#Ehl-i Sünnet
Explore tagged Tumblr posts
kevkebus-subh · 3 months ago
Text
"Ey millet! Dünya doldu illet..."
Hâce Mahmud Efendi Hazretleri Kaddesallâhu sirrahu
4 notes · View notes
belkidebirharfimben · 12 days ago
Text
Risale-i Nur'un hocası yalnızca Risale-i Nur değildir
Bu mevzua 'biraz kişisel bir içerik'le başlamak istiyorum. Hidayet Allah'tan. Hamdı da yalnızca Ona. Fakat, sebepler dairesine dönersek, beni nurcu yapan Kenan Demirtaş Hoca'dır. Tek bir Haşir Risalesi dersiyle gözümü açmıştır. Yani, külliyatı, kitaplıktan 'mürşidlik' seviyesine çıkarmıştır gözümde. Ömrüm oldukça kendisine dua ederim. Fakat insanın imtihanı mürşidini bulunca da bitmiyor. Evet. Nurları içmeye başladığımın dördüncü veya beşinci senesinde zannediyorum 'tahrif tartışmalarına' rastladım. Yahut şöyle ifade edeyim: Tartışmaların içine düştüm. Böyle birşeyin tartışıldığını öğrenene kadar ihtimali dahi hatırıma gelmemişti. Sarsıldığımı anımsıyorum.
Gençken kolay vesveseye kapılınıyor. Zaten doğru düzgün bir ilmimiz de yok. Karşı koyamıyorsunuz. Bir süre ne yapacağımı bilmez halde sağa-sola bakındım. Cevap aradım. Bazı cevaplar tatmin etti. Bazıları etmedi. Bazı cevaplar bazı hususlar hakkında ikna ediciydi. Ama diğer bazılarını açıklamaya yetmiyordu. Bir zaman böyle gitti.
Sonra, yine mübarek bir hoca vesilesiyle, göğsüme genişlik veren bakış açısını kazandım. Vesveseler dağıldı. Rahatladım. Tekrar Nurlara döndüm. Bir daha hiçbir sarsıntı yaşamadım. Peki beni yaralarımdan kurtaran kimdi?
O kişi de Ebubekir Sifil Hoca'dır. Ebubekir Hoca'nın gerek derslerinde gerek kitaplarında öğrettiği 'ehl-i sünnet mizanı' eksik kalan parçamı tamamlamış gibi oldu. Kalb u aklıma şifası çoktur. Hepsini buraya sığdıramam. Lakin 'tahrif' hususunda vesveselerimi Risale-i Nur'a dair yanlış bir yönelişimi düzeltmekle iyileştirdi. O da şudur:
İnsan, bir mürşidin cazibesine kapıldığı zaman, onu bir ölçüde 'müstakilleştirmek' istiyor. Öyle görmek arzu ediyor. Bunu iki sebepten istiyor: 1) Muhabbetinin ziyadeliğinden dolayı başkalarını hatırına getirmeyi istemiyor. (Aşk ikincilere katlanamaz derler.) Seven sevdiğinde kaybolmayı arzuluyor çünkü. Garkolmayı arzuluyor. Bir tür 'vahdet-i şuhud' hali yaşamayı diliyor. 2) O halin bir tezahürü olarak da 'lazım her cevabı yalnız mürşidinde bulmak' kolaylığına koşuyor. Sağına-soluna, önüne-arkasına, yukarısına-aşağısına nazar etmiyor. Meşgul olmuyor.
Nefsimizi temize çıkarmamak lazım. Bunda tembelliğimizin de bir hissesi olabilir elbette. Eh, evet, bu türden tavırlar 'muhabbetlerinde' mazur olsalar da, Allah korusun, 'istikametlerini' yitirmeye müsaittirler. Zira bir mürşid 'müstakilleştirildikçe' korumalarından mahrum kalır. Nasıl Furkan-ı Hakîm, kendisi 'Furkan' olduğu halde, Sünnet-i Seniyye'den mahrum edildikçe tahrif edilebilir hale gelir; aynen öyle de; bir ehl-i sünnet mürşidi de; yolunu anlamaya yardımcı diğer mürşidlerin, meşayihin, ulemanın ilminden; yani ehl-i sünnet çizgisinden; mahrum bırakıldıkça tahrif edilebilir hale gelir-getirilir. Çünkü, o bir sıradağın parçasıdır, müstakil bir ada değildir.
