Tumgik
#haklı azınlık
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
1 note · View note
pespaye · 2 years
Text
Ülkenin dört bir yanında elem ve kutlama vardı. Ülkenin dört bir yanında, olup bitenler, bir fırtınada yüksek gerilim hattından elektrik yüklü bir tel kopmuş da ağaçların, çatıların, trafiğin yukarısında havayı kamçılıyormuş gibi çırpınıp duruyordu. Ülkenin dört bir yanında, insanlar bunun yanlış olduğu hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar bunun doğru olduğu hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar gerçekten kaybettikleri hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar gerçekten kazandıkları hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar doğru olanı yaptıkları ve diğerlerinin hata ettiği hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar Google'a soruyordu: AB nedir? Ülkenin dört bir yanında insanlar Google’a soruyordu: İskoçydya taşınmak. Ülkenin dört bir yanın da insanlar Google’a soruyordu: İrlanda pasaportu başvurusu. Ülkenin dört bir yanında insanlar birbirine yavşak diyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar güvende olmadıkları hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar kahkahadan kırılıyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar meşruiyet kazandıkları hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar haklarının ellerinden alındığı ve beyinlerinden vurulmuşa döndükleri hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanlar haklı oldukları hissiyatı içindeydi. Ülkenin dört bir yanında insanların midesi bulanıyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar omuzlarında tarihin ağırlığını hissediyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar tarihin hiçbir anlamı olmadığını hissediyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar beş paralık kıymetleri olmadığını hissediyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar umutlarını buna bağlamıştı. Ülkenin dört bir yanında insanlar yağmurun altında bayrak sallıyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar duvarlara gamalı haç çiziyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar başka insanları tehdit ediyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar başka insanlara defolup gitmelerini söylüyordu. Ülkenin dört bir yanında medya çıldırmıştı. Ülkenin dört bir yanında politikacılar yalan söylüyordu. Ülkenin dört bir yanında politikacılar dağılıp gidiyordu. Ülkenin dört bir yanında politikacılar ortadan kayboluyordu. Ülkenin dört bir yanında vaatler ortadan kayboluyordu. Ülkenin dört bir yanında para ortadan kayboluyordu. Ülkenin dört bir yanında işleri sosyal medya hallediyordu. Ülkenin dört bir yanında işler berbat bir hal aldı. Ülkenin dört bir yanında kimse bundan bahsetmedi. Ülkenin dört bir yanında kimse başka bir şey konuşmuyordu. Ülkenin dört bir yanında ırkçı kin yaygındı. Ülkenin dört bir yanında insanlar meselenin göçmenleri sevmemeleri olmadığını söylüyordu. Ülkenin dört bir yanında insanlar meselenin kontrol meselesi olduğunu söylüyordu. Ülkenin dört bir yanında bir gecede her şey değişti. Ülkenin dört bir yanında yapılanlar ve yapılmayanlar aynı kaldı. Ülkenin dört bir yanında her zamanki ufacık azınlık, parasını her zamanki büyük çoğunluğun sırtından kazanıyordu. Ülkenin dört bir yanında para para para para. Ülkenin dört bir yanında para yok para yok para yok para yok. Ülkenin dört bir yanında ülke parçalara ayrılmıştı. Ülkenin dört bir yanında ülke parçaları akıntıyla sürükleniyordu. Ülkenin dört bir yanında ülke bölünmüştü, şurada bir çit, burada bir duvar, şuraya çekilmiş bir çizgi, buraya atılmış bir çarpı,şurada aşmadığınız bir çizgi, burada aşmamanız gereken bir çizgi, burada bir güzellik hattı, şurada bir dans çizgisi, burada var olduğunu bile bilmediğiniz bir çizgi, şurada paranızın yetmeyeceği bir çizgi, yepyeni bir ateş hattı, savaş hattı, yolun sonu, burada/şurada.
2 notes · View notes
olumsuzsozler · 1 year
Text
Tumblr media
Herkesin aynı yalana inanıyor olması, onu gerçek yapmaz.
Ahmet Ümit
KAYNAK(!) "KAYNAK" DİYORSUN YA !!! https://twitter.com/baskomsernevzat/status/276295628143878145 ÖS 3:03 · 5 Ara 2012
https://1000kitap.com/herkesin-ayni-yalana-inaniyor-olmasi-onu-gercek-ya--1750770 Sis ve Gece
ÇOĞUNLUK, YANLIŞ VE GERÇEK:
Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir. Gilles Deleuze Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz. Mahatma Gandhi Herkes yapıyor olsa bile yanlış yanlıştır. Aurelius Augustinus
Yalan söyleyenler, doğru söyleyenlere inanmazlar. Konfüçyüs Herkesin aynı yalana inanıyor olması onu gerçek yapmaz . Ahmet Ümit Gerçekleri söylemek, özgürlüğü kaybetmek anlamına gelebilir. George Orwell Gerçek, çoğu zaman, çoğunluğun inandığının tam tersidir. Jean de La Bruyere Bir toplum, yalanları gerçeklerden daha kolay kabul eder. Aleksandr Solzhenitsyn Aptalca bir şeyi 50 milyon kişi de söylese, o hala aptalca bir şeydir. Anatole France İnsanların çoğunluğu onu yapıyor diye, yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz. Lev Tolstoy Düşünmek zor bir sanattır. Bu sebeple çoğunluk sürüyü takip eder. Carl Gustav Jung Bir şey yanlışsa, milyonlarca kişi o yanlışı savunsa da, o yine de yanlıştır. Bertrand Russell Bir toplumda, gerçeği söylemek, muhalefet ve direniş göstermek anlamına gelebilir. Bell Hooks Bir toplumda, doğruyu söylemek, genellikle en cesur ve en yalnızca eylemdir. Margaret Chase Smith Çoğunluk kavramaz karşılaştığı şeyleri. Ne de anlar öğretildiği zaman. Yalnızca öyle gözükür. Heracleitus Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşmışsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder. George orwell Sırf çoğunluk öyle kabul ediyor diye, bir yalan gerçek, bir yanlış doğru, kötü bir şey de iyi olmaz. Rick Warren Bir toplumda, gerçeği söyleyenler, genellikle toplum tarafından itibarsızlaştırılır ve dışlanır. Edward R. Murrow Gerçekleri söylemek, özellikle de toplum tarafından kabul edilmeyen gerçekleri söylemek zordur. Howard Zinn Gerçeği söyleyenler, özellikle de doğru olduğunda, her zaman baskı ve baskılara maruz kalırlar. John F. Kennedy Bir toplum, çoğunluğun kabul ettiği bir yalanı tekrar ederken, gerçeği söyleyenler yalnız ve susturulmuş hissederler. Adrienne Rich Bir toplumda, gerçeği söylemek cesaret gerektirir çünkü genellikle toplum tarafından yargılanır ve mahkum edilirsiniz. Robert F. Kennedy Yeni fikirlere şaşmayın; şunu bilin ki hiçbir şey, sırf birçok kişi tarafından kabul görmüyor diye doğru olma vasfını yitirmez. Baruch Spinoza Dünyadaki bütün dinler içinde, esrarengiz bir rastlantıyı görüyoruz: ezici bir çoğunluk sadece ailesinin ait olduğu dini seçiyor. Richard Dawkins Günümüzde çoğunluk, tamamen haklı olarak yoksul ve hasta olmaktansa zengin ve sağlıklı olmanın daha iyi olduğunu düşünüyor. Arkadi Natanoviç Strugatski
0 notes
Text
5 kişinin bulunduğu bir odada masanın üzerinde duran kırmızı tabağın kırmızı tabak olması hepimizin kabulüne bağlıdır. Eğer çoğunluk bu tabağın kırmızı olduğunu söylerken 1 kişi bu tabağın turuncu olduğunu iddia ederse o kişide bir sorun olduğunu, onun yanıldığını düşünürüz. Asıl sorun tabağın kırmızı olduğunu iddia eden tek kişi bizken diğer 4 kişi tabağın turuncu olduğunu iddia ettiğinde başlar.  Eğer bir ülkede çoğunluk nasyonel sosyalizmin doğru rejim olduğunu savunurken azınlık demokrasiyi savunuyorsa, sonuç Naziler olur. Çoğunluğun haklı olduğu fikri doğru olmadığı gibi objektif, nesnel gerçeklik olarak tanımlanan gerçek de mutlak, nesnel gerçek değil yalnızca koşullu, koşullara ve zamana bağlı gerçekliktir. Ego ya da ben de bir gerçeklik değil, kabule dayalı bir fikirdir yalnızca. Bu fikir üzerinde bir odadaki 5 kişi de aynı görüşte ise benim ya da egomun ne olduğu konusunda aklım karışmaz. Tıpkı tabağın kırmızı olduğu konusunda hemfikir olduğumuz gibi benim, egomun kim ya da ne olduğu konusunda da hemfikirizdir. Ancak, odadaki kişilerden biri ya da ikisi benim ya da egomun ne olduğu konusunda benden farklı bir fikire sahipse işte o zaman sorun çıkar. Bana göre BEN ya da EGOM herkes tarafından "aynı" algılanması gereken nesnel bir gerçekliktir. Eğer ben, herkes tarafından üzerinde anlaşılmış bir tanıma sahip değilsem o zaman kim olduğum kişiden kişiye değişecektir. Bir insan beni iyi bir insan olarak algılarken bir başkası kötü bir insan olarak algılayacaktır. Bu insanların benimle ilgili algısı "BEN"i, "EGO"yu, "TANIMIMI" yarattığı için olduğumu sandığım "ŞEY"*** herkes tarafından aynı ve mümkünse benim algıladığım şekilde algılanmalı ve tanımlanmalıdır. Mesele asla benim kendime ne dediğim, ne tür bir onaylama yaptığım, kendimi nasıl kabul ettiğim değildir. Asıl mesele nasıl görüldüğüm, nasıl onaylandığım, nasıl kabul edildiğimdir. Kendi evimin kapısını yalnızca komşumun penceresinden görebileceğim için, bana kim olduğumu karşımdaki gözler söyleyecektir. İşte bu sebeple, sokakta ya da sosyal medyada tanımadığım, muhtemelen fikirlerine önem vermeyeceğim, hayatım boyunca bir daha görmeyeceğim bir insanın benimle ilgili yargıları sebebiyle (şerefsiz, kafir, kötü, ahlaksız, saygısız vs vs) onunla kavgaya tutuşabilirim. Hatta bazı uç örneklerde A kişisi, B kişisi ile ilgili bir yargıda bulunduğunda, bu yargı B kişisinin kendisi ile ilgili tanımıyla çatışıyorsa (korkak kabul edilmek, değersiz görülmek vs) bu durum B kişisinin kan dökmesine bile sebep olabilir. İşte bu sebeple ister bir ülkenin lideri, ister düz vatandaş olalım hepimiz diğerlerinin gözündeki tanımımız için çalışır, bu tanımın bizim nesnel kişiliğimiz, BEN'imiz, EGO'muz olduğunu sanırız. Kendimiz ile ilgili tanımımızı kabul etmeyen, bizimle ilgili başka bir tanıma sahip olan herkes bizim düşmanımız, potansiyel katilimizdir; çünkü tanımımızı, egomuzu, benliğimizi yok etme girişiminde bulunuyordur. Ben ya da Ego'nun bir gerçek değil, koşullara ve kişilere bağlı bir fikir, bir tanım olduğunu anlamadığımız sürece gerçek özgürlüğe, huzura ve mutluluğa ulaşmamız olanaksızdır. Bizler gerçek olmak yerine bir tanıma uygun davranmaya çalışan roller olduğumuz sürece özgürlük de bir fikirden, bir rolden başka bir şey olamaz.  Daha da acısı, gerçekte ne olduğumuzu bilemediğimizden kendimizle ilgili herkesin hemfikir olduğu bir rolü oynadığımız için başımıza 2 büyük bela musallat olur: Birinci bela, oynadığımız rol ne kadar sorunlu olsa da, bu rolden ne kadar yakınsak da bu rolü bırakamamaktır. Rolü bırakamayız çünkü bunu yapabilmek için bütün gerçekliğimizi bir başka rol, bir başka tanım için yeniden tasarlamalı ve herkesi de bu yeni BEN'e ikna etmeliyiz. Bu da hemen hemen imkansızdır çünkü başımızda ikinci bela vardır. İkinci bela, kendimizi olmadığımız bir şeyi oynamak zorunda hissetmemizden kaynaklanır. Bu rolün gerçekçi ve kendi içinde tutarlı olması için her an dikkatimizin %90'ından fazlasını rolün gereklerini yerine getirmek için kullanmak zorundayızdır. Rolün
gerçekçi olması, değişken olmaması, koşullardan etkilenmemesi, değiştirilememesi için o karakter ile ilgili bir geçmişi anımsamalı ve o karakter ile ilgili bir gelecek hayal etmeliyiz. Her an kim olduğumuzla ilgili bir fikri korumalıyız. Kazara bu fikrin yitirilmesi en hafif durumlarda depresyonla, panik atakla ve anksiyete krizleriyle sonuçlanır. Meditasyonlar sırasında kişinin egosu, kendisi ile ilgili tanımları çözülüp de öğrenci kendini tanımlamakta zorlanmaya başladığında bu duruma tedirginlik ile, bazense şiddetli korku ile tepki verebilir. Tuhaftır ama bir insanın kendisi ile ilgili tanımını değişime zorlayan her şey ona ölüm tehlikesi ile aynı görünür ve bu değişime ölüme verdiği tepkiye benzer tepkiler verir. İşte bu sebeple bırakın kişinin kendisi ile ilgili tanımı bırakmayı, onu her saniye anımsamak için neredeyse enerjisinin tamamını kullanır. Hatta yaptığımız, söylediğimiz, inandığımız ve çevremizi inandırmaya çalıştığımız her şey bu rolü pekiştirmeye, gerçekleştirmeye, ortak kanı yaratmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Eğer kendimizi, tanımımızı bir parça unutursak, %90'ını verdiğimiz dikkatimizin bir kısmını serbest bırakabilirsek, o zaman gerçekte kim ya da ne olduğumuzu bulma fırsatı yakalayabiliriz. O zaman farkındalığımız, tanımımızın kontrolünden kurtulur. Farkındalığımız bir kez rolümüzün kontrolünden çıktığında artık rolümüzü kendi içine alabilir. Bundan sonra artık BEN dediğimiz şeyin bir gerçek olmadığını, yalnızca bir tanım olduğunu bilebiliriz. Bu sebeple de ilk olarak dikkati ve farkındalığı tanımın zulmünden ve kontrolünden kurtarmalıyız. Dikkat ve farkındalık yansız, tanımsız ve tarafsız olduğunda, yansız, tanımsız ve tarafsız olan gerçek beni de görebilir. Özgürlüğe ulaştıran ilk cesur adım budur. Bu adımı atmak için mutlaka yardım isteyin. Yürümek için şüphesiz ki ellerimiz serbest olmalıdır ama bazı adımlar vardır ki birisinin elimizden tutması gerekir. İşte bu engeli aşarken bir yere tutunmak en güvenli yoldur. Hepinize dostluk duygularımla... *** (Şey: X'in, yani bilinmeyenin Arapça söylenişi. İlk defa Hayyam tarafından bir matematik terimi olarak kullanılmıştır)
0 notes
magazinenews · 2 years
Text
Tumblr media
DEMOKRASİ NEDİR?... Demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Türkçeye, Fransızca démocratie sözcüğünden geçmiştir. Genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlarda demokrasi ile yönetilebilirler.
Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan'daki filozoflar Aristo ve Eflatun demokrasiyi eleştirmiş, o zamanlarda halk içinde "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlar kullanılmıştır. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve liberal, komünist, sosyalist, muhafazakar, anarşist ve faşist düşünürler kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok fazla sayıda değişik tanımı oluşmuştur.                                  Tanımı:
Demokrasinin tanımı tartışması günümüzde hala devam eden bir tartışmadır. Bunun sebepleri:ülkelerdeki bazı kurumların görüşlerini haklı çıkartmak adına demokrasi tanımını kullanmaları, demokratik olmayan devletlerin kendilerini demokratik olarak tanıtma çabaları ve aslında genel bir kavram olan demokrasinin tek başına kullanılması (Anayasal demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi vb.) gibi sebepler gösterilebilir. Demokrasiye farklı atıflar:
Çoğunluğun yönetimi
Azınlık haklarını güvenceye alan yönetim;
Fakirin yönetimi;
Sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim;
Fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim;
Kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim.
Halk 
Ana madde: Halk
Çoğunluk, azınlık, fakir veya zengin olsun demokrasilerin ortak yönü halka dayanmasıdır. Günlük hayatta halk, bir ülkede yaşayan tüm insanları kapsadığı düşünülse de pratikte demokrasi, tarihinden beri ?sürekli olarak genişletilse de- halka bir sınırlama koymuştur. Örneğin Fransız Devrimi?nden sonra yapılan seçimlerde oy verme hakkı sadece belli miktarda vergi verebilen vatandaşlara tanınıyordu, ABD?de güney eyaletlerdeki siyah ırkın ilk kez oy kullanabildiği tarih 1960'lardır.Kadınlara seçme hakkı ilk kez 1893'de Yeni Zelanda'da verilmiştir. Seçimlere tam katılım hakkı ise 20. yüzyıla kadar hiçbir ülkede verilmemiştir. Bu verilere, halkı oluşturan bireylerin öz-iradelerinden kaynaklanan mutabık olmama durumunu da katarsak; pratikte halk çoğunluk anlamına dönüşür.
Demokrasiye yapılan atıflarda görüleceği üzere, halkın kendi kendini yönetmesi temel dayanaktır. Bu ise kendileri adına karar alacak kişileri seçmeyi sağlayan oy vermenin yanında referandumlar gibi doğrudan etki yoluyla veya miting, gösteri gibi dolaylı yollarla sağlanır.Demokrasi tarihçesi 
Antik çağ
Demokrasi ilk olarak eski Yunanistan'da, şehir-devletlerinde uygulandı. Doğrudan demokrasiye çok yakın olan bu sistem Atina demokrasisi olarak da anılır. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti fakat o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir-devletinde doğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değillerdi. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina'yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyılda nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun 100.000'i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000'i oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilir.
Roma İmparatorluğu döneminde uygulanan devlet sistemi, temsili demokrasiye yakın bir nitelik taşımaktaydı. Demokratik haklar genellikle sosyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve güç elitlerin elindeydi. Bununla beraber, Eski Hindistan'da bazı bölgelerde uygulanan sistemler de temsili demokrasiye benzetilir. Roma İmparatorluğu ile paralel olarak, kast sisteminin varlığı, gücün varlıklı ve asil bir azınlığın elinde olduğu söylenebilir. 
Orta çağ 
Orta çağda demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere'de kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta Libertatum'un (Büyük sözleşme) ilan edilmesidir. Bu belge doğrultusunda ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştı. Fakat bu seçimlere, yapılan kısıtlamalar sebebiyle, halkın çok az bir bölümü katılabilmişti.
Birçok ülkede devlet yönetiminde zaman zaman demokrasiye benzer uygulamalar yapılmıştı. Örneğin İtalyan şehir devletlerinde, İskandinav ülkelerinde, İrlanda'da ve değişik ülkelerde bulunan küçük otonom bölgelerde demokrasinin prensiplerinden seçim yapılması, meclis oluşturulması gibi uygulamalar oluyordu. Fakat hepsinde demokrasiye katılım erkek olma, belli miktarda vergi verme gibi standartlarla kısıtlanıyordu.
18. ve 19. yüzyıllar 
18. ve 19. yüzyıllarda demokrasi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile hızlıca yükselen bir değer haline gelmiştir. Bu yüzyıllardan önce demokrasi büyük devletlere değil, sadece küçük topluluklara uyan bir hükümet şekli olarak anılıyor ve esas itibariyle doğrudan demokrasi olarak tanımlanıyordu. Amerika'nın kurulmasını sağlayanların oluşturduğu sistem ilk liberal demokrasi olarak tanımlanabilir. 1788 yılında kabul edilen amerikan anayasası hükümetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlıyordu. Bundan daha önce de koloni döneminde Kuzey Amerika'daki kolonilerin birçoğu demokratik özellikler taşıyordu. Koloniden koloniye farklılaşmakla beraber, hepsinde belli miktarda vergi veren veya istenen bazı sıfatları karşılayabilen beyaz erkeklerin seçme hakları vardı. Amerikan İç Savaşı'nın ardından 1860'larda yapılan değişikliklerle kölelere özgürlük sağlandı ve demokrasinin temel ilkelerinden biri olan oy verme hakkı On Beşinci Anayasa Değişikliği ile tanındı ancak güney eyaletlerinde siyahlar 1960'lara kadar oy verme hakkını kullanamamışlardır. 
1789 Fransız Devrimi'nde ise bir anayasa hazırlanarak iktidar halkın seçeceği bir parlamento ile kral arasında paylaştırıldı. Ulusal Konvansiyon hükümeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon'un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.
20. yüzyıl 
20. yüzyılda demokrasi hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. Yüzyılın başlarında, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devlet ortaya çıktı ve bu yeni ülkelerin devlet yönetimi genellikle, o döneme göre, demokratik sayılabilecek yöntemlere sahipti. 1929 yılında ortaya çıkan Büyük Buhran döneminde Avrupa, Latin Amerika ve Asya'da birçok ülkede diktatörler ortaya çıktı. İspanya, İtalya, Almanya, Portekiz'de Faşist diktatörlükler ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya ve Sovyet Rusya'da demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930'lar Diktatörler çağı olarak nitelendirilir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra sömürgecilik anlayışı son buldu ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıktı. Demokratikleşme hareketleri Batı Avrupa'da yoğunlaştı. Almanya ve Japonya'da diktatörlükler son buldu, silahlanma politikası yerine, II. Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmalarında etkisiyle, refah devleti olma amacını güttüler.
20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerden biri de demokratik olmayan Sovyet Bloğu ülkeleriyle Batı demokrasileri arasında gerçekleşen Soğuk Savaş'tı. Komünizmi yaymaya çalışan Sovyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki batı gurubu arasındaki çekişme 1989 yılında son bulmuştur. Francis Fukayama Tarihin Sonu adlı makalesinde, Soğuk Savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı haberini verir. Nitekim bu demokratikleşme süreci, yakın dönemdeki Gürcistan'daki Gül Devrimi, Ukrayna'daki Turuncu Devrimi ile devam etmektedir.                                                                                                    Demokrasiyle ilintili kavramlar:
Demokrasi ile cumhuriyet
Cumhuriyet bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanış şekillerinden biridir. Demokratik cumhuriyetin yanında dini cumhuriyet, oligarşik cumhuriyet ve sosyalist cumhuriyet biçimleri vardır. Demokratik cumhuriyetlerde, meclisi ve ülkenin başkanını belli aralıklarla halkın seçmesi temeldir. Bu sistem genellikle Kara Avrupa?sında kabul görmüşken örneğin İngiltere?de ülkenin başında görünüşte halkın seçmediği bir kral ya da kraliçe bulunmasına rağmen yönetim halkın elindedir (oligarşik cumhuriyet).
'Bir cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olabilmesi için, gönüllü birlikteliklerle bir arada bulunan o ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş ve kadroları ile var ettiği ve çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına olanak veren bir devlet yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerekir.
Demokrasi ile sekülerizm
Sekülerizm, liberal demokrat düşünürler tarafından ortaya atılan dinin siyasetten ayrılması düşüncesinin genel adı olarak karşımıza çıkar. Liberal demokratlar, demokrasinin ?çoğunluğun tiranlığına? dönüşmesini engellemek için devletin tüm dinlere aynı mesafede kalmasını bir zorunluluk olarak görürler.
Farklı dinlerin din bilginleri ve din bilimciler, çeşitli dinler açısından düşünsel anlamda sekülerizme karşı çıksalar da bu konular genellikle tartışmalıdır. Bununla birlikte dini planda demokrasi genelde kabul görmüştür, hatta sekülerizm karşıtı bazı din adamları demokrasinin sekülerizm olmaksızın var olabileceği görüşünü ileri sürmüştür.
Güçler ayrılığı
Güçler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı kurumlarının, devletin farklı organlarında bulundurularak iktidarın tek elde toplanmasını engellemek ve bu üç kurumun birbirlerini denetleyebilmesini sağlamak anlamına gelir. 'Devlet iktidarının üçe bölünmesi ve bunların ayrı organlara verilmesi gerektiği yolundaki yaklaşım, siyasal rejimlerin sınıflandırılmasında da temel alınmıştır. Buna göre yasama ve yürütme güçlerinin bir elde toplandığı rejimlere ?güçler birliği?, bu yetkilerin birbirinden bağımsız ayrı organlara verildiği sistemlere ise ?güçler ayrılığı? sistemleri adı verilmektedir.
John Locke ise iktidarın gücünü yasama, yürütme ve federatif olarak ayırır. 'Burada federatif güç, bütün topluluk, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilir.
İktidarın paylaşımı sayesinde demokratik yollarla iktidara gelen kişiler kendi tiranlıklarının kurmaları engellenmeye çalışılmıştır. Güçler ayrılığı ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, özellikle II. Dünya Savaşı öncesi Adolf Hitler'in demokratik yollarla iktidara gelmesinden sonra artmıştır.                  Demokrasinin araçları:
Demokrasinin oluşmasını sağlayan, demokrasinin gelişmesini amaçlayan kurum ve oluşumlar aslında birçok siyasi sistemde de mevcuttur. Her devletin bir anayasaya sahip olması veya her ülkede siyasi parti bulunmasına rağmen yönetim şekilleri olarak isimleri değiştirilir. Çünkü önemli olan bu kurumlar arasındaki ilişkilerdir.
Parlamento
Demokraside meclis, rekabet ve eşit oy ilkeleriyle halkın temsilcilerinin oluşturduğu bir kurumdur. Meclis sistemleri hem nitelik hem de nicelik olarak her ülkede farklı gelişmiştir.
Tek meclisli sistem, çift meclisli sistem ve başkanlık sistemi olarak genellendirebiliriz. Yine görev olarak, güçler ayrılığı ilkesindeki yasamayı yapan kurum olarak genellendirebiliriz. Meclislerin işlevleri: yasama, temsil, denetleme ve meşruluktur.
Siyasi partiler
Partiler temsil işlevi için kullanılan araçlardır. Demokratik ülkelerde siyasi parti bireylerin aktif siyaset yapacakları alanlardan biri ve en önemlisidir. Ülkelerdeki seçim sistemlerine göre iki partili sistem ya da çok partili sistem oluşur.
