Tumgik
#Ehl-i Sünnet
belkidebirharfimben · 2 months
Text
Kabir azabını inkâr etmek neden ahmaklıktır?
"Herkes hususî bir tecrübeyle hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, mâsiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs'atle tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınırsa, görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı mâsiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza mâsiyetin lâzım-ı zâtîsidir. Madem ki dünyada filcümle bu lâzım sırf tabiat-ı mâsiyet için terettüp ediyor. Elbette, bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda terettüp edecektir.” Sünuhat’tan.
Risale-i Nur'da sıkça altı çizilen birşeydir şu: "Malûmdur ki; zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir..." Asgarî bunu bekleriz yani aklı başında olan insandan. Mantığı çalışan insandan... "En azından bu kadarını ayırabilir..." deriz. Başka türlü hayatta kalması da zordur çünkü.
Evet. 'Zararsız olanı zararlı olana tercih etme' iradesidir kastettiğimiz. Bir açıdan 'güvenli' ile 'tehlikeli'yi birbirinden ayırabilme yetisidir. Aklın başlangıcıdır. Bunu yapabilene yapabildiği ölçüde 'akıllı' denir. Yok; zararına olanı kârına, kârına olanı zararına sanıyorsa; hem seçiyor ve de yapıyorsa; o kimsede akıldan bahsedilemez. Ahmağın tarifinde de vardır bu detay. Denilir ki: Ahmak o kimsedir, neyin faydasına, neyin zararına olduğunu ayıramaz.
İşte, arkadaşım, kabir azabının inkârını konuşurken de 'ahmaklığa' atıf yapmamak mümkün olmuyor. Neden mi? Çok nedeni var. Fakat şöyle bir yerden başlamak doğru olacak:
İnkâra yeltenen malum ahirzaman zıpçıktıları 'kelamullahta sarahaten geçmemesini' zekavetlerince(!) delil gösteriyorlar. Vay, vay, vay. Bu arkadaşlar Kur'an'da açıkça geçen herşeye layıkınca iman ediyorlar mı peki? Ne gezer. Onlara da canlarının çektiği gibi tevilatta bulunuyorlar. Lakin yine de sözlerini ciddiye alalım. Kur'an'da neon lambalarıyla "Kabir azabı!" ifadesinin geçmemesini bir delil olarak irdeleyelim bakalım. Ortaya neler çıkacak?
Kur'an'da birşeyin birilerinin zannettiğince 'zikredilmiyor' olması 'olmamasına' delil oluşturabilir mi? Yani böylesine kesin bir hüküm vermek için 'göremememiz' yeter mi? Biz biliyoruz ki: Kur'an'da bugün sıradanlaşan pekçok teknolojinin açıkça zikri geçmiyor. Yine açıkça Andromeda galaksisinden bahsedilmiyor mesela. Fakat bugüne kadar hiçbir meczubumuz "Kur'an'da geçmiyor!" diye onları inkâra kalkışmadı-kalkışmıyor. Neden? Çünkü Kur'an'da birşeyin açıkça geçmiyor olması doğrudan o şeyin 'olmamasına' delil olmaz.
Biz, ancak, birşeyin Kur'an'da 'yasaklanmasını' o şeyin 'yapılmaması gerektiğine' yorarız. Kur'an'da 'sarhoş ediciler' yasaklanmıştır. Biz de onlardan uzak kalırız. Zina yasaklanmıştır. Uzak dururuz. Varlıklarını inkâr etmeyiz ama haram sayarız. Bir de Allah'ın doğrudan 'yokluğunu' buyurduğu şeyler vardır. Ondan başka ilah yoktur mesela. Onun 'doğuranı' veya 'doğurduğu' yoktur. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamberi yoktur. İşte bunların da yokluğuna yine haber vermesiyle iman ederiz. Yani birşeyin yokluğunu ancak 'buyurması' veya 'buyruklarıyla uyuşmasıyla' kabulleniriz.
Kabir azabının inkârı ise ne birincisine ne ikincisine sığıyor. Yani, Cenab-ı Hak, kabirde çekilecek bir azabı yasaklamıyor veya yokluğuna iman etmemizi istemiyor ki karşısında duralım. Peki sözde Kur'an müslümanları bu inkârlarında neye yaslanıyor? Ancak oturdukları koltuğun arkalığına. En fazla o kadar... Aleyhinde bulunmak hakkında Kur'an'da sarahaten beyan edilmemiş olmasından başka delil(!) söylenmiyor.