Bir çizgi, çizginin devamlılığı, aslında o çizginin her noktası için koruyucudur. Geometride ilk öğretilen şeylerden birisidir: Müstakil bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçebilir. Ama birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnız tek bir doğru geçer. 'Tek bir doğru' sahibi olmak isteyen, bu yüzden, birden fazla nokta sahibi olmak zorundadır. Yanlış anlaşılmasın. 'Kıblesini tevhid etmesi' ihtiyacı değiştirmez. Mürşidini bir halkaya bağlı olarak mürşid tutmak mecburidir. Kıble edinmek budur. Yoksa, o, mürşidin sözünü doğru anlamasına medar olacak kıstaslara sahip olamaz. Yanlış anlaşılmaktan mürşidi mesul olmaz amma kendisinin mesuliyeti de elbet kalkmaz.
"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."
Yine, Bediüzzaman Hazretlerinin başka bir yerdeki ifadesiyle, bu ümmet istikametini 'sünnet' ve 'cemaate' dayanarak muhafaza etmiştir. Kendisinin ehl-i sünnete aidiyeti ise 'tartışılmaz'dır. Yalnız eserlerinde 'ehl-i sünnet' ifadesini taratmakla bile mürşidimin mesleğini kimlerden saydığı apaçık ortaya çıkar. O yüzden ben diyorum ki:
Risale-i Nur külliyatı yalnız Risale-i Nur külliyatından ibaret değildir. Risale-i Nur külliyatı bir anahtardır. Ehl-i sünnet mirasıyla yeniden bağ kurmamızı sağlar. Amacı budur. Kendisini sünni bilmeyen nurcular yetiştirmek değildir. Nurculuğu sünniliğin muhafazasına araç kılmaktır. Eğer ona bu niyetle değil de 'müstakilleştirerek' müracaat ederseniz, tıpkı Kur'an'da dalalet için müracaat edenlerin dalaletlerini arttırarak ayrılmaları gibi, siz de yanlışınızı çoğaltacak 'yanlış anlamalar' arttırarak dönersiniz. "Bana Kur'an yeter!" diyenlerin durumuna "Bana Risale-i Nur yeter!" diyerek düşersiniz. Halbuki Risale-i Nur ancak sünni mirasıyla bağ kurmak isteyenlere yeter:
"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir."
Tahrif konusundaki fitne de tam buradan kaynıyor bence. Risale-i Nur'u 'müstakilleştirerek' duruş sahibi olmaya çalışanlar kelimeler üzerine boğuşuyorlar. Halbuki, o kelime 'öyle' olsun 'böyle' olsun, yorumcunun ehl-i sünnete aykırı yapacağı her yorum zaten bâtıldır. Yani, Bediüzzaman Hazretleri, Kürt demiş olsa da bu Kürtçülüğü meşrulaştırmaz, Türk demiş olsa da Türkçülüğü meşrulaştırmaz. İslam'ın kavmiyetçiliği gömdüğünü biz tâ Veda Hutbesi'nden biliyoruz. Kur'an'dan biliyoruz. Sünnetten biliyoruz. Bu konuda Risale-i Nur külliyatındaki herhangi bir kelimenin yerinden oynaması şeriatın amel edişine veya itikada sirayet etmez ki üzerine kavga etmeye değsin. Nihayetinde ben hangi kelimeyle okusam oradan yine sünniliği anlayacağım. Başta Şafiî-Eş'arî ekolü olmak üzere, zira müellifin kendisi Şafii-Eş'ârî'dir, ehl-i sünnetin manalarıyla manalandıracağım. Öyle manalandırdıktan sonra zaten metin bana bid'a öğretir olamaz. Ve bid'a öğretir olmayan metnin de kelimelerine takılmanın anlamı kalmaz.
İşte, arkadaşım, bu endişeyi aştıktan sonra, mürşidimi bir 'ada' olarak değil de ehl-i sünnet dağ silsilesinin çağımdaki parçası olarak gördüğümde yani, kelimeler üzerindeki kavgam bitti. Vesvesem geçti. Rahatladım. Neyi anlayacağımı öğrendikten sonra ne okuduğumu araçsallaştırmam mümkün oldu. Fakat "Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur'dur!" bakışına sahip olanlar için bu tür mevzular içinden çıkılmaz olmaya devam edecektir. Hatta bu şekilde bakıldıkça ifrat-tefrit çok acayip yaklaşımlar da ortaya çıkacaktır. 'Cemaate' ve 'sünnete' yaslanılmazsa hiçbir grup istikametini muhafaza edemez. Beni düzelten bizliğimizdir. O yüzden böyle denmiştir:
"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."
