#iç sıkıntısı bastı
Explore tagged Tumblr posts
belleepoque7 · 2 years ago
Text
yine niye öyle konuştum ki perileri geldi kafayı yemek için hiç güzel bir gece değil
2 notes · View notes
yaralanma · 8 months ago
Text
iç sıkıntısı daraltısı bunaltısı ne varsa bastı
6 notes · View notes
estellamila · 4 years ago
Text
Tat kaçıklığı gönderisi
Bugün kendimi zorlayarak iki ders izledim. Parkinson ile ilgili olan resmen travmatik etki yaptı bir ara tedavi olarak dört haftalık gebelik sonrasında beyin oluşmaya başladığı için dört haftadan sonra sonlandırılan gebeliklerdeki fetüslerden sinir dokusu nakledilmiş, bazı ülkelerde zaten etik olarak uygun olmadığı için izin verilmemiş. Bir de tek bir fetüsten alınan doku da yetmiyor yedi tane falan olması gerekiyormuş... Zaten tamamen tedavi etmiyor da. On on beş yıl sonra o nakledilen dokular da nasibini alıyor parkinson hastalığından. Her neyse ben dersin bu kısmını dinlerken midem kalktı, uzun zamandır hiçbir şey bu kadar midemi bulandırmamıştı. Sonra yemeğimi alıp geldim yemek yerken biraz Office izledim, iyi oldum ama modum tekrar yerlere indi. Resmen suçluluk duygusundan başka bir şey yapamayıp Tourette sendromuyla ilgili dersi izledim az önce, öyle uyku bastı ki.
Sınavı alacağım için derse çalışmak zorunda olmaktan mı yoksa havanın bir öyle bir böyle olmasından mı bilmiyorum ama içim sıkılıyor. Bu iç sıkıntısı bazen benden de eskiymiş gibi ve asla kaybolmayacak gibi geliyor. Sadece bazı anlar çok yoğun bir halde çıkıyor karşıma.
Keşke hiçbir telaş veya belirsizlik olmadan, bir ağacın dibinde kitap okuyabilsem, güneş yakmasa ama içimi ısıtsa, tatlı tatlı rüzgar esse. Sonra kitap okurken mayışıp uyusam biraz. Rüyamda kitapla ilgili şeyler görsem... Kısacası tek istediğim biraz huzur ve telaşsız bir zaman dilimi.
15 notes · View notes
Text
Her Temas İz Bırakır (mı)?
Bir süredir bunu düşünüyorum, her temas iz bırakır mı gerçekten? Eğer öyle ise, benim temaslarım neden hiç iz bırakmadı?
Ergenliğimden beri depresyona meyilli bir insan olmamın yanında, sonraki yıllarda geçirdiğim iki adet nurtopu gibi majör depresyon döneminden sonra, artık ne terapiyle ne ilaçlarla işimin kalmadığını düşünüyordum. Nihayet "normal" olabilmiştim, nihayet beni düzeltmişlerdi. 3 yıl da öyle devam etti, bu arada "nihayet" mezun oldum, çok isteyerek girdiğim, ama sonrasında kabusa dönüşen bölümümden. Okul öyle zor bitmişti ki, biraz tatil yapayım dedim, bi 6 ay süre verdim kendime. Sonrasında portfolyo hazırlayacak ve iş başvuruları yapacaktım. 6 ay göz açıp kapayıncaya kadar geçti, neyse dedim, 1 yıl da fena değil. 1 yıl ara vermek, kabul edilebilir. O bir yıl hayatımın en mutlu 2 yılından biriydi, diğeri, bir nevi yine hayata ara verdiğim "mezunken sınava hazırlanma" senesiydi. 
O bir yılın sonuna gelirken, ben yine depresyon belirtileri göstermeye başladım. Portfolyo hazırlamaya çalıştığımda, kullanmam gereken programları açmak bile göğsüme bir fil oturmasına sebep oluyordu, değil proje hazırlamak, tasarım yapmak. Mesleğimden o kadar soğumuştum ki, acaba başka bir alana mı kaysam dedim. Bir yıl kadar özel ders verdim, sonraki yıl Fransız Kültür'e tekrar başladım, Fransızcamı neredeyse mükemmel bir seviyeye taşıdım ve gerçekten de çok zevk aldım ama, iş bunun üzerinden para kazanmaya gelince yine afakanlar bastı. O arada grafik tasarım yapmaya başladım, güya sadece esas portfolyomu hazırlamam için gereken aylarda biraz para kazanabileceğim bir şey olarak kalacaktı, biraz para kazandım da, ama portfolyo namına tek bir şey yapmadım. Erteledim, erteledim, erteledim.
Sonra kullanıcı deneyimi tasarımına ilgi duymaya başladım, etkinliklere katıldım, ama iş oturup bununla alakalı çalışmaya geldiğinde, yine aynı. Yine iç sıkıntısı, yine erteleme. Yarın dedim, haftaya kesin başlıyorum dedim, Eylül'de başlıyorum dedim, başlamadım. Erteleme, sonsuz bir erteleme. Bu 3 yılda, yapıp da gurur duyduğum tek şey spora başlamam ve 2  yıl (sonra pandemi) bunu ciddi disiplinle (haftada 10 saat) sürdürmüş olmam herhalde. Sonuç olarak geçen yıl haftanın 5 günü spor salonunda, 2 günü Fransız Kültür'deydim. Spora başlama sebebim de zaten, 55 kilo başladığım sevgili okulumun uyku düzeni ve iştah başta olmak üzere her türlü düzenimi altüst etmesi sonucu, 45 kilo ile bitirmemdi. Üniversite dönemi ciddi ciddi sadece kahve ve sigara ile geçirdiğim günler oldu.