Halbuki, bu iddia doğru olsa bile (ki doğru olmadığını kabir azabına işaret eden ayetleri zikrederek ortaya koyuyor ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimleri) bundan doğrudan çıkarılabilecek 'yokluk' iddiası, ancak 'motorlu taşıtların inkâr edilmesi' kadar mantıklı olabilir. Hatta Kur'an'da sarahaten bahsi geçmeyen herşeyin inkâr edilmesi bu saçma argümanla tutarlı hale gelir. Buna cesaret edebiliyor mu acaba ahirzamanın yeniyetme süperzekaları?
Bediüzzaman Hazretlerinin sıklıkla nazara verdiği bir hakikati daha hatırlayalım şimdi: "Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Neden böyle söylüyor mürşidim? Çünkü küfrün daha bu dünyada insanı azaplar içinde bıraktığını, imanınsa bir küçük cenneti bu dünyada yaşattığını ifade ve isbat ediyor:
"Hem kat'iyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a'mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat'î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur'da bu hakikat tekrar ile yazılmış."
Acaba şöyle bir ahmak var mıdır ki desin: "İman ile küfür arasında insanın kalbinde yaşadığı 'mutluluk' veya 'sıkıntı' açısından hiçbir fark yoktur." Veya desin: "Namaz kılmak ile içki içmek arasında insanın alacağı lezzet-i kalbiye açısından hiçbir fark yoktur." Allah'ın kelamı ve Resulü aleyhissalatuvesselamın sünneti doğrultusunda yaşanmış bir hayatın tattırdığı cennetle; şeytanın ve küfrün kalbe doldurduğu cehennemin arasında fark olmadığını söyleyen ya aklını inkâr etmiştir yahut da imanını. Peki, bu mantık bizi hangi kanaate götürür? el-Cevab: İmanın/küfrün daha bu dünyada sonuçları olduğuna.
Kur'an'da, kafirlerin daha bu dünyadayken yaşayacakları azaplara ve mü'minlerin bu hayattayken yaşacakları saadetlere işaret eden ayetler bize der ki:
Allah'ın şe'nidir, âdetidir, yaratışıdır. Münkirleri hem bu dünyada hem öteki dünyada azap içinde bırakır. Mü'minleri ise hem bu dünyada hem öteki dünyada saadete kavuşturur. Bunu 'maddi refah' olarak daraltmak yanlıştır. Allah'ın bize vaadettiği öncelikle yaşayacağımız içhuzurdur. Doğruyu yapmış olmanın huzurudur bu. İmandaki lezzete dilini değdiren bu ayetleri tüm zerreleriyle tasdik eder. O yüzden günahkâr da olsa bir mü'minden şu dileği çok işitirsiniz: "Dua et de ben de salihlerden olayım." İnatçı bir kâfir dışında bu ayetlerin sarahaten ifade ettiği manaları inkâr etmeye yeltenebilecek yoktur.
O halde, kabir azabını inkâr eden, haber veren hadis-i şerifler ve varlığına iman eden salih âlimlerin itikadları dışında daha neyi inkâr etmektedir? Öyle ya! Kafiri bu dünyada ve ahirette sıkan Müntakim, Kahhar, Darr, Âdil vb. isimlerin kabir varoluşunda da tecellisi yok mudur? Yoksa bu arkadaşlar Allah'ın isimlerini de mi kabir âlemine sokmamaktadırlar?
Allah'ın kafire/günahkâra daha bu dünyada azap çektirdiği açıktır. Cehennemde de çektireceği kesin delillerle ortadadır. Ölüm iki varlık arası bir 'yokluk' değil ise (ki aksini söyleyen pekçok delil vardır) o halde bu 'varoluş' içinde de bir çeşit azap veya mükafat olacağını söylemek mantıklı olmaz mı? Bu dünyada olanları ve ahirette olacakları kabul eden imanlı bir kalp, şunu tasdik etmekten neden çekinsin ki! Evet. Allah kabir hayatında da bu âdetini sürdürecektir. Hatta mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde der ki:
"Dünyada mâsiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir."