Biz bir 'dava' değiliz. Dava ehl-i sünnet davasıdır. Biz dava içindeki burhanız. Mürşidimiz eserlerini bize böyle tanıtıyor. Ne itikadda üçüncü bir mezhebiz ne de amelde beşincisiyiz. Anlaşılacaklar yeni değil bellidir. İtikadımızın çizgisi bellidir. Yol Aleyhissalatuvesselamın yoludur. Bizim itikat umdelerini yeniden şekillendirmeye değil inanmak için burhana ihtiyacımız var. Mürşidimiz de eserleriyle bize bunu öğretiyor. Hizmetimize bakalım. Yeni davalar keşfetmek peşinde olmayalım. İnsan, kem bir niyetle aranırsa, 'arzusuna fikir sureti giydirecek' tuzakları şeytan illa kurar-buldurur. O Rahman u Rahîm'den dileyelim de sırat-ı müstakiminden ayırmasın. Âmin.
0 notes
siirzen · 2 years ago
Text
64.
Olamaz Hüseyn'in kanı yas u kinin bahanesi. Sırtına vurduğun zincir Yezid'e hırz-ı candır. Sünnete düşman değildi şol Resulün dürdanesi. Sünniye düşmanlık eden Âl-i Beyte düşmandır.
0 notes
zeytinfilizi · 13 days ago
Text
“Mevlâ Teâlâ'ya çok şükredelim. Bizleri Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in görüşlerini öğretecek âlimlere kavuşturdu ve Ehl-i Sünnet etti. Yâ Rabbî! Bizleri bu itikattan ayırma.”
Mahmud Efendi Hazretlerim ق س
26 notes · View notes
huzunbey · 1 month ago
Text
Tumblr media
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat demek: Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyenin bildirdiği, öğrettiği şekilde inanan ve yaşayan topluluk demektir. Bütün mesele, bu topluluğun içinde olmak ve kalmaktır. Zira ebedî kurtuluş vesilesi olan iman ve Allah Teâlâ’yı tanımak ancak böyle mümkündür.
26 notes · View notes
mnsrykt · 7 months ago
Text
"Herhangi bir delikanlı ya da mümine genç kız, 'Rasûlullah buyurdu ki' diye başlayan bir sözü okuduğu-duyduğunda, arada binlerce kilometre de olsa Efendimiz'in aleyhissalatu vesselam Ravza-i Mutahhara'dan seslendiğini ve o sesin gelip kalbinde yankılandığını duymalıdır. İşte ehl-i sünnet budur. Allah Teâlâ, Peygamber göndermiş ve ona sahip çıkılmasını buyurmuş. Ebu Hureyre ve Ebu Bekir o gün sahip çıktılar, bugün de ben sahip çıkacağım."
30 notes · View notes
demircizademehmet · 2 months ago
Text
ÖLÜLER İÇİN YAPILAN HAYIRLAR ONLARA ULAŞIR
Hayatta olanlar, bir hayırlı amel işleyip de onun sevabını, vefat etmiş olan yakınlarına bağışlasalar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akîdesine göre bu sevap onlara ulaşır. Bundan fayda görürler.
Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki: “Her kimin ailesinden bir kimse âhirete gitse, yakınları da onun için sadaka verip sevabını bağışlasalar, Cebrâîl aleyhisselâm, bu amelin mükâfatını nurdan tabaklar üzerinde, vefat etmiş kimseye ulaştırır. O ölünün kabri başında durarak der ki: Ey kabirde yatan kişi, şu, sana ailenden, dostlarından falan kimsenin hediyesidir, bunu kabul et. O amelin sevabı, o ölüye ulaşır ve bu hediyeden dolayı müjdelenir ve çok sevinir. Kendisine böyle hediye gönderilmeyen komşuları ise mahzun olurlar.”
Amr bin Cerîr Hazretleri şöyle buyurdu: Bir kimse âhirete göç etmiş Müslüman kardeşi için dua etse ve bir hayırlı amel işleyip sevabını bağışlasa, bir melek onu alıp, vefat etmiş kardeşine ulaştırır, “Bu, falan kardeşinden sana hediyedir.” diye teslim eder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bir mümin öldüğü zaman, onun ameli(nin sevabı) kesilir. Ancak üç şey bundan hâriçtir: Sadâka-i câriye (vakıf gibi faydası devamlı olan hayır), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua eden sâlih evlat.”