165 cm boy ile 45 kilo olduğunuzda, oturduğunuzda kemikleriniz poponuza batıyor. Kaslarım tamamen eridiği için, artık dişlerimi fırçalarken bile yoruluyordum, kalbimde ritim bozukluğu başlamıştı. Dolayısıyla kas kütlesi kazanmam gerekiyordu, spor artık bir hobi değil, zorunluluktu. Zaten "tatil"ime de öyle başlamadım mı, şu 6 ay sadece kilo alıp spor yapmaya odaklanıcam diye. 4 kilo aldım o şekilde, işte o noktada kendime tanıdığım süre bitti. Bu arada uyku düzeni diye bir şey kalmadı tabi, ciddi manada geceleri yaşamaya başladım, yani uyandığımda zaten hava kararmış oluyordu çoğu zaman. Bir şeyler yiyip bir kahve içip spora gidiyordum mesela, akşam 8'de. 
Sonra geçen yıl pandemi oldu, dolayısıyla spor salonu maceram da bitti. Herkes kilo aldı bu süreçte, ben kilo verdim. Evet uyku düzenim yoktu ama, en azından günde 7-8 saat uyuyordum. Sonrasında insomnia ile tanıştım, direkt hiç uyuyamamaya başladım. Ne gece, ne gündüz. Günlerce. Sonunda doğru dürüst yemeyen, uyumayan, herhangi bir şey yapmadan saatlerce uzanıp telefonda boş boş vakit öldüren bi insan oldum. Ha bi de sudoku. Sudokuyu unutmamak lazım, sudoku önemli. Tek aktivitemdi çünkü.
Bu arada kendimle alakalı "ben neden böyleyim, nasıl düzelicem" sorgulamalarım devam ediyordu tabi, o sorgulamalar kendimi bildim bileli vardı zaten. O sırada ben bazı cevaplar bulur gibi oldum, tam o dönem, tek çocukluk arkadaşım DEHB(ADHD) tanısı aldı, dedi ki "Aybike kadın konuşurken sanki senin hayatını anlatıyor, seni tarif ediyor gibi hissettim, bence bende varsa sende de kesin var." Sonra neredeyse 1 yıl doğru dürüst bir terapist bulmaya çalışmamızla geçti, sonunda bulduk. Meğer yaşadıklarım sadece buzdağının görünen kısmıymış, asıl macera şimdi başlıyormuş. Çeşitli testler sonucu ADHD tanısı aldım, 29 yılın sonunda. Nörogelişimsel bir farklılığınız olduğunda, bu hayatınızın sahiden her alanını etkiliyor, işlemciniz farklı çünkü. Bilgileri, duyuları, duyguları farklı biçimde işliyor beyniniz. Bu bir hastalık mıdır? Bilmiyorum, solak olmak hastalık mıdır? IOS'la kıyaslanınca Android hastalık mıdır? Kesin olan tek şey, nörotipik olmadığım ve hiçbir zaman ol(a)mayacağım.
Böyle böyle terapiye başladım tekrar. Ben sanıyordum ki, iyi bakalım, madem böyleyim, bununla ne yapacağız ona göre bir yol çizelim. Hala o kısmına gelemedik :D 
Anne ve babam severek mi evlenmişti, görücü usulü müydü? Erken doğmuş muydum? (7 aylık) Kreşe mi gitmiştim, bakıcı mı bakmıştı? diyerek başladık, devam ediyoruz. Sürekli kapalı kutulara koyduğum, üstüne kilitler vurduğum geçmişimle artık yüzleşmem gereken bir süreçten geçiyorum terapide. Bunu hiç yapmadım, daha öncekilerde hep "geçmişi bırakalım, önümüze bakalım" gibi bir metot izledik. Ben de öyle yaptım, şimdi bundan utanıyorum ama, sırf bir şeyleri hatırlamamak için giyim tarzımı, müzik zevkimi bile kökünden değiştirdiğim dönemler oldu. Kendi kendimi yeniden doğurdum sandım, çok radikal değişiklikler yaptım. Önümüze de baktık, mutlu ve üretken geçirdiğim yıllar yaşadım, ama sonunda, yıllardır psikoloji vs. mevzularla uğraşan biri olarak gördüm ki, bir şeyleri "yaşanmamış, hiç olmamış" varsayamıyorsun, bazı defterleri kapatmak için kendi içinde anlamlandırmak, anlamak zorundasın. "Neyse ne, artık ilgilenmiyorum." dediğinde sadece kendini kandırıyorsun, bazen yıllarca.
Ve benim omuzlarımda 29 yılın çıkarımları var, kendimi bilmeden, kendimi tanıyorum sanarak yaptığım. 29 yıl boyunca, nörolojik olarak benden farklı insanlarla kendimi aynı sanıp kıyaslayarak vardığım sonuçlar, kendime yakıştırdığım sıfatlar var. 29 yıllık yaşanmışlık, bu durumu bilmeyerek bundan dibine kadar etkilenen ilişkiler var. O ilişkilerin üzerimde yarattığı, aştım sandığım travmalar var. Başka insanların da var mı bilmiyorum, benim gözlemlediğim kadarıyla yok, ama benim peşimi hiç bırakmayan birkaç tane hayaletim var. Bazen gecenin en karanlık zamanında gelip yanımda oturan, bazen günün en aydınlık zamanında, keyfim yerindeyken gelip merhaba diyen. Çoğunlukla yok sayıyordum onları, şimdilerde oturup sohbet ediyorum. Dinliyorum, hatırlıyorum.
