sert bakışlarına maruz kalınca bir tatsızlık çıkmasın diye elindeki askılıklarla beraber ufak ufak uzaklaştı görevli ama ilgili bakışları hâlâ Melih'in üzerindeydi. Her ne kadar Melih fark etmemiş olsa da Atakan bunun gayet farkındaydı. Ve Melih bunu gay olmadığı için (ya da gay radarı olmadığı için) değil, tamamen saf olduğu ve herkesi kendi gibi iyi niyetli sandığı için göremiyordu. 
Her güzelin bir kusuru vardır, diye iç geçirdi delikanlı. Melih'in süt gibi temiz olması ona aşık olma nedenlerinden biriydi zaten. Kaldı ki, küfür ederken bile (sinkaflı küfürleri bir kenara bırakırsak) "lan" ve "anasını satayım" dan ileri gidemeyen biri için çok da elzem bir özellik değildi bu gay radarı. Pekâlâ Atakan onun yerine yapabilirdi bunu. Ve diğer tüm pis işleri...
Yeter ki Melih yanında ve güvende olsun.
"Ulan Atakan ne kasıntısın ya... Niye tersliyorsun adamı? Gülemez mi?"
Sırıttı elinde olmadan: 
"Komikti ayrıca. Sen de güldün, gördüm."
Atakan onu duymamış gibi yüzünü buruşturup bakışlarını etrafındaki diğer raflara ve askılıklarda gezdirmeye başladığında "İlle herkes tek tip mi olacak?" diye sordu Melih düz bir sesle.
"...Bırak kim neye gülerse gülsün. Kim ne renk giyerse giysin. Düğüne gidiyoruz, mahkemeye değil. Sal kendini biraz. Neşelen ya!" diye isyan etti sonunda delikanlı. Atakan'la ikinci boktan kavgalarını ettiklerine inanamıyordu.
"Hee... Bırakayım da Cizreli Aziz Amca gibi git düğüne. Çorabına kadar turuncu, kırmızı falan..? Kafana da sim dökeriz?"
"Ulan..."
Melih alt dudağının içini dişleyerek sert sert baktı bir süre. Hem ona 'Neyin var lan senin?! İstediğimi giyerim. Sana ne?!' diye çıkışmak istiyor; hem de bu kadar küçük, siktiri boktan meseleden olay çıkartmak istemiyordu. Bu yüzden derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı.
Öte yandan, Atakan onu kızdırdığının gayet farkında fakat geri adım atmayan bir pozisyonda durmaya devam ediyordu. Giyim kuşam, hassas olduğu birkaç noktadan biriydi. Karşısında kim olursa olsun, moda anlayışını sorgulanmasını asla olgun karşılayamıyordu. Bu yüzden Melih'in ısrarla onun tarzını eleştirmesi hoşuna gitmemişti. O da çareyi onun "renk" muhabbetine takılmakta bulmuştu. Ama bu çocukça bir kayıkçı kavgasından başka bir şey değildi tabi. Melih de zaten ciddiye almamış, gülüp geçmişti. Sinirlenince de susmuştu. Ciddiye alsa kavga çıkardı. Ne gerek vardı? 
"Tamam ulan, tamam... Ağlama."
Elini uzattı ona doğru.
"Hadi ver hangisini beğendiysen de giyeyim, üstümde gör. Gönlün olsun."
Atakan'ın gözleri parladı birden. Mağazaya girdiklerinden beri istemsizce Melih'in onun gibi göründüğü bir senaryo çiziyordu kafasında. Çocuksu bir heyecanla 'Baştan aşağı siyah giymiş bir Melih nasıl görünür?' diyordu içinden. Ve birazdan görecekti. Ayrıca... Melih'in hiç istememesine rağmen sırf onun gönlü olsun diye siyah giymeyi kabul etmesi de onu gözünde bir üst konuma yükseltmişti farkında olmadan. Atakan bu fedakârlığı en son tabağındaki karnıyarığı kendi tabağına koyup yediğinde görmüştü. Bir de şimdi görüyordu. Ve Melih'in gözlerindeki merhamet timsali yumuşak ifadeye bakılırsa... Daha da görecekti. 
Melih gerçekten merhametli bir insandı. Ve Atakan'ın onu sevme sebeplerinden biri de kesinlikle buydu.
Emin olmak için sordu:
"Harbi mi?!"
Atakan'ın ona uzattığı takımı alırken güldü Melih pes ettiğini belli eder biçimde, muzip.
"Harbi." 
'Ne takımmış arkadaş, giyeyim de bitsin şu tantana.' diyordu içinden de. Asla bir mağazada bu kadar oyalandığını hatırlamıyordu. Takımı aldığı gibi kabinlere doğru ilerledi. Yaklaşık on dakika sonra daracık kabinde cebelleşe cebelleşe eteklerini siyah kumaş pantolonun içine soktuğu, jilet gibi ütülü siyah gömleğin yakalarını düzelterek kabinden çıktığında Atakan da görevli de bakakalmıştı ona.
"Al sana siyah takım!"
Melih bir eliyle saçlarını geriye atarken diğer elinin parmak uçlarına astığı siyah ceketi omzuna atıp özgüven dolu bir edayla karşısındaki dev aynaya doğru birkaç adım yürüdü. Bu takım onu olduğundan daha geniş omuzlu, daha uzun boylu göstermişti sanki. Ve... Tam da olmaktan korktuğu kişilere, o bayat mafya dizilerindeki façalı elemanlara benzemişti. Üstelik, bu kadar sarı bir mafya da görmemişti hiç. Kendisi ilk oluyordu. Gülesi geldi.
"Nasıl olmuş?"
