#her solukta
Explore tagged Tumblr posts
harepare · 3 months ago
Text
bogazinda dugumlenen hickirik olayim
0 notes
photographss-world · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Bu gecede sana mutlu uykular dilerken,
her şeyimi sana veriyorum
bir solukta!
benim mutluluğum
sende erimektedir...
Franz Kafka...
144 notes · View notes
nesrin-c · 1 year ago
Text
YAŞI 50/75 ARASI OLANLAR MUTLAKA OKUYUN
Bir solukta okuyacağınız çok güzel bir yazı.
Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…....
PEKİ KİM BUNLAR?
1945 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı 70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL..?
Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…
Şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…
Okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş, bir garip nesil…
Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…
Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…
Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…
Harp görmüş, darp görmüş…
Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evinde isyanla tanışmış.
En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…
En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…
Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil...
Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış.
68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları, ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…
Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız bu vatanı sevmiş…
1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…
Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…
Çoğu simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…
Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…
Muhanete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamış.
Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…
İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının.…
Bunlara iyi bakın,Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…
Bunların üretimi sonlandı…
Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalkıyor…
Neden bu nesil özel biliyor musunuz..?
Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…
Dozer gibi dünya milletleri geçti…
Hayat bu nesli sınadı, ama tüketemedi…
Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…
Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…
Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…
Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…
Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…
Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa değerini bilin..!
Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…
Sonra arar da bulamazsınız…
Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır...
Alıntı
Tumblr media
164 notes · View notes
deniziisenkendinegel · 2 months ago
Text
Gölgen gibi adım adım her solukta benim adım
25 notes · View notes
guzide1 · 2 months ago
Text
"her solukta ömrümü çürütse de bin cefâ gülüme sitem bile edemedim bir defa..
25 notes · View notes
kur-an-ve-risalei-nur · 7 months ago
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
Hangi işi yaparsan yap, Kur’ân’dan ne okursan oku, ne işte çalışırsan çalış, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, biz sizin üzerinizde şahidiz. Ne yerde, ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabbinin gözünden kaçmaz. Ne zerreden daha küçük, ne de ondan daha büyük! Ancak bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.
Yunus suresi /61
Bulunduğun konumda, yaptığın işlerde uğradığın sıkıntıları Allah azze ve celle’nin görüyor olması, kalbini sakinleştirmek için kâfi geliyor. Yine tam da böbürlenmeye kalbimiz meyletmişken veyahut türlü imtihanlara şımarıklık içinde oflayıp puflarken Allah c.c bizi izliyor olduğunu hatırlamak, haddimizi bilmemiz için yetiyor.
Bu ayeti kerime ansızın müjde olurken ansızın insanın tüm azalarını korkudan titretebiliyor. Bulunduğumuz asır, şahit olduğumuz zulümler, kulluk adına üzerimize düşen görevler, yapmadıklarımız, yapmak için çabalayıp başaramadıklarımız…
Yine de her solukta Rabbimin sonsuz rahmetine ümidimi bağlamaktan geri durmuyorum. O’ndan başka sığınılacak bir yer bilmiyorum ve dert edindiklerimi O’ndan daha güzel çözümlendirecek daha iyi birinin de olduğunu düşünmüyorum.
Beni yaratan Rabbimin bana umut olabilecek vesileler gönderdiğini biliyorum.
Zilhicce işte müminin içinde çiçekler açtırmaya vesile olabilecek bir mevsim. Tüm hata ve kusurlarımızı Rabbimize itiraf edip rahmetine sığınabilecemiz bir fırsat.
Ramazanı istediğimiz gibi geçiremediysek işte şimdi telafi etme zamanı.
Mükemmel olması, çok olması gerekmez. Samimi olmak yeterli.
Mümin kul zekidir. Hacca gidemedik ve kervandan bu sene de geride kaldık belki. Fakat öyle kullar vardır ki oturdukları yerde niyetleri sayesinde yürüyenleri geçerler.
Yeter ki bıkmadan merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimizin kapısını hep tıklatalım. Belkide bu bazılarımızın son Zilhicce mevsimi.
Değerlendirmekte gaflete kapılmayalım İNŞAALLAH.
____________🌺💞🌸______________
🎀
30 notes · View notes
papatyademetii · 7 months ago
Text
Hava kararmış yıldızlar göstermeye başlamıştı kendini
Ay belli belirsiz gizlenmiş bulutların arkasına
Adam dağların arasında kıvrak yollardan geçmiş
Kadın yollara çiçekler ekmiş kolay gelsin diye sevdiği
Aralarinda kilometreler değil artık bir cadde kadar mesafe kalmış
her geçen dakika cehennem gibi gelmiş ikisini de
Kavusmaya can atan iki kalp tek beden
Adam gelmiş varacağı yere tam karşısında sevdığı kadın belırıvermiş
Tek solukta tek bedene dönüşmüşler
Hasret kaldıkları o koku yeniden buram buram duyulmaya başlanmış
Adam tek birşey söylemiş çok özledim
Kadın gözlerine bakıp bende sevgilim bende seni çok özledim
Adam hasret kaldığı dudakları tekrardan mühürlemiş
Aralarına artık mesafe bile girememiş
22 notes · View notes
yazan-kalem-siyah06 · 27 days ago
Text
Tumblr media
gökyüzüdür kadın
ve toprak
ateş ve sudur
yağan
yaratan
yakan ve yıkayan
#SEMA'dır manasında
gecede #YILDIZ'dır kimi,
#GÜNEŞ tir güpedündüz
akşamı yok,
her vakit #SABAH tır biri...