Hepimizin hayatına girip belli bir süre sonra çeşitli sebeplerle çıkan insanlar olmuştur. Benim belki fotografik bir hafızam olduğundan, belki oldum olası biraz takıntılı bir yapım olduğundan, belli bir önem verdiğim, belli bir paylaşımda bulunduğum insanların anıları zamanla solup gitmedi hiçbir zaman. Beraber yaşadığımız anılar, ilk günkü canlılıklarıyla zihnimde var olmayı sürdürdü, imgeleri sanki bir fotoğrafmışçasına net şekilde gözümün önüne gelmeyi bırakmadı. O insanlarla ilgili duygularım soldu, bazen biçim değiştirdi, ama hatıraları ne değişti, ne de silindi. Bunu yıllarca zamana bıraktım, herkesin dediği gibi, ama 30 yaşıma bir ay kala, artık bunun zamanla değişecek bir şey olmadığını kabullendim, benim böyle çalışan bir zihnim var. 
Dikkat eksikliği/hiperaktivite tanısını alalı henüz 2 ay oldu ama hala insanların çok büyük bir çoğunluğundan farklı çalışan, biyolojik olarak, nörolojik olarak farklı yapılanmış bir beynim olduğunu kabul etmekte zorlanıyorum. Bunu tahmin ederken kabul etmesi kolay, hatta rahatlatıcıydı, resmi tanıyı aldıktan sonra ise iç karartıcı ve zor. Evet, bazı çok güzel yanları var, ama büyük bir toplulukta çok küçük bir azınlık olmak hiçbir zaman güzel bir deneyim değildir, hele bunun böyle olmasının sebebi dünyayı algılayış biçiminin farklı olması ise. Bu sebeple hayatımı oldukça zorlaştıran yanları olduğunu inkar edemem.
Her neyse, benim beynim çok önemli güncel bazı şeyleri unutur ya da gözden kaçırırken,  ufacık detayları, anıları, kokuları, renkleri ve sesleri sonsuza kadar ilk günkü tazeliğiyle saklamayı seven bir beyin. Bu da çok yorucu çünkü kendimi artık hiç kullanmadığım, hepsi kırık ve bozuk eşyalarla dolu bir çuvalı sürekli sırtımda taşıyor gibi hissediyorum. İşte bu yüzden, ben nereye gidersem gideyim, hayaletlerim de benimle birlikte geliyor. Yeni bir insanla tanıştığımda,  beni hayatına davet ettiğinde, sanki kapıdan giriyorum ve arkamda birkaç kişilik bir davetsiz misafir topluluğu var, "Merhaba, ben geldim! Bunlar da Ayşe, Fatma ve Mehmet!" gibi. (gelecekteki sevgili, bu satırları okuyorsan, işin sahiden çok zor ama inan benim için de hiç kolay değil, seni seviyorum) Bu beyin öyle bir beyin ki, algılanan herhangi bir uyarana, "normal" dediğimiz bir beyinden çok daha fazla tepki veriyor, daha fazla nöron ateşliyor, daha çok sinaps oluşturuyor. Bu durum olumlu ve keyif veren duyu ya da duyguları çok daha şiddetli hissetmeye sebep oluyor ki bu çok güzel. Ama aynı zamanda olumsuz olanlar da daha şiddetli oluyor ve her iki durumda da, sonuçta yaşanan deneyim hafızaya çok daha büyük boyutlarda atılıyor, çok daha fazla yer kaplıyor.
İnanması güç olsa da bu 3-4 kişinin sadece birisi "sevgili" sıfatına sahipti, o dönem için en yakın dostum olmasıyla beraber. Diğerlerinin hepsi, hemcinsimdi, hepsini de hayatımda oldukları dönemlerde adına "arkadaş değil, dost" dediğim tahta oturtmuştum. En derin, en mahrem sırlarımı anlattım, travmalarımı paylaştım bu insanlarla. Hayatımın en mutlu günlerini geçirdim, bazen omuzlarında ağladım. Beraber uyuduk, sayısız geceler boyu güneş doğana kadar çene çaldık sayısız kahve, sigara, bira eşliğinde. Kimisi bana yemek pişirdi defalarca, annem gibi zorla yedirdi, kimisi bana makyaj yaptı, moralim çok bozuk dedim atladı evime geldi, kimisi yıllar sonra ilk kez depresyondan çıktım ve ilaç almayı bıraktım diye sevincinden ağladığını söyledi, 9 yıllık dostluk var bu insanların arasında. 