Dua esnasında, “kâffe-i müminîn ve müminâtın ruhuna” diye, umûmen bütün Müslümanlar için edilen dualardan, bütün ehl-i iman hissedâr olur. Bunda çok sevap vardır. Bir kimse, bir müminin kabrine varıp ona selâm verse, o kabirdeki zât onu işitir, selâmını alır ve onunla ünsiyet eder. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, kabristan ehline selâm vermeyi, kabirleri ziyaret etmeyi meşru kılıp ümmetine öğretmişlerdir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Bir kimse, hayatta iken tanıdığı bir Müslüman kardeşinin kabrine uğrasa, ona selâm verse, kabirdeki kardeşi kendisini tanır, selâmını alır.”
06 Aralık 2024
Fazilet Takvimi
10 notes · View notes
hatiragulzaman · 6 months ago
Text
Tumblr media
ONYEDİNCİ DEVA: Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta! Şükret, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir. Evet hastalara bakmak ehl-i iman için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyedir; keffaretü'z-zünub olur. Hadîste vardır ki: "Hastaların duasını alınız, onların duası makbuldür." Bâhusus hasta, akrabadan olsa, hususan peder ve vâlide olsa, onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevabdır. Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer. Bahtiyardır o evlâd ki; peder ve vâlidesinin hastalık zamanında, onların seriü't-teessür olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır. Evet hayat-ı içtimaiyede en muhterem bir hakikat olan peder ve vâlidesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemal-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evlâdın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefadar levhaya karşı, hattâ melaikeler dahi "Mâşâallah, Bârekellah" deyip alkışlıyorlar. Evet hastalık zamanında, hastalık elemini hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var. Hastanın duasının makbuliyeti, ehemmiyetli bir mes'eledir. Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir;
{(Haşiye): Evet, bir kısım hastalık duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine sebeb olsa, duanın vücudu kendi ademine sebeb olur; bu da olamaz.} kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalık ile aczini anlayıp dergâh-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından, duayı terketmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, dunın neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir. Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder. Her ne ise... Hastalık sırrıyla hulusiyet kazanan, hususan zaaf ve aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen bir dua kabule çok yakındır. Hastalık böyle hâlis bir duanın medarıdır. Hem dindar olan hasta, hem hastaya bakan mü'minler de bu duadan istifade etmelidirler.
Hastalar Risalesi 17 deva
10 notes · View notes
latahzen · 1 year ago
Text
Selefte; bidat ehlini sünnetlerle yakalama, tespit etme yönteminin olduğu nakledilir. Bir adam kendi sapık itikâdına Kur'ân'dan yol bulabilir, bir şekilde manevralar yapabilir ama sünnet ortaya konulduğunda, Allah Rasûl��'nün (s.a.v.) o Kur'ân ayetinin nasıl anlaşılacağı yönündeki beyânı îzâh edildiğinde o kimsenin önü tıkanırdı. Bir de bununla birlikte sahâbenin, Allah Rasûlü (s.a.v.)'nden o âyetin tatbîkine yönelik ortaya koymuş oldukları yaşam bilincini ortaya koyduğunuz zaman, artık mesele bitmiştir. İşte Ehl-i Sünnetin en temel husûsiyyeti ve bâriz özelliği buradadır.
|Sünnet İnkarcılarının Tutarsızlığı - Ömer Faruk Korkmaz
33 notes · View notes
muhimmat · 4 months ago
Text
İmâm-ı Âzam (rah.), bir sabah namazından sonra birçok dînî meseleye cevap vermekle meşgul oldular.
“Bu vakit Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve hayırlı söz ile meşgul olma vakti değil midir?” denilince:
“Bu helâldir ve şu haramdır, diye dînin hükümlerini beyan etmekten daha hayırlı söz var mıdır?
İnsanlara (Ehl-i Sünnet) îtikâdını öğretiyor, günah ve haramlardan uzak durmalarını söylüyoruz. Bu da Allâhü Teâlâ’yı zikir değil midir?
Azığı kalmayan yolcu yaşayamadığı gibi ilimsiz ibâdet edenler de ibâdetlerinin meyvesini, faydasını göremezler.”
2 notes · View notes
etaali · 5 months ago
Text
Bir yılını bulan Siyonizm soykırımına karşı sahada Şii-Sünni Vahdeti'ne temsil büyük örneklik sergileniyor.