Bu dünyada; bazen vicdan azabı olarak, bazen pişmanlık olarak, bazense geçmiş kavimlere olduğu gibi maddi musibetlerle karşılığı var ise küfrün ve fıskın... Ve yine olacaksa bundan fazlası ahirette... Allah, ehl-i küfre ve fıska hem bu dünyada hem öteki dünyada azap edecekse... Delilleri apaçık ve sabitse... Sen de bunları inkâra cür'et edemiyorsan... Allah'ın 'yarattım' dediği ölüme 'yokluk' demiyorsan ve diyemiyorsan...
Neden orada da şe'n-i Rububiyeti ve adaleti üzere azap etmekten beri olsun? Ahmaklığın, Onun kudret ve adalet elini tutar mı? Neden aklın yolu birken ve bu kadar naklî delil de varken, böylesine zararlı bir yolu tercih ediyorsun? İnatla kabir azabını inkâr edersen sana artık 'ahmak' denmez de ne denir?
0 notes
siirzen · 1 year
Text
64.
Olamaz Hüseyn'in kanı yas u kinin bahanesi. Sırtına vurduğun zincir Yezid'e hırz-ı candır. Sünnete düşman değildi şol Resulün dürdanesi. Sünniye düşmanlık eden Âl-i Beyte düşmandır.
0 notes
muhabbetullah · 30 days
Text
Ben Cübbeli Ahmet Hocanın birçok hatasını konuşan ve onu sevmeyen biriyim. Ama buna rağmen, onu reddiyeleri hususunda -bir kısmı hariç- haklı görüyorum. Nureddin Yıldız Hocayı eleştirdiği birçok konuda da haklı.
Devamı aşağıda...
Mesela, İhsan Senocak Hoca son videosunda, Cübbeli Ahmet Hocaya, "Ben oturduğum her insanın fikirlerini kabul ediyor muyum, böyle bir ifadem mi var?" diye itiraz ediyor. Oysa Cübbeli Ahmet Hocanın bahsettiği bu değil. Cübbeli Ahmet Hoca diyor ki: "Nureddin Yıldız'ın kapıya dayanıp 'babanızı ziyarete geldim' dediği zaman kabul edilmesi bir derece anlaşılabilir bir şey.."
Cübbeli Ahmet Hocanın asıl itiraz ettiği husus, selef ulemâsı bidât itikâd çıkaranlara karşı çok hassasken nasıl oluyor da Nureddin Hoca ile fotoğraf paylaşabiliyor, budur...
Mesela örnek verecek olursam: Daha birkaç hafta yok, medresedeyken Allah Teâlâ'nın arştan gördüğünü iddia etmenin küfür bir itikâd olduğu hususunda bilgi edinmiştik. [Bunu yarın eğer bulabilirsem buraya ekleyeceğim inşâallah.]
Ama önceki aklı başında hiçbir âlimin böyle bir iddiası olmamasına rağmen, Nureddin Hoca, "Allah arşından gözlüyor." diyebiliyor. Biçare olan avam, bunu sorduğunda ise şu şekilde cevap verebiliyor. Oysa Allah'ın arşından gözlediğini iddia etmek, onun basar sıfatını sınırlamak ve ona bir cihet nispet etmektir. [-dan, ayrılma hâl ekini bulunma hâl eki gibi kullanmak: "Polis, camdan ateş etti" demek gibi.]
Yani bunlar savunulacak şeyler değil. Mesele Nureddin Hocanın "Boş verin" bunları diyeceği kadar basit bir konuda da değil, hele Allah'a mekân nispet edilmesi.
Şunu da eklemek istiyorum: Benim hiç şüphe duymadan hata olarak kabul ettiğim şey, İhsan Hocanın bu fotoğrafı paylaşmasıdır.
Üslupsuz Ahmet Şimşirgil ve Ebubekir Safuoğlu gibi isimleri söz konusu etmiyorum. Çünkü bu gibi isimler meseleleri hata etmeden, lafızları doğru anlamaya kabil insanlar değil. O yüzden onların İhsan Şenocak Hoca hakkında ne dedikleri değil, Cübbeli Ahmet Hocanın veya Ömer Faruk Korkmaz Hoca gibilerin Nureddin Yıldız Hoca hakkında neler dedikleri dinlenir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiş: "Bid'âtçı bir kimseye saygı gösteren kimse İslâm'ın yıkılmasına destek olmuş olur." (İbn Hibbân, ed-Duafa, 1/235)
Fudayl b. İyâd bir sözünde diyor ki: "Her kim ki bidât sahibi bir kimseye sevgi beslerse Allah onun amellerini yok eder ve İslâm'ın nurunu kalbinden çıkarır." Yine onun şöyle dediği de nakledilmiş: "Her kim ki bid'ât sahibi bir kimse ile oturup kalkarsa ondan uzak durun."