Atakan gözünü kırpmadan onu seyrediyor; sanki ayaklarına beton dökülmüş gibi olduğu yerden bir milim oynamıyordu. Tahmininden daha çok yakışmıştı siyah Melih'e. Belki beyaz giyse bu kadar dikkat çekmezdi, diye düşündü Atakan.
Melih bu takımın içinde muhteşem görünüyordu. Hafif güneşten kızarmış buğday teni, ara ara altın ışıltılarla parıldayan sarı saçları, aralık pembe dudaklarının altında köşeli çenesi ve boynunun iki yanında uzanan siyah yakalar... Ölüm gibi bir şeydi onu seyretmek ama ölmüyordu.
"G-Güzel... Çok güzel olmuş. Tam oturmuş üstüne. Potluk falan da yok..." diye geveledi Atakan, gözlerini bir an olsun ondan ayırmadan.
"Hakkaten hee... Tam bedenimi bulmuşsun, aferin."
Olduğu yerde sağa sola dönüp poz vererek aynada kendini inceledi Melih. Uzun zaman sonra ilk defa üstüne bu kadar oturan bir şey giyiyordu. Genelde kıyafetleri ya bol ya uzun ya da dar olurdu. Bolsa salaş giyer, uzunsa paçasını kıvırır, darsa kışın içine giyer ya da en kötü ihtimalle temizlik bezi yapsın diye annesine verirdi. O da babası gibi 'Ne gerek var kıyafete çok para harcamaya?' derdi. Hatta okula giderken babasının gençliğinde giydiği hırkaları, gömlekleri, ceketleri kombinler; soran olursa "Vintage bunlar." deyip devam ederdi. Sevmezdi alışverişe çıkmayı. Hem buna ayıracak bütçesi yoktu hem de AVM'ler başını döndürüyordu. Ayrıca günlük kıyafetlerin marka ya da çok şık olması gerekmediğini biliyordu. Melih'e göre eski de olsa temiz giyinmek yeterliydi. Tabi bu da Melih'i başkalarının karşısında ✨pespaye✨ gösteren birkaç nedenden biriydi. Hele ki her giydiği marka olan bir ağır abinin karşısında...
"Dur bir dakika, ceketi de giyeyim."
İki parmağıyla omzuna astığı ceketi düzgünce kollarından geçirip sırtına giyerken "...Bir de böyle bak." dediğinde, Atakan heyecanını gizleyemeyerek gülümsedi kocaman. Bu da laf mıydı? Zaten kabinden çıktığından beri gözlerini ondan alamıyordu ki.
"Nasılım?"
Melih cilveli bir edayla kendi etrafında dönüp -kendince- havalı bir bakış attı ona. Farkında olmadan kalbini tam 12'den vurmuştu yine.
"Eee tabi..."
Atakan onu baştan aşağı süzerken kalp atışlarını dizginlemeye çalışarak  "...Bütüne baktığımızda çok klas göründüğünü söyleyebilirim." diye devam etti futbol yorumcusu gibi. Sakinliğini korumakta zorlanıyordu. 
"Şaptın şeker oldun!" diye ekledi gergince gülerek. Saçmalamıştı ama elinde değildi. Bakmalara doyamadığı Melih, onun için seçtiği takımın içinde parıl parıl parlarken dilinin tutulmadığına şükrediyordu.
"Ne diyorsun oğlum? Olmuş mu olmamış mı?"
"Ehe, eee... Olmuş olmuş! Çok güzel olmuş."
"Ay inanmıyoruuum!" 
Tam Melih başını çevirmişken ve eline onu doya doya izleme fırsatı geçmişken, arkalarından gelen cırtlak sesle yerinden sıçradı Atakan birden. Panikten eli ayağına dolanmıştı.
"...Melih!! Bu sen misiiin?"
Melih ve Atakan aynı anda birbirlerine bakıp gözlerini mağazanın kapısına çevirdiler hemen. Bu tiz sesi nerede duysalar tanırlardı.
"Ş-Şebnem?"
Şebnem abisinin -sanki iş üstüne yakalanmış gibi- şaşkın bakışlarına ve bocalayan hareketlerine aldırmadan yanlarına gelirken, bir yandan da tepelerine eleştiri yağdırıyordu:
"Hayatım kim giydirdi ya seni böyle kara böcek gibi?"
Melih bir an istemsizce dudaklarının arasından bir kıkırtı kaçırdıysa da Atakan'ın demir gibi sert bakışlarıyla karşılaşınca tuttu kendini.
"Eee... Şey..."
İki kardeş arasındaki negatif elektrikten o da nasibini alacak gibiydi. Bu yüzden her ikisinin de ne lehine ne aleyhine bir şey söyleyip de okları kendine çekme riskini göze alamamıştı.
Tumblr media
Sonunda dilinin bağı çözüldüğünde "H-Hoş geldin Şebnem." diyebilmişti sadece. 
"Pek hoş bulmadım! Ama neyse..."
Şebnem hafif iğneli bir sitemle elleri belinde ikisine tepeden bakarken, yutkunup en iyisi susmak, diye geçirdi içinden Melih. 
En iyisi susmak ve olacakları izlemek...
"...Altın gibi çocuğun ışığını söndürmüşler ya resmen! Kim yaptı bu kötülüğü sana Melih? Ay dilim varmıyor ama... Abime benzemişsin. Tövbe tövbe..."
Atakan yüzünü buruşturdu kardeşine dönerken:
"Senin ne işin var burada lan?! Nereden öğrendin burada olduğumuzu? Ayrıca ne olmuş Melih bana benzediyse? Bununla bir sorunun mu var?"
