Her Temas İz Bırakır (mı)?
Bir süredir bunu düşünüyorum, her temas iz bırakır mı gerçekten? Eğer öyle ise, benim temaslarım neden hiç iz bırakmadı?
Ergenliğimden beri depresyona meyilli bir insan olmamın yanında, sonraki yıllarda geçirdiğim iki adet nurtopu gibi majör depresyon döneminden sonra, artık ne terapiyle ne ilaçlarla işimin kalmadığını düşünüyordum. Nihayet "normal" olabilmiştim, nihayet beni düzeltmişlerdi. 3 yıl da öyle devam etti, bu arada "nihayet" mezun oldum, çok isteyerek girdiğim, ama sonrasında kabusa dönüşen bölümümden. Okul öyle zor bitmişti ki, biraz tatil yapayım dedim, bi 6 ay süre verdim kendime. Sonrasında portfolyo hazırlayacak ve iş başvuruları yapacaktım. 6 ay göz açıp kapayıncaya kadar geçti, neyse dedim, 1 yıl da fena değil. 1 yıl ara vermek, kabul edilebilir. O bir yıl hayatımın en mutlu 2 yılından biriydi, diğeri, bir nevi yine hayata ara verdiğim "mezunken sınava hazırlanma" senesiydi.
O bir yılın sonuna gelirken, ben yine depresyon belirtileri göstermeye başladım. Portfolyo hazırlamaya çalıştığımda, kullanmam gereken programları açmak bile göğsüme bir fil oturmasına sebep oluyordu, değil proje hazırlamak, tasarım yapmak. Mesleğimden o kadar soğumuştum ki, acaba başka bir alana mı kaysam dedim. Bir yıl kadar özel ders verdim, sonraki yıl Fransız Kültür'e tekrar başladım, Fransızcamı neredeyse mükemmel bir seviyeye taşıdım ve gerçekten de çok zevk aldım ama, iş bunun üzerinden para kazanmaya gelince yine afakanlar bastı. O arada grafik tasarım yapmaya başladım, güya sadece esas portfolyomu hazırlamam için gereken aylarda biraz para kazanabileceğim bir şey olarak kalacaktı, biraz para kazandım da, ama portfolyo namına tek bir şey yapmadım. Erteledim, erteledim, erteledim.
Sonra kullanıcı deneyimi tasarımına ilgi duymaya başladım, etkinliklere katıldım, ama iş oturup bununla alakalı çalışmaya geldiğinde, yine aynı. Yine iç sıkıntısı, yine erteleme. Yarın dedim, haftaya kesin başlıyorum dedim, Eylül'de başlıyorum dedim, başlamadım. Erteleme, sonsuz bir erteleme. Bu 3 yılda, yapıp da gurur duyduğum tek şey spora başlamam ve 2 yıl (sonra pandemi) bunu ciddi disiplinle (haftada 10 saat) sürdürmüş olmam herhalde. Sonuç olarak geçen yıl haftanın 5 günü spor salonunda, 2 günü Fransız Kültür'deydim. Spora başlama sebebim de zaten, 55 kilo başladığım sevgili okulumun uyku düzeni ve iştah başta olmak üzere her türlü düzenimi altüst etmesi sonucu, 45 kilo ile bitirmemdi. Üniversite dönemi ciddi ciddi sadece kahve ve sigara ile geçirdiğim günler oldu.
165 cm boy ile 45 kilo olduğunuzda, oturduğunuzda kemikleriniz poponuza batıyor. Kaslarım tamamen eridiği için, artık dişlerimi fırçalarken bile yoruluyordum, kalbimde ritim bozukluğu başlamıştı. Dolayısıyla kas kütlesi kazanmam gerekiyordu, spor artık bir hobi değil, zorunluluktu. Zaten "tatil"ime de öyle başlamadım mı, şu 6 ay sadece kilo alıp spor yapmaya odaklanıcam diye. 4 kilo aldım o şekilde, işte o noktada kendime tanıdığım süre bitti. Bu arada uyku düzeni diye bir şey kalmadı tabi, ciddi manada geceleri yaşamaya başladım, yani uyandığımda zaten hava kararmış oluyordu çoğu zaman. Bir şeyler yiyip bir kahve içip spora gidiyordum mesela, akşam 8'de.