Bir şekilde, hepsi bitti bu ilişkilerin, kimisi sadece uzaklaşarak, kimisi çok çirkin, inanamadığım olaylarla. O 9 yıllık ilişki mesela, ben birbirimizin en yakın dostuyuz zannettiğim sırada onun nişanlısıyla evlenmesi ve benim bundan ancak bir fotoğraf vasıtasıyla haberim olması üzerine bitti. Başka birisi, son görüşmemizde bir anda beni gecenin bir yarısı Güvenpark'ta tek başıma bırakıp gittiği için bitti. Bir diğeri, ben Kızılay'da fenalaşıp ambulansla hastaneye götürülmüşken, acil durumda aranacak kişi olarak onu aramaları ve onun başka bir arkadaşıyla kahvaltı yaptığı(!) için gelmemesi üzerine bitti. Bunlar "uç" ya da "şiddetli" olaylar gibi görünüyor değil mi, aslında bu olaylara gelene kadar hepsiyle benim ufak tefek olarak adlandırdığım, ama aslında çok şey ifade eden olaylar yaşamıştık, ben kör kalmayı seçtim, artık görmezden gelemeyeceğim kadar büyük bir şey yaşanana kadar. 
Bugünlerde hepsinin üzerinden geçiyoruz tek tek, çünkü her birinin bitişi ruhumda kapanmayan yaralar açtı. Kapandı sandım, geçti sandım, ama sadece bastırmıştım belki de, çünkü böyle hissetmek "normal" değildi. Normal insanların bir ayrılığı atlatması 3 yıl sürmezdi, normal insanlar yakın arkadaşlarıyla küsünce günlerce ağlamaz ya da o insanları sürekli rüyalarında görmezlerdi. Ay acaba yarın konuşucak mıyız diye heyecan yapmazlardı. Daha önce de bahsetmiştim burada, hep bir "best friends forever" arayışım oldu. Niyeyse de hep benden çok zıt karakterde insanlar ile. İnsan hep kendinde olmayanı aradığından mı? Bir şekilde hep eksik hissettiğim ve tamamlayacak birini aradığımdan mı? Eksiğini tamamlayabileceğim birini aradığımdan mı? Bilmiyorum, ama çok kez denedim, çok kez öyle sandım, çok defa yanıldım. Her birinin bitişi ayrılık gibiydi, eşyalarını geri verme, öfke, özleme, sürekli ondan bahsetme, beraber dinlenen şarkıları açıp gözlerinin dolması, zamanla alışma, unutma... Aynı zamanda sevgili olan kişiyle yaşanan süreç on kat daha beterdi çünkü tüm bu saçmalıkların yanında bir de o kişiye aşıktım. Hormonlar da işin içine girince her şey daha da boktan oluyor, oldu. Sonraki ilişkimde değil dost, arkadaş bile olmadığım bir kişiye aşık olarak akıllıca davrandığımı düşünmüştüm, ama öyle bir durumun da yarattığı başka sorunlar oluyor tabi. Neticede her türlü romantik yakınlaşmaya tövbe edecek hale geldim diyebilirim. Onu geçtim, artık hayatıma herhangi bir anlamda yeni insan alamıyorum, flört, sevgili, dost, arkadaş... En yeni arkadaşımla 6 yıl önce tanışmışız. Diyorum ya, içim o kadar kalabalık ki, yeni insanlara yer kalmıyor(muş).
Bu kadar çok kez denedim çünkü, hiçbir zaman o idealimdeki, o hayalimdeki dostluk olmadı, olur gibi olduysa da sürmedi. Hep bitti, ben hep en baştan denedim, ta ki artık en ufak isteğim ve mecalim kalmayana kadar. Bir yerden sonra, benim bu arzum ve bunca çabam da artık değersizdi. Çünkü, hep diyorum ya, herkes kendini bir kar tanesi kadar eşsiz ve özel hissetmek istiyor diye, bense, her şeyini her zaman karşı tarafın önüne döken bir insan olarak, tüm kusurlarımın yanında, diğer başarısız denemelerimi de anlattım hep bu insanlara. Oysa ki onlar, sanırım benim dostluk kurmayı denediğim tek insan olmayı beklemişlerdi. Bir yerden sonra, "Sen aynı şeyleri X ile de yaşamıştın zaten." oldu, "Şimdi anlıyorum Y sana neden öyle yapmış." oldu. Bu da, kabuk bağlamaya yüz tutmuş bir yarayı dikenli telle deşmek gibi hissettiriyor, hep öyle hissettirdi. Her birinin bitişi, diğer hepsinin sonlarını da gözümün önünde film şeridi gibi izlemekti aynı zamanda. Her seferinde aynı duyguları tekrar hissetmek demekti. Hele mesela o eski sevgili olan, "Aybike bunları herkese söylüyor." demişti arkamdan, her birinde neler yaşadığıma direkt birinci elden şahit olmamış gibi. Onca konuşmamız, onca yaşanmışlık hepsi boşunaymış gibi.
Dolayısıyla, bazı insanlarda "her temas iz bırakıyor" evet, ama bazı insanların hiçbir teması iz bırakmıyor. Benim belli bir önem verdiğim her insana dair taşıdığım izler varken, hayatından çıktığım hiçbir insanda kendime dair en ufak iz görmedim. Çıktığım günden itibaren, hiç var olmamışım gibi oldu. Bazen yıllar sonra yollarımız tekrar kesişti, hatta konuştuk bu konuları. En acı olan kısmı, benim çok önem verdiğim, üzerine belki aylarca düşündüğüm olayları, onlar unutmuştu, hatta gülerek söylediler unuttuklarını. Bana dair bir çok şeyi, unutmuşlardı. Ben hala, "X şu şarkıdan nefret ediyor çünkü bunun klibi açıkken şöyle şöyle olmuş." düzeyinde hatırlarken. Nerede okumuştum hatırlamıyorum, belki Erich Fromm-Sevme Sanatı olabilir, kendimizi başka insanlardan gördüğümüz yansımamız ile tanımlıyor olmamızla alakalı bir şeydi. Issız bir adada tek başına yaşayan bir insanın asla benlik kavramını oluşturamayacak olmasından bahsediyordu, çünkü kendisini algılayıp da ona geri yansıtacak insanlar yok etrafında. Bu durumda ben kimim? Belki de esas hayalet benim. İzi kalmayan, içinden geçip gittiği insanın bunun farkına bile varmadığı bir hayalet? 