İngiltere?deki gibi iki partinin ağırlıklı olduğu sistemler, seçmenlerin çoğunluğunun bulunduğu ?orta alandaki? bir yoğunlaşmaya yol açma ve daha radikal düşünceleri dışlama eğilimindedir. [30] Her bir partinin çok sayıda görüşü temsil ettiği düşünülür.
Çok partili siyasi sistemlerde ise düşünceler daha doğrudan temsil edilir. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil ettiğini düşünen partiler bulunur. Bu halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlarken, mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok parti olduğu için istikrarın sağlanması güçleşir.
Anayasa
Anayasa, bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen yazılı belgelerdir. Ayrıca kişisel hak ve özgürlükler bu belgede belirlendiği için çoğunluğun yönettiği bir toplumda iktidarda olanların sınırlarını belirler. Demokrat düşünürler tarafından çoğunluğun tiranlığının kurulmasını engelleyecek bir devlet organı olarak kabul edilir.
Sivil toplum örgütleri
Sivil toplum örgütleri demokrasiyle ortaya çıkan bir örgütlenme değildir ama demokrasiyle önem kazanmıştır. ?Sivil toplum, modern manada anlamını demokrasi ile kazanırken, demokrasi de katılım problemlerin çözümünü sivil toplum ile sağlamıştır? Birbirleriyle ortak amaçlara sahip insanların oluşturdukları grupların seslerini ve isteklerinin daha fazla duyurabilmenin bir yoludur. Örne��in devletin ekonomideki katılımını azaltmaya çabalayan iş adamları, devletin sosyal hizmetlerinde eşitliğin sağlanmasını amaçlayan örgütler ve işçilerin veya memurların yaşam kalitelerini arttırmaya çalışan sendikalar gibi çeşitli amaçlarla toplanmış ve bunun için demokrasiye katılımı güçlendirmiş ayrıca bir bakıma halkın temsilcilerini kendi amaçları doğrultusunda denetleyebilen, ya da kendi amaçlarına ulaşmak için kamuoyu yaratmaya çalışan gruplardır.
Sivil toplum örgütlerinin özelliği çoğulcu bir yapıya sahip olmasıdır. Larry Diamond?a göre 'sivil toplumun bu çoğulcu yapısı, siyaset alanını kontrol altına almaya çalışan etnik, dinci, devrimci ya da otoriter örgütlenmelerle anlaşamaz hale getirir.
Kolluk kuvvetleri
Ordu ve polis güçlerinin demokraside ne kadar bulunduğu, ne kadar bulunması gerektiği her zaman tartışma konusu olmuştur. Dış tehlikelere karşı ordunun iç düzen içinde polisin silah tekellerinin bulunması onları demokrasi için gerekli kılmakla birlikte demokrasiyi kaldırma veya kesintiye uğratma güçleriyle de tartışma konusu yapmıştır.
Gelişmiş demokratik ülkelerde sivil siyasetçiler, hem hukuken hem de fiilen ordunun üstündedir ve ordu siyasi karar alma mekanizmasının içine olabildiğince az katılır. Özellikle Soğuk Savaş sonrası sivil siyasetçinin üstünlüğü giderek artmaktadır.
Demokratik olarak yeterince gelişmemiş ülkelerde ise askerler, danışma kurullarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak karar alma mekanizmasının içinde bulunur. Bu tip ülkelerdeki ortak özellik; ordunun ülke içindeki kurumlar arasında en ileri teknolojiye sahip ve modern dünyaya en yakın olan kurum olmasıdır. 'Ordu genellikle ekonomik gerilik, iç karışıklıkların artması, sivil yönetimin meşruluğunu kaybetmesi, ordu ve hükümet arasındaki ihtilaf veya uluslararası kamuoyunun darbe yönündeki olumlu yaklaşımı gibi sebeplerle siyasete müdahale eder.
Polis ise ?yönetici sınıfın çıkarlarında hareket etmeye başlarsa ne olur?? sorusuyla düşünürlerin üzerinde durduğu bir kondur. Aristo?nun ?muhafızlardan kim muhafaza edecek?? sorusu bu kaygının çok eskilere dayandığını gösterir. Polis gücünün demokrasinin sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması ve gerektiği zaman yargıya hesap verebilmesi gerekliliği demokratik düşünürlerin ortak tavrı olmasına rağmen bunun nasıl ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları yaşanır.       Demokraside hakların gelişimi :
İnsan hakları
nsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Klasik demokrasi tanımına benzerliğinden dolayı günümüzde insan hakları ve demokrasi sıklıkla beraber kullanılır.
İnsan hakları ile demokrasi arasındaki kesin tamamlayıcılık bağı: eğer insan hakları bireyin eksiksiz gelişmesi için gerekli bir koşulsa demokratik toplum da, bireyin gelişimi için gerekli çerçeveyi oluşturması bakımından bu hakların kullanılması için gerekli bir koşuldur, ayrıca, demokratik bir toplum bireylerin topluluğun yaşaması için gönüllü olarak verdiği desteğe dayandığından insan hakları böyle bir toplumun ön koşulu olarak görülür.
Kadınlar
Demokraside siyasi eşitlik temel olsa bile kadınlar bu eşitliği ancak 20. yüzyılda kazanabilmişlerdir. Kadınların siyaset hayatına katılımını destekleyenler; bunun siyasi etiği geliştireceğini söylerken karşı çıkanlar aile yapısının bozulacağı düşüncesini dile getiriyorlardı.
Demokraside kadınları sadece seçme, seçilme hakkına indirgememek gerekir. Ayrıca feminist sivil toplum örgütleriyle de demokrasiye etkin katılımı sağlanmaya çalışılmıştır.
Azınlıklar
Bir toplumun etnik, dini veya cinsel olarak genel ortaklıklarından ayrılan gruplar o toplumun azınlık statüsündedirler.Oligarşik, otoriter devlet yapılarından demokrasiye geçen toplumlarda, azınlıkların diğer gruplara göre daha fazla demokrasiyi savunmaları genel kabul gören bir olgudur. Ayrıca uluslararası kurumlar tarafından yapılan demokrasi seviyesi değerlendirmelerinde azınlık hakları önemli kıstaslardan biridir.
1 note · View note
ysnyslyrt · 2 years
Text
Türban Konusu
İran’daki zulüm düzeninin bir kez daha dünyanın tepkisini çekmesi üzerine birtakım İslamcı çevreler ‘’Laikçi-Kemalist Türkiye’nin türban yasakları’’ ile İran rejimini benzeştirme, ilkine laf çarpmadan ikincisini eleştirememe yönelimine girdiler. Lakin iki rejim arasında benzerlik yoktur. İran’da İslamcılar tümüyle devlete egemen olup başörtüsüz sokakta dolaşmak bile yasaktır ve bunu kovuşturmak için ahlak polisleri bulunmaktadır.
Türban yasaklarını savunan kesim de İran’daki rejim ve olaylar üzerine ‘’Haklıydık, yasak doğruydu’’ savunusuna –adını koymadan, ima yoluyla- girdi.
Sanırım türban yasakları konusuna bilmem kaçıncı kez girmek durumundayız yine…
Türkiye'de eskiden türbanla üniversiteye girmek ve memur olmak yasaktı, evet. Alevinin de cemevi ibadethaneden sayılmıyordu, Alevi ve ateistin çocuğuna zorunlu din dersinde (yani ‘’ikna odasının’’ önde gideninde!) türbanlının inancı öğretiliyordu, günde beş vakit yüksek sesli ezan dinletiliyordu, türbanlının imamının maaşı ödetiliyordu, memura kılık kıyafet yönetmeliğinde ‘genel ahlak’ adına etek boyu ölçüsü dayatılıyordu (tüm bunlar hala sürüyor bu arada). Velhasıl türban yasağı ile gayrısünni kesimlere dönük yasak ve yaptırımlar bir tür "denge" oluşturmuştu ve bu dengede avantajlı (devletin has evladı) olan taraf türbanlılardı (İslamcılar hiç kitle katliamına uğramadılar mesela; ya Aleviler yahut ateistler/komünistler?).
Yani bir Alevi çıkıp "Benim cemevim yasaksa onun da türbanı yasak olacak!", bir ateist çıkıp "Ben zorunlu din dersi gördüysem o da ikna odasına girsin!", bir LGBTİ birey çıkıp "Ben birtakım haklarımı kullanamıyorsam türbanlılar da kullanamasın!", bir mini etekli kadın çıkıp "Ben genel ahlak adına memuriyette mini giyemiyorsam o da laiklik adına başını örtemesin!" derse çok mu haksız yahut irrasyonal bir şey söylemiş olur? Bu kesimlerin yaşadıkları mağduriyete destek verenin çoğu kez dinci kesim olduğunu da düşünürsek… Birinin kolunu kıvırmak yanlıştır ama sana yumruk atmışsa ve atmaya devam etme niyetindeyse yine yanlış mıdır? Bu kesimlere dönük yasakları savunan türbancılara karşı bu kesimlerin de türban yasağını savunması çok mu anlaşılmaz bir husus idi?
Türban yasağının bazı makul (‘haklı’ mı ayrı konu ama ‘makul’) gerekçeleri vardı. Sayalım:
1. Türban yasağının kalkışı farklı kesimler arasındaki "dengeyi" bozacak ve ülkede zaten ağır olan dinsel baskı iklimini artıracaktı (öyle de oldu). Laiklik türban yasağından ibaretti (sürekli dayak yiyen azınlık kesimlerin atabildiği tek yumruktu) ve yasağın kalkışıyla hepten tükenme yoluna girdi.
2. Örtünme emri, adı üzerinde bir *emir* idi, giyim özgürlüğüyle ilgisi yoktu, aksine giyim hürriyetinden dinsel gerekçeyle vazgeçişi anlatıyordu, türbanlılar devletin yasağına hürriyet için değil dinin saç yasağını savundukları için karşı çıkıyorlardı, türbanlılar fırsat bulsa ülkeyi İran'a döndürürdü, içlerinde şeriatçı çoktu, hal böyleyken onlara destek olmak kerizlikti, Aleviye ve ateiste konan yasakları savunmaya devam ediyorlar ve sadece kendi türbanları için özgürlük istiyorlardı (nitekim sadece bunu serbest bıraktılar).
3. Türban (dinin örtünme emri) pek çok kız çocuğu için aile ve mahalle baskısıyla hayata geçiyordu. Türban serbest bırakılırsa ilkokula dek serbestleşir, çocuklar baskıyla çok daha erken ve kapsamlı tanışırdı (nitekim ilkokula dek serbest bırakıldı). Burada mühim husus, bireyin aile ve çevresince başörtme emrine boyun eğmeye yönlendirilmesinin de bir baskı olduğu fakat "türbana hürriyet" tayfasınca bunun görmezden gelindiğiydi.
4. Dinsel örtünme emrinin erkeğe göbek deliği ile diz arasını kapamayı yeterli görürken kadını saçının teline dek örtmesi ayrımcılıktı (Zaten dünyanın her yerinde evvela bu sebeple tepki çekiyor). Türban serbestisi, cinsiyet ayrımcılığının önünü açmak gibi bir anlama geliyordu.
5. Türbancılar, örtünmeyenlerin ahlaken eksik olduğu ve cehennemde yanacağını iddia ediyordu. Sırf saçı görünüyor diye ahlaksızlık suçlaması ve nefret söylemine maruz kalmak insanları doğal olarak rahatsız ediyordu. Nefrete ve saç gösterme yasağına bir hayli kuvvetli olan dinden destek bulan bir kitlenin üniversite ve kamu kurumlarına sokulması "laik kalelerin fethedilmesi" korkusu verdi.
6. Üniversite bilim sahasıydı, buraya girecek kişinin dinsel dogmaya bağlılığının çok sıkı olmaması beklenirdi. Biz camiye yahut türbeye başımıza bir şey örtmeden girebiliyor muyduk?
7. Memurun, kamu hizmeti verdiği için tarafsız olması beklenirdi. Dini yahut siyasi bir sembole sıkı sıkı tutunmuş bir memur ne kadar tarafsız olabilirdi? Düşün: Solcu eylemine polis müdahale ediyor, bir kişi ölüyor, vuran polisin yakasında üç hilalli rozet var. Ülke karışmaz mı? Yahut türbanlısın, savcıya gittin, seninle ilgilenmedi, yakasına orak-çekiç arması var, içine kurt düşmez mi? Yahut adın "Ali Ekber" ve Dersimlisin, mahkemeye çıktın, hakimin başı türbanlı, aleyhine karar verdi, içine siner mi? Daha bunun "Erkek yaralıya suni teneffüs yapmam" diyen türbanlı doktoru var, psikiyatrik soruna "Cin girmiş sana" diyecek olanı var, var oğlu var...
Evet, "laikçi kesimin" argümanları kısaca bunlardı ve sanki son tahlilde bir ölçüde haklı çıktılar. İran’ın dinci baskı düzenine dönük tepkiler karşısında ''Laikçi-Eski Türkiye'' ile İran'ı baskıcılık yönünden aynı görmekte ısrar eden İslamcılar "Müslümanlar her zaman en mağdur, mazlum ve haklı taraftır" şartlanmışlığını kıramamış görünüyorlar. Lakin ‘’Eski Türkiye’’ ile Molla İran’ı birbirine benzemiyor.
‘’Türban yasağı haklı idi!’’ mi dedim şimdi?