Cübbeli Ahmet Hocanın yanlışı var mı? Var. Peki doğru söylediğinde bu onu zemmedeceğimiz ve zıttı / muhalifi olan insanları savunacağımız anlamına geliyor mu? Hayır.
Kıstas emanet olan itikâddır.
Sizin peygamber olarak kabul ettiğiniz kim?
Cübbeli Ahmet Hoca mı?
Nureddin Yıldız Hoca mı?
Muhammed b. Âbdullah b. Abdülmuttâlib b. Hâşim b. Abdülmenaf (s.a.v.) mı?
Bir kısmı Cübbeli Ahmet Hoca hata ettiğinde onun hatalarını döküp Nureddin Hocanınkilere susuyor ve eleştirilince savunuyor. Bir kısmı ise tam tersini yapıyor. Ahmet Hocayı körü körüne savunup Nureddin Hocayı topa tutuyor.
Bu tavırda olanlar, Ehl-i Sünneti belli şahısların tekelinde tuttuğunu unutmasınlar. Bu da, Ehl-i Sünnet itikâdını -Allah korusun- oyuncak gibi görmektir. Allah bunun hesabını sormaz mı?
46 notes · View notes
mnsrykt · 3 months
Text
"Herhangi bir delikanlı ya da mümine genç kız, 'Rasûlullah buyurdu ki' diye başlayan bir sözü okuduğu-duyduğunda, arada binlerce kilometre de olsa Efendimiz'in aleyhissalatu vesselam Ravza-i Mutahhara'dan seslendiğini ve o sesin gelip kalbinde yankılandığını duymalıdır. İşte ehl-i sünnet budur. Allah Teâlâ, Peygamber göndermiş ve ona sahip çıkılmasını buyurmuş. Ebu Hureyre ve Ebu Bekir o gün sahip çıktılar, bugün de ben sahip çıkacağım."
29 notes · View notes
caninbabasi · 5 months
Text
Ehl-i Sünnet itikadı mev'ize ve menkıbelerden değil, akaid ve kelam kitaplarından öğrenilir...
30 notes · View notes
hatiragulzaman · 2 months
Text
Tumblr media
ONYEDİNCİ DEVA: Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta! Şükret, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir. Evet hastalara bakmak ehl-i iman için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyedir; keffaretü'z-zünub olur. Hadîste vardır ki: "Hastaların duasını alınız, onların duası makbuldür." Bâhusus hasta, akrabadan olsa, hususan peder ve vâlide olsa, onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevabdır. Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer. Bahtiyardır o evlâd ki; peder ve vâlidesinin hastalık zamanında, onların seriü't-teessür olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır. Evet hayat-ı içtimaiyede en muhterem bir hakikat olan peder ve vâlidesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemal-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evlâdın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefadar levhaya karşı, hattâ melaikeler dahi "Mâşâallah, Bârekellah" deyip alkışlıyorlar. Evet hastalık zamanında, hastalık elemini hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var. Hastanın duasının makbuliyeti, ehemmiyetli bir mes'eledir. Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir;
{(Haşiye): Evet, bir kısım hastalık duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine sebeb olsa, duanın vücudu kendi ademine sebeb olur; bu da olamaz.} kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalık ile aczini anlayıp dergâh-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından, duayı terketmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, dunın neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir. Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder. Her ne ise... Hastalık sırrıyla hulusiyet kazanan, hususan zaaf ve aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen bir dua kabule çok yakındır. Hastalık böyle hâlis bir duanın medarıdır. Hem dindar olan hasta, hem hastaya bakan mü'minler de bu duadan istifade etmelidirler.
Hastalar Risalesi 17 deva
8 notes · View notes
muhteva · 1 month
Text
Tumblr media
Edep Nedir?
🌼Hakkı olmayan bir şeyi almamak !
🌼İşi olmadığı bir şeye karışmamak !