Onunla göz teması bile kurmadan direkt laf sokmaya girişti Şebnem. Abisiyle uğraşmak için her zaman formundaydı:
"Yooo benim ne sorunum olacak? Ama görünüşe bakılırsa senin bizimle epey bir sorunun var. İlk buluşmada çocuğa 'Bacımla yanınızda ben olmadan buluşamazsınız. Bensiz bir yere gidemezsiniz car curt.' diye esip gürledikten sonra, ilk fırsatta beni ekip gizli gizli buluşmak ne oluyor abicim? Bir de bana 'Ne işin var burada?' diye soruyorsun. Asıl senin ne işin var burada pardon? Hani hiç haz etmiyordun sen Melih'ten?'İtici ana kuzusu.' diyordun.'Bir tokatlık canı var diyordun.' N'olduu? Başına saksı falan düştü herhalde? Pek bi' kaynaşmış gördüm sizi."
Şebnem'in taramalı tüfek gibi ardı ardına soluksuz konuşmaları Atakan'ın içini şişirmişti. Derin nefes alarak, bıkkınlıkla cevapladı bütün soruları delikanlı:
"Ya bi kes kızım ya! Amma tatava yaptın. Erkek erkeğe buluşmada ne var? Sen yalnız buluşamazsın dedim, o kadar. Adamı kontak ediyorsun iki dakkada ya, Allah Allah... Hem biz Melih'le ✨kanka✨ olduk. Kankamla da buluşamayacaksam kimle buluşacağım anasını satayım? Sen de bi' alemsin."
Kanka mı? 
"Ne?"
Melih garip bir açıyla büktüğü kaşlarıyla gülmeye başladı içine içine. Atakan'la samimiyeti bu kadar ilerlettiklerini kendi de bilmiyordu. Komiğine gitmişti. Sonuçta esip gürleyip azarlama faslından bağırmadan konuşma, insanca muamele etme faslına yeni geçmişlerdi. Kanka olduklarını pek sanmıyordu Melih. 
Öte yandan Atakan da bu söylediği lafa gülmek istemişti ama yüzünü ifadesiz tutmaya o kadar alışmıştı ki artık, mimik oynatmamıştı.
Şebnem ise sadece kıskançlıkla karışık bir şoka girmiş gibiydi. 
"Hah! Kankas��nız demek? Ne yani sevap olsun diye müstakbel kankana (pardon eniştene) damatlık bakmaya geldin buraya?"
Müstakbel enişte derken? 
"Ne damatlığı salak? Melih'in arkadaşı ev-"
"Benim yerime sen mi evleneceksin yoksa Melih'le?" Şebnem nefes almadan konuşuyordu. 
"...Eğer öyle bir niyetin varsa abicim baştan söyle, aradan çekileyim."
Hassiktir...
Melih duydukları karşısında kahkahalarla gülmemek için dudaklarını dişleyerek -herhangi bir şiddet içerikli eyleme karşılık- Şebnem'i korumak için aralarına girmiş beklerken; Atakan nutku tutulmuş vaziyette, öylece kalakalmıştı. 
"...Bilirsin, aşka saygım vardır benim." 
Şebnem hiçbir şey bilmeden her şeyi bilmesiyle soğuk duş etkisi yapmıştı abisine. 
"N-ne diyorsun kızım sen?..."
Delikanlı bir an diyecek kelime bulamayıp bocaladıysa da, ilk şaşkınlığı attıktan sonra gözlerinden ateşler saçarak "NE ALAKASI VAR LAN?!" diye çıkışmıştı öfkeyle. Sesinin bu kadar gür çıkması genç kızı olduğu yerde titretirken, Melih'e yüzünü dirseğine gömdürerek güldürmüştü. 
"Ahahhaha!"
"Off! Kulak zarımı patlattın be! Ne böğürüyorsun ayı gibi?"
Atakan hızını alamayıp Şebnem'in üzerine yürüdü bir an. Yanakları kıpkırmızı olmuştu.
"Aradan çekilecekmişmiş... Ayarsıza bak!" 
Melih'in arkasından uzanıp Şebnem'in kafasını itti işaret parmağıyla sertçe. Kızın kafası araba konsolundaki oyuncak köpeğin kafası gibi bir ileri bir geri sallandı iki saniyeliğine. Melih bu görüntüye kahkahayla gülmek istese de insanlık vazifesini yapmalıydı.
"Hey hey! Sakin. Atakan..."
Melih anında gülmeyi kesip kollarını açarak iki kardeşin arasında etten bir duvar oluşturduysa da Atakan şu an onu görmüyordu.
"Kızım sen kuaförde fön çektire çektire yaktırdın galiba en sonunda o fındık beynini! Kafada kurup kurup sarıyorsun millete. Hatırlat da bi' ara doktora götüreyim seni, kalıcı hasar var mıymış bi' baksınlar kafanın içine. Saçma sapan konuşuyorsun!"
Şebnem alnını ovalayarak göz devirdi abisine:
"Off... Şaka yaptık herhalde! Abartmaz mısın?"
Kız kardeşi elbette onun yönelimini bilmiyordu ama az önceki ima Atakan'ın tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Çünkü Şebnem bu durumunu "EN" bilmemesi gereken kişiydi. 
Çünkü Şebnem bilirse, herkes bilirdi.
"Neyse... Güleyim de boşa gitmesin bari bu acınası laf sokma çaban. Hayır, nereden bulursun bu lafları da bilmem ki? Hakkını yemeyeyim ama son kalan iki beyin hücrenle iyi iş çıkarıyorsun. Tebrik ederim."
"Kes lan!"
Şebnem abisini tiye alarak, sanki onu hiç duymamış gibi yargılayıcı bakışlarını Melih'e çevirdi bu sefer:
"Sana da teessüf ederim Melih. Gerçekten... Ben bu oyunu iki kişilik sanıyordum. Üçe çıkartmışsın, şoktayım."