Ay mutlak bir kadındır
#MEHTAP'ı pür-ü pak
#HİLAL'i bayraktır kadın
hem #AY,NUR'dur
hem #NUR, AY'dır
gül açar ay #GÜLAY'da,
atar kahkahasını #GÜLENAY
#AYGÜL olur gece bahçesinde
Işık coşar #AYSEL de
kamaştırır gözlerini
#AYTEN olur tende
yakar tüter
Ay'ın bir kızı olur
adı #AYLİN konur
karanlığa inat #BERAY
ateşe nispet #FERAY' dır
dilerse Ay serer yüreğe #SERAY olur
tüm evrelerinde kadınca
aşkadır #AYÇA
#AYLA' dır aşkla
#İLKAY ı #SONAY ı olsada her halinde #AYCAN dır...
kadın #MASAL dır
masalda #PERİ dir,
#PERİHAN dır
#AYPERİ
#GÜLPERİ
düşünen perişandır
#ŞİİR dir kadın
defalarca okunan
sayfalarca #DESTAN'dır
Ne GÜZEL bir #ÖYKÜ dür
İlahi bir ÜLKE
kutsal bir #ÜLKÜ'dür
#HÜLYA sı sabahların
Tumblr media
Gecelerin aşk #RÜYA sı
toprağa at #CEMRE dir kadın
göğe sal #GÖKÇE dir
karla ört üstünü #KARDELEN dir çıkar
suya at #NİLÜFER dir açar
çölde #SERAP tır
#YAĞMUR dur yağar,
#BURCU dur kokar,
sen ateş olsan ne yazar,
o #ALEV dir sarar
nereye saklansan kaçamazsın
içinde #ARZU dur
ateşleri bile yakar...
her biri bi alemdir
bambaşkadır mesela #ÖZGE dir
kendine has eşsiz #ÖZGÜN dür
Yâr gibi beklenen #ÖZNUR dur
tektir bitanedir o da #BİRİCİK tir
Dağların #ŞAHİKA sı dır kadın,
Doğa'nın #HARİKA sı
bazen #DAMLA ama çoğu zaman #DERYA #DENİZ dir
Dilleri #DUDU
Gözleri #AHU dur
Tumblr media
#NEHİR dir kimisi,
#DİCLE dir #ASİ dir
#SEYHAN dır
Aynı yatakta akar seldir kadın
Ateşler sürükler suda #SELMA dır
Dökerim içimi #SELİN dir
#ÖZLEM dir çekilir,
#HASRET tir büyür
#GURBET tir gidilir,
Tumblr media
#SILA dır memleket bilinir kadın
içerinde kanayıp durur #DİDEM dir
vakit ayrılığı vurur #HİCRAN dır
zaman sevgiliye sayılıp bitince,
sarılmakta #VUSLAT tır adı
her ayrılıkta gözlerimde #MÜJGAN dır
hiç gelmesede #MÜJDE dir varlığı
her çağında gencecik bir #FİDAN'dır
uçlarından sürgün verir #FİLİZ'lenir herbir yeri,
dallarında meyvelenir #KİRAZ olur kıpkırmızı
Kara gözünden şarap olur kadın
Tatlanır eskimez
Yeşilinde orman olur
Mavisi söze gelmez...
#GİZEM dir kadın,
çözülmemiş sırdır,
keşfedilmemiş #DİYAR dır
#BEYAZ dır kadın
#KARBEYAZ
#GÜLBEYAZ
giyinir beyaz
gelindir kadın
Allanır gelinciktir...
Tumblr media
tek mevsimde #BAHAR dır,
#GÜLBAHAR
her renkte #ÇİÇEK tir,
her mevsim içine işler kokusu,
Cümle çiçeklerde açar
#ÇİĞDEM'ce çıkar
#NERGİS'çe kokar
kar inadı #KARDELEN'dir
su topraklı #NİLÜFER
kırılgan bir #MENEKŞE dir
Gül kadına öykünür
#GÜL olur güllerde #GÜLHAN
Güller eker #GÜLİZAR
Yürüse #GÜLENDAM
açar #GONCA'dır
#GÜLSE'dir duada
Gülerse can güler #GÜLCAN'da
Sarıp sarmalar sarmaşıktır
Her çiçeği hiç eder
İçimde içimi açar
İçimi içer #GÜLTEN'de
Vazgeçilmez #CANAN'dır canda
#KALBİM'dir #KALBEN'dir kadın...
kalbi kalp yapan #DUYGU'dur...
Tumblr media
Yardır #YAREN'dir kadın
akılda #LİLİTH
yürekte #ADALET'tir
#HAVVA' dır kadın
hem sebep hem akibettir...
#SEVGİ'dir
Sev diyedir
O yüzden #SEVİL'dir kadın
#SEVCAN'dır
Sev de al dır #SEVAL
Gönül verdiğin kara #SEVDA dır
#DÜNYA'dır kadın
#YAŞAM'dır
#ÖMÜR'dür adı
#HAYAT tır işte...
#SOLMAZ'dır
kurumaz #KEVSER'dir,
dile gelmez #CENNET tir kadın
Cennet'te #TUBA'dır
#GÖNÜL'dür
Gönülde #DİLRUBA' dır
duyduğum en güzel #SELEN
Sevmeye fikir çelendir kadın
#NAZ'dır çekilir
#NAZLI'dır yakışır ona,
öyle aslanı kaplanı yok olacaksa #CEREN'dir,
#CEYLAN'dır ancak
Tabiat dokuludur kadın
Tumblr media
Hayat kokulu
Aşklara #ELÇİN
Dağlara #BURÇİN
#GÜLÇİN'dir o
Gül için...
Lodos gibi süpürmez #MELTEM'dir
#SAM'dır
#SABA'dır ılık ve tatlıdır esişi
#SEVİM'dir
#SEVİNÇ'tir...
Tanrı'dan #DİLEK'tir
herşey onla başlar,
ilk harfte #ELİF'tir kadın
şahini doğanı olmaz yırtmaz etini
illa olacaksa kanatları
#MELEK'tir kadın
Tende ruhtur kadın
Canda #NUR'dur
#NURCAN'dır her solukta
mızraptır telde akar,
#TÜRKÜ'dür
türkülerde #ZEYNEP'tir, #DİLAN'dır
zehiri #ŞİFA'dır
#DEVA'dır #ÇARE'dir kadın,
imdattır gözleyişe
#FERYAT'tır sevişe
sessiz sedasızlıkta bile #FİGAN'dır kadın...
ayakları altı #FİRDEVS
Tumblr media
Avuçları #NİMET
denksiz #ŞAHESER
eşsiz şahanedir
candan aziz annedir kadın...
aşkın icadıdır,
aşkın mayası,
özü ocağıdır
canıdır sevmelerin,
kadın sadece #AŞK
AŞK mutlak kadındır...