Bazen çok merak ettim, mesela Fransızca bir şey duyduklarında beni hatırlamışlar mıydı? Beraber çok dinlediğimiz bir şarkı çaldığında? Benim en sevdiğim filmin Eternal Sunshine Of The Spotless Mind olduğunu cümle alem bilir mesela, onla ilgili bir şey görünce hiç hatırlamışlar mıdır? Belki hatırlayıp hiçbir şey hissetmemişlerdir? Belki bir anlık üzülüp, melankoli hissedip hayatlarına devam etmişlerdir? Bilmiyorum, nörotipik bir beyin nasıl çalışır, nasıl hisseder, nasıl unutur hiç deneyimlemedim. Bu beyinde, duygular çok yoğun, renkler çok parlak. Zaten o yüzden 5 yaşımdan beri en çok siyahı sevdim. Belki de benim gibi bazı insanlardır, her temasın iz bıraktığı. Diğerleri, normal olanlar, kir tutmuyordur ve pırıl pırıl, yaşamlarına devam ederler.
1 note · View note
mutlak-seveceksin-blog · 8 years ago
Text
Samsun’da bir kınalı
18.02.2022 Cuma
Samsun
Samsun da bir gün başlamıştı o an. Uyandı Gani. Yüzünü yıkadı, ustünü değiştirdi, dişlerini fırçaladı, ütülü gömleği yoktu gömleğini ütüledi. Sabahın erken saatlerinde yola çıkmak için kapıya elini attı baktı ki anahtarı üzerinde değil döndü anahtarını yanına aldı ve çıktı. Bir adım attı bir sonraki adımını attı. Ganinin Samsunda Selahiye mahallesinde bir evi vardı. Aslında o evi yıkık harabe bir halde iken satın almıştı. Sonra kendi dekoru ile koyu yeşil bir boya çekti evine merdivenlerini tazeledi içeriyi ahşap döşemelerle süslendirdi. Tahta pazar kasalarından tabureler ve raflar yaptı. Birkaç gaz lambası ile odasına ışık verdi. Bir şömine yaptı evine. Birkaç tomruğu giydirerek baza haline getirdi üzerine bir mekan yatağı koyarak kendine yatak yaptırdı. Eskilerden kalma iki müzik çalar vardı elinde. Biri sadece fm sistemini kullanan manuel ayarlı 3 bant alıcısı olan eski bezli radyolardandı. Diğeri ise biraz daha yeni model olan kasetçalar radyo idi. Bir de pikap ı vardı elinde. Ha sayılır mı bilmem bir de wolkmen kullanıyordu 90 lı yılların popüler müzik aletlerinden. Bir arabası vardı Gani nin 1970 lerin amerikan model hayaleti. Biraz pahalı bir araçtı. Ama değerdi o araç için. Ona kızım derdi. Kapıdan çıkmadan dut ağaçlarının ayrılmış dallarından yapılmış askılığı. İç duvardalrında çam ağaçlarının yüz yapraklarından kaplama vardı. Oturduğu yere karakol sokak diyorlardı. Gani o mahalleyi seviyordu az çok. Çünkü komşuları ile arası çok iyiydi. Gani arabasının yanına geldi. Kontağı çevirdi kapıyı açtı. Sonra marşa bastı. Aracı çalışır vaziyette bir müddet bekletti ve devam etmeye başladı. Hayaleti çok seviyordu. Çarşıya iniyordu Gani saat daha sabah 6 yı gösteriyordu. Birazcık açtı Gani. Bu saatte paça iyi giderdi üstüne bir de köfte. Hiç beklemedi Gani zaten bekleyecek vakti yoktu. Çifte hamamlar caddesine girdi zaten adından ötürü paçaçı diye bir lokanta vardı üzerinde girdi içeriye. Selamını verdi ustaya. "Abim az paça sonra porsiyon köfte rica edeceğim sizden" diyerek seslendi. Çorbasını içti hemen ardından geldi porsiyon köfte, köftesini yedikten sonra. Baktı etrafına, Usta tekti daha."Abim iki çay alda biraz sohbet edelim da" dedi. Usta gülümsedi"Olur valla yeğen"dedi. Çayları aldı iki büyük bardakta. Geldi Gani nin yanına. Gani: -        Abim ismini bağışlarmısın bana Usta: -        Ali yeğenim -        Ali abi bende Gani. Şu ara cadde de ileride köşede satılık bi dükkan var mış. iki katlı kimindir bilirmisin. -        Valla yeğen adı çamur amma kendi mülaim bi Arif ağa var yaşca da epey var. Onundur derler bende tam bilmem şahsen ama nerde sorsan gösterirler. -        Bu gün konuşacağım abi. Oda açacağımda. -        Ne odası? -        Abi ben mühendisim unkaphanı varya ilerde orda bürom var. Ama burayı açacağım fakiri fukarayı doyuruyom bir hayır duasını alayım diye. Oda dediğim aslında çay ocağı. İki katlı ya üç kişi ayarlayıp birini ocağa bırakacağım ikisi garson işte. Diyecem kendi paranızı çıkarın yeter bana. Gerisi fazla kazanç olur. Yukarıdaki odayıda dedim ya gençlere ayarlıyacam ben gençlerden para istemyorum. Sokakta gezip harama bakacaklarına oturup beni sevaba soksunlar. Onlara hocalar getirip sohbetler verdireceğim. Yeri gelecek ben konuşacağım. Bu vatanın evlatlarıyız biz onlarda öyle. Neticede bir sıkıntısı olan varsa bilirim en azından yardım ederim hiç olmazsa. -        Yeğen sen kimsin? Nerelisin niye yapıyon bunu yanlış anlamada sen manyak mısın? -        (küçük bir tebessüm ile) dayı ben hayrına yapacağım bunları. 