Sonra geçen yıl pandemi oldu, dolayısıyla spor salonu maceram da bitti. Herkes kilo aldı bu süreçte, ben kilo verdim. Evet uyku düzenim yoktu ama, en azından günde 7-8 saat uyuyordum. Sonrasında insomnia ile tanıştım, direkt hiç uyuyamamaya başladım. Ne gece, ne gündüz. Günlerce. Sonunda doğru dürüst yemeyen, uyumayan, herhangi bir şey yapmadan saatlerce uzanıp telefonda boş boş vakit öldüren bi insan oldum. Ha bi de sudoku. Sudokuyu unutmamak lazım, sudoku önemli. Tek aktivitemdi çünkü.
Bu arada kendimle alakalı "ben neden böyleyim, nasıl düzelicem" sorgulamalarım devam ediyordu tabi, o sorgulamalar kendimi bildim bileli vardı zaten. O sırada ben bazı cevaplar bulur gibi oldum, tam o dönem, tek çocukluk arkadaşım DEHB(ADHD) tanısı aldı, dedi ki "Aybike kadın konuşurken sanki senin hayatını anlatıyor, seni tarif ediyor gibi hissettim, bence bende varsa sende de kesin var." Sonra neredeyse 1 yıl doğru dürüst bir terapist bulmaya çalışmamızla geçti, sonunda bulduk.
Meğer yaşadıklarım sadece buzdağının görünen kısmıymış, asıl macera şimdi başlıyormuş. Çeşitli testler sonucu ADHD tanısı aldım, 29 yılın sonunda. Nörogelişimsel bir farklılığınız olduğunda, bu hayatınızın sahiden her alanını etkiliyor, işlemciniz farklı çünkü. Bilgileri, duyuları, duyguları farklı biçimde işliyor beyniniz. Bu bir hastalık mıdır? Bilmiyorum, solak olmak hastalık mıdır? IOS'la kıyaslanınca Android hastalık mıdır? Kesin olan tek şey, nörotipik olmadığım ve hiçbir zaman ol(a)mayacağım.
Böyle böyle terapiye başladım tekrar. Ben sanıyordum ki, iyi bakalım, madem böyleyim, bununla ne yapacağız ona göre bir yol çizelim. Hala o kısmına gelemedik :D
Anne ve babam severek mi evlenmişti, görücü usulü müydü? Erken doğmuş muydum? (7 aylık) Kreşe mi gitmiştim, bakıcı mı bakmıştı? diyerek başladık, devam ediyoruz. Sürekli kapalı kutulara koyduğum, üstüne kilitler vurduğum geçmişimle artık yüzleşmem gereken bir süreçten geçiyorum terapide. Bunu hiç yapmadım, daha öncekilerde hep "geçmişi bırakalım, önümüze bakalım" gibi bir metot izledik. Ben de öyle yaptım, şimdi bundan utanıyorum ama, sırf bir şeyleri hatırlamamak için giyim tarzımı, müzik zevkimi bile kökünden değiştirdiğim dönemler oldu. Kendi kendimi yeniden doğurdum sandım, çok radikal değişiklikler yaptım. Önümüze de baktık, mutlu ve üretken geçirdiğim yıllar yaşadım, ama sonunda, yıllardır psikoloji vs. mevzularla uğraşan biri olarak gördüm ki, bir şeyleri "yaşanmamış, hiç olmamış" varsayamıyorsun, bazı defterleri kapatmak için kendi içinde anlamlandırmak, anlamak zorundasın. "Neyse ne, artık ilgilenmiyorum." dediğinde sadece kendini kandırıyorsun, bazen yıllarca.