O yıllarda savunduğum –ve hala doğru olduğunda ısrar ettiğim- kendi tutumu tekrar izah edeyim: Türban serbestisini, memuriyetteki ‘genel ahlak’ kısıtlarını kaldırmayı, LGBTİ haklarını, zorunlu din derslerinin kalkışını, cemevinin ibadethane sayılmasını, düşünce ve ifade hürriyetini gözetmeyi topluca içeren bir paketin hazırlanması savunulmalıydı. ‘Sadece türbanın serbest olması’ talebine ise –bencilce ve denge bozucu olduğu için- karşı çıkılmalıydı. Hükümet, sadece türbanı serbest bırakmak istiyordu. Bu sebeple ağırlık karşı çıkışa verilmeliydi. Lakin bu karşı çıkış, serbestiyeti içeren paket önerisine dayandığından hükümetin sadece türbanı serbest bırakıp diğer kesimleri hür bırakmaya yanaşmayan bencil ve takiyeci yüzü faş olacak, ‘’hürriyetçilik’’ başlığı İslamcıların istismarından kurtarılacaktı. Olmadı, laisizm adına yanlış politikalar izlendi, fırsat kaçtı…
1 note · View note
tarikbinziyad · 2 years
Text
"Sesi çok çıkan azınlık" Bunu unutmayalım, bunlar sürekli kendileri haklı gibi konuşurlar.
Yok memleketçe batmışız, her şey çok kötüymüş, insanlar dardaymış, devlet bitmiş, gençler tükenmiş, insanlar yorulmuş...
Allah var mı; var. Kur'an indirildiği gibi duruyor mu; duruyor. Sünneti seniyye en güzel şekilde yaşanabilir mi; yaşanabilir.
Umutsuzluk yok!
73 notes · View notes
yalnzardc · 3 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Mttb Kudüs enstitüsü.              19-3-2022
Konuşmacı : Berdal Aral
Konu : Uluslar arası hukuk açısından Kudüsün statüsü
İngiliz manda yönetimi 1922'den 1939'a kadar devam etmiştir, merkezi ise Kudüsdü.
Araplar topraklarını sattı söylemi tamamen yalandır.
1930'da İngiltere 10 yıl sonra araplara bağımsızlık vereceğiz diyor.
1948'de İngiltere bölgeden çekilmiştir.
B.M nin burada kariyeri Filistine ihanet ile başlamıştır, Filistin taksim edilmeli %56,5 yahudilere %43 ü Filistinlilere bırakılacaktır diyor, azınlık olmalarına rağmen çoğunluğu onlar alıyor.
israilin kurulması uluslar arası açısından yasadışıdır, varlığı zaten kuşkuludur.
israilin ortaya çıkmasında sovyetlerin de büyük desteği vardı.
Meşru müdafa hakkı başkalarının topraklarını ele geçirme hakkı vermez bundan dolayı 48-49 savaşlarında israilin ele geçirdiği toprakların hepsi yasadışı, uluslar arası haklara aykırıdır.
Batı israili kınadığı zaman bile hiçbir zaman bir yaptırım uygulamamıştır.
Bir devleti tanımak demek kurulduğu dönemdeki toprakları tanımak demektir yoksa daha sonradan işgal ettiği toprakları tanımak demek değildir.
6 gün savaşlarından sonra israil toprakları 3 katı büyümüştür.
Hiç bir şekilde askeri güç ile toprak kazanımı uluslar arasında kabul edilemez birşeydir. B.m askeri güce başvurma ve askeri güç kullanımı ile tehdidi yasaklamıştır.
1993 de oslo anlaşması yapılmıştır osloda 3 yıl sonra nihai görüşmeler başlayacaktır diyor fakat israil bu süreçte yükümlülüğünü yerine getirmemiştir, vahim düzeyde insanlık suçu işlemiştir.
Uluslararası bağlamda hakkımızı bilmek zorundayız.
Dünyada 6-7 milyon Filistinli mülteci var bunların dönüş hakları ne olacak? B.m bile bu mültecilerin dönüş haklarını kabul etmiştir.
Filistin işgalini daha derin ve daha geniş düşünmemiz gerekiyor.
israil sömürgecidir, sömürgecilik yasadışıdır zaten ulusal hukuka aykırıdır bu.
İşkal ile ilhak farklı şeylerdir, israil sadece işgal etmiyor aynı zamanda ilhak da ediyor, bu topraklar benim diyor, oradaki halkı zorla göç ettiriyor bunların hepsi uluslar arası hukuk da suçtur.
Uluslar arası argüman göre esasen Filistin toprakları tamamıyla Filistin halkına aittir.
israile karşı Müslümanların topyekun ambargo uygulaması gerekiyor.
Uluslar arası hukukun bizden yana olduğunu bilirsek uzun vadede Filistin özgürleşecek.
İslam dünyası kendi içinde birleşmek zorundadır, israil kendi istediğiyle toprak bırakmayacak onlara karşı direnmek zorundayız.
Bizim uluslar arası dille konuşmamız lazım mazlum olmak yetmiyor Haklı olmamız lazım.
Küsmek felan yok bütün zeminleri yoklayacağız derdimizi her yerde anlatacağız.
8 notes · View notes
hbkultursanat · 3 years
Text
ERDOĞAN, PEKERİ NEDEN GÖZDE ÇIKARDI...
RECEP TAYYİP ERDOĞAN-SEDAT PEKER ÇATIŞMASI ÜZERİNE NOTLAR...
Yazının başlığını böyle koymam, yaşanan olaylarla ilgili bir paradoks gibi görünebilir. Ancak altaki satırların tümü okununca haklı olduğum görünecektir. Peker sadece kullanılan bir figür olduğu bilinmeli...
Hiç bir mafya ve suç örgütü devleten güçlü değildir. Devleti, kırminal hadislerden bağımsız düşünmeyin. Peker’in sürgününe ve derin devlet içindeki rolüne büyük anlamlar yürkleyerek bir tartışma rasyonel ve mantıklı görünmüyor. Devlet-mafya ilişkilerinde, DEVET boynuuzun kulağı geçmesine müsaade etmez...
Kirli ve kara paraya ihtiyaç duyan Erdoğan, suç örgütlerine alan açtığı ve onları kullandığı bir sır değil. Derin devlet içinde ki hesaplaşmanı içinde yaşanan problemler düşündüğümüzden çok daha fazladır. Ancak Peker’i bir mit gibi sunmak bana doğru gelmiyor. Peker’le-Mit kavramı uyuşmuyor. Bir mafya figürünü erişilmez ve anlaşılmaz bir güç değildir...
İçişler bakanı Süleyman Soylu sadece Erdoğan tarafında kullanılan kirli bir figürdır... Erdoğan kimi nerede ve nasıl kullanacağını çok iyi biliyor. Yakında Soylu Erdoğan’ın önünde bir tehlike olarak görünürse, Erdoğan , Soylu’yu harcamaktan asla çekinmez. Soylu’yu papuçlamak uzak değil bence. Peker’in konuşmalarıyla, Soylu’un bir karşılığı kalmadı. Sadece MHP içinde küçük bir azınlık Soylu’yu destekliyor. Erdoğan 20 yıllık politik hayatında her gün hain diyeceğimiz suçlara işledi. İşlediği suçları kamufle etmek için baş vurduğu yöntem ise, işbirliği yaptığı güçlere hain diye saldırıya geçmesidir...
Derin devletin kara kutusu, Pekerin videoları ile delindi. İlk günden itibaren büyük bir ilgi odağı olan videoları, mesajlarla destekleyen Sadet Peker, ciddi bir çekim merkeze dönüştü. . Bu ilgi son derece doğaldı, çünkü, derin devletin mutfağından yer almış bir aktorün konuşmaya, nispete çözülmeye başlamış olduğnu görüyoruz. Derin devletin içindeki çatışma hayırlara vesile olduğu kesin. Çünkü , Peker ne anlatıyorsa, neyi deşrife ediyorsa belgeleriyle yapıyor. Dolaysıyla derin devletin sözcüleri kendilerini savunamayacak kadar zavalı duruma düşüyor. İşin içinde ses kayıtları ve belgeler olunca, dut yemiş bülbüle dönüşen saray sözcüleri ve Erdoğan, olaylarla ilgili konuşacaklarına, bir suç örgütün liderinin söylediklerine,mi inanacaksınız diye, bir tür basit demagojilere baş vurmak zorunda kalıyorlar…
Devlet örgütlenmesi tam anlaşılmadan, Peker’in söylediklerini bilince çıkaramayız. Devlet denen burjuva sınıfın örgütlü kurumu, bir tarafı hep mafya türü yasal olmayan suç örgütlerine dayanır. Mafya ve suç örgütleri devletin desteğini alarak yolların devam ederler. Devletler, mafya ve suç örgütlerin suç ortağıdır. Devletin örgütlediği şiddet ve terör en büyük ve en azımasız olanıdır. Devlet denen kurum, bir tarafı mutlaka yasal değilmiş gibi görünen, ama devlet içinde yasal olan mafyatik ve çete türü suç örgütleriyle bir ilişkisi vardır. Devletler, mafya ve çete örgülerinin üstüne gitmekten kaçınmaya çalışırlar. Çünkü devlet; bu kirli ve suç odakların yarattığı imkanlardan faydalanır, kendi payına düşeni alır. Devlet çete türü suç orgütlerini ihtiyaçlarına göre kullanır. Bakın Erdoğan’ın pratiğine. Çete ve mafya türü suçlu örgütleriyle toplumda korku atmosferi yaratmak için zaman zaman onlara bilinçli olarak alan yaratmıştır...
Sarayın gönülü militanı gibi çalışan, başta muhalefeti, aydın çevreleri, gazeteciler ve toplumun tüm kesimlerini tehdit eden, ‘cuhmur ittifakın’ kazanması için mitingler örganize eden, oluk-oluk kan akıtacağını açık-açık söyleyen, her gittiği şehirde, ilçede ‘reis’ olarak karşılanan, hayır sever iş adamı olarak ödülendirilen, devletin kirli işlerini sorumluluğunu yüklenen, altına kırmız halı döşenen, devlet içinde ilgi odağı olan, ‘sevilen ve sayılan’ Sadet Peker, neden derin devlet içinde dıştalandı, neden yalnız bıraklıdı, neden okların hedefine kondu. Bu sorulara yanıt aradığımızda bazı gerçekleri görmüş olacağız. Daha bilinmeyen bir çok karanlık olayın anlamaya çalışacağız…
Derin devletin önemli bir aktörü olarak çalıştırılan Peker, derin devletin hangi prensibine ters davrandı, Peker neden bir tehlike olarak göründü. Bu soru hala tam olarak aydınlanmış görünmüyor ?
Benim kişisel görüşüm, PEKER’in, ‘reis’ olarak toplumda nüfus kazanması ve derin devletin karanlık sokaklarında yaşananlara şahit olması ve fiili olarak yer almasıdır. Erdoğan yılan büyümeden kafasını ezmeli felsefesiyle haraket eden biri. Bunu için Soylu (soysuz) kullanılmak için en iddial kişiydi Erdoğan için. Böylece Erdoğan hem Peker’den, hemde Soylu denen dalkavuktan kurtulmuş olacaktı. Peker’in kendisini korumak için kimi belgeleri önceden hazırladığı gerçeği öngürülmemiş olmasıdır. Peker’in defteri, yada pandorası daha tam açılmadı. Erdoğan’a bazı sırlar vardırki insanla mezarlığa gider söylemi, aslında daha fazla üstüme gelmeyin diyen bir uyarı yapıyor. Aslında Peker ölümde kaçıyor ve korkuyor. Pekerin durumu “yaralı yılan daha saldırgan olur” diye bir söylemi bize hatırlatıyor...