🌼Bakmaması gerekenden yüz çevirmek !
🌼Konuşmaması gerektiği yerde susmak !
🌼Başkalarına saygıyı elden bırakmamak !
🌼Konuşacağı zaman kelimeleri iyi seçmek !
🌼Allah'ın çizdiği sınırları korumak !
“Bütün hallerinde ilim, edep ve takva üzere ol. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolundan git. Cahil kimselerden var gücünle kaç. Sakın cahil sûfî olma!”
Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s)
12 notes · View notes
alhuznn · 1 year
Text
Cezerî aleyhirrahme duaların kabulleri hakkında yazdığı eserlerde birçok şartlar zikretmiştir:
1. Yediği, içtiği, giydiği şeylerin ve oturduğu yerlerin haramlardan olmaması.
2. İhlâs üzere olması.
3. Müslümanların aleyhinde olmaması.
4. Elbisesinin gayet temiz olması ve abdestli olması.
6. Kıbleye karşı oturması ve hem de diz üzerine oturması.
8. Evvela nafile namaz kılması.
9. Hayırlar yapması ve fukarâları ve talebe-i ulûmu sevindirmesi.
11. Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâ ile başlaması ve Peygamberimiz ve diğer peygamberlere de salavât-ı şerîfe getirmesi.
13. En efdal salavât-ı şerîfe namazda okuduğumuz Allâhümme salli İle Allâhümme bârik'tir. Ne kadar çok okursan duan o kadar çabuk kabul olunur.
14. Elleri semâya kaldırmak, yani, avuçlarını semâya doğru kaldırıp açmak ve hem de ya çok açmak, koltuklarının altı görününceye kadar veya göğüs hizasında elleri bitiştirerek dua etmek.
15. Edebe riayet etmek.
16. Huşû ve hudû ile yalvarmak.
17. Esmâ-i Hüsnâ'yı okuyup istemek, enbiyâ ve sâlih kullar için tevessül etmek.
18. Hafif sesle yalvarmak ve günahlarını itiraf edip afv istemek.
20. Peygamberlerden ve evliyâdan vârid olan sahih duaları yapmak
21. Duaları tekrar etmek.
22. Huzûr-1 kalble istemek.
23. Hamd ü senâ ve salavât ile bitirmek.
24. Ellerini yüzüne sürmek.
25. Ve duasının kabulünü ümit etmek gibi âdâba riayet etmelidir, demişler.
|Ehl-i Sünnet Akâidi'Mehmed Zahid Kotku
65 notes · View notes
latahzen · 1 year
Text
Selefte; bidat ehlini sünnetlerle yakalama, tespit etme yönteminin olduğu nakledilir. Bir adam kendi sapık itikâdına Kur'ân'dan yol bulabilir, bir şekilde manevralar yapabilir ama sünnet ortaya konulduğunda, Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) o Kur'ân ayetinin nasıl anlaşılacağı yönündeki beyânı îzâh edildiğinde o kimsenin önü tıkanırdı. Bir de bununla birlikte sahâbenin, Allah Rasûlü (s.a.v.)'nden o âyetin tatbîkine yönelik ortaya koymuş oldukları yaşam bilincini ortaya koyduğunuz zaman, artık mesele bitmiştir. İşte Ehl-i Sünnetin en temel husûsiyyeti ve bâriz özelliği buradadır.
|Sünnet İnkarcılarının Tutarsızlığı - Ömer Faruk Korkmaz
30 notes · View notes
1-yolcu · 1 year
Text
TARİHİ TEKERRÜR MÜ !
I. Abdülhamit Han gitmeden bu ülke düzelmez” diyen; Şeyh, Din alimi, Ateist, Mason, Ermeni ve Rum çeteciler hep beraber “İttifak ‘’ettiler, birleştiler. ― Abdülhamit gitti …
9 sene sonra koca imparatorluk ta gitti. ― Erdoğan da gider … Gider ama neler neler daha gider hiç düşündün mü?
― Bugün Erdoğan karşısındaki cepheye bakmak yeterli … ― Şu anki muhalefet profili aynen o zamanki muhalefet korosunu aratmayacak şekilde adeta dizayn edilmiş gibi … ― Dindarından dinsizine, Yahudisinden Ermenisine, Vatanseverinden hainine varıncaya kadar her kafadan sesin olduğu o zamanki muhalefet korosu; Sırf şahsi öfkesi, Nefreti, Kıskançlığı veya basiretsizliği yüzünden koca imparatorluğu param parça etti gitti ..! Aynen bu gün kü muhalefetin oluşması gibi … Ne acı değil mi?