Ve benim omuzlarımda 29 yılın çıkarımları var, kendimi bilmeden, kendimi tanıyorum sanarak yaptığım. 29 yıl boyunca, nörolojik olarak benden farklı insanlarla kendimi aynı sanıp kıyaslayarak vardığım sonuçlar, kendime yakıştırdığım sıfatlar var. 29 yıllık yaşanmışlık, bu durumu bilmeyerek bundan dibine kadar etkilenen ilişkiler var. O ilişkilerin üzerimde yarattığı, aştım sandığım travmalar var. Başka insanların da var mı bilmiyorum, benim gözlemlediğim kadarıyla yok, ama benim peşimi hiç bırakmayan birkaç tane hayaletim var. Bazen gecenin en karanlık zamanında gelip yanımda oturan, bazen günün en aydınlık zamanında, keyfim yerindeyken gelip merhaba diyen. Çoğunlukla yok sayıyordum onları, şimdilerde oturup sohbet ediyorum. Dinliyorum, hatırlıyorum.
Hepimizin hayatına girip belli bir süre sonra çeşitli sebeplerle çıkan insanlar olmuştur. Benim belki fotografik bir hafızam olduğundan, belki oldum olası biraz takıntılı bir yapım olduğundan, belli bir önem verdiğim, belli bir paylaşımda bulunduğum insanların anıları zamanla solup gitmedi hiçbir zaman. Beraber yaşadığımız anılar, ilk günkü canlılıklarıyla zihnimde var olmayı sürdürdü, imgeleri sanki bir fotoğrafmışçasına net şekilde gözümün önüne gelmeyi bırakmadı. O insanlarla ilgili duygularım soldu, bazen biçim değiştirdi, ama hatıraları ne değişti, ne de silindi. Bunu yıllarca zamana bıraktım, herkesin dediği gibi, ama 30 yaşıma bir ay kala, artık bunun zamanla değişecek bir şey olmadığını kabullendim, benim böyle çalışan bir zihnim var.
Dikkat eksikliği/hiperaktivite tanısını alalı henüz 2 ay oldu ama hala insanların çok büyük bir çoğunluğundan farklı çalışan, biyolojik olarak, nörolojik olarak farklı yapılanmış bir beynim olduğunu kabul etmekte zorlanıyorum. Bunu tahmin ederken kabul etmesi kolay, hatta rahatlatıcıydı, resmi tanıyı aldıktan sonra ise iç karartıcı ve zor. Evet, bazı çok güzel yanları var, ama büyük bir toplulukta çok küçük bir azınlık olmak hiçbir zaman güzel bir deneyim değildir, hele bunun böyle olmasının sebebi dünyayı algılayış biçiminin farklı olması ise. Bu sebeple hayatımı oldukça zorlaştıran yanları olduğunu inkar edemem.
Her neyse, benim beynim çok önemli güncel bazı şeyleri unutur ya da gözden kaçırırken, ufacık detayları, anıları, kokuları, renkleri ve sesleri sonsuza kadar ilk günkü tazeliğiyle saklamayı seven bir beyin. Bu da çok yorucu çünkü kendimi artık hiç kullanmadığım, hepsi kırık ve bozuk eşyalarla dolu bir çuvalı sürekli sırtımda taşıyor gibi hissediyorum. İşte bu yüzden, ben nereye gidersem gideyim, hayaletlerim de benimle birlikte geliyor. Yeni bir insanla tanıştığımda, beni hayatına davet ettiğinde, sanki kapıdan giriyorum ve arkamda birkaç kişilik bir davetsiz misafir topluluğu var, "Merhaba, ben geldim! Bunlar da Ayşe, Fatma ve Mehmet!" gibi. (gelecekteki sevgili, bu satırları okuyorsan, işin sahiden çok zor ama inan benim için de hiç kolay değil, seni seviyorum)
Bu beyin öyle bir beyin ki, algılanan herhangi bir uyarana, "normal" dediğimiz bir beyinden çok daha fazla tepki veriyor, daha fazla nöron ateşliyor, daha çok sinaps oluşturuyor. Bu durum olumlu ve keyif veren duyu ya da duyguları çok daha şiddetli hissetmeye sebep oluyor ki bu çok güzel. Ama aynı zamanda olumsuz olanlar da daha şiddetli oluyor ve her iki durumda da, sonuçta yaşanan deneyim hafızaya çok daha büyük boyutlarda atılıyor, çok daha fazla yer kaplıyor.