Peker’in evine yapılan baskının yöntemini savunacak mantıklı bir insan yoktur. Soylu’da Peker’den kurtulmak için bir çabanın içinde olduğunu görüyoruz. Çünkü Soylu denen içişler bakan artık kırminal işlerin içinde görülüyor. Kendine bir Pazar yaratmak savaşı vermiş. Peker’i de kullandığı ortaya çıkıyor. Soylu’nun hesap hatası yaptığı ortaya çıkmış görünüyor. Peker’den Türkiye’yi terketmesini isteyen İçişler bakanı, Peker’den kurtulmak istediği açığa çıktı. Peker her ne kadar İçişler bakanını hedef göstermesine rağmen, olayları anlatıkça ve deştikçe, derin devletin karanlık delizlerinde çok daha vahim olaylar ortaya çıkıyor. Devlet eliyle erion ticareti yapıldığı ve organize edildiği görülüyor…
Peker’in her kaldırdığı taş, yeni isimleri ve kirli olayların deşrife olmasına neden oluyor. Derin devletin yolsuzlukları, kendi içindeki hesaplaşmaları ve çıkar çatışmalarının kirli boyutlaları ortaya çıktıkça, PEKER’in gelecek videosu merakla beklenilir oluyor. Peker her ne kadar silahı İçişler bakanına çevrisede, ama mermiyi saraya doğru gönderiyor. Pekerin dili daha tam çözülmedi.Bütün bildiklerini anlatmıyor. Bir anlamda sakladığı sırlarla kendsini korumaya çalışıyor. Erdoğan’la yaşadıkları kimi olayları, birliket mezara taşayacağını söylüyor. Bu söylemi bir mesaj olarak düşünmek lazım…
Derin devlet demek, kirli ve suçlu insanların birliği demektir. Devrin devletin aktorleri olduğu söylenen kimi isimler, Türkiye tarihin en karanlık kişiler olduğu gibi, büyük bir kısmının elleri ve kimlikler kanlı olduğu biliniyor. Derin devlet söylemi, sistemin yürümesi için yürütülen provakasyonlardır, kumpaslardır ve diğer karanlı örgütlenmelerdir…
Daha önce karanlık ve mafya türü olaylarda çok sabıkası olan, bir suç örgütün başı olarak ün yapmış, santajlara, gasplara, tehditlere, öldürme olaylarına ismi karışan, sabıklaılı olarak bilinen, ömrünün büyük bir kısmının hapishanelerde yaşamış birinin, ‘cumhur ittifakı’ desteklemeksi için hangi güç PEKER’i kullanmaya karar verdi. Bu kararı veren tek kişi ‘büyük lider’ denen zatın kendisidir. Yani Erdoğan’dır. Erdoğan’ın iktidarını sürdürme stratejisi yolu, karanlık odaklar çıkıyor. Erdoğan’ın politik doğuşuna küresel karanlık güçler karar verdi. Bu iddiamızı doğrulamak için, biraz Erdoğan’ın, 20 yıllık politik hikayesine yeniden hafızlardan canlandıralım…
Erdoğan ilke olarak aldığı ve prensip haline getirdiği tek şey, iktidar mücadelsinde her yolunun mübah olduğu mandepsi anlayışıdır. Erdoğan makyavelci politik dünyası, doğal olarak etik ne kadar değer varsa yadsır. Dolaysıyla Erdoğan ilk günden itibaren tezgahını kirli ilişkiler üzerinde kurdu ve kurmaya devam edecek. Aldatma, arkadan vurma, iftira, olmayan şeyleri, olmuş gibi gösterme, yalan, santaj Erdoğan’ın vaz geçmeyeceği değerleridir. Bu nedende dolayı birlikte yola çıktığı yol arkadaşlarının ezic çoğunluğunu harcadı. Toplumda ne kadar tutarsız, ilkesiz ve korkak insan varsa onları bir yolun bulup satın aldı. Şimdi onların bir kısmından kurtulmak istiyor. İşte Süleyman Soylu bunlardan bir tanesi…
Zamanı 2002 yıllarına götürelim. Erdoğan’ın kendis küresel barbarların bir proje olarak doğdu. Bu gerçek mister bir durum değildir. Özgürlük, demokrasi, yoksulluk, işsizlik, kardeşlik ve barış gibi halkın temel özlemlerin slogan olarak kullandı. Yukarıdaki tek kelimeye inanmayan Erdoğan, geleceğinin ilk adımını kirli bir tezgah üzerinde inşa etmeye başladı. İnanmadığı toplumsal değerlere inanıyormuş gibi görünerek bir manipülasyonlar tarih gelşitirmeye başladı. Dini argümanları kullanara halkın halis duygularını istismar etmeyi önemli bir seçenek olarak aldı…
Devlet içinde ne ideolojik, neden politik bir ağırlığığı olmayan Erdoğan, küresel güçlerin desteğiyle sistem içinde gemisini yürütmeye çalıştı. Erdoğan ve Gülen Cemaatın aktif işbirliği bir ABD projesi olduğu her halde bilmeyenimiz kalmadı. Erdoğan kendi geleceği içn ‘ en zehirli yılanla bile aynı torbaya girdiği’ binlerce örneği olduğunu söylersek bir abartı yapmış olmayız. Erdoğan uzun yıllar Gülen Cemaatını kullandı. Cemaata bütün imkanları tanıdı. Erdoğan ve çevresinin Gülen cemaatı ile ilişkiler biliniyor. Pratik olarak Gülen cemaatın sözcülüğünü yapan Erdoğan ve AKP, Gülen’e ‘gel bu hasret bitisin’ diye çağrı yapıyordu. Gülen Cemaatı bir dizi suçlara karışmış bir örgüt kimliği olduğu biliniyor. Cemaat, Erdoğan’ın geleceği için bir dizi santajı ve kuması örgütledi. Erdoğan-peker ilişkisidr, Erdoğan-Gülen ilişkisine benziyor. Erdoğan, Peker’i kullanmak istiyor. Bunun içinde Peker’e alanlar yaratıyor. Peker gittiği her yerde devletin ona sağladığı imkanlara çalışmaya başlıyor. Bir süre sonra Peker, Erdoğan’ın fazla işine yaramayınca, biraz da Peker gizli sistem içinde nüfus almaya başalyıınca, harcanması için düğmeye basıldığı görülüyor. Derin devletin işini yaptıracağı başka karanlık ve güveneceği aktorlerin devreye alındığı kesin görünüyor...
Erdoğan’ın parele örgütlenmesiyle, Cemaatın paralel örgütlenmesi, devlet içinde bir iktidar savaşına dönüşünce, Gülen Cemaatı tasfiye edilmek istendi. Zurnanın tam da zırt dediği yerde Erdoğan ve Gülen arasındaki çatışma, intikam almaya dönüştü. Daha sonra yaşanalara hepimiz şahidiz. Ama kazanan Erdoğan oldu. Bana göre Erdoğan, daha sonra FETÖ olan Gülen Cemaatını kullandı. İkisinin günaları af etmek ve unutmak mümkün değil. Türkiye de büyük ve onarması zor olan bir taribat bıraktılar…
Erdoğan için tek çözüm iktidarını sürdürmeketir. Bunun içn bulaşmayacağı kirli iş yoktur. Çünkü, Erdoğan iktidara gelir gelmez, kirli senaryoları seçenek olarak benimsedi. Orta-Doğuda ne kadar İslamcı teröe örgütleri varsa Erdoğan ilişkiye geçti. Zengin olmak ve lüks içinde yaşamak vaazgeçilmezi haline gelince, Erdoğan’ın devlet eliyle bulaşmak ve organize etmek zorunda kaldığı mafyatik işler ve terör olayları hızla artı...
Erdoğan aferist kişilik sahibi kirli biri. Çıkarları ne gerektiriyorsa ona uygun pratik adımlar atar. Dünü yoktur Erdoğan’ın. Yalan söylemeyi politik mücadelede bir ilke ve yaşam tarzı haline getirmiş durumda. Kin ve nefret söylemlerinden asla vaaz geçmez. Karanlık bir dizi kanlı olayların altında imzası vardır...
Erdoğan’la- Peker arasında ki hesaplamada, Peker’e farklı misyonlar yüklemek doğru değil. Derin devletin kendi içindeki çatışmada, bir aktor harcamaya çalışıyor. Peker, dışlanmasının nedeni hala açıklamış değil.
Terörü ve şiddeti artık başka bir mantalite içinde düşünmek zorundayız. Spesifik kimi olaylar öne çıkarak, spekülatif yorumlarla bir bireyi öne çıkarmak, bir ağacı orman gibi göreme yanlışına düşeriz. Peker hadisesinde, Pekere önemli bir röler yüklemek ne kadar doğru bir yönelimdir. Derin devlet PEKER’İ mandepsi bir yöntemle harcama yolunu seçmiş görünüyor. Şiddeti sistemde soyutlamak ve ekonomik değerlerden bağımsız düşünmek bir yanılgıdır. Peker’in para bulmasını, yada zengin olmasını efsaneleştirilerek anlatmak yanlıştır.
Mit denince Peker gibi bireyler akla gelmemeli. Çünkü: Mit kuşaktan –kuşağa yayılan, toplumun fantastik değerleriyle zaman içinde toplumda anlam kazanan, halkın öyüküleri üzerinde bir efsaneye dönüşen nisbeten “mistik değerlerdir...
“Yoksulluk, şiddetin en kötü şeklidir”.
Gandi...
Şiddeti sosyo-ekonomik ilişkilerden bağımsız bir olgu değildir. Şiddetin beslendiği alanda yaşanan eşitsizlik aşılmadan, şiddetin engelleme şansımız yok. Şiddeti bir sistem sorunudur. En büyük ve en tehlikeli şiddet, devletin şidddeti olduğu gerçeğini görmek zorundayız. Şiddeti bir çete örgüt lideri üzerinde açıklamak, buna sosyolojik değerler içinde anlamlandırarak iza etmek bir yanılgıdır.
“Yoksulluk, şiddetin en kötü şeklidir”, diyen Gandi bizlere çok konuşulacak alan bırakılmamış. Şiddetin elbete başka sosyolojik nedenleri vardır. Müslüman dünyasında dinci fanatizm, şiddete besleyen bir başka olgudur. Erkek egemen toplumda, şiddete eğilim güçlü bir olgudur. Kısacası, şiddeti bugünük kapitalist toplumun yarattığı eşitsizlik değerlerinde ve çelişkilerinde bağımsız düşünemeyiz. Toplumu terörize eden sisttemin kendisidir. Devletin şiddeti, çete örgütlemelerin şiddetiyle mükayese etmek rasyonel ve mantıklı değildir. Çete türü mafyatik örgütlenmelerin etkileyici gücü her zaman sınırlıdır...
"Konfüçyüs öğrencileriyle Thai dağında gezinirken ağlayan bir kadına raslar. Kadının neden ağladığını sorar. Kadın "bu çevrede bir kaplan var. "Bütün ailemi öldürdü der" Konfüçyüse. Konfüçyüs "öyleyse niçin başka yere gitmiyorsun diye sorar. Kadının cevabı, "çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok" der. Demek ki devlet tarihin her aşamasında bir baskı ve şiddet uyguluyor insana...Ve yırtıcı bir kaplandan daha tehlikeli oluyor. Sistem tam anlaşılmadan, kapitalist sistemde devlet ve toplumsal çelişkiler anlaşılmadan şiddeti anlamaktan zorlanırız.
Dikkatleri mafya türü suç örgütlerin lideri üzerine çekmek, terör ve şiddet bu insanların yaşam koşllarına, özel olarakta psikolojisine bağlamak ve burada kimi teorik sonuçlara ulaşmak bir doğru yöntem değildir. Bugün ki şiddet sonrunu, bir sistem ve devlet sorunudur. Şiddet sorunu bugünün en temel problemidir ve temeli ekonomiktir....
Robert Peköz
9 notes · View notes
Text
"Nietzsche'nin toplumsal felsefesinin altında yatan fi­kir çok açık: Yaşamın gerçek amacı, üstün soylu insanlar, «üstün-insanlar» yaratmak; ve elbet, yanısıra köleleri ya­şatmak. Eski Yunan dünyası eşsiz düzeyde bir gelişme sağladı, çünkü, o dünya köle sahipliği kurumuna dayanı­yordu. Ama o günden beri Hıristiyan-demokrat akımın etkisiyle, insanlığın kültürel gelişmesi durmadan düşüş gösterdi; Avrupa, eski Yunan kültürünün temellerini ye­niden kurmaz (toplumsal eşitlik öğretisi gibi} ve «köle ahlakını, yıkmazsa, çalışan kitlelerin siyasal ve toplumsal eğitimi Avrupa'nın barbarlığa dönmesine engel ola­maz. İnsanlar her zaman için, azınlık - dilediğini yapan güçlüler- ve çoğunluk -azınlığa boyuneğmek için yaşa­yan güçsüzler-olmak üzere iki gruba ayrılmışlardır.
Sonunda aklını yitiren bir adamın yarattığı bu felse­fe , gerçekten «patronlar»ın felsefesiydi ve hiçbir özgün yanı yoktu. Bunun temelleri Platon tarafından atılmıştı; bu temeller üzerine Renan'ın Felsefi Dramlar adlı yapıtı ortaya çıkmıştı; Malthus'un da bilmediği bir görüş değil­ di bu ayrıca. Genel olarak bu, amacı «patronlar»ın egemenliğini haklı çıkarmak olan eski bir felsefedir; ve «pat­ronlar» bu görüşü bir an için olsun akıllarından uzak tut­mazlar. Belki de Almanya'da Sosyal-Demokrasinin geliş­tiği dönem Nietzsche'de bu düşüncenin tohumlarını at­mıştır. Günümüzde, faşistlerin sevdiği en doyurucu ruh­sal gıda olarak işlevini sürdürmektedir."
Maksim Gorki, Edebiyat Yaşamım
18 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)
"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğim duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478 Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin. Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler." İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir. Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır. Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş: "Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı! Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu. Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!" Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir? Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi. Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik. Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi. İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.
15 notes · View notes
hetesiya · 2 years
Link
Sol-Sonrası Anarşi mi? | Jason McQuinn
Kendilerini siyasal solun şu ya da bu biçimine yakınlık içinde tarif eden hâlâ çok fazla anarşist mevcut. Fakat sol gelenekle birlikte gelen ölü ağırlıkların çoğunu terk etmeye hazır olanların sayısı giderek artıyor. Derginin bu sayısının bir çok sayfası yeni bir keşfin başlangıcına ayrılmıştır, ki bu keşfin şansı, anarşistler için herhangi bir yararı kalmayan siyasal sol ile tanımlanıp tanımlanmayacakları üzerinde iyice düşünmelerine bağlıdır. Aşağı yukarı son iki yüz yıllık varoluşları süresince, bilinçli anarşist eylemciler, teorisyenler, gruplar ve hareketler, ısrarla soldaki sözümona devrimcilerin eklektik dünyası içindeki bir azınlık konumunda ikamet ettiler. Dünyanın pek çok yerinde – bu zaman zarfında isyanları ve devrimleri belirleyen - zaferlerinde hiç bir kayda değer süreklilik bulunmayan - bu otoriter asiler, etkin devrimciler arasında genellikle belirgin bir çoğunluk olmuşlardır. Ve böyle bir çoğunluğa sahip olmadıkları zaman bile, genellikle başka yollarla üstünlüğü elde etmişlerdir. Liberal, sosyal demokrat, milliyetçi, sosyalist ya da komünist, her ne olursa olsunlar, otoriter konumlardan oluşan bütün bir kümeye belirgin bir şekilde kendini adamış olan siyasal solun çoğunluğunu oluşturan akımının parçası olarak kalırlar. Adalet ve eşitlik gibi ideallere takdire değer bir kendini adamanın yanı sıra, çoğunluğu oluşturan bu akım, hiyerarşik örgütlenmeye, (ve çok sıklıkla) profesyonel önderliğe (önderlik kültüne), (özellikle de Marksçı varyantlarında dikkat çeken) dogmatik ideolojilere, kendini haklı çıkaran bir ahlakçılığa, toplumsal özgürlüğe ve otantik, hiyerarşik-olmayan topluluğa karşı geniş bir alana yayılan tiksintiye onay verir.