― Şimdi; Bu gün kü muhalefet gürühunun,
“Abdülhamid gitsin de ne olursa olsun” Örneğinde olduğu gibi; “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” Moduna girmiş olmalarına “Tesadüf” mü yoksa “Tekerrür” mü dersiniz? ― Dini terminolojide tesadüf diye bir şey olmayacağına göre; “… hiç ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi” Demek gibi dini ve vicdani bir sorumluluğumuz vardır. ― Bir gariplik var sanki … Sanki 100 yıllık tiyatro yeniden sahnede … Evet Erdoğan’da gider … Ya sonra ..! ― II. Abdulhamid’in son zamanlarında karşısında yer almış olan; Elmalılı Hamdi YAZIR, Filozof Rıza Tevfik vb. Kişilerin pişmanlığını yaşayarak aynı delikten iki defa ısırılan müslüman misali tarihin tekerrür etmesini hangi mü’min talep edebilir ki ..? İstemezsiniz elbet … ― 19 Temmuz 1909’da Ayasofya meydanında o zamanki Volkan Gazetesinin başyazarı Derviş Vahdeti, Mithat Paşa ile karşılaşır ve sorar; “Paşam! İstediğiniz oldu. Abdülhamid gitti. Şu an projeniz nedir, Neler yapmayı düşünüyorsunuz?” Alınan cevap oldukça ilginçtir. “Biz sadece Abdülhamid’i yıkmaya odaklanmıştık!.” der…
― Vicdan Azabının Ağırlığı; Sultan Hamid hakkında malûm fetvayı hazırlayanlar içinde bulunan, Tefsir sahibi Elmalılı Hamdi YAZIR şöyle der; ”Hayatımda bu kadar ağır bir vicdan azabı çekmedim. Başıma ne geldiyse bunun manevî sillesidir. Gençlik saikasıyla bir iştir işledim ..! Allah beni affetsin!”
Düşünüyorum. ― İstiklal Marşı gibi bir duygular manzumesini yazacak kadar vatan sevgisi yüksek olan reformist Mehmet Akif’in, son Şeyhülislam’lardan Mustafa Sabri gibi Ehl-i sünnet bir alimin, Sultan Abdülhamit’in düşmanlarıyla beraber hareket ederek sebeb oldukları sonucu düşünüyorum. ― O koca Sultan’ın hal edilmesiyle beraber koskoca Osmanlı mülkünün her tarafında kan ve göz yaşı, zulümler, tecavüzler aldı başını gitti. ― Yemen, Balkan ve sonunda Cihan Harbiyle koskoca imparatorluk parçalandı ve milyonlarca insanlarımız yerlerinden oldu, bir kısım açlıktan ve yokluktan yollarda kırıldı, çoğunu da o diyarlarda bıraktık. ― Sadece Çanakkale’nin faturası 270 bin vatan evladıdır.
Onun gibi nicesini yaşadık 10 yıla kalmadan.
― Ben de Mehmet Akif’, Babanzade, Hasan Basri Çantay, Elmalı’lı Hamdi, İskilipli Atıf, Ömer Rıza Doğrul, Mustafa Sabri’lerin… ― İttihat ve Terakki ateist, deist aptalları ve hainleriyle beraber, Abdülhamit’i yıkmaya yardımcı olanlar gibi, Erdoğan’ı yıkan şer cephesine hizmet etmek istemiyorum. ― 100 yıl sonra bu ülke tarihi yazılırken benim de Erdoğan’ı yıkanlarla beraber olup; ― ABD, İngiliz ve Alman politikalarına hizmet etti, denilmesini istemiyorum. ― 100 yıl önce Sandanski’ydi. Bugün Murat Karayılan. ― 100 yıl önce İttihat ve Terakkiydi. Bugün CHP. ― 100 yıl önce Hürriyet ve İtilaf Partisiydi bugün Saadet. ― Kusura bakmayın 100 yıl sonra aynı hatayı işleyenlerden olmayacağım. ― Ben yanlışlarını söyleyeceğim, kusurlarını yazacağım ama, Erdoğan’ı indiren şer cephesiyle beraber olmayacağım..