Şiiler, en Azizlerini onları terketmedikleri için şehid verdi.
Bu ortamda Siyonizmin psikolojik dairesine akredite "Ehl-i Sünnet davası savunuculuğu" ise kendi işinde çalışıyor.
4 notes · View notes
belkidebirharfimben · 6 months ago
Text
Kabir azabını inkâr etmek neden ahmaklıktır?
"Herkes hususî bir tecrübeyle hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, mâsiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs'atle tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınırsa, görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı mâsiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza mâsiyetin lâzım-ı zâtîsidir. Madem ki dünyada filcümle bu lâzım sırf tabiat-ı mâsiyet için terettüp ediyor. Elbette, bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda terettüp edecektir.” Sünuhat’tan.
Risale-i Nur'da sıkça altı çizilen birşeydir şu: "Malûmdur ki; zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir..." Asgarî bunu bekleriz yani aklı başında olan insandan. Mantığı çalışan insandan... "En azından bu kadarını ayırabilir..." deriz. Başka türlü hayatta kalması da zordur çünkü.
Evet. 'Zararsız olanı zararlı olana tercih etme' iradesidir kastettiğimiz. Bir açıdan 'güvenli' ile 'tehlikeli'yi birbirinden ayırabilme yetisidir. Aklın başlangıcıdır. Bunu yapabilene yapabildiği ölçüde 'akıllı' denir. Yok; zararına olanı kârına, kârına olanı zararına sanıyorsa; hem seçiyor ve de yapıyorsa; o kimsede akıldan bahsedilemez. Ahmağın tarifinde de vardır bu detay. Denilir ki: Ahmak o kimsedir, neyin faydasına, neyin zararına olduğunu ayıramaz.
İşte, arkadaşım, kabir azabının inkârını konuşurken de 'ahmaklığa' atıf yapmamak mümkün olmuyor. Neden mi? Çok nedeni var. Fakat şöyle bir yerden başlamak doğru olacak:
İnkâra yeltenen malum ahirzaman zıpçıktıları 'kelamullahta sarahaten geçmemesini' zekavetlerince(!) delil gösteriyorlar. Vay, vay, vay. Bu arkadaşlar Kur'an'da açıkça geçen herşeye layıkınca iman ediyorlar mı peki? Ne gezer. Onlara da canlarının çektiği gibi tevilatta bulunuyorlar. Lakin yine de sözlerini ciddiye alalım. Kur'an'da neon lambalarıyla "Kabir azabı!" ifadesinin geçmemesini bir delil olarak irdeleyelim bakalım. Ortaya neler çıkacak?
Kur'an'da birşeyin birilerinin zannettiğince 'zikredilmiyor' olması 'olmamasına' delil oluşturabilir mi? Yani böylesine kesin bir hüküm vermek için 'göremememiz' yeter mi? Biz biliyoruz ki: Kur'an'da bugün sıradanlaşan pekçok teknolojinin açıkça zikri geçmiyor. Yine açıkça Andromeda galaksisinden bahsedilmiyor mesela. Fakat bugüne kadar hiçbir meczubumuz "Kur'an'da geçmiyor!" diye onları inkâra kalkışmadı-kalkışmıyor. Neden? Çünkü Kur'an'da birşeyin açıkça geçmiyor olması doğrudan o şeyin 'olmamasına' delil olmaz.
Biz, ancak, birşeyin Kur'an'da 'yasaklanmasını' o şeyin 'yapılmaması gerektiğine' yorarız. Kur'an'da 'sarhoş ediciler' yasaklanmıştır. Biz de onlardan uzak kalırız. Zina yasaklanmıştır. Uzak dururuz. Varlıklarını inkâr etmeyiz ama haram sayarız. Bir de Allah'ın doğrudan 'yokluğunu' buyurduğu şeyler vardır. Ondan başka ilah yoktur mesela. Onun 'doğuranı' veya 'doğurduğu' yoktur. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamberi yoktur. İşte bunların da yokluğuna yine haber vermesiyle iman ederiz. Yani birşeyin yokluğunu ancak 'buyurması' veya 'buyruklarıyla uyuşmasıyla' kabulleniriz.
Kabir azabının inkârı ise ne birincisine ne ikincisine sığıyor. Yani, Cenab-ı Hak, kabirde çekilecek bir azabı yasaklamıyor veya yokluğuna iman etmemizi istemiyor ki karşısında duralım. Peki sözde Kur'an müslümanları bu inkârlarında neye yaslanıyor? Ancak oturdukları koltuğun arkalığına. En fazla o kadar... Aleyhinde bulunmak hakkında Kur'an'da sarahaten beyan edilmemiş olmasından başka delil(!) söylenmiyor.