Melih ne diyeceğini bilemedi. Ama az çok tahmin edebiliyordu şimdi maruz kaldıkları bu tavrın asıl sebebini. Şebnem şımarık yetişmiş (bir evin bir kızı) bir çocuktu. Ayrıca da eski sevgilisini hâlâ unutabilmiş değildi. Tabi ki Melih'i çok sevdiği için (!) abisinden kıskanmıyordu. Melih onun için bir oyuncaktı ve her çocuk oyuncağı elinden alındığında yaygara koparırdı. 
"Biliyorsun ki, annelerimiz bizim konuşmaya devam etmemizi istiyor. Bir süre daha oyunumuza devam edeceğiz. Yani, teknik olarak benimle buluşman lazımdı şekerim, abimle değil. Hem ayrıca... Sen n'apıyorsun burada pardon?"
Sonlara doğru çatılan sarı kaşlarının altına gizlenen kısık, yargılayıcı bakışları yeniden abisine mıhlandığında, havalanan topu göğsünde yumuşatmak maksadıyla öne atıldı hemen Melih.
"Ee şimdi Şebnemciğim... Biliyorsun ki yarın benim çok yakın bir arkadaşımın düğünü var. Aysu'yla tanışmışsındır?"
Şebnem başını salladı. 
"Hah işte... Aysu ve Aytaç'ın düğününe giyecek takım elbisem yoktu benim. Çok da anlamıyorum bu işlerden. O yüzden abine ricada bulundum. Sağ olsun o da kırmadı beni. Birlikte takım elbise bakıyorduk bana." 
Melih araya girince ortam biraz yumuşadıysa da iki kardeş hâlâ çatık kaşlarla bakıyordu birbirine. Şebnem buraya güdümlü bomba gibi abisinin üzerine patlamaya gelmişti belli ki ama konu moda olunca dikkati biraz dağılmışa benziyordu.
"Hah! Abim mi giydirecek seni? Benim abim?"
Duyduklarına inanamamış gibi gözlerini ardına kadar açıp bir süre öyle kaldıktan sonra bir kahkaha patlattı Şebnem. Öyle içten öyle dalga geçerek gülüyordu ki, kasada duran görevli ve mağazada gezinen birkaç müşteri hususi dönüp onlara bakmıştı.
"Ağzının üstüne bi' tane patlatacağım şimdi. Ne gülüyorsun kızım? Komik mi? Bak hâlâ..."
Atakan ya sabır çekerek gözlerini mağazanın tavanına mıhlarken, Melih ikinci bir saldırıya karşı gayet temkinli, iki kardeşin arasında etten duvar örmeye devam ediyordu.
"K-Kusra bakma Melihciğim... Sinirlerim bozuldu da bir an."
Melihciğim lafını duyan Atakan'ın öldürücü bakışları anında Şebnem'i bulmuştu.
"Şebnemciğim, bozulan sinirlerini de al terk et burayı canım! Hadi... Saçını başını yoldurtma bana."
Atakan böyle diyordu demesine ama hayatında kardeşlerine bir fiske vurmuş adam değildi. Şiddet söylemleri sadece dilindeydi. Ama bu sefer hakikaten biraz ileri gitmişti Şebnem. Sevdiği çocuğun yanında onu küçümsemesi Atakan'ın canını çok sıkmıştı. 
"Ayh sen olmayan moda zevkinle Melih'e takım elbise mi bakıyorsun? Bir de kapkara giydirmişsin çocuğu veba doktoru gibi. Bu mu moda? Tek renk, tek tip mi giyinmek moda? Bırak Allah aşkına..."
Atakan tabi ki altta kalacak değildi:
"Haspama bak... Ekoseli etek üstüne fiyonklu bluz giyince Ivana Sert mi oldun başımıza? Sen ne anlarsın lan modadan? Bi' kere bu işin doğayeni benim. Bak seçtiğim takıma..."
Tuzluk şekline getirdiği parmaklarının ucunu öptü abartıyla. "...Kutu gibi oturdu çocuğun üstüne şerefsizim."
Üzerinde malını öven esnaf özgüveni vardı. 
"Şu duruşa, şu kaliteye bakar mısın? Dön bakayım Melih, endamını görsün bu Şebnem şıllığı."
Atakan biraz sonra aynı Recep İvedik'in terzisi gibi ayıla bayıla (onu ve takımı överek) onu kendi etrafında döndürmeye başladığında Melih gülmemek için tutmadı kendini daha fazla. Gözlerine yaşlar dolmuştu artık. İki kardeşin bu -Hacivat&Karagöz misali- atışmaları ilginç (ve aşırı komik) bir hâl almaya başlamıştı. Çekirdeği olsa kenara oturur çitleyerek izlerdi. O derece. Ayrıca... Atakan'ı hiç bu kadar heyecanla bir şeyleri savunurken görmediği içindi herhalde, bu tartışma her açıdan ilgisini çekmişti Melih'in.
"Sen de iyice saçmaladın hee! Burada yılların moda bloggerı Şebnem Queen dururken, sana mı kaldı bu işler ya? Hadi kes şovunu, çekil kenara off!!"
Şebnem abisini gram iplemeden uzun, protez tırnaklı elleriyle "kış kış" hareketi yapıp Melih'i kolundan tutup kendinden tarafa çekmeye kalkınca... Atakan adeta önünden kemiği alınan pitbull misali gerildi. Dişlerini sıkarken kirli sakallı çenesinin ucundaki kesik izi bile gerilmişti. Hatta iki dakika öncesine kadar teninin altında usulca akıp yolunu bulan kanı bile daha deli atmaya, içten içe fokur fokur kaynamaya başlamıştı. 
"Hoop hoop!! Orada dur küçük hanım..."