İnanması güç olsa da bu 3-4 kişinin sadece birisi "sevgili" sıfatına sahipti, o dönem için en yakın dostum olmasıyla beraber. Diğerlerinin hepsi, hemcinsimdi, hepsini de hayatımda oldukları dönemlerde adına "arkadaş değil, dost" dediğim tahta oturtmuştum. En derin, en mahrem sırlarımı anlattım, travmalarımı paylaştım bu insanlarla. Hayatımın en mutlu günlerini geçirdim, bazen omuzlarında ağladım. Beraber uyuduk, sayısız geceler boyu güneş doğana kadar çene çaldık sayısız kahve, sigara, bira eşliğinde. Kimisi bana yemek pişirdi defalarca, annem gibi zorla yedirdi, kimisi bana makyaj yaptı, moralim çok bozuk dedim atladı evime geldi, kimisi yıllar sonra ilk kez depresyondan çıktım ve ilaç almayı bıraktım diye sevincinden ağladığını söyledi, 9 yıllık dostluk var bu insanların arasında.
Bir şekilde, hepsi bitti bu ilişkilerin, kimisi sadece uzaklaşarak, kimisi çok çirkin, inanamadığım olaylarla. O 9 yıllık ilişki mesela, ben birbirimizin en yakın dostuyuz zannettiğim sırada onun nişanlısıyla evlenmesi ve benim bundan ancak bir fotoğraf vasıtasıyla haberim olması üzerine bitti.
Başka birisi, son görüşmemizde bir anda beni gecenin bir yarısı Güvenpark'ta tek başıma bırakıp gittiği için bitti. Bir diğeri, ben Kızılay'da fenalaşıp ambulansla hastaneye götürülmüşken, acil durumda aranacak kişi olarak onu aramaları ve onun başka bir arkadaşıyla kahvaltı yaptığı(!) için gelmemesi üzerine bitti. Bunlar "uç" ya da "şiddetli" olaylar gibi görünüyor değil mi, aslında bu olaylara gelene kadar hepsiyle benim ufak tefek olarak adlandırdığım, ama aslında çok şey ifade eden olaylar yaşamıştık, ben kör kalmayı seçtim, artık görmezden gelemeyeceğim kadar büyük bir şey yaşanana kadar.
Bugünlerde hepsinin üzerinden geçiyoruz tek tek, çünkü her birinin bitişi ruhumda kapanmayan yaralar açtı. Kapandı sandım, geçti sandım, ama sadece bastırmıştım belki de, çünkü böyle hissetmek "normal" değildi. Normal insanların bir ayrılığı atlatması 3 yıl sürmezdi, normal insanlar yakın arkadaşlarıyla küsünce günlerce ağlamaz ya da o insanları sürekli rüyalarında görmezlerdi. Ay acaba yarın konuşucak mıyız diye heyecan yapmazlardı.
Daha önce de bahsetmiştim burada, hep bir "best friends forever" arayışım oldu. Niyeyse de hep benden çok zıt karakterde insanlar ile. İnsan hep kendinde olmayanı aradığından mı? Bir şekilde hep eksik hissettiğim ve tamamlayacak birini aradığımdan mı? Eksiğini tamamlayabileceğim birini aradığımdan mı? Bilmiyorum, ama çok kez denedim, çok kez öyle sandım, çok defa yanıldım. Her birinin bitişi ayrılık gibiydi, eşyalarını geri verme, öfke, özleme, sürekli ondan bahsetme, beraber dinlenen şarkıları açıp gözlerinin dolması, zamanla alışma, unutma... Aynı zamanda sevgili olan kişiyle yaşanan süreç on kat daha beterdi çünkü tüm bu saçmalıkların yanında bir de o kişiye aşıktım. Hormonlar da işin içine girince her şey daha da boktan oluyor, oldu. Sonraki ilişkimde değil dost, arkadaş bile olmadığım bir kişiye aşık olarak akıllıca davrandığımı düşünmüştüm, ama öyle bir durumun da yarattığı başka sorunlar oluyor tabi. Neticede her türlü romantik yakınlaşmaya tövbe edecek hale geldim diyebilirim. Onu geçtim, artık hayatıma herhangi bir anlamda yeni insan alamıyorum, flört, sevgili, dost, arkadaş... En yeni arkadaşımla 6 yıl önce tanışmışız. Diyorum ya, içim o kadar kalabalık ki, yeni insanlara yer kalmıyor(muş).