Halbuki, bu iddia doğru olsa bile (ki doğru olmadığını kabir azabına işaret eden ayetleri zikrederek ortaya koyuyor ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimleri) bundan doğrudan çıkarılabilecek 'yokluk' iddiası, ancak 'motorlu taşıtların inkâr edilmesi' kadar mantıklı olabilir. Hatta Kur'an'da sarahaten bahsi geçmeyen herşeyin inkâr edilmesi bu saçma argümanla tutarlı hale gelir. Buna cesaret edebiliyor mu acaba ahirzamanın yeniyetme süperzekaları?
Bediüzzaman Hazretlerinin sıklıkla nazara verdiği bir hakikati daha hatırlayalım şimdi: "Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Neden böyle söylüyor mürşidim? Çünkü küfrün daha bu dünyada insanı azaplar içinde bıraktığını, imanınsa bir küçük cenneti bu dünyada yaşattığını ifade ve isbat ediyor:
"Hem kat'iyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a'mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat'î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur'da bu hakikat tekrar ile yazılmış."
Acaba şöyle bir ahmak var mıdır ki desin: "İman ile küfür arasında insanın kalbinde yaşadığı 'mutluluk' veya 'sıkıntı' açısından hiçbir fark yoktur." Veya desin: "Namaz kılmak ile içki içmek arasında insanın alacağı lezzet-i kalbiye açısından hiçbir fark yoktur." Allah'ın kelamı ve Resulü aleyhissalatuvesselamın sünneti doğrultusunda yaşanmış bir hayatın tattırdığı cennetle; şeytanın ve küfrün kalbe doldurduğu cehennemin arasında fark olmadığını söyleyen ya aklını inkâr etmiştir yahut da imanını. Peki, bu mantık bizi hangi kanaate götürür? el-Cevab: İmanın/küfrün daha bu dünyada sonuçları olduğuna.
Kur'an'da, kafirlerin daha bu dünyadayken yaşayacakları azaplara ve mü'minlerin bu hayattayken yaşacakları saadetlere işaret eden ayetler bize der ki:
Allah'ın şe'nidir, âdetidir, yaratışıdır. Münkirleri hem bu dünyada hem öteki dünyada azap içinde bırakır. Mü'minleri ise hem bu dünyada hem öteki dünyada saadete kavuşturur. Bunu 'maddi refah' olarak daraltmak yanlıştır. Allah'ın bize vaadettiği öncelikle yaşayacağımız içhuzurdur. Doğruyu yapmış olmanın huzurudur bu. İmandaki lezzete dilini değdiren bu ayetleri tüm zerreleriyle tasdik eder. O yüzden günahkâr da olsa bir mü'minden şu dileği çok işitirsiniz: "Dua et de ben de salihlerden olayım." İnatçı bir kâfir dışında bu ayetlerin sarahaten ifade ettiği manaları inkâr etmeye yeltenebilecek yoktur.
O halde, kabir azabını inkâr eden, haber veren hadis-i şerifler ve varlığına iman eden salih âlimlerin itikadları dışında daha neyi inkâr etmektedir? Öyle ya! Kafiri bu dünyada ve ahirette sıkan Müntakim, Kahhar, Darr, Âdil vb. isimlerin kabir varoluşunda da tecellisi yok mudur? Yoksa bu arkadaşlar Allah'ın isimlerini de mi kabir âlemine sokmamaktadırlar?
Allah'ın kafire/günahkâra daha bu dünyada azap çektirdiği açıktır. Cehennemde de çektireceği kesin delillerle ortadadır. Ölüm iki varlık arası bir 'yokluk' değil ise (ki aksini söyleyen pekçok delil vardır) o halde bu 'varoluş' içinde de bir çeşit azap veya mükafat olacağını söylemek mantıklı olmaz mı? Bu dünyada olanları ve ahirette olacakları kabul eden imanlı bir kalp, şunu tasdik etmekten neden çekinsin ki! Evet. Allah kabir hayatında da bu âdetini sürdürecektir. Hatta mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde der ki:
"Dünyada mâsiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir."