Hissettiği bu şey, bu kıskançlık... Ona her şeyi yaptıracak cinsten bir kuvvet doğurmuştu içinde.
Kendi kendine 'Hayır, kardeş katili falan olmayacaksın. Sakin ol lan!' dese de bakışları hâlâ öldürücülüğünü koruyordu.
"Bana kaldı bu işler var mı? Bana kaldı!"
"Eyvah..."
İki kardeş arasında 'paylaşılamayan' olmak başta komik olsa da gittikçe tehlike arz etmeye başlamıştı. Adım adım tırmanan gerilimin sıcak nefesini yüzünde hissediyordu artık Melih.
"Mis gibi siyah takım işte lan! Nesi var? Gayet de güzel yakıştı Melih'ime. Ayrıca benim zevkim iyidir."
Melih'ime mi?
Hitap şeklindeki ✨sahiplenici tutuş✨ Melih'in kaşlarını değişik bir açıyla kaldırmasına sebep olurken, Şebnem konuşmanın (savunmanın) geneline kusacakmış gibi bir hareket yapıp göz devirmişti.
"Zevkine tükürsünler senin! Bulgur pilavına yoğurt katıp yiyen bi' adamsın sen. Neyi tartışıyorsun benle ya?"
"Şebneeem!"
"Hey hey! Gençler bi' sakin olun ya... Tamam. Alt tarafı bir takım elbise alıp çıkacağız. Sizce de çok abartmadınız mı?"
Zavallı Melih'i takan yoktu tabi. Ortamdaki konumu sivri sinekten halliceydi.
"Ne Şebnem? Ne?! Hanımefendi çizgimden kaydırttın beni en sonunda. Sana inat ben giydireceğim Melih'i. Var mı?!"
Atakan göz açıp kapamalık bir anda Melih'i kolundan tutuğu gibi kendine çekerken aşırı korumacı davrandığının farkında değildi. Bir anda sırtı onun göğsüne çarpınca neye uğradığını şaşırmıştı Melih:
"Yavaşş..."
"Hadi bi' dene! Hadi... Pabucumun hanımefendisi seni!"
Şebnem geri adım atacak gibi değildi.
"Yaa... Demek öyle? Tamam, ben de küçükken nasıl giyindiğini anlatırım o zaman Melih'e."
"Ne?"
Şebnem'in neden bahsettiğini çakozlayınca anında iri iri açılmıştı gözleri.
"Sakın!" 
"N'oldu? Korktun mu? O çok önemsediğin karizman boydan boya çizilsin istemiyorsun herhalde?" 
Melih hiçbir şey anlamadan güldü bu tehdide. Atakan'ın küçükken de (patron bebek gibi) simsiyah, mafya tarzında giyindiğini hayal edemiyordu. Ya da o masum çocuk yüzüyle, sümüklerini çeke çeke, elinde horoz şekeri, bakkal önünde arkadaşlarıyla top koşturduğunu... Atakan'ı genel olarak "çocuk" formunda hayal edemiyordu ya neyse.
Şebnem konudan gayet zevk alarak "Bu var ya bu... Bir keresinde annemin odasına girip dol-" diye başladığı sırada Atakan şimşek gibi fırlayıp yaba misali kocaman eliyle ağzını kapattığında cümlenin devamı boğuk bir serzenişten ibaret kalmıştı.
"Şebnem!.. Sen Melih'e takım bakmayacak mıydın kardeşim? Çok çene çaldın, çok eleştirdin beni. Hadi git bi' de senin bulduğuna bakalım? Hadi abicim, hadi abisinin gülü... Git bak oradaymış yeni gelenler. Koş, koş..."
Şebnem'i beyaz ağırlıklı (kır düğünü konseptli) takımların olduğu tarafa iteklerken kan ter içinde kalmıştı Atakan. Kız resmen abisini rezil etmeye şerefi üzerine yemin etmiş de gelmişti buraya. Ve (kısmen) başarmıştı da. Cümlesini tamamlamasa da Melih az çok tahmin edebiliyordu yaşanan hadiseyi.
"İyi peki, madem bu kadar ısrar ediyorsun... Bi' bakayım o zaman. Ben gidince sakın arkamdan dedikodumu yapmayın ha! Kulağımı burada bıraktım ona göre..."
Şebnem ikisine de tembihleyen bakışlar atıp yüzüne yerleştirdiği zafer gülüşüyle çeşit çeşit kumaşların arasında kaybolurken, Atakan 'moda' ile ilgili katı tutumundan ciddi taviz vermek zorunda kalmış olsa da onu son anda susturduğuna memnundu. Melih'in yanına döndü biraz mahcup. Az kalsın kestaneyi çizdiriyordu. Çocukluğunda en hatırlamak istemediği anıyı ulu orta hoşlandığı çocuğun önünde anlatmak gibi bir acımasızlığı ancak Şebnem gibi empati yoksunu bir şımarık yapabilirdi zaten.
"Sen Şebnem'i boş ver. İstediği olsun diye her yolu mübah sayar o kendine. Ben alışkınım. Sen de alış."
Atakan eli ayağına dolaşmış vaziyette sakallarını kaşıyor, faydasız bir çabayla kızarık yanaklarını gizlemeye çalışıyordu fakat Melih her şeyin fakındaydı. Atakan çok utanmıştı. Konunun bahsinden bile... Bu yüzden -her ne kadar merak etse de- üstüne gidip soru sormaktan vazgeçti. Onun yerine "Başka çarem yok zaten." dedi gülümseyerek. "...Bir süre daha böyle sürecek durumumuz."
Atakan onun konuyu değiştirmedeki isteğini ve yüzündeki anlayışlı ifadeyi görünce biraz olsun rahatlamıştı. Hem zaten (tahmin ettiği gibi) Melih insanların zaaflarıyla oynayacak, onların çekindikleri şeyleri dalga konusu yapacak tıyniyette biri değildi. Ve... Atakan böyle anlayışlı birini sevmekle ne kadar doğru bir iş yaptığını şimdi fark ediyordu.