3 yıldır burdayım ben 3 yıldır buranın insanıyla geçindim bir. İkincisi benim dedem derki ocağın tüter her bir şekilde tütsün, amma o ocakta misafirin olmazsa o tüten duman boşadır. Benim kaç yıldır ocağım tütmektedir dayı ama hep bana olmaz bu iş. Bana ihtiyacı olan çok insan var. O gençler pırıl pırıl. Onlara biz destek olmazsak kim olacak. -        Valla yeğenim gine sen bilirsin ama. Ben deyim akıl işi değil senin yaptığın. Hepsi bi yana çamurun mekanı şimdi yok yoksul ocağı olacak ha. Vay anasını. Derken telefon çalar arayan Arif abi. Gani müsade ister -        Müsadenle Ali dayı. Ben iznini istiyeyim. -        Müsaade senin yeğen gine gel. Arif abi: -        Evaldım alacan mı dükkânı. -        Alacağım Arif amca nereye geleyim? -        Ben dükkânın önündeyüm evladım birazdan geçeceğim kahve haneye. -        Geldim amca hemen. Gani Arif amcanın yanına gider. Gittiği yer çıktığı çorbacının arkasındaki sokakta bir boş dükkandır. -        Evladım gel bir daha bak istersen. -        Olur dayı da gerek yok sen buraya ne kadar istiyon. Ben direk işi bitirip gitmek istiyom. -        Evladım benim parayla pek işim olmaz bu yaz bi oğlan everecem. Düğün masraflarını bilirsin az çok. Bir de ev istemiş gelin kızımız neyse. Uzun lafın kısası 200'e anlaşalım. -        Dayı uzatmaya gerek yok gel sen hele seninle bi yere oturalım orda konuşalım. Ayak üstü de olmaz şimdi. -        Olur evladım gel şurda ileride çay ocağı var geçek. Gani biner hayalete Arif amcayı bekler. Arif amca yavaş yavaş adımlar atarak gelir biner arabaya. Gani marşa basar ve çalıştırır yeniden aracını. Sonnra bir kere daha basar gaza. İleride Arif dayının söylediği yere sürer aracını. -        Dayı iyi dedin fiyatı ne senin zararın da ne de benim kârımda. -        Oldu diyon yani yeğen bu iş. -        Oldu emmi oldu. -        Hayırlı olsun o zaman yeğen. -        Dayı parayı akşam elinde bil. Şimdi notere gidelim satış için belgeler falan var ya halledelim senle. -        Olur yeğen o da olur hele çayını iç. Gani ordan kalkınca Arif amca ile notere gider sonra tapuya akşama kadar bi koşturma yaşarlar. Akşam bankaya gider parasını çeker 200 bin TL aslında iyi bir paradır. Bu para tabi Gani nin kendi memleketine göre iyi bir paradır. Samsun için ise çok az bir değere sahiptir. Ne satan zarar eder ne alan kar. Parayı teslim eder. Gidip tapuyu devir ederler. Ve saat daha öğleden sonra 4 tür.  Arif mca ya dönüp der ki. -        Emmi bi kebap nasıl gider şimdi? -        Valla yeğen sen demesen ben diyecedim hayırlı olsun ne zaman yiyoz diye. -        Hadi emmi gel şu ilerde var bi tane. Geçerler sahil kıyısındaki kebapçıya. İkiside bir buçuk porsiyon kebep yerler. Sonra elinde dükkânın tapu kayıtları yla gani bakar etrafa. Çamur sorar. -        Evlat sen bu dükkânı aldın iyi hoş ta ne yapacan. Emmi bilinmi evvelden aş evleri vardı memleketin yok yoksul gelip karnını doyurur işsize iş aşsıza aş verirdi. İşte böyle bi hayıra vesile oldun sen. -        Valla evladım ben memlekette ne olsa inanırım şimdi demek aş evi ha. -        He emmi aş evi. -        Neyse hayırlı uğurlu olsun tekrardan. Güle güle kullan dükkânı. -        Eyvallah emmi. Eyvallah. Gani arabasına biner dayıyıda alır dükkânının ilerisinde dayının evi vardır. Oraya bırakır dayıyı. Sonra dükkâna döner saat 5 buçuk olmuştur. Bakr bi etrafa. Hayal eder dükkânı. Merdivenin altında kazanı kuracaktır. Yerler savan kazanın atlı yüksek muşamba olacaktır. Duvarları açık kahverengiyle boyayıp camii duvarlıklarından döşeyecektir duvarlara. Sonra duvara un kapanhanından aldığı duvar halılarını asacaktır köşeli köşeli. On oniki tane sedir alacaktır motifli halıyastık ve minderler alacaktır dükkâna. Sedirlerim üstüne serecektir bu yastık ve minderleri. Tam ortasına