Bu dünyada; bazen vicdan azabı olarak, bazen pişmanlık olarak, bazense geçmiş kavimlere olduğu gibi maddi musibetlerle karşılığı var ise küfrün ve fıskın... Ve yine olacaksa bundan fazlası ahirette... Allah, ehl-i küfre ve fıska hem bu dünyada hem öteki dünyada azap edecekse... Delilleri apaçık ve sabitse... Sen de bunları inkâra cür'et edemiyorsan... Allah'ın 'yarattım' dediği ölüme 'yokluk' demiyorsan ve diyemiyorsan...
Neden orada da şe'n-i Rububiyeti ve adaleti üzere azap etmekten beri olsun? Ahmaklığın, Onun kudret ve adalet elini tutar mı? Neden aklın yolu birken ve bu kadar naklî delil de varken, böylesine zararlı bir yolu tercih ediyorsun? İnatla kabir azabını inkâr edersen sana artık 'ahmak' denmez de ne denir?
0 notes
1-yolcu · 2 years ago
Text
TARİHİ TEKERRÜR MÜ !
I. Abdülhamit Han gitmeden bu ülke düzelmez” diyen; Şeyh, Din alimi, Ateist, Mason, Ermeni ve Rum çeteciler hep beraber “İttifak ‘’ettiler, birleştiler. ― Abdülhamit gitti …
9 sene sonra koca imparatorluk ta gitti. ― Erdoğan da gider … Gider ama neler neler daha gider hiç düşündün mü?
― Bugün Erdoğan karşısındaki cepheye bakmak yeterli … ― Şu anki muhalefet profili aynen o zamanki muhalefet korosunu aratmayacak şekilde adeta dizayn edilmiş gibi … ― Dindarından dinsizine, Yahudisinden Ermenisine, Vatanseverinden hainine varıncaya kadar her kafadan sesin olduğu o zamanki muhalefet korosu; Sırf şahsi öfkesi, Nefreti, Kıskançlığı veya basiretsizliği yüzünden koca imparatorluğu param parça etti gitti ..! Aynen bu gün kü muhalefetin oluşması gibi … Ne acı değil mi?
― Şimdi; Bu gün kü muhalefet gürühunun,
“Abdülhamid gitsin de ne olursa olsun” Örneğinde olduğu gibi; “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” Moduna girmiş olmalarına “Tesadüf” mü yoksa “Tekerrür” mü dersiniz? ― Dini terminolojide tesadüf diye bir şey olmayacağına göre; “… hiç ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi” Demek gibi dini ve vicdani bir sorumluluğumuz vardır. ― Bir gariplik var sanki … Sanki 100 yıllık tiyatro yeniden sahnede … Evet Erdoğan’da gider … Ya sonra ..! ― II. Abdulhamid’in son zamanlarında karşısında yer almış olan; Elmalılı Hamdi YAZIR, Filozof Rıza Tevfik vb. Kişilerin pişmanlığını yaşayarak aynı delikten iki defa ısırılan müslüman misali tarihin tekerrür etmesini hangi mü’min talep edebilir ki ..? İstemezsiniz elbet … ― 19 Temmuz 1909’da Ayasofya meydanında o zamanki Volkan Gazetesinin başyazarı Derviş Vahdeti, Mithat Paşa ile karşılaşır ve sorar; “Paşam! İstediğiniz oldu. Abdülhamid gitti. Şu an projeniz nedir, Neler yapmayı düşünüyorsunuz?” Alınan cevap oldukça ilginçtir. “Biz sadece Abdülhamid’i yıkmaya odaklanmıştık!.” der…
― Vicdan Azabının Ağırlığı; Sultan Hamid hakkında malûm fetvayı hazırlayanlar içinde bulunan, Tefsir sahibi Elmalılı Hamdi YAZIR şöyle der; ”Hayatımda bu kadar ağır bir vicdan azabı çekmedim. Başıma ne geldiyse bunun manevî sillesidir. Gençlik saikasıyla bir iştir işledim ..! Allah beni affetsin!”
Düşünüyorum. ― İstiklal Marşı gibi bir duygular manzumesini yazacak kadar vatan sevgisi yüksek olan reformist Mehmet Akif’in, son Şeyhülislam’lardan Mustafa Sabri gibi Ehl-i sünnet bir alimin, Sultan Abdülhamit’in düşmanlarıyla beraber hareket ederek sebeb oldukları sonucu düşünüyorum. ― O koca Sultan’ın hal edilmesiyle beraber koskoca Osmanlı mülkünün her tarafında kan ve göz yaşı, zulümler, tecavüzler aldı başını gitti. ― Yemen, Balkan ve sonunda Cihan Harbiyle koskoca imparatorluk parçalandı ve milyonlarca insanlarımız yerlerinden oldu, bir kısım açlıktan ve yokluktan yollarda kırıldı, çoğunu da o diyarlarda bıraktık. ― Sadece Çanakkale’nin faturası 270 bin vatan evladıdır.