Tumblr media
14 notes · View notes
izlerdurursun · 1 month ago
Text
dudaklarında yer ver bana; her solukta beni çek ciğerlerine✨️
13 notes · View notes
wehuzunngeldi · 1 year ago
Text
İnsan birini özlemeye görsün, özlenenin sureti inatçı bir hayalet gibi yakasına yapışıyor. Atılan her adımda, alınan her solukta sinsice kendisini hatırlatıyor. O zaman özlediğine dair tüm hatıraları bir bir temize çekiyor kişi ve en çok onların arasına yenilerini katamayacağına üzülüyor. Galiba hatıralar böylesine kederli yapan, onları çoğaltamayacağımızı bilmek...
68 notes · View notes
dizimdedinlen · 1 year ago
Text
-Bu gecede sana mutlu uykular dilerken her şeyimi sana veriyorum bir solukta. Benim mutluluğum sende erimektedir.
49 notes · View notes
karanlikgecemmm · 8 months ago
Text
Hayatın kaçıncı sayfasındayım bilmiyorum artık Bir ara takip ediyordum hatta kaldığım yere ayraç koyacak kadar önemsiyordum hayatı Hatta altını çiziyordum önemli anların ve hevesle bir solukta okuyordum her geçen günü Ama şimdi bakıyorumda hayatımı yazan yazar belli bir sayfadan sonra kitabın heyecanını kaçırıp Konudan çok bağımsız kelimeler yazmış nokta virgül kurallarına bile uymadan..
15 notes · View notes
azad30altug · 8 months ago
Text
CELAL BAŞLANGIÇ'IN KALEMİNDEN: YEŞİLYURT'TAKİ DIŞKI YEDİRME HABERİNİN HİKAYESİ
68 yaşında vefat eden gazeteci Celal Başlangıç, Cizre'nin Yeşilyurt Köyü’nde köylülere dışkı yedirilmesini ortaya çıkardığı haberinin hikayesini şu sözlerle anlatmıştı: "İnanamıyordum. Üstüne basa basa sordum: Size insan pisliği mi yedirildi?'"
Artı Gerçek - Kürtlerin hedef alındığı hak ihlallerini ifşa eden haberleriyle hatırlanan gazeteci Celal Başlangıç, uzun süredir tedavi gördüğü Almanya'da vefat etti. Artı TV ve Artı Gerçek'in kurucu yayın yönetmeni olan Başlangıç, Cizre’nin Yeşilyurt Köyü’nde köylülere dışkı yedirilmesini ortaya çıkaran isimdi. 1989 yılında yaşanan olay bir ilk değildi ama Başlangıç'ın haberiyle, sorumlusunun mahkum edildiği ilk olaydı.
Başlangıç, o gün Yeşilyurt köyünde yaşananları ve haberin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmasına giden süreci Bianet için kaleme aldığı yazıda şöyle anlatmıştı:
Play Video
"Buluşma saati gelmişti.
Dışarıda yağmur, karanlık, bir de soğuk var.
Elektrikler biraz önce kesildi. Otuz kişilik yer sofrasından geriye tabaklardaki artık kalmıştı. Sıyrılmış kuzu kemikleri ve pirinç tanelerine, solgun mum ışığı vuruyordu.
Günlerdir yaşananlar, derin çizgilere dönüşüp sofranın çevresindeki herkesin yüzüne yapışmıştı gölge gölge. Suskunluğu sesi egemendi; iç çekme, öksürük, tesbih şakırtısı, çakan çakmak, sönen çakmak...
Yeşilyurt köylüleri bekliyordu. Soğuk bir karanlıktaydılar mutlaka.
Kalkmam gerekiyor.
"Ben gidiyorum."
Sanki boşluğa düşmüştü bu ses. Gözler gizliden gizliye birbirine değdi.
Gözlerin birleştiği noktada Cizre'nin Sosyaldemokrat Halkçı Partili (SHP) Belediye Başkanı Tahir Vesek vardı. Belli ki gecenin bu saatinde evinden bir kişinin tek başına çıkması onu tedirgin ediyordu.
Yemek boyunca ayakta dikilip duran ince uzun gence parmağının ucuyla belli belirsiz bir işaret yaptı. Fırlayıp çıktı dışarı, işareti görünce.
Dışarıda yağmur, soğuk, bir de karanlık vardı. Tahir Vesek cama doğru uzattı elini:
"Şimdi gidebilirsin. İşin bitince çocuklar seni geri getirir. Sakın sokaklarda yalnız gezme."
Oda geniş bir avluya açılıyor, avlunun çevresi kale gibi yüksek duvarlarla çevrili. Amansız bir kan davasının ürünü bu duvarlar. Avludan dış kapıya kadar uzun bir koridor var. Her girintide filinta boylu gençler bekliyor.
Dış kapı açıldı. Çevredekiler kartal bakışlı, elleri kabzaya bir solukta uzanacak tetiklikte.
Hala bekliyordur Yeşilyurt köylüleri.
İki koldan iki insan kümesi, elektrik direklerinin diplerinden karanlığa doğru daldı. Bir "U" biçiminde sarmışlardı çevremi. Ceketlerinin yırtmacı, bir kabza kalınlığında açılmıştı. Soğuğa ve yağmura, bir de karanlık eklenince ortalık olduğundan da fazla ürkünçleşiyordu.
Bölgede yaşanan işkence olaylarını incelemek için yola çıkan SHP heyetiyle birlikte Batman üzerinden İdil'e, oradan Cizre'ye gelmiştik. Yol boyunca korkunç işkence öyküleri dinlemiş, büyük bir gözaltı dalgasının yarattığı tedirginliğe tanık olmuştuk.
Her yerde karşımıza işkence yaralarını hala üzerinde taşıyan, gözaltına alınan yakınlarının akıbetini merak eden insanlar çıkıyordu.