Bu kadar çok kez denedim çünkü, hiçbir zaman o idealimdeki, o hayalimdeki dostluk olmadı, olur gibi olduysa da sürmedi. Hep bitti, ben hep en baştan denedim, ta ki artık en ufak isteğim ve mecalim kalmayana kadar. Bir yerden sonra, benim bu arzum ve bunca çabam da artık değersizdi. Çünkü, hep diyorum ya, herkes kendini bir kar tanesi kadar eşsiz ve özel hissetmek istiyor diye, bense, her şeyini her zaman karşı tarafın önüne döken bir insan olarak, tüm kusurlarımın yanında, diğer başarısız denemelerimi de anlattım hep bu insanlara. Oysa ki onlar, sanırım benim dostluk kurmayı denediğim tek insan olmayı beklemişlerdi. Bir yerden sonra, "Sen aynı şeyleri X ile de yaşamıştın zaten." oldu, "Şimdi anlıyorum Y sana neden öyle yapmış." oldu. Bu da, kabuk bağlamaya yüz tutmuş bir yarayı dikenli telle deşmek gibi hissettiriyor, hep öyle hissettirdi. Her birinin bitişi, diğer hepsinin sonlarını da gözümün önünde film şeridi gibi izlemekti aynı zamanda. Her seferinde aynı duyguları tekrar hissetmek demekti. Hele mesela o eski sevgili olan, "Aybike bunları herkese söylüyor." demişti arkamdan, her birinde neler yaşadığıma direkt birinci elden şahit olmamış gibi. Onca konuşmamız, onca yaşanmışlık hepsi boşunaymış gibi.
Dolayısıyla, bazı insanlarda "her temas iz bırakıyor" evet, ama bazı insanların hiçbir teması iz bırakmıyor. Benim belli bir önem verdiğim her insana dair taşıdığım izler varken, hayatından çıktığım hiçbir insanda kendime dair en ufak iz görmedim. Çıktığım günden itibaren, hiç var olmamışım gibi oldu. Bazen yıllar sonra yollarımız tekrar kesişti, hatta konuştuk bu konuları. En acı olan kısmı, benim çok önem verdiğim, üzerine belki aylarca düşündüğüm olayları, onlar unutmuştu, hatta gülerek söylediler unuttuklarını. Bana dair bir çok şeyi, unutmuşlardı. Ben hala, "X şu şarkıdan nefret ediyor çünkü bunun klibi açıkken şöyle şöyle olmuş." düzeyinde hatırlarken.
Nerede okumuştum hatırlamıyorum, belki Erich Fromm-Sevme Sanatı olabilir, kendimizi başka insanlardan gördüğümüz yansımamız ile tanımlıyor olmamızla alakalı bir şeydi. Issız bir adada tek başına yaşayan bir insanın asla benlik kavramını oluşturamayacak olmasından bahsediyordu, çünkü kendisini algılayıp da ona geri yansıtacak insanlar yok etrafında. Bu durumda ben kimim? Belki de esas hayalet benim. İzi kalmayan, içinden geçip gittiği insanın bunun farkına bile varmadığı bir hayalet?
Bazen çok merak ettim, mesela Fransızca bir şey duyduklarında beni hatırlamışlar mıydı? Beraber çok dinlediğimiz bir şarkı çaldığında? Benim en sevdiğim filmin Eternal Sunshine Of The Spotless Mind olduğunu cümle alem bilir mesela, onla ilgili bir şey görünce hiç hatırlamışlar mıdır? Belki hatırlayıp hiçbir şey hissetmemişlerdir? Belki bir anlık üzülüp, melankoli hissedip hayatlarına devam etmişlerdir? Bilmiyorum, nörotipik bir beyin nasıl çalışır, nasıl hisseder, nasıl unutur hiç deneyimlemedim. Bu beyinde, duygular çok yoğun, renkler çok parlak. Zaten o yüzden 5 yaşımdan beri en çok siyahı sevdim.
Belki de benim gibi bazı insanlardır, her temasın iz bıraktığı. Diğerleri, normal olanlar, kir tutmuyordur ve pırıl pırıl, yaşamlarına devam ederler.
1 note
·
View note