Melih onun sevgisini sonun kadar hak ediyordu.
"Ee... Ne diyorsun? Üstündekini alalım mı?"
✩ ✩ ✩ 
Bölümü iki parta böldüm (daha doğrusu bir gün içinde geçecek olan olayları) diğerini tamamlar tamamlamaz atacağım. Aklınızda bulunsun baya sıcak 🔥bir bölüm olacak 😉 terleteceğim sizii eheheh güneş kremlerinizi sürün öyle gelin 😆🤭
Bundan sonra hız kesmeden devam edelim. Yeteri kadar durakladık.
Bölüm hakkında size soracağım birkaç soru var:
✯ Şebnem kötü karakter olmak için çok müsait ama iyi olmasını ister misiniz? 
✯ Şebnem'in bu bölümde Melih ve Atakan'la şaka yollu atışmasını sevdiniz mi? Melih'i (oyuncak gibi) sahiplenip kıskanması falan... Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
✯ Atakan Melih'e açıldığında Melih'in tepkisi nasıl olur sizce?
Sorularım bu kadar :)
Yeni bölümde görüşmek üzere... 
Kendinize iyi bakın, hoşça kalın efenim. <3
Önceki Bölüm <- // -> Sonraki Bölüm
Bölüm Listesi
11 notes · View notes
yazan-kalem-siyah06 · 8 months ago
Text
Tumblr media
Selamun aleyküm Sabah namazı, günün ilk imtihanı, ilk ibadetidir. Dolayısıyla güne iyi başlayıp ilk imtihanı başarmalısınız ki, diğer imtihan ve tehlikelere karşı daha güçlü ve donanımlı olasınız.Nitekim Peygamberimiz(sav); `Kim sabah namazını kılarsa, ALLAH`ın garantisi altındadır .HAYIRLI HUZUR DOLU BİRGÜN İNŞALLAH.
Tumblr media
SECCADENİN FERYADI
GÜN IŞIMAMIŞ, SABAH YAKINDIR… YORGUNLUĞUN VERDİĞİ AĞIRLIKLA HEMEN UYKUYA DALMIŞTI. BİR İNİLTİYLE UYANDI ADAM. ETRAF HALA KARANLIKTI.
İNİLTİYİ RÜYA GÖRDÜĞÜNE YORDU.
DUDAKLARI SUSUZLUKTAN ÇATLIYORDU, ÇOK SUSAMIŞTI.
IŞIKLARI YAKMADAN MUTFAĞA GİDİP SUYUNU İÇTİ VE YATAĞINA DÖNDÜ.
TAM UYUMAK ÜZEREYKEN, AYNI İNLEME SESİ TEKRAR KULAKLARINI TIRMALAMAYA BAŞLADI. AMA RÜYAMIYDI UYANIKMIYDI FARKINDA DEĞİLDİ. SESİN GELDİĞİ YÖNE DOĞRULDU. O AN RÜYADA OLDUĞUNA İYİCE EMİN OLDU.
ÇÜNKÜ DUYDUĞU SESİN SAHİBİ EVİN TEK SECCADESİYDİ.
ADAM ŞAŞIRDI VE KORKULU BİR SESLE:
“İNLEYEN SENMİYDİN?” “EVET” DEDİ SECCADE.
“NİÇİN AĞLIYORSUN?” SECCADE YİNE İÇE İŞLEYEN BİR SESLE:
“SENİ UYKUNDAN UYANDIRAN SUSUZLUĞUNU, DOYUNCAYA KADAR,
SU İÇEREK GİDERDİN. OYSA BENİM SUSUZLUĞUMU GİDERECEK KİMSEM YOK!
“NASIL SUSAYABİLİRSİN, SEN CANLI BİLE DEĞİLSİN,” DEDİ ADAM.
SECCADE: “BENİM İHTİYACIM DA BİR NEVİ SUDUR AMA İÇTİĞİN TÜRDEN DEĞİL.
BENİM SUSUZLUĞUMU ANCAK TÖVBEKAR KULLARIN GÖZ YAŞLARI GİDERİR.”
“ANLADIM” DEDİ ADAM MERAKLI GÖZLERLE SECCADEYE.
“AĞLARIM ÇÜNKÜ ALLAH’IN KULLARI; KABİRLERİNİN AYDINLIĞA ULAŞMASINI, KARANLIKTA KALMAMAYI, O KUTLU GÜNDE AYDIN OLMAYI İSTERLER. İSTERLER DE BU ÇOK KIYMETLİ VAKİTTE KALKIP İKİ REKAT NAMAZ KILMAZLAR. HEP BAKARIM SANA, BİR GÜNDE KALKIP, ŞÜKÜR İÇİN İKİ REKAT NAMAZ KILMAZSIN.”
“BENİ RAHAT BIRAK,” DEYİP DÖNDÜ ADAM. SECCADE DEVAM ETTİ.
“EY ALLAH’IN KULU BAK İŞTE SABAH NAMAZININ VAKTİ GELDİ. EZANLAR
“ESSALATÜ HAYRUN MİNEN NEVM” (NAMAZ UYKUDAN HAYIRLIDIR) DİYE SESLENİYOR. AH SABAH NAMAZI, AH BU SABAH NAMAZI!
NAMAZLAR ARASINDA MÜSTESNA DIR. HEM KALBE HEM DE RUHA HAYAT VEREN BİR İKSİRDİR O, YETMİYOR MU, GECE GÜNDÜZ DÜNYA İÇİN KOŞUŞTURDUĞUN?