İdil'den Cizre'ye geçerken SHP Merkez Disiplin Kurulu Üyesi olan İdilli avukat Hasip Kaplan kalabalıktan sıyrılıp yanımıza gelmişti. İşkence ve gözaltı belgeleri vardı Kaplan'ın elindeki dosyalarda. Bunlardan biri de elle yazılmış iki sayfalık dilekçeydi ve işte bu dilekçe beni Cizre'nin karanlık sokaklarından Yeşilyurt köylülerine doğru götürüyordu.
Günlerdir süren bir kabus yaşanıyordu Cizre'de.
İdil Caddesi'nden gelen polis aracı, yolun soluna yanaşmış. Kapıları açan resmi giysili iki polis tam araçtan inerken çapraz ateşe tutulmuşlar.
Günün tam ortası. Tarih 13 Ocak 1989... Saat 13.25...
İki kişiymiş ateş edenler. Cizre'de bir yıldır süren "kaldırımüstü cinayetleri"nin bir benzeriymiş yaşanan. İki tetikçi 14'lü tabanca, yakın mesafeden çapraz ateş... Ancak bir farkla ki, bu kez öldürülenler ihbarcılar değil, polisti!
İşte bu olay, bir dönüm noktası olmuştu Cizre'de. İki polisin öldürülmesiyle ilçede büyük bir operasyon ve gözaltı dalgası başladı.
Mahalleler tutuldu, girişler çıkışlar yasaklandı. Çarşıya ancak "ekmek alabilecek kadar küçük çocuklar" gidebildi. Büyük bir gerginlik yaşanıyordu Cizre'de. Bir yandan operasyon sürüyor, evlerin kapıları kırılıyor, içerdekiler dövülüyor, kimi gözaltına alınıyor, diğer yandan da halkın tepkisi giderek artıyordu. Geceleri "ilan edilmemiş bir sokağa çıkma yasağı" uygulanıyordu. Anlatılanlara göre, gözaltına alınanların sayısı 300'ü aşmıştı.
celal-baslangic-001.jpgCelal Başlangıç milletvekilleri Cüneyt Canver, Fuat Atalay ve Yeşilyurt Köyü Muhtarı Abdurrahman Müştak ile birlikte Yeşilyurt köyünde. (Fotoğraf: Cengiz Mumay)
İşte böyle bir Cizre'de, gecenin karanlığında, Yeşilyurt köylüleriyle sözleştiğim dükkanı arıyordum. Tahir Vesek'in evinden birlikte çıktığım gençler de bir bir bakıyorlardı kararlığın gölgesindeki tabelalara. Biri, "Tamam, buldum" dedi , "Kent Gıda Pazarı..."
Dükkanın aralık kapısından içeri girdim.
İçerde sekiz kişi oturuyordu. Sekizi de Yeşilyurtlu. Hasip Kaplan'ın bana İdil'de verdiği dilekçenin fotokopisini uzattılar:
"Okun mu bunu?"
Okumuştum ama, inanılır gibi değildi. Dilekçe önümde duruyordu. Mumun titrek ışığında gördükleri daha bir inanılmaz geliyordu insana.
"Cumhuriyet Savcılığı'na,
Sanıklar: 14-15 Ocak 1989 günü Yeşilyurt köyüne gelen güvenlik kuvvetleri.
Suç: Efrada suimuamele, işkence
Olay: 1) 14-15 Ocak 1989 gece saat 02.00'de Cizre'ye bağlı Yeşilyurt köyümüz, jandarma, komando, özel tim ve diğer güvenlik güçlerince sarılmıştır. Sabaha doğru köy yakınında bir eşek ve iki sıpa karaltı olarak görülmüştür, açılan ateş üzerine eşek yaralanmıştır.
2) Köye giren güvenlik görevlileri ise köyden üç kişinin kaçtığını söyleyerek tüm köylüleri kadın erkek bir araya toplamışlardır. Evler aranmış, hiçbir suç unsuru bulunamamıştır. Kadınların tek tek ağızları açılarak bakılmış, üstleri aranmış, tüm erkekler yüzükoyun yere yatırılmıştır. Burada sürekli olarak "Siz PKK besliyorsunuz, düşmansınız, bu köyü yıkacağız" denilerek her türlü küfür edilmiştir. Köy muhtarına 'Sen devletin değil, PKK'nin muhtarısın' denilmiş, yere yatırılan köylülerin sırtında, karda kışta saatlerce güvenlik güçleri gezmiş, kaba dayak atılmıştır.
3) Muhtar Abdurrahman Müştak, amcası Kamil Müştak, Abdullah Gündoğan ve Bahattin Müştak soruşturmaya alınmış, saatlerce dayak atılarak yaralanmışlardır.
4) Çevreden insan pisliği toplatılarak, muhtarın amcası Kamil Müştak'a, zorla, tek tek, yaşlı genç demeden pislik ağızlarına verilmiştir. Daha sonra bu insan pisliği, Kali Müştak'ın oğlu olan Bahattin Müştak'a zorla babasının ağzına verdirilmiştir. Yaşlı olan Kamil Müştak yaralanmıştır. Abdurrahman Müştak yaralanmış, Abdullah Gündoğan yaralanmıştır.
5) 15 Ocak günü köylü bırakılmamış, şikayet etmeleri önlenmiş, Kamil Müştak ve Ahmet Kaya yalınayak karda yedi kilometre ötedeki Cizre ilçesine götürülmüştür.
6) Köyde hiçbir suç unsuru bulunmadığı halde, her türlü aşağılık, yakışıksız ve yaslara aykırı olarak bize suimuamelerde bulunulmuş, işkence yapılmıştır."
Karanlıkta bir daha yüzlerine baktım. Okuduklarıma inanamıyordum. Üstüne basa basa sordum:
"Size insan pisliği mi yedirildi?"
Sekizi birden kafasını salladı:
"Evet, hepimize birden insan pisliği yedirilmiştir."
ARKA BACAĞI YARALI TERÖRİST!