Özellikle Birinci Enternasyonal’den atılmalarından sonra, anarşistler kendilerini genel olarak zor bir seçimle karşı karşıya buldular. Eleştirilerini siyasal solun içinde bir yerde konumlandıracaklardı, keşke yalnızca kenarında kalsalardı. Aksi halde muhalif kültürün çoğunluğunu bütünlüğü içinde reddedebilir ve hem yalıtılma hem de ihmal edilme şansını elde ederlerdi. Çoktan beridir, çoğu değilse bile, [bazı ç.n.] anarşist eylemciler, solun otoriter kültüründen, ve [anarşistlerin ç.n.] eteklerine yapışarak kendi temalarını, kalıcı bir cazibe edinmiş olan çok daha özgürlükçü bir yönde uyarlamayı tercih etmesinden duydukları hayal kırıklığı nedeniyle solun dışına çıkmaya başladılar. Anarkosendikalizm bu türden bir sol-anarşizmin belki en iyi örneğidir. Anarşistlerin solcu deolojileriyle yöntemlerinin, toplumsal adaletin solcu bir vizyonu için çalışmak üzere kullanılmasına, fakat eş zamanlı olarak da doğrudan eylem, öz yönetim, ve (çok sınırlı ölçüde) belirli özgürlükçü kültür değerleri gibi anarşist temalara bağlanılmasına olanak tanır.
Murray Bookchin’in ekolojik anarko-solculuğu, ister özgürlükçü belediyecilik isterse toplumsal ekoloji etiketi altında yürüsün, bunun başka bir örneğidir. Yeşil politika alanında tercih edilse de her yerde ayağını basacağı her hangi bir sağlam zemin elde etmek yönündeki inatçı hatası ile ayırt edilir. Sol-anarşizmin tüm türlerinde en görünmez (ve sayısız) olan daha aşırı bir örnek de, çok sayıda anarşistin, sırf diğer anarşistlerle hiç bir doğrudan çalışma imkanı görmediklerinden dolayı, özgürlükçü değerlere ya çok az bağlı ya da hiç bağlı olmayan solcu örgütlere dalmak yönündeki seçimleridir (ki diğer anarşistler de çoğunlukla benzer şekilde gizlidirler, hali hazırda başka solcu örgütlere dalmışlardır). Belki de şimdi, siyasal solun yıkıntıları kendi üzerine çökmeye devam ediyorken, anarşistler için solun ha bire ortadan kaybolan gölgesinden iri adımlarla topluca uzaklaşmayı düşünmenin zamanıdır. Gerçekten de, hâlâ bir şans var, eğer yeterince anarşist kendilerini solculuğun sayısız hatasından uzak tutar, "ihanetlerinden" arıtırsa o zaman nihayet anarşistler kendi ayakları üzerinde durabilirler. Kendilerini kendi terimleriyle tanımlamanın yanı sıra, anarşistler bir kez daha, bu kez belki de kendi direnişlerini, siyasal sol ile ortak bir cephe oluşturma girişimleriyle uzlaştırmakta daha az istekli olacak yeni bir isyancılar kuşağına esin verebilirler; ki siyasal sol tarih boyunca her nerede özgür bir topluluğun yaratılışı gerçekleşirse buna karşı koymuştur. Kanıtlaması su götürmez. Solcu örgütlerin çok büyük bir çoğunluğu içinde (Enternasyonal’deki kırılmadan bu yana), her türlü özgürlükçü devrimcinin var olmalarına ısrarla karşı gelinmiş; katılmalarına izin verilen sol örgütlerin (örneğin anarko- Bolşevikler) çoğunda sessiz kalmaya zorlanmış; ve bunu yapacak zorunlu olan siyasal güce ve örgütsel kaynaklara erişen solcular tarafından eziyete, hapse, suikast ya da işkenceye maruz bırakılmışlardır (örnekler kalabalıktır). Anarşistlerle sol arasında neden bu kadar uzun bir çatışma ve düşmanlık tarihi vardır? Çünkü temelde yatan, sırasıyla eleştiriler ve pratiklerde somutlaşan iki değişik toplumsal değişim görüşü vardır (her grup ya da hareket daima çelişkili öğeler içermesine rağmen). En basitinden, anarşistler -özellikle kendilerini solla en az tanımlayanlar- çoğunlukla, kendini toplumdan ayrı bir siyasal önderlik olarak kurmayı reddeden, kitlesel örgütlerin inşası için
gereken manipülasyon ile kaçınılmaz olan hiyerarşiyi reddeden ve her hangi bir dogmatik ideolojinin hegemonyasını reddeden bir pratikle meşgul oldular. Öte yandan sol ise çok daha genel olarak, entelektüel ideologlarla oportünist politikacılardan oluşan seçkin bir önderliğe tabi kılınmış kitlesel örgütlerin vekalete ve temsiliyete dayalı pratikleriyle meşgul oldu. Bu pratiklerde parti kendisini kitle hareketinin, parti önderliği de partinin yerine koyar. Gerçekte, solun birincil işlevi sermaye ile devlete karşı doğrudan mücadele etmeye gücü etecek her toplumsal mücadeleyi tarihsel olarak yeniden sağlığına avuşturmaktır; öyle ki en iyi durumda, devam eden sermaye birikiminin, devam eden cretli köleliğin ve devam eden alışıldık hiyerarşik devletçi siyasetin toplumsal sırrını aima gizleyerek, buna karşın direniş ve devrime, özgürlük ve toplumsal adalete dair ayıf bir retorik altında zaferin hep sadece yapay bir temsiline ulaşılabilmek olmuştur.
Derinde yatan soru şudur: Anarşistler -apaçık ve uzlaşmayan bir eleştirel onumdan- solda kamet etmeyi seçmiş olanların sol içinde yaptıklarından daha iyisini ol dışında yapabilirler mi?
Anarchy - a journal of desire armed. Sayı: 48 / Sonbahar–Kış 1999-2000.
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ
0 notes
hanargelisim · 3 years
Text
A355 ... CİMER ... 132 ....
.
.
MİLLİYETÇİLER bu yapının sadece kendilerine hizmet ettikleri yanılgısı ile nerede saçma paylaşım varsa orada çalışanları meşgul ediyorlar.
Tayyip Bey İslam'ı bırakıp Turancı olabilir mi, Turan'ı bırakıp Arap olabilir mi, Avrupa'yı bırakıp Rusya'cı olabilir mi, Rusya'yı bırakıp Çinci olabilir mi, Çin'i bırakıp Japon olabilir mi, Japon'u bırakıp İran'cı olabilir mi, İran'ı bırakıp Beşşar'cı olabilir mi, Beşşar'ı bırakıp Kürtçü olabilir mi, Kürdü bırakırsa ne olur, vatanı böldürmek değil yada zulüm yapmak değilse derdi.
Bu karmaşa içerisinde kimi kime karşı savunacak. Turancı Türkleri, müslüman Türklere karşı mı, İslami devlet taraftarları Arapları Turancı Orta Asya kafalı gruplara mı, Birleşik İslam devleti kurmak isteyen ÜMMETÇİLERi mi, ulus devleti tamama erdirip tekçi zihniyeti mi!
CİMER siyasi çatışmaların ortasında, mağdur aileler, cinayet ile ilgili ip uçları, terörist yapılanmalar ile ilgili askeri isyan ihbarları, eğitimde ses çıkaranların çıkardıkları seslerin melodisini, geleceğe dair etkilerini, esnafın vergi kaçakçılığını, büyük şirketlerin büyüme hızlarına dair bilgiler dahil her konuda bilgi aktarımını da olanaklı kılmak da ve hızlı müdahaleye olanak tanımaktadır.
Bunun iktidarın orantısız ve haksız negatif müdahalese karşı yeni savunma ve bazen saldırı teknikleri geliştirilmektedir. Devlet her negatif müdahalesinde meşru yanını biraz daha aşındırırken, halk haklı olduğuna inandığı yanıyla devlete karşı bir tutum takınmaktadır. Ki katı devlet tutumu karşısında her BİREYİN kendini haklı gördüğü bir yan vardır ve bunu savunma ihtiyacı hissettiği bir pozisyon içerisindedir.
Kimisinin yaşam kalitesi, kimisinin beka sorunu, kimisinin derin politik tutum,, mandacılık gibi,, kimisinin azınlık hakları çerçevesinde, kimisinin çoğunluk olduğu halde ayrıcalıklı olamama durumu, vs.. sorunu gündeme gelir, gelebilir.
Sorunların çokluğu, ortak paydanın şiddetle bastırma fikrinin olması, şiddete ve gaspçı zihniyete karşı tepkisel davranışların kendini ortaya koyması devleti fişlemeler yapmaya değil, BİLİNCİ ve hareket alanını genişleterek evreni kucaklamayı öğrenmesi gerekmektedir.
Bence durum evrensel bir akla sahip olanla aleyhinde işlemiyor, Türkiye halklarını bir hapishane içine tıkarken o bilinç hapishanesinin gardiyanlığını yapmak koşuluyla aynı hapishanede kapalı kalmakla durum çoğunluğun aleyhine işlemektedir. Yanılıyor da olabilirim. Çünkü bireysel bir tasarı yazısıdır. Bilimsel bir dayanağı yoktur.
.
.
HaNAR
.
.
#thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #kişiselanayasadenemeleri #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #dive #tasarım #religionofnewworldpeace
Tumblr media
0 notes
mervekaratas · 4 years
Text
Jordan Peterson
Hem sağ cenah, hem de sol cenah tarafından yanlış anlaşıldığını düşündüğüm profesör.
Tumblr media
1) Peterson, Abd liberallerinin kimlik siyasetinin ardında her ilişkiyi ezen-ezilen ikilisine indirgeyen marksist bir perspektif olduğunu ve abd'de bu bakış açısının tehlikeli boyutlara ulaştığını sık sık söyler. Peterson'ı bunu söylüyor diye deccal ilân eden liberal kanat (benim taraf) el üstünde tuttuğu Zizek'in de Peterson ile aynı gruptan şikayetçi olduğunu biliyor mu bilmiyor mu?
Solun kahramanı sayılan Zizek; sağın kahramanı sayılan Peterson ile tartışmasında aynen şunları söyledi:
Zizek: bana biraz isim verin. Marksistler nerede? Hiç bilmiyorum, buradaki marksist kim? Bana herhangi bir büyük politik doğrucu isim gösterin.
* * *
Zizek: Sizin postmodern marksizm olarak tanımladığınız şeyde marksist element nerede? Eşitlik istiyorlar ama pardon, nerede? Politik doğruculukta toplumu değiştirme konusunda hakiki bir istek görüyor musunuz? Ben görmüyorum.
Neden? Çünkü Abd'deki uç liberaller, Trump'a karşı en güçlü adaylardan biri olan Sanders'ı sadece "beyaz" ve "erkek" olduğu için eleştirdiler, böyle bir şeye eleştiri denebilirse tabii. Alın size seksizme karşı olayım derken seksist, ırkçılığa karşı olayım derken ırkçı olmanın bir örneği. Karl Marx'ın cesedi cryonics ile dondurulmuş olup günümüzde diriltilse, adam vahşi kapitalizmi refah kapitalizmine azıcık yaklaştırmaya çalışan bir politikacıya saldıranlara "Marksist" dendiğini görüp kalp krizinden tekrar giderdi herhalde.
Bunu Zizek söylediğinde alkış alıyor, Peterson söylediğinde faşist oluyor. Sürü psikolojisinin sağı solu yok çünkü.
2) Red pill, mgtow gibi akımlar bu adamı kimlik siyaseti eleştirileri üzerinden sahiplenme hakkını kendilerinde nasıl buluyor?
Jordan Peterson kimlik siyasetinin özünde tribalizm olduğunu söylüyor. Tribalizm dediği de ne? Ortak bir kimliği bünyenizde barındırarak içinde bulunduğunuz bir grubun üyelerinin diğer tüm grupların üyelerinden daha üstün olduğuna kanaat getirmenize neden olan bir inanç sistemi. Bu grup etnik bir grup olabilir, cinsel kimliğinizi paylaşan bir grup olabilir, kültürel bir grup olabilir.
Tüm tarihsel motivasyonlardan arınıp bu anlayışla yola çıkarak black lives matterı, lgbt'yi, feminazileri eleştirmek iyi güzel ama red pill veya mgtow tribalizm değil mi? Buradaki oksimoronu görememek için kör olmak lazım. Kaldı ki Jordan Peterson mgtow felsefesini de sık sık eleştirir. Adamın mgtow fanboylarına "pathetic weasel" demişliği var, sonrasında okuyucu kitlesini kaybetmemek için bu konuda özür diledi tabii.