Başkan Erdoğanla yola devam. Allah c.c onu ve samimi arkadaşlarını muvaffak etsin. Rabbimiz her türlü beladan kazadan korusun kollasın esirgesin. 
32 notes · View notes
etaali · 8 days
Text
Tumblr media
Filistin'de Ehl-i Sünnet'i öldüren bombaların aynısı Lübnan'da Şiileri öldürüyor. Bizim savaşımız aynı savaş, düşmanlarımız aynı düşmanlar, Allah'ımız ve Peygamberimiz aynı. Dinimiz İslam ve kitabımız Kur'an'dır. Şia ve Ehl-i Sünnet bu savaşta yan yanadır.
2 notes · View notes
Text
Peygamberliği başladığı yerde bitirmek
Bediüzzaman, Mektubat’ta, İbn-i Arabî Hazretlerinin Fahrüddin-i Râzî Hazretlerine bir mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesini “Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş…” diyerek izah eder. Konuya dair başka okumalar da yaptığınızda şöyle bir manayı yakalarsınız. İbn-i Arabî Hazretlerinin dediği şuna yakın birşeydir: “Allah’ı bilmek varlığını bilmekle başlar.” Yani daha yolun başındasınızdır. Bilinmesi gereken daha çok şey vardır. Hatta bu iş yalnız akılla ilgili de değildir. Cenab-ı Hakkın ayetleri nefesler sayısınca olduğu gibi bilmenin yolları da birçoktur. Nitekim, yine Bediüzzaman, Şuaat isimli eserinde der ki: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘İrade, zihin, his, Lâtife-i Rabbâniye’ herbirinin bir gâyâtü'l-gâyâtı vardır. İradenin ibadetullahtır. Zihnin mârifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşehadetullahtır. İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder.”
Aynı durumun, bazen, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Onun da nübüvvetini bilmek ‘vahiy aldığını bilmek’le başlar. Fakat kesinlikle bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olduğunu düşünmek bizi eksik bir peygamber tasavvuruna götürür. Bakara sûresinin 129. ayetinde, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasıyla haber verilen “Rabbimiz, neslimizden bir elçi gönder de onlara Senin ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları arındırsın!” beyanında buyrulduğu gibi, ‘ayetleri okumak’ sadece başlangıçtır, kitabın, hikmetin öğretilmesi ve mü’minlerin tezkiyesi ayrıca vazifeler olarak nübüvvetin manasında mündemiçtir.
Risale-i Nur’a müracaat ettiğimizdeyse nübüvvet pınarı daha da gözelenir. 19. Söz’ün başındaki tarif Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın birçok zenginliğini daha gözler önüne serer: “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” Hatta kimi metinlerde bu hikmet okuyuşu mübarek duasına kadar iner: “İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.”
Belki, mürşidimin böylesi en güzel izahlarından birisi, Mesnevî-i Nuriye’de geçen ‘tavus kuşu’ i’lemindedir:
“Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı. Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer…” İyi niyetliyse hatanın böyle olduğunu düşünebiliriz. Peki ya hepten kötü niyetliyse?
Malumunuz, bu sıralar, ismi ‘Kur’an müslümanlığı’ fakat hakikati ‘sünnet inkârcılığı’ olan bir kem hâdise var. Bunlar, güya Aleyhissalatuvesselam Efendimizi ilahlaştırmamak(!) hesabına, nübüvveti başladığı yerde bitirmek istiyorlar. Mesela diyorlar ki: Peygamberlik vahyi iletmekten ibarettir. Almıştır. İletmiştir. İşi bitmiştir. Yani aşağı-yukarı bir ‘postacılık’ mesabesine denk görüyorlar. Bunların şu yaptığı da Bediüzzaman’ın yukarıda teşhis ettiği ‘yumurta kabuğunda tavus kuşunun meziyetlerini aramak’ kabilinden değil midir? Zira, Cenab-ı Hak, içimizden gönderdiği bir peygamberde âlemin birçok sırrını düğümlemiştir. Ezelden sahibi olduğu hikmetlerin vücudunun bir ucunu Onun güzide varlığına bağlamıştır. Evet. O da bir bizim gibi bir insandır. Tamam. Lakin ‘bizim gibi’si sadece başlangıcı itibariyledir. Biz insaniyetimizin kabuğunda oyalanıyoruz. Ama Allah Onu miraca kadar kanatlandırmıştır. İnşasına vesile kıldığı şeriatı aktar-ı âlemin her köşesine yaymıştır. Adını her yerine yazmıştır. Bu bugün böyle olduğu gibi ta ezelde de böyle kayıtlıdır. Zamanüstü şekilde Aleyhissalatuvesselam merkezdedir. 