Yeşilyurt köylülerinin başına gelenler pek öyle inanılır cinsten değildi. Aslında 12 Eylül'den bu yana yaşadıkları sözün dar gelmeyeceği bir öyküydü. Ama onlar sadece 14-15 ocak gecesi başlarına gelenleri bir dilekçeye yazıp önce Cizre Cumhuriyet Savcılığı'na, ardından Cumhurbaşkanlığına [Kenan Evren], Anavatan Partisi (ANAP), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Doğru Yol Partisi (DYP) genel merkezlerine, İçişleri Bakanlığı'na [Mustafa Kalemli], Genelkurmay Başkanlığı'na [Necip Torumtay], İnsan Hakları Derneği'ne göndermişler, bu baskı belki bir gün biter diye.
12 Eylül'den bu yana hiç boş bırakılmamış Yeşilyurt köylüleri. "Korucu ol" baskısı, "Bize silah teslim etmezseniz..." tehdidi, gece baskınları, gündüz baskınları... 12 Eylül 1980'de 120 ev ve yedi mezrasıyla Cizre'nin en büyük köyü olan Yeşilyurt'ta ev sayısı 80'e inmiş. Onlar yıllardır yaşadıklarını değil, sadece bir gece başlarına gelen utanç verici öykülerini son bir umutla duyurabileceklerine inandıkları her yere dilekçe yazıp göndermişler.
Aslında resmi makamlara verilen bu dilekçede anlatılanların çok daha ötesindedir Yeşilyurtluların yaşadıkları.
13 Ocak'ta iki polisin öldürülmesinden sonra ilçe merkezinde başlatılan operasyonlar, bir gece sonra köylere kaydırılmış. Cizre'ye yedi kilometre uzaklıkta olan Yeşilyurt köyünün çevresi, komando, özel tim, jandarma ve yörede görev yapan "sivil zevat" tarafından sarılmış.
15 Ocak başlayalı daha birkaç saat olmuştur. Saat 02.00'de kuşatma tamamlanmıştır. Köye birkaç yüz metre uzaklıktaki mezrada üç karaltı hareket eder. Askerler yaylım ateşine başlarlar. Karaltılar kaybolur. Köyün dört bir yanından ateş edilmektedir. Sıcak yataklarındaki Yeşilyurtlular neye uğradıklarını anlayamazlar. O anda anons duyarlar:
"Başını çıkartan öldürülür. Herkes evine gitsin. Pencerelerin kepekleri kapatılsın."
Köyü bir sessizlik basar. Köy halkı evlerine çekilmiş, ne olacak diye beklemektedir.
Bir süre sonra görevli binbaşı, herkesin evlerinden çıkmasını ister. Kadın erkek, çoluk çocuk... Hatta çocukların beşikleriyle kapının önüne konulması emredilir. Bütün köy halkı alanda toplanmıştır. Komutan, kadınlarla erkeklerin ayrılmasını ister. Sonra, erkeklere döner, yaşlılara gençlerin iki ayrı grup oluşturmasını söyler. Yörede yaşlılık ölçüsü altmış ve sonrasıdır. Komutan genç gruba döner, "Yere yat" emri verir. Sonra köyden üç teröristin kaçtığını söyleyerek bunların bir an önce bulunmasını ister. Muhtar Abdurrahman Müştak ile amcası Kamil Müştak, köyde terörist olmadığını anlatmaya çalışırlar. Bunun üzerine muhtarla amcası "sorguya" alınır. Yörede "sorgu", aslında kaba dayaktır. Ardından komutan, askerlere emir verir ve onlar da yere yatmış gençlerin üzerinde dolaşırlar bir süre.
Köydeki tüm evler aranır. Hiçbir suç unsuru bulunmaz. Ama jandarma, köylülerin ilçeye inip şikayet etmesini önlemek amacıyla köyden ayrılmaz. Bu arada köyün çevresindeki göçebeler, muhtara bir haber salarlar. İş anlaşılmıştır. Köyden sabaha karşı çıktığı sanılan üç terörist, köyün eşeğiyle onun sıpalarıdır. Muhtar, açılan ateş sonucu arka ayakları parçalanan eşekle başında bekleyen sıpalarını alır, ahıra kapatır.
Ertesi gün binbaşı gelir, "Teröristleri buldun mu?" diye sorar muhtara. "Evet" der muhtar, "Buldum". Komutan duyduklarına inanamaz. Nerede olduklarını merak etmektedir. Muhtar ahırı gösteri; "İşte orada". "Ne işleri var orada?" diye bağırır komutan. Muhtar sakindir, yanıtlar:
"Eşekle sıpalarıdır. Dün terörist diye onları vurmuşsunuz."
Sonu dışkı yedirmeye kadar varacak olan baskı ve işkenceler işte bu olaydan sonra bir dilekçeye dönüşür ve ilgili olduğuna inandıkları her kişiye, kuruma başvururlar. Bir de raporları vardır ellerinde işkence gördüklerine dair.
'GİTMEYİN SİZİ VURACAKLAR'
"Bir kazaya kurban gitmemek" için yazıyı bölgeden ayrıldığım gün yazdım.
Ancak, 1989'un Ocak ayında "Yeşilyurt köylülerine asker dışkı yedirdi" diye bir haber girebilir miydi?
Bu soruya "Evet" demek pek kolay değildi.
Bu yüzden haber olarak değil de izlenim olarak yazdım. Dışkı yedirme olayını yazının sondan bir önceki paragrafına deyim yerindeyse "gizledim". Başlığını da "Münferit bir işkence öyküsü" diye attım.
22 Ocak 1989 tarihli Cumhuriyet'te, birinci sayfadan tek sütuna anonslanarak yayınlandı yazı.
Ancak korktuğum başına gelmişti.
Sondan bir önceki paragrafa gizlediğim "dışkı yedirme" olayı, köylülerin bu konuyla ilgili anlatımları tümüyle çıkartılmıştı yazıdan.
O zamanlar böyle durumlarda akla ilk gelen soru "Bu mesleği bırakmalı mı artık?" oluyordu.
Değişik duyguların git-gelinde yaşarken telefon çaldı. Arayan Genel Yayın Müdürü Hasan Cemal'di.
"Yazın çok güzel olmuş eline sağlık" diyordu.
Durumu anlattım, atılan bölümü aktardım ve artık gazetecilik yapmanın pek anlamlı olmadığını, bu yüzden istifa etmeyi düşündüğümü söyledim.
O da şaşırmıştı.