soba kuracaktır. Sobanın üstünde bir güğüm olacaktır her daim. Masaları ahşap eski masalar olacaktır. Yeni pek bişey kullanmayacaktır Gani. Çünkü o eskiyi sever. Üst kata gelince üst kat ta halı olacaktır. Yerler zaten parkedir. O halıya ayakkabısız basılacaktır kapının üzerine bir tane baş eğdirecek kadar tahta çakacaktır. Kapı yeşil boyalı olacaktır. Üst kattaki lavabonun sevivesi inecek hatta şadırvandaki abdesthane kadar olacaktır çünkü orda namaz kılınacak namaz kılınması için de abdest alınacaktır. Üst katın pencereleri sürgü pencere olacaktır. O pencerelere eski babaannesinin evinden kalma perdeleri asacaktır. Üst katta sedir duvarı kaplayacaktır. Orda bir ocak olacaktır. Orda bir ocak olacaktırki her kesin karnı doysun. O ocak sönmeyecektir. Orada sürekli gençler, yaşlılar, yaşıtlar sohbet edecektir. Sonra orada da bir adet soba olacaktır. Ama bu fırınlı soba olacaktır. Şimdiden görmüştür milleti. Etrafına gelenlerin kimler olacağını. Bakmıştır sağına soluna. Gençler toplanmış kendisinin elinde müzekkin nüfus ve marifet name. Gençler sokakta uyuşturucu kullanmıyordur. Gençler odada ocakta edeb öğrenip ahlak kazanıyordur. Sonra evsizler vardır orda onlar ocağa her geldiklerinde evi gibi sahip çıkıyordur. Etrafına gençlerin aileleri gelip teşekkürler ediyordur. "ipe sapa gelmez oğlum hoca oldu Allah senden razı olsun. Bir tek oğlum vardı o da ne dediğimi tutar ne ettiğime meğil ederdi Allah senden razı olsun evladım." Diyen insanları görmüştür şimdiden. Artık bir yerden başlamak lazımdır. Bu gün esas iş yerine gitmemiştir daha. Bi görünmek lazımdır dükkân küser yoksa Ganiye. Kapıyı kilitler arabasına biner ve hayal dolu bakışları devam ederek un kapanına doğru yol alır. Bürodan içeri girince Mehmet, Veli bilgisayar başında projenin tamamlanması için uğraşıyorlardır. Melek ise kahvesini almış o da bilgisayarın başına gidiyordur. Selamın aleyküm der herkese Mehmet ile Veli selamını alıp biraz tebessüm ederek bakarlar Gani ye. Merakla sorar Gani: -        Hayır, olsun beyler n'oldu? Melek: -        Abi sana söyleyecektik bizim geçen ayki projenin hak edilişi biraz tahminimizden fazla geldi. İlk defa oldu biz de anlamadık -        Olur, Melek olmıycak bi şey değildiki. Hem o kadar uğraştık o proje için biliyorsun. Mehmet bir hışımla atlar artık dayanamaz: -        Abi esas mevzuyu söylemedi Melek bombayı duymadın sen. Bekle oooooo, abi hani şu dronu aldık ya -        Ee. -        Abi samsunun fotogrametrik haritasını istemişler. Ve tahmin et bu gün ilk firma olarak neresi arandı. -        Şaka yapma Mehmet valla yorgunum sinirimi senden çıkarmayım. -        İnanmıyo ya. Abi ben ciddiyim hem de öyle bi şey oldu ki inanmazsın. -        N'oldu Mehmet hadi söyle inanacağım. -        Abii ihalenin fiyat aralığı belli. 2 milyonla 3 milyon arası. -        Abicim canım benim güldük eğlendik bitti uzatma. -        Abi niye inanmıyosun ya. Ben ciddiyim! Ama sen dur (bilgisayardan proje ihalesini açar Mehmet ve Gani nin yüzüne bakar.) bak abi bana inanmıyorsan buna inanırsın. Gani projeyi inceler bakar şöyle bi. Ekibe döner. Ekipte hiç konuşmayan biri vardır Veli. O işin olmayacağını anlamış olsa ki susuyordur. Gani Veli ye sorar. -        Veli sen niye susuyon. Veli baştan bildiği için orda ��ov yapma sırası gelmiştir kendisine. -        Beyler bu istenilen haritanın ölçeği 1/10 000 ila 1/5 000 arası yani bu da demek oluyorki. Yerden 3,5 km ile 5km arası uçuş bizim dronumuz yerden en fazla 1,5km yükseğe çıkar yani neticede bizim bu projeyi yapabilmemiz imkânsız değil biz ölçeği önce büyük alır sonra küçültürüz fakat bu en az bizm 3 ayımızı alır. Projenin hak edilişi bize iyi yansımaz. Alıycanız işin özeti bu. -        Veli aslında yapılır ya ben şu numarayı bi arayayım. Bakalım süre bakımından ne kadar istiyorlar. Beyler bu tür şeyler bir anda karar verilecek şeyler değil hem Amasyanın haritasını çıkarırken az mı çile çektik Allah aşkına bi düşünün. Yok, uçuş izni yok hava tahmin raporları ben ömrümde bu kadar çile çekmedim. Hepsi bitti bir de yazılım hataları çıktı. Öyle çektiğimiz