Kişisel gelişim odaklı felsefesi belli: şikayet etmeyi bırakın ve odanızı toplayın. Her şeyin sorumlusunu dışarıda aramayın, kaos üzerinde biraz kontrol sahibi olun.
Peterson kontrolden çıkmış feminazilere de aynı şeyi diyor, red pill ve mgtow ile kafayı bozan erkeklere de aynı şeyi diyor. Bunu söylediği için adamı tek bir tarafın Mesih'i olarak görmek bayağı absürd.
3) Bitmek bilmeyen karmaşa: Politik doğruculuk.
Jordan Peterson'ın feministleri çileden çıkaran şöyle bir tweet'i vardı.
Tumblr media
Bu adam çoğunluğu Müslüman ülkelerde İslam karşıtı feminizmin olduğunu, Avrupa'daki Müslüman grupların azınlık oldukları için liberaller tarafından sahiplenildiğini bilmiyor mu?
Biliyor. Zaten Peterson'ın tweet'inin asıl amacı, feministleri genellediği bilinçaltları ile barıştırıp domine edilmeye ikna etmek değil. Peterson'ın hedefi postmodern neo-marksist olarak tanımladığı kesimlere, yalnızca "baskılanmış bir grup" olmakla her daim haklı olunamayacağını göstermek. İslam dininin kadına bakış açısı ortadayken batılı feministlerin bu tutarsızlığına dikkat çekmesi anlaşılabilir bir durum.
Peterson da çoğu diğer insan gibi politik doğruculuğun ifade özgürlüğünü baltaladığını düşünüyor. Buraya kadar problem yok.
Gelgelelim kendisi, feministlerin "toksik maskülenlik" tabirinden rahatsız oluyor. Siyahilerden "beyaz imtiyazı" tamlamasını işitmeye katlanamıyor. Bunlar da onun hassasiyetleri. Çünkü maskülenlik, doğası gereği kötücül bir şey değil. Çünkü imtiyaz da avantaj ile aynı şey değil, bir insanın sahip olduğu bir pozisyonu gerçekte hak etmediği algısını yaratabilen bir sözcük. Peterson'ın çoğu konuşmasında, Abd'deki liberal kanat tarafından yaygın olarak kullanılan bu ifadelerden kaynaklanan savunma psikolojisini gözlemleyebilirsiniz.
Tamam; dil, tüm kötülüklerin anası değil. Ama dilin kötülüklerin evlâdı olması da uzlaşmayı kolaylaştırmıyor. Bir sorunu dile getirirken kullandığınız dile dikkat etmezseniz kutuplaşma artıyor, yani arada positive feedback var.
Problem şu ki; hiç kimse "ben politik doğruculuğa karşıyım." demekle politik doğruculuğa karşı falan olmuyor. Politik doğruculuğa karşı olup olmadığınızı anlayabilmeniz için, öncelikle politik doğruculuğa ihtiyaç duyacağınız bir konumda olmanız gerekiyor.
"Ait olduğun bir kimlik toplumda hakaret niyetine mi kullanılıyor? Takma gitsin."
Easier said than done.
***
Ps: Burada politik doğruculuk veya kimlik siyaseti doğrudur/yanlıştır demiyorum. Peterson'ı politik sebeplerle ilahlaştırmak da demonize etmek de anlamsız diyorum. Kendisi bir sosyolog değil, psikolog. Yaptığı iş, bireyleri demotive edici olabilecek düşüncelerden arındırıp güçlendirmek. Söylemleri de bu bağlamda değerlendirilmeli.
1 note · View note
yusufserkan · 4 years
Text
AKP'li Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta bir konuşmasında şöyle dedi: “Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkılmamasıyla, adalar meselesinde ürkek davranılmasının ülkemize çok büyük maliyeti olmuştur. Güneyimizdeki zengin enerji kaynaklarının da dışında bırakıldık. Aynı şekilde Ege ve Akdeniz'de yüzleştiğimiz kronik sorunların temelinde bu dönemde yapılan yanlış hamleler bulunuyor. Zamanın şartlarına sığınarak hataları örtmeye çalışmak kolaycılıktır. CHP'nin ana karamızdan bir taş atımı mesafedeki adaların nasıl elimizden alındığını milletimize izah etmesi gerekiyor.” Erdoğan bu sözleriyle, Misak-ı Milli, adalar, Musul konularında -isim vermeden- bir kere daha Cumhuriyeti kuranları; Atatürk'ü, İnönü'yü eleştirdi. Peki, ama Erdoğan bu eleştirilerinde haklı mı?
MİSAK-I MİLLİ GERÇEĞİ
Misak-ı Milli (Ulusal Ant), Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına dayanır. İlk Misak-ı Milli taslağını 19 Ocak 1920'de Ankara'da bizzat Atatürk kaleme aldı. İsmet Paşa bu taslak metin üzerinde çalıştı. Bu metin, 22 Ocak 1920'de İstanbul'daki Mebusan Meclisi'nde okundu. Bir komisyon, bu taslak üzerinde bazı düzeltmeler yaptı. Mebusan Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihli özel ve gizli oturumda Erzurum Milletvekili Celalettin Arif ve 121 milletvekilinin imzaladığı bu metni “Misak-ı Milli” adıyla kabul etti. Böylece önce bir grup programı olarak düşünülen “Misak-ı Milli”, sonradan bir meclis kararı halini aldı. (Atatürk'ün Bütün Eserleri –ATABE-, C.6, s.164-174)
6 maddelik ve toplam 1.5 sayfalık Misak-ı Milli'ye göre Müslüman Araplar kendi geleceklerine kendileri karar verecekti. Kars, Ardahan, Batum ve Batı Trakya için halk oylaması yapılacaktı. İstanbul'un ve Marmara Denizi'nin güvenliği sağlanmak kaydıyla Boğazların dünya ticaretine açılmasına, bizimle birlikte öteki tüm devletlerin oy birliğiyle karar verilecekti. Azınlık hakları, komşu ülkelerdeki Müslümanların da aynı haklardan yararlanması koşuluyla güvence altına alınacaktı. Kapitülasyonların kaldırılmasına karşılık Osmanlı borçları ödenecekti.
1922'de halka ve orduya moral vermek için hazırlanmış Misak-ı Milli tablosu.
Görüldüğü gibi Misak-ı Milli'de sınırlar kesin olarak çizilmemişti. Atatürk, Lozan Antlaşması'nın Misak-ı Milli'ye aykırı olduğunu söyleyenlere mecliste şöyle demişti: “Efendiler, toprak konusu ve sınır konusu, Misak-ı Milli'nin bilindiği gibi birinci maddesinde yer almaktadır. Ancak Misak-ı Milli şu çizgi, bu çizgi diye hiçbir zaman sınır çizmemiştir. O sınırı çizen şey, milletin menfaati ve yüksek kurulumuzun yerinde ve doğru kararıdır. Yoksa haritası mevcut bir sınır yoktur.” (TBMM ZC. C.4, s. 173,174)
Misak-ı Milli'de Ege Adalarından ve 12 Ada‘dan söz edilmemişti. Çünkü Misak-ı Milli, 30 Ekim 1918'de elimizde olan toprakları içeren bir metindi. Bu adalar ise çok daha önce kaybedilmişti. Bu bağlamda, 30 Ekim 1918'de elimizde olan Musul, Misak-ı Milli'ye dâhildi. Misak-ı Milli'de Batı Trakya'da halk oylaması istenmişti. Ancak Atatürk, 16-17 Ocak 1923'te, İzmit Basın Toplantısı'nda, Batı Trakya konusundaki maddeyi Misak-ı Milliye kendisinin koymadığını, o koşullarda böyle bir beklentinin mantıklı ve Türkiye'nin çıkarına uygun olmadığını belirtmişti. (ATABE, C.14, s. 267).
Misak-ı Milli, 1920 yılı başında ülke işgal altındayken; saray/sultan İngiliz emperyalizmine teslim olmuşken, Atatürk ve dava arkadaşlarının hazırladıkları bir “milli hedef” belgesidir. Misak-ı Milli idealdir. Milli Mücadele'nin gelişimi Misk-ı Milli'yi şekillendirmiştir. Örneğin Temmuz 1921'de düşman ordularının Ankara'ya 50 km. yaklaştıkları bir ortamda Misak-ı Milli hedefi Musul'u, Batı Trakya'yı, adaları kurtarmak değil, Ankara'yı kaybetmemek, Eskişehir'i, Afyon'u, Kütahya'yı, Bursa'yı kurtarmaktı. Ankara'da masa başında çizilen Misak-ı Milli, İnönü'de, Sakarya'da, Afyon'da, Dumlupınar'da, savaş meydanlarında “Türk süngülerinin gücüyle” uygulandı. Misak-ı Milli'de sınırı çizen şey, önce askeri sonra, politik güçtü. Atatürk bu gücün sınırlarını çok iyi biliyordu.
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması ile Yunanistan bağımsız oldu. 1832'de Attik ve Mora Yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile Kuzey Sporadlar, Ege'nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil irili ufaklı yüzlerce ada Yunanistan'a bırakıldı. O sırada Padişah II. Mahmut'tu. Osmanlı bu adaları kaybederken Atatürk'ün doğmasına daha 49 yıl vardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, (93 Harbi) sonunda Osmanlı Devleti çok ağır bir yenilgi aldı. 1878'de İstanbul'a kadar gelen Rus orduları, İngiliz ve Almanların müdahalesiyle durduruldu. II. Abdülhamit, savaş sonrasındaki Berlin Kongresi'nde İngiltere'nin desteğini almak için Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermeyi kabul etti. Kıbrıs, 1 Temmuz 1878'de, devletler hukukunda görülmemiş garip bir antlaşmayla “emaneten” İngiltere'ye verildi, kiralandı. 14 Ağustos 1878'de İngiltere ile Osmanlı arasında imzalanan tek maddelik yeni bir antlaşma ile İngiltere adada her türlü kanun yapma hakkına sahip oldu. Böylece Kıbrıs İngiltere'nin yönetimine bırakıldı. I. Dünya Savaşı başlayıp da Osmanlı Almanya'nın yanında savaşa girince İngiltere, 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. İngiliz Başbakanı Disraelli, Kraliçe Victorya'ya gönderdiği 5 Mayıs 1878 tarihli mektupta “Kıbrıs Batı Asya'nın anahtarıdır” diyordu. İşte, “Güneyimizdeki zengin enerji kaynaklarının dışında bırakılmamızın” temel nedeni 1878'de Kıbrıs'ın fiilen İngiltere'ye verilmesidir. Kıbrıs kaybedilirken Atatürk'ün doğmasına daha 3 yıl vardı.
Misak-ı Milli belgesinde sınırlar kesin olarak çizilmemiştir. Bu nedenle hazırlanan Misak-ı Milli haritaları da kesin snırları değil, ulaşılması istenilen ideali gösteren haritalardır.
İtalya, 29 Eylül 1911'de Osmanlı'ya savaş açtı. Trablusgarp Savaşı çıktı. İtalyan donanması Rodos Adası ve 12 Ada'yı işgal etti, Çanakkale Boğazı'nı topa tuttu. Donanması çok zayıf durumdaki Osmanlı Devleti, bu işgale cevap veremedi. İtalya ile 18 Ekim 1912'de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Trablusgarp, Bingazi ve Ege'deki 12 Ada –Balkan Savaşları sonuna kadar- İtalyanlara bırakıldı. Bu sırada Osmanlı'nın başında Padişah V. Mehmet Reşat vardı.
8 Ekim 1912'de I. Balkan Savaşı başladı. Osmanlı bu savaşta çok ağır bir yenilgi aldı. Bulgarlar Çatalca önlerine kadar geldi. Bu sırada fırsattan yararlanan Yunanistan, Ege Adalarını işgal etti. Donanması olmayan Osmanlı, Ege Adalarının işgaline de sessiz kaldı. 30 Mayıs 1913'te Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913'te Atina Antlaşması ile Ege Adaları Yunanistan'a bırakıldı. O sırada hükümette İttihat ve Terakki Partisi vardı. Padişah V. Mehmet Reşat'tı.
I. Dünya Savaşı başında toplanan Büyükelçiler Konferansı'nda 14 Şubat 1914'te Meis hariç 12 Ada İtalya'ya; Bozcaada ve Gökçeada dışındaki Ege Adaları da Yunanistan'a verildi. Osmanlı'nın bu kararı kabul etmemesi filli durumu değiştirmedi.
Kasım 1922'de İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti Lozan'a giderken 12 Ada 1911'den beri tam 11 yıldır İtalya'nın; Ege Adaları 1913'ten beri tam 9 yıldır Yunanistan'ın, Kıbrıs Adası ise 1878'den beri tam 44 yıldır İngiltere'nin elindeydi.
İsmet Paşa, Lozan Konferansı başlamadan birkaç gün önce Paris'te Fransız, Lozan'da İtalyan devlet adamlarıyla adalar konusunu görüştü. İtalya Başbakanı Mussolini, adalar konusunun “yıllar önce çözülmüş bir konu” olduğunu söyledi.
TBMM'nin Lozan'a giden İsmet Paşa'ya verdiği 14 talimattan 4. talimat adalarla ilgiliydi: “Müzakere sırasında politika belirlenerek Çanakkale'ye yakın adalar istenecek, güçlük çıkarsa Ankara'dan talimat beklenecek” deniliyordu. Yani adalar konusunda kesin bir talimat yoktu; duruma göre davranılacaktı.