"Köye bir daha girer misin?" dedi. Hiç tereddüt etmeden "Evet" deyince, "Sen köye git, ben de manşet yapacağım" diye söz verdi.
Cumhuriyet'in Adana'daki bürosunda yeniden Yeşilyurt'a gideceğimi duyan herkes aynı görüşte birleşiyordu:
"Gitme, senin vururlar."
Bu tartışma sırasında, bürodan içeri SHP Adana Milletvekili Cüneyt Canver girdi. "Gitmeli mi, gitmemeli mi" tartışmasına o da karıştı. sonunda Canver kararını açıkladı:
"Gidersen ben de seninle gelirim Yeşilyurt'a."
Bu kimsenin görüşünü değiştirmemişti:
"Gitmeyin, bu sefer ikinizi de vururlar."
'DEMEK Kİ DAHA KALABALIK GİTMEK GEREKİYORDU'
Demek ki, daha da kalabalık gitmek gerekiyordu.
SHP Diyarbakır Milletvekili Fuat Atalay'ı aradım. "Tamam" dedi Atalay, "Ben de gelirim."
Sonunda bir plan yapıldı. Canver'le ben Adana'dan Cizre'ye gidecektik. Atalay da ilk uçakla Ankara'dan Diyarbakır'a gelecek, orada Siirt muhabirimiz Cengiz Mumay'la buluşacaktı. Birlikte Cizre'ye geçeceklerdi. Buluşma yerimiz de Cizre Belediye Başkanı Tahir Vesek'in makamıydı.
Hemen Tahir Vesek'i aradım "Biz geliyoruz" diye.
Daha bu telefonun üzerinden yarım saat geçmemişti ki Vesek, Cizre'den soluk soluğa arıyordu.
"Senin telefonun ardından bana 'faili meçhul' bir telefon geldi. 'Gelmesin, vurulacak' diye."
Belli ki telefonlar çok sıkı dinleniyordu. Hatta dinlemeye kalmayıp tehdit etmeye de sıvanmışlardı.
Tumblr media
8 notes · View notes
puura52 · 21 days ago
Text
Yıldızlardan daha parlak olan mermiler beynimi ele geçirmek için namlusunda bekliyordu usulca sırasıyla.
Evet, ölüme "merhaba" demek hiç de zor olmayacak.
Varolmanın yükü her solukta şiddetini arttırıyorken sırtımda,
Mana bulmak oldukça zordu,
Bana kalansa anlamsızlıklar arasında çırpınmak.
Bir yetimin yorgunluğu lazım bana,
Muhtacım, huzursuzluklar arasında dalmış olduğu o uykuya,
Evladını kaybetmiş olmanın acısını sakladığı o zor zamanlarda,
Bir babanın ışıldayan tebessümüne imrenirim, ne hakla..?
01:05
-puura.
Tumblr media
6 notes · View notes
okur46blog · 2 years ago
Text
Konuştuğum her kelimeyi
Sevdaya dahil ettim
Sustuklarımı, sana .
Kapansa da tüm kapıları bu g'ezginliğin;
Kervan yürür,
Ben kalırım.
Bir kuyu bulurum içimde;
Yetmez tırnaklarımla,
Sabr sabr,
Bin kuyu daha kazarım.
Tüm kederleri kınalayıp, duvaklayıp,
Ayıbı da alıp y'âdıma,
Son kez
Deli c'esaretini giyinir de üzerime
Recm edilmeye layık bir nidâ ile
İsmini, tek solukta haykırırım
Bahsin geçer
Ücra bir kasabanın
Derme çatma Kıraathanesinde.
Dava bilip,
Bir çift gözde karar kılmışlığım konuşulur.
Haklılığım üstün çıkar.
Hatta kim bilir,
Kahraman bile olurum.
Kaybetmeyi bilmez misin diye
Soran olursa
(...) nokta içinde k'ayb'oldum
Yetmez mi derim ?!
İşte budur
Benim en büyük zaferim
Şimdi A h h demek ne fayda
Ertelenmez ki ayrılıklar
Miadı dolmuş kavuşmalar raflara kaldırılır
Her kaldırım taşında
A ş k 'ın gölgesi v'ardır
Ve tarihe
"Beklemeyi unutanlar" diyerek
Bir çentik daha atılır
Konuştuğum her kelimeyi
Sevdaya dahil ettim
Sustuklarımı, sana.
Kapansa da tüm kapıları bu g'ezginliğin;
Kervan yürür
Ben kalırım
Ruhu Azade
21 notes · View notes
dramatik-buluntular · 1 year ago
Text
“SAYFA GÖRÜNTÜLENEMİYOR” DENEN O YERDEYDİK"
Brecht bir gün Hitler’e ses çıkarmayan sanatçılara seslenir:
"Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz"
Bertold Brecht’in bu uğultulu seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de yükselerek. O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Sıcak ve soğuk savaşlar hep oldu. Krizler, ekonomik, toplumsal, sosyal bunalımlar hiç hız kesmedi. İnsanlar, mekânlar ve zaman değişti ama kötülüğün hep zirvede olması ve güçlünün güçsüzü ezmesi karşısında insanların büyük çoğunluğunun suskunluk bulutlarının altına sığınarak yaşamayı seçmesi hiç değişmedi.
İnsan kavramına peş peşe vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı otomatik sesler ve etrafa sıçrayan sistem kanı; sermaye sınıfının atığının boşaltılmasıdır. Bu manzara dünyanın birçok ülkesinde (üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere) devam etmektedir. Vahşi kapitalizmin işleyişi böyledir. Bazı yerlerde sadece kapitalizm bazı yerlerde de vahşi kapitalizm denmesi de yanlıştır. Çünkü kapitalizm doktrin olarak zaten vahşidir. Varlığı o kelimeye dayanmaktadır. Marx’ın seslenişi hâlâ devam etmektedir.
Manzara böyleyken, hiçbir şey olmamış, yaşam dolu evler söndürülmemiş, ışıklar hiç sönmemiş, göz göre göre karanlıklar gelmemiş, katliamlar olmamış, faşizmin saraylarından aşağıdakilere zulmün mızrakları savrulmamış gibi… Çiçek resimleri yaparak buna sanat demek, ne büyük bir aldanış, değil mi?