Onun gibi nicesini yaşadık 10 yıla kalmadan.
― Ben de Mehmet Akif’, Babanzade, Hasan Basri Çantay, Elmalı’lı Hamdi, İskilipli Atıf, Ömer Rıza Doğrul, Mustafa Sabri’lerin… ― İttihat ve Terakki ateist, deist aptalları ve hainleriyle beraber, Abdülhamit’i yıkmaya yardımcı olanlar gibi, Erdoğan’ı yıkan şer cephesine hizmet etmek istemiyorum. ― 100 yıl sonra bu ülke tarihi yazılırken benim de Erdoğan’ı yıkanlarla beraber olup; ― ABD, İngiliz ve Alman politikalarına hizmet etti, denilmesini istemiyorum. ― 100 yıl önce Sandanski’ydi. Bugün Murat Karayılan. ― 100 yıl önce İttihat ve Terakkiydi. Bugün CHP. ― 100 yıl önce Hürriyet ve İtilaf Partisiydi bugün Saadet. ― Kusura bakmayın 100 yıl sonra aynı hatayı işleyenlerden olmayacağım. ― Ben yanlışlarını söyleyeceğim, kusurlarını yazacağım ama, Erdoğan’ı indiren şer cephesiyle beraber olmayacağım..
Başkan Erdoğanla yola devam. Allah c.c onu ve samimi arkadaşlarını muvaffak etsin. Rabbimiz her türlü beladan kazadan korusun kollasın esirgesin. 
32 notes · View notes
bi-perva · 1 year ago
Text
Evet anonim Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat düsturu üzere olan herkesle aynı safta olmaktır niyet.
13 notes · View notes
bitkisellhayatt · 9 months ago
Text
Tumblr media
günü güzel kapatma sebebim 🩷
iyi geceler cümleten ehl-i sünnet vel cemaat
5 notes · View notes
kosul123 · 1 year ago
Text
“İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki: (Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank, yani çok az kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez.) Duaları da kabul olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâlleşsin, ödesin! Zirâ o gün altının, malın değeri olmaz.
O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecektir.) İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) kitâbını açıklarken, buyuruyor ki: (Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını affetmezse, bir dank hak için, cemâat ile kılınmış, kabul olmuş yedi yüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir.) (Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür.)
Bir gün, Eshâb-ı kirâma karşı (Müflis kime denir, biliyor musunuz?) diye sual edince, onlar da (Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Resul aleyhisselam buyurdu ki: (Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namâz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sâhiplerine dağıtılır.
Hakları ödenmeden önce, sevapları biterse, hak sâhiplerinin günâhları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.) Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” herhangi birine dil uzatan, söven, iftirâ eden, âhirette muhakkak cezâsını görecektir.
Ey Müslüman kardeşim! Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı ve amellerinin kabul olmasını istiyorsan, Müslümân olsun, kâfir olsun, kimsenin malına, canına, ırzına saldırma! Kimseyi incitme! Herkesin hakkını öde! Kul hakkının en mühimi ve azabı en çok olanı akrabasına ve emri altında olanlara din bilgisi öğretmeyi terk etmektir. Onların ve bütün insanların din bilgisi öğrenmelerine ve ibadetlerini yapmalarına, işkence ederek veya aldatarak mâni olanın kâfir olduğu, İslâm düşmanı olduğu anlaşılır. Bid’at sâhiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile, yazıları ile Ehl-i sünnet bilgilerini değiştirmeleri, dini, imanı bozmaları da böyledir. Hükûmete, kanunlara karşı gelme. Kâfir memleketlerinde de, kanûnlara, emirlere karşı gelme! Fitne çıkarma! İslâm’a saldıranlarla ve bid’at sâhipleri ile ve mezhepsizlerle arkadaşlık etme!
Sözünü dinleyenlere, güler yüzle, tatlı dil ile nasîhat eyle! Kimse ile münâkaşa etme! Güzel ahlâkın ile, İslâm dîninin şânını, şerefini herkese göster!
......✍
5 notes · View notes