AZİZ VE KAHHAR OLAN ALLAH’IN ÇAĞRISINA NEDEN İCABET ETMEZSİN!!!
ADAM İYİCE SIKILARAK:
“EY SECCADEM, BENİ RAHAT BIRAK. GÜNDÜZ YETERİNCE YORULDUM. BİRAZ DAHA UYUYAYIM” DEYİP YATAĞININ SICAKLIĞINA BIRAKTI KENDİNİ.
SECCADE YILMADAN ADAMI UYANDIRMAYA VE UYUTMAMAYA UĞRAŞIYORDU.
“DEMEKKİ SEN DÜNYAYA AHİRETTEN DAHA ÇOK ÖNEM VERİYORSUN. ADAM İYİCE ÖFKELENDİ.
“YETER ARTIK LÜTFEN KONUŞMA” DİYE BAĞIRDI.
SECCADE BU ÇIKIŞIN KARŞISINDA ÖNCE SUSTU. DAHA SONRA SESİNİ İYİCE ALÇALTARAK; “AH O FECİR VAKTİNDEKİ ADAMLAR, AH O FECİR VAKTİNDEKİ ADAMLAR” DEDİ.
“SEN O NURLU PEYGAMBERİN BU VAKİT İÇİN NELER SÖYLEDİĞİNİ BİLMEZMİSİN?
“HER KİM Kİ GÜNEŞ DOĞMADAN VE BATMADAN EVVEL NAMAZLARINI EDA ADERSE ATEŞE GİRMEYECEK.” VE YİNE O GÜZEL İNSAN:
“KİM ŞU İKİ NAMAZI KILARSA CENNETE GİRER (SABAH-İKİNDİ VEYA SABAH-YATSI) VE NİHAYET;
“MÜNAFIKLARA EN AĞIR GELEN NAMAZ SABAH VE YATSI NAMAZLARIDIR”…
“ONLARKİ O İKİ NAMAZDAKİ ECRİ BİLSELERDİ SÜRÜNE SÜRÜNE GİDERLERDİ…” BUNUN ÜZERİNE ADAM YATAĞINDAN DOĞRULUP:
“HAKLISIN SABAH NAMAZI GERÇEKTEN ÖNEMLİ” DEDİ… SECCADE:
“ÖYLEYSE KALK VE NAMAZINI KIL” DEDİ…
“YARIN İNŞALLAH, MUTLAKA KILACAĞIM, AMA BUGÜN ÇOK YORGUNUM” DEDİ ADAM. SECCADE SON BİR ÜMİTLE:
“KİŞİ SALİH AMELLERİN NE KADAR BÜYÜK ECRİ OLDUĞUNU İDRAK EDEMEZSE, TÜM ZAMANLARDA BU AMELLER ZOR GELİR.
SORUN UYUMAKSA, KABİRDE UYKUDAN ÇOK NE VAR! GEL SÖZÜMÜ DİNLE, EY ALLAH’IN KULU!”
BU ANDAN SONRA ADAMDAN TEK KELİME DUYULMADI. SECCADE DE BİR SÜRE SESSİZ KALDI. ADAM ÇOKTAN UYKUYA DALMIŞTI. SECCADENİN SON SÖZLERİNİ DUYMADI.
AMA HEYHAT! ADAM ÖMRÜNDEKİ EN UZUN UYKUYA DALDIĞININ FARKINDA DEĞİLDİ…
O AN SECCADE, ADAMIN ÖLDÜĞÜNÜ ANLAYINCA KISIK BİR SESLE ŞUNLARI SÖYLÜYORDU:
EY TÖVBESİNİ YARINA ERTELEYEN, NEREDEN BİLİYORSUN YARINA ÇIKABİLECEĞİNİ!!!
ÖLÜM PUSUDA HEP, BİZ DÜNYA İÇİN GÜNAH İŞLERKEN… SÜRESİ DE KISITLI…
GÜN GELİP ÇATAR FARKINDA OLMADAN…
ALLAH’A EMANET OLUN, RAZI OLACAĞI HAYAT YAŞAYIN.
8 notes · View notes
sinestezii · 17 days ago
Text
Tumblr'a övgüyle
(Başlığa random gülüş atmak serbest.) sldfjslfd Lise yılları, birilerini kaybetmişim kısa bir süre önce. Sonra kendimi de kaybetmişim farkında olmadan. Soyut bir manada söylemiyorum bunu, “ne içinde zamanın, ne de büsbütün dışında” gibi bir hâl. Kendi karanlığımın içinde kaybolmuşum fark edemeden. Ve en ağırı, bazı an’ların içinde “onulmaz” bir kayboluş var gibi hissediyorum, öyle buluyorum bunu. Böyle oldukça büyüyor çıkmazım. Yol’da ilerlerken sıfır noktasından başlamanın bile bir nimet olduğunu ama sürekli bana bahşedilenlerle, ilerilerden yürüyemeyeceğimi, kutsal bildiğim şeyleri yanı başımda, iç huzurumu kalbimde hissedemeyeceğimi; düşebileceğimi, düşerken orijinden çok daha geriye -yani belki de rakamsal olarak bilgisine erişemediğim, evrenin eksilerine; o eksilerin derinliklerine- düşebileceğimi öğrenerek yeni yaşıma giriyorum. Böyle nasıl yaşanır hiçbir fikrim yok ama. Daha önceden tanışmadığım, kimse tarafından uyarılmadığım bir yerdeyim. Zorlanıyorum.
İnsanları görmemek, insanları duymamak için sabahları uyuyup geceleri uyanıyorum. Sınıfta uyuyorum, evde uyuyorum; geceleri de herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra uyanıp Freud okuyorum. Okuduklarımın tüm analizlerini, üzerine yazılı makaleleri, Tumblr yorumcularını, ekşi sözlük yazılarını takip ediyorum.