Yaşamsal olan her şey edebiyat ve sanatı mutlak ilgilendiriyor. Sanat, emeğe bandırılmış fırçaların ve dağlardan getirilmiş sözcüklerin sahne aldığı bir tepki gösterme yöntemidir. Slogan da bir tepki yöntemidir. Bağırmak, toplanmak, yürümek, kötülüğün karşısında olmak, örgütlenmek… Hepsiyle beraber, hepsini de içine alarak; en sonuç getirici tepki yöntemi sanattır. Çünkü sanatta estetizm vardır. İmgeler, hayal gücü ve yola çıkmış düşler vardır, dikkatleri bu yöne çeviren.
Bu sıkıcı, sevimsiz kavramsal sözlerden sonra; kitaplar, yazarlar ve şairler bağlamında küçük değinilerle kısa bir yolculuk iyi gelir sanırım. Bu iki kasaba veya iki şehir arasında bir tren yolculuğu da olabilir veya Akdeniz’de bir yelkenliyle şiirsel bir yolculuk. Etrafımızda hakiki hislerin bizi yalnız bırakmadığı içsel ve varoluşsal bir yolculuk.
Bilinç akışı tekniğinin en iyi ustalarından biri olan James Joyce’un üç kitabını ıstırap dolu bir sabırla okudum belirli zaman aralıklarıyla. Istırap diyorum çünkü okuduğum en karmaşık yazarlardan biridir Joyce. Onu okurken düşünceler ırmağına dalmak ve sık sık eski sayfalara dönüp imgelere yeni baştan şekil vermek gerekiyor. "Ulysses" bunların en zoruydu. Brosh’un “Vergilius’nun Ölümü” kitabından sonra dünyanın en zor ikinci kitabı diyebilirim. Bu kitabı okumaya başlayıp da azimle sonunu getirmeye çalışmak büyük bir çılgınlık. Onlar öpülesi insanlardır. 700 küsur sayfadan oluşan ve Dublin’de geçen 24 saati anlatır. Bambaşka ve tatlı bir kamaşmayla beyni yoran bir roman tekniği ile yazılmış ve çeviri açısından da büyük güçlükler oluşturmuş bir kitap. Gözlerine, belleğine ve sabrına güvenen o öpülesi insanlar, sizler ne güzelsiniz.
Joyce’un "Dublinliler"i Ulysses’e kıyasla daha yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış öykü parçacıklarından oluşur. Romanda olay ve aksiyon sevenlerin tercih etmeyeceği ancak gerçek edebiyatseverler ve okurlar için önemli bir kitaptır.
Yine Joyce’un "Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi" ise iki solukta bitirilebilen bir yarı biyografi kitabı. İlk iki kitaba göre çok daha sade ve akıcı. Modernizm akımın temsilcilerinden olan Joyce’un bu kitabının bazı bölümlerinde post-modernizm esintileri de görülmektedir. Mistisizm, Hristiyanlık, kilise ve azılı geleneğin baskıladığı genç bir karakterin “sanatçı kimdir” sorusu karşısında afallayarak kendini bulmaya çalışması kitabın bence en önemli bölümüdür.
Ahmet Cemal tarafından çevirisi kırk yılda bitirilen ve yine bilinç akışı tekniği ile yazılmış olan Hermann Broch’un “Vergilius’nun Ölümü” adlı eseri Roma’nın en büyük şairi olan Vergilius’nun ölmeden önceki son 18 saatini anlatıyor. Orada kendisiyle yüzleşmesi, hayatının amacı ve sanatıyla hesaplaşması ön plana çıkıyor. Şairin, edebiyatçının o acı verici sorgulaması ve hesaplaşması başlar: “Ne işe yaradı eserim?” diye sorar kendine Vergilius. Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal kitaba yazdığı önsözde şunu vurgular:
“Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve ‘Sanat neyi değiştirebilir?’ sorusunda odaklaşır.”
Sanatta ve edebiyatta; insanlık adına sorgulamalar, hesaplaşmalar ve sistem eleştirisi yapan örnekleri çoğaltabiliriz. Ülkemizde de özellikle birinci dünya savaşından sonra bazı akımlar sanata ve edebiyata sokulmuştur. Bütün dünyada faşizmin ve savaşların korkunç sonuçlarının ortaya çıkmasıyla toplumcu gerçekçilik akımı; şiir, roman, resim ve sanatın birçok dalında kendini göstermiştir. Garip, ikinci yeni, Maviciler de 1940 ve 2000 yılları arasında yerini almıştır. Toplumcu gerçekçiliğin temsilcilerinden Nazım Hikmet, iyi bir şair ve aynı zamanda iyi bir devrimciydi. Marksist devrimciliğini çıkardığımızda belki de sadece şiiriyle bu kadar yüksek derecede anılmayacaktı. Ama o hem sanatı hem de devrimci kimliğiyle en güzel şekilde ortaya koymuştur memleketindeki insan manzaralarını. Ona vatan haini dedikleri gün bütün sosyalistler ve devrimciler vatan haini sayılmıştı. Biz bugün vatan haini olmaya devam ediyoruz. Mahpuslarda yatarak bedel ödeyen ve sürgünlere yollanarak en güzel yıllarını feda eden Nazım, onu vatan hainliği ile suçlayanların Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri olduğu gerçeğini haykırmıştı ve azılı kapitalizmin piyonlarına karşı “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” diye en yüksek perdeden seslenmişti. Nazım’ın seslenişi gerçeği parçalarcasına hâlâ devam ediyor.
Zor yılları başka bir yerinden tuttu İkinci Yeniciler. Absürt ve anlaşılmazdılar. Çok anlamlı kelimeler, anlam oyunları, anlamsızlık, kıstırılmışlık, kolu kanadı kırık imgeler, postmodernizm. Ete kemiğe bürünen bir başkaldırı ve genellikle ideolojik altyapıya dayanan bir isyan olmaksızın yazdılar… Bir keresinde şiir tıkanmıştır diyen Turgut Uyar’a yanıtı 2000’li yıllara kadar kimse veremedi. Çünkü ikinci yeniden sonra istisnalar hariç her şair ikinci yeniyi taklit etmiştir. Ama İkinci Yeni de Brecht’e yanıt verememişti. "Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına absürt resimler yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz." Brecht’in seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de üzerine ıssızlık sosu ekilerek.