Lozan'da adalar konusu 25 Kasım 1922'de Toprak ve Asker Komisyonu'nun 6. oturumunda gündeme geldi. İsmet Paşa, kendisine verilen talimat gereği öncelikle Çanakkale Boğazı girişinde Türkiye'ye yakın adaları (Gökçeada –İmroz-, Bozcaada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikerya adalarını) istedi, diğer adaların da askerden arındırılmasını önerdi. Ancak Venizelos, bu adalarda yoğun bir Rum nüfusun yaşadığını söyleyerek bu isteğe karşı çıktı. Lord Curzon da Venizelos'u destekledi. İsmet Paşa daha sonra Gökçeada, Bozcaada, Meis, Tavşan Adaları ve Semadirek'in Türkiye'ye bırakılmasını; Yunanistan'a verilmesi teklif edilen tüm adaların ise Türkiye'ye bağlı ve özerk olmasını istedi. Sonuçta Türkiye Lozan'da Gökçeada (İmroz), Bozcaada, Tavşan Adaları ile Anadolu sahillerine 3 milden az uzaklıkta bulunan adaların, adacıkların ve kayalıkların hepsini aldı. Oysa Sevr Antlaşması'na göre Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada bile Türkiye'den alınıyordu. (Md. 84). Ayrıca müttefiklerin Türkiye'ye vermemek için direndikleri Gökçeada'nın büyüklüğü istediğimiz adaların toplam büyüklüğünün yarısı kadardı. Ayrıca Yunanistan'a bırakılan adaların askerden ve silahtan arındırılması sağlandı. Türkiye Lozan'da Meis dışında ada kaybetmedi. (Lozan, Md.12, 13, 15, ek XV)
11 yıldır devam eden yorucu savaşlardan yeni çıkmış, yeterli donanması, çıkarma gemisi olmayan, üstelik İstanbul ve Boğazların hala İngiliz işgali altında olduğu bir ortamda, Lozan'da, 10-11 yıl önce kaybedilmiş ve Türk nüfusu iyice azalmış adaları geri almak mümkün değildi. O koşullarda adaları almaya teşebbüs etmek Doğu Trakya'yı kaybettirebilirdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında 10-11 Kasım 1918'de İngiltere Musul'u işgal etti. O sırada Padişah Vahdettin'di. Kurtuluş Savaşı boyunca Musul İngiliz işgali altında kaldı. Atatürk 1 Şubat 1922 tarihli Başkomutanlık Yönergesiyle A. Şefik Özdemir Bey'i Elcezire Cephesine göndererek Musul operasyonunu başlattı. Özdemir Bey, 31 Ağustos 1922'de Derbent Zaferi'yle Irak'ta Kuvayı Milliye bayrağını dalgalandırdı. İngilizler, Musul konusunda Türkiye'nin elini zayıflatmak için bölgeye 100 uçakla destekli büyük bir kuvvet yığdılar. 22 Nisan 1923'te Revanduz'u ele geçirdiler. 23 Nisan 1923'te Lozan'ın ikinci devresi başladığında Musul, İngiltere'nin kontrolü altındaydı. Buna rağmen İsmet Paşa Lozan'da Musul'u sonuna kadar savundu. Musul, Lozan'da kaybedilmedi. Musul sorununun, Lozan sonrasında İngiltere ile Türkiye arasında ayrıca görüşülmesine karar verildi. Musul, 1925'teki Şeyh Sait İsyanı sonrası 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması'yla kaybedildi.
İstanbul ve Boğazların işgal altında olduğu, Batı Trakya'da Yunan ordusunun yığınak yaptığı bir ortamda, 100 uçaklık İngiliz filosunun bulunduğu Musul'a askeri bir harekât yapmak, yeniden, üstelik iki cepheden birden (Biri Trakya, diğeri Irak) savaşa girmek demekti. Böyle bir çılgınlık, Türkiye'ye Doğu Trakya'yı kaybettirir, İstanbul'un egemenliğini tartışmaya açardı. Bu, “Zamanın şartların sığınmak” değil, “zamanın şartlarını dikkate” almaktır.
Sonuç olarak;
1921 yazında işgal orduları Ankara yakınlarına kadar gelmiş, Akdeniz'le bağımız koparılmıştı. Eğer Kurtuluş Savaşı'nı kaybetseydik -bırakın adaları- İzmir, Bursa, Edirne, İstanbul, Trakya ve Anadolu'nun büyük bir bölümünü kaybedecektik. Atatürk'ün başkomutanlığındaki Türk Orduları 9 Eylül 1922'de sadece İzmir'i kurtarmadılar, aynı zamanda Türk milletini yeniden mavi vatana kavuşturdular.
Diyeceğim o ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğer gerçekten adaların hesabını sormak istiyorsa, donanmayı Haliç'te çürüten ve Kıbrıs'ı İngiltere'ye teslim eden II. Abdülhamit'ten hesap sormalıdır.
1 note · View note
olumsuzsozler · 4 years
Photo
Tumblr media
Ortadoğu islamın zayıflaması sayesinde kalkınabilir. İslamiyetin ilk kurbanı ortadoğu toplumlarıdır. Ortadoğu insanını dininden kurtarmak ona yapılabilecek en büyük iyiliktir. Ortadoğu ülkelerindeki rönesans islamiyetten kurtarılarak gerçekleştirilebilir. 
Ernest Renan
Tumblr media
╚►Sözler Gif:
Tumblr media
Ernest Renan Sözleri: (1823-1892)
Benim vatanım idealizmdir.  Ernest Renan
Tarih, bilimden daha çok bir sanattır.  Ernest Renan
Büyük işler, azınlık tarafından başarılır.  Ernest Renan
Hiç kimse tarihi değiştirmeden yazamaz.  Ernest Renan
Değişmemenin tek yolu düşünmemektir.  Ernest Renan
Ölüm, insanı kızdıracak ölçüde eşitlikçidir. Ernest Renan
Paylaşılan acı sevinçten daha çok birleştirir.   Ernest Renan
Ölümsüzlük, bitmeyen sonsuz bir işte çalışmaktır.  Ernest Renan
Ulus, hatırladıklarımız kadar unuttuklarımızla oluşur.  Ernest Renan
Bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik.  Ernest Renan
Ahlak da, sanatta olduğu gibi hiç konuşulmaz, yaşanır.   Ernest Renan
Tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın ayrılmaz parçasıdır.  Ernest Renan
Fizik ve kimya yasaları tek bir kez bile altüst olmuş değildir.   Ernest Renan
Hayattan yakınanlar, ondan olmayacak şeyler isteyenlerdir.  Ernest Renan
Tanrım, eğer varsan ruhumu kurtar benim, tabii bir ruhum varsa.   Ernest Renan
Bilimin yapacak daha iyi şeyleri vardır: Ona sadece gerçeği soralım.  Ernest Renan
İnsanlığın uyumu en uyumsuz notaların özgürce yayılımından doğmuştur.   Ernest Renan
Bazen, gelecekte haklı olmanın yolu, demode olmaya katlanmayı bilmektir.   Ernest Renan
Antik tarihi dolduran mucizelerden hiçbiri bilimsel koşullar altında oluşmamıştır. Ernest Renan
İnsanları inandıkları şeylerden vazgeçirmek bir şeye inandırmaktan daha zordur.  Ernest Renan
Nasıl insanlık hayvanlıktan ortaya çıktıysa, ilahlık da insanlıktan ortaya çıkacaktır.  Ernest Renan
İtalya'nın yenilgilerle birleştiğini, Türkiye'ninse zaferleriyle mahvolduğunu gördük.  Ernest Renan
Onlar, on iki, ben birim, ama hak bendedir. Hepsini devireceğim. İsa hiç evlenmedi.  Ernest Renan
Farklı dillerle aynı duygu ve düşüncelere sahip olunamaz, aynı şeyler sevilemez mi?   Ernest Renan
Çekilen her acının en etkili tesellisi, bizden daha fazla acı çeken insanları düşünmektir. Ernest Renan
Bizim gibi bir yaştaki kişinin özgür olabilmesi için kişi bir otorite duruşu içinde olmalıdır.   Ernest Renan
Bilimde her şeyin amacı "mümkün olan en yüksek insan kültürünü gerçekleştirmektir".   Ernest Renan
Ben hayatımda, vicdanımın huzurunu her şeyin üstünde koruma amacını güttüm ve başardım.   Ernest Renan
Sami ırkından felsefi bir anlayış bekleyemeyiz. Sami felsefesi Yunan felsefesinin ucuz bir taklididir. Ernest Renan
Aslında ulusal anılar, yaslar, zaferlerden daha kıymetlidir, çünkü görev yükler ve toplu bir çaba beklerler.  Ernest Renan
İnsan ne diline ne de ırkına aittir: İnsan sadece kendine aittir, çünkü o özgür bir varlıktır, ahlaki bir varlıktır.  Ernest Renan
Uluslar sonsuz değildir. Başladılar ve bitecekler. Avrupa konfederasyonu muhtemelen ulusların yerini alacak.  Ernest Renan
İnsan rıza gösterdiği fedakârlıklar ve çektiği acılar kadar sever. İnsan kendi yaptığı ve miras bıraktığı evi sever.   Ernest Renan
Bir millet; ancak geçmişi çarpıtılarak oluşturabilir. Geçmişini çarpıtmadan bir millet oluşturmak mümkün değildir.   Ernest Renan
Eğer hayattan; size verebileceğinden fazla bir şey beklemezseniz, yaşayışı çok tatlı bulacaksınız, yalnız çok çalışınız.  Ernest Renan
Öğrenilen şeylerin büyük bir kısmının unutulduğu doğrudur; ama zekânın onlar sayesinde yaptığı ilerleme kalıcıdır.  Ernest Renan
İslam dogmatizmi içinde İran’ın özgür dehasının ne olduğunu anlamak için, belki de incelenecek en ilginç kişi Hayyam’dır. Ernest Renan
Oysaki ulusun özü tüm bireylerin ortak birçok şeye sahip olması ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır.  Ernest Renan
Gerçek şudur ki saf ırk yoktur ve politikayı etnografik incelemelere dayandırmak, onu boş hayallere dayandırmak demektir.  Ernest Renan
Artık sahip olmadığım bir inancın hala beni yönettiğini hissediyorum. İnancın özelliği, kaybolmasına rağmen hala etkili olmasıdır. Ernest Renan
Anlaşılamamanın üzüntüsünü duyacağımız yerde, bütün zihnimizle başkalarını anlamaya çalışsak, hayat ne kadar güzel olurdu. Ernest Renan
Gerçek inanç sahibinin kafası âdeta demir bir çember içine alınmıştır; her türlü bilime kapalı ve yeni olabilecek her şeyi öğrenmekten âcizdir.  Ernest Renan
Geçmişte ortak zaferlere, şimdi ortak bir iradeye sahip olmak; hep beraber büyük işler yapmak ve daha da yapmak istemek, işte bunlar bir halk olmanın başlıca şartlarıdır. Ernest Renan
İnsanın o veya bu dile sokulmadan, o veya bu ırka mensup olmadan, o veya bu kültüre dahil olmadan önce rasyonel ve ahlaki bir varlık olduğu esas ilkesini terk etmeyelim. Ernest Renan
Ulusları birbirinden ayıran ne ırk ne de dildir. İnsanlar, fikir,çıkar,duygu,anı ve umut birliği sağladıklarında zihinlerinde aynı halktan olduklarını hissederler. İşte vatanı bu oluşturur. Ernest Renan
Şu âna kadar herhangi bir şeyle çelişmemiş olan gözlem; mucizelerin, yalnızca ona inanıldığı dönem ve ülkelerde ve ona inanmaya ikna edilmiş insanların önünde gerçekleştiğini öğretir.  Ernest Renan
Irka ve dine verilen aşırı dikkatin sakıncaları vardır. Ulusal sayılan bir kültürle kısıtlanır ve ona hapsoluruz. İnsanlığın vadisi içinde nefes aldığımız açık havayı terk eder, yurttaşlar cemiyetine kapanırız.  Ernest Renan
İnsan ne ırkının ne dilinin ne dininin ne nehirlerin akışının ne sıradanlığın yönünün kölesidir. Sağlıklı bir akla ve sıcak bir zihne sahip büyük bir insan topluluğu ahlaki bir bilinç yaratır, bu bilince ulus denir.  Ernest Renan
Artık, devlet dini yok; insanlar Fransız, İngiliz, Alman olup Katolik, Protestan, Yahudi olabilir ya da herhangi bir külte uymayabilir. Din kişisel bir şeye dönüştü; kişinin vicdanına bağlı. Uluslar artık Katolik, Protestan diye ayrılmıyor.  Ernest Renan
Ortadoğu islamın zayıflaması sayesinde kalkınabilir. İslamiyetin ilk kurbanı ortadoğu toplumlarıdır. Ortadoğu insanını dininden kurtarmak ona yapılabilecek en büyük iyiliktir. Ortadoğu ülkelerindeki rönesans islamiyetten kurtarılarak gerçekleştirilebilir.  Ernest Renan
youtube
………………………………………  ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚►Sözler Gif:  https://i.ibb.co/BCT3h0t/Hayattan-yak-nanlar-ondan-olmayacak-eyler-isteyenlerdir-Ernest-Renan-S-zleri-1823-1892.gif ………………………………………
0 notes