Rüyalar, kaybettiklerim, analizler… Hangi bildiğim bilinçaltımdan, hangisi Allah’tandı? Ben tam olarak neyi yitirmiştim? Uyuyarak, durmadan uyuyarak bu dünyadan kopmaya çalışmanın ve küçük ölüm üzerinden farklı bir sema’ya evrilmeye çalışmanın bir isyan, bir terk ediş, bir kaçış, hatta örtülü bir intihar olabileceğini bilmiyorum o zamanlar. Kabuklar örüp insanların arasına karışmaktan vazgeçmekle gönlümü arındıramayacağımı bilmiyorum. Yaradılana karşı duvarlar örülerek yaradana varılamayacağını bilmiyorum. İnsanları sevmenin ve sevmek istemenin sınırını ve önemini bilmiyorum.
Aynı bilinçsizlikle dışarıdan gelen bir kurtuluşu, bir çareyi arıyorum. Yanılgımı büyütüyorum yani. Yıllar geçiyor, ben telafi edemiyorum kayboluşumu. Derken bu platformda, tasavvuf üzerine yazılmış bir yazıyı ve “eksildik, evet eksiğiz fakat boş eve hırsız girmez” tesellisini, vesvesini okuyorum. (Keşke vesvese denmese ona, ben biraz o cümlede şifa buluyorum.)  Benim gibi, düştüğü yerden yol’a devam etmeye çalışan ama benden farklı olarak, düştüğü yeri nimet bilecek kadar yüksek bilince sahip insanların varlığı, ruhumu ferahlatıyor. Eş zamanlı olarak bu şarkı, şarkı da çekilen her bir nefes, nefes-tasavvuf ilişkisi; günlerime, gecelerime eşlik ediyor. Mark Eliyahu’nun kalbim de ki adını değiştiriyorum. “Elleri Tanrı tarafından kutsanan adam” olarak adlandırıyorum onu. Sayfamın fonu oluyor Humbleness sonra, hem de yıllar boyunca. (Sonraki yıllarda çok meşhurladııı tabii kendisi)
Biraz daha zaman sonra, her iki kişiye de uzun uzadıya yazıp teşekkür ediyorum. (İç huzurum tam değil ama arayışım sürüyor.) Her iki paylaşım da tesadüf olamaz bence çünkü. Ama o kadar uzaklaşmışım ki beni o günlere kadar huzurlu kılan şeylere, Allah’ın benden vazgeçtiğini düşündüğümden, özel bir “tesadüfün” bir daha hayat boyu beni bulmayacağını düşünüyorum.
Bare onlar kalplerinin kıymetini hissetsin diye, bu şarkıyı paylaşan ve profilinde kimliğine ilişkin herhangi bir bilgi olmayan, sadece bir tane profil fotoğrafı olan kişi sayesinde Granados’un Oriental’i ile de tanışıyorum ayrıca. Profilinde yalnızca yüzünü görüyorum bu paylaşımlar esnasında. Benim profilimde ise ne adım ne cinsiyetim ne de bir fotoğrafım var. Yaşadığım kente ilişkin bile herhangi bir ibare yok. O zamanlar burada yalnızca mektup fonksiyonu var ve ben bildirimsiz bu yazışmada, sabaha kadar çok şey öğreniyorum hiç tanımadığım ama bir yerlerden bildiğim birinden. Hiçbir şahsileştirme olmadan kapanıyor konuşma. Bir hafta sonraydı sanırım, profilini kapatıyor. Buna çok üzülüyorum çünkü onun yol’unu takip etmek güzelmiş aslında.
Derkeeen bundan belki bir-iki hafta sonra, isteksizliğimden örülü duvarları kırıp insanların arasına karışmaya çalışır iken, Bostancı’da, görece kalabalık bir şiir etkinliğinde biri gelip onca yer arasında benim yanıma oturuyor. Birkaç dakika sonra bana dönüyor ve “pardon, sigara içersem rahatsız olur musun” diye soruyor. O an bu kişinin bana Humbleness’i öğreten tumblr da konuştuğum kişi olmasının şokunu atlatamıyorum ve nefret ettiğim sigara kokusuyla ilgili “yok hiç rahatsız olmam” diyorum. (İki kilometre öteden sigara kokusu duysam, tiksinirim aslen skşdjfhskdlf)
Sonra ki yıllarda bütün bunları geriye dönük anladıkça, kendimi affettikçe, belki biraz biraz bağışlandıkça bir karar alıyorum ve 40 gün oruç tutuyorum. Buradan mütevellit biliyorum çünkü, insan nefsi yine kendisiyle terbiye ediliyor. Büyük mucizeler küçük adımlarla gerçekleşiyor, emek emek. 40 günün her bir günü edilen dua ile, köreltilen nefis ile olduğu gibi. Edinmekten vazgeçmenin, sessizliğin, yerinde edinilen suskunluğun şifasını kavramak gibi.
Bir "kurtarıcı" bekleyemezsin dünya üzerinde. Yalnızca yoluna eşlik eden biri olabilir, olabilirse. Yol'da yürürken yol gösterenleri saymıyorum elbette. Ancak bütün bunlardan öte; dünyanın en huzurlu, Hızır'lı rüyasında bana telkin edildiği üzere; “önemli olan ilmi aramaktır İlayda.”
İşte böyle böyle, kendimi ve bu kenti de bağışladım. Yine de kuzey Ege'de denize yakın ya da kuzey yıldızlarında, yıldızlara yakın olmayı nasıl isterdim şimdi.
Netice-i Talep: Sen de tesadüf olamayacak kadar güzel 1 platformsun Tumblr bebeğiiii. <3
youtube
2 notes · View notes