Nobel ödüllü Orhan Pamuk çok iyi bir yazar ama çok iyi bir fikir-düşünce adamı değil. Neredeyse bütün kitaplarını okudum. Yazma ve öyküleme konusunda her biri birer altın kaynak. Yazı ormanında zor şeylerin üstesinden gelmesini bilen ender yazarlardan. Bu oldukça belirgin ve tartışılmaz. Onu biraz Marcel Proust’a benzetirim. Onun gibi çok iyi bir anlatıcı. Ama kala kala aklımda en çok Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un donu kalmış. Füsun’un çiğnediği sakız ve sigara izmariti de yabana atılmaz.
Bu ülkenin en iyi yazarı (dünyanın da sayılı birkaç yazarından) Yaşar Kemal’dir. Bütün kitaplarında hem edebi hem de toplumsal açıdan en iyi resitalleri o sunmuştur. Şair olsaydı daha da zirveye çıkacağından eminim. İnce Memed’leri okuyup da etkilenmeyen kimse yoktur sanırım. Bütün akımların ortalama bir karışımı vardır onun kitaplarında. O yazıyı siyasallaştırırken, toplumsal mesajlar verirken; gerçekçilikten uzaklaşmadan, edebiyattan kopmadan yapmıştır bunu. Ta eskiden bugüne zulme başkaldırma yeteneği olmayan Anadolu insanına her ne kadar kızgın olsa da, zulmün ve kötülüğün temsilcileri olan ağalara ve beylere şöyle seslenmiştir: “Ağalar biter de ince memedler bitmez.” Bunu söylerken örgütlülüğü de ekleyerek söylediğini zannediyorum. Çünkü ancak o zaman anlam kazanır bu söz. Yaşar Kemal’in seslenişi hâlâ devam ediyor.
2023 yılındayız. Şiir ve yazı nerede olmalı? Batan gemi metaforu devam ediyor. Çünkü bunca yıkıntı, yoksulluk, sömürü, felaket ve kötülüğün hâlâ sürüyor olması, işçi ve emekçi sınıfının yeterince örgütlü olamaması, birliktelikten gelen gücünü kullanamamasının yaşama bıraktığı umutsuzluk irini; sanat ve sanatçının yüzüne de yerleşmiştir. Edebiyat bir korkaklar yığını haline gelmiştir. Evet, çok iyi anlatıcılar var. Zaten her yer anlatıcı dolu. Ama tepkisel yürüyüşlerde, mitinglerde, alanlarda ne bir şair ne bir yazar görürsünüz, birkaç sinemacı hariç. Çünkü bütün vakitlerini küçük burjuva normuna bürünerek, kısıtlı konformist hareketlerle, sevimli salonlarda hâlâ çiçekli resimler yapmaya devam ediyor sözde sanatçılar. Onların adına “Salonsalcılar” diyorum.
Eğer gerçek bir şair, yazar veya sanatçı olarak anılmak isteniyorsa; “sanat sanat için mi yoksa toplum için mi” çıkmazına düşmeden, her ikisini de önemseyerek, edebilikten kopmadan ama bizi öldüren şeyin ne olduğunu asla unutmadan bir yumruk gibi taşımalıyız yürek ve zihin işçiliğinin akşamında oluşan sözcükleri ve onların cesur renklerini. Sanatçı ve edebiyatçı, sistemin ürettiği iktidarların değil, direnenlerin yanında olmalıdır. Yoksa ekrana düşen tek sanat eseri “sayfa görüntülenemiyor” olacaktır. O sayfa toplumların körlük sözleşmesidir.
“Salonsalcılar” adlı eski, sevimsiz, biraz postmodern, toplumcu, absürt, gerçekçi, garipçi, hiçinci, olmayan üçüncü yenici ve mavici bir şiirle sizi baş başa bırakıyorum ve sır (t) çantamı alıp kısa bir süreliğine uzaklaşıyorum dünyadan, yeni sözcükler toplamak için.
“SALONSALCILAR”
geç kaldınız, yalnızlık az önce başladı salonda adım atacak yer yok his yoğunluğundan
toplum bükücüleri, cehennem uzmanları yer göstericiler, oturma ustaları, koltukçular hiçlik bilimcileri, yedek peygamberler, anayasa yapıcıları, vicdan tacirleri, çıkma İslamcılar, çakma devrimciler, sömürene sonsuz sadakatle bağlı oldukça kullanışlı kusursuz bayrak sevicileri, umutsuzluğun itaatkâr tasarımcılar��, şeklen ahlakçı ruhen ayakçılar, şiir baronları, lirik koro, harf tamircileri ve üst düzey orijinal cümle kurucuları her biri, her biri elinde başkaları için hazırladığı mağlubiyet defteriyle cebelavi sokağının bütün çocukları orada
sizi gidi mutlular!
yedek şefkat ve acı çekme korkusu kokuyor içerisi öpüşmek için şımarttığım dudaklarımı sakladım iç kanama geçiren bir kıyı karşıladı gölgemi herkesin ağzı nasıl da hazır keskin nişancı sözcüklere gülüş mesafesi sıfır, göz gözü görmüyor salonda sis yoğunluğundan
sizi gidi aşksızlar!
merhamet kısa boylu bir kelime üstelik saat sekizi acımasızca geçiyor hem siz ertelenmiş bir ıstırap görünce başka yöne çevirmeyin kafalarınızı hem şimdi siz niye geldiniz ki bu saatte sürekli unutup dururken bizi neyin öldürdüğünü
kısa bir sessizlikten sonra herkes yüzüne taktığı mezarlıkla “ama ve çünkü” lerle dolu çekmesine geri döndü bense mahkûm olma arzumu büyüterek içimde tebessüm ederek ayrıldım göğsümde yanıp sönen katarsis yoğunluğundan
13 notes · View notes