Öyleyse, hakkımız var ki, İbn-i Arabî Hazretlerinin itirazı gibi bir itirazı, değil Fahruddin-i Râzî Hazretleri gibi salih bir ulemaya, ayağının tozu bile olamayacak böylesi nâdânlara karşı dillendirebiliriz. Ve diyebiliriz: “Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahiy aldığını bilmek nübüvvetini bilmenin başlangıcıdır.” O nübüvvetin âlemde gördüğü daha çok hikmetler vardır. Daha çok sırlara sahiptir. Sizin meselenin sathında kalmanız, nazarınızın miyopluğundandır, yoksa kartal misali feraset sahibi ehl-i sünnet uleması daha nice yüceliğini beyan etmişlerdir. Cenab-ı Hak bizi de onların mübarek yollarında daim eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bihürmeti Seyyidi’l-Mürselin.
1 note · View note
bi-perva · 10 months
Text
Evet anonim Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat düsturu üzere olan herkesle aynı safta olmaktır niyet.
14 notes · View notes
muhabbetullah · 21 days
Text
Bütün haller ve vecdler bize verilmiş olsa, ama iç dünyamız Ehl-i sünnet ve'l-cemaat inancı ile donatılmış olmasa, bütün bu halleri sadece rezillik olarak görürüz. Bütün eksiklikler ve kusurlar içimizde olsa, ama iç dünyamız Ehl-i sünnet ve'l-cemaat inancı üzere dosdoğru olsa bunda bir beis görmeyiz.
— Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri
41 notes · View notes
bitkisellhayatt · 4 months
Text
Tumblr media
günü güzel kapatma sebebim 🩷
iyi geceler cümleten ehl-i sünnet vel cemaat
5 notes · View notes
kosul123 · 7 months
Text
“İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki: (Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank, yani çok az kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez.) Duaları da kabul olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâlleşsin, ödesin! Zirâ o gün altının, malın değeri olmaz.
O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecektir.) İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) kitâbını açıklarken, buyuruyor ki: (Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını affetmezse, bir dank hak için, cemâat ile kılınmış, kabul olmuş yedi yüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir.) (Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür.)
Bir gün, Eshâb-ı kirâma karşı (Müflis kime denir, biliyor musunuz?) diye sual edince, onlar da (Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Resul aleyhisselam buyurdu ki: (Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namâz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sâhiplerine dağıtılır.
Hakları ödenmeden önce, sevapları biterse, hak sâhiplerinin günâhları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.) Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” herhangi birine dil uzatan, söven, iftirâ eden, âhirette muhakkak cezâsını görecektir.
Ey Müslüman kardeşim! Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı ve amellerinin kabul olmasını istiyorsan, Müslümân olsun, kâfir olsun, kimsenin malına, canına, ırzına saldırma! Kimseyi incitme! Herkesin hakkını öde! Kul hakkının en mühimi ve azabı en çok olanı akrabasına ve emri altında olanlara din bilgisi öğretmeyi terk etmektir. Onların ve bütün insanların din bilgisi öğrenmelerine ve ibadetlerini yapmalarına, işkence ederek veya aldatarak mâni olanın kâfir olduğu, İslâm düşmanı olduğu anlaşılır. Bid’at sâhiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile, yazıları ile Ehl-i sünnet bilgilerini değiştirmeleri, dini, imanı bozmaları da böyledir. Hükûmete, kanunlara karşı gelme. Kâfir memleketlerinde de, kanûnlara, emirlere karşı gelme! Fitne çıkarma! İslâm’a saldıranlarla ve bid’at sâhipleri ile ve mezhepsizlerle arkadaşlık etme!
Sözünü dinleyenlere, güler yüzle, tatlı dil ile nasîhat eyle! Kimse ile münâkaşa etme! Güzel ahlâkın ile, İslâm dîninin şânını, şerefini herkese göster!
......✍
5 notes · View notes