çileye değmediği sürece uğraşmam ben rezil iş beyler. Hem o kadar da paraya ihtiyacımız yok olsa belki. -        Ee abi sen şu alacağın dükkân var dı onu ne yaptın. -        O iş halloldu beyler. Şimdi gençleri toplamak kaldı. Bu sokaktaki gençleri etrafıma toplayıp onları sokaktan çekeceğim. O bana yeter. -        Abi bizi ihmal etmede. -        Ekip burdayken gözüm arkada kalmıyor. Size güveniyorum beyler. Zaten işi de biz çıkarıyoruz geri ihaleyi de biz alıyoruz haksız mıyım? -        Orası öyle abi. -        Neyse beyler gün ola hayır ola. Bu arada karnı aç olan var mı? Ekip tamamı el kaldırır. Gani kimseye sormaz ne yiyorsunuz diye. "Hadi beyler kapatıyoruz bu günlük buraya kadar." Ekibi alıp gider bi restorana. Garsona rica eder. Masayı donatır. Millet bayram eder. Akşam çökünce şehre milleti evine bırakır. Sonra kendi yapacak bi şey bulamaz. Lâdik e yola çıkar Gani. Lâdik şehre uzaktır baya bi ama gidecektir o gün. Ladikte biri vardır ziyaret etmesi gereken. Seyyid Ahmed-İ Kebîr Er-Rufâî Hazretleri. O ki rıfai kolunun ilk tanıklarındandır. Kimilerine göre Seyyid Ahmed Rufaî'nin torunu kimilerine göre talebesidir lakin mühim olan o kutlu yolun bir neferidir neferden ziyade bir komutanıdır. Kabre geldiğinde bir selam verir, baş eğip müsaade ister, oturur yanına. Ve konuşur o mezar taşı ile. "Yüzlerce yıl önce açtığınız yoldan kör kütük gitmeye çalışıyorum kusurlarımı bağışlasın rabbim. Ben etrafıma hayırlı bir insan olmak istiyorum pirim. Ben o çocukları sokakta görmek istemiyorum pirim. Ben evlenemiyorum pirim. Yapamıyorum olmuyor. Kimseyi sevemiyorum. Söyle pirim illaki evlat dediğin öyle kanından canından mı olacak? Ben her çocuğa babalık yapamaz mıyım? Mutlu bir yuvadan yana gülmedi yüzüm en azından şu gençler güldüremez mi beni? Bana bilmediğim babalığı yaşatamaz mı? Söyle pirim sen söyle ben mi hata ediyorum boşuna mı çekiyorum bunca cefayı? Pirim ben kimsenin kalbini kırmak istemiyorum. Boşuna mıydı pirim bunca eziyet? Boşunamıydı yıllardır beklemem? Ben kimi beklerdim pirim o kimlere gitti? Pirim ben kimseye bakamam benim verdiğim sözler var. Ben dedim ben senden başkasına bakmam dedim duymadı. Şimdi ne onun bana bakaacak yüzü var ne de benim onu alacak kudretim. Evli olduğu halde ben hala umudumu kesemedim pirim hata bende mi?  Pirim ben bilmem kız nasıl sevilir ben beceremem kız nasıl sevilir. Ben kimseyi üzemem pirim. Bile isteye kimsenin kalbini kıramam. Beni kırdıkları gibi kimseyi kıramam pirim. Yardım et ya Rabbim, himmet eyle pirim." Der. Gani gözyaşı dökerek karanlıkta sağ elini kalbinin üzerine koyar. Sol eli boşlukta sallanır. Bulutların gözüne toz kaçmıştır. Yağmur yağmaya başlar. Yavaş yavaş kalkar Gani. Yağmurda sallanarak yürüyüp arabasına biner. Ganinin arabasında her zaman bir semaver olur, bir de nargilesi. Issız izbe bir yere gitmelidir o gece. Ladik merkeze uzaktır saat 11 olmuştur. Gani samsun ladik arasında bir yer bulup çeker arabasını bir ağacın altında yakar semaverini közlerini atat nargilesinin çayını demler, nargilesini hazırlar. Bir nefes çeker, bir yudum alır çayından. Dertli dertli bakar Ankaraya doğru. Ve gine konuşur kendi halinde"beni yaktın Ankara. Hakkım sana haram olsun. Beni yaktın Ankara. Sevdiğimi benden aldın Ankara. Şimdi ne yurdum kaldı ilerde ne de yuvam kaldı elimde. Beni yaktın Ankara. Beni doğmadan öldürdün Ankara. Şimdi ne sen bana yar olursun, ne de ben sana yaren. Niye be Ayşem? Niye kıydın bana? Ne ah bıraktın heğbende ne cefa hepsini aldın sırtına. Niye be Ayşem niye kıydın bana?" ve gine gözyaşı döker. Gani hem nargile yi içer hem de ardendan sigara yakar. Gani sigarayı bırakamaz bu gidişle. Gani hüzün ve kasveti de bırakamaz bu gidişle. Saat 12 gibi çıkıp kavak belediyesine yola çıkar Gani. Kavak nasıl bir yer pek bilmez fakat yorulmuştur Gani. Bir otel bulup orda geceyi geçirmek için girer ve o gün artık bitmiştir Gani için.[i]
[i] Gani yarınlarını düşünürken birileri onun dününde takılı kalmıştır artık aradaki zaman konuşur Ne Gani konuşur bildiğini ne de ona konuşur bilenler yaptıklarını.